RUM SURESİ

Sûre, 17. ayeti müstesna, Mekki'dir.

Bu ayet ise Medeni'dir.

Sûrenin ayetten altmıştır.

Sûre, Inşikak Sûresi'nden sonra nazil olmuştur

1

Âyetin tefsiri için bak:3

2

Âyetin tefsiri için bak:3

3

"Elif. Lâm, Mim. Edna'l-arz'da yerde Rumlar mağlub oldu. Onlar, bu yenilmelerinden sonra, birkaç yıl içinde galib gelecekler."

Münasebet ve Nüzul

Bu sûrenin, kendinden önceki sûreyle ilgi ve münasebetinin izahı ile, sebeb-i nüzülü de ortaya çıkacaktır. Biz diyoruz ki: Cenâb-ı Hak bir önceki sûrede, "Ehl-i Kitab ile en güzel bir şekilde mücâdele edin" (Ankebut, 46) buyurup, müşriklerle mücadeleyi de, "Onlar, sağır, dilsiz ve kördürler Artık onlar akledemezler" (Bakara, 171) ayetinde de beyan ettiği gibi, onları akılsız kabul ederek sürdürüp, ehl-i kitab da, de, bizim de ilahımız tektir" (Ankebût, 46) ayetinde beyan edildiği gibi, İlah konusunda Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e muvafakat edip, söylediği pek çok şeyde onu tasdik edip, bundan da öteye, "Kendilerine kitab verdiğimiz kimseler O'na inanırlar" (Ankebut. 47) ayetinde de bildirildiği gibi, pekçoğu O'na iman edince, müşrikler ehl-i Kitaba kızmışlar ve onlara başvurmayı bırakmışlardır. Halbuki müşrikler, pek çok konuda ehl-i kitaba danışıyorlardı. Farslı mecûsîlerle savaştıklarında talih ehl-i kitab aleyhine dönünce, müşrikler buna sevindiler. İşte Allahü teâlâ, galibiyetin haklılığı göstermediğini, aksine Allah'ın sevdikleri kimselerin mükâfaatını artırmak istediğinde onlara belâ verip, düşmanlarını onlara musallat kıldığını, bazan da ahiret günü gelmezden önce, yine âhiret için, büyük azabı değilde, peşin dünya azabını onlar için tercih edeceğini göstermek için işte bu ayetlerini indirdi. Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

Huruf-u Mukattaa

Bu sûrenin hurûf-u mukattaa ile başlamasının hikmeti nedir?

Cevap: Daha önce, huruf-u hecâ ile başlayan sûrelerin evvellerinde, bu sûre ile Ankebût sûresinde zikrettiğimiz o iki sûre hariç, -ki biz o iki sûre ile ilgili hikmeti orada anlatmıştık-, meselâ (Bakara, 1) (A'raf 1) (Secde,1) (Fussilet,1) gibi, ya kitab, ya tenzîre ya Kur'ân zikredilmiştir. Bu sûrelerde, hep mucize olan şeyler zikredilmiştir. Ankebût sûresinde de izah edildiği gibi, bu sûrelerin başlarına bu harfler getirilmiştir. Bu sûrenin başında da bir mucizeden bahsedilmektedir. Bu da, gaybtan (istikbalden) haber vermedir. Dolayısıyla dinleyen uyansın, onu bûtûn kalbiyle dinlemeye yönetsin, böylece de o mucize kendisine söylensin ve zihninde yer etsin diye, başına, manası bilinmeyen harfler getirilmiştir.

Edna'l-arz

Allahü teâlâ, Arap toprakları manasında, "Arapların diyarına en yakın yerde" buyurmuştur. Çünkü "Arz" kelimesinin başındaki elif-lâm marifelik (belli bir yer manası) ifade eder. Araplarca belli ve malum olan yer ise, kendi toprakları ve yurtlarıdırcümlesinden sonra gelen cümlesi aynı şeyi ifade ettiği halde, ayrıca demenin hikmeti nedir? Biz deriz ki: Bunun hikmeti, kudreti anlatmaktır Bunu şöyle izah edebiliriz: Bu iş, Allah'ın emriyle olan bir İştir. Çünkü gâlib geldikten sonra mağlub olanlar ancak güçsüzlerdir. Binâenaleyh eğer onların galibiyetleri, kendi saltanatlarından ötürü olmuş olsaydı, mağlubiyetlerinden önce gâlib olmaları gerekirdi. Binâenaleyh onlar mağlub olduktan sonra gâlib geldiklerine göre bu, bu işin Allah'ın emriyle olduğuna delâlet eder. İşte bundan ötürü kendi güçsüzlükleri üzerinde tefekkür etsinler ve bu işin orduları sayesinde değil Allah'ın emriyle olduğunu hatırlasınlar diye, "bu yenilmelerinden sonra..." ifadesi zikredilmiştir. Hak Tealâ'nın,"Arapların diyarına en yakın yerde" tabiri alabildiğine güçsüz olduklarına işaret etmek için getirilmiştir, yani, "Onların güçsüzlükleri, düşmanlarının Hicaz yoluna (topraklarına) kadar ulaşıp, onlar beldelerinde iken, onlara gelip kırıp geçirme noktasına varmıştır. Sonra galip geldiler, tâ Medayin'e ulaştılar ve orada Rûmiyye (kalesini) kurdular, böylece bunca zaaftan sonra bu parlak zafere kavuşmalarının, sırf Allah'ın yardımı ile olduğu ortaya çıktı

Kısmî Mübhemliğin Hikmeti

Cenâb-ı Hak, "birkaç yıl içinde" buyurmuştur. Bu bir kaç yılın, üç yıl ile on yıl arası bir müddet olduğu ileri sürülmüştür. Mucizenin o vakti belirleme yönünde meydana gelmesi, daha tam oluşu ifade ettiği halde, Cenâb-ı Hak, o vakti müphem bırakmış, net olarak belirtmemiştir, niçin?

Cevap: Bunun senesi, ayı, günü ve saati, bütün bunlar, Allah katında malumdu, bunları Peygamberine açıklamıştı. Fakat O'na, bunu diğer insanlara açıklaması hususunda müsâade etmedi. Çünkü kâfirler, inadcı idiler. Uzak beldelerde meydana gelen hadiselerin, İnkarı mümkün olmayacak bir biçimde meydana geldiği malumdur. Fakat bunun vakti hususunda ihtilaf edilmesi mümkündür. Inadcı ve cedelci kimsenin, sözünde bir tenakuz meydana gelmesi için, vuku bulmazdan önce, hâdisenin vukuu konusunda boş söze dalması, ileri geri konuşması da mümkündür. Bu ayet nazil olunca, Hazret-i Ebu Bekir, Rum'un gâlib geleceğini (kâfirlere) söylemiş, Ubeyy b. Halef ve diğer kâfirler de bunu yadırgamış, uzak bir ihtimal görmüşler. Hazret-i Ebu Bekir ile iddiaya gidip, üç seneye kadar bu işin olması hâlinde, on deve üzerinde bahse tutuşmuşlardı. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ebu Bekir'e (......) üçten ona kadar sayılan ifade eder. Dolayısıyla sen ona karşı, hem devenin sayısını, hem zamanın (yılların) sayısını artır" buyurdu. Böylece Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) ile, Ubeyy b. Halef develerin sayısını yüze, zamanı da yedi seneye çıkardılar ki bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Rumların gâlib olma vaktini bildiğini gösterir.

4

“Önünde de sonunda da emir Allah'ındır. O gün mü'minler sevinecekler.”.

Allahü teâlâ sonra, "Önünde de sonunda da emir Allah'ındır" buyurmuştur. Bu, Gâlibiyyetten önce de sonra da veya bu müddetten önce de sonra da, yani eğer Cenâb-ı Hak onların bu müddetten önce galip gelmelerini istemişse, galip gelirler; Eğer Cenâb-ı Hak onların gâlib olmasını istemişse, onlar onlara bıd-ı sininden sonra galib gelirler" demektir. Bu müddetin, bu şekilde takdir edilişi, bir acziyetin ifadesi değil, aksine bu geçerli ve tesirli bir ilahi irâdenin mevcudiyetini gösterir.

Ayetteki, (......) ifadeleri, izafetten kesildikleri için, zamme üzere mebnî kılınmışlardır. Çünkü zamme dışındaki iki hareke yani fetha ve kesre, bu iki kelimeye dahil olan nasb ve cer hali ile karışır. Meselâ nasb, demen de; cer ise, demende olduğu gibidir. Dolayısıyla i'rab bakımından yani merfû olma bakımından, bu iki şeyin misli kendisine dâhil olmadıkları için, bu iki kelime zamme üzerine mebnî kılınmışlardır. Cenâb-ı Hak "Ogün mü'minler sevinecekler" buyurmuştur. Bu ifadeye, "Tıpkı müşriklerin Farslıların Rum'a gâlib gelişine sevinmeleri gibi, mü'minler de Rum'un Fars'a gâlib gelmesiyle sevinmişlerdir" manası verilmiştir. Ama doğrusu, mü'minler, kendileri, müşriklere gâlib geldikleri için sevinmişlerdir. Zira Rumların gâlib gelmeleri, müslümanların Bedir'de müşriklere gâlib geldiği güne rastlamıştır. Eğer ayetin muradı, bir önceki manadaki gibi olsaydı, bu uygun düşmezdi. Çünkü henüz o günde, mü'minlere, Rumların gâlib geldiği, Farslıları kılıçtan geçirdiği haberi ulaşmamıştır. Dolayısıyla mü'minlerin bu husustaki sevinçleri o günden, daha sonra olmuştur.

Allah Vaadinden Caymaz

5

Âyetin tefsiri için bak:7

6

Âyetin tefsiri için bak:7

7

"Allah'ın yardımıyla, kimi dilerse ona yardım eder. O, aziz ve rahimdir. Allah bunu kesin olarak vaadetti. Allah vaadinden caymaz. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler. Onlar bu dünya hayatından, bîr dış görünüşü bilirler. Ahiretten ise onlar gafillerin tâ kendileridir.".

Cenâb-ı Hak, ifadesinde, masdarı fiilden önce zikretmiş, "Allah seni yardımıyla destekledi" (Enfal, 62) ayetinde ise, fiiti "yardım" masdarından önce getirmiştir. Çünkü bu ayette murad, yardımın ondan Allah'ın elinde olduğunu, o isterse yardım edeceğini, o istemezse yardım etmeyeceğini beyan etmektir, yoksa, yardımın bizzat kendisini, meydana geleceğini haber vermek değildir. Enfâl süresindeki ayetten murad ise, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olan nimetini ortaya koymaktır. Çünkü Allah O'na bilfiil yardım etmiştir. O halde orada maksad, bu "yardım" fiilinin bizzat kendisi ve tahakkukudur. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak orada önce, fiili zikretmiş, sonra da bu fiilin kaynağının Kendi katında olduğunu beyan etmiştir. Burada maksad ise, bu kaynağın ancak Allah katında olduğunu, Allah isterse, bunu yapacağını beyân etmektir. Dolayısıyla burada masdarı fiilden önce zikretmiştir.

Hak teâlâ daha sonra, "O, azîz ve rahimdir" buyurup, bu iki ismini zikretmiştir. Çünkü eğer O, sevdiklerine yardım etmez, aksine onlara düşmanlarını musallat kılarsa, bu O'nun azîz oluşundan ve hicbirşeye muhtaç olmayışından ötürüdür. Yok eğer sevdiklerine yardım ederse, bu da O'nun ona rahmetinden ötürüdür. Yahut şöyle diyebiliriz: Allah'ın, sevdiği kimselere yardım etmesi azîz oluşundan, düşmandan müstağni oluşundan ve sevdiklerine rahmetinden dolayıdır. Eğer O, sevdiklerine yardım etmezse, bu da yine O'nun izzetinden, sevenlere ihtiyacı olmayışından ve rahmetinin, sevdiklerine âhirette ulaşacağından ötürüdür.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, buyurmuştur. Bu, "Onlar gâlib geleceklerdir. Bunu Allah onlara va'detmiştir. Allah va'dinden dönmez. "Fakat İnsanların çoğu bilmezler" yani, O'nun va'dini ve va'dinden caymayacağını bilmezler" demektir. Daha sonra Allahü teâlâ, "Onlar bu dünya hayatından, bir dış görünüşü bilirler"yani, "Onların ilimleri, dünyaya mahsustur. Hem sonra onlar dünyayı da olduğu gibi bilemezler. Çünkü onlar dünyanın ancak dış yüzünü, zahirini sinler. Bu zahir de, dünyanın lezzetleri ve eğlenceleridir. Ama dünyanın iç yüzünü göremezler. Bunlar da dünyanın zararları ve yorgunluklarıdır. Yahut onlar dünyanın görünen tarafını bilirler. Onun yok olacağını bilmezler." "Ahirette ise onlar gafillerin kendileridir" demektir. Yani "Onlar âhiretten habersizdirler. Ayetteki ikinci hüm gafletin bizzat kendilerinden kaynaklandığını ifade eder. Yoksa âhireti atacak şeyler vardır. Bu tıpkı birisinin birisine, "Benim işime aldırmadın, gaflet ettin" dediğinde, o da, "Falanca beni meşgul etti" deyince, evvelki, "Seni o meşgul etmedi. Ama sen meşgul oldun" demesi gibidir.

Hilkat Boşuna Değil

8

"Kendileri hakkında, iyiden iyiye düşünmediler mi? Allah gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri hak ile ve belli bir müddetin dolmasına sebeb olmaktan başka bir sebeble yaratmamıştır. Hakikaten insanlardan çoğu Rablerine kavuşmayı cidden inkâr edicilerdir.".

Cenâb-ı Hak, "Kendileri hakkında, iyiden iyiye düşünmediler mi?" buyurmuştur. ırden, "Fakat insanların ekserisi bilmezler" (Rum, 8) ayetinde bildirildiği üzere, Allah'ın va'dini ve va'dinden caymayacağını inkâr ettikleri için, Allah'ı inkâr; ve yine "Âhirette ise onlar, gafillerin tâ kendileridir" (Rum, 7) ayetinde bildirildiği üzere, inkâr sudur edince, Cenâb-ı Hak, onların bu gafletlerinin ve bilmeyişlerinin Kendi ile olduğunu beyan buyurmuştur. Aksi halde, hatırlama sebepleri mevcut olup, da onların bizzat kendi varlıklarıdır. Şayet onlar o varlıkları ve nefisleri üzerinde iyiye tefekkür edecek olsalardı, Allah'ın bildiğini anlar ve haşri tasdik ederlerdi.

İnsan Kendi Bedenini Düşünsün

Allah'ın birliğini anlamaları hususuna gelince, Allah'ın onları en güzel biçimde yaratmış olmasından dolayıdır. Biz onların yaratılışlarının güzelliğine dair, onların milyonda bir cüz'ünü ele alalım: Allah, insanda, diğer uzuvların güç ve kuvvet elde edebilmeleri için gıdaları hazmeden bir mide yaratmıştır. O midenin birisi, yiyeceklerin girmesi, diğeri de çıkması için olan iki deliği vardır. O mideye yiyecekler girdiğinde, diğer delik kendisinden hiçbir zerrenin çıkmayacağı ve sızmayacağı bir biçimde kapanır. Ve o yiyecekleri, elverişli ve yarayışlı bir hale gelinceye kadar bir şey orada tutar. Daha sonra ise, o yiyecekler diğer delikten çıkıverir. Cenâb-ı Hak, midenin tıpkı kendisiyle o şeylerin süzülüp saflaştığı süzgeç gibi, ince fakat sert damarlar ve delikler yaratmıştır. Böylece o süzgeçten, saf ve temiz olanları (kara) ciğere iner, tortusu da, çıkışa yönelik olan ve midenin altında yaratılmış olan bağırsaklara dökülür. Ciğere giden, mezkûr o damarlara İbranice'de, el-Mâsârîkâ ismi verilir. Ibranice, genelde, Arapça'nın bozulmuş bir şeklidir. Nitekim meselâ, Musa (aleyhisselâm)'ya, Mîşâ; İlâh'a da îl denilir, vs. O halde masarîka'nın manası, ciğerin ihtiva edip, kendisini başka bir olgunluğa ulaştırdığı şeydir. Ki, bu mideden ciğere yönelen gıda ile birlikte, (o gıdanın) incelmesi ve ismi geçen ince (kılcal) damarlara geçebilmesi için, fazladan bir sıvı da bulunur. Halbuki, ciğerin bu suya ihtiyacı yoktur. Böylece orada, bu su ayrılır; ciğer kabarcıkları tarafından böbreğe dökülür. Ki kendisiyle, böbreğin vs. şeylerin gıdalanması için, bu sıvıda hafifçe de bir kan vardır. Böylece süzülmüş olan saf kan ciğerden çıkar ve ana damarlara dökülür. Sonra bu ana damarlar kanallara, kanallar tali damarlara, tali damarlar da bir alt derecedeki damarlara, bunlar da kılcal damarlara ayrılır ve böylece, işte bu sayede o kan, bedenin tamamına dağılmış olur. İşte bu, insanın yaratılışındaki tek bir hikmet olup, Allah'ın fâil-i muhtar, kadir, kâmil ve ilmi her şeyi kapsayan bir alim olduğunu bilme hususunda kâfidir. Böyle olan ise, tek olur. Aksi halde, ortağı, Kendisinin irâde ettiğinden başkasını irâde ettiğinde, aciz olur, irâdesini yürütemez.

İnsanın, haşr'e delâlet edişine gelince, bu şöyledir: İnsan, kendisi hakkında iyiden iyiye düşündüğünde, kendisindeki o kuvvetlerin yok olmaya yüz tuttuklarını, cüzlerinin de çözülmeye meylettiğini görür. O halde bu demektir ki, o insan için, ister istemez bir yokluk söz konusudur. Binâenaleyh, şayet o insan için bir başka hayat olmamış olsaydı, o zaman onun, yok olmak için bu şekilde (sapasağlam) yaratılmış olması, abes ve anlamsız olurdu. Cenâb-ı Hak da buna, "Ya sizi boş yere yarattığınım mı sandınız?" (mü'minun, 115) ayetiyle işaret etmiştir ki, bu gayet açıktır. Çünkü, boş ve anlamsız yere bir şeyi yapan kimse, şayet onu muhkem ve sapasağlam yapmaya çalışırsa, buna gülünür. Ama o onu, beka için yaratıp, "tikâsız" (ahiret hayatı olmaksızın) da beka olmadığına göre, ahiret mutlaka var demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, enfusî delilden sonra afakî delili zikretmiş ve "Allah gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri hak ile ve belli bir müddetin dolmasına sebep olmaktan başka bir sebeple yaratmamıştır" buyurmuştur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi, bu göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin yaratılışının, Cenâb-ı Hakk'ın birliğine işaret içindir. Ki biz bunu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Şüphe yok ki bunda iman edenler için mutlak bir delâlet vardır" (Ankebût,44) ayetinin tefsirinde izah etmiştik. Ama o izahı, burada da yapacağız. Zira yapılan tekrar, akıl sahipleri için bir takrir ve sağlamlaştırma ifade eder. Şimdi biz diyoruz ki, bu yaratma İşi gerçek bir gaye olduğuna göre, onda bâtıllık (butlan) bulunmamaktadır. O halde bu demektir ki, yer ile gökte bir bozukluk yoktur. Çünkü fasit olan herşey, bâtıldır. Yer ile gökte veya bu yaratmada bozukluk olmadığına göre, yerde ve gökte, birden fazla İlâh yok demektir. Aksi halde Cenâb-ı Hakk'ın da, "Eğer her ikisinde (gökte ve yerde) Allah'dan başka tanrılar olsaydı onların ikisi de muhakkak ki harap olup gitmişti" (Enbiyâ, 22) buyurduğu gibi, orada bir fesad ve bozulma olurdu. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve belli bir müddetin dolmasına..." ifadesi de, onların kabul terlemedikleri başka aslı ve esası hatırlatır.

Rabbe Kavuşmayı İnkâr Edenler

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hakikaten insanlardan çoğu Rabbine kavuşmayı cidden inkâr edicilerdir" buyurmuştur. Yani, "Onlar, bu hayattan sonra, mutlaka bir kavuşma (likâ)'nın veya mutluluk ya da bedbahtlık içinde sürüp gidecek bir bekanın olduğunu bilemezler" demektir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır.

Üslup Değişikliği

Cenab-ı Hak burada, enfusî delilleri afakî delillerden; "Gerek afakta gerek kendi nefislerinde ayetlerimizi onlara göstereceğiz" (Fussilet, 53) ayetinde de afakî delilleri önce getirmiştir. Çünkü, bir şey anlatmaya çalışan, bir şey ifade ettiğinde onu, tercih ettiği yeni bir tarz üzere getirir. Binâenaleyh, şayet onu, dinleyen ve yararlanmaya çalışan dinleyici anlarsa, ne âlâ. Aksi halde onu bir öncekinden daha açık bir şekilde ele alır ve üslûbunu, derece derece netleştirir... İstifade etmek isteyene gelince o da, ilk önce en açık olanı anlar, daha sonra, anlayamadığı o daha kapalı şeyi anlamaya doğru yönelir, ona terakkî eder, böylece de en son olarak zkredilen daha açığı anladıktan sonra onu, yani o kapalı olan manayı anlar. O halde bu demektir ki, ifade etmeye çalışan kimse tarafından en son olarak zikredilen şey, dinleyici nezdinde, ilk önce anlaşılandır.

Bu iyice bilinince, biz şimdi diyoruz ki, buradaki fiil, dinleyenlere nisbet edilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, Kendileri hakkında, iyiden iyiye düşünmediler mi?" buyurmuştur. Yani, "ilkin anlayıp da, bundan sonra, ikinci sırada anlayacakları şeye yönelmedikleri şeyler hususunda..." demektir. Ama, (Fussilet, 53) ayetinde iş, duyurana, anlatana nisbet edilmiştir. Böylece de o, ilk önce afakî delilleri zikretmiştir. Eğer onlar bunu anlayamazlarsa, sıra enfusî delillere gelir. Çünkü insan, enfusî delillerden gaflet edemez. Bu sıra, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, ayakta iken, otururken, yanları üstünde iken, Allah'ı hatırlayıp anarlar." Yani, onlar Allah'ı, diğer haller hususunda enfusî delillerle bilirler. Ve afakî delillerle de, "Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler" (Al-i İmran, 191) ayetinde de gözetilmiştir.

Hak İle Yaratma

"...Hak ile yaratma" işinin, Cenâb-ı Hakk'ın birliğine delâlet etmesinin yönü, açıktır. Ama bunun, haşr'e delâlet etmesi ciheti nasıl izah edilebilir?

Cevap: Gökleri harap etmesi tahakkuku, akıl ile bilinmez; akıl ile ancak bunun mümkün olduğu bilinir. Ama bilfiil tahakkuk edeceği İse, ancak nakil ile bilinir. Çünkü Allahü teâlâ, cennet ve cehennemi yarattıktan sonra, ebedî tattığı gibi, sonradan var olan şeyleri de, ebedî kılmaya kadirdir. Halbuki yaratma işi, yok olmanın mümkün olduğunun delilidir. Çünkü yaratılmış olan şeyin, kıdemi (kadîm, ezelî ve ebedî oluşu) vâcib değildir. Binâenaleyh bunun yokluğu söz konusu olabilir. O halde muhbir-i sadık (Allahü teâlâ ve Peygamber) bir şeyin mümkün olduğunu haber vermişse, insana düşen, onu tasdik etmek ve boyun eğmektir. Bir de, âlemin yaratılması hak ile olunca, bu hayattan sonra, sona ermeyen diğer bir hayatın olması gerekir. Çünkü bu hayat, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Bu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir" (Ankebût, 64) ayetiyle beyan ettiği gibi, ancak bir oyun ve eğlencedir. Halbuki, göklerin ve yerin, bir oyun ve eğlence olsun diye yaratılması abes ve anlamsızdır. Abes ise, hak değildir! O halde, gökler ve yer hak ile yaratılmış olduğuna göre, bundan sonra mutlaka bir hayatın bulunması gerekir.

Farklı Anlatım

Cenâb-ı Hak burada, "Hakikaten insanlardan çoğu..." buyurmuş, bundan önceki ayette de, "Fakat insanların ekserisi..." (Rum, 6) buyurmuştur. Niçin?

Cevap: Çünkü bundan önce bu iki asla (Cenâb-ı Hakk'ın birliği ve haşr) dair bir delil zikredilmemiştir. Burada ise Cenâb-ı Hak, açık deliller ve göz alıcı burhanlar zikretmiştir. Delilden sonra olacak imanın, delilden önceki imandan daha kuvvetli olacağında şüphe yoktur. O halde, delillerden sonra, bu "ekseriyyet"ten bir topluluğun mutlaka iman etmesi gerekir. Binâenaleyh, o ekser (sayıca), artık o eskiden olduğu gibi kalmamıştır. Bu sebeple, Cenâb-ı Hak, delil getirdikten sonra, "...çoğu..."; delilden önce ise, "...insanların ekserisi..." demiştir. Kendisinden gafil olmanın mümkün olmadığı delilden ve mümkün olsa dahi, gaflet etmenin vuku olmayacağı delilden sonra -ki bu gökler ve yerlerdir. Çünkü, insanın, üzerindeki semâdan ve altındaki yerden habersiz olması akıldan uzak bir şeydir-, kendisinden gafil olunabilecek şeyi zikretmiştir ki, bu da onlarla ilgili darb-ı mesellerin hal ve durumlarının nakledilmesidir.

İbret İçin Seyahat

9

"Onlar yerde gezip de kendilerinden evvelkilerin akıbetinin nice olduğuna bakmadılar mı? Onlar, kuvvetçe kendilerinden daha şiddetli idiler. Toprağı, alt-üst etmişler, onu bunların imâr ettiklerinden daha çok İmâr etmişlerdir. Peygamberleri onlara da nice açık hüccetler getirmişlerdi. Demek, onlara Allah zulüm etmiyordu, fakat kendilerine bizzat kendileri zulmediyorlardı".

Cenâb-ı Hak, önceki iki delilde "görmediler mi?" tabirini kullanmış, ama "gezmediler mi?" dememiştir. Çünkü 'orada, kişinin bizzat kendisinin gezip dolaşmasına ihtiyaç yoktur. Burada ise, "yerde gezip... de bakmadılar mı?" buyurmuş, onları, emsallerinin halleriyle ve yaptıklarının veballeriyle alâkalı olarak zikretmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bunların helak olmaya daha çok müstehak olduklarını bildirmiştir. Zira, kendilerinden önce yaşamış olan Ad ve Semûd kavimleri, bunlardan daha kuvvetli idiler ama kuvvetleri kendilerine fayda vermedi. Yine onlar, gerek mal gerekse ömür bakımından daha ileri idiler. Fakat, onların malları ve kaleleri, başlarına gelen o helake mâni olamadı.

Bil ki, insan şu üç şeye itimâd eder: Kendisindeki bedeni kuvvete ve destekçilerine. Zira bir şeye müdahale, bunlar sayesinde olur. Mâlî kuvvete. Zira bir şeye müdahale etmeye hazırlanmak bu sayede mümkün olur. Çözülme, gevşeme ve zayıflama esnasında, kendisine yaslanacağı, dayanacağı, arka kuvveti. Ki bunlar, kaleler ve sığınaklardır. İşte bu cümleden olarak Cenâb-ı Hak, "Onlar, beden bakımından sizlerden daha kuvvetli idiler. Mal bakımından daha ileriydiler. Çünkü onlar, yeryüzünü sürüp, ekip biçiyorlardı... -Bakara süresindeki, "Yeri süren bir sığır..." ifadesindeki bir (Ayet, 71) ve yine bu kökten dolayı, öküze sevr denilmiştir-Halbuki, sizler, çiftçilikle uğraşmıyorsunuz. Bu demektir ki, o halde onların malları, (emvâl-i zahireleri) daha çoktu. Ve onların, mamur yerleri daha fazlaydı. Çünkü onların binaları yüksek yüksek idi. Kaleleri ise, iyice sağlam idi. Halbuki Mekkelilerin mamur yerleri bile önemsizdi. Sonra onlara peygamberleri mucizeler getirmiş, emirler vermiş ve yasaklar koymuşlardı. Ama, kavimleri onları yalanlayınca da, helak olmuşlardı. O halde, (onlara nisbetle) sizin durumunuz nasıl olacaktır...?" demek istemiştir.

Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Allah onları mükellef tutmakla, onlara zulmetmemiştir. Çünkü teklif, kıymetli ve güzel birşey olup, onun için de ancak güzel ve şerefli bir mahal seçilir. Ancak ne var ki onlar, nefislerini adi şeylere yöneltip orada harcadıkları için, böylece kendilerine zulmetmişlerdir. Bu adi yerler de, putlara tapmak, İblise tabi olmaktır" demektir. Böylece Cenâb-ı Hak sanki, mükellef tutmak suretiyle onları, yaratılışlarına uygun yere koymuştur. Ki bu da, onların kazanç sağlamaları demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak sanki, "Ben sizi, siz benden kazanasınız diye yarattım; yoksa, benim sizden kazanmam sözkonusu değil" buyurmuştur. İnsanın yaratılış gayesine uygun olarak konulması, zulüm değildir. Ama onlar, kendilerini hüsran ve ziyan mahallerine koymuşlardır. Halbuki bu onları sırf kazançlı olmak için, kâr elde etmek için yaratılmışlardı. O halde onlar, bu demektir ki, zalimdirler. Bizim bu sözümüz her ne kadar, dış görünüşüyle, Mu'tezile'nin sözüne benziyor ise de, ancak iman, ehl-i sünnetin bunu nasıl söylediğini bilir. Ki bu da şudur Bu koyma işi, Allah'ın meşîeti ve İradesiyledir. Ancak ne var ki bu, onların kendilerinden kaynaklanmış ve onlara nisbet edilmiştir.

Kötülerin Cezası

10

"Sonra kötülük edenlerin akibeti en kötü ceza oldu. Çünkü onlar, Allah'ın ayetlerini yalanlamışlardı. Onları eğlenceye alıyorlardı.".

Bu, tıpkı, "İyi iş, güzel amel yapanlara daha güzel iyilik vardır" (Yunus. 16) ayeti gibidir. İfadesinin takdirinin, şeklinde olduğu ileri sürülmüştür. Yani, "İşte onların böyle bir netice elde etmeleri, yalanlamaları sebebiyledir" demektir. Bunun manasının, "kötülük eden ve yalanlayanlar..." şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Buna göre ayetteki (......) kelimesi, (......) kelimesinin bir tefsiri olmuş olur. Bu ayette şöyle birkaç incelik bulunmaktadır:

1) Cenâb-ı Hak, iyilikte bulunan ve iyi amel edenler hakkında, (Yunus, 26) buyurmuş, kötülük edenler hakkında da, "Sonra kötülük edenlerin akibeti en kötü ceza oldu" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, mü'minler hakkında cennetin onlar için ve dolaysız olarak olduğuna işaret için böyle buyurmuştur. Çünkü, el-hüsnâ, cennetin; es-sua da, cehennemin adıdır. Binâenaleyh, cennet mü'minler için olup, o doğrudan doğruya onlara verilince; ve orada, onlar için daima artan ve fazlalaşan bir şey, nimet bulununca, İşte bu da onlar içindir. Çünkü, mülkün aslı, onun meyvesini de gerektirir. O halde cennet, artan ve büyüyen bir şekilde yaratılmış olması itibariyle, iyi davrananlar içindir. Ama kötülük edenlere gelince, es-süâ, yani cehennem, neticede onların varacakları yerdir.

2) Cenâb-ı Hak, muhsin kullar hakkında bir fazlalıktan (Yunus, 26) bahsetmiş, fakat kötülük yapanlar hakkında böyle bir şeyden bahsetmemiştir. Çünkü bir kötülüğün cezası, yine dengi olan bir kötülüktür.

3) Cenâb-ı Hak, iyilikte bulunan kimseler hakkında, "O doğru söylediği için, cennet onundur" dememiş ona kötülükte bulunanlar hakkında, "o yalanladığı için cehennem onundur" buyurmuştur. Çünkü iyilikte bulunanlara cennetin verilmesi bir lütuftur. Lütufta bulunanın lütfü herhangi bir sebebe bağlı olmazsa, daha tesirli olur. Ama, kötülükte bulunanların, bir ceza olarak cehenneme atılmaları, adaletin gereğidir. Adil kimse de, o kimseyi, bir sebebe mebnî olarak cezalandırmazsa, bu adalet olmaz. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, onlara azab etmesinin sebebine de yer vermiştir ki, bu onların yalanlamalarını sürdürmeleridir. Ama, verdiği mükafaatın sebebini zikretmemiştir.

İlk Yaratan Diriltir

11

Âyetin tefsiri için bak:13

12

Âyetin tefsiri için bak:13

13

"Allah ilkin mahlûkunu yaratır. Sonra da onu yeniden iade eder. Nihayet hepiniz, ancak O'na döndürüleceksiniz. Kıyametin kopacağı gün günahkârlar, ümitlerini keserek, susacaklardır. Ortaklarından da, kendilerine şefaatçiler olmamıştır. Onlar ortaklarını da inkâr edeceklerdir.".

Cenâb-ı Hak, onların varacakları yerin cehennem olacağını belirtip ve bunda da, yeniden yaratacağına dair bir işaret bulununca, bu hususu, delilsiz bir İddia olarak bırakmamış ve bunun akabinden, "Allah ilkin mahlûkunu yaratır" buyurmuştur ki bu, "Kim kudret ve iradesiyle ilkin yaratırsa, yeniden yaratmaktan aciz olmaz. Ancak O'na döndürüleceksiniz" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Kendisine yapılacak o dönüşün ne zaman yapılacağını beyan buyurarak. Kıyametin kopacağı gün, günahkârlar, ümitlerini keserek, susacaklardır. Ortaklarından da, kendilerine şefaatçiler olmamıştır. Onlar ortaklarını da inkâr edeceklerdir" demiştir. Yani, "işte o günde onların iflâsları ortaya çıkar ve ümitsizlikleri tahakkuk eder" demektir.

İblâs

"el-İblâs" kelimesi, şaşkınlıkla içice olan bir ümit kesmedir. Yani, "Kıyamet koptuğu gün, günahkârlar için, iki rahatlığın biri olan ümitsizlik değil, şaşkınlıkla içice olan bir ümitsizlik tahakkuk eder" demektir. Bu böyledir, zira bir şeyi bekleyen ve uman kimsenin umması fiyaskoyla sona erince, bu durumda, sen bak. Eğer o arzu edilen şey zarurî olmayan birşey olursa, onu uman kimse, onu beklemeden ümidini Kestiği için rahatlar. Yok eğer bu, onsuz bekası mümkün olmayan zarurî bir şey ise, onun kalbî ve gönlü, bunu elde edemediğinden dolayı çatlar, iste bu tür ümitsizliğe ıblâs" denilir. Şimdi biz, o mücrimin halini ve bu tür ümitsizliğini şöyle bir misâl ile açıklamaya çalışalım: Bu kimsenin hali, bir bahçe içinde bulunup da etrafında oyun ve eğlence alanlarının yer aldığı ve yanında da, kendisiyle gururlanıp sevineceği şeyler bulunan oir bahçenin haline benzer. Derken tam o esnada, kendisine doğru bir haberci gelerek, hiç kimsenin reddedemeyeceği, geldiğinde tükrüğünü bile yutma fırsatı vermeyeceği ve kendisine herhangi bir kurtuluş imkânı bırakmayacağı bir düşmanın geleceğini haber verir. Bu durumda onun, bundan kurtulmanın yollarını araması gerekirken, tam o sırada ona bir çocuk, ya da bir deli, "Altında bulunduğun bu agacın özelliği, altında bulunan kimselerin düşmanlarını def etmesidir" der. O cahil kimse de, o esnada elde ettiği lezzet ve hazları kamilen elde etme pahasına o ağaca güvenerek, o çocuğun sözünü kabul eder. Derken düşman kendisine gelir ve kendisini çepeçevre kuşatır. O düşmanın ona göstereceği o korkunç hallerin ilki ise, o ağacı kökünden söküp çıkarma olur. Böylece de o kimse, hayretler içinde, ümitsizlikler içinde ve herşeye muhtaç olarak kalakalır! Günahkârın dünyadaki durumu da işte böyledir. Çünkü o, nazlarını tamamen tatmine yönelmiştir. Doğru peygamber ona, Allah'ın kendisini cezalandıracağını ve ona, kendisini perişan edecek bir azabın geleceğini haber vermiştir. Ama bu arada, şeytan ve kötülükleri alabildiğine emreden nefs-i emmâre, "Putlar demek olan bu kötülükler ve odunlar, senden her türlü kötülüğü men ederler ve sen ölüp de hislerin dumura uğradığında sana şefaatçi olurlar" derler. O da böylece, içinde bulunduğu işle meşgul olur ve azgınlığına devam eder; derken kendisine yürekleri hoplatan o büyük şey, ölüm, kıyamet geliverir ve o kıyametin o kimseye gösterdiği ilk şey de, o putları cehenneme atışı olur. Artık o bu esnada, kurtuluş için hiçbir yol bulamaz bu esnada alabildiğine ümitsizliğe düşer, nerdeyse ümitsizliğin ta kendisi olur (el-İblis). Ki, işte bu hususa Cenâb-ı Hak, "ortaklarından da, kendilerine şefaatçiler olmamıştır. Onlar ortaklarını da inkâr edeceklerdir" ifadesiyle işaret etmiştir. Yani, "onlar, o putları o gün redd edeceklerdir".

İyinin Kötüden Ayrılması

14

Âyetin tefsiri için bak:16

15

Âyetin tefsiri için bak:16

16

"Kıyametin kopacağı gün, evet o gün, mü'minlerle kâfirler birbirinden ayrılır. Artık iman edip de sâlih ameller işleyenlere gelince, onlar bir bahçede sürüriçinde olurlar. Ama inkâr edip, ayetlerimizi ve âhirete kavuşmasını yalan sayanlar ise, azabta kalmak üzere, huzura gelmişlerdir.".

Cenâb-ı Hak o günde olacak, diğer bir hususu daha beyan etmiştir. Bu da mü'minlerle kâfirlerin biribirinden ayrılmalarıdır. Nitekim, bir başka ayetinde, "Bugün ey mücrimler, ayrılın buyurmuştur. Binâenaleyh sanki bu durum, kâfirlerin artık iyice ümitsizliğe düşmelerini müteakip olmuştur. Buna göre kâfirler önce ümitsizliğe düşerler, daha sonra mü'minlerden ayrılırlar. Böylece mü'minler gurubu cennetlik, kâfirler gurubu da cehennemlik kılınırlar. Allahü teâlâ, buradaki "gün" tabirini tekrar etmiştir. Çünkü kıyametin kopması korkunç bir durumdur. Dolayısıyla Cenab-ı Hak, korkutmayı pekiştirmek için bunu tekrar etmiştir. Kıyametin korkunçluğunu zihinlerde canlı tutmak için, hatibler de hitabelerde hep kıyamet gününden bahsederler.

Allahü teâlâ, bu ayrılışın nasıl olduğunu beyan ederek, "Artık iman edip de sâlih işleyenlere gelince, onlar bir bahçede sürür içinde olurlar." Yani, "Onlar cennette, her türlü sevinci yaşarlar. "Ama inkâr edip, ayetlerimizi ve âhiret kavuşmasını yalan sayanlar ise, azabta kalmak üzere, hazır edilmişlerdir" yani, "Onlar, cehennemden sıvışamazlar. Cehennemin onlara karşı da bir gevşemesi olmaz" buyurmuştur. Nitekim bir başka ayette "Onlar, her nezaman ıztırabtan dolayı (Cehennemden) çıkmak isteseler, yine içerisine iade edilirler" (Hacc, 22) ve "Bu azab onlardan hafifletilmez" (Zuhruf, 75) buyurulmuştur.

Tefsir ettiğimiz bu ayetlerle ilgili, bir takım incelikleri ihtiva eden, bir kaç mesele

Bazı İncelikler

Cenâb-ı Hak konu aslında mücrimlerle ilgili olmasına rağmen, söze imân edenlerin hâlini anlatarak başlamıştır. Çünkü kâfirin mü'minin sevab elde ettiğini görerek, daha fazla pişman olması için, kâfire azab verilmezden önce, mü'minlere mükâfaatları verilir. Eğer önce kâfir cehenneme girdirilmiş olsaydı, herkesin bu azabta kendisi gibi olduğunu sanardı. İşte böylece Allahü teâlâ, kâfirin pişmanlığını ve azabını artırmak için, işe önce mü'minlere mükâfaat vermeden başlamıştır.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ, mü'minlerin amel-i sâlihlerinden bahsetmiş, ama kâfirlerin kötü amellerini burada zikretmemiştir. Çünkü imanın yanısıra amel-i sâlih de, nazar-ı dikkate alınır. Sırf iman, derecelerin yükselmesini değil, sadece kurtuluş sağlar, halbuki mü'min, o yüksek dereceye imanı ve ameli salih ile birlikte ulaşır. Kâfire gelince o, sırf küfrü sebebiyle, cehennemin en alt tabakasındadır. Binâenaleyeh, şayet Cenâb-ı Hak, kafir olup da kötü amel yapanlar azabta hazır tutulacaklardır" demiş olsaydı, o zaman bu azâb, bu iki şeyin kendisinden sudur ettiği kimse için söz konusu olmuş olurdu. Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak, burada, "Kim İman ederse, kötü amel işlerse" diyerek, bu iki kısım arasında üçüncü bir kısım zikretmemiştir" denilirse, biz deriz ki, bu kimse, için Mu'tezile'nin dediği manada olmamak şartıyla, bu iki makam arasında üçüncü bir makam bulunur. Bu kimse, başlangıçta (kötü amelinden dolayı) azabın içindedir, ama devamlı azâb içinde tutulanlardan da değildir. Bu kimse de ahrette, bahçeler ve bağlar içindedir. Ancak ne var ki bu, tamamıyla sevinci tatmış kimselerden değildir. Bütün bunlar va'd hükmüne göredir.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, birinci ifadede, nekire olarak, "bir bahçe içinde" buyurmuş, ikinci ifadede ise, marife olarak buyurmuştur. Niçin?

Cevap: Bu, o bahçeyi nekre kılmak suretiyle ululamak ve gözde büyütmek içindir. Nitekim Arapça'da, "Falancanın öylesi bir malı ve makamı var ki!" denilir. (Buralarda tenvin, tazim ifade eder).

Dördüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, birinci ifadede, fiil sigasıyla yuhberun buyurmuş, ama muhberûn dememiştir... Diğer ifadede isim,isim sigasıyta, buyurmuş, fiil sigasıyla dememiştir. Çünkü fiil sigası teceddüd ifade eder, ikisi ise buna delâlet etmez. O halde bu demektir ki, manası, "Onlara ânbeân, kendisiyle mesrur olacakları şeyler getir, yenilir. Ama kafirlere gelince, onlar o azaba girdiler mi, hep orada hazır tutulurlar" şeklindedir.

İbadet Vakitleri

17

Âyetin tefsiri için bak:19

18

Âyetin tefsiri için bak:19

19

"Haydi, akşama girerken, sabaha ererken, Allah'ı tenzih ediniz. Göklerde ve yerde, hamd onundur. Gündüzün nihayetinde de. Öyle vaktine vardığınız zaman da, ölüden diriyi, diriden ölüyü o çıkarır. Arzı, ölümünün ardından, o canlandırıyor. İşte siz de, böylece çıkarılacaksınız.".

Cenâb-ı Hak başlangıçta, "Allah gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri ancak hak ile yaratmıştır" (Rum, 8) ifadesiyle azametini beyan edip, sonuçta da, aynı şekilde azametini beyan etmiştir ki bu da, kıyamet gününün kopması, insanların iki guruba ayrılması, böylece bazısına, cennetlikler olarak hükmedilip, -ki onlar bunu hak ettiler, ben ne yapayım- bir kısmının da cehenneme gideceklerine dair hükmedildiği -ki onlar da bunu hak etmişlerdir, ben ne yapayım, benden değil!- zamandır. Cenâb-ı Hak böylece, kendisini her türlü kötülükten tenzîh edilmesini ve her halükârda kendisine hamdedilmesi gerektiğini emrederek, "Haydi. Allah'ı tenzih ediniz..." buyurmuştur. Yani, "Allah'ı, alabildiğince tenzih ve tesbih ediniz.." demektir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Tesbih Kelimesi

Bu mesele, hem "sübhanellâhi" ifadesinin hem lafzı, hem de manası ile ilgilidir. Lafzına gelince bu "tesbih etmek" anlamında olan masdarın (......) veznindeki ismidir. Tesbîh etmek işi, Sübhân lafzıyla ifade edilmiş ve bu "sübhân" lafzı, tesbîh etmenin alemi kılınmıştır. Manasına gelince, bazı müfessirler, bu ifadeyle namazın kastedilmiş olduğu ve bunun, "Namaz kılınız" manasında olduğunu ileri sürerek, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayetle beş vakit namaza işaret ettiğini söylemişlerdir. Bazrian da, Cenâb-ı Hakk'ın bununla, Kendisini tenzih etmeyi kastettiğini Eylemişlerdir ki, buna göre mana, "Onu noksan sıfatlardan tenzih edip, kemâl laflarıyla tavsif ediniz" şeklinde olur ki bu, en kuvvetli olan görüştür. Bu görüşü mek daha evlâdır. Çünkü bu mâna, birincisini de içine alır. Zira, emredilen ah, kalb ile yapılan tenzihi içine alır ki, bu, kesin inanç demektir. Kesin inancın sıra, lisan ile yapılan tenzihi de içine alır. Ki, bu da güzellikle anmaktır. Ve yine bunların yanısıra erkân ile yapılan herşeyi de içine alır ki, bu da amel-i salihtir. Birincisi, asıl; ikincisi, birincinin; üçüncüsü de ikincinin ürünüdür ve meyvesidir. Çünkü bir şeye inandığında, kalbindekini lisanına aksettirir. O, lisanıyla bunu linde, onun sözündeki doğruluğu, onun hal ve hareketlerinden anlaşılır. O lisan, kalbin tercümanı; uzuvların amelleri de lisanın delil ve burhanlarıdır. Ancak ne var ki namaz, erkânla yapılan zikri de kalbi ile yapılan kasd ve niyeti de kapsar, bu demektir ki namaz, gerçek manada bir tenzihtir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, "Beni tenzih ediniz" dediğinde bu, tenzih çeşitlerinden bir çeşit olmuş olur. Mutlak manadaki emirler ise, herhangi bir nev'e tahsis edilemez. Binâenaleyh, bu,tenzih sayılabilecek her şeye hamletmek gerekir. O halde bu demektir ki bu kelime, aynı zamanda, namazı da emreden bir ifade olmuş olur. Hem sonra bizim görüşümüz, daha önce geçenlerle de bir münasebet arzetmiş olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, "iman edip de salih ameller işleyenlere gelince, onlar bir bahçede sürür içinde (Rum. 15) buyurarak, en büyük makamın ve en bol ve tam mükâfaatın, iman salih amel işleyenler için olduğunu beyan edince, şöyle demek istemiştir. "Siz bu makamın, iman edip salih amel işleyenlere ait olduğunu; imanın, kalb ile yapılan tenzih, lisân ile yapılan tevhîd; amel-i salihin de, uzuvlarla yapılan bir şey olduğunu; bütün bunların da birer tenzih ve birer hamd (tahmîd) olduğunu bildiğinize göre, "Fesübhanellah" "Allah'ı tesbih ediniz" yani, "Sizleri, o bahçelerdeki huzura götürecek ve havuzların kenarında oturtacak şeyi yapınız."

Vakitlerin Hikmeti

Allahü teâlâ, "tesbîh etme" emrini bazı vakitlere tahsis etmiştir. Çünkü amellerin en üstünü en devamlı olanıdır. Fakat meleklerin en faziletlisi İse, devamlı olarak tesbihatta bulunanlardır. Nitekim Cenab-ı Hak, "Onlar gece gündüz ara vermeyerek tesbîh ediyorlar" (Enbiya,20) buyurmuştur. İnsan, yaşadığı müddetçe, atfın vakitlerini tesbihatla geçiremez. Çünkü o aynı zamanda, yemeye, içmeye, yiyecek-içecek ve binecek şeyleri elde etmeye mecburdur. Dolayısıyla Allahü teâlâ, kul, Allah'ı tesbih ettiği zaman sanki hiç ara vermemiş ve gevşeklik göstermemiş sayılacağı vakitlere işaret etmiştir. Bunlar, evvel, son ve ortadır, yani gündüzün gündüzün sonu ve gündüzün ortasıdır. Böylece de, gecenin evvelinde ve da tesbihi emretmiş. Fakat gecenin sonunda tesbihi emretmemiştir. Çünkü gecenin sonunda uyku hâli gâlibtir. Dolayısıyla Allahü teâlâ, kullarına, uyuyarak istirahat etmeleri lutfunda bulunmuştur. Nitekim O, "Gece uyumanız O'nun ayetlerindendir" (Rum, 23) buyurmuştur. Binâenaleyh kut, gündüzün evvelinde iki tesbih (rek'at) namaz kıldığında, ki bu sadece iki rek'attir, iki saatini tesbihe vermiş gibi hesab edilir. Öyle vaktinde, dört rek'at namaz (farzı) kıldığında, bu dört saat olarak hesâb edilir. Böylece de toplamı altıya ulaşmış olur. O, gündüzün sonunda, yani ikindi vaktinde dört rek'at daha namaz kıldığında, bu da dört saat olarak hesablanır ve toplam, on saata ulaşmış olur. Akşam ve yatsı (farzlarını) da toplam yedi rek'at olarak kıldığında, bu kimse tam on yedi saatini tesbihe ayırmış gibi olur. Bir günden geriye yedi saat kalır. Bu da, gecenin yarısıyla, üçte ikisi arasında kalan zamandır. Çünkü gecenin son üçte ikisi sekiz saattir, yarısı ise altı saattir. İkisinin ortalaması ise yedidir. İşte insan bu kadar bir müddet uyku uyuyacak olsa, bu çok (yeterli) sayılır. Cenâb-ı Hak bu hususa, "Gecenin birazından gayrı (saatlerinde) kalk. Gecenin yarısı miktarınca, yahut ondan birazını eksilt. Yahut o yarının üzerine (ilave edip, biraz) artır" (Müzemmil. 2-4) ayetleriyle işaret etmiştir. Az bir miktarın o yarıya ilâvesi, bir saattir. Böylece bunlar, uykuya sarfedilmiş yedi saat olur. Uyuyan kimseden ise, (mes'ûliyet) kalemi kaldırılmıştır. Buna göre Allahü teâlâ şöyle demek istemiştir: "Kulum, mükellef olduğu tüm vakitleri, Bana tesbih için harcamıştır. Binâenaleyh ey melekler, o kullarım üzerinde, "hasr" (sadece) üslubuyla, "Biz seni hamdinle tesbih ederiz ve seni takdis ederiz" (Bakara, 30) şeklindeki sözünüzle iddia ettiğiniz o üstünlüğünüz kalmamıştır. Aksine insanlar da sizin gibidirler. Öyle ise onların makamı da, sizinki gibi a'la-yı illiyyîn'dedir" demek istemiştir.

Rek'atlardaki Hikmet

Bil ki namazın o vakitlere yerleştirilmiş olmasına rek'atlarının sayısında, şekillerinin farklı oluşunda üstün hikmetler vardır. Namazın rek'atlarının bu sayılarda oluşunun hikmeti, daha evvel de geçtiği gibi bu, insanın onyedi saat uyanık olması ve ona onyedi rek'at namazın farz kılınmasıdır. Ebu Hanife'nin mezhebine göre, ki, o üç rek'at vitir namazının vacib olduğunu ve bunun takvaya daha uygun olduğunu söylemiştir. Biz deriz ki: Bu, insanın az uyuması gerektiği prensibinden hareketle ulaşılan birşeydir. Binâenaleyh kişi, gecenin ancak üçte birinde uyur. Bu da Hak teâlâ'nın, "Şüphe yok ki Rabbin, senin, gecenin üçte ikisinden biraz eksik, yarısı, üçte biri kadar kıyamda durduğunu biliyor" (Müzzemmil, 20) ayetinden alınmıştır. Bundan şu anlaşılır: Gecenin üçte ikisinde kıyamda olmak güzeldir ve te'kidli bir müstehabtır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, bunun akabinde, "O, bunu sizin sayamayacağınızı (hesab edemeyeceğinizi) bildiği için, sizi bağışladı. Tevbenizi kabul etti" (Mûzzemmil. 20) buyurmuş ve "tevbe" lafzını zikretmiştir. Eğer durum öyle olursa, o zaman insan, yirmi saat uyanık kalmış olur ve yirmi rek'at namazla emredilmiş olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelince onun işi, kendisinin de, "Gözlerim uyur, ama kalbim uyumaz" buyurduğu gibi, hiç uyumamak olunca, onun için bütün gece, gündüz gibi kabul edilmiştir. Dolayısıyla ilaveten teheccüd ile de emrolunmuştur. Bu hususa Cenâb-ı Allah, "Gecenin bir kısmında O'na secde et. Gecenin uzun bir bölümünde de O'nu tesbih et" (İnsan, 26) buyurarak işaret etmiştir. Bu, "Gecenin tamamı senin için tesbihata ayrılmıştır" demektir. O halde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yirmi dört saatin hepsinde de tesbihatta bulunuyor demektir ve böylece de, bir göz kırpacak kadar zaman bile, tesbihte gevşeklik göstermeyenlerden, ara vermeyenlerden olmuş olur.

Namaz Vakitlerinin Hikmeti

Namazın, bu belli vakitlerde oluşunun hikmeti de şudur: Biraz önce de geçtiği gibi, bunda, gündüzün başı, ortası ve sonu nazarı dikkate alınmış ve böylece de tesbih (namaz) gündüzün başında ve sonunda meşru kılınmış, geceleyin ise, gündüzün başının ve ortasının nazar-ı dikkate alınması gibi, başı ve ortası nazar-ı dikkate alınmıştır. Çünkü öğle vakti, gündüzün yarısında (ortasında), yatsı vakti ise, gecenin yarısında (ortasındadir). Zira biz, nazar-ı dikkate alınan (esas kabul edilen) gecenin, insanın uyanık olduğu miktar olduğunu açıklamıştık. Bu miktar ise (ortalama) beş saattir. Böylece yatsının vakti, bu miktarın ortasında olmuş olur ki, bu da gecenin üçte biridir. Ebu Hanife ise, vitir namazının vacib olduğunu kabul edince, ona göre uyku zamanı dört saat, gece uyanıklık zamanı ise sekiz saat olmuş olur. Son yatsının (vitrin) en son vakti ise, nazar-ı dikkate alınacak bu gecenin ortası olsun diye, dördüncü veya beşinci saattir. Bu da tıpkı, öğlenin gündüzün ortasında olması gibidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gecenin gündüz gibi, uykusu da uyanıklık gibi olunca, o şöyle demiştir: "Eğer ümmetime zor gelmeyeceğini bilseydim, onlara misvak kullanmalarını ve (tıpkı dört saat gündüzün yarısı olduğu gibi, gecenin yarısı da dört saat olsun diye) "yatsıyı da gecenin yarısına bırakmalarını emrederdim". Buhari, mevakit, 25 savm, 27 Bunun izahına gelince, bana görünen şudur: Gündüz, zaman olarak oniki saattir. Bu müddet içinde edâ edilen (farz) namazların toplamı ise on rek'attir. Böylece mükellefin üzerinde, gecenin başında edâ edeceği iki rek'at ile, tıpkı gündüzün evvelinin tesbih (namaz) ile başlaması gibi, gecenin başlangıcının da tesbih ile olabilmesi için, gece namazlarından bir rek'at daha edâ emesi kalır. Gündüzün tesbihatından olarak başlangıcda edâ edilen iki rekat olunca, gecenin başlangıcında da, gece tesbihatından olarak bir rek'at edâ edilmiş olur. Çünkü gündüzün tesbihleri, gecenin tesbihlerinin katlanması gibi, uzundur (iki mislidir). Çünkü gündüz edâ edilenlerin toplamı on rek'at, gece edâ edilenler ise beş rek'attir.

Sabah - Akşamın Fazileti

Bu, akşam ve sabah yapılan tesbih ve hamdlerin fazileti hakkındadır. Biz, bunların faziletini hem nakil hem akıl yönünden izah edeceğiz: Nakle gelince, bana, muttaki, hafız, âlim, üstad Abdurrahman b. Abdillah b. Ulvân, Haleb'te Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den senedle rivayet ederek, O'nun (aleyhisselâm), bir sahâbisine şöyle dediğini bana haber verdi: "Uyku vaktinde bin hasene yapmaktan aciz mi kalıyorsun?" Bunun üzerine o sahâbî durakladı. O zaman Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yüz kere "dersen, karşılık sana bin hasene yazılsın " Müsned, 1/ 180, 185 buyurmuştur. Yine aynı zat'ın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den senedle rivayet ederek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kim her farz namazın peşisıra, on kere "sübhanellah", on kere de "Allahu ekber" derse, cennete girdirilir" dediğini naklettiğini duydum.Bu hususun, aklen izahı ise şöyledir: Allahü teâlâ'nın, fiillerinden olmayan, ayrılmaz sıfatları olduğu gibi, fiilinden olan sabit sıfatları da vardır:

Allah'ın Kemal Sıfatları

Birincileri, kemal ve cemâl sıfatları olup, bunların aksi, noksanlıktır. Mükellef, Allah'ı, herşeyi bilen bir "Zat" olduğu için, hiçbirşeyin O'na saklı kalmayacağını anladığında, O'nu cehalet sıfatından tenzih edip, cehaletin zıddı olan vasıflarla tavsif etmiş olur. Mükellef, O'nu, herşeye kadir olan bir kudret sahibi olduğu için, hiçbirşeyden âciz olmayan bir Zat olarak tanıdığında O'nu acizlik sıfatından tenzih etmiş olur. Mükellef O'nu, herşeyin irade edicisi olduğu için, O'nun mülkünde ancak dilediği şeylerin meydana gelebileceği bir Zat olarak tanıdığında, O'nu bu şekilde tavsif etmiş ve zıddı olan her türlü noksanlıktan tenzih etmiş olur. Mükellefe, ezelî ve ebedî olduğu için O'nun yok olmayacağı hakikati zahir olduğunda, mükellef yine O'nu tenzih etmiş olur. Mükellefçe, O'nun kadim olduğu bilindiği için, varlığından önce yokluğu bulunmayan bir Zat olduğu anlaşılınca, yine o O'nu tenzih etmiş olur. Vâcibü'i-vücûd olup, mekan ve yönlerden beri olduğu için, mükellefçe O'nun araz veya cisim veya mekanlı bir varlık olamayacağı anlaşılınca, mükellef yine O'nu tenzih etmiş olur. Fakat Allahü teâlâ'nın selbî ve izafî sıfatlarını, hiç kimse sayıp dökemez. Bir kimse bu işle uğraşsa, ömrü bu yolda bitse bile, o bunun künhünü idrak edemez, sonuna ulaşamaz. Binâenaleyh bir kimse, O'nun, her türlü noksanlıktan münezzeh olması konusunda, şuurlu olarak, Cenâb-ı Hakk'ı kalbinde hissederek, huzur-u kalb ile, "Sübhanellah (Allah münezzehtir)" dediğinde, işte bu kısa tesbihi yaptığında, bu, onun bu işi ayrıntılı bir tarzda yapmasının yerine geçer. Fakat bir kimse tek başına, Allah'ın münezzeh olduğu konuların her birinde tek tek böyle bir tesbihte bulunmak istese, ömürlerin yetmeyeceği bir işe yeltenmiş olacağında şüpie yoktur. Demek ki, Cenâb-ı Hak sanki şöyle demektedir: Bu kulum, ömrü boyunca, hayatta kaldığı süre, Bana tesbihatta bulunmakla meşgul oldu. Ben, onu hertürlü günahtan temizlemek, ona keramet (şeref) elbiselerini giydirmek ve sonsuz olarak ikâmet edilecek yurtta misafir ederek karşılık vereceğim. Kulumun Beni gündüzün başında, sonunda ve ortasında tenzih etmesi gibi. Ben de, ömrünün başında, yani dünyasında, ömrünün sonunda, yani âhiretinde ve ömrünün ortasında yani haşr zamanına kadar onu kuşatan kabir içinde iken, onu herşeyden temizler ve korurum ve Ben ona yeterim."

Allah'ın Fiilleri

İkincilerine, yani Allah'ın fiil sıfatlarına gelince; insan, Allah'ın gökleri yaratmasına baktığında, göklerin bir nimet ve ikram olduğunu anlar ve "Elhamdülillah" der. Yine insan, güneşin battığını görünce, bunun da bir nimet ve ikram olduğunu anlar, "Elhamdülillah" der. Ay, yıldızlar, yeryüzü ve bitkilerin durumu da böyledir. Dolayısıyla kul bunları gördükçe, yine "Elhamdülillah" der. Fakat insan böyle ayrı ayrı herşeye bakıp böyle hamdedecek olsa, ömrü buna yetmez. Ama Cenâb-ı Hakk'ın da, "Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, sayıp bitiremezsiniz"(Nahl, 18) buyurduğu gibi, sayısız bütün o nimetleri insan zihninde toptan düşünüp hepsine birden, "Elhamdülillah" oese, yapacağı böyle toptan bir hamd, onların hepsine mufassal olarak yapılacak hamdin yerine geçer, işte bu noktada Allahü teâlâ şöyle buyurur: "Kulum ömrünü Bana hamdetmekle geçirdi. Ben, Bana şükredene fazlasını va'dettim. Dolayısıyla onun Bana tesbihine karşı, "hüsnâ" (en güzel mükâfaat olan cennet) vardır. Bana hamdine karşı da, bundan daha fazlası vardır."

Sonra insan, Allah'ın sıfatlarına daldığında, bazan aklı O'nu, nimetleri üzerinde düşündükten sonra, Zat'ı hususunda da düşünmeye çağırır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın hakikatine dâir, aklına gelen her hususta kula yakışan, "Allah aklıma gelen şekillerden ve hallerden, daha büyük ve daha yücedir" demesidir. Çünkü İdrâk edilenlerin ve idrak yönlerinin bir sının yoktur. Dolayısıyla bir kimse, ayrıntılı bir şekilde, "Alan şu şu yönlerden, benim idrak ettiğim, bütün bu şeylerden daha yücedir, daha Dûyûktür" deyip dursa, ömrü biter, fakat Allah'ı idrâk ettiğini sandığı şekil ve yönlerin sonu gelmez. Binâenaleyh bir kimse, içinden gelerek, "Allah aklımın kudreti ve idrâkimin takati ile tasavvur edebileceğim herşeyden daha büyüktür" dese, irfan deryasına dalmış olur. Bu hususa "Kişinin idrâki idrâk etmekten âciz olduğunu bilmesi idraktir" sözüyle işaret edilmiştir. Binâenaleyh aklı başında bir kimsenin, "Sübhanellah, Elhamdülillah, Allahuekber" şeklindeki sözleri, işte bu manaları ifade eder. Fakat bu sözün, nazar-ı dikkate alınarak (şuurla) söylenmesi şarttır. Bu da, onun cşırrin dilinin ucuyla söylediği değil de, kalbinin derinliklerinden kopup gelen bir söz olmasıdır.

Dördüncü Mesele

Ayetteki, (......) ifadesi, (......) ifadesine atıftır, yani, "Allah'ı akşam, sabah ve yatsıda tesbih ediniz" demektir.Göklerde ve yerde hamd O'nundur" cümlesi, ma'tûf ile ma'tûfun ileyh arasındaki bir cümle-i i'tirâziyyedir. Burada şöyle incelik vardır: Allahü teâlâ kullarına, kendisini tesbih etmelerini emredince, sanki rina, yaptıkları tesbihatın Allah'a yönelik bir menfaatten ötürü değil, kendi Jerinden ötürü olduğunu, dolayısıyla tesbihatta bulunduklarında, Allah'a hamd ri gerektiğini beyan etmiştir ki bu, tıpkı "Müslüman olduklarını senin başına kakıyorlar. De ki: "Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın." Bilakis sizi imana muvaffak ettiği için Allah'a minnet eder"(Hucurât, 17) ayeti gibidir.

Beşinci Mesele

Allahü teâlâ burada, akşamı sabahtan önce zikretmiş, "O'nu, sabah akşam tesbih edin" (Ahzab, 42) ayetinde ise, sonra zikretmiştir. Çünkü Allahü teâlâ bu surede, "Allah önce mahlukah yaratır. Sonra onu yeniden diriltir..." Rum, 11) ifadesinden başlayıp, "Onlar azabta ham tutulmuşlardır" (Rum, 16) ifadesine kadar, haşirden ve ba's (diriliş) bahsetmiştir. Cenâb-ı Hak yine bu ayette ise, "İşte siz de böyle çıkarılacaksınız" (Rum, 19) buyurarak, haşri ve dirilişi sonraya bırakmıştır. "Akşamı" da sonra üretmiştir. Böylece âhireti hatırlasınlar diye, hasrı ve neşri sonra zikretmiştir.

Altıncı Mesele

Ayetteki, ölüden diriyi, diriden öyülü çıkarma İşinin, kendinden önceki ifadelerle münasebeti şöyledir: Allah insanı, sabahleyin ölüme benzemekten, ki bu uyku halidir, varlığa yani uyanıklık haline benzeme haline çıkarmıştır. Akşam vaktinde de insanı, uyanıklık halinden, uyku haline çıkarır (geçirir). Müfessirler ayetteki, "Diriden ölüyü çıkarıyor" ifadesinin ne demek olduğunda ihtilaf etmişler ve ekserisi buna "Meselâ Allah, tavuğu, yumurtadan; yumurtayı, tavuktan; hayvanı (canlıyı) nutfeden; nutfeyi canlıdan çıkarır" manasını verirken, bazıları "Allah, mü'minden kâfir, kâfirden mü'min (evlad) çıkarır" manasını vermişlerdir. Bunun manasının, "Allah uyuyandan, uyanık; uyanıktan da uyuyan çıkarır" şeklinde olması da mümkündür. Bu, tesbih için böyle zikredilmiş olur, yani ölüyü diriltmek ve diriyi öldürmek, Allah'a göre, tıpkı uyuyanı uyandırmak ve uyanık olanı da uyutmak gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Arzı, ölümünün aramdan O canlandırıyor, işte siz de böylece çıkarılacaksınız" buyurmuştur ki bu ifadede şöyle ince bir mana vardır: İnsanın, ölümü ile, canlılığı sona erer. Fakat onun nefs-i natıkası (ruhu) ise, sona ermez, ondan ayrılır ve yaşamaya devam eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah yolunda öldürülenleri, ölüler sanmayın" (Âl-i İmran, 169) buyurmuştur. Canlılar ise, uyur, hareket eder ve duyarlıdırlar. Uyuyan hareket etmez ve idrâk edemez. Ölü toprakta da yine bir nema yoktur. Sonra uyuyan kimse, uyanmasıyla hareketlenir ve idrâk eder hate gelir. Ölü toprak ise, ölümünden sonra bitkileri sebebiyle büyümeye, kabarmaya başlar. Dolayısıyla sakin ve hareketsiz bu toprağı harekete geçirmek, kabartmaya başlamak nasıl Allah'a kolay ise, ölüyü diriltmek de O'na böylesine kolaydır. Cenâb-ı Allah işte bu hususa "İşte siz de böylece çıkarılacaksınız" buyurarak işaret etmiştir.

Aslı Toprak Olan İnsan

20

"Sizi bir topraktan yaratmış olması da O'nun ayetlerindendir. Sonra siz, her tarafa yayılan bir beşer oldunuz"

Allahü teâlâ, Kendisinin noksan şeylerden tenzih ve takdis edilmesini emredip, herşeyin yaratılmasından dolayı olan hamdın, Kendisine ait oluşundan bahsedip, "Haydi Allah'ı tenzih ediniz" emrinden başlayıp, "işte siz de böylece çıkarılacaksınız" ifadesine kadar olan ayetleriyle, öldürmeye ve diriltmeye Kendisinin kadir olduğunu beyan buyurunca, işte bu hususa dair, apaçık delilleri ve aşikâr mucizeleri zikretmiştir. İnsanı topraktan yaratması da bunlardandır. Bunu şu şekilde izah edebiliriz:

Toprakla Hayatın İlgisizliği

Canlı olmaktan derece bakımından en uzak olan şey topraktır. Çünkü toprak oluşumu bakımından, kuru ve soğuktur. Hayat ise, sıcaklık ve rutubet iledir. Yine toprak rengi bakımından bulanıktır. Ruh (can) ise, nurlu ve parlaktır. Toprak fiili bakımından ağırdır. Hayat kendileri ile olan ruhlar ise hafiftir. Sükûnet (hareketsizlik) bakımından toprak, hareketten uzaktır, canlılar ise sağa sola; geriye, ileriye; yukarıya aşağıya hareket ederler. Velhasıl toprak, diğer cisimlere nazaran, hayatı kabulden en uzak olan bir şeydir. Çünkü unsurlar (elementler), mürekkebâttan (birleşik varlıklardan) en uzak şeylerdir. Çünkü bir terkible meydana gelen şey, derece bakımından canlılara en yakın olandır. Unsurların (ansır-ı erbaa), canlı olmaya en uzağı topraktır. Çünkü suda saflık, rutubet ve hareket vardır. Bütün bunlar, ruhların karakterlerindendir. Ateş ise, hayatiyete en yakın olandır. Çünkü ateş, hararet-i gariza gibidir; olgunlaşır, biraraya gelir ve ayrılır. Mürekkeb varlıkların, birinci derecede bulunanları madenlerdir. Çünkü madenler, bir karışımdır. Madenlerin de birtakım dereceleri vardır ve en ileri derecede altın bulunur. Bu da, bitkilerin derecelerinin en yakınına yakındır. Bitkilerin en yakın derecede olanı ise, yerde biten ama, yerin üstüne çıkıp yükselmeyen bitkilerdir. Mürekkeblerin ikinci derecesi bitkilerdir. Bunların en ileri mertebede olanlar, yani büyüyebilen, tıpkı yumurtanın tavuktan, tavuğun. yumurtadan çıkması gibi, meyveleri ağaçtan alınabilen, taneli ağaçlar da, canlıların hayvanların en yakın mertebesine yakındır. Hayvanların en yakın mertebesi ise, akıcı kanları bulunmayan, bitkiler gibi açık ve belli bir menfaat sebebi olmayan haşerattır. Bundan sonra canlılar gelir. Bunların en üst mertebesi, insanın mertebesine yakın olanlardır. Çünkü en'âm (davar, sığır ve develer), özellikle bunlardan at, taşıyan, nakliye yapan, oraya buraya koşan insanlara benzer. Bundan sonra insanlar gelir. insanların en üst mertebesi ise, Allah'ı tesbih eden, O'na hamdeden melekler mertebesine yakındır. O halde hayata en uzak olan bir varlıktan hayat sahibi (canlı) varlığı yaratan Allah, elbette en yüksek mertebededir. O, acziyetten ve cehaletten münezzehtir. Hayatı lütfettiği için hamd O'na aittir. En kâmil kudret ve en nüfuzlu râde O'nundur. Binâenaleyh doğrudan yani ilk yaratmanın da sonradan yaratmanın da yani dirilişin de O'ndan sâdır olması (mümkündür).

Ayette şöyle iki incelik vardır:

1) Ayetteki (Bir de bakarsınız ki sizler...) edatı, mufâcee (ansızın oluş) ifade etmek içindir. Nitekim Arapça'da, "Çıktım. Bir de ne göreyim: Kapıda bir aslan var" denilir. Binâenaleyh bu kelime, Hak teâlâ'nın insanı, bir "ol" emri ile topraktan yarattığına işarettir. Böylece insanın, önce maden, sonra bitki, sonra canlı (hayvan), daha sonra bir insan olmasına bir işaret vardır. Bu ise, şöyle bir hükmî meselenin olduğuna işarettir: Allahü teâlâ insanı önce hayvan olarak yaratıp, sonra insan haline getirdiğine değil de, doğrudan doğruya insan olarak yaratıp, canlı olan ve uyuyan gibi vasıflara sahip bir halde yaratıldığına dikkat çekmektedir. Binâenaleyh Allah Tetâ, türleri yaratmıştır ki ilk kastedilen budur. Daha sonra da o türler içerisinde, o ilk irade ile cinsleri yaratmıştır. Böylece en son mertebeyi, kendisinden en uzak olan şeyden olarak, yukarıda bahsettiğimiz mertebelerden, birinden diğerine geçirmeksizin, direkt en son olarak yaratmıştır.

2) Ayetteki "beşer" kelimesi, "idrâk edici kuvve"ye işarettir. Çünkü insan, hareketli olduğu için beşer olmamıştır. Çünkü diğer canlılar da böyle hareket etmektedir. Ayetteki, "Her tarafa yayılıyorsunuz" İşareti de, hareket kuvvetine işarettir. Bu iki kuvvetin de topraktan elde edilmiş olması, hayret uyandıran bir haldir. Meselâ idrâkin topraktan oluşunun hayreti mucib olması, toprağın kesîf ve cansız olmasından ötürüdür. Hareketin topraktan oluşunun enteresanlığına gelince, bu da toprağın ağır, hareketsiz ve sönük oluşundan ötürüdür. O halde ayetteki, "Her tarafa yayılan..." ifadesi, bu enteresanlığın, sadece insanın topraktan yaratılmasında değil, -insanın yaratıl ışındaki harika bir tarafa- hareketsiz topraktan, her tarafa yayılan (hareket) eden bu canlıların yaratılmasına raci olduğuna işarettir.

Bu ayetle ilgili şöyle birkaç mesele vardır:

Topraktan Yaratılmanın Manası

Allahü teâlâ, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'i topraktan, bizi de Adem (aleyhisselâm)'den yaratmıştır. Öyle ise niçin bu ayette, "Sizi bir topraktan yarattı" buyurmuştur? Buna şu iki şekilde cevap veririz:

a) Bundan murad, "sizin aslınızı (kökünüzü) topraktan yarattı" manasıdır.

b) Şöyle de denebilir: Her insan aslında topraktan yaratılmıştır. Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in topraktan yaratılışı meselesi bellidir. Bize gelince, biz nutfeden (meniden); nutfeyi ise, bil-kuvve (dolayısıyla) uzuvların bir parçası demek olan uygun gıdalardan yaratmıştır. Gıda ise, ya hayvanların etlerinden, sütlerinden, yağlarından, yahut da bitkilerdendir. Hayvanların gıdası da bitkilerdir. Bitkiler de topraktandır. Çünkü tane (tohum), buğdaydan, çekirdek de meyvedendir. Çekirdek ancak toprak sayesinde ağaç olur ve bitkilerin gtda haline gelebilmesi çin, o ağaca sıvı olan bir takım cüzler katılır (verilir).

Yaratılıştaki Farklı Maddeler

Allahü teâlâ, bir başka yerde, "Allah, sudan bir beşer yarattı" (Furkan, 34) ve "Değersiz bir sudan" (Mürselât, 20) buyurmuştur. Burada ise, "topraktan" demiştir. O halde bu üç ifade nasıl bağdaştırabilir? Biz deriz ki: Bu husustaki birinci cevaba, "Aslınız olan babanız Adem (aleyhisselâm)'i topraktan yarattı" şeklindeki cevaba göre, böyle bir soru söz konusu olmaz. Çünkü bundan Hazret-i Adem (aleyhisselâm) kastedilmiştir. İkinci cevaba (manaya) göre ise şöyle denilir: Cenâb-ı Hak burada, insanın ilk aslından, orada ise ikinci aslından bahsetmiştir. Çünkü gıda olan o toprak, sıvı haline gelir ki bu menidir. Daha sonra da, Allah'ın o meniden yaratması ile, insan meydana gelir.

Yahut şöyle diyebiliriz: İnsanın belli iki aslı vardır Birisi su, diğeri topraktır. Çünkü toprak da ancak su sayesinde bitirir. O halde insanın temel gıdası demek olan bitkide, hem toprak hem su vardır. Binâenaleyh eğer toprak asıl olur, su da onun ufalanan bütün parçaları için düşünülürse, durum böyle olur. Yok eğer su asıl, toprak akıp giden bu rutubetin parçalarını tutan şey olarak kabul edilirse, yine durum aynı olur. Eğer birisi, "Allahü teâlâ, herseyi bilir. O halde O, aslın bu ikisinden hangisi olduğunu da bilir. Bize göre bu iş, o da olabilir, bu da olabilir şeklindedir. Binâenaleyh eğer asıl toprak ise, Cenâb-ı Hak niçin, "Sudan" demiştir. Yok eğer asıl olan "su" ise, Cenâb-ı Hak niçin, "Sizi topraktan yarattı" demiştir. Yok eğer toprak da su da asıl ise, Allahü teâlâ niçin, "Sizi o iki şeyden yarattı" dememiştir? Biz deriz ki burada şöyle bir incelik var: Toprağın da, suyun da asıl olmaları, zatları gereği değildir. Aksine bu, Allahü teâlâ'hın kudreti yanında, ilk önce insanı yaratacağı şeyi yaratıp, sonra onu yokedip, sonra ondan toprak meydana getirip, sonra onu süzüp, ondan suyu meydana getirmesi mümkündür. Fakat hikmet-i ilahiyye, kâmilin noksan olana bir sebeb kılınmasını değil de, noksan olanın kâmile bir yol ve sebeb olmasını gerektirmiştir. Bundan dolayı da Hak teâlâ önce toprağı ve suyu yaratmış ve bu ikisini, kendilerinden daha mükemmel, hatta her mahluktan daha mükemmel insanın aslı kılmıştır. Eğer toprak ise suyun asıl olmaları, kendilerinden kaynaklanan zatî bir husus olmaz, aksine bir yapanın-yaratanın, bazan toprağı, bazan da suyu asıl kılmasıyla olmuş olursa, bu işin O'nun irâde ve tercihiyle olduğu anlaşılır. Binâenaleyh o isterse bunu, isterse şunu, isterse her ikisini asıl kılabilir.

İkinci Mesele

Filozoflar şöyle demişlerdir: "İnsan anasır-ı erbaadan, yani toprak, su, hava ve ateşten meydana gelmiştir. Ondaki toprak, sebatı için, su, bu sebatı sağlamak içindir. Çünkü toprak çabucak dağılır. Hava da başlıbaşına birşey olduğu için, tıpkı hava ile kâim olan, şişirilmiş bir tulum gibidir. Şayet o tulum şişmemiş olsaydı, onda bir istiklâliyyet ve ayakta durma söz konusu olmazdı. Ateş ise, bu şeyler arasındaki kaynaşmayı ve uyumu sağlar." Dolayısıyla bu ya doğrudur, ya değildir. Eğer doğru ise, Cenâb-ı Hak, daha nasıl, insanda mevcut olan dört asıldan, sadece ikisini nazar-ı dikkate almış, başka ayetlerde, "sizi havadan ve ateşten yaratmıştır" dememiştir?

Cevap: Biz diyoruz ki onların bu görüşlerinin, şeriat açısından bir bozukluğu söz konusu değildir. Bizim onlarla münakaşamızın sebebi, bunun tabiat icabı olduğunu söylemeleridir. Fakat onlar, "Allah hikmeti gereği, insanı bu asıllardan yaratmıştır" deseler, onlarla münakaşa etmeyiz. Ayetlere gelince, diyoruz ki: Sizin ileri sürdüğünüz bu şey, ayetlere ters değildir: Çünkü sizin müstakil olarak kabul ettiğiniz hava ile ateş, kaynaştırma içindir. Binâenaleyh bunlar, suyun toprakla karışımından sonra söz konuşudurlar. Dolayısıyla var olan ilk asıl, ancak ilk ikisidir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, yaratılışta özellikle o ikisinden bahsetmiştir. Bir de genel olarak anasır-ı erbaadan görülebilenler de, toprak ile sudur. İşte bu ikisinin, insanda bulunduğu herkesçe bilinir. Bundan dolayı Allahü teâlâ, görülen ve hissedilebilenleri zikretmiştir.

Eşlerin Yaratılması

21

"Size nefislerimizden, kendilerine ısınmanız için, zevceler yaratmış olması, aranızda bir sevgi ve şefkat yapması da O'nun ayetlerindendir. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir topluluk için elbette ibretler vardır.".

Cenâb-ı Hak, insanı yarattığını beyan edince, insanı yaratıp ve o insan da, senelerce uzun süre kalan varlıklardan olmayınca, onun türünü de, şahıslar ile sürdürdüğünü, onu birbirlerinden üreyecek şekilde var ettiğini; birisinin yokluğu, mamur olan şeyde onarılmaz bir gedik meydana getirmesin diye, baba öldüğünde, yerine oğlunun geçtiğini bildirmek suretiyle beyan etmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

Ayetteki ifadesi, kadınlarının yaratılışının, tıpkı diğer canlılar, bitkiler v.b. faydalı şeylerin yaratılması gibi aynı amaçla olduğuna dair bir delil olup, bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Yerde bulunan şeylerin tamamını sizin için yarattı"(Bakara, 29) ifadesi gibidir. Bu ise, o kadınların ibadet ve mükellef tutulmak için yaratılmış olmamalarını gerektirir...

Cevap: kadınların yaratılması bize olan nimetler zincirindendir. Binâenaleyh bu, onların bizim için yaratılmış olmaları ve mükellef tutulmalarının, bizim mükellef tutulmamız tarzında olmadığını; bize olan nimeti tamamlamak için olduğunu belirtmek içindir. Bu, nakil, hüküm ve mana bakımından böyledir. Nakle gelince bu, bu ve diğerleridir. Hükme gelince şöyledir: Kadın, erkeğin mükellef tutulduğu gibi, pekçok şeyle mükellef tutulmamıştır. Manaya gelince, kadın, zayıf yaratılışlıdır, naziktir, incedir. Bu yönüyle, çocuğa benzer. Çocuk ise, mükellef tutulmaz. Binâenaleyh, uygun olan, kadının, mükellefiyete ehil olmamasıdır. Fakat, onlar mükellef tutulmadıkları müddetçe, Allah'ın biz erkeklere olan nimeti tamamlanmış olmazdı. Zira azap müeyyidesi sayesinde kadın korkar, böylece kocasına itaat eder ve haramlardan sakınır. Aksi halde, fesâd zuhur ederdi.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak, "nefislerinizden" buyurmuştur. Bazıları, bu ifadeyle, Hazret-i Havva'nın, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in maddesinden yaratıldığının kastedildiğini ileri sürmüşlerse de, sahih olan, bu ifadeyle kastedilen mananın, "cinsinizden" şeklinde olduğudur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki size, sizden (enfusikum) olan bir peygamber gelmiştir" (Tevbe 128) buyurmuştur. Mananın böyle olduğuna, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerine ısınmanız için" buyurmuş olması da delâlet etmektedir. Yani, "Farklı iki cins canlıdan biri diğerinde sükûnet bulmaz... Nefsi, onunla huzur bulmaz ve kalbi de ona meyletmez..." demektir.

Ailedeki Sevgi ve Şefkat

Arapça'da, (......) ifadesi, kalben sükûnet bulma; (......) ifâdesi de, maddi anlamda sükûn için kullanılır. Çünkü İnde kelimesi mekân zarfıdır. Mekân zarf lığı ise, maddeler için söz konusudur. İllâ ise, bir şeyin sonu, netice için kullanılır. Bu ise, kalbe ait bir durumdur.

Dördüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, "Aranızda bir sevgi ve şefkat yaratması da" buyurmuştur. Bu hususta, şu görüşler ileri sürülmüştür: Bazıları, Cenâb-ı Hakk'ın "(Bu), kulu Zekeriyyâ'ya Rabbi'nin rahmetini anışıdır" (Meryem, 2) ifadesine tutunarak, "Cinsî münâsebette bulunmak suretiyle sevgiyi; çocuk vasıtasıyla da şefkati yaratmıştır" manasını verirken, bazıları, "Tarafların kendi ihtiyaç halleri muhabbet; eşinin Kendisine olan ihtiyaç hali ise rahmettir" demişlerdir. Çünkü insan meselâ, çocuğunu sever. Ama, düşmanını, alabildiğine açlık ve bir ızdırap içinde görürse, çocuğundan alır ve bununla, o kimsenin durumunu düzeltir. Bu, muhabbetten kaynaklanan bir şey olmayıp, tam aksine şefkat duygusundan dolayıdır. Şöyle de denebilir: Cenâb-ı Hak daha önce şu iki şeyden bahsetmiştir:

1) Eşin, kendi cinsinden olması...

2) Aynı cinsten olmanın verdiği netice ki, bu da, tarafların birbirlerinde sükûn bulmalarıdır. O halde cins birliği, sükûnu doğurur. Allah, bu noktada da şu iki şeyden bahsetmiştir: Sükûn, diğerine ulaşmayı sağlar. O halde bu demektir ki, meydana galen ilk şey, sevgidir. Daha sonraysa bu sevgi, insanı rahmet duygusuna ulaştırır. late bundan dolayı, kadın bazan, yaşlılığı veya hastalığı sebebiyle, şehvet mahalli olmaktan çıkar Ama, zevciyyet vazifesi bu şefkat sayesinde sürüp gider. Aksi de böyledir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphe yok ki, bunda" ifadesinde kastedilen mananın, "Eşlerin yaratılmasında ayetler vardır..." şeklinde olması muhtemel olduğu gibi, "Onlar arasına sevgi yerleştirilmesinde ayetler bulunmaktadır" şeklinde olması da muhtemeldir. Birincisine gelince, bu hususta mutlaka düşünmek gerekir. Çünkü insanın, ana babadan yaratılması, düşünen bir kimse için, velev ki çocuğun annesinin karnından çıkması hususunda olsun, kudretin mükemmelliğine, iradenin geçerliliğine ve ilmin şümulüne bir delil bulunmaktadır. Çünkü, bundan daha aşağı bir hal, durum bie, şayet Allah'dan başkası tarafından olmuş olsaydı, hem annenin hem de çocuğun âtümüne yol açardı. Çünkü o çocuk, şayet Allah'ın yardımı olmaksızın, o daracık yerden çekilip çıkarılmak istense, elbette ölür. İkincisine gelince, bu da böyledir. Çünkü insan, iki yakın arasında duyduğu amhamet ve şefkati, akrabalarda bulup hissedemez. Bu, sırf şehvetle olan bir şey değadır. Çünkü şehvet sona erer, ama acıma hissi devameder. O halde bu demektir ki, bu Allah'tandır. Şayet karıkoca arasında sadece şehvet ve onu ibtal eden ve çokça vuku bulan şazab duygusu bulunmuş olsaydı, -ki zaten şehvet bizatihi devam etmeyen bir şeydir- o zaran o ikisi arasında, her an bir talâk meydana gelirdi. O halde, insanın, sayesinde hareminin harîminden kötülükleri def ettiği o rahmet, Allah katındadır; bu ise, ancak tefekkürle bilinen bir husustur.

Dillerin, Renklerin Farklılığı

22

"O gökleri, o yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da onun ayetlerindendir. Bunlarda alimler için elbette ibretler vardır".

Cenâb-ı Hak, enfüsî delilleri beyan edince, afakî delilleri peşinden getirmiştir ki, bunların en aşikâr olanı da, göklerin ve yerin yaratılmasıdır. Çünkü bazı kâfirler, mürekkeb varlıklardan olan beşer, v.s.'in yaratılması hususunda, bunun, "dört unsurdaki" keyfiyyetlerden; semâvatta olan hareketlerden ve onlardaki münasebet ve alâkalardan kaynaklandığını söylemektedirler. Binâenaleyh onlara, "Gök ve yerin yaratılışında, dört unsurun birbiriyle imtizacı ve yıldızların birbiriyle olan alâkasının bir etkisi yoktur" denildiğinde, o zaman onların mutlaka, bunun, Allah'ın iradesi ve kudretiyle meydana geldiğini söylemeleri gerekir.

Cenâb-ı Hak, enfüsî ve afakî delillere işaret edince, insanların sıfatlarından olan şeyi de, insanların renkleri arasındaki farklılığı zikretmek suretiyle dile getirmiştir. Çünkü onlardan hiçbiri, sayılarının çok, cemaatlerinin ve miktarlarının hacminin küçük olmasına rağmen, birbirlerine benzemezler. Ama, göklere gelince, büyük olmalarına ve sayılarının az olmasına rağmen şekilce birbirlerine benzerler. Lisanların farklı oluşuna gelince, meselâ Arab ırkına merısûb İki kimse, kardeştirler. Bunlar aynı lehçe ile konuştuklarında, biri diğerini tanır, öyle ki, bunların gözleri kapalı olsa ve birbirlerini görmeseler bile, yine herbiri, "Bu falancanın..., bu da diğer falancanın sesidir" der. Ki bunda, çok yüce bir hikmet bulunur. Çünkü, insan, düşman kendisine ulaşmazdan önce sakınabilmesi ve zaman geçirmeksizin dostuna yönelebilmesi için, hak sahibini, hak sahibi olmayandan, dostunu da düşmanından ayırdedip tanıyabilmesi için, şahıslan birbirinden tefrik etmek zorundadır. Bu bazan, göz ile olur. İşte böylece Allah, insanların şekillerini farklı farklı yaratmıştır. Bazan da kulak ile olur; dolayısıyla da Cenâb-ı Hak, insanların seslerini farklı farklı yaratmıştır. Tutma, koklama ve tadma ise, düşmanı ve dostu tanıma hususunda birşey ifade etmezler. Dolayısıyla, bunlarta bir temyiz ve ayırdetme söz konusu olamaz.

Bazı kimseler ise, ayetin bu ifadesiyle, Arapça, Farsça, Rumca v.b. dillerin farklılığının kastedildiğini söylemişlerse de, birincisi daha doğrudur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Alimler için ibretler" buyurmuştur. Göklerin yerin yaratılması, tabiatçıların ileri sürdüğü uzak ihtimallere muhtemel olmayıp, insanların renklerinin ve seslerinin farklı farklı oluşu da böyle olunca, bu husustaki bilginin umumî oluşundan dolayı "Alimler için ibretler..." buyurmuştur.

Uyku da Bir Delildir

23

"Gece gündüz uyumanız ve O'nun lütfundan aramanız da yine O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz ki bunda da, kulak verecek bir topluluk için, mutlak ibretler vardır.".

Cenâb-ı Hak, kaçınılmaz olan .bazı arızî halleri zikredince, -ki bu, farklı farklı oluş naildir- bundan sonra, ayrılabilir olan arızî halleri zikretmiştir. Geceleyin uyumak ve rızık talep etmek için gündüzleyin hareket etmek, bunlar cümlesindendir. Cenâb-ı Hak, zorunlu hallerden iki şey, ayrılabilir hallerden de iki şey zikretmiştir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "Gece gündüz uyumanız" kavli ile, "Geceleyin ve gündüzleyin uyuma, yani kaylûle yapma" manasının kastedildiği söylenmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, (......) buyurmuştur. Yani, "Her ikisinde... aramanız" demektir. Çünkü insan çoğu kez, geceleyin de kazanç elde eder. Bunun, "Geceleyin uyumanız ve gündüzleyin de rızık talep etmeniz" manasında olduğu, böylece Cenâb-ı Hakk'ın, 'adede bir leff-i neşri gayr-i müretteb yaptığı da söylenmiştir. (Yani, şeklindedir). Diğer ayetlerde buna delâlet eder. Cenâb-ı Hakk'ın, "Gösterici gündüz ayetini getirdik. Ta ki, Rabbinizden bir lütf-u inayet arayasınız" (İsra. 12) ve "Geceyi bir örtü ve gündüzü bir geçim vasıtasî kıldık" (Nebe, 10-11) ayetleri bunlar cümlesindendir. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: "Uyumanız ve gece gündüz O'nun rızkından talep etmeniz, Allah'ın ayetlerindendir." Cenâb-ı Hak "talep etme" ifadesini sona bırakmış ve kulun rızkı kendi kazanç ve maharetinden bilmeyip, aksine her şeyi Allah'ın lütfundan bilmesi gerektiğine bir işaret olsun diye, onu lafız bakımından lütuf fiiline bitiştirmiştir. İşte bu sebepledir ki, pekçok yerde, talep etme işi, lütuf kelimesine bitişik gelmiştir. "Namaz sona erdiğinde, yeryüzünde dağıhn ve Allah'ın lütfundan talep edin" (Cuma, 10) ve "O'nun lütfundan aramanız için" (Nahl. 14) ayetleri bunlar cümlesindendir.

İkinci Mesele

Geceleyin uyuma, gündüzün rızık talep etmeden önce zikredilmiştir. Çünkü istirahat, bizatihi matlubdur; istek ise ancak bir ihtiyaçtan dolayı olur. Bu sebeple, o anda muhtaç olan ya da, neticeden endişe eden, kendini yorar.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, "işiten bir topluluk için ayetler" buyurmuşken, daha önce ise, "İyice düşünen bir topluluk için" ve "alimler için" buyurmuştur. Diyoruz ki, geceleyin uyuyup, (gündüzün) Allah'ın rızkından talep etme hususuna gelince, cahil ya da gafil kimse, bunların, canlılığın karakterinin bir iktizâsı olduğunu zanneder ve böylece de, hiç kimse, bunların Allah'ın nimetlerinden olduğunu anlayamaz. Bu sebepledir ki, Cenâb-ı Hak, "âlimler için ayetler, ibretler" buyurmam ıştır. Bir de şu var: Lisanların ve renklerin farklı farklı olması demek olan ilk iki şey, kaçınılmaz şeylerdir. Uyku ve rızık talep etme ise, değişebilen şeylerden. Onların, bazı zamanlar zevale uğraması sebebiyle, bunlara bakış devamlı olmaz. Dillerin ve renklerin farklı farklı olması böyle değildir. Çünkü onlar, insan devam ettiği sürece, devam ederler. Bundan dolayı da Allah onları, umumî ayetler kılmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, "iyi düşünen bir topluluk için" ifadesine gelince, bil ki, bazı şeyler tefekkür etmeden de anlaşılır. Bazılarında ise, sadece tefekkür yeterli olur. Bazıları ise tefekkürle elde edilmez, tam aksine o hususta bir bildiriciye ve ona irşâd edene ihtiyaç duyulur. Böylece o onu, o mürşidden duyduğu zaman anlar. Yine, insanların bir kısmı için de, onu anlama hususunda, geometrik bir takım şekiller gibi şekillere muhtaç olunur. Ancak ne var ki, hiç kimse eşlerin yaratılması meselesinin, fikri donuk ve zikri sönmüş kimseler hariç, tabiatı gereği olduğunu söyleyemez. Binâenaleyh, kişi düşündüğü zaman, eşlerin yaratılmış olmasının bir mucize olduğunu anlar. Ama insanların uyuması ve Allah'ın fazlından rızıklarını aramaları meselesine gelince, çoğunlukla, bu iki şeyin kulların fiillerinden olduğunu, tefekkür gerekmeksizin sadece bir yol göstericiye muhtaç olunduğunu anlar. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Dinleyen ve gönüllerini kendilerini irşad edenin sözüne verenler için" buyurmuştur.

Şimşek ve Yağmur

24

"Yine O'nun ayetlerindendir ki, O sizi hem korkutmak, hem ümitlendirmek için şimşeği gösteriyor, yukardan bir su indiriyor da, onunla arza, ölümünden sonra can veriyor. Elbette, bunda da aklını kullanacak bir topluluk için ayetler vardır,"

Cenâb-ı Hak, enfüsî delillerin ayrılmaz vasıflarıyla, bazan ayrılabilen vasıflarından bahsedince, afakî delillerin geçici (arızî) vasıflarından bahsetmek üzere, "O, sizi hem korkutmak, hem ümitlendirmek için şimşeği gösteriyor, yukardan bir su indiriyor..." buyurmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hak, burada önce enfüsî delilleri zikredince, enfüsî delillere ait arızî vasıfları da başa almış; afakî delilleri de, "Gökleri ve yeri yaratması da, O'nun ayetlerindendir" ,Rum, 22) ifadesiyle sonraya bıraktığı gibi, afakî delillerin arızî vasıflarını da sonraya bırakmıştır.

Değişen ve Değişmeyen Haller

Allahü teâlâ, enfüsî delillerin ayrılmaz vasıflarını, bazan ayrılabilen vasıflardan önce zikretmiştir. Çünkü O, ilk önce dillerin ve renklerin farklılığından bahsetmiş, daha sonra ise insanların uyumalarından ve O'nun fazlından rızıklarını aramalarından bahsetmiştir. Afakî deliller konusunda İse, ayrılabilen vasıflarını, ayrılmayan vasıflarından önce getirmiştir. Çünkü o, "O, sizi hem korkutmak, hem ümitlendirmek için şimşeği gösteriyor, yukardan bir su indiriyor..." buyurmuştur. Çünkü insanın durumu, değişkendir. Arızî haller ondan uzak değildir. Ayrılmaz vasıfları da, yakındır. Ama, göklerle yere gelince, bunların değişmeleri nadirdir. Bunlardaki arızî vasıflar ise, ayrılmaz (lazım) vasıflardan daha gariptir. Bu sebeple, daha fazla ve etkili bir mucize olduğu için, daha garip ve şaşırtıcı olanı, Allah, önce zikretmiştir. Biz bunu biraz daha açıyor ve şöyle diyoruz: İnsanın hali, yaşlılığı, büyüklüğü, ve sıhhatli ya da hasta olması, v.b. şeylerle değişir. Onun, kendisiyle tanındığı, değişmez bir sesi vardır. Yine onu başkasından ayıran, değişmez bir rengi vardır. insan, halleri hususunda değiştiği halde, bunlar ise, (renk ve ses) değişmez, işte bu, hayranlık veren bir mucizedir. Halbuki gök ile yer, sabit olup değişmezler. Sonra gök aynı olduğu halde, bazı hallerde, kendisinden iri taneli yağmurların yağdığı ve korkunç şimşeklerin çaktığı görülür ki, yer de böyledir. O halde bu, mahallin değişmesine rağmen, bir işi devam ettiren; mahallin değişmemesine rağmen, bir işi sona erdiren, hür ve irade sahibi, bir fâil-i muhtarın varlığına delalet eden bir mucizedir.

Üçüncü Mesele

"Gök" lafzı, "yer" lafzından önce getirildiği gibi; gökle ilgili olan şimşek ve yağmur da, yerle ilgili olan bitirme ve diriltme işinden önce zikredilmiştir.

Dördüncü Mesele

Yağmurun yağdırılmasında, bitkilerin bitirilmesinde bazı faydalar bulunduğu gibi, şimşeğin ve gök gürültüsünün yağmurdan önce olmasında da, bir takım faydalar mülahaza edilebilir. Bu böyledir, zira şimşek çaktığında, örtülü bir yerde bulunmayanlar, ıslanmaktan korkarlar. Bunun için de hazırlık yaparlar. Sarnıcı olan ya da, suyla çalışan bir işi, yapısı (değirmen gibi) olanlar da, suya ihtiyaç duyarlar. Yine, sulanabilen bir ziraati bulunanlar da suya muhtaçtırlar. Bunun gibi, çöl Arabları, bir taraftan çakan şimşekleri görmemiş olsalardı, otlu ve sulu birtakım beldelerin olacağını ilemezlerdi. Bil ki şimşeğin çakmasının, faydaları, her ne kadar şehirlerde oturanlar için söz konusu olmasa bite, çölde yaşayan Arablar için apaçık bir fayda ifade eder. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, şimşeği, bir nimet ve bir mucize olarak gökten yağan yağmurdan önce zikretmiştir.

Şimşeğin Oluşması Hakkında

Şimşeğin bir mucize olduğu açıktır. Çünkü bulutta, sadece su ve hava vardır. O buluttan, dağları yakabilecek biçimde ateş çıkması ise, son derece uzak bir ihtimaldir. Binâenaleyh, bunun mutlaka bir yaratıcısının olması gerekir ki, o da Allah'tır. Felsefeciler şöyle demişlerdir: Bulutta, hava ve suya nisbetle, hem kesafet hem de letafet bulunur. O halde bu demektir ki hava, buluttan daha latîf, su ise, daha yoğundur. Binâenaleyh, kuvvetli bir rüzgâr estiğinde, o bulutu zorla deler; böylece de gök gürültüsü meydana gelir ve bundan, tıpkı bir cismin bir cisme sert bir şekilde dokundurulmadı gibi, ateş çıkar. Ve bu tıpkı, taşın demire vurulmasından ötürü bir ateşin çıkmasına benzer.

İmdi şayet birisi, "Taş ve demir, katı iki maddedirler. Bulutla rüzgâr ise, rutubetli iki maddedir" diyecek olursa, felsefeciler, "Ancak ne var ki, insanın elinin hareketi zayıf, halbuki, rüzgârın hareketi ise, ağaçları kökünden sökebilecek kuvvettedir" derler. Biz de felsefecilere deriz ki: Şimşek ve gök gürültüsü, mutlaka sebeplerinin bulunması gereken, iki hadis (sonradan olan) şeylerdir. Her hadis şeyin, Allah'dan olduğu ise, aklî delillerle bilinmektedir. O halde bu demektir ki, bu iki şeyde, Allah'tandır. Hem, sonra biz diyoruz ki, farzedelim ki durum, sizin dediğiniz gibi olsun. Ama, bu kuvvetli rüzgârların esişi, mutlaka bir sebebi bulunması gereken ve Vâcibü'l-vücud bir varlıkta son bulan şaşırtıcı ve sonradan meydana gelen şeylerdendir. Binâenaleyh bu, nasıl farzederseniz ediniz, insan için, Allah'ın kudretine delâlet eden bir mucizedir.

Beşinci Mesele

Cenâb-ı Hak burada, "Aklını Kullanacak bir topluluk için..." buyurmuştur. Çocuğun babadan meydana gelişi, değişikliğin çok nadir olduğu hep aynen sürüp giden normal bir şey olunca, halkın zihnine, bu işin tabiatı icabı olduğu fikri arız olabilir. Çünkü, devamlı olan bu durum, değişik olana göre, tabiî sayılmaya daha müsaittir. Ancak ne var ki, şimşeğin çakması; yağmurun yağması, değişmeyen ve hep aynı kalan şey değildir. Çünkü bu iş bir mıntıkada meydana gelirken, başka mıntıkada olmaz; bir vakitte olurken, başka bir vakitte olmaz. Bazan kuvvetli, bazan da zayıf olur. Binâenaleyh bu, aklen, bir fail-i muhtarın varlığına daha fazla delâlet eder. Bu sebeple Cenâb-ı Hak bunun, tam düşünmeseler bile, aklı olan kimseler için bir ayet olduğunu beyan buyurmuştur.

Gök ve Yerin Bekası

25

"Göğün ve yerin, O'nun emriyle durması da, yine O'nun ayetlerindendir. Sonra sizi bir tek da'vetiyle çağırdığı zaman, hemen yerden çıkacaksınız.".

Cenâb-ı Hak, göğün ve yerin, arızî vasıflarından bazılarını zikredince, bunların ayrılmaz vasıflarından birisinden de bahsetmiştir ki, bu da onların durması ve kıyamıdır. Çünkü, meselâ yer, ağır olduğu için, insan onun öyle durmasından ve düşmemesinden dolayı şaşakalır. Semânın, yüksekte olup direksiz durmasından dolayı da şaşılır ki, işte bu vasıf her ikisinin de ayrılmaz vasfıdır. Çünkü yer, içinde bulunduğu yerin (yörüngenin) dışına çıkamaz. Gök de, içinde bulunduğu yerin dışına çıkamaz.

Arzın Hareketi

İmdi, eğer "Yer, tıpkı bir değirmen taşı gibi, olduğu yerde hareket eder" denilirse, biz deriz ki: Ancak ne var ki insanlar arzın bulunduğu yerden dışarı taşmayacak şekilde hareket ettiği hususunda ittifak etmişlerdir ki, bu açık bir mucizedir. Çünkü bu yer ile göğün içinde bulundukları mahalde olmaları ve bulundukları hallerini sürdürmeleri mümkün olan işler cümlesindendir. O halde bunların, bu mahallin dışında olmaları da mümkündür... Binâenaleyh, onların, o yerden dışarı çıkmaları mümkündür. O halde, o ikisi, oranın haricine çıkamayınca, bu, mümkün (caiz) olan bir şeyi, başkasına bir tercih olmuş olur ki, bu da ancak bir Fâil-i Muhtar sayesinde olabilir. Felsefeciler şöyle demişlerdir: "Yerin, içinde bulunduğu o mekânda olması, kendisi için tabiî bir haldir. Çünkü arz, en ağır şeydir. Ağır olan bir merkezi; hafif olan ise, bir kuşatıcıyı ister. Göğün, olduğu mahalde olması, eğer bir mekânı gerektiriyorsa, bu onun zâtından dolayıdır. Binâenaleyh, gökle yerin, bulundukları mahalde bulunmaları, kendi tabiatları gereğidir." Biz diyoruz ki: Bir şeyin tabiat gereği olduğunu söylemenin, batıl olduğu, defalarca anlatıldı. Biz burada, şunu ilave etmek istiyoruz: Sizler bize, "İki benzerden biri için caiz olan şeyin, diğeri için de mümkün olacağı" hususunda muvafakat etmiştiniz. Ancak ne var ki, yörüngenin içi, iç kısmı tabiatı gereği dış kısmına muhalefet edemez. Binâenaleyh, onun iç kısmının, dış kısmında bulunması mümkündür. Bu ise, o şeyin, yörüngesinden çıkması ve son bulmasıyla olur. O halde, bir şeyin yerinden ayrılması mümkün olan bir hadisedir. Özellikle bu iş, dünya seması için, daha fazla söz konusudur. Zira size göre de, dünya semasının yönleri sınırlıdır. Yerin de, tıpkı sizin gök hakkında söylediğiniz gibi, dairesel hareket etmesi mümkündür. O halde, yerin hareket etmemesi ve sükûnu, ancak hür ve irâde sahibi bir Fâil-i Muhtar sayesindedir. Ayet hakkında birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hak, her konuya dair, iki şeyden bahsetmiştir. Enfüsî delillere dair olanına gelince bu, O'nun "Sizin için... yarattı..." şeklindeki beyanıdır. Cenâb-ı Hak bu buyruğu ile eşlerin yaratılmasını delil getirmiştir. Afaki delillere dair ise, "Allah gökleri ve yeri yarattı" cümlesinde ele alınan, semâyı ve yeri zikretmiştir. İnsanın ayrılmaz vasıflarına dair de, onun lisanının ve renginin farklı farklı oluşunu; onun bazan ayrılabilen vasıflarına dair ise, uyumasını ve Allah'ın rızkını aramasını zikretmiştir. Afakî delillerin ayrılan vasıflarından olmak üzere, şimşeklerden ve yağmurlardan; ayrılmaz vasıflarından olmak üzere de, göklerin ve yerin durmasından bahsetmiştir. Çünkü bunlardan birisi, hakkı kabul ve ikrar etme hususunda kâfidir. İkincisi ise, hak ile karar bulmayı ifade eder. İşte, iki şahidin şehâdetinin muteber olacağı hükmü, buradan elde edilmiştir. Çünkü, onlardan birisinin sözü, zan ifade eder, diğerinin sözü ise, onu tekîd eder ve kuvvetlendirir. İşte bundan dolayı İbrahim (aleyhisselâm), "Evet, ama bu, kalbimin mutmain olması içindir" (Bakara, 260) demiştir.

İrâde ve Emir

Ayetteki bi emrihi kelimesinin anlamı, O'nun, (o yer ile göğe) "Durunuz; kaim olunuz... demesi ile..." manasındadır, Yahut, Cenâb-ı Hakk'ın, "o ikisinin kıyamını dilemesiyle" anlamındadır. Bu böyledir, zira Mutezileye göre emir, irâdeye muvafıktır. Bize göreyse, böyle değildir. Ancak ne var ki, aranızdaki münakaşa bir şeyin yaratılması için olan emir hususunda değil, mükellefiyet için olan emir konusundadır. Çünkü biz onlarla, "ol" olunuz; ey ateş, ol!..." gibi sözlerinin ilâhi irâdeye muvafık olduğu hususunda münakaşa etmiyoruz.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, burada, buyurmuş, bundan önceki ayette ise, buyurmuş, ama dememiştir. Her ne kadar bazı müfessirler bunun da, başında en bulunan bir fiil bulunabilmesi için, burada bir mukadder (......)'in bulunduğunu ve kelamın takdirinin, (......) şeklinde olduğunu söylemişlerse de... Bu böyledir, zira yer ile göğün kıyamı, değişmez bir şey olunca, fiil en edatı sayesinde, müstakbel bir zaman ifâde etmekten çıkarılmış ve masdar haline getirilmiştir. Çünkü, gelecek zaman manasındaki fiil, teceddüdü ifâde eder. Şimşek hâdisesi ise, zaman zaman meydana gelen işlerden olunca, bunu muzâri lafzıyla ifâde etmiş, bununla birlikte, masdar harflerinden herhangi birini zikretmemiştir.

Buradaki 6 Delil

Cenâb-ı Hak, bu ayetlerinde altı delilden bahsetmiş, bunlardan dördünde, "Hiç şüphesiz bunda ayetler vardır" ifadesini kullanmış; bu ifadeyi, ne birincide, ki bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizi topraktan yaratmış olması da O'nun ayetlerindendir"(Rum, 20) ayetidir, ne de sonuncusunda, ki bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Göğünve yerin durması da, O'nun ayetlerindendir" (Rum, 25) ayetidir, zikretmemiştir. Birincisine gelince, Cenâb-ı Hak o birinci ayetten sonra, "Allah'ın, sizin için kendinizden zevceler yaratması da..." (Rum, 21) ayetini de, enfüsî delillerden olmak üzere getirmiştir. O halde Allah'ın, nefisleri ve eşleri yaratması, daha önce de beyan ettiğimiz üzere, aynı konuya dairdir. Ne var ki Cenâb-ı Hak, tekrar ile konuyu pekiştirmek için, her konuya dair iki husus zikretmiştir. Binâenaleyh, (ikincisinin sonunda), "Bunda... ayetler vardır..," deyince, bu, her ikisine de ait bir ifade oimuş olur. Ama, göklerin ve yerin kıyamı meselesine gelince, biz diyoruz ki: Göklerle ilgili ayetlerde, bunların, âlimler için ve apaçık olduğu içinde, aklı olan kimseler için birer ayet olduklarından bahsetmiştir. Binâenaleyh bu iş, ta işin başında açık ve net bir şey olunca, delilleri serdettikten sonra, işin sonunda, daha da açık olur. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, bu hususta birini diğerinden ayırdetmemis, İşin manasını ve özünü zikretmiştir ki, bu da O'nun, (öldükten sonra diriltmeye) kadir oluşudur. İşte bu cümleden olarak, "Sonra sizi bir tek da'vetiyle çağırdığı zaman, hemen yerden çıkacaksınız" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır :

Birinci Mesele

Burada, sümme ile atıf yapmanın sebebi nedir ve bu neyle ilgilidir? Bu hususta diyoruz ki: Allah en iyisini bilir ya, bunun manası şudur: "Allahü teâlâ size, bu ayetler sayesinde, kudretinin mükemmel olduğunu beyan edince, çürümüş kemiklere, Kabirlerden çıkın" deyip, onlar da diri olarak çıkınca, işte bu durumu size haber vermek ve bildirmek istemiştir.

İkinci Mesele

Bir kimsenin "Falanca falancayı dağdan çağırdı" şeklindeki sözünden, bu çağırma işinin dağdan olması muhtemeldir. Nitekim birisi, "Ey falanca rağa tırman" diyebilir. Bu durumda da bunu ifade için, onu dağdan çağırdı" denilebilir. Çağrılan kimsenin, dağda iken çağrılmış olması da muhtemeldir. Nitekim birisi, "Ey falanca dağdan in" diyebilir. Bunu ifade için de, "Onu dağdan çağırdı" denilir. Bu çağrı işinin, çağıranın Allahü teâlâ : ti ası halinde, yeryüzünden olamayacağı, aklı olanlar için açık birşeydir. O halde, çağrılan kimse yerden çağrılmıştır. Buna göre mana, "Sizler yerdesiniz. Dolayısıyla O, sizi oradan (yukarı) çağırır. Böylece sizler çıkarılırsınız" şeklinde olur.

Üçüncü Mesele

Hak teâlâ'nın (hemen) ifâdesinin müfacee (ansızın) manasına olduğunu beyan etmiştik, yani, "Bu iş, bir "ol" emri ile, yapılır ve olur-biter" demektir.

Dördüncü Mesele

Allah Telâlâ "Hemen yerden çıkacaksınız"; insanın ilk (hiç yoktan) yaratılışı hususunda ise, "Sonra siz (her tarafa) yaydır bir beşer oldunuz" (Rum, 20) buyurmuştur, niçin?

Cevap: Diyoruz ki: Orada, toprağın hayatiyeti kabul edebilmesi, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'e ruhun üflenebilmesi ve bir beşer olabilmesi için, bir yaratmaya, ölçüp-biçmeye, bir zaman geçmesine ve tedriciliğe ihtiyaç vardır. Yeniden yaratmada ise, böyle bir tedriciliğe gerek yoktur. Aksine bunun için sadece bir nida ve çıkış vardır. Bu yüzden, burada sümme kullanılmamıştır.

İlkin Yaratan Diriltir

26

Âyetin tefsiri için bak:27

27

"Göklerde ve yerde kim varsa, O'nundur. Hepsi de O'na boyun eğicidirler. O, mahlûkatı ilk önce yaratıp, sonra onları diriltecek olandır. Bu iş, O'na pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce mesel O'nundur. O, azîz ve hakimdir.".

Cenâb-ı Allah, bu ayetleri zikredip, bunların manası da, diğer bir esas olan haşre kudreti ve ilk esas demek olan vahdaniyyeti ihtiva ettiği için, O, vahdaniyyetine, "Göklerde ve yerde kim varsa O'nundur" ile işaret etmiştir. Bu, "O'nun asla ortağı yoktur. Çünkü göklerde ve yerde olan herşey ile göklerin ve yerin bizzat kendileri de O'nundur ve O'nun mülküdür. Binâenaleyh hepsi de O'na boyun eğmiş ve itaat etmiştir. Ortak ise, karşı kor, ortağına denk-eş olur. Şu halde, Cenâb-ı Hakk'ın kesinlikle şeriki (ortağı) yoktur.

Daha sonra Allahü teâlâ, diğer esası, yani haşri ifade ederek, "O, mahlûkatı ilk önce yaratıp, sonra onlan diriltecek olandır. Bu iş O'na pek kolaydır" yani, "sizin nazarınızda da, iade diriltme, ilk yaratıştan daha kolaydır" buyurmuştur. Çünkü birşeyi ilk defa yapan kimseye, bu şey güç gelir. Fakat bu işi tekrar yaptığında daha kolay gelir. Bu ifadenin, "pek kolay" değil de, "kolay" manasında olduğu da söylenmiştir. Bu tıpkı, "Allahu Ekber" deki "ekber" (en büyük) kelimesinin kebir (büyük) manasına gelmesi gibidir. Bunun manasının, "iade (diriltme), ilk defa yaratmış olana, o ilk yaratmadan daha kolaydır" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Çünkü yaratılışın başlangıcında insan, bir "alaka" (rahme tutunmuş bir döl), sonra bir çiğnem et, sonra et, sonra kemik, sonra tam bir insan olur, daha sonra da hareketli-kuyvetli-gelişmeye müsait bir bebek olarak dışarı çıkar. Bütün bunlar O'na zor bir iştir. İadede (yeniden yaratmada) ise, insan, boyu boşu yerinde, tastamam bir insan olarak, "ol" emrine uyup, mezarından çıkar ki bu daha kolaydır." Bunlardan birinci izah daha doğrudur. Binâenaleyh onu esas alarak diyoruz ki: Bunun böyle olması muhtemeldir. Çünkü başlangıçta, parçalar yaratılmış ve onlar terkib haline getirilmiştir. İadede ise, sadece terkîb söz konusudur. Tek bir işin, iki işten daha kolay olduğunda şüphe yoktur. Bundan, "Bundan başkasında O'nun için zorluk var" manası çıkmaz. Biz bunu izah etmek üzere deriz ki: Kolay olan, kendisinde failin yorulmadığı ve bıkmadığı iştir. Daha kolay olanda ise, fail haydi haydi yorulmaz. Binâenaleyh birisi, "Kuvvetli adam, bir arpayı, bir yerden bir yere taşımadan dolayı yorulmaz" dediğinde, işiten de bunu kabul etse, yine aynı adam, "Binâenaleyh o adam, bir hardal tanesini taşımaktan da yorulmaz." diyecek olsa, bu söz de hakiki manada, aklî-ma'kul bir söz olur.

En Yüce Mesel O'nun

Allahü teâlâ sonra, "Göklerde ve yerde en yüce mesel O'nundur. O, aziz ve hakimdir" buyurmuştur. Bizim, "Bu iş O'na daha kolaydır" şeklindeki sözümüzden şu iki mana anlaşılır:

1) Diğer işte yorgunluk vardır. Mesela, "Hafif olanı taşımak, ağır olanı taşımaktan daha kolaydır" denilmesi gibidir.

2) Daha evvel de bahsettiğimiz gibi, diğerinden bir yorulma söz konusu olmaksızın, "Bu, berikinden daha evlâdır" manası kastedilmiş olabilir. O halde, "En yüce mesel O'nundur" ifadesi, bu işin ikinci manada ehven (daha kolay) oluşuna bir işarettir. Dolayısıyla bundan, birinci mana anlaşılamaz.

Burada, Keşşaf sahibinin zikrettiği şöyle bir incelik vardır: Allahü teâlâ, bir başka ayette "O, bana kolaydır" (Meryem, 9) buyurmuş; burada ise, (ism-i tafdil sığası ile) "Bu iş O'na ehven, yani daha kolaydır" buyurmuş, (......) kelimesini orada ence, burada sonra getirmiştir. Çünkü Allahü teâlâ'nın orada kolay oluşundan bahsettiği şey, ihtiyar bir erkekten çocuk yaratma meselesidir. Bu ifade, "O iş, rokasına zor, sadece Bana kolay" demek olduğu için, buyurmuştur. Yani Benden başkasına değil, ancak Bana kolay" demektir. Burada ise daha kolay olduğundan bahsettiği mesele, yeniden yapma meselesidir. Diriltme işi ise, onu ilk herkese daha kolaydır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak burada, hasr ifadesi olmaksızın "Bu iş O'na pek kolaydır" demiştir. O halde, orada harf-i cerrinin önce Ürilmiş olması, hasr ifade eder. Binâenaleyh ayetteki, "Göklerde ve yerde en yüce mesel O'nundur" ifadesinin, birinci izaha, yani "Bu, size göre, Bana kolaydır" seklindeki sözümüz itibariyle bir manası vardır, bahsettiğimiz, husus itibariyle de bir diğer manası vardır. Birinci izaha göre, Allahü teâlâ "En yüce mesel O'nundur" buyurup, bu mesel de yeryüzündeki insanlar için getirilmiş bir mesel olunca, "O'nun için, insanların mesellerinden olmak üzere en büyük mesel vardır." manasına gelir, "insanlar" ifadesi, yeryüzündekileri içine alır. Yoksa bu, "Meleklerin mesellerinden olmak üzere, en büyük mesel O'nundur" manasını ifade etmez. İşte bundan dolayı Cenab-ı Allah, "Göklerde ve yerde en yüce mesel O'nundur" yani "Bu, sizin için yapılmış bir meseldir. Gerek bu mesellerden ve gerekse gökyüzünde getirilen mesellerden en yücesi Allah'a aittir" buyurmuştur. İkinci izaha göre ise, bu, "O, fiilini ikame kadar sizin fiillerinize teşbih etmiş ve onlara göre misal vermiş ise de, O'nun zatının hiçbir misli-benzeri yoktur. Çünkü en yüce mesel O'na aittir" demektir. Bu mana, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan nakledilmiştir. Bunun manasının, "En yüce sıfat O'nundur" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu sıfat da, Kendisinden başka bir ilahın olmayışı özelliyidir.

Hak teâlâ, azizdir ve hakimdir" buyurmuştur ki bu, "O'nun kudreti bütün mümkinâtı içine alabilecek derecede kâmil, ilmi, bütün mevcudatı kapsayacak biçimde şümullüdür. O halde O, heryerdeki hertürlü cüzleri bilir ve O, işte onları bir araya getirip, terkib etmeye kadirdir" demektir.

Kölesini Ortak Yapan Çıkmaz

28

"O, size kendisinden bir misal getirdi: Size ihsan ettiğimiz mallarda, elinizin altındaki kölelerin size ortak olmasını, bu hususta onlarla denk olmayı ve onları, sizin emsaliniz herhangi bir (hür işadamı) gibi sayar mısınız. (Bunu istemezsiniz). İşte biz, ayetleri aklını kullanacak bir topluluk için böyle açıklarız.".

Allahü teâlâ, iki delilden sonra, yeniden yaratmayı ve ona kadir oluşunu bir misal ile açıklayınca, bir delilden sonra, kendisinin birliğini de bir misal ile açıklamıştır. Bu misalin manası şudur: Bir kimsenin, kölesi, nasıl, malında, ona ortak yapılmadığı, efendilere verilen kredi ve itibar onlara verilmeyeceğine göre, Allah'ın kulları ve mahlukları nasıl Allah'ın ortağı olabilir ve nasıl onlar için, kendilerine tapılmayı gerektirecek, Allah'ın ululuğuna denk bir ululukları bulunabilir? Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Teşbihten Maksad : Tevhid

Benzetilen ile benzeyen arasında bir benzerliğin bulunması gerekir. Eğer bu ikisi arasında bir benzerlik değil de, bir zıtlık olursa, bu durum, (vaziyete göre) bazan o teşbihi te'kid eder, bazan zayıflatır. Buradaki benzerlik yönü malumdur. Zıtlık da mevcud olup, bu da bu teşbihi kuvvetlendirmektedir. Bu, şöyle birkaç yönden izah edilebilir:

1) Allahü teâlâ, "kendinizden" buyurmuştur. Bu, "Allah siz, önemsiz, noksan ve aciz olmanıza rağmen kendinizden bir misal getirmiş ve ulu, mükemmel olmasına ve onca kudretine rağmen, Kendisini size kıyas etmiştir" demektir.

2) Allahü teâlâ, "Eliniz altındaki köleler..." buyurmuştur. Bu, "köleleriniz üzerinde, mülkiyetiniz vardır ve bu, arızî bir durumdur. Çünkü bu mülkiyet başkasına geçebilir veya son bulabilir. Bu mülkiyetin başkasına geçmesi, satış yoluyla olur. Son bulması ise, kölenin azâd edilmesi ile olur. Halbuki Allah'ın mülkü olanların, Allah'ın mülkiyetinin dışına çıkmaları kesinlikle mümkün değildir. Dolayısıyla her hususta sizin gibi olmalarına, hatta insan olma bakımından şu anda sizin gibi olmalarına, öldürmek ve kesmek suretiyle canlarında ve insanlıkları hususunda tasarruf etme, ibadetten ve def-i hacetten alıkoyma gibi, üzerlerinde haklarınız bulunmamasına rağmen, Köleleriniz bile sizin ortağınız olamayacağına göre, nasıl oluyor da, her yönden O'nun mülkü olan birtakım mahluklar Allah'ın ortağı sayılıyorlar" demektir.

3) Cenâb-ı Hak, "Size ihsan ettiğimiz mallarda..." buyurmuştur. Bu, "Sizin olan şeyler, aslında sizin olmayıp, Allah'ındır, Allah'dandır ve O'nun verdiği rızıklardandır. Allah'dan olan şey, gerçekte O'nundur. Dolayısıyla sadece ismen (zahiren), sizin olduğu söylenen şeylerde, ortak kabul etmediğinize göre, nasıl oluyor da, gerçekte Allah'a ait olan şeylerde Allah'ın ortağı olabilir?" demektir.

4) Allahü teâlâ,"Bu hususta onlarla denk olmasını..." buyurmuştur, yani "Siz ve köleleriniz, malik olduğunuz herhangi birşeyde hiç denk olur mu? Hayır, olmaz. Öyle ise, Allah'ın da, mâlik olduğu şeylerin hiçbirinde ortağı bulunmaz. Fakat herşey Allah'ındır. Sizin, ilah olduğunu iddia ettikleriniz ise, kesinlikle birşeye, hardal tanesi kadar en ufacık birşeye bile sahip değillerdir. Binâenaleyh onlar, ne ulu olduklarından ötürü, ne de size ulaştırmış oldukları bir menfaat bulunması ile, ibadete müstehak olamazlar" demektir.

Sizin, "Onlar, bize şefaat edecekler" demenize gelince, bu da söz konusu değildir. Çünkü size göre de, hürlere duyulan saygı, kölelere duyulmaz. Gerçekte ve (insanlık) vasfında size denk olmalarına rağmen, kölelerin bile sizin nezdinizde bir saygınlığı olmadığına göre, mâliki ile arasında, hiçbir surette eşitlik söz konusu olmayan memlûklerin (sahib olunan şeylerin) durumu ya nasıl olur. İşte Cenâb-ı Hak bu hususa "Onları emsaliniz herhangi bir (hür iş adamı) gibi sayar mısınız?" buyurmuştur.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ, bununla başkasına ibadet etmenin hiç bir makul tarafı olmadığını beyan etmiştir. Çünkü başka hiçbir varlık Allah'a ortak olmaya elverişli olmadıklarına göre, imarın ne gerçek mülkleri (hakimiyetleri) ve ne de mülkleri (malları) vardır. Onların azametleri yoktur ki, onlara azametlerinden ötürü ibadet olunsun; mülkleri olmadığı için, kendilerinden menfaat de beklenemez. Dolayısı ile menfaat için de onlara tapılmaz. Kuvvet ve kudretleri de yoktur. Çünkü onlar kendileri de kul-köledirler. Sahib olunmuş bir varlık olan köle ise, birşeye kadir olamaz. O halde, emsaliniz herhangi birinden çekindiğiniz gibi, onlardan çekinmeyin, öyle ise nasıl oluyor da, birbirinizden çok, onlardan çekiniyor ve bu çekinme sebebiyle onlara ibadet ediyorsunuz?

Daha sonra Allahü teâlâ, "işte Biz, ayetleri aklını kullanacak bir topluluk için böyle açıklarız" buyurmuştur. Bu, "Biz, ayetlerimizi, inanan akıllı kimseler için, deliller, kesin burhanlar, meseller ve ikna edici sözlerle açıklıyoruz, yani, bu iş bundan sonra ancak aklı olmayanlar için gizli kalır" demektir.

Fıtrat Dini

29

Âyetin tefsiri için bak:30

30

"Hayır, o zulmedenler, bilgisizce hevâlarına uydular. Artık Allah'ın saptırdığı kimseyi kim doğru yola iletebilir? Onlar için, hiçbir yardımcı yoktur. O halde sen yüzünü bir muvahhid olarak, dine, Allah'ın insanları üzerine yarattığı fıtratına çevir. Allah'ın yaratışına bedel hiçbirşey yoktur. İşte dosdoğru ayakta duran din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.".

Yani kölenin efendiye ortak koşulması caiz değildir. Fakat müşrikler, bilgisizce, heva-ü heveslerine uyup, hiçbir delil olmadığı halde Allah'ın ortaklan bulunduğunu söylediler.

Cenâb-ı Allah daha sonra bu ortak koşma işinin, Kendi izin ve iradesi ile olduğunu "Artık Allah'ın saptırdığı kimseyi kim doğru yola iletebilir" diyerek beyan buyurmuştur, yani, "Bunlar Allah'ın saptırdığı kimselerdir. Dolayısıyla onların hidayetcisi yoktur. Bu sebeble onların sözlerinin seni üzmemesi gerekir." Burada şöyle bir incelik vardır. "Artık Allah'ın saptırdığı kimseyi kim hidayete erdirebilir?" ayeti, önceki açıklamayı kuvvetlendirmektedir. Zira Cenâb-ı Allah, Kendisinin hiçbir şeriki olmadığını bildirip, daha sonra da, "Hayır hayır... Müşrikler bilgisizce şirk koşuyorlar" deyince, buna karşı sanki "Onlara, kendi rızası hilafına tasarruf etme yetkisini sen verdin. Aziz ve efendi olan ise, kulunun-kölesinin, kendi rızasının aksine tasarrufta bulunamadığı kimsedir." denildi de, Cenâb-ı Allah, "Hiç şüphesiz, bunu o kendi başına yapmamıştır. Bu, Allah'ın izin ve iradesiyle olmuştur. Ama onların yardımcıları yoktur. Onlar Allah'ı bırakınca, Allah da onları bırakmıştır. Onların tutunup güvendikleri kimse, kendilerinden hiçbirşey defedemez. Dolayısıyla onların gerçek bir yardımcıları yoktur.

Daha sonra Allahü teâlâ "O halde sen yüzünü bir muvahhid olarak, dine, Allah'ın insanları üzerine yarattığı fıtratına çevir. Allah'ın yaratmasında değişiklik yoktur" buyurmuştur. Bu şu manayadır: İş ortaya çıkıp, vahdaniyyet zahir olup, müşrikler hidayeti bulamadığına göre, onlara iltifat etme. Kendini dine çevir."

Ayetteki, "O halde sen yüzünü bir muvahhid (hanîf) olarak, dine çevir" ifadesi, herşeyinle bütün varlığınla dine yönet" demektir. Burada Allahü teâlâ Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendisini, "yüz" kelimesi ile ifade etmiştir. Bu tıpkı, "Herşey helak olucudur, ancak o (Allah'ın) yüzü müstesna..." (Kasas. 88) ayetinde olduğu gibidir. Buradaki yüz, Cenâb-ı Hakk'ın zâtı ve sıfatları manasınadır. Ayetteki, "hanîf" kelimesi, "dinin dışında kalan herşeyden meyledici, yüz çevirici olarak" demektir, yani, "O dine yönel ve başka herşeyden dön" yani, "Kalbinde, kendine meyledeceğin başka hiçbirşey Kalmasın" demek olup, mana olarak "Müşriklerden olmayın" (Rum, 31) ifadesine yakındır.

Daha sonra Allahü teâlâ, "fıtratallah..." buyurmuştur. Bu, "Allah'ın tevhidine yapış." Çünkü Allah insanları, o tevhid (inancı) üzerine yaratmıştır. Zira O, onları Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in sulbünden alıp, "Ben sizin Rabbiniz" değil miyim?" demiş; bunun İzerine onlar da "Elbette Rabbimizsin" demişlerdir" demektir.

Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu hakkında şu izahlar yapılmıştır. Bazı müfessirler bunun, kavmi inanmamasından dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üzüntüsünü yatıştırmak için gelen bir ifade olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Allahü teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Bu kâfirler, şekavet için yaratılmışlardır. Şaki olarak yazılan, şakî olması takdir edilmiş olan, said olamaz."

Bunun manasının, şöyle olduğu da söylenmiştir: "Allah'ın bir oluşu, insanların kalbinde kök salmıştır. Bunda bir değişiklik söz konusu değildir. Hatta onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, "Allah" derler. Fakat bu fıtrî iman kâfi değildir."

Şöyle de denilebilir: "Allah, mahlûkatı Kendisine ibadet etsinler diye yaratmıştır. Öyle ise hepsi de O'nun kulu ve kölesidirler. "Allah'ın yaratmasında değişiklik yoktur" yani, onların kul olmaları, memlûkün (kölenin), bir insanın kulu olması gibi değildir. Çünkü bu mülk oluş, o insandan bir başkasına geçebilir veya bu köle azâd edilmek suretiyle onun mülkü olmaktan çıkabilir. Ama mahlûkatın, Cenâb-ı Hakk'a kul olmaktan çıkmaları asla mümkün olmaz. Bu, "İbadet, mükemmelliği elde etmek için yapılır. Kul, ibadet ile kemale erdiğinde, artık üzerinde bir mükellefiyet kalmaz" diyenlerin görüşünün; müşriklerin, "Noksan varlık olan insan, Allah'a ibadet etmeye elverişli ve layık değildir. İnsan, ancak yıldızlara tapabilir. Ancak yıldızlar Allah'a doğrudan doğruya ibadet edebilir" şeklindeki görüşünün ve hristiyanların, "Allah isa'ya hulul etmiş ve böylece Isâ, ilah olmuştur" şeklindeki görüşlerinin yanlış olduğunu anlatmak içindir. İşte bu noktada Cenâb-ı Allah, "Allah'ın yaratmasında asla bir değişiklik yoktur. Aksine sayılan bütün bu şeyler, O'nun kuludur. Onların, bu sayılanların dışına çıkmaları mümkün değildir" demiştir.

Daha sonra Allahü teâlâ "Bu, kendisinde hiçbir eğrilik-büğrülük olmayan, dosdoğru bir dindir. Fakat insanların çoğu, bunun dosdoğru bir din olduğunu bilemezler" buyurmuştur.

Dini Bozup Fırkalaşanlar

31

Âyetin tefsiri için bak:32

32

"Hepiniz O'na dönün, O'ndan korkun. Namazı dosdoğru kûm ve müşriklerden olmayın, ki onlar dinlerini darmadağınık etmişler ve fırka fırka olmuşlardır. Bunlardan her zümre, ellerinde olana sevinirler".

Cenâb-ı Hak, "bütün diğer dinlerden meyledici olarak" manasında "hanîfen" dedikten sonra "O'na yönelenler olarak..." buyurmuştur. "Yüzünü ...çevir" ifadesindeki hitab, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'edir, ama bununla bütün mü'minler kastedilmiştir. Allahü teâlâ, "O'ndan ittika edin, korkun" yani, "Bana yönelip dünyayı terkettiğinizde (önemsemediğinizde), kendinizi emniyette hissedip, Bana İbadeti hiç bırakmayın. Aksine Benden korkun. Bana ibadete devam edip, namazınızı dosdoğru kılın", yani "Sizin daha önce söylediğiniz gibi, kurbiyet (yakınlık) elde ettiğinizde bile, yine Allah'a ibadet etmeye devam ediniz" demiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Müşriklerden olmayın." buyurmuştur. Müfessirler şöyle demişlerdir: "Bu, "iman ettikten sonra, artık müşrik olmayınız ve böylece Allah'dan başkasını gaye edinmeyiniz" demektir. Burada şöyle bir izah yapılabilir: Cenâb-ı Hak, "münîbîn" kelimesi ile kulunu, açık şirkten çıkaran tevhide işaret etmiş; "Müşriklerden olmayın" tabiri ile de, kulunu şirk-i hafiden (gizli şirkten) çıkarmayı kastetmiştir, yani, "Amelinizde ancak Allah'ın zatını (rızasını) hedefleyiniz ve onlarla ancak Allah'ın rızasını elde etmeye çalışınız. Çünkü dünya ve ahiret, Allah'ın rızası elde edildikten sonra, kendiliğinden elde edilir" demek istemiştir. İşte bundan ötürü O, "Onlar, dinlerini darmadağınık etmişler ve fırka fırka (siya an) olmuşlardır" buyurmuştur. Bu, "Onlar, İslâm'a gelip, tek bir hale gelmediler. Herbiri ayrı ayrı yollar tutturdu" demektir. Şöyle de denilebilir: Onların bir kısmı Allah'a, dünyevî maksadlardan ötürü, bir kısmı, cennetten ötürü, bir kısmı da cehennemden kurtulma ümidinden ötürü ibadet ettiler. Herbiri de, tutturduğu yola sevinir ve o yolu beğenir. Ama esas ihlaslı olan, elindeki şeye, tutturduğu yola sevinmez. Onun sevinci, Allah katında olma ile, O'nun huzuruna ulaşma iledir. Bu böyledir. Çünkü biz insanların elinde bulunan herşey, "Sizin yanınızda olanlar tükenir. Ama Allah'ın katında olanlar bakîdir..." (Nahl 96) ayetinde beyan edildiği gibi, tükenmeye mahkûmdur. O halde, sizin elinizde olanlarla ilgili ferahlayabileceğiniz bir gayeniz olamaz. Esas matlub, Allah katında olan şeydir ve ferahlık onunla elde edilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bilakis onlar, Rableri katında, diridirler. (Allah'ın) lütfundan kendilerine verdiği ile hepsi şâd olarak, rızıklanırlar. "(Al-i İmran, 169-170) buyurmuş ve onları, Rableri katında bulunan ve bitmeyen fazlından elde ettiği şeylerle şâd olan kimseler olarak anlatmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "De ki: "(Katınızda olanlarla değil), ancak Allah'ın fazlı ve rahmetiyle, işte yalnız bunlarla sevinsinler." (Yunus, 58) buyurmuştur. Çünkü insanın elinde olanlar bitip tükenir. Bu işin dünyada böyle olduğu zahirdir. Ahirettekine gelince, kulun yeme-içme ile elde edeceği şeyler de son bulur. Fakat Cenâb-ı Hak, o kimseye o şeyin aynısını, bitmek bilmeyen fazlından ötürü, sonsuza kadar yeniler. O halde bitmeyen, ancak O'nun fazlı ve lütfudur.

Darda Kalan Rabbine Yönelir

33

'İinsanlara bir zarar dokundu mu, Rablerine, ihlaslı bir şekilde duâ ederler. Ama sonra, (Allah), onlara tarafından bir rahmet tattırdığı zaman, bakarsınız ki onlardan bir kısmı, Rablerine şirk koşup dururlar.".

Allahü teâlâ, tevhidi delillerle ve misallerle anlatınca, insanların, hernekadar şiddet ve zorluk zamanlarında inkâr etseler bile, meşhur ve yaygın bir hallerinin (şirk nallerinin) bulunduğunu ortaya koymuştur. Çünkü insanın herşeyden ümidi kesilince, Allah'a yönelir; kendisinin, bu mahlûkat gibi olmayan o şeye muhtaç olduğunu hisseder ve O'nun sayesinde kurtuluşa ermek ister.

Cenâb-ı Hak, "Ama sonra, (Allah) onlara tarafından bir rahmet tattırdığı zaman, bakarsınız ki onlardan bir kısmı, Rablerine şirk koşup dururlar" yani, "İnsanın içine düştüğü sıkıntıda, kurtardığımızda, Rabbine şirk koşar ve "Falanca yıldızın, falanca yıldız ile uyuşmasından (birleşmesinden) ve falanca put sayesinde kurtuldum" der. Hayır. Aksine onun, bu iş açık olduğu zaman, o falanca sebebiyle kurtulmuş olduğu inancına kapılmaması gerekir. Çünkü bu şirk-i hafî (gizli şirk)tir. Bunun örneği, denizde boğulmak üzere olan bir adama Cenâb-ı Hakk'ın rüzgarıyla ona bir kalas gönderip onunda buna tutunarak kurtulduğunda, "Bu kalas sayesinde kurtuldum" demesi; yahut yırtıcı hayvanların saldırdığı bir adama, Cenâb-ı Hakk'ın yardım edecek bir adam gönderdiği zaman, "Beni o Zeyd kurtardı" demesi gibidir. Binaenaleyh eğer bu sözler, bunun böyle olduğuna dair kesin bir inançtan kaynaklanıyorsa, bu şirk-i hafi olur. Yok eğer, bu, "Allah beni Zeyd'in eliyle kurtardı" manasında ise, bu daha hafi (herkesçe sezilemeyen) bir şirk olur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır.

Tatma Tabirindeki İncelik

Cenâb-ı Hakk'ın, "tattırdığında" ifadesinde bir incelik vardır; Çünkü tatma, az olan şeyler hakkında kullanılır.

Çünkü örfen, çok yiyen kimse, "tattım" demez. Bu kelime, olumsuzluk manasında, mesele, çokluğun haydi haydi olmadığını ifade için, azın da olmadığı manasında, "Ben falancanın evinde, hiçbir yemek tatmadım" şeklinde kullanılır. Bu rahmet, sona erici olup, o müşrikler için azab olduğundan ötürü ahirette de devam edici olmadığı için, Cenâb-ı Hak, "Bir rahmet tattırdığı zaman..." ifadesini kullanmıştır. Nitekim Cenâb-ı Allah, cehennem azabı hakkında da, "Sakar (cehennem)'in dokunuşunu..." (Kamer, 48); "Yapmış olduklarının (veballerini) tadın" (Ankebut, 55) ve "Tat. Çünkü sen, (güya) azîz ve kerîmsin!" (Duhan, 49) buyurmuştur. Çünkü Allah'ın diğer kullarına ulaşan rahmetine nisbetle, azabı son derece azdır.

İkinci Mesele

Ayetteki (......) "o zarardan" demektir. Ayetin bu şekilde "tahsis" ifade etmesinde, biraz önce bahsettiğimiz mana (incelik) söz konusudur. Yani onlara verilen rahmet, mutlak manada olmayıp, sadece bu zararın defedil meşin den ötürü verilmiştir. Ama onlar geriye (ahirete) bırakılmış zarardan ötürü, bir rahmet tadamayacaklar.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, burada, "Bakarsınızki onlardan bir kısım..." buyurmuş, Ankebût'ta ise, "Fakat onları selâmetle karaya çıkarınca hemen Allah'a eş katanlar da yine onlardır..." (Ankebut. 65) buyurarak, "bir kısım" tabirine yer vermemiştir. Zira orada bahsedilen şey, belli bir zarar olup bu da, denizin dehşet uyandıran halidir. Mahlûkata nisbetle o zarardan kurtulanlar ise, gayet azdır. Kurtulduktan sonra, Allah'a şirk koşmayanlar, onlardan bir takım olup, sayıca da çok azdırlar. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, şirkten çıkıp ona bir daha düşmeyenler, sayıca az olduğu için, müşrikleri bir kısım olarak addetmemiştir. Ama burada ele alınan ise, mutlak anlamda bir zarardır. Dolayısıyla bu ifade, karanın, denizin, hastalıkların ve korkunç hallerin zarar ve sıkıntılarını içine alır. Ayrı ayrı muhtelif zararlardan kurtulanlar ise, pekçoktur. Hatta, hemen hemen bütün insanlar, mutlaka herhangi bir zarara uğramış, neticede ise ondan kurtulmuşlardır. Bu muhtelif zararlardan kurtulduktan sonra, müşrik olarak kalmayanlar bir araya getirilecek olsa, bu büyük bir yekûn tutar ki, bunlar bütün müslümanlardır. Çünkü bunlar, zarardan kurtulmuşlar, müşrik olarak da kalmamışlardır. Müslümanlara gelince, onlar toptan, o denizin zararından kurtulamamışlardır. Binâenaleyh, mü'minlerden o zarardan kurtulanlar büyük bir yekûn olunca, Cenâb-ı Hak geriye kalanları bir grup addetmiştir.

İnkârdaki Çıkmaz

34

Âyetin tefsiri için bak:35

35

"Kendilerine verdiğimiz nimetlere nankörlük etmeleri için... Hele, .dalanmaya devam edin. Yakında bileceksiniz! Yoksa biz onlara, bir hüccet indirdik te, O'na eş tutmalarını bu mu söylüyor.?"

Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerine verdiğimiz nimetlere nankörlük etmeleri için. Hele, faydalanmaya devam edin. Yakında bileceksiniz..." buyruğunun tefsiri Ankebût (Ayet, 66)'da geçti. Burada geriye, bu ayetteki "Hele, faydalanmaya devam etim " hitabının yer alıp, Ankebût, 66. ayette ise, bu hitabın yer almayışının faydasını açridamak kalmıştır. Şimdi biz diyoruz ki, orada ele alınan tek bir çeşit zarar olunca, bu zarardan kurtulanlardan hiç kimsenin bulunmaması ve böylece de, tisine hitab edilmemiş olması mümkündür. Ama burada ele alınan, mutlak ıda bir zarar olup, mutlak manada bu zarardan kurtulanlardan herhangi bir de, herhangi bir yerde bulununca, orada bulunan kimseye, onlardan biri olarak edilmesi mümkündür. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Hele faydalanmaya devam edin." diye hitab etmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak “Yoksa biz onlara, bir hüccet indirdik te o O'na eş tutmalarım bunu söylüyor... ?” buyurmuştur. Daha önce Cenâb-ı Hakk'ın, "Hayır, o zulmedenler... hevalarına uydular" (Rum, 29), yani, "Müşrikler, haklarında bilgileri olmadığı şeyi söylerler. Tam aksine onlar, onun aksinin doğru olduğunu bilirler. Çünkü onlar, zarar vaki olduğunda, yani Allah'a dönerler..." şeklinde bir ifadesi geçince, bu hususu, inkarî anlamda stifham ifadesiyle ortaya koymuştu. Yani, "Biz, onların söylediği şeyler hususunda dit hüccet indirmedik" demektir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

(......) Edatı Hakkında

İstifham için olan (em) edatı ancak, cümle arasında kullanılır. Nitekim onlardan birisi "Ey, Celâcil ile Nekâ (dağları) arasındaki yumuşak kumların dişi ceylanı! Sen misin, yoksa Ümmü Salim (Sâlim'in annesi) mi?" demiştir. Binâenaleyh, ondan önce gelen istifham nedir?

Cevap: İfadenin takdiri şöyledir: Onların inadlarına dair hüccet ve deliller ortaya çıkınca, biz ne diyeceğiz? Onlar, İlimsiz olarak heva ve heveslerine mi uyuyorlar? Yoksa, onların, söylediklerine dair delilleri mi vardır? İkincisi değildir; o halde, ister istemez birincisi olur.

Delilli Sözün Önemi

Cenâb-ı Hakk'ın ayetteki, "O... söylüyor" ifadesi, olup, tıpkı, "Hiç şüphesiz onun kitabı bunu söyler..." denilmesi gibidir. Burada şöyle bir incelik vardır: Delilsiz konuşan kimse, sanki hiç konuşmamış gibidir. Çünkü söz, dinlenilen ve kabul edilen sözdür. Kabul edilmeyene gelince, bu sanki dinlenilmemiş gibidir. Böylece de o sözü söyleyen, onu adeta konuşmamış gibi olur. Hakkında delil bulunmayan şey ise, kabul edilemez. Binâenaleyh, delilsiz konuştuğu zaman, konuşan kimsenin konuşmadığı ileri sürülebileceğine göre, delilli konuştuğu zaman, onun konuştuğunun söylenmesi cari ve makul olur. Burda da, bu şekilde güzel olmuştur.

Delilli Sözün Önemi

Cenab-ı Hakk'ın, ayetteki, “O ... söylüyor” ifadesi, olup, tıpkı, “Hiç şüphesiz onun kitabı bunu söyler...” denilmesi gibidir. Burada şöyle bir incelik vardır: Delilsiz konuşan kimse, sanki hiç konuşmamış gibidir.Çünkü söz, dinlenilen ve kabul edilen sözdür.Kabul edilmeyene gelince, bu sanki dinlenilmemiş gibidir.Böylece de o sözü söyleyen, onu adeta konuşmamış gibi olur.Hakkında delil bulunmayan şey ise, kabul edilemez. Binaenaleyh, delilsiz konuştuğu zaman, konuşan kimsenin konuşmadığı ileri sürülebileceğine göre, delilli konuştuğu zaman, onun konuştuğunun söylenmesi cari ve makul olur.Burada da, bu şekilde güzel olmuştur.

Şımarık Veya Ümitsiz İnsan

36

"Ne zaman, insanlara bir rahmet taddirdı isek, onunla şımarmışlardır. Kendi ellerinin öne sürdüğü günahlar yüzünden, onlara bir fenalık isabet edince de, hemen onlar ümitlerini kesiverdiler."

Cenâb-ı Hak, şirki aşikârdan müşriklerin durumunu beyân edince, bundan daha hafif olan müşriklerin durumunu da beyan etmiştir ki, bu da, Allah'a ibâdetleri, dünyasından dolayı olan kimselerdir. Çünkü Allah, ona lütfettiğinde, razı olur ve hoşnutluğunu ifade eder. Vermediğinde ise, Öfkelenir, ümitsizliğe düşer. Halbuki kutun, böyle olmaması gerekir. Tam aksine onun, sıkıntıda da bollukta da, Allah'a ibadet etmesi gerekir. Zira insanlardan, Cenâb-ı Hakk'ın da, "insanlara bir zarar isabet ettiğinde, Rablerine, O'na dönerek dua ederler..."(Rum, 33) buyurduğu gibi, başı dara girdiğinde Allah'a ibadet edenler olduğu gibi, yine Cenâb-ı Hakk'ın da: "Ne zaman, İnsanlara bir rahmet taddirdı isek, onunla şımarmışlardır" beyan buyurduğu gibi, O'na, kendisine nimet verdiği zaman ibâdet edenler vardır... Bunlardan birincisi, azâb korkusundan dolayı, zorla hizmet eden kimse gibi; ikincisi de, ücretin tahakkukunu gözeten, ücret karşılığı hizmet eden kimse gibidir ki, bu her iki grup da, maaşlarını -iş olsun olmasın alan- devamlı kadrodaki görevliler derecesinde olmazlar. Aynen bunun gibi, mezkûr iki kısım da "Rableri katında mükâfaatı olan" mü'minlerden olmazlar. Burada şöyle bir mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayetteki "Onunla sevinirler..." ifdasi bu kimselerin himmetlerinin düşük, fikirlerinin kısır olduğuna bir işarettir. Çünkü bunların sevinçleri, o şeyin, Allah'tan olmasından dolayı değil, o şey sebebiyledir.

İmdi eğer birisi: "Rahmetten dolayı sevinmek, Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: Ancak Allah'ın fazlı ile, rahmetiyie, işte yalnız bunlarla sevinin" (Yunus. 58) ayetinde emredilmiş olan bir husustur. Halbuki Allah burada, rahmetten dolayı sevinmeyi kınamıştır. O halde, bu nasıl olur?" derse, buna şöyle cevap verilir: Biz deriz ki, orada Cenâb-ı Hak, onların rahmetin Allah'a nisbet edilmiş ve O'ndan gelmiş olmasından dolayı, o rahmetle sevinmeleri gerektiğini belirtmiştir. Burada ise onlar, rahmetin bizzat kendisiyle sevinmemişlerdir öyle ki, meselâ o yağmur, Allah'dan başkası tarafından olmuş olsaydı, onların bu sayede duyacakları sevinç, o yağmurun Allah'tan olması ile duyacakları sevince denk olurdu...

Bu tıpkı şuna benzer: Hükümdar, üst düzeydeki bir yetkilisine bir tepsi içinde bir pide ikram eder, yahut hizmetçisine, onun önüne bir tatlı koymasını emrederse, o görevli bundan dolayı sevinir. Hükümdar, hiç iltifat etmeksizin bir fakire de pide veya tatlı gönderse, o da sevinir. Fakat görevlinin sevinci, bunun hükümdar tarafından gönderilmesi, fakirin sevinci ise sırf pide ve tatlıya kavuşması sebebiyledir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kendi ellerinin öne sürdüğü günahlar yüzünden, onlara bir fenalık isabet edince..." buyurmuş, onu Kendisi lütfettiği için, nimetten bahsederken, nimetin sebebinden bahsetmemiş, ama azabtan bahsederken, onun sebebini de zikretmiştir. Çünkü birincisi, İhsanda artırmadır; ikincisi ise, adaleti gerçekleştirmektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Hemen onlar ümitlerini kesiverdiler..." beyanındaki Iza mufâcee içindir. Yani, onlar buna, azıcık olsun, sabretmezler. Çünkü Allah, onların bu sıkıntısını giderecektir. Allah onları, işte bununla anar, zikreder.

Rızık Allah'tandır

37

"Allah'ın, kimi dilerse, onun rızkını genişletmekte; kimi de dilerse, onunkini de daraltmakta olduğunu görmediler mi? Şüphe yok ki bunda, iman edecek bir topluluk için elbette ibretler vardır"

Yani "Onlar, her şeyin Allah'dan olduğunu bitmediler mi?" demektir. İşi, inceden inceye düşünen kimsenin, nazar ve tefekkürünün, olan şeyler üzerinde değil de, onlan veren kimseye doğru yoğunlaşması gerekir. Onları veren kimse de, Allahü teâlâ'dır. Böylece o kimse de bir tavır değişikliği olmaz. O, daima huzurludur. Ancak ne var ki bu, mü'min, muvahhid ve muhakkik kimsenin derecesidir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak Şüphe yok ki bunda iman edecek birbir kavim için elbette ibretler vardır" buyurmuştur.

Allah İçin Harcama

38

"Haydi, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Bu, Allah'ın cemalini dilemekte olanlar için, her şeyden hayırlıdır ve onlar, korktuklarından emin, umduklarına nail olanların da kendileridir.".

Bu ayetin daha öncekilerle münasebeti şöyledir: Allahü teâlâ, Kendisine yapılan ibadetin, "insanlara bir zarar isabet etti mi..." (Rum. 33) ifadesiyle, ne sıkıntı anına; ne de tıpkı sokaklarda ve hanlarda bir lokma ekmek peşinde dolaşan dilencilerin âdeti gibi ki, dünyalık bir şey elde etme peşinde koşup, yiyeceği bulup yalnız kalınca Allah'ı unuturlar- işte o dilencilerin durumuna hasredilmemesi gerektiğini de, "Ne zaman, insanlara bir rahmet taddırdı isek, onunla şımarmışlardır" (Rum, 36) ifadesiyle beyân edince, rızkın bol verilmesi ya da daraltılması, halinde de, Allah'ı tazim etmeye bir irşâd olsun diye, kişinin düşüncesinin hep yaratan ve rızık veren Allah üzerinde olması gerektiğini beyan buyurmuştur. İnsan, Allah'ın emirlerini tazim etmek ve mahlûkata şefkat duymak diye, iki kısma ayrılır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, bundan sonra, "Haydi, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver..." buyurmuştur. Burada, şöyle bir izah daha vardır: Allahü teâlâ, rızkı yayan ve daraltanın kendisi olduğunu beyân edince, insanın, ihsan ve lütuflar hususunda, duraklamaması gerekir... Çünkü Allah, rızkı geniş verirse, bu rızık, kişinin harcamasıyla noksanlaşmaz. Ama Allah rızkı daraltırsa, bu rızık, infâk etmemekle de artmaz. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

İnfaka Müstehak Olanlar

Cenâb-ı Hak, (zekâtın verilmesi gerekli olan kimseleri bildirdiği (Tevbe. 60) ayetinde, sekiz sınıftan bahsettiği halde, burada niçin, diğerini değil de, sadece üçünü zikretmiştir?

Cevap; Biz diyoruz ki, Cenâb-ı Hak burada, ister zekât vermeyi gerektirecek derecede malı olsun isterse olmasın; zekât verilen mal üzerinde bir yıl geçsin ya da geçmesin, bu vasıflara haiz kimselerin, ihsanda bulunmaları gereken kimseleri beyan buyurmuştur. Çünkü buradaki maksat, genel bir şefkattir. Bu üç kimse de, imanda bulunanın fazla bir malı bulunmasa dahi, kendilerine ihsan elinin uzatılması gerekli olan kimselerdir. Ayetteki, "akraba" tabirine gelince, ihsanda bulunan kimse her ne kadar bir akar (ev vs) ya da üzerinden bir yıl geçmemiş malı bulunan kimse gibi, kendisine zekât farz olmayanlardan olsa dahi, ona infakta bulunması gerekir. Yoksul da böyledir. Çünkü, hiçbir şeyi olmayan kimse, ihtiyaç vartasına düştüğünde, şiddet ve yoksulluğun doruk noktasına ulaştığında, onun İhtiyacını giderebilecek güç ve kuvvet içinde bulunan kimselere, her ne kadar zekâtı verilecek malları olmasa dahi, bu kimseye yardım ellerini uzatmaları gerekir. Yolda kalmış kimsenin durumu da böyledir; bir başkasının yanında, onu kendisini emniyyette hissedeceği bir yere ulaştıracak bir hayvan varsa, bu kimsenin üzerinde zekât vecibesi olmasa dahi, bunu yapması, (yani bineği ile onu oraya götürmesi) gerekir. Fakir de, miskin (yoksul) sözü içinde mütalâa edilir. Çünkü, herhangi bir şeyin bir yoksula verilmesini vasiyyet eden kimse, bunu fakire de verebilir. Diğer sınıflara baktığında, onlara mal vermemiş ancak, kendilerine zekât farz olan kimselere düştüğünü görürsün. Sen bunu, zekât toplayan memurdan, mükâtep kölede, müellefe-i kulûbda ve borçlu kimseler hususundada, böyle değerlendir. Sonra bil ki, bu meseleyi, "Miskin, (yoksul) herhangi bir şeyi olandır" dediği için, Ebu Hanife (r.h)'nin mezhebine göre ele alıyor ve şöyle diyoruz: "Durum her ne kadar böyle ise de, ancak ne var ki, "miskîn" lafzının, herhangi bir şeyi olmayanlar hakkında da kullanılmasının caiz olduğunda bir münakaşa yoktur. Binâenaleyh, buradaki kullanılış da bu anlamdadır. Bu sebeple, bu ifadenin kapsamına fakir de haydi haydi girer.

İkinci Mesele

İntakta önceliğin kimlere verilmesi hakkında diyeceğiz ki: Akraba ister açlık ve sıkıntı çeksin, ister çekmesin onun ihtiyacını gidermek, sadece zekât vermekle ihtiyacını gidermek gereken kimselere göre daha önce gelir. Fakat yoksul olan da iyice muhtaç se. o zaman ona öncelik verilir.

Zi'l-Kurba ve Miskin Tabirindeki İncelik

Cenâb-ı Hak, bütün yerlerde akrabaları bu şekilde, yani şeklinde zikretmiş, fakat miskini "zi'l-meskeneti-meskenet sahibi" şeklinde zikretmemiştir. Zira, akrabalık, teceddüt etmeyen, yenilenmeyen bir şeydir. O halde bu demektir ki akrabalık, sabit olan, değişmeyen bir haldir, zû kelimesi de, ancak sabit alan ve devam eden şeyler hakkında kullanılır. Zira, kendisinden bir defa isabetli bir görüş isabet eden, yahut bir günlüğüne bir makam elde eden, yahutta herhangi bir zaman içinde kendisinden bir lütuf zuhur eden kimseler için, "görüş sahibi, mekân sahibi, lütuf sahibi..." vb. ifade kullanılmaz. Ama bu haller, o kimsede devam eder ve o kimsede sık sık görülürse, o kimse hakkında, "görüş sahibi, lütuf sahibi" ifadeleri kullanılabilir. İşte bu sebeple Cenab-ı Hak, bu işin devam eden, çok yerleşik bir hak olduğuna işaret etmek için, mevzûbahis ayetimizde (......) tabirini kullanmıştır. Ama "meskenet" ise, arızî bir hal olup, devam etmeyen ve sona eren bir şeydir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak "Yahut toprakda görünen bir yoksula"(Beled 16) buyurmuştur. Çünkü, miskîn'in, "miskin" olduğu sürece, bu hali, yani toprakta görünme hali devam eder. Yahutta durum, genelde böyledir.

Dördüncü Mesele

Cenâb-ı Hak önce, "Akrabaya hakkını ver" buyurmuş, daha sonra, yoksulu, yolda kalmışı buna atfetmiştir. Ama, "akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa haklarını ver" dememiştir. Çünkü, ikinci ifade, bu sözün başının ortaklık ifade etmesinden dolayı getirilmiştir, evlâ olan ise, ortaklığın, bir söze göre gelmiş olmasıdır. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki, "Akrabaya hakkını ver... "demiş, daha sonra da, ikinci dereceyi işgal etmek üzere, “Yoksul ve yolda kalmış" ifadesini getirmiştir. İşte bu sebepten dolayı, bir padişah, "Falancanın yolunu aç, girsin; falancanın da..." dediğinde, bu söz, tazim ifade etme hususunda, "Falanca ve falancanın yolunu aç, girsinler" şeklindeki sözünden üstündür. İşte bu hususa, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), birisi, "Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, hidayete ermiş olur; kim de o ikisine isyan ederse, azmış ve sapmış olur" deyip, (ikinci ifâdesinde) "Kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse..." demediği için, "Kavmin hatibi olan sen, ne kötü yaptın..." şeklindeki sözüyle işaret etmiştir.

İsm-i Tafdîl Hakkında

Cenâb-ı Hak, "Bu..., herşeyden daha hayırlıdır" buyurmuştur. Bu ifadenin manasının, "Bu, başkasından daha hayırlıdır" şeklinde olması mümkün olduğu gibi, başkasına kıyas edilmeden, "Bu, bizatihi daha hayırlıdır" manasının kastedilmiş olması da mümkündür. Çünkü Cenâb-ı Hak, bir ayette, 'Ve hayır yapınız..."(Hac, 77), bir ifade de, "Öyleyse hayırlarda yarışınız..." (Maide, 48) buyurmuştur. İkinci mana, herhangi bir takdir yapmaya ihtiyaç bırakmadığı; bir de, daha çok mana ifade ettiği için, daha uygun ve daha evlâdır. Çünkü, başkasından kaynaklanan hayır, bazan, kendisine kıyaslandığı şeyin derecesi düşük olduğunda, derecesi düşük olur; nitekim, "sükût - susmak" yalan söylemekten daha hayırlıdır, denilir. Halbuki, bizatihi hayır ve güzel olan şer ise, güzeldir, faydalıdır ve yücelen, yükselen bir ameldir.

Niyetin Önemi

Cenâb-ı Hak, "Allah'ın cemâlini dilemekte olanlar için..." ifadesi, nazar-ı dikkate alınan şeyin, fiilin bizzat kendisi değil, niyyet olduğuna işarettir. Çünkü, insanlara gösteriş olsun diye, bütün malını infak etmeye çalışan kimse, Allah rızası için bir parça ekmeği tasadduk eden kimsenin derecesini elde edemez. Hak teâlâ'nın, "Allah'ın cemâlini dileyenler" ifadesi, "O'nun bağışlaması, başka bir şey için değil, sırf Allah rızası için..." demektir. Binâenaleyh, kim cenneti elde etmek için bağışta bulunur ve tasadduk ederse, o, tasadduku ile, Hakk'ın cemâlini kastetmemiş, tam aksine Allah'ın mahlûkunu, yani cenneti kastetmiştir.

Altıncı Mesele

Cenab-ı Hak, “Allah'ın cemalini dilemekte olanlar için...” ifadesi, nazar-ı dikkate alınan şeyin, fiilin bizzat kendisi değil, niyet olduğuna işarettir.Çünkü, insanlara gösteriş olsun diye, bütün malını infak etmeye çalışan kimse, Allah rızası için bir parça ekmeği tasadduk eden kimsenin derecesini elde edemez.Hak teâlâ'nın, “Allah'ın cemalini dileyenler” ifadesi, “O'nun bağışlaması, başka bir şey için değil, sırf Allah rızası için...” demektir.Binaenaleyh, kim cenneti elde etmek için bağışta bulunur ve tasadduk ederse, o, tasadduku ile, Hakk'ın cemalini kastetmemiş, tam aksine Allah'ın mahlukunu, yani cenneti kastetmiştir.

Yedinci Mesele

Cenâb-ı Hak, felaha ermenin ve felah bulmanın, "Mü'minler felah buldu..." (Mü'minun. 1) ayetinde ifade edilen diğer şartlarda varken, daha nasıl olurda burada,"ve onlar, korktuklarından emin, umduklarına nail olanların ta kendi leridir..." buyurmuş olur?

Cevap: Biz diyoruz ki, orada (Mü'minun sûresi) bahsedilen her vasfı felah bulmayı ve felaha ermeyi ifade eder. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın oradaki, "Ki onlar zekât (vazife)lerini yapanlardır. Ki onlar, emânetlerine ve ahidlerine riayetkardırlar..." (Mü'minun, 2-9) ifadeleri, "felah buldu..." (......) ifadesine atıftır. Yani, "Bu da, beriki de, şu da, o da felah bulmuştur" demektir. "Tasadduk edip de namaz kılmayan kimse için kurtuluş tahakkuk etmez" de denilemez. Çünkü, biz deriz ki bu, bir kimsenin tıpkı, "Alim kimseye, (ilmine nazaran) ikram olunur, demesine benzer. Sonra bu kimse, bir caydırıcılık olmak üzere, zinadan dolayı had cezasına maruz kalsa, yaptığı hırsızlık sebebiyle eli kesilse, bir önceki sözü söyleyen kimse "O bunu, (bu ilmini) fısk ve fücur yapmak için elde etmiştir" demedikçe, yukardaki sözü, yani, "Alime, ilmine nazaran ikram olunur" ifâdesi batıl olmaz. Meğer ki bir mahzuru irtikâba veya bir farzı terke mani olacak bir durum bulunsun.

Sekizinci Mesele

Cenâb-ı Hak, niçin burada namaz vb. fiillerden bahsetmemiştir?

Cevap: Namaz, (bu ayetten) önce ele alınmıştır. Çünkü buradaki, "ver" sözüyle yapılan hitap, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'edir. Diğerleri, (mü'minler) ise, ona tâbidr. Cenâb-ı Hak daha önce Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ise, "O halde sen yüzünü bir muvahhid olarak dine... çevir... Hepiniz O'na dönün, O'ndan korkun. Namazı dosdoğru kılın, müşriklerden olmayın" (Rum, 29-30) . buyurmuştur.

Dokuzuncu Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve onlar, korktuklarından emin, umduklarına nail olanların ta kendileridir..." ifadesinden, "hasr" manası anlaşılmaktadır.. Halbuki, Allahü teâlâ, Bakara sûresinin başlarında, namazını dosdoğru kılanlara, zekâtını verenlere, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ondan önce indirilenlere ve ahirete inananlara bir işaret olmak üzere, 'Ve onlar, korktuklarından emin, umduklarına nail olanların ta kendileridir" buyurmuştur. Binâenaleyh şayet, felah bulma işi, Bakara sûresinde ele alınanlara hasr edilmiş ise, burada bahsedilenler onların dışında kalanlardır. Daha nasıl, bunlar da felah elde eden kimseler olabilirler?

Cevap: Biz diyoruz ki, bununla onun farkı yoktur; bu odur, o da budur. Çünkü biz, biraz önce, Cenâb-ı Hakk'ın,"O halde sen yüzünü bir muvahhid olarak... dine çevir" beyanının, tefsirini yapmakta olduğumuz ayetle ilgili bir ifade olduğunu bildirmiştik. Binâenaleyh bir kimse namazını dosdoğru kılar, malını infâk eder ve bununla da Allah'ın rızasını gözetirse, bu kimsenin, namazını dosdoğru kılan, zekâtını veren ve ahireti ikrar etmiş olan bir mü'min olduğu sabit olur. Böylece de bu kimse, tıpkı Bakara sûresinin başlarında ele alınan kimseler gibi olmuş olur.

Faiz Eksiltir, Zekât Artırır

39

"insanların mallarında artış olması için faiz (cinsin)den verdiğiniz şey, Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekât ise; sevâblarını kat kat artıranlar işte (bunu verenler) dir."

Cenâb-ı Hak bu ayeti, teşvik olsun diye zikretmiştir. Bu, "Sizden, kendisine arzu duyduğunuz iki şeye mukabil, bir şey istenip de, siz de onu verseniz, bu Allah katında artmaz. Halbuki, verdiğiniz zekâtlar ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de, "Verdiğiniz sadakalar, Rahman olan Allah'ın eline ulaşır. Ve öylesine çoğalır ki, tıpkı dağ gibi olur" buyurduğu gibi, Allah katında çoğalır. Binâenaleyh, sizin zekâta yönelmenizin daha fazla olması gerekir" demektir.

Kat Kat Mükâfaatın Manası

Cenâb-ı Hak "Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekât ise; sevâblarını kat kat artıranlar işte (bunu verenler)dir..." buyurmuştur. Yani, "İşte bunlar, "Mükâfaatlarını kat kat arttırmış olanlardır" demektir. Bu tıpkı, zenginlik sahibi olan kimseye, "müşir" (zengin) denilmesi gibidir. Bunun en azı ise, o kimsenin verdiği şeyin her mislinin, miktarda değil de bir hasene ve iyilik olmak hususunda, on misli, on kat artmasıdır. Binâenaleyh bu ifadeden, "Kim bir ekmek tasadduk ederse, Allah ona on ekmek verir" manası anlaşılmaz. Tam aksine bunun manası, "Onun bir merhamet olsun diye, yapmış olduğu o fiilin mükâfaatını, Allah, bir lütuf olmak üzere, en aşağı on katına çıkarır" şeklindedir. O halde, tasadduk edilen tek bir ekmek mukabilinde, mesela ona cennette mükâfaat olmak üzere, içinde her şeyin bulunduğu bir köşk; Allah'ın fazlu ihsanına nazaran ise, onun benzeri olan on köşk vardır. Bunun şehadet alemindeki misali şudur: Büyük bir hükümdar, tebeasindan, kıymeti bir dirhem olan bir hediye kabul etse, bu durumda o hediye veren o tebaasına, verdiği hediyeye karşılık on dirhem verecek olsa, bu bir kerem ve lütuf olmaz. Tam aksine, o hükümdarın örfü, bu gibi şeylere mukabil, onun bin katı ile mukabelede bulunmak ise, bu raiyyesine onbin katı ile mukabelede bulunduğunda, işte o zaman ona mükâfaatını kat kat vermiş olur.

Geçek İlahın Vasıflan

40

"Allah, sizi yaratan, sonra rızkınızı veren, sonra sizi öldürecek, daha sonrada, sizi diriltecek olandır. Sizin ortaklarınız içinde, bunlardan herhangi bir şeyi yapacak kim? O, çok münezzehtir. Eş koşmakta olduklarından da yücedir."

"Allah sizi yarattı", yani, "Sizi yoktan var etti, icad etti"; "Sonra sizi rızıklandırdı", yani, "Hayatınızı ibkâ etti, sürdürmenizi sağladı" demektir. Çünkü sonradan var olanlar, yaratılmış şeylerdir, ama baki değillerdir. "Sonra sizi öldürecek, daha sonra da diriltecek olandır. Sizin ortaklarınız içinde bunlardan herhangi bir şeyi yapacak hm?..." Cenâb-ı Hak bu ayetinde, iki aslı, yani haşr ile tevhîdi birlikte zikretmiştir. Haşr'e gelince bunu, "Daha sonra da sizi diriltecek" ayetiyle ifade etmiştir. Haşr'in delili, O'nun, doğrudan doğruya yaratmaya kadir olmasıdır. Tevhid de, "Sizin ortaklarınız içinde, bunlardan herhangi bir şeyi yapacak kim?..." sözüyle ifade etmiştir.

Tesbihin Manası

Daha sonra da, "O çok münezzehtir. Eş koşmakta olduklarından da yücedir" buyurmuştur. Ayetteki, (......) ifadesi, "Onu tesbih edin; yani, O'nu tenzih edin; O'nu, ortakları olmakla tavsif etmeyin" ifadesi ise, Böyle yapmak O'nun hakkında caiz değildir" demektir. Zira, hakkında bazan caiz o4an bir şeyle vasıflanamayan kimse, "Onu tesbih ediniz; O'nu ortaklıkla tavsif etmeyiniz" deyip, dediğinde, sanki O, "Bu O'nun hakkında caiz değildir" demiş olur.

Bozulan Dünya Dengesi

41

"İnsanların kendi ellerinin kazandığı şeyler yüzünden karada, denizde fesat zuhur etti ki; (Allah) yaptıklarının bir kısmını onlara taddirsm. Olur ki rücû ederler onlar."

Bu ayetin daha öncekilerle münasebeti şudur: Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer gökte ve yerde, "Allah'dan başka tanrılar olsaydı, onların ikisi de muhakkak ki harap olup gitmişti." (Enbiyâ, 22) buyurduğu gibi, şirk, fesadın sebebidir. Şirk, fesadın sebebi olunca, Allah onların, o şirki açıktan yapmalarını, bozukluğun zuhurunun sebebi göstermiştir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, onlar sözlerinin gerektirdiği şeyi, onların başına getirmiş olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Onlar Rahman 'a bir evlâd nisbet ettiler diye, bu (sözden) dolayı, nerdeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çökecek "(Meryem. 90-91) buyurduğu gibi, gökler ile yer, fesada uğrardı. İşte bu hususa Cenâb-ı Hak "Yaptıklarının bir kısmını onlara taddırsm" ifadesiyle işaret etmek istemiştir. Alimler, ayetteki, "karada ve denizde" ifadesi hususunda, değişik görüşler beyan etmişlerdir. Bu cümleden olarak müfessirlerin bir kısmı, bununla, Tufan korkusunun kastedildiğini söylerlerken, bir kısmı da, "Bu, bir kısım arazinin, hiçbir şey bitirmemesi; deniz sularının acıması, acılaşması... demektir" demişlerdir. Diğer bazıları da şöyle demişlerdir: "Ayetteki bahr (deniz) kelimesiyle, şehirler kastedilmiştir. Çünkü Arapların plânı su üzerine kurulu olduğu için, şehirlere, buhur adını verirler. Şöyle de denilebilir: Denizde fesadın zuhur etmesi, gözelerin suyunun azalması demektir. Çünkü gözeler de, denizlerden sayılır.

Bil ki yapılan her fesad, şirkten kaynaklanır. Şirk bazan sözde ve inançta (kalbte) değil, yapılan işte olur. Bu, fısk ve isyan adını alır. Çünkü masiyet, Allah için yapılmış bir fiil değil, aksine nefis için yapılmış bir fiildir. Binâenaleyh fasık, yaptığı fiili ile, Allah'a şirk koşmuş demektir. Bu konuda söylenebilecek olan söz son şudur: Fiil ile yapılan şirk, cehennemde ebedî kalmayı gerektirmez. Çünkü kişide asıl olan, kalbi ve lisanıdır. Binâenaleyh kişinin kalbinden ve dilinden, sadece tevhid sâdır olursa, bu iki şey sayesinde, onun bedenî şirkleri zail olur. Cenâb-ı Allah'ın, "(Allah) yaptıklarının bir kısmını tattırsın" ifadesinin, onların cezalarının ve iftiralarının gereğinin hepsini kapsamadığını belirtmiştik. Allahü teâlâ, "Olur ki rucû ederler onlar" buyurmuştur. Bu, tıpkı Allah'ın, saptırdığı kimselerin rücû etmeyeceklerini bilmesine rağmen, onların dönmelerini bekleyen kimsenin hareketine benzer. Fakat insanlar, onlara böylesi bir cezanın verilmesi halinde, onlardan bir dönüşün olacağını sanırlar. Bu tıpkı, efendinin, kölesini herhangi bir kötü işten sözle vazgeçilmeyeceğini bilip, bunun üzerine bir kimsenin o efendiye, "Onu niçin sözle terbiye etmiyorsun, uyarmıyorsun?" deyip, buna karşılık efendinin de, "Fayda vermez" dediğinde, çoğu kez karşı tarafın kafasında, sözlü uyanmanın faydadan hâlî olmayacağı düşüncesi bulunur. Fakat (karşı tarafın sözü üzerine) efendi kölesini söz ile uyardığı halde, köle yine yaptığından vazgeçmeyince, karşı taraftaki, efendinin, "Ona söz fayda vermez" şeklindeki sözünün doğruluğunu anlar ve kalbi mutmain olur.

İbret İçin Seyahat

42

"De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, daha önce geçenlerin akibeti nice oldu görün. Onların çoğu müşrik idiler."

Allahü teâlâ, onların hallerini, sözlerinin yanlışlıkları sebebiyle, hollerinde ortaya çıkan fesad olarak açıklayınca, onlara, fiilleri tıpkı kendi fiilleri gibi olan benzeri Kimselerin helaklerini açıklayarak, "De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, daha önce geçenlerin Nuh, Ad ve Semûd kavimlerinin akibeti nasıl oldu görün " buyurmuştur ki bu, tertib bakımından son derece güzeldir. Çünkü Cenâb-ı Hak, lütuf ve ihsanda bulunduğunda, "Allah sizi yaratan, sonra rızkınızı verendir" (Rum, 40) yani "Size varlığınızı bahşeden ve sonra da hayatınızı sürdürmenizi sağlayandır" buyurmuş; iaddi aşmaları sebebiyle yardımını kestiği zaman da, "İnsanların kendi ellerinin kazandığı şeyler yüzünden karada, denizde fesat zuhur etti"(Rum. 41) yani "rızkınızı azalttı" buyurmuş; daha sonra da, "De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın..." yani, 'Allah, sizden öncekileri yokettiği gibi, sizi de yokeder" buyurmuştur. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki, "O size varlığınızı ve bekanızı bahşetmiş ve yine varlığınızı ve bekanızı O alır" demiştir. Varlığın sürdürülmesinin alınışı, fesadın yayılmasından ötürüdür. Varlığın alınması ise, yokedilme ile sağlanır. Allahü teâlâ, verirken "var olma"yı, "bekâ"dan önce zikretmiştir. Çünkü önce, varlık, sonra beka (varlığı sürdürme) gelir. Ama alırken, bekayı önce var olmayı sonra zikretmiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Onların çoğu müşrik idiler" ifadesi, şu üç manaya gelebilir:

a) Genelde helak, aşikâr şirk sebebiyle olur. Fısk ve emre muhalefet etmeden dolayı, helak etme de daha az olarak vaki olur. Emre muhalefet etmeden ötürü helak, mesela yahudîlerden "ashab-ı sebt"e (cumartesi yasağına uymayan Eyle'lilere) uygulanmıştır.

b) Her kâfir, müşrik olmasa bile helak olmuştur. Hatta onlardan muattıla (ate) olanlar da vardır. Fakat bunlar azınlıktadırlar. Kâfirlerin ekserisi müşriktirler.

c) Bu dünyevi azab geldiğinde, sadece müşrikler üzerine gelmez. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizden, sadece zâlimlere isabet etmeyecek olan fitneden korkun" (Enfal, 25) buyurmuştur. Hatta bu, çocukları ve delileri de içine alır. Fakat azaba uğrayanların ekserisi, müşriklerdir.

Dine Yönelmek

43

Âyetin tefsiri için bak:44

44

"Allah'ı, reddine asla imkan olmayan (bütün insanların) bölük bölük ayrılacağı o gün gelmezden önce, yüzünü haydi o dosdoğru dine çevir. Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhinedir. Kim de sâlih amelde bulunursa, kendileri için hazırlık yapmış olurlar"

Allahü teâlâ, kâfirleri, yaptıkları şeylerden nehyedince, mü'minlere yapmakta oldukları şeyi sürdürmelerini emretmiş, mü'minlerin mükellef oldukları şeyin üstünlüğünü anlamaları için Peygambere hitâb etmiştir. Çünkü Allahü teâlâ peygamberlerin en şereflisine de, aynı şeyi böylece emretmiştir. Mükellefiyette, mü'minler de, peygamberlerin makamındadırlar. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allah, mü'min kullarına, peygamber kullarına neyi emrediyorsa, onu emreder" Tirmizi, tefsiri Suretül-Bakara, (5/220) buyurmuştur. Bunun ne demek olduğunu daha evvel anlatmıştık.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'dan reddine asla imkan olmayan o gün gelmezden önce" ifadesi, şu iki manaya gelebilir:

1) ifadesi, ifadesine bağlıdır, yani, "Allah'dan (...) gelmezden önce" demektir.

2) Bu ifade, "reddine asla imkan olmayan" ifadesine bağlı olup, "Allah bunu asla geri çevirmez. Başkalarının ise zaten buna gücü yetmez. Binâenaleyh o gün mutlaka gelecektir" demektir.Yani, o gün insanlar parça parça olurlar, bölük bölük ayrılırlar. Cenâb-ı Allah, bu bölünme işine "Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhinedir. Kim de sâlih amelde bulunursa, kendileri için hazırlık yapmış olurlar" buyurarak işaret etmiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

İnkârın Kısımları

Allahü teâlâ, "Kim inkâr ederse, İnkârı kendi aleyhinedir. Kim de sâlih amelde bulunursa..." buyurmuş ama, "Kim de iman ederse..." buyurmam ıştır. Çünkü iman, ancak amel-i sâlih ile kemale erer, tam ve mükemmel olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, mükellefi amel-i sâlihe teşvik etmek için, burada sadece amel-i sâlih'den bahsetmiştir. İnkâra gelince, onunla beraber yapılan, amelin (işin-ibadetin) kıymeti yoktur. Bunun bir diğer izahı da şöyle yapılabilir: Küfür ikiye ayrılır:

a) Fiil halinde olan küfür ki bu, Allah'a ortak koşmak ve bunu açıkça ifade eîmektir.

b) Terk halinde (yapmama manasında) olan küfür... Bu da, tefekkür etmeme ve iman etmemedir. Binâenaleyh akıl-bâliğ bir insan, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şehrinde bulunur ve buna rağmen iman etmezse, bu kimse Allah'a şirk koştuğunu ister açıktan söylesin, ister söylemesin, kâfirdir. Fakat imanla birlikte mutlaka amel-i salih bulunur. Çünkü gerçek inanç kalbin ameli, "Allah'dan başka ilah yoktur" (Lâ İlahe İllallah) sözü de, dilin amelidir. O halde bu demektir ki, müminde her halükârda amel-i sâlih olarak birşeyler vardır.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ, zamiri müfred getirerek, "Kendi aleyhine" buyurmuş; "Kendileri için" ifadesinde ise, zamiri cemî getirmiştir. Bu, rahmetinin gazabından daha genel olduğuna ve rahmetinin, o kimsenin kendisini ve çoluk-çocuğunu kapsadığına bir işarettir. Gazabına gelince, rahmeti onu geçmiş olup, sadece kötülük yapanlara mahsustur.

Üçüncü Mesele

Allahü teâlâ, 'İnkârı kendi aleyhinedir" demiş, ama herhangi bir açıklamada bulunmamış. Mü'minler için ise, onlara rahmetinin mükemmelliğini göstermek gayesi ile, (açıklama yaparak) "Kendileri için hazırlık yapmış olurlar" buyurmuştur. Çünkü Cenâb-ı Allah, İyiliklerden bahsedince, orada bir müjdenin bulunduğunu anlatır. Ama başka şeylerden, sadece işaret ederek, kısaca temas eder, geçer.

Mü'minlerin Mükâfaatı

45

"(Bunun hikmeti), iman edip, sâlih amellerde bulunanları, Allah'ın fazl-u ihsanından mükâfatlandırmasıdır. Çünkü O, kâfirleri hiç sevmez".

Allahü teâlâ, mü'minlerin hayır ve sâlih amel için hazırlık yapması konusunda daha fazla tafsilata yer vermiştir. Bu da, mü'mine mükâfaat olarak vereceği şeydir. Çünkü padişah büyük ve kerim (cömert) olup, herhangi bir kuluna (adamına), "Seni mükâfatlandıracağım" diye söz verdiğinde, ondan o kuluna, kulunun umduğundan daha büyük bir şey ulaşır. Cenâb-ı Hak işte bu hususu, "fazl-u ihsanından" buyurarak te'kid etmiştir. Bu, "mükâfatlandıracak olan benim, öyle ise, bu mükafaatın nasıl olacağını sen var düşün. Hem sonra Ben sana, adaletime göre karşılık vermiyorum. Aksine, fazlıma göre mükâfaat vereceğim" demek olup, bu durumda kulun beklentisi çok dah artar.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü O, kâfirleri hiç sevmez" buyurmuştur. Bu kısa ifade, hernekadar hakikati gören, anlayışlı olanlar için, adeta detaylı bir ifade ise de, Cenâb-ı Hak, o kâfirleri, tehdid etmiş ve daha önce de belirttiğimiz gibi bu tehdidini tafsilatlı olarak anlatmamıştır. Bu bir detay gibidir. Çünkü Allah'ın sevmemesi, azabın doruk noktası demektir. Bunu şuradan çıkarıyorum: Bir kimsenin sevdiği birisi olsa, sevene "O, sana şu kadar gümüş ve altın vereceğini va'dediyor" diye haber verildiği zamanki sevinci ile, sevgilisinin "Onu seviyorum" dediği haber verildiği zamanki sevinci bir değildir.

Burada şöyle bir incelik var: Allah, küfrü ve imanı, kuluna nisbet ettiğinde, önce kâfirden bahsederek, "Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhinedir" buyurmuş; ama mükâfaat verme işini kardeşine nisbet ettiğinde de, önce mü'minlerden bahsederek, "iman edip, sâlih amellerde bulunanları... mükâfaatlandırmakiçin..."buyurmuş ve sonra "Çünkü O kâfirleri hiç sevmez" ifadesine yer vermiştir. Çünkü, "Kim inkâr ederse" ifadesi gerçekte, bir tehdid ile kâfiri inkârından çevirmek ve o fiilinden alıkoymak içindir. "Kim de sâlih amelde bulunursa" ifadesi ise, mü'mini sâlih amele teşvik içindir. Binâenaleyh nehy, adetâ bir tehdid, teşvik de adetâ tahrir (iyice anlatma) içindir. Hakim ve Rahim olan nezdinde ise, tehdid teşvikden önce gelir. Fakat Cenâb-ı Hak mükâfaattan bahsederken, kerem ve rahmetini ortaya koymak için, işe ihsan ile başlar.

İmdi eğer birisi, "Bu sözün, bu ifade tarzının, Kur'ân'ın her yerinde aynı olması halinde doğru olur. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü Allahü teâlâ, pek çok yerde mü'minin imanını, kâfirin küfründen; azabı mükâfaattan önce zikretmiştir?" derse, biz deriz ki: "Eğer Allahü teâlâ bizi bunu açıklamaya muvaffak ederse, önce zikretmeyi gerektiren hususu şöyle beyan ederiz: Kur'ân'daki her kelime mutlaka bir manadan ötürü gelmiş ve orada kullanılmıştır. Yine Kur'ân'da bulunan her sıra, bir hikmetten ötürüdür. O tertibin aksine yer alan bir husus, Kur'ân'da vârid olanın derecesinde olamaz. Bunu, bu husustaki misallerden biri ile şöyle açıklayabiliriz: Allahü teâlâ, "O gün (mü'min kâfir) birbirinden ayrılırlar. Artık iman edip salih amellerde bulunanlara (gelince), onlar bir bahçede mesrurdurlar"(Rum, 14-15) buyurmuş ve mü'minin halini kâfirden önce zikretmiştir. Burada ise aynı manada olarak, "(Bütün insanların) bölük bölük ayrılacağı o gün" (Rum. 43) buyurarak kâfiri mü'minden önce zikretmiştir. Binâenaleyh diyoruz ki: Cenâb-ı Hak, orada önce kâfiri zikretmiştir. Çünkü bundan önce "Kıyametin kopacağı gün günahkârlar, susup kalacaklardır" (Rum, 12) buyurmuş ve böylece kâfirden ve ümidsizliğinden bahsetmiş; daha sonra "Kıyametin kopacağı gün (mü'min kâfir) birbirinden ayrılırlar" buyurmuştur. Böylece mü'minin yalnız başına zikredilmesi, mutlaka o ayrılığın nasıllığını, hem kâfirler hakkındaki, "Susup kalacaklardır" ifadesi, hem de mü'minler hakkındaki "Onlar bir bahçede mesrurdurlar" ifadesi ile ortaya koymak içindir. Fakat Cenâb-ı Hak, iyice detaylı olsun diye, sonra yeniden mücrimlerden bahsederek, "Amma inkâr edip, ayetlerimizi ve âhiret kavuşmasını yalan sayanlar" (Rum, 16) buyurmuştur.

Müjdeleyicî Rüzgârlar

46

"(Allah'ın) rahmetinden size tattırması, emriyle gemilerin akıp gitmesi, fazlından nasib aramanız ve şükretmeniz için, rüzgârları müjdeciler olarak göndermesi de O (Allah'ın) ayetlerindendir."

Cenâb-ı Hak, fesad ve helakin ortaya çıkışının şirk yüzünden olduğunu belirtince, salah ve iyiliğin ortaya çıkmasından bahsetmiş ve bunun sebebinin, "kerim kimse yaptığı ihsanının karşılığından bahsetmez. Ama bir zulüm olduğu düşünülmesin diye, verdiği ve yaptığı zararların sebeblerinden bahseder." diye defalarca anlattığımız gibi, amel-i sâlih olduğunu belirtmemiştir. İşte bu babda "Rüzgârları müjdeciler olarak göndermesi..." buyurmuştur. Bu müjde işinin, Cenâb-ı Hakk'ın bir başka ayette, "Rahmetinin önüsıra bir müjde olarak..." (Furkan, 48) diye beyan buyurduğu gibi, yağmur hususunda olduğu söylenmiştir. Bu müjdenin, o rüzgârların havayı ve durumları değiştirmesi manasında olması da mümkündür. Çünkü rüzgâr esmese, veba ve fesâd zuhur eder.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bahsettiğimiz manaya atıfta bulunarak, "Rahmetinden size tattırması için..." buyurmuştur. Bu, "Sizi, havayı değiştirmek ve insanları sıhhate kavuşturmak hususunda sizi müjdelemek ve yağmur sebebiyle size rahmetinden tattırmak için..." demektir. "Tattırma" ifadesinin, az olan şeyler hakkında kullanıldığını daha evvel söylemiştik. Binâenaleyh dünyanın işi ve menfaati aslında az, rahatı geçici ve yetersiz olduğu için, burada "tattırma" kullanılmıştır. Ahirette ise, Cenâb- Hak, onları bol bol rızıklandıracak ve onlara beka verecektir.

Gemiler

Allahü teâlâ, "Emriyle gemilerin akıp gitmesi, fazlından nasib aramanız ve şükretmeniz için..." buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, hareket etme (gitme) işini gemiye nisbet edince, bunun peşisıra hemen "emriyle" ifadesini getirmiştir ki bu, "Hareket hernekadar gemiye ait imiş gibi görünüyorsa da, aslında bu Allah'ın emriyledir" demektir. Yine aynı sebebten ötürü Cenâb-ı Hak, İşi kullara nisbet edip, "Nasib aramanız için" buyurunca, bunun peşinden, "fazlından" ifadesini getirmiştir. Yani hiçbirşeyin hiçbir surette bağımsızlığı söz konusu değildir, herşey Allah'a bağlıdır. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Rüzgârların Faydalan

Bu, ayetin terkibi hakkındadır: Diyoruz ki: Rüzgârların esmesinde pek çok faydalar vardır: Havanın temizlenmesi, bulutların sürülüp götürülmesi ve gemilerin hareket etmesi bunlardandır. İşte bu sebeble Cenâb-ı Hak, rüzgârlar için, "müjdeciler" ifadesini kullanmıştır. Bu, "Onlar, havayı düzeltme hususunda müjdecidirler" demektir. Çünkü havanın düzelmesi ve temizlenmesi, rüzgârın esmesi ile olur. Yağmurlar, bundan sonra gelir. Gemilerin (yelkenlerin) hareketi ise, insanoğlunun gemi yapıp, onu denize indirmesi ile olan bîr tecrübesine bağlıdır. Allah'ın fazlından nasib aramak da, o gemiye binmek suretiyle olur.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ, "Karada ve denizde fesad belirdi" (Rum, 41) ayetinde, "Yaptıklarının bir kısmını o insanlara tattırsın diye..." buyurmuştur. Burada İse, "Rahmetinden size tattırması için..." buyurarak, bunun şerefini göstermek için, muhatab zamiriyle "size" demiştir. Hem sonra, Allah'ın rahmeti muhsinlere yakındır. Binâenaleyh ihsanda (iyilikte) bulunanlar Allah'a yakındırlar. Dolayısıyla onlara, muhatab zamiri ile hitab olunmuştur. Kötülük yapanlar ise uzaktırlar. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, onlara hitab etmemiştir. Bir de Cenâb-ı Hak orada, "Yaptıklarının bir kısmını"; burada ise "rahmetinden" buyurarak, böylece o kâfirlerin başına geleni onlara nisbet etmiş, mü'minlere ulaşan şeyi ise, Kendi rahmetine nisbet etmiştir. Burada şu iki mana yatmaktadır:

a) Daha evvel de bahsettiğimiz gibi, Kerim zât, kendi ihsanı ve rahmeti için bir karşılıktan bahsetmez. Eğer bir karşılık varsa, o "Sen şöyle şöyle yaptığın için, verdim" demez, aksine "Bu, benden sanadır. Yaptığın iyiliğe gelince, onun mükâfaatı henüz katımdadır" der.

b) Kulun yaptığı şeyden ötürü, verilecek şeyler azdır. Binâenaleyh eğer Cenâb-ı Hak, "Sizin fiillerinizden ötürü rüzgârları gönderdim" demiş olsaydı, bu, büyük bir müjde olmazdı. Fakat "rahmetimden" deyince, bu, alabildiğine bir müjde olur. Bir üçüncü husus da şudur. Eğer Cenâb-ı Allah, "Yapmış olduğunuz şeyler sebebiyle..." demiş olsaydı, bu, o kimselerin ahiret mükâfaatlarından bu kadar noksanlaştınlacağı manasına anlaşılabilirdi. Çünkü Allahü teâlâ, kâfirler hakkında, "Yaptığınız şeyler sebebiyle..." buyurunca, bu onlara âhirette verilecek cezanın, bu miktar noksanlaştıracağını ifade eder.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak orada, "Olur ki rücû ederler (dönerler) onlar" (Rum, 41) buyurmuş. Burada ise "ve şükretmeniz için (umulur ki şükredersiniz)" buyurmuştur. Alimler bunu şöyle izah etmişlerdir: "Buradaki ifade, Allah'ın, mü'minleri şükre muvaffak kılmasının da, nimetlerinden olduğuna bir işaret içindir. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hak, bu ifadeyi, bundan önce sayılan nimetlere atfetmiştir.

Dördüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, bu ayeti sonraya bırakmıştır. Çünkü bahsi geçen ayetler hakkında şöyle deriz: Hak teâlâ, her konuya dâir iki ayet zikretmiş; inzâr ayetlerinden olarak da, "O, size şimşeği gösteriyor" (Rum, 24) ayetini getirmiştir. Genelde havada meydana gelen şeyler, ateş ve rüzgârdır. Dolayısıyla burada da, Hak teâlâ, delillerini iyice ortaya koymak ve hatırlatmak için, rüzgârdan bahsetmiştir. Rüzgârda, yağmurdan başka faydalar olup, şimşekte de eğer neticesinde yağmur yoksa, bir fayda olmayacağı için, o ayette, "Hem korku, hem ümit (vermek) için..." yani "Bu şimşeğin neticesinde, yağmur ya olur, ya olmaz" buyurmuştur. Burada ise, "müjdeciler" ifadesini getirmiştir. Çünkü havayı normalleştirmek ve rüzgârla onu arıtmak, gerekli bir iştir. Dolayısıyla bu kesindir.

Mü'minlere İlahî Yardım

47

"Celâlim hakkı için, senden evvel, kendi kavimlerine nice peygamberler gönderdik ve onlar, onlara açık açık burhanlar getirdiler. Fakat Biz, o günah işleyenlerden intikam aldık. Mü'minlere yardım etmek de, üstümüzde bir haktır".

Cenâb-ı Hak, iki aslı, yani tevhidi ve haşri (dirilişi), çok net delillerle beyan edince, bunların peşine üçüncü aslı, yani nübüvveti de zikrederek, "Celâlim hakkı için senden evvel, kendi kavimlerine nice peygamberler gönderdik"buyurmuştur ki bu, "Onları peygamber olarak göndermiş olmamız, senin de (Ey Muhammed) peygamber oluşunun delilidir. Çünkü onlar da aynen senin bu işini yapmışlardır ve onların elinde, senin elinde zuhur eden şeyler gibi işler zuhur etmiştir. Onları kim yalanlamışsa, helak olmuşlardır. Kim de onlara iman etmişse, ilahi yardım onlara nasib olmuştur" demektir.

Burada, ayetin daha önceki ayetlerle münasebeti hususunda şöyle bir diğer izah da yapılabilir: "Allahü teâlâ delillerini ayan beyan ortaya koyduğu halde, kâfirler bunlardan istifade etmeyince, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gönlünü şöyle diyerek yatıştırmıştır: "Senden önceki peygamberlerin durumu da böyle idi. Onlar da mucizeler getirdiler. Senin kavminde olduğu gibi, onların kavimlerinde de kâfir ve Tiü'min olanlar vardı. Fakat Biz, kâfirlerden intikam aldık, mü'minlere yardım ettik."

Cenâb-ı Hakk'ın "Bir hak oldu" ifadesi hususunda şu iki izah yapılmıştır:

1) "İntikam aldık ve bu intikam hak oldu" buyurulmuş, daha sonra söze yeniden başlanarak, "Mü'minlere yardım etmek Bizim üstümüze buyurulmuştur. Buna göre bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e imân edenlere bir müjdedir, yani, "Ey mü'minler, size yardım etmek, bizim işimiz, bize âit" demektir.

2) Bu, eklindedir, yani, "Mü'minlere yardım etme işi, Bizim üzerimize hak (vazife) oldu" demektir. Birinci mananın bir inceliği, ikinci mananın ise, diğer bir İnceliği var. Birincisine göre olan incelik şudur: Allahü teâlâ, "İntikam aldık" buyurunca, bunun bir zulüm olmayıp, gerçek bir adalet olduğunu anlatmak istemiştir. Çünkü intikam ancak onların hayatta kalmalarının, günahı artırma ve fâcir-kâfir nesiller türetme vesilesi olması ve onların yok olmaları, pis varlıklarından daha hayırlı olmasından dolayı olur. İkinci manaya göre ise, bu ifade müjdeyi te'kiddir. Çünkü (......) edatı, lüzum (vücub-gereklilik) manası ifade eder. Nitekim Arapça'da, Falanca üzerinde şu vardır" denildiğinde, bu, onun, ona gerekli-vazife olduğunu gösterir. Binâenaleyh, ifadesi, işte bu gereklilik manasını te'kid eder. Biz, yardımın, neticesi ağır ve fena olmayan, bir üstünlük olduğunu söylemiştik. Çünkü iki taraftan biri, Önce hezimete uğrar, ama sonra geriye dönüp gâlib gelirse, burada söz konusu olan ilahî yardım, ilk başta mağlub olmuşlar için olur. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve kavminin durumu da böyle idi. Onlar Firavunun karşısında başlangıçta hezimete uğrayıp, sonra Firavun ve ordusu (Kızıldeniz'de) boğulunca, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve kavminin hezimeti, yardıma dönüşmüş oldu. O halde, kâfir bazan müslümanı yenerse, bu onun için bir nusret-i ilâhiyye sayılmaz. Çünkü bunun neticesi yoktur.

Bulut ve Yağmur

48

Âyetin tefsiri için bak:50

49

Âyetin tefsiri için bak:50

50

"Allah, bulutu kaldıran rüzgarı gönderendir. Böylece (Allah), bu (bulutu) gökte dilediği gibi serer. Onu parça parça da edebilir. Nihayet aralarından yağmurun çıkıp durmakta olduğunu görürsün. Artık (Allah) o yağmuru, kullarından dilediğine nasib eder de onlar da hemen sevinirler. Halbuki onlar, bundan evvel, üzerlerine (Allah'ın yağmur indireceğinden) katiyyen ümitlerini kesmişlerdi. Şimdi, Allah'ın şu rahmet eserlerine bak: Yeryüzünü, ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki, ölüleri diriltecek de O'dur, O her şeye kadirdir"

Allahü teâlâ, önceki tafsilatlı beyanında, rüzgârdan çıkartılan delilleri beyan edip, rüzgârın gönderilmesindeki kudret ve hikmeti anlatmıştır. Bunda kudretin bulunuşu açıktır. Çünkü yağmur tarafından delinen, o latif hava (rüzgâr), ağaçları kökünden söküp çıkaracak bir hal alabilir. Bu, havanın kendisinden kaynaklanan birşey değildir. O halde bu, hür ve irade sahibi bir failin yapmasıyladır. Bundaki hikmete gelince, bu, bizzat rüzgârın esmesinde ve netice olarak buluttan sürüp götürmesinde yatmaktadır. Daha sonra Cenâb-ı Allah, bulutların çeşitlerinden de bahsetmiştir: Yani peşpeşe-kesif olanlar bulunduğu gibi, parça parça olanlar da vardır. Yağmur buluttan çıkar. Havada suyun (yağmurun) bulunuşu, ilâhi kudretin en harikulade alâmetlerindendir. Otların bitmesi ve bu sayede memelerin süt dolup akıtması gibi, bunun neticeleri ise, alabildiğine bir hikmettir. Sonra bu, genel değildir. Aksine, şuna değil de, bu topluma nasib edilmiş olabilir. Bu da, bunda bir ilahi meşîetin bulunduğunun alâmetidir.

Allahü teâlâ "Halbuki onlar bundan evvel, kendilerine yağmur indirilmezden evvel..." buyurmuştur. Müfessirler, bunun tefsirinde değişik izahlar yapmışlar: Bazıları bunun tıpkı, "Ateşte, yani onda ebedî olarak... "(Haşr. 17) ayetinde olduğu gibi, bir te'kid olduğunu söylerken, bazıları da, "indirmeden ve yağmurdan önce..." manasını vermişlerdir. Evla olan ise, "Onlara indirilmezden önce ve ondan yani rüzgârlardan önce..." manasının verilmesidir. Çünkü yağmurları gönderdikten sonra, bilen kimse, o rüzgârda yağmurun olup-olmayacağını anlar. O halde, yağmurdan önce rüzgâr estiğinde, o bilen-erbabı olan, ümitsizliğe düşmez. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, "Onlara indirilmezden önce..." buyurunca, hemen peşisıra, "Onlar ümitlerini kesmişlerdir" buyurmamıstır. Çünkü yağmur indirilmezden önce, bilen, bulutu ve rüzgârın esişini görünce ümitlenmiştir, yağmurun yağacağı hususunda zann-ı galibi vardır, işte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, (Ondan önce) yani, "O rüzgârların salıverilmesinden ve bulutların yayılmasından önce" buyurmuştur.

İsm-i Fail ile Fiilin Farkı

Daha sonra Allahü teâlâ, bu ayrıntılı açıklamanın peşinden, "Şimdi Allah'ın şu rahmet eserlerine bak: Yeryüzünü, ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki ölüleri dirilticidir." buyurmuştur. O, delillerden bahsedince, hem lam-ı te'kid ile, hem de ism-i fail sigasıyla, "Şüphesiz O, ölüleri dirilticidir" buyurmuştur. Çünkü insan, "Hükümdar, sana veriyor" dediğinde, bu sözü "O, sana vericidir" şeklindeki, ism-i fail ile söylenen sözünün ifâde ettiği te'kidli manayı ifade etmez. Çünkü ikinci şekil, "vermeyi kendine şiar edinmiş bir kimse olarak O, sana verecektir" manasına gelirken, birinci şekil, "O, verme işini kendine sıfat edinecek" manasına gelir. Bu mesele, senin, "Sen, ölüsün" sözünün, "Sen, ölüyorsun" sözünden daha te'kidli oluşu ile de anlaşılır, "O, herşeye kadirdir" ifâdesi de, karşı tarafın itirafını (kabulünü) te'kid eden bir sözdür.

Ölülere Duyuramazsın

51

Âyetin tefsiri için bak:53

52

Âyetin tefsiri için bak:53

53

"Biz, bir rüzgâr gönderir ve (o bitkileri) onlar sararmış görürlerse, ardından muhakkak nankörlük etmeye başlarlar. Bunun için sen, arkalarına dönüp giderken, o daveti (tebliği) ölülere duyuramaz, sağulara işittiremezsin. Sen, körleri de, sapıklıklarından ayınp, doğru yola iletemezsin. Sen, başkalarına değil, ancak âyetlerimize imân edip, müslüman olanlara, yalnız onlara dinletebilirsin".

Cenâb-ı Hak onların, hayrı beklerlerken, ümitsizliğe düştüklerini; hayır tahakkuk edince de, sevindiklerini beyan edince, onların bu hal üzere kalmadıklarını, tam aksine ekinlerine sarartıcı bir rüzgâr isabet ettiğinde nankörlük ettiklerini, böylece de, geleceğe değil de, o ana baktıktan için, eski hallerini sürdürmeyip hemen değiştiklerini beyan buyurmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Rih ve Riyah

Cenâb-ı Hak, önceki ayette, göndermeyi bildirir bir üslubla, "Rüzgârlarıgönderir."buyurmuş, buradaise o üslûbun dışına çıkarak, "Biz, bir rüzgâr gönderirsek..."buyurmuştur! Çünkü, "riyâh" (rüzgârlar), O'nun rahmetinden olup, kesintisiz devam ederler. "Rîh" (rüzgâr) ise, O'nun azabındandır. Halbuki Allahü teâlâ, kullarına son derece merhametlidir; bu sebeple, "rîh"i (her zaman) saiıvermeyip tutar. İşte bu sebeple hiç, faydalı rüzgârların, gece-gündüz çöllerde, sahralarda, ovalarda ve tepelerde estiğini; yakıp kavuran rüzgârın ise, ancak bazı zamanlar ve bazı yerlerde estiğini görmekteyiz.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak, şu sebeplerden dolayı, faydalı olanlarına "riyâh"; zararlı olanına ise, "rîh" adını vermiştir:

1) Faydalı olanların çeşitleri çok, kısımları fazladır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak bu kelimeyi çoğul sigasıyla getirmiştir. Çünkü, her gün ve her gece, faydalı rüzgârların pekçok esintileri eser, ama zararlı rüzgâr, bir yıl esmez. Tam aksine genelde zararlı rüzgâr, her zaman ve dâima esmez.

2) Faydalı olanlara, ancak riyâh denilir; zira, tek bir defa eser, ne havayı temizleyebilir, ne bulutları meydana getirebilir, ne de gemileri hareket ettirebilir. Ama zararlı olan rüzgâr ise, tek esişte bile, tıpkı kasıp kavuran rüzgâr gibir herşeyi yok eder.

3) Zararlı olan rüzgâr, ya keyfiyyeti ya kemmiyyeti açısından zararlı olur. Keyfiyyeti açısından olmasına gelince bu, ya o rüzgâr sıcak olduğundan veyahudda zehir keyfiyyetine büründüğünden dolayı olur. Bu ise, rüzgâra, onun esişi sebebiyle değil, ama, ya, kendisinden hiçbir faydası olmayan kuru otların bulunduğu bir mıntıkada, yahutta son derece sıcak olan çukur bir vadide bulunan hareketsiz hava sebebiyle arız olur, yahutta o rüzgarın ilk oluştuğu anda böyle olması sebebiyle olur. Her ne olursa olsun, bu rüzgâr tek olur. Çünkü o durgun hava ısındığında, sonra da onun üzerine, onu aradan sürüp çıkaran ve harekete geçiren bir rüzgâr geldiğinde, bu rüzgâr etrafa, tıpkı bir sıcak ve hareketli hava akımı olarak eser. Daha sonra oradan çıkan şey, ne sıcak olur, ne de mütekeyyif (kasıp kavurucu) bir hal alır. Çünkü, kasıp kavurucu olmanın şartı, bir yerde uzun süre kalmadır. Baksana sen, parmağını ateşe soksan ve onu oradan hızlıca çıkartsan, hiç etkilenmez. Ama, demir bile uzun süre o ateşin içinde kalacak olsa erir. O durgun hava harekete geçip dağıldığında, o zaman ondan başka birşey bulunmaz. Bu şekilde meydana gelen (rüzgâr) ise, nâdirdir. Onun nâdir olduğu yer ise, tekdir. Kemmiyyet açısından zararlı olmasına gelince, rüzgârlar bir araya gelerek bir bütün oluşturduklarında, tıpkı bir koy, bir haliç gibi olurlar. Nitekim gözelerin bir araya geldiğinde, setlerin önüne geçemediği ve kayaların kendisini geri çeviremeyeceği büyük bir nehir haline gelir. Bu durumda o tek şeyin, pekçok şeyden meydana geldiğinde şüphe yoktur. İşte bundan dolayı Allah, zararlı rüzgâr hakkında "rîh" faydalı rüzgâr hakkında da "riyâh" buyurmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, peygamberimize çeşitli delilleri, çeşitli misalleri öğretip; böylece peygamberi de birtakım va'd ve vaîdlerde bulunup, O'nun onlara çağrısı, ancak kendisinden başkalarına; verdiği önemli haberler de, ancak onların küfür ve ısrarlarını artırınca, Cenâb-ı Hak, peygamberine "Bunun için sen, arkalarına dönüp giderken, o daveti (tebliği) ölülere duyuramaz, sağırlara işittiremezsin..." demiştir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Ayetteki Tertibin Güzelliği

Bu, mesele, ayetteki tertîb hakkındadır. Şimdi biz diyoruz ki: Ölen kimseyi irşâd etmek imkânsızdır. İmkânsız olan şey ise, "olabilir" olandan çok çok uzaktır.Sonra sağırı irşâd etmek de zordur. Çünkü o, söylenilenleri duymaz. O anladığını, başka şeyle değil, ancak işaretle anlar. İşaretle anlatmak İse, zor bir şeydir. Hem sonra, âmâyı irşâd etmek de zordur. Çünkü sen ona, 'Yol, sağında" dediğinde o, sağına döner, ama o çizgiyi sürdüremez. Tam aksine, kısa zamanda ondan sapar. Sağın irşad etmek, en zor iştir. İşte bundan dolayı körle arkadaş olmak, beraberce yaşamak, hiçbir şey duymayan sağırla arkadaş olup birlikte bulunmaktan daha kolaydır. Çünkü en iyi anlatım, sözle olur. Çünkü, işaretle anlaşılmayan şeyler, sözle anlaşıldığı halde sözle anlaşılan herşey ise işaretle anlaşılmaz. Çünkü orada bulunmayan bir şeye, işarette bulunulamaz. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak önce "ölülere işittiremezsin" buyurdu, daha sonra da, "sağıra da..." dedi ve sağırdan daha aşağı olan körü de hidayete erdiremezsin" diye ilave etti.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak, sağır hakkında imkânsız olduğunu daha fazla beyan etmek için, "Arkalarına dönüp giderken..." buyurmuştur. Çünkü sağır, eğer anlarsa, işaretle anlaradıyallahü anhma, arkasını çevirip, kendisine işaret edene bakmadığında, ne duyar, ne anlar!

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, sağır hakkındaki, "Sen, o daveti, (tebliği) sağırlara işittiremezsin..." demiş, fakat ölüler hakkında, davet kelimesini zikretmemiştir. Çünkü sağır, bazan, meselâ çok kuvvetli olan, çok gürültülü gibi şeyler duyabilir. Ne var ki, davet edenin sesi, bu derece ve frekansa ulaşamaz. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak (sanki), "Sen, davetçisin. İnsanları imâna zorlayan kimse değilsin. Dâvetci ise, davetini, sağır olanlara işittiremez" demek istenmiştir.

Körlere Gösteremezsin

Cenâb-ı Hak, "Sen körlen de doğru yola iletemezsin" buyurmuştur. Yani, "Senin işin, körleri hidâyete erdirmek değildir" demek olup, bu tıpkı bir kimsenin, "Falanca şâir değildir, o ancak bir iki beyit nazmeder" demesi gibidir. Yani, "Onun esas işi, bu değildir" demektir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen... ölülereduyuramazsm"ifadesi, bu işin, ondan nefyedildiğine delâlet eder; O'nun, "Sen körleri de, doğru yola iletemezsin" sözü de, "Senin işin bu değil, Sen bunun için gönderilmedin" anlamındadır.

İmâna Niyet

Daha sonra Cenâb-ı Hak Sen, başkalarına değil, ancak ayetlerimize imân edip müslüman olanlara, yalnız onlara dinletebilirsin" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, ölüye ve sağıra işittirmenin olamayacağını ve mü'mine işittirmenin ise olabileceğini, ayetteriyle belirtince, mü'mininalabildiğine duyarlı ve hassas olması gerekmiştir ki, gerçekten de bu, böyledir. Çünkü mü'minin kalbine, burahan yağmurları yağar; böylece de onun kalbinde, gerçek inançlar filizlenir ve biter. Yine mü'min, öğüt verenin, tehdit ve uyarılarını dinler, yasaklara uyar, bundan dolayı ondan da güzel fiiller zuhur eder. Ayetin bu ifadesi, Mu'tezile mezhebinin görüşünün aksini göstermektedir. Çünkü onlar, "Allah herkesin iman etmesini murad etmiştir. Ancak ne var ki bazıları, Allah'ın, bu muradına muhalif hareket etmişlerdir" derler. Ayetteki, "Sen başkalarına değil, ancak ayetlerimize iman edene... dinletebilirsin..." ifadesi, onun imân ettiğine ve böylece de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ona, yapılması gerekli olan şeyleri işittirip duyurduğuna bir delildir. O halde bu demektir ki onlar, müslümandırlar ve itaatkârdırlar. Nitekim Cenâb-ı Hak onlardan naklen, "Dediler ki: İşittik ve itaat ettik..."(Bakara,285) buyurmuştur.

İnsanın Yaratılış Safhaları

54

"Allah, sizi bir za'ftan yaratan, sonra za'fın ardından kuvvet veren; sonra kuvvetin ardından da za'fa ve İhtiyarlığa getirendir. O, ne dilerse yaratır. O, hakkıyla bilendir, kemâliyle kadirdir"

Cenâb-ı Hak, afakî delillere dair geçmiş olan delilleri tekrar edip, -ki tekrarlanan bu delil, "Allah, rüzgârları salıverendir. Ki böylece de rüzgârlar, bulutu sürüverir..." (Rum, 48) ayetidir- rüzgârların hallerini başından sonuna kadar belirtince, enfüsi delillere dair bir delili de tekrar getirerek, ki bu da, insan oğlunun yaratılması ve çeşitli devrelerinden bahsedilmezdir- "Allah, sizi bir za'ftan yaratandır..." buyurmuştur. Yani, "Sizin kuruluşunuz zayıflık üzerinedir" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İnsan, aceleden yaratılmıştır" (Enbiya, 37) buyurmuştur. Buradaki min, tıpkı bir kimsenin "Falanca falancayı, fakirliğinden ötürü allayıp süsledi, yani giydirip kuşattı" sözündeki min gibidir. Yani, "Onu o fakirlik halinden kurtardı, zengin kıldı" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Sonra za'fın ardından kuvvet verdi..." buyurmuştur. O halde bu ikinci ifadedeki Da'f kelimesi, çocuğun, bir cenîn, yeni doğmuş bir çocuk ve sütten kesilmiş bebeklik haline bir işarettir ki, bütün bu haller, çocuğun zayıf ve âciz olduğu hallerdir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra za'fın ardından kuvvet verdi" ifadesi yine, çocuğun buluğ çağına ermesine, oradan geçişine, gençliğine ve olgunluğuna bir işarettir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Sonra kuvvetin ardından da za'fa ve ihtiyarlığa getirendir. O ne dilerse yaratır. O, hakkıyla bilendir, kemâliyle kadirdir" ayeti de, olgunluk yaşından sonra gelen geriye dönüş ve ihtiyarlama haline bir işarettir ki, ihtiyarlık zayıflığın ta kendisidir. Cenâb-ı Hak, "O ne dilerse yaratır" cümlesiyle, bütünü bu işlerin, tabiî, kendiliğinden değil, tam aksine Allah'ın meşîeti ile olduğunu beyan etmiştir. Nitekim Allah, afekî delillerde de, "Derken (Allah) bunu gökte nasıl dilerse öylece serer..." (Rum, 48) buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak, "O, hakkıyla bilendir, kemaliyle kadirdir..." buyurmuştur. Burada, niçin, ilim, kudretten önce zikredilmiştir? Ve bundan önce de, (mahlukatın yaratılışıyla ilgili ayette), "O, yegane galib, yegane hüküm ve hikmet sahîbi'dir" (Rum, 27) buyurmuştur?! O halde buradaki el-azîz vasfı kudretinin tamlığına; el-hakîm kelimesi de, ilminin tamlığana bir işarettir. O halde bu demektir ki, Allah orada (Rum, 27), kudretini ilminden önce; burada ise, ilmini, kudretinden önce zikretmiştir. Niçin?

Cevap: Biz diyoruz ki, yeniden diriltme işi orada, "Ona göre bu pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfat O'nundur... "(Rum, 27) ifadesiyle anlatılmıştır. Çünkü "iade", "kün-ol" lafzıyla olur ve kendisine "ol" denilen şeyde, hemencecik oluverir. Binâenaleyh, buradaki (Rum, 27) ilahi kudret, son derece aşikârdır. Burada bahsedilen şey ise, yaratılışın başlangıcı olup, bu da bir takım devre ve hallerden İbarettir. Buradaki bütün hal ve durumların bilgisi ise, mevcuttur. Binâenaleyh burada da, "bilme" işi çok açık ve nettir. Hem, ayetteki, "O, hakkıyla bilendir, kemaliyle kadirdir" cümlesi, hem bir müjdelemeyi, hem de bir inzârı kapsamaktadır. Çünkü O, mahlukatın işlerini ve amellerini bilince, mahlukatın hallerini bilmiş olur. Onlar, hayır ve güzel amelde bulunurlarsa, onu da bilir. Kötü ve şer fiillerde bulunurlarsa, bunu da bilir. O, kadir olup, iyi ve güzel olarak yapılan şeyleri bildiğine göre, bunların mükâfaatını da verir. Kötülüğün yapıldığını bildiğine göre de, bunun cezasını verir. Mahlukatın hallerini bilme işi, kudretle yapılan mükâfaat verme ve cezalandırma işinden önce olunca, ilim sözü önce zikredilmiştir. Ama ahirette ise, o halleri bilmek, ikâb ile anlaşılacaktır, fşte bu sebeple orada, "O, yegane galib, yegane hüküm ve hikmet sahibidir" (Rum, 27) buyurmuştur. Ki buna da, insanın yaratılması ile ilgili ifadelerin peşinden, "Suret yapanların en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir!" (Müminun, 14) buyurmuştur. Şimdi biz diyoruz ki buradaki ahsen kelimesi, Cenâb-ı Hakk'ın ilmine bir işarettir. Çünkü, güzel yaratma işi, ancak ilimle olur. el-Hâlikîn işinden anlaşılan yaratma işi de, O'nun kudretine bir işarettir.

Cenâb-ı Hak, ilk yaratmadan bahsedip, ikinci kez yaratma da tıpkı ilk yaratma gibi olunca, işte bu hususu, o yeniden yaratmanın hallerini ve vakitlerini ele alarak belirtmiş ve şöyle buyurmuştur:

55

"Kıyametin kopacağı gün, günahkârlar, bir saatten başka kalmadıklarına yemin ederler, işte onlar, (dünyada da haktan) böyle döndürülüyorlardı".

Bu ifadenin, "Onlar, dünyada, bir saatin dışında kalmadılar"; "Kabirlerde... kalmadılar" ve "Onlar, dünyanın yok olduğu vakitten yeniden diriltilme vaktine kadar, bir saatten başka kalmadılar" anlamlarında olduğu ileri sürülmüştür, "işte böylece onlar, haktan, bâtıla; doğrudan da yalana döndürülüyorlardı" demektir.

İlim ve İmân Ehil

56

"Kendilerine ilim ve imân verilenler, şöyle demişlerdir: Andolsun ki, Allah'ın kitabında, o tekrar diriliş gününe kadar kaldınız. İşte bu, ba's günüdür, fakat siz bilmiyorsunuz"

Melekler ve diğerlerinden, "Kendilerine İlim ve iman verilenler, andolsun ki sizler, Allah'ın kitabında yani ilm-i ezelîsinde, ba's gününe kadar bekleyeceksiniz." demişlerdir. Biz bu iki cümledeki ince manayı şu şekilde beyan ederiz: Kendisine bir va'dde bulunulmuş kimseye, (o va'd edilen şeye kavuşması için) bir vakit tayin edildiğinde, o, o vadeyi çok uzun görür de, bundan dolayı onun çabuk geçmesini arzular. Ama kendisine bir tehdit ve vaîdde bulunulmuş kimse için de, yine bir zaman tayin edildiğinde, o bu zamanı kısa görür de, bunun hiç gelmemesini ister. Binâenaleyh günahkâr kimse hoşrolunduklarında, gideceği yerin cehennem olduğunu bildiği için, geçirdiği o müddeti az görür, haşrin geciktirilmesini ve kabirde kalmayı tercih eder. Mü'min kimse de, haşr olunduğunda, varacağı yerin cennet olduğunu anlar, böylece o da, bu müddeti çok uzun bulur ve bunun yeniden ertelenmesini istemez. Böylece bu iki grup bu şekilde ihtilaf edip farklı farklı düşünerek, onlardan birisi, "Beklediğimiz zaman azdır" der ki, işte bu hususa Cenâb-ı Hak, "Kıyametin kopacağı gün günahkârlar bir saatten başka kalmadıklarına yemin eder..." (Rum, 55) ifadesiyle; diğer grup da, "Bizim bekleme müddetimiz çok uzun sürdü, daha uzatılmasın..." diyecektir ki, işte buna da, "Kendilerine ilim ve iman verilenler şöyle demişlerdi. Andolsun ki, Allah'ın kitabında, o tekrar diriliş gününe kadar kaldınız..." ifadesiyle işaret etmiştir. Yani, "Allah'ın kitabında, belirlenen bu zaman, ba's gününe kadardır. Biz de bu güne kadar sabrettik. "İşte bu, ba's günüdür, fakat siz bilmiyordunuz" demektir. Yani; "Sizin isteğiniz, zaman tehir etmektir. Çünkü sizler, ba's gününü tanımamış ve onu kabüllenmemiştiniz. Bu sebeple de varacağınız yer cehennem olduğu için, şimdi siz, erteleme talebinde bulunuyorsunuz" demektir.

Özrün Kabul Edilmediği Gün

57

"Artık zulmedenlere, o gün mazeretleri fayda vermeyecek. Onlardan, (Allah'ın razı olacağı şeye) rücû etmeleri de istenmeyecektir".

Yani, "Onlardan, (el-İ'tâb, vazgeçme) istenmeyecektir" demektir. İ'tâb, kınama ve azarın giderilmesi demektir. Yani, "suçlarını silecek olan tevbe, onlardan istenmeyecek; zira artık o tevbe onlardan kabul edilmeyecektir" demektir.

Her Türlü Mesel

58

"Celâlim hakkı için, bu Kur'ân'da insanlar için, her çeşit misaller irad etmişizdir. Andolsun ki habibim onlara, mutlaka bir ayet getirsen, inkâr eden o, kimseler mutlaka: "Siz, tezvircilerden başkası değilsiniz..." diyeceklerdir.".

Cenâb-ı Hakk'ın bu ifâdeyi, mazeretlerin kabul edilmeyeceğine, gerekli miktarın çok çöle üstünde olan inzârın yapıldığına, peygamberde herhangi bir kusur bulunmadığına bir işarettir. Binâenaleyh, onlar artık bundan sonra yeni bir şey isterlerse, bu irad olur. Kendisine tek bir delili yalanlamak, kabul etmemek basit ve kolay gelen kimseye, pekçok delili yalanlamak zor olmaz. Bundan da ötesi, istidlalde bulunan kimsenin, yeni, dosdoğru apaçık hiçbir şüpheye mahal vermeyecek bir delili zikrettikten sonra, başka bir delile geçmesi caiz değildir. Bu demektir ki, karşı taraf inatlaşmaya geçmiştir. Çünkü istidlalde bulunan kimse, ya karşı tarafın sorusunun kendi aleyhine olduğunu itiraf edecektir, yahutta etmeyecektir. Eğer itiraf ederse, bu onun için bir son olur ve bu İş, ya delilin kendisini ya da istidlalde bulunanı zedeler, yaralar. Bu da, ya delilin fasit olmasıyla, yahutta istidlalde bulunan kimsenin, delâletini ve istidlalin vechini ve yönünü bilmeyişiyle olur ki, bu iki şeyi bir âlimin kabullenmesi caiz olmazken, böyle bir şey, peygamberden nasıl sudur eder? Yok eğer kabul etmezse, istidlalde bulunanın, (Peygamberin) başka bir delile geçişi, karşı tarafın inatçı olmadığı zannını verir. Böylece de, karşı tarafın ikinci delil hususunda inada kalkışması daha fazla olur. Çünkü karşı taraf, "O, (istidlalde bulunan peygamber), başka bir delil getirme yoluna gittiğine göre, birinci husustaki inadı işe yaradı...” diyebilecektir.

İmdi şayet, "Peygamberler, pekçok çeşit deliller zikretmişlerdir" denilirse, biz deriz ki: Onlar, o delilleri peşpeşe sıralamış, ama daha sonra da ayrı ayrı izah emişlerdir. Bu tıpkı bir kimsenin, "Bunun delili; pekçok bakımdandır. Birincisi şu, kincisi şu, üçüncüsü şu...ilh" demesi gibidir. Bu gibi şeylerde, kişiye düşen, inadçının inadına aldırmamasıdır. Çünkü aldırış etmesi, onun inadının artmasına ve vaktini zayi etmesine sebeb olur. Bir de, istidlalde bulunan, va'dettiği delillerin tamamını getirme imkanını da bulamaz. Getiremeyince de, derecesi düşer, otoritesi sarsılır. O halde, bu demektir ki, her makamın kendine uygun bir sözü vardır. İşte bu hususa, "Onlara, ne zaman bir ayet getirsen, inkâr eden o kimseler mutlaka, "Siz, te'zvircilerden başkası değilsiniz" diyeceklerdir" ifadesiyle işaret edilmiştir. (......) ifadesinde, kitabın müfret getirilmesinde; ifadesinde de çoğul getirilişinde şöyle bir incelik bulunmaktadır: Cenâb-ı Hak sanki, "Ey habibim, Sen, bütün peygamberlerin getirdiği hertürlü mucizeyi ve getirilmesi mümkün olan şeyi getirsen, onlar yine de, "Ey risâlet iddiasında limanlar, sizin hepiniz yalancı ve müzevvirsiniz..." diyeceklerdir" demek istemiştir.

Bilmeyenlerin Kalbi Mühürlenir

59

Âyetin tefsiri için bak:60

60

İşte bilmezlerin kalplerine Allah böyle mühür basar, Sen (Habibim) şimdi sabret. Şüphe yok ki Allah'ın vaadi haktır, (buna) kat'î inan (İnanç) beslememekte olanlar (zinhar [sakın] seni (sabırsızlıkla hafifliğe götürmesin (ler).

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "işte, bilmezlerin kalbine Allah, böyle mühür basar" (Rum, 59) ifadesiyle, bütün bunların, Kendisinin onların kalplerini mühürlemesiyle olduğunu beyan buyurmuştur. Buna göre şayet, hiçbir şey bilmeyen kimseye, kalbinin mühürlendiğini haber vermenin ne faydası var?" denilirse, biz deriz ki, bu, "Şu anda hiçbir şey bilmeyen kimse, şayet bilmemişse, bilsin ki bu, daha önce Allah'ın onun kalbini mühürlemesinden dolayıdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sen şimdi sabret. Şüphe yok ki Allah'ın va'di haktır" (Rum.60), yani "Senin doğruğulun ortaya çıkacaktır" beyanı ile Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbini takviye ve teselli etmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Kati iman beslememekte olanlar, sakın seni (sabırsızlıkla) hafifliğe götürmesinler" (Rum, 60) ifadesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, insanları imana davet etmesinin gerekli ve şart olduğuna bir işarettir. Çünkü, eğer o susmuş olsaydı, o zaman kâfirler, "O, fikri tutarsız ve sebatı olmayan bir kimsedir" diyeceklerdi. Doğruyu en iyi bilen Allah'dır, dönüş O'nadır, hamd alemlerin Rabbi olan Allah'a; selât-ü selam da, peygamberlerin seyyidine, âline, ashabına ve hepsine olsun.

0 ﴿