LOKMAN SURESİMedine'de inen, (Lokman, 27-28) ayetleriyle, (Lokman, 4) ayeti hariç, bu sûrenin tamamı Mekki'dir. Çünkü, namaz kılma ve zekât verme hükmü, Medine'de gelmiştir. Bu sûre, 33 veya 34 ayettir. 1Âyetin tefsiri için bak:5 2Âyetin tefsiri için bak:5 3Âyetin tefsiri için bak:5 4Âyetin tefsiri için bak:5 5"Elif - lâm - mîm. İşte bunlar, o hikmet dolu kitabın ayetleridir. Ki, (herbiri) muhsinler için, bir hidâyet ve bir rahmettir. Ki onlar, dosdoğru namazı kılanlar, zekâtı verenlerdir. Onlar, ahirete yakînen inananların da ta kendileridir. İşte onlar, Rablerinden bir hidayet üzerinedirler. Ve işte onlar, evet onlar, felaha erenlerdir". Sûrelerdeki Tenasüb Bu sûrenin başıyla, bir önceki sûrenin sonu arasındaki ilgi ve münasebet şudur: Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın bir mucize oluşuna işaret etmek için, "Andolsun ki, bu Kur'ân'da insanlar için, her çeşit misaller irâd etmişizdir..." (Rum, 58) buyurup, onların, ayetlerini inkâr ettiklerine de işaret etmek için, "Andolsun ki habibim onlara, her ne zaman bir ayet getirsen... "(Rum, 58) deyince, bu hususu, "Elif - lâm - mim. İşte bunlar, O hikmet dolu kitabın ayetleridir..." ifadesiyle beyan etmiştir, ama onlar yine, o ayetlere iman etmemişlerdir. Ki, bu hususa da Cenâb-ı Hak, biraz sonra gelecek olan, "Ona ayetlerimiz okunduğu zaman sanki bunları işitmemiş... gibi büyüklük taslayarak yüz çevirir" (Lokman, 7) ifadesiyle işaret etmiştir. Ayetteki, (Hûdan) kelimesinin manası, "Bir beyân ve hak ile bâtılı ayırıcı olmak üzere" demektir. Bu ayetlerin tefsiri, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, (Bakara, 1-5) ayetlerinin tefsiri gibidir. Bakara'da, zalike (o) kelimesiyle hazâ (bu) manasının kastedildiği ileri sürüldüğü gibi, buradaki tilke kelimesiyle hâzihî (bu) manasının kastedildiği ileri sürülmüştür. Şöyle de denilebilir: Biz burada, tilke, gaibe bir işaret olup, manası, "Kur'ân'ın ayetleri, hikmet dolu kitabın ayetleridir" şeklindedir" diyoruz. ifadesiyle birlikte nazil olan bu ayetler inerken, bütün ayetler henüz inmemişti. O halde bu demektir ki, tilke, Kur'ân'ın ihtiva ettiği ayetlerin tümüne birden işarettir. Yani, "Kur'ân'ın ayetleri, işte bunlar, "hikmet dolu kitabın ayetleridir" demektir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hak, Bakara Sûresinde, "o kitab" demiş, fakat orada, el-hakîm "hikmetle dolu" vasfına yer vermemiştir. Burada ise, el-hakîm ifadesini de getirmiştir. Kitabın vasıflarının zikri artınca, Allahü teâlâ, onun nitelikleri hususundaki şeylerin zikrini de artırarak, bir hidayet ve rahmettir..." buyurmuştur. Cenâb-ı Hak orada, "Müttakiler için bir hidayet rehberi" (Bakara, 2) buyurmuştur. O halde bu demektir ki, oradaki hüda, buradaki el-kitâb mukabili; buradaki rahmeten de, yine buradaki hakîm kelimesinin mukabilidir. Kitâb'ın hakîm olarak vasfedilmesi, "hikmetli, hikmet dolu" anlamında olup, tıpkı (Karia, 7) kelimesinin "Hoşnutluk ihtiva eden bir yaşantıda" anlamında olması gibidir. Cenâb-ı Hak orada, (Müttakiler için), burada ise (Muhsinler için) buyurmuştur. Çünkü Allahü teâlâ, orada sadece Kur'ân'ın hidayet oluşundan bahsedip, başka bir özelliğinden bahsetmeyince, "Müttakiler için..." demiştir. Bu, "O Kur'ân'la şirkten, inaddan ve taassubtan ittikâ edip (korunup), Kur'an'a, inada düşmeden bakıp düşünenler ancak hak ve hakikate ulaşır" demektir. Burada ise ayrıca Kur'ân'ın bir rahmet oluşundan bahsedince, "Muhsinler için..." demiştir. Bu, "Şirkten ve inattan korunup, "ihsan (tevhid) kelimesini" getirenler için..." demektir. Binâenaleyh muhsin, imân eden; muttaki ise, küfrü bırakan manasınadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah ittikâ edenler ve muhsin olanlarla beraberdir" (Nahl, 128) buyurmuştur. İnkârdan korunmuş oldukları için, bunlar muttaki olmuşlar ve cenneti elde etmişlerdir. Kim de imânın hakikatine ererse, muhsin olur ve cennetin yanısıra, fazlasını da elde eder. Çünkü Allah, "Muhsin olanlara, hüsnâ (en güzel şey olan cennet) ve fazlası vardır" (Yûnus. 26) buyurmuştur. Bir de Allahü teâlâ, Kur'ân'ın bir rahmet oluşundan bahsedince, "Muhsinler için..."demiştir. Çünkü Allah'ın rahmeti muhsinlere yakındır. Allahü teâlâ orada, "Gaybe iman eden ve namazı dosdoğru küanlar..." (Bakara. 3) buyurmuş, burada ise "Dosdoğru namaz kılanlar..." demiş, imandan bahsetmemiştir. Çünkü müttakinin, küfrü bırakan kimse olduğunu, dolayısıyla bunun iman etmesi gerektiğini; muhsinin ise, imanın hakkını yerine getiren kimse olduğunu, binâenaleyh kâfir olmaması gerektiğini beyan etmiştik. İttikâ, imana iltizamı (dolaylı) olarak delâlet ettiği için, iyice açıklığa kavuşsun diye, orada imanı açıkça zikretmiştir, İhsan ise imana sarih olarak delâlet ettiği için, artık burada imânı açıkça-ayrıca zikretmemiştir. Hak teâlâ "Ki onlar, dosdoğru namaz kılanlar ve zekât verenlerdir" buyurmuştur. Namazda ve dosdoğru kılınmasında, zekâtta ve zekatın edasındaki mana ve hikmetleri defalarca anlattık ve Enfal Sûresi'nin tefsirinin başlarında, namazın Efendiye (Rabbe) benzemeyi bırak manasına geldiğini, çünkü hem şeklen, hem hakiki manada bir kulluk olduğunu, Allah'a ibadet edilmesi olduğunu, Allah'ın ise bir başkasına ibadetinin düşünülemeyeceğini, kulun çok işte Efendisine (Rabbine) benzemeyi bırakması gerektiğini, dolayısıyla, otururken, onun oturmaması, efendisi yaslanırken, onun yaslanmasının yakışık almayacağını; zekâtın da, Efendiye benzemek manasına geldiğini, çünkü başkalarının ihtiyacını gidermek demek olduğunu, Rabbin de ihtiyaçları giderdiğini, âlimin kölesinin, askerlerin giydiği elbiseyi giymemesi, askerlerin kölelerin de, zâhid kimselerin elbiselerini giymemesi gibi, birçok işte ise efendisine benzemesi gerektiğini ve bu iki şeyle kulluğun tam ve mükemmel olacağını anlatmıştık. 6"İnsanlardan, bilgisizce, Allah yolundan saptırmak ve o yolu bir eğlence edinmek için, boş lafa müşteri olan niceleri bulunur. İşte onlar için, rezil-rüsvay edici bir azab vardır". Allahü teâlâ, Kur'ân'ın pek çok hikmetli ayeti ihtiva eden hakîm bir kitab olduğunu edince, kâfirlerin işinin de, o Kur'ân'ı terketmek ve başka şeylerle meşgul olduğunu söylemiştir. Bu ayette, o kâfirlerin bu hareketlerinin çok kötü olduğunu bir kaç yönden beyân eden şu hususlar vardır: 1) Hikmeti bırakıp, başka bir sözle meşgul olmak çirkin bir iştir. 2)Bu boş laf, hiç faydası olmayan bir levhiyyat olunca, bu daha da çirkindir. 3)Bazen "lehv" ile, İbn Abbas'ın da, "Latifeleşin" dediği nakledildiği gibi, latife ı yapma manası kastedilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de, Kalplerinizi zaman zaman (latifelerle) rahatlatın" Metalibu'l-aliye, 3/137 buyurduğu nakledilmiştir. Deylemî bu hadisi, Enes (radıyallahü anh)'den merfû olarak nakletmiştir. Bunu, Müslim'de yer alan, "Ey Hanzala, zaman zaman..." hadisi de destekler. Halk bundan, boş olan şeyler hususunda, dinen caiz olanları yapma manasını anlar. Havas ise, "Bu, Hak tarafına bakmaya bir emirdir. Çünkü ferahlama başka işle değil, ancak Hakk'a bakmakla olur" demişlerdir. Binâenaleyh ayetteki, "Allah yolundan saptırmak için..." ifâdesinden ötürü, onların maksad ve gayeleri sadece saptırmak olunca, bu fiilleri alabildiğine çirkin bir iş olmuş olur. Cenâb-ı Allah daha sonra, o satınalma ile ilgili olarak, "Bilgisizce" yani O, bunu bilgisizce satın alır ve Allah'ın yolunu eğlence edinir. İşte bunlar için "Rezil-rüsvay edici bir azab vardır" buyurmuştur. Ayetteki "muhîn" (rezil-rüsvay edici) kelimesi, kendisinden devamlılığın anlaşıldığı bir manaya işarettir. Zira hükümdar, bir kölesine - adamına azab olunmasını emrettiğinde, ona azab edecek olan, eğer o kölenin-adamın tekrar kralın hizmetine döneceğini, kralın onu uzun süre hapiste bırakmayacağını anlarsa, ona yumuşak davranır, hafif olarak azabeder. Yok eğer onun, bir daha artık kralın hizmetine dönemeyeceğini, işinin bittiğini anlarsa, ona hiç ikramlı (yumuşak) davranmaz. O halde, Hak teâlâ'nın "azabı muhîn" ifadesi, işte buna bir işaret olup, bununla mü'minin azabı ile kâfirin azabı arasındaki fark ortaya çıkar. Çünkü mü'minin azabı, onu (günah kirinden) temizlemek içindir. Binâenaleyh mü'minin azabı "muhîn" değildir. 7"Ona ayetlerimiz okunduğu zaman, sanki bunları işitmemiş ve sanki iki kulağında bir ağırlık (sağırlık) varmış gibi, büyüklük taslayarak, yüz çevirir işte onu, çok elem verici bir azabia müjdele". Yani o kimse, hakikat kendisine bedava geldiği halde, tartar, bâtıl sözü parayla satın alır, hakikatten ise yüzçevirir. Bu hususu iyice düşündüğünde, bu müşterinin o boş sözü para verip almasının yanısıra, bir başka müşteri araması, kendisine hiç para vermediği bedava gelen şeyi, aramayıp hiçbir masrafta bulunmaması açısından, bu sözün ne güzel bir söz olduğunu anlarsın. Sonra esas olan, insanın bulduğu herşey ile hikmeti satın alması iken, onlar, hikmeti arama şöyle dursun, hikmet onlara bedava - zahmetsizce geldiğinde bile, onu dinlemezler. Sonra bu ayette, sıralanan başka hususlar da şunlardır: 1) Hikmetten yüz çevirme işi. Bu, çirkin bir iştir... 2) Büyüklük taslama (kibirlenme)... Zaloğlu Rüstem ile Behram'ın hikayelerini (efsanelerini) satın alıp, onlara İhtiyaç duyan kimse, hikmetten nasıl müstağni olur hikmete karşı kibirlensin?... Bir kimse, "Ben de onun gibisini söylerim" diyebiliyorsa, ancak o zaman bir söze karşı büyüklük taslayabilir. Binâenaleyh o asılsız hikayeler gibisini bile söylemeye güç yetiremeyen (dolayısıyla satın alıp okuyan) Allah katından gelen o üstün hikmete karşı nasıl büyüklük taslayabiliyor. 3) Ayetteki, "Sanki bunlan işitmemiş gibi..." ifadesi.., O söze iltifat etmeyen kibirli kimse, kendisini başka işlerle meşgul sayarak, sanki kendini bunları duymamış gibi yapmıştır. 4) Ayetteki, "Sanki iki kulağında bir ağırlık varmış gibi..." ifadesi... Bu, o kimsenin Allah'ın ayetlerinden alabildiğine yüz çevirdiğini ifade eder. Daha sonra Allahü teâlâ, "İşte onu, çok elem verici bir müjdele" buyurmuştur. Yani, "Onun için, hor kılıcı bir azab vardır. Binâenaleyh onu bu azabla müjdele, tehdit et" demektir. Yahut bunun takdirinin, "Onların durumu olunca, onları elem verici bir azabla müjdele" şeklinde olduğu da söylenebilir. 8Âyetin tefsiri için bak:9 9"İman edip, salih ameller işleyenler yok mu, naîm cennetleri, içinde ebedf oldukları halde onlarındır. Bu, Allah'ın gerçek va'didir. O, azîz ve hakîmdir". Allahü teâlâ, kendisine ayetler okunduğunda yüz çeviren, onlara aldırmayanların hallerini anlattıktan sonra, o ayetlere can-u gönülden yönetip kabul edenlerin hallerini etmiştir. Bunların Hak karşısında yüz çevirme ve kibirlenme gibi, çeşitli olduğu gibi, bu inananların da, kabul etme, yönelme ve o ayetlerle amel gbi, çeşitli dereceleri vardır. Çünkü bir şeyi dinleyip kabul eden, bazan onunla etmeye bilir. Dolayısıyla da bunun derece ve mertebesi, o şeyi dinleyip, boyun ve ona itaat eden, gereğini yapanın derecesi gibi olamaz. Hem sonra bunun için naim cennetleri vardır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, öbürleri için "azab-ı muhin olduğunu bildirmiştir. Burada şöyle bazı incelikler vardır: 1) Rahmetin gazab-ı ilâhiden daha çok ve geniş olduğuna bir işaret olsun diye, Allahü teâlâ azabı müfret cenneti cemî olarak getirmiştir. 2) Rahim olan Allah'ın nimetlerini beyân ettiğine ve bunlarla sağlanacak rahatı tâ kalbe ulaştırmak için o nimeti tanıttığına, ama cezasını açıklamadığına, sadece ona bir dikkat çektiğine bir işaret olmak üzere, azabı nekire, cennetleri ise, elif-lamlı kelimeye muzaf kılarak ma'rife olarak getirmiştir. 3) Allahü teâlâ sadece "azab" demiş, onların o azabta ebedî kalacaklarını açıkça ifade etmemiş, bu hususa "muhîn" kelimesi ile işaret etmiştir. Ama mükâfaatta ebedî kalışı, "içinde ebedî kalıcı oldukları halde..." buyurarak, açıkça ifade etmiştir. 4) Allahü teâlâ bu hususu, burada, "Bu, Allah'ın gerçek va'didir" ifadesiyle te'kid ederken, orada böyle bir te'kidde bulunmamıştır. 5) Cenâb-ı Hak, orada başkasına (peygamberine), "işte onu çok elem verici bir azabla müjdele..." buyururken, burada bizzat kendi ismi ile, "Allah'ın gerçek va'didir" buyurup, "Ben sizi bununla müjdeliyorum" dememiştir. Çünkü müjde, olabilecek şeyin en ilerisi ile olur. Fakat cennet, Allah'dan bir müjde olmak üzere, sâlihler için olan mükâfaatların aşağısındadir. Sâlihlerin Hak teâlâ'dan alacakları müjde, Allah'ın rahmeti ve rızası konusunda olur. Nitekim Hak teâlâ, "Rableri onları, Kendinden olan bir rahmet, bir rıdvan (rıza) ve cennetlerle müjdeler. Onlar için o cennetlerde devamlı nimetler vardır" (Tevbe, 21) buyurmuştur. Binâenaleyh bu ayetteki "Kendisinden olan" ifadesi getirilmemiş olsaydı, bu büyük bir müjde olmazdı. Eğer "kendinden olan" ifadesi, cennetten daha düşük bir mükâfaatla birlikte zikredilmiş olsa bile, böyle nisbetsiz kullanılan,cennetten daha üstün olur. Buna göre eğer, "Cenâb-ı Hak, "Va'dolunmuş olduğunuz cennet ile sevinin"(Fussilet, 30) ayetiyle, sırf cennet ile müjde verilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Oradaki müjde, sadece cennet hususunda değil, aynı zamanda hem cennet, hem bundan sonra gelen "Rahman'dan bir fazl- u kerem, bir ağırlama olmak üzere..." (Fussilet, 32) ifadesine kadar olan kısım ile yapılmıştır. "Nüzul" misafir etmek için yapılan hazırlığa denilir. Büyük ikram ise, ondan sonra gelir. "O, aziz ve hakimdir" yani, "O, kudreti tam ve mükemmel olandır. Dolayısıyla ayetlerinden yüz çevirenlere azab eder, ayetlerine yönelenlere de mükâfaat verir. İlmi mükemmel olandır. Dolayısıyla fiilleri-işleri, yapılması gerektiği gibi yapar, öyle ise O, iman edene azabetmez, inkâr edeni de mükâfaatlandırmaz." 10"O, şu görüp durduğunuz gökleri direksiz yarattı. Yere, sizi sarsar diye, ağır baskılar koydu. Orada herbir canlıyı yaydı. Biz, gökten de su indirdik ve yerde her sınıftan güzel bitkiler bitirdik". Allahü teâlâ, izzet ve hikmetini, "Gökleri direksiz yarattı" buyurarak anlatmıştır. Aimlerin, gökler hakkında değişik görüşleri var: Kimileri, bunların tıpkı dümdüz bir satıh olarak, döşendiğini söylemişlerdir. Ekseri müfessirlerin görüşü budur. Kimileri be, göklerin yuvarlak (kürevi) olduklarını söylemişlerdir. Mühendislerin hepsi bu görüştedirler. Gazalî (r.h) şöyle der: "Bu hususta, biz de onlarla aynı görüşteyiz. Çünkü onların bu hususta, hissi (deneye ve gözleme dayanan) delilleri vardır. Hisse, muhalefet etmek ise caiz değildir. Eğer bu konuda, bir hadis olursa, biz onu, muhtemel olduğu bir manaya yorumlayabiliriz. Kaldı ki ne Kur'ân'da, ne hadiste buna açıkça delâlet eden birşey yoktur. Aksine Kur'ân'da onun kürevî olduğuna delâlet eden şeyler vardır. Çünkü Allahü teâlâ, "Herbiri bir yörüngede (felekte) yüzüyor" (Yasin, 40) buyurmuştur. Felek, kürevî olan bir şeyin adıdır. Aslında gerekli olan, Gökler, ister kürevî olsun, ister dümdüz olsun, bunların otomatik olarak veya tabiat gereği varolmayıp, Allah'ın kudretiyle yaratılmış olmalarının söylenmesidir. Bunun böyle olduğu bilindiğine göre diyoruz ki: Gökler bir mekânda olup, bu mekân bir boşluktur. Boşluğun ise sınırı yoktur. O halde göklerin bu sınırsız boşluk içerisinde, mesela şurada değil de, burada yer alması, ancak hür ve irade sahibi bir kudret sayesinde olmuştur, İşte bu hususa, "direksiz" sözü ile işaret edilmiş olup, bu "Gök, kendini yerinden oynatacak birşey üzerinde değildir. O halde gök, ancak Allah'ın kudretiyle yerinden oynar" demektir. Bazıları da şöyle demişlerdir: "Bu, "Göklerden hiçbirinin bir mekânı yoktur. Çünkü mekân, İçinde bulunan şeyin kendisine yaslandığı şey demektir. Eğer böyle olsaydı, gökler bir yerde karar kılmış olurdu. Boşluk ise, kendisi sebebiyle, içinde bulunan şeye işaret edilen ve hakkında "burada, orada, şurada" gibi ifadelerin kullanılabildiği şey demektir." Bu izaha göre, birinciler şöyle demişlerdir: "Dağın tepesinden düşen kimse, havada ve bir boşlukta olur. Ama o esnada bir mekânda değildir. O, bir boşluktadır. Çünkü onun hakkında da "burada, şurada" gibi ifadeler kullanılır. Bir mekânda değildir, çünkü o hiçbirşeye yaslanmamıştır. Binâenaleyh o, ancak yere düştüğünde, bir mekânda olmuş olur. Bunun böyle olduğu bilindiğine göre, gökler, kendisine yaslandıkları-dayandıkları bir mekânda değillerdir. Bu sebeble de dayandıkları direkleri yoktur. Ayetteki, terevneha hususunda şu iki izah yapılmıştır: 1) Buradaki zamir, göklere râcîdir. Buna göre mana, "Kendisini" gördüğünüz o gökler bir direk üzerinde değildir. Sizler onları işte böylece direksiz olarak görmektesiniz" şeklindedir. 2) Bu zamir, "direk" kelimesine râcîdir. Buna göre mana, "Görülmeyen direkler olsa bile, sizin görebileceğiniz direkler olmaksızın..." şeklindedir. Binâenaleyh bütün bunlar Allahü teâlâ'nın kudret ve iradesiyledir. Daha sonra Hak teâlâ, "Yere, sizi sarsar diye, ağır baskılar koydu. Oradaki herbir canlıyı yaydı" buyurmuştur. Bu, "sabit dağlar koydu (çaktı)" demektir. (......) ifadesi, ya sarsması hoş olmayacağı için" veya (sarsmasın) diye..." takdirindedir. Bil ki yeryüzünün sâbit-hareketsiz oluşu, ağırlığı sayesindedir. Aksi halde, sular ve rüzgârlar ile, yerinden oynardı. Eğer Allahü teâlâ, yeryüzünü hep kum gibi yaratmış olsaydı, ziraata elverişli olmazdı. Nitekim kumlu olan arazilerin kumunun, bir yerden bir yere geçtiğini, yer değiştirdiğini görmekteyiz. Daha sonra Cenab-ı Hak "Orada herbir canhyı yaydı" buyurmuştur. Bu, "Yerin hareketsiz oluşunda, hayvanların hareket edebilmesi gibi bir maslahat vardır" demektir. Binâenaleyh bunun manası, "Biz yeri (toprağı) hareketsiz, hayvanları ise hareketti halde yarattık. Çünkü eğer yer hareketli olsaydı, yerin sadece bir kısmi bazı hayvanların yasamasına elverişli olsaydı, o zaman, her hangi bir yere bağlı olmadan yaşayan hayvanlar o yere düşer ve orada ölürlerdi. Fakat yer hareketsiz, hayvanlar hareketli olunca, o zaman hayvanlar kendilerine uygun yerlerde gezip dolaşıp, oralarda hayatlarını sürdürmüşlerdir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Biz, gökten de su indirdik" buyurmuştur ki bu da, Allah'ın kullarına lütfettiği bir başka nimet olup, bütün bu nimetlerin tam ve mükemmel olsu, yerin hareketsiz olması sayesindedir. Çünkü atılan tohumlar, bitinceye-yetişinceye kadar bir yerde sebat etmezse, ziraat olmaz. Dolayısıyla eğer yeryüzünün parçalan, tıpkı kum gibi hareketli olsaydı, sebat olmazdı ve bitkiler yetişmezdi. Gayb siğasından mütekellim sigasına geçmede hem bir fesahat, hem hikmet vardır. Bundaki fesahat, Arap edebiyatında "iltifat" konusunda ele alındığı gibi, dinleyen kimse, aynı metod ve tarzda uzunca bir söz dinleyip, sonra kendisine başka bir üslubla konuşulmaya başlandığında, bu onun hoşuna gider. Baksana sen, "Zeyd şöyle şöyle... Halid şöyle şöyle... Amir de şöyle şöyle dedi" deyip, sonra da "Bekir de çok güzel konuştu" dediğinde. Bu ifadeler tekrar ettiği için, İnsana hoş gelir. Bundaki hikmet de şu iki açıdandır: 1) Yerin kütlesi ağırdır. Gök de bir mekânda değildir. Dolayısıyla bazı câhil kimseler, bu durumun tabiat gereği olduğunu sanabilir. Bazdan da yeryüzünün her tarafına hayvanların dağılmış olmasının, o canlıların irâdeleri sebebiyle olduğunu sanabilirler. Çünkü onların da iradeleri vardı:. Şimdi biz diyoruz ki: Bunların birincisinin tabiatın, ikincisinin ise hayvanların ihtiyarının neticesi olduğunu kabul edelim. Fakat hiç kimse, suyun üstteki havada mevcut oluşunun tabiî olduğunu söylemez. Çünkü suyun, tabiatı ve ihtiyarı neticesi üstümüzde-yukarıda yer alamaz. Çünkü suyun ihtiyar (iradesi) yoktur. O halde bu, Allahü teâlâ'nın İradesiyle olmuştur. İşte bundan dolayı O, "Biz, gökten de su indirdik" buyurmuştur. 2) Suyun indirilmesi, heryerde çok görülen ve her zaman tekrarlanan açık bir nimettir. Bu sebeble Cenâb-ı Allah, Kendi nimetlerine şükretmesi ve böylece ona rahmetini artırması için, insanın dikkatini çekerek, bu işi açıktan Kendisine isnad etmiştir. Allahü teâlâ, "Yerde her sınıftan güzel bitkiler bitirdik" yani "her cinsten bitkiler bitirdik" buyurmuştur. Senin açıp-genişleteceğin her cins, çifttir. Çünkü mesela bitki, ya ağaçtır, ya ağaçtan başkadır. Ağaç olan da, ya mevye verir, ya meyve vermez. Meyve veren de böylece iki kısma ayrılır. "Kerim" kelimesi, "keremli" demektir. Çünkü o bitkiler, hesabsız sınırsız olarak çokça verilir. Yahut da bu kelime, (......) kelimesinin "Buğzeden" manasına gelişi gibi, mükrim (ikram eden) manasınadır. 11"İşte bu, Allah'ın yaratmasıdır. O'ndan başkasının ne yarattığını haydi gösterin bana. Hayır, o zâlimler apaçık bir sapıklık içindedirler". Bu, "Allah yaratandır. Başkası ise hâlık (yaratıcı) değildir, öyle ise sizler nasıl oluyor da, Hâlık'a ibadeti bırakıp, mahluka ibadet ediyorsunuz?" demektir. Hak teâlâ daha sonra, "Hayır, o zâlimler "mübîfı" bir sapıklık içindedirler" buyurmuştur. Bu "mübîn" kelimesi, ya "açık-secik" manasınadır, yahut da "insan için bir sapıklık olduğu açıklanmış olan" manasınadır. Çünkü yolu bırakıp, yoldan sapmak bir sapıklıktır. Fakat yolun sağına veya soluna sapma, tam zıddı istikamete gitmek kadar dosdoğru yoklan uzaklaşma sayılmaz. Çünkü tam aksi istikamette gitmek, alabildiğine bir sapıklıktır. Halbuki insan için gaye, gidilecek hedef Allahü teâlâ'dır. Binâenaleyh kim O'na gitmek ister, ama dünya gibi başka şeylere bakıp durursa, bu kişi yolundan (hedefinden) sapmıştır. Ama kim de yönünü yöntemini Allah'a çevirirse, maksadına ulaşır. Fakat ancak bazı yorgunluklardan ve uzun bir yolculuktan sonra... Kim de O'nu arar ve O'nun dışında hiçbirşeye bakmazsa, bu kimse tıpkı dosdoğru bir yol üzerinde olan gibi olmuş olur. İşte bu, bir bıkkınlığa ve yorgunluğa düşmeden, kısa zamanda hedefine ulaşır. Ama hedefe sırtını çeviren kimse, yolculuğunu sürdürse bile, hiçbir zaman maksadına ulaşamaz. Buradaki "zâlimler" ile, ya ibâdetlerini esas mahallinin (sahibinin) başkasına yapan müşrikler, yahut da kendilerini, Allah'dan başkasına ibadet işine koyanlar kastedilmiştir. 12"Celalim hakkı için biz, Lokman'a, "Allah'a şükret" diye hikmet verdik. Kim şükrederse, ancak kendi faydası için şükreder. Kim de nankörlük ederse, şüphe yok ki Allah ganîdir, hamîddir". Allahü teâlâ, inadları yüzünden ve yaratmayanları herşeyi yaratana ortak koşmaları sebebiyle, "İşte bu, Allah'ın yaratmasıdır. O'ndan başkasının ne yarattığını haydi gösterin bana" (Lokman,11) ifadesi ile, bunların inançlarının bozuk olduğunu ve müşriklerin zâlim sapıklar olduklarını beyan edince, onların sapıklıklarının ve zulümlerinin, kendilerine peygamber gelmemiş bile olsa, Allah'ın hikmetinin gereği olduğuna delâlet eden hususu zikretmiştir. Bu, şöyle bir hususa işarettir: "Peygambere uymak, "taabbudi"liği (kulluk teslimiyetini) ortaya koymak için, manası akledilemeyen şeyler hususunda bile gereklidir." Artık, peygamberliğe mahsus olmayıp, manası akıl ile anlaşılan ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından bildirilmiş olup hikmeti anlaşılan hususlarda nasıl olur da ona itaat edilmez? İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, Lokman (aleyhisselâm)'ın kıssasını zikretmiş ve onun, peygamberinin getirdiği şeyleri hikmet sayesinde anladığını bildirmiştir. Binâenaleyh ayetteki, "Biz Lokmanda... hikmet verdik" ifadesi, amelin ilme uygunluğundan ibarettir. Binâenaleyh kendisine, amel-ilim uygunluğu nasib edilen kimseye, hikmet verilmiş demektir. Binâenaleyh o hikmeti, kendisine Allah'ın hikmetinin dahil olduğu konularda tarif etmek istersek, "Hikmet, amelin (işin-fiilin), malum olana (yani Allah'ça bilinenlere) uygun olarak gerçekleşmesi, yapılmasıdır" deriz. Bu tarife, şu da delâlet etmektedir: Bir kimse birşeyi öğrenir, ama onun faydalı ve faydasız yönlerini bilmezse, bu kimseye hakîm denilmez. Bu kimse olsa olsa, şanslı olmuş olur. Baksana, bir kimse kendisini yüksek bir yerden atsa, bir yere düşüp batsa ve kendisine bir şey olmaksızın, karşısına orada bir hazine çıksa, her nekadar kendini aşağı atması neticesi bir menfaat, ölmesi gibi bir zarardan kurtuluş olmuş olsa bile, o bunu baştan hesab etmediği için, ona hakîm denilmez. Oraya kişinin kendisini atmasının ölümüne sebep olacağını bile bile oradan atlasa, böylece her tarafı kırılsa, o, bu hareketi neticesinde olacakları hesab etmiş olmasına rağmen, buna da hakîm denmez. Bu söylediklerimize, Hak teâlâ' nın "Allah'a şükret" diye" ifadesi de delalet eder. Çünkü bu gibi yerlerdeki (......) edatı, en-i müfessire adını alır. Binâenaleyh bu, "Allah hikmet verme işini, bu ifade ile, yani "Allah'a şükret diye" ifade ile açıklamıştır ki, bu böyledir. Çünkü bu da, amel-ilim münasebeti ile ilgili olarak söylenen şeylerdendir. Zira insan, biri diğerinden daha mühim olan iki bilir ve daha mühim ile meşgul olursa, yaptığı ilmine uygun olur ve "hikmet" olur. Ama daha mühim olanı ihmal ederse, bildiğinin aksine hareket etmiş ohr ve bu, kesinlikte hikmet sayılmaz. Allah'a şükretmek herşeyden mühimdir. O halde hikmet, yapılması gerekli olan şeylerin, en önemlilerini yapmak demektir. Daha sonra Hak teâlâ, bu şükürden, sadece şükredenin faydası olacağını, "Kim şükrederse, ancak kendi faydası için şükreder" buyurarak; nankörlüğün de yine ancak nanköre (kâfire) zarar vereceğini, "Kim de nankörlük ederse, şüphe yok ki Allah ganîdir, hamîddir" buyurarak açıklamıştır. Bu, "Allah, hiçbir şükre muhtaç değildir ki, kâfirin küfrân-ı nimetinden (nankörlüğünden) ötürü zarara uğrasın. Çünkü O, insan kendisine şükretse de, etmese de zatı gereği hamde layıktır" demektir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele ve birkaç incelik var: Allahü teâlâ, hikmet verme işini, şükretme emriyle tefsir etmiştir. Fakat kâfir ve câhil de şükürle emrolunmuş- lardır. Binâenaleyh onlara da hikmetin verilmiş olması gerekir? Cevap: Allahü teâlâ'nın, "Allah'a şükret" diye" ifadesi, bir "tekvini emir" olup, Biz onu şükredenlerden kılmamız suretiyle, ona hikmet verdik" manasındadır. Kâfire atan "şükür" emri ise, "tekvinî" değil, "teklifi" bir emirdir. Allahü teâlâ, şükür ile ilgili ifadede, muzarî sîgası ile (......) şart edatı mazi ve muzariyi aynı manaya getirse bile, inkâr (nankörlük) ile ilgili ifadede ise, mazi sîgasıyla (......) buyurmuştur. Bu tıpkı, "Kim benim evime girdi veya kim benim evime girerse, hürdür" denilmesi gibidir. Cevap: Burada, hem bir manaya işaret, hem bir hususa dikkat çekme olup, bu, şu şekildedir: Şükrün, nimetler hep tekrar edip durduğu için, her zaman tekrarlanması gerekir. Binâenaleyh şükredenin, şükrü tekrarlaması ve sürdürmesi gerekir. İnkârın ve nankörlüğün ise, sona erdirilmesi gerekir. Binâenaleyh kim inkâr ederse, bu inkârını hemen terketmesi gerekir. Bir de, şükredenin şükrü, hiçbir zaman tam ve mükemmel olamaz. Aksine her zaman, onun bu şükrü, şükredenin var olmasını istediği, ama bir türlü var edemediği (tam manasıyla gerçekleştiremediği) bir şeydir. Nitekim "Ey Rabbim, nimetlerine şükretmem için, bana güç ver" (Ahkaf. 18) buyurmuştur. Binâenaleyh Cenab-ı Hak, yapılacak hiçbir şükrün mükemmel manada olamayacağına dikkat çekmek için, şükre muzârî sîgasıyla işaret etmiştir. Ama inkâr nankörlük), tam olarak tahakkuk eder. Dolayısıyla bunu da mazî sîgasıyla beyan etmiştir. Cenâb-ı Hak burada, "Kim şükrederse, ancak kendi faydası için şükreder. Kim de nankörlük ederse, şüphe yok ki Allah ganîdir..." buyurarak şükretme işini, küfrân-ı nimetten önce zikretmiştir. Rum sûresinde ise, "Kim küfrederse küfrü kendi aleyhinedir. Kim de iyi amelde bulunursa, kendileri için hazırlanmış olurlar" (Rum, 44) buyurmuştur. Niçin? Cevap: Biz diyoruz ki orada, bu, Hak teâlâ'nın, '"Allah'ın reddine asla imkân bulunmayan o günü gelmezden evvel ki, o gün (bütün insanlar) bölük bölük ayrılacaklardır, yüzünü haydi o dosdoğru dine çevir" (Rûm, 43) ifâdesinden ötürü, terhîb (korkutma amacıyla) için ele alınmıştır. Burada ise, terğîb için zikredilmiştir. Çünkü babanın oğula yapmış olduğu va'z ve nasihat, bir lütuf ve vaad üslubuyla olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim de iyi amelde bulunursa" (Rûm, 44) ifadesi, öncelikle, bizim bahsettiğimiz bu şeyi ortaya koymaktadır. Çünkü Rûm sûresinde ele alınanlar, reddi mümkün olmayan günden sonra oldukları için, o ameller yapılmış ve bitmiş demektir. İşte bu sebeple de Cenâb-ı Hak, mazî sîgasıyla orada, "Kim de iyi amelde bulundu ise" buyurmuştur. Burada ise, ele alınanlar, şimdi ele alındığı için, muzarî sigasıyla, "Kim şükrederse" buyurulmuştur. Cenâb-ı Hak, "Kim de nankörlük ederse, şüphe yok ki Allah ganîdir, hamîddir" buyurmuştur ki bu, "Allah, hamdedenlerin hamdinden müstağni, onların hamdi olmaksızın da, zâtı gereği mahmûd, hamde müstehaktır, Hamdeden kişi, Allah'a hamdetmesi sayesinde, ancak kendi mertebesini yüceltmiş olur" demektir. 13"Hani Lokman, oğluna, öğüt verirken şöyle demişti: "Evladım, sakın Allah'a ortak koşma. Çünkü şirk, elbette büyük bir zulümdür". Bu ifade, önceki ayetten anlaşılan manaya atfedilmiş olup, takdiri, "Biz, Lokman'a, kendisi için onu şükreder ve başkasına vaz û nasihat eder kıldığımızda hikmeti verdik..." şeklindedir. Bu böyledir, çünkü insanın mertebesinin Üstünlüğü, kendisi itibariyle kâmil ve başkasını da kemâle erdirici olması iledir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "şükret, diye" ifadesi, Lokman (aleyhisselâm)'ın kendisinin kemâle erdiğine; O'nun "Hani Lokman oğluna öğüt verirken, şöyle demişti..." ifadesi de, başkasını kemâle erdirici olmasına bir işarettir. Burada şöyle bir incelik vardır: Allahü teâlâ, bu hadiseden, akrabası olanı da olmayanı da irşada çalışan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üstünlüğü anlaşılsın diye Lokman (aleyhisselâm)'dan bahsetmiş ve çocuğunu irşada çalıştığı için de, onun bu gayretini takdir etmiştir. Çünkü, kişinin kendi çocuğunu eğitip irşad etmesi, zaten alışılagelen bir şeydir. Ama, yabancılara talim edip öğretmek hususunda birtakım sıkıntılara katlanmak ise, böyle değildir. Diğer taraftan, Lokman (aleyhisselâm) vaazına, en mühim olanla başlamış -ki bu şirk koşmaktan men etmektir- ve "Çünkü şirk, elbette büyük bir zulümdür" buyurmuştur. Bunun bir zulüm olması hususuna gelince, çünkü bu, ya, "Celâlim hakkı için biz, Ademoğullarını şerefli kıldık" (isra,70) ifadesi ile ikram edilen o kıymetli nefsi, adî şeylere ibâdet etmeye hasrettiği veyahudda ibâdeti, olması gerekli olan yerin dışına koyarak, orada istimal ettiği yer de, Allah'ın rızasının ve yolunun dışındaki yerler ve hususlardır. Bu zulmün "büyük" olarak nitelenmesi ise, o kimsenin bu işi, uygun olmayan bir yere yöneltmesi olması ve; bu yerin de, o işin mahalli olmaması sebebiyledir. Bu böyledir, zira bir kimse, Zeyd'in malını alır da Amr'a verirse, Zeyd'in malını Amr'ın eline koyarak onun eline geçmesini sağladığı için, bu bir zulüm olur. Ancak ne var ki bu malın, Amr'ın mülkü olması veyahutta, daha önce olmuş olan bir alışverişten veya sonradan zuhur eden bir mülk edindirme ile Amr'ın mülkü haline gelmiş olabilir. Şirk koşmak ise, mabûdiyyeti, tapınılırlığı, Allah'ın dışındakilere verme ile olur. Halbuki, O'nun dışındakiler, hiçbir zaman mâbûd olamazlar. 14"Biz insana, ana ve babasını tavsiye ettik. Onun anası, kendisini zaaf üstüne zaaf ile taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl sürmüştür. "Bana, ana-babana şükret. Dönüşün ancak banadır!" (dedik)". Cenâb-ı Hak, insanı, başkasına ibadetten men edip; başkalarına hizmet de şekil bakımından ibadete yakın bir şey olunca, bunun imkânsız olmadığını; tam aksine, bazı yerlerde, meselâ ana-babaya hizmet etmek gibi - başkaları için de vâcib ve gerekti olduğunu beyân etmiş, sonra da bunun sebebini açıklayarak, "Onun anası, kendisini taşımıştır" buyurmuştur. Yani, "Allah'ın kulu üzerinde doğrudan yaratmak suretiyle, var etme nimet); kuluna rızık vermek suretiyle de, onun hayatını sürdürmesini sağlama nimeti olarak" demektir. Allah lütfuyla, her ne kadar gerçek manada olmasa dahi, anneye de, şeklen buna benzeyen bir payeyi vermiştir. Çünkü, çocuğunu (karnında) taşıması sebebiyle, o çocuğun varlığını ortaya koymuş; emzirmesi sebebiyle de, onun bakımını ve bekâsını temin etmiştir. Böylece de, "Onun anası, kendisini taşımıştır". Yani, "O anne, Allah'ın kudreti sayesinde, o çocuğun varlığının sebebi; "sütten ayrılması da iki yıl sürmüştür", yani, "Yine o anne, ilahî kudret sayesinde, o çocuğun bekâsının sebebi haline gelivermiştir." Şekil itibariyle, varlık ve bekanın südûru o anneden olunca, Allah'a ibâdet gibi addedilen hizmet etmek de, ana-baba için gerekli olmuştur. Çünkü o anneye hizmet etmek, şeklen, Cenâb-ı Hakk'a ibâdet etmeye benzer. İmdi, bir kimse, "Allah, insana ana-babasını tavsiye etmiş, fakat, bu tavsiyenin sebebini ise, anne için zikretmiştir" derse, buna şöyle cevap verilir: Burada, özellikle anne zikredilmiştir. Ama, annede olan şey, babada da vardır. Çünkü, baba da çocuğunu yıllarca sulbünde taşımış ve onu, kazancıyla büyütüp beslemiştir. O halde bu, daha beliğdir. Cenâb-ı Hak, "Bana, ana-babana şükret..."diye"buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, kendi lütfü ile, kendisinden südur" eden şeyleri şeklen ana-baba için de kabul edince, -çünkü, çocuğun var olması, hakikatte Allah'dan ama şeklen, ana-babadandır- şükretmeyi de, kendisiyle onlar arasında taksim ederek, "Bana, ana-babana şükret" diye" buyurmuş, sonra da aradaki farkı belirterek,"Dönüşün ancak banadır" buyurmuş; ki bu, "Ana-babanın çocuğuna olan nimeti, dünyaya mahsustur. Benim nimetim ise, hem dünya, hem de ahirette söz konusudur. Çünkü dönüş ancak banad.;, bana" demektir. Yahut şöyle diyebiliriz: Cenâb-ı Hak, insanoğluna, hem kendisine, hem de ana-babasına teşekkür etmeyi emredince "bana döndüğünüzde mükâfaatınız bana aittir" demiştir. 15"Eğer onlar, sence ilimde (yeri) olmayan herhangi bir şeyi bana eş tutman üzerinde seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla, dünyada iyi geçin. Bana dönenlerin yoluna uy. Nihayet dönüşünüz ancak banadır. (O vakit), ben de size, ne yapıyor idiyseniz, onu haber veririm". Bu, "Kendisinde, Allah'a itaati terketme bulunmadığı sürece, ana-babanıza hizmet etmeniz vacibtir, onlara itaatta bulunmanız gereklidir. Ama, onların tavırları böyle bir neticeye götürüyorsa, onlara itaat etme!" demek olup, biz bu ayetin tefsirini Ankebût sûresinde yapmıştık (Ankebut, 8). Cenâb-ı Hak burada, "Bana dönenlerin yoluna uy" buyurmuştur ki, bu, "Onlara, cisminle, bedeninle sahip çık. Çünkü onların hakkı, senin bedenin Üzerindedir. Fakat, aklınla da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yoluna uy. Çünkü peygamber de, tıpkı babanın, senin bedenini eğitip büyütmesi gibi, senin aklını ve ruhunu eğitip büyütmektedir" demektir. 16"Evladım, gerçek şu ki, (yaptığın iyilik ya da kötülük) bir hardal tanesi kadar da olsa, bir kaya içinde, ya göklerde yahut yerin içinde gizlenmiş de olsa, Allah onu ortaya çıkarır. Çünkü Allah, latiftir, hakkıyla haberdardır". Bir önceki ayette, "(O vakit), ben de size, ne yapıyor idiyseniz, onu haber veririm" (Lokman. 15) buyurulunca, Lokman (aleyhisselâm)'ın oğlunun hatırına, gizlide yapılan şeylerin saklı kalabileceği gibi bir düşünce geldiği için, Lokman (aleyhisselâm), "Evlâdım (...)" demiştir. Yani, "O iyilik ve kötülük, küçüklük bakımından şayet bir hardal tanesi kadar da olsa, ve bu kadar küçük olmasına rağmen, meselâ bir kaya parçası gibi, korunmuş bir mekanda olsa dahi, Allah'a yine saklı kalmaz" demek olup, bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Ayetteki ifadesinin fâ harfiyle getirilmesi, bir araya toplanmayı ifade etmek için olup, "o tane küçük olsa, ve küçüklüğünün yanısıra, bir kaya parçast gibi korunmuş bir yerde saklanmış dahi olsa, o Allah'a yine de saklı kalmaz" demektir. Çünkü fâ, takîbiyye manasıyla, beraber oluş anlamını ifade eder. Şayet, "o kaya parçası, mutlaka ya göklerde yahutda yerde bulunan şeyler cümlesindendir. O halde, (gökler ve yerin ifade edilmesinin yanısıra), "kaya..." ifâdesinin getirilmesinin hikmeti nedir? Bir de, bir kimse, "Bu, adamdır veya kadındır veyahutda Amr'ın oğludur" diyecek olsa, " Amr'ın oğlu" ifadesi, bu iki kısımdan birisine girdiği için, bu söz doğru olmaz. O halde bu ifade nasıl anlaşılacaktır?" derse, (ne diyeceğiz?)" denilirse, biz deriz ki: Buna birkaç yönden cevap veririz: 1) Bazı müfessirlerin ileri sürdüğü gibi, buradaki sahra (kaya) kelimesiyle, üzerinde, (dünyayı boynuzlarıyla taşıdığı söylenen) öküzün bulunduğu kaya kastedilmiş olup, bu kaya da ne yerdedir, ne de göktedir. (Onların dışında bir şeydir). 2) Zemahşerî'nin ileri sürdüğü husus olup, buna göre bu ifadede, takdiri, "isterse bir kaya parçasında veya göklerde ve yerde olan başka bir yerde olsun..." şeklinde olan bir hazf bulunur. 3) Bizim şöyle dememizdir: Bu gibi taksimlerde daha hususî olanın öne alınması, genel ve umumî olanın ise, sona bırakılması caizdir. Ama, umumî olanın öne alınıp hâs olanın sona bırakılması ise caiz değildir. Sorunun ikinci deliline gelince, şunu diyebiliriz: Sizlerin, "Bir kimsenin, "Bu Zeyd'in, veya başkasının veya Amr'ın evindedir" demesi halinden Amr'in evi de, "başkası" ifadesine dahil olduğu için, doğru olmayacağını beyan etmesi gibidir. Ama, birinci misalinize gelince, bir kimsenin, "Bu Zeyd'in, veya Amr'ın yahut da başkasının evindedir" şeklindeki sözü, doğrudur, sahihtir, çirkin de değildir. Aynen bunun gibi, Cenâb-ı Hak, burada da hususî olanını önce zikretmiştir. Veyahut da şöyle diyebiliriz: Bir şeyin kapalı ve saklı olması, pekçok şekilde olabilir. Meselâ: a) Son derece küçük olmasıyla... b) Son derece uzak olması sebebiyle... c) Karanlıkta olması... d) Bir perde arkasında bulunması vs... Eğer bu saydığımız şeylerin hepsi meselâ büyük olması, yakın olması, ışıkta olması, perde arkasında olmaması gibi sebeplerle aynı anda yok olursa, örfe göre, o zaman saklılık olamaz. Binâenaleyh Allah, şu sayılan şartlar bulunmasa dahi, yine kendisinin görebileceğini, bilebileceğini bildirmek istemiştir. O halde, "Evlâdım, gerçekten şu iki (yaptığın iyilik ya da kötülük) bir hardal tanesi kadar olsa dahi" kısmı, o şeyin küçüklüğüne; "bir kaya içinde" kısmı, o şeyin bir perde arkasında oluşuna; "ya göklerde" kısmı, o şeyin uzaklığına, -çünkü gökler uzak olabilecek şeylerin en uzağıdır- ve, "yahut yerin içinde" kısmı, karanlıklara bir işarettir. Çünkü, yerin içi, mekânların en karanlık olanıdır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah onu ortaya çıkarır" ifadesi, bir kimsenin, "Onu Allah bilir" sözünden daha betîğ ve manidardır. Çünkü, bir şeyi görüp, o şeyi başkasına göstermeye kadir olamayan kimsenin durumu, ilim açısından, bir şeyi görüp onu başkasına da gösterenin durumundan daha aşağı mertebededir. O halde, cümlesi, “Allah onu, orada bulunanlara gösterir, izhar eder, açıklar” cümlesi, "Allah, kudreti her şeye nüfuz edendir" ve (......) kelimesi de, "Allah işlerin dış yüzlerini bildiği gibi iç yüzlerini de bilendir" anlamına gelir. 17"Evladım, namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çatış, başına gelen şeylere sabret. Çünkü bunlar, kat'i surette azmi gerektiren şeylerdendir". Lokman (aleyhisselâm) oğlunu, şirkten men edip, Allah'ın ilmi ve kudreti ile onu sakındırıp, ayağını denk almasını isteyince, ona tevhîde dair, gerekli olan şeyleri emretmiştir ki, bu da namazdır. Namaz, ihlâslı bir biçimde Allah rızası için yapılan bir ibadettir. Ayetin bu ifadesiyle, diğer ümmetlerde de namazın mevcudiyeti, ne var ki, şeklinin farklı olduğu anlaşılmaktadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış..." buyurmuştur ki bu, "Sen, Allah'a ibadet etmek suretiyle nefsin açısından kemale erdiğinde, başkalarını da kemale erdir... Çünkü, peygamberlerin ve onların varisi olan ulemânın işi, kendilerinin kemâle ermesi ve başkalarını da kemale erdirmektir" demektir. İmdi, eğer "Lokman (aleyhisselâm), oğluna vasiyyet ederken, niçin "emr-i ma'rûf'u, "nehy-i münker"den önce zikretmiştir? Halbuki daha önce, nehy-i münker'i, emr-i ma'rûftan İnce zikretmişti, çünkü ilk önce, "Evlâdım, sakın, şirk koşma" (Lokman, 13) demiş, daha sonra da, "Evladım, namazı dosdoğru kıl" (Lokman, 17) demiştir" derse, biz deriz ki: Lokman (aleyhisselâm), oğlunun, Allah'ın varlığına inandığını biliyordu; bu sebeple oğluna, iate bu manadaki ma'rufu emretmemiş, ama onu, işte bu manadaki marufa dayanan nûnker'den nehyetmiştir. Çünkü, Allah'a şirk koşan, itikâd açısından, Allah'ı büsbütün -eddetmeyip, (onunla beraber, başkasının da ulûhiyet vasfını taşıdığına inanır). Eğer o müşrike, bu hususu delille nefyetmesi gerekirse bu durumda, her ma'rufun mukabilinde, bir münker var demektir. Marifetullah konusunda maruf, O'nun varlığına -anmak; münker ise, O'nun varlığının yamsıra, ilah olarak, başkasının da bulunduğuna inanmaktır. İste bu sebeple Lokman (aleyhisselâm), oğluna, Lokman 13 ayetinde onda böylesi bir itikâd bulunduğu için, bu manadaki ma'rufu emretmemiş, ama onu münkerden nehyetmiştir. Çünkü, tefsirde varid olduğuna göre, onun oğlu müşrik idi. O da bu sebeple, ona va'z u nasihatta bulundu, müslüman oluncaya kadar, ona olan nasihatini devam ettirdi. Ama burada ise, oğluna, mutlak anlamda bir emir verdi. Dolayısıyla bu manadaki emirlerde, ma'rufun zikri münkerden önce gelir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Başına gelen şeylere sabret" buyurmuştur. Yani, "Emr-i maruf ve nehy-i münker'de bulunanlar, eziyyete maruz bırakılırlar. Ama Allah, bu konuda ona sabretmesini emretmiştir. "Bu, kesinkes hükmolunmuş farz olan işler cümlesindendir" demektir. Buradaki azm masdarı, ism-i mef'ûl anlamındadır. Nitekim sen, "Benim gündüzün yediğim, bir yufka ekmektir" dersin. Yani demektir. 18"İnsanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde şımarık yürüme. Zira Allah, her kibir taslayanı, kendini beğenip övüneni sevmez". Lokman (aleyhisselâm) oğluna, kendisinin kâmil olmasını, başkalarını da kemâle erdirmesini emredip, bu iki şeyden sonra, şu iki şeyden, yani; a) Başkalarını kemale erdirmesi sebebiyle, o başkalarına karşı kibir taslayacağından, b) Kendisinin kâmil olması sebebiyle de, için için böbürleneceğinden endişelenince, "Büyüklük taslayarak, "insanlardan yüzünü çevirme. Böbürlenerek de,yeryüzünde yürüme." Çünkü Allah, kibir taslayan kimseyi sevmez" demişti. Muhtâl, insanlara kendisinin büyük olduğunu göstermek isteyen kimse demektir ki, bu, tekebbür ve büyüklenmedir. Allah, fehûr'u, yani, kendi kendine büyüklenip gururlanan) da sevmez. Fehûr da, kendisinin büyüklüğüne inanan kimseye denir. Bu ayette, şöyle bir incelik bulunur: Allah, kişinin kendisinin kemale ermesi hususunu, başkalarını kemale erdirmeden önce zikretmiştir. Çünkü önce, "namazı dosdoğru kıl" demiş, daha sonra da, "marufu emret" buyurmuştur. Halbuki nehy konusunda ise, başkalarını kemale erdirmeyi ifade eden şeyi, kişinin kendi kemalini sağlayacak şeyden önce zikretmiştir. Çünkü O, önce, "yüzünü çevirme" demiş, daha sonra, "Yeryüzünde şımarık yürüme" buyurmuştur. Çünkü, müsbet, yani olumlu tarafta kemale ermemiş olan kimsenin, başkasını kemale erdirmesi mümkün değildir. İşte bu sebeple, kişinin kendi kemalini, başkalarını kemale erdirmesinden önce ele almıştır. Olumsuz tarafta ise, başkasına büyüklük taslayan, zaten böbürlenmiş olur. Çünkü bu kimse, başkasına karşı, kendisinin ondan herhangi bir yönden daha üstün ve büyük olduğuna inandığı zaman büyüklük taslar. Ama, kendi kendine büyüktenen ve gururlanan kimse ise, bazen büyüklük taslamaz ve kendisinin, insanlara alçak gönüllü davrandığını vehmedebilir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, burada, ilk önce, başkasına karşı kibirlenmeyi nehyetmiş, daha sonra da, kendi kendine böbürlenmeyi nehyetmistir. Çünkü O, (ilk önce) böbürlenmeyi nehyetmiş olsaydı, bundan, kibrin de nefyi gerekmiş olurdu, böylece de kibri yeniden nefyetmeye ihtiyaç duyulmazdı. Bu hususu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: "İftar etme, yeme" şeklinde bir cümlenin kullanılması caiz değildir. Çünkü, iftar etmeyen, zaten yemez. Ama, "yeme, iftar etme" denilmesi caizdir; çünkü, yemeyen kimse, yemenin dışında kalan başka şeylerle de orucunu bozabilir." Birisi şöyle diyebilir: "Böyle bir söz, iyice tefsir edip açıklamak için söylenmiş olabilir. O, meselâ "iftar etme, yeme" seklindekini sözünü, "yemek suretiyle iftar etme" manasında söylemiş olabilir. Böylece bu İki cümle, iki ayrı nehiy değil, tek bir cümle olmuş olur. 19"Yeryüzünde mutedil ol. Sesini ayarla, seslerin en çirkini, gerçekten, eşeklerin anırışıdır". Cenab-ı Hak, "Yeryüzünde şımarık yürüme" buyurmuştur. Bunun olmayışı da sazan, onun zıddının tahakkuk etmesiyle olur. Ki bunun zıddı, kendisine taban tabana zıt olan şey demek olup, bu da, kendisinde acizlik ve zayıflık hisseden ve zühd olsun : ye adeta ölgün ölgün yürüyen kimsedir. Bu sebeple (birinci ifadeye karşılık), Yürüyüşünde mutedil ol" buyurmuştur. Yani, "iki aşın uç arasında, orta bir yerde ol, o şekilde hareket et" demektir. Bu ayette birkaç mesele vardır: Sesi kısmayı emretmenin, mutedil şekilde yürümeyi emretme ile bir münasebeti var mıdır? Cevap: Evet, biz bu ilgiyi ister bilelim, ister bilmeyelim, vardır! Çünkü, ilahi kelamda, sın inanamayacak, sayılamayacak ve hiçkimse tarafından da bilinemeyecek kadar sınırsız manalar bulunur. Şu anda gönlüme doğan birkaç hususu, şu şekilde sıralayabiliriz: 1) İnsan, kıymetli bir varlık olunca, onun istek, gaye ve arzuları da kıymetli olur. Böylece de, bu arzu ve istekleri elde edememek, bir sıkıntı ve burukluk meydana getirir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, insanı, o gayelerini, yürümek suretiyle elde etmeye muktedir kılmıştır. Binâenaleyh, şayet maksadını elde edemezse, sözünü o matlûbuna ulaştırmaktan aciz olursa, o zaman ona seslenir. Bu durumda da, seslendiği o kimse, ya yerinde durur ya da yürüyerek ona doğru gelir. Birkısım hayvanlar, ses vasıtasıyla matlûblarına ulaşma hususunda, insanla müşterektirler. Nitekim koyun kuzusunu, meleyerek; inek, danasını; deve de yavrusunu böğürerek çağırırlar. Ancak ne var ki, bu ses, başkası için bir mana taşımaz. İnsan ise, varlıkları birbirinden ayırteder. Binâenaleyh, yürüme ve bağırma gibi hususlar, aynı maksada ulaştırıp, Lokman (aleyhisselâm) da oğlunu bunlardan birisine irşad edince, diğerine de irşad etmiş olur. 2) İnsanın üç tavrı vardır: a) Uzuvlarla amel, ki bu hususta, diğer canlılar da onunla müşterektirler. Çünkü amel, birtakım hareket ve sükûndan ibarettir, (diğer canlılarda da vardır bu). b) Dil ile ifade etmek ki, bu hususta, başkaları ona müşterek olamazlar. c) Kalbin taşıdığı niyyet ve azim ki, bunu da Allah'tan başkası bilemez. İşte, bu kalbtekine Cenâb-ı Hak, "Hakikat (yaptığın iyilik ya da kötülük) bir hardal tanesi kadar olsa dahi... "(Lokman, 16) ifadesiyle işaret etmiş olup, bu, "Kalbini ıslah et, çünkü Allah her şeyden haberdardır" demektir. Geriye, diğer iki husus kalmıştır ki, gerek fiil, gerekse sözler hususunda, normal ve orta olana bir işaret olmak üzere de "Yeryüzünde mutedil ol. Sesini alçak" (Lokman. 19) buyurmuştur. 3) Lokman (aleyhisselâm), oğlunu, hem insanî vasıflar, hem derece bakımından kendisinden daha üstün olan meleklere mahsus varlıklar, hem de, derece bakımından kendisinden daha aşağı olan canlılara ait olan vasıflar hususunda doğru olana iletmeyi ve irşad etmeyi istemiştir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "İyiliği emret, kötülükten vazgeçir" (Lokman, 17) emri, insana mahsus olan güzel hareketlere bir işarettir. Çünkü melek, bir başka meleğe herhangi bir şeyi emredip, onu herhangi bir şeyden de nehyetmez. O'nun, kibirlenmeme ve böbürlen memeye bir işaret olan "insanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde, şımarık yürüme" (Lokman, 18) şeklindeki ifadesi de, meleklerin sıfatları olan güzel hasletlere bir işarettir. Çünkü, büyüklenmeme ve böbürlenmeme, meleklerin vasfıdır. O'nun, "Yürüyüşünde mutedil ol Sesini ayarla" şeklindeki ifadesi de, diğer canlılara ait olan vasıflara bir işarettir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Seslerin en çirkini, gerçekten eşeklerin anırışıdır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hak, niçin sesi yükseltmemenin sebebinden bahsetmiş de, hızlı ve böbürlenerek yürümenin sebebinden bahsetmemiştir? Cevap: Bizim daha önce de belirttiğimiz gibi, yürüme ve bağırma gibi, her iki şey de, insanı bir matluba ulaştırır. Eğer insan o matlubuna, yürümek suretiyle ulaşırsa, o zaman yapacağı şey budur. Aksi halde onu, sesiyle haberdar eder, onu durdurur. Şimdi biz diyoruz ki: Sesi yükseltmek dinleyene eziyyet verir. Kulağa hızlıca çarpar. Çoğu kez de, kulağın içinde bulunan perdeyi deler. Ama, hızlı ve sert yürüme ise, kimseye eziyyet vermez. Veya, eziyyet verse bile, o yolda bulunmayanlara eziyyet vermez. Halbuki ses, sağdaki soldaki herkese ulaşır. Bir de, yürüme, yürüme organına eziyyet verir. Ses ise, duyma organına eziyyet verir. Duyma organı ise, kalbin kapısı üzerindedir. Çünkü söz, kulaktan kalbe geçer. Halbuki yürüme böyle değildir. Yine bizim görüşümüze göre, fiil ve sözlere, bir şeyle işaret edip seslenmeye gelince, sözün çirkini fiilin çirkininden daha çirkin; güzeli ise, güzelinden daha güzeldir. Çünkü dil, kalbin tercümanıdır. Deneyler de bunu doğrulamaktadır. Testerenin dişlerini eğe ile eğelemek ve bakırı demirle kesmek daha fazla nefret ettirici bir ses çıkarırken, eşeğin sesinin daha çirkin olduğu nasıl söylenebilir? Biz diyoruz ki, buna şu iki yönden cevap verilir: Bundan maksat, Hayvanların seslerinin en çirkini, eşeğin sesidir" manasınadır. Binâenaleyh, sizin isri sürdüğünüz şey, bir soru olamaz. Ve yine sizin bahsettiğiniz şey, genel anlamda bir maslahat ve bir düzenden dolayıdır. Dolayısıyla yadırganamaz. Ama, eşeğin sesi böyle değildir. Bu söylediğimiz şey, aynı zamanda ikinci cevaptır da. Ayetteki enker, ism-i tafdîl kalıbında olup, hangi manada kullanılmıştır? Biz deriz ki, muhtemeldir ki bu, "alabildiğine itaat etti" manasında olmak üzere, şeklindeki deyim kabilinden olması muhtemeldir. Çünkü, "ef'ale" kalıbı, şaz olanlar hariç, ne ism-i fâil, ne ism-i mef'ûl, ne de ayıp ve kusur ifade eden şeyler manasına kullanılır. Şaz olanlara misal, mesela Arapların, ism-i fail anlamında olmak üzere, Şundan daha itaatkâr"; ism-i mef'ûl manasında olmak üzere, "İki testisi olan (o kadından daha meşgul"; ayıp ve kusur ifade etme anlamında ise, "Falancadan daha ahmak" şeklindeki sözleridir. Buna göre (......) kelimesi, "ef'ale" vezninde, ism-i mef'ûl anlamına gelen (......) kelimesi gibidir. Bu durumda bu kelime, ism-i mef'ûl, yani munker; yadırganan, yadırganmış olan, anlamındadır. Yahut da biz deriz ki, bu kelime, yinebabından olmak üzere, "Bir şey yadırgandı, yadırganmış olan ve en çok yadırganan" tabirlerinden alınmıştır. Eğer bu kelime bu manada kullanılmışsa, bu ifadenin şu şekilde bir ince tarafı var demektir: Her canlının sesinden, mesela deve vb. hayvanlar gibi, onun, ya yükün ağırlığından ya da yorgunluktan dolayı bağırdığı anlaşılır. Ama eşek, yükün altında ölüp gitse veya öldürülse, katiyyen ses çıkarmaz. Ama, hiç gerekli olmayan bir zamanda, bağırır ve anırır. İşte bu durumda onun sesi yadırganır. Bunun tıpkı, (daha layık ve daha uygun) kelimesinin (layık, uygun) lafzından müştak olması gibi, (yadırganan) lafzından olduğu da söylenebilir. 20"Göklerde ve yerde olan her şeyi, Allah'ın size müsahhar kıldığını, açık ve gizli birçok nimetlerini, sizin üzerinizde bol bol tamamladığını görmediniz mi? İnsanlar içinde, hiçbir ilmi, hiçbir rehberi ve aydınlatıcı hiçbir kitabı yokken, hâlâ Allah hakkında mücadele eden kimseler vardır". Cenâb-ı Hak, "Gökleri direksiz yarattı" (Lokman. 10) ifadesiyle, kendi birliği hususunda istidlalde bulunup, Lokman (aleyhisselâm)'ın kıssasıyla da, bunu bilmenin nübüvvete tahsis edilmediğini, tam aksine bunun, hikmete muvafık olduğunu; peygamberin getirdiği tevhid, namaz ve güzel huyların hepsinin de üstün bir hikmet olduğunu; eğer bu, sırf teabbüdîliği gerektiren bir husus ise, hikmete uygun olması şöyle dursun, kabul edilmesi gerektiğini beyân edince, nimetleriyle birliğine istidlalde bulunmuştur. Çünkü biz, hükümdarın, nimet vermese bile, büyüklüğünden ötürü ona hizmet edileceğini, saygı gösterileceğini defalarca anlatmıştık. Padişaha, nimet verdiği için de hizmet edilir. Binâenaleyh Hak teâlâ, gökleri direksiz yaratıp, yere birtakım ağırlıklar koymak suretiyle, ululuğunu ortaya koymuş olması sebebiyle ibadete müstehak olduğunu beyan edip, "Biz gökten de su indirdik" (Lokman. 10) ayetiyle de birkısım nimetlerinden bahsedince, bundan sonra genel olarak nimetlerini ele almış ve "Göklerde ve yerde olan herşeyi, Allah size musahhar kıldı" yani "Göktekileri sizden ötürü emre âmâde kıldı. Çünkü güneş, ay ve yıldızlar, Allah'ın emrine musahhar olup, böyle oluşlarında kulları için pekçok faydalar vardır. Yine O, yerdekileri de, kullarından ötürü musahhar kılmıştır" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, "Açık, yani uzuvlarının sapasağlam oluşu ve gizli, yani onlardaki kuvvet nimetlerini sizin üzerinize bol bol tamamladı" buyurmuştur. Buradaki zahirî nimete, uzuvlardaki sağlamlık manasını; bâtınî (gizli) nimete de, o uzuvlardaki kuvvet manasını verdim. Çünkü uzuvlar zahirdir, onlardaki kuvvetler ise gizlidir, gözükmez. Baksana, göz ve kulak zahiren bir yağ ve kıkırdaktan ibarettir. Dil ve burun, zahiren bir et ve kemiktir. Ama herbirinde, görme, duyma, tatma ve koklama gibi bâtınî (gizli) özellikler vardır. Diğer uzuvların her biri de böyledir. Bazan, kuvvet yok olur, sadece uzuv kalır. Yaptığımız bu tefsir, yapılmış olan diğer izahlardan daha güzeldir. Çünkü buna göre, ayette hem âfâkî, hem de enfüsî nimetler delil getirilmiş olur. Binâenaleyh Hak teâlâ'nın "Göklerde ve yerde..." ifadesi, âfâkî nimetlere, "Açık ve gizli birçok nimetler..." ifadesi de, enfüsî nimetlere bir İşarettir. Bu iki ifade hakkında, tefsirlerde zikredilmiş pek çok görüşler vardır. Bizim söylediğimiz görüşün, nakle dayanan bir söz olması da muhtemeldir. Eğer bu manada nakle dayanan bir açıklama yoksa bile, söylediğimiz şey, en azından mümkün ve akla uygun birşeydir. Daha sonra Hak teâlâ, "İnsanlar içinde, hiçbir ilmi, hiçbir rehberi ve aydınlatıcı bir kitabı yokken, hâlâ Allah hakkında mücâdele eden kimseler vardır" buyurmuştur. Bu, "Yaratması ve nimet verişi ile O'nun bir olduğu sabit olunca, bazı kimseler ilimsiz, rehbersiz ve kitabsızca Allah hakkında mücâdele edip, O'ndan başkasının ya ilah, ya nimet verici olduğunu söylemeye çalışırlar" demektir. Bunlar üç mertebedir, ilim, hidayet ve kitap. İlim, hidayetten; hidayet de kitaptan daha üstündür. Bunu şu şekilde izah ederiz: İlme, bir hidayetcinin hidayeti olmaksızın, bilinen, açık-seçik hususlar da girmektedir. "Hidayet" sözünün içinde de, kitapta yer alan, ilham ve vahye dayanan hususlar yer alır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Böyle mücâdele eden o kimse, ne açık bir ilim, ne bir hidayetci tarafından kendisine gelmiş bir hidayet, ne de bir kitap olmaksızın mücâdele ediyor" demek istemiştir. Bunlardan birincisi sanki, Allah katından kendilerine ilim verilenlere bir işarettir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah sana bilmediğin şeyleri öğretir" (Nisa. 14) buyurmuştur. İkincisi, bir vasıta (aracı) sayesinde dosdoğru yola hidayet edenin derecesine işarettir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O'na kuvvetleri şiddetli olan (Cebrail) öğretti" (Necm, 5) buyurmuştur. Üçüncüsü de bu iki şey sayesinde hidayete eren kimsenin mertebesine bir işarettir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Elif - Lâm - Mîm. Bu, kendisinde şüphe olmayan bir kitaptır, müttakîler için hidayettir" (Bakara. 1-2) buyurmuştur. Cenâb-ı Allah, tefsir etmekte olduğumuz surede, "Muhsinler için bir hidayet ve rahmet" (Lokman, 3) buyurmuş; Secde Süresi'nde de, "Musa'ya kitabı verdik ve onu îsrâiloğulları için bir hidayet kıldık" (secde. 23) buyurmuştur. O halde kitap, peygamberin kavmi için bir hidayettir. Peygamber ise, kavmini, ya vasıtasız olarak Allah'dan aldığı emirlerle, yahut da Ruhu'l-Emîn (Cebrail) (aleyhisselâm) vasıtasıyla aldığı şeylerle hidayete erdirmeye çalışır. İşte bu sebeple Hak teâlâ, "İnsanlar içinde, ne kendisire mükaşefe yoluyla katımızdan verdiğimiz ilim, ne vahiy gönderdiğimiz kimsenin hidayeti, ne de bir vaz'u nasihat olarak kendisine okunan bir kitabı olmaksızın, cedelleşenler vardır" buyurmuştur. Burada şöyle bir incelik de söz konusudur: Allahü teâlâ, buradaki kitabı "münir" (aydınlatıcı) diye nitelemiştir. Çünkü onlar da bir kitaba dayanarak mücâdele ediyorlar ama, o kitapları, Tevrat gibi, artık tahrif edildikten sonra muharref olmuşlardır. Binâenaleyh eğer, Allahü teâlâ burada sadece "bir kitap yokken..." buyurmuş olsaydı, biri kalkıp, "O da kitapsız mücâdele etmiyor. Çünkü söylediğinin bir kısmı kitaplarında var. Mecûsî ve hristiyanlar bile, teslisi ve dualizmi, kitaplarına dayanarak söylüyorlar" diyebilirdi. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak burada, "Aydınlatıcı bir kitabı yokken" buyurmuştur. Çünkü o diğer kitaplar muzlim (karanlık)tır. Binâenaleyh ayetteki bu üç mertebeli ifadede, birinci ve ikincide tahrif ve tebdil ihtimali olmadığı için, ilim ve bidayeti, munir ve hak gibi bir vasıfla nitelememiştir. 21Âyetin tefsiri için bak:22 22"Onlara: "Allah'ın indirdiğine tabî olun" denildiği zaman, "Hayır, biz atalarımızı ne üzerinde bulmuşsak, ona uyanz" dediler. Yâ, şeytan onlarıcehennem azabına çağırıyor idiyse (ne olacak)? Kim nefsini (kendini), tamamen Allah'a, muhsin olarak teslim ederse, hiç şüphesiz en sağlam kulpa yapışmış olur. Bütün işlerin sonu ancak Allah'a dayanır" Allahü teâlâ, onların mücâdelelerinin ilimsizce olmasının yanısıra, son derece çirkin de olduğunu anlatmıştır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları Allah'ın kelâmına davet ettiği halde, onlar atalarının sözlerine takılıp kalıyorlar. Allah'ın kelâmı ile âlimlerin sözleri arasında bile, çok büyük mesafe ve uzaklık var iken, Allah'ın kelâmı ile câhillerin sözleri arasındaki mesafe ya nasıl olur, var düşün. Sonra burada ele alınan bir başka husus da o kâfirlerin, "Hayır, biz atalarımızı ne üzerinde bulmuşsak ona uyarız" yani, "Biz, Allah'dan inen sözü bırakır ve atalarımızın fiillerine (âdetlerine) uyarız" demiş olmalarıdır. Halbuki söz fiilden daha delâletlidir. Çünkü fiil, caiz de olabilir, haram da olabilir. Ama onlar bu fiillerin her türlüsünü rahatlıkla yaparlar. Bu fiilin, onların inançlarına göre vacib olması da mümkündür. Binâenaleyh eğer bir kimsenin, "yap" dediğini duysak ve yaptığı işin, sözünün aksine olduğunu görsek, o zaman gerekli olan, o kimsenin fiiline değil, sözüne itibar etmektir. Ya söz, Allahdan, fiil ise câhillerden olursa, durum nasıl olur? Daha sonra Cenâb-ı Allah, inkârî manada (yani red için) taaccüb ifade eden bir soru üslubuyla "Ya, şeytan onları cehennem azabına çağırıyor idiyse (ne olacak)?" yani "Eğer şeytan onları azaba götürmeye, Allah'da mükâfaata götürmeye çalışıyorsa, onlar buna rağmen yine de şeytana tabî olurlar mı?" buyurmuştur. Daha sonra Hak teâlâ, "Kim, kendini, tamamen Allah'a, muhsin olarak teslim ederse, hiç şüphesiz en sağlam kulpa yapışmış olur. Bütün işlerin sonu ancak Allah'a dayanır" buyurmuştur. Cenâb-ı Allah, müşriklerin ve Allah hakkında bilgisizce cedelleşenlerin halini anlatınca, Allah'ın emrine teslim olan mü'minlerin durumunu da anlatmıştır. O halde "Kim yüzünü (kendini), tamamen Allah'a teslim ederse..." ifadesi, o kimsenin imanına; "muhsin olarak" ifadesi de, o kimsenin amel-i salihine bir işaret olup, ayet aynen, Hak teâlâ'nın, "Kim iman eder ve sâlih amel işlerse..." (Kasas, 80) ayeti gibi olur. Cenab-ı Hakk'ın, "hiç şüphesiz en sağlam kulpa yapışmış olur" ifadesi, "Hiç kopmayacak bir ipe sımsıkı tutunur ve o ip sayesinde, en yüce makamlara tırmanır" demektir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var: Cenâb-ı Hak burada, "Kim yüzünü (kendini), tamamen Allah'a teslim ederse" Bakara Sûresi'nde ise, "Kim, yüzünü Allah için teslim ederse" (Bakara, 112) buyurup, harf-i cerrini, orada lâm harfi cerrini kullanmıştır. Zemahşerî şöyle der: (......) ifadesi, "Kendini sırf Allah için kıldı. O'na adadı" demektir. Vech (yüz) ise, "kendisi - zatı" manasınadır ifadesi ise, tıpkı bir kimsenin bir şeyi, bir başkasına teslim etmesi - vermesi gibi, "Nefsini (kendini), Allah'a teslim etti" manasınadır. Zemahşerî, başka birşey söylememiştir. Fakat buna şu da ilave edilerek, "Kendisini Allah'a adayan, derece bakımından, kendini Allah'a teslim edenden daha üstündür. Kendini Allah'a teslim edenden daha üstündür. Çünkü "ilâ" harf-i cerri gaye, "lâm" harf-i cerh ise, temlik ve tahsîs (sahib kılma ve has kılma) manası ifade eder. Nitekim birisi, "Sana doğru yöneldim" manasında, diyebilir. Onun bu sözü kavuşmanın olmadığını gösterir. Çünkü birşeye yönelmek, ona ulaşmadan öncedir. Ama, "Kendimi sana verdim, adadım" ifâdesindeki "sana sözü, has kıtası ifade eder, ama mesafeye ve ulaşmak için o mesafenin katedilmesine delalet eden gayeden haber vermez" denilebilir. Bu iyice anlaşılınca diyoruz ki: Bakara Sûresinde, yahudî ve hristiyanlar, "Cennete ancak yahudî veya hristiyan olan girebilir" (Bakara,111) demişlerdir. Allahü teâlâ da. onlara reddiye olarak, "Bu onların boş kuruntuları ve ümidleridir. De ki: "Eğer doğru iseniz, delilinizi getirin" (Bakara, 111) buyurmuştur. Daha sonra da onların sözlerinin yanlışlığını, "Hayır, hayır. (Ancak) kim özünü (yüzünü-kendini), Allah'a adarsa" (Bakara, 112) ifadesiyle beyan etmiştir ki bu, "Dünyada iken hem Allah'ı terkedeceksiniz, bâtıl arzularınızdan dolayı O'nun ayetlerini satacak (çiğneyeceksiniz), hem de cennete gireceksiniz, ama kendini tamamen Allah'a adamış kimseler ise, oraya giremeyecekler öyle mi? İşte bu bâtıl, asılsız bir sözdür. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ onlara karşı: "Hayır, hayır (ancak) kim özünü Allah'a adarsa ... ecir onadır" (Bakara, 112) buyurmuştur. Bir sözü en elzem şekli ile nakzetmenin, daha evlâ olduğunda şüphe yoktur. Bundan sonra Allahü teâlâ, onlara karşı, işi gücü Allah olan hlaslı kimselerin durumundan bahsederek, "Sizler cennete gireceksiniz, bu ise giremeyecek öyle mi?" demek istemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak onların yalan söylediklerini bildirerek, "Hayır, hayır!" buyurmuş ve böyle kendini Allah'a adayanlar için, cennetin üstünde bir derece bulunduğunu, "Onun ecri, Rabbi katındadır" ifadesi ile anlatmıştır. Bu da, Allah katında olma derecesidir. Fakat Cenâb-ı Hak burada, muhsin olana, sevabı ve yüksek derecelere ulaşmayı, vaadetmiştir. Dolayısıyla buna, ondan daha üstte olanlar haydi haydi dâhil olsun diye, daha düşüklere va'dde bulunmuş ve vaadini genelleştirmiştir ki bu açık olarak görülen bir inceliktir. Daha sonra Hak teâlâ, "Hiç şüphesiz en sağlam kulpa yapışmış olur" yani, "Kulpların en sağlamı, Allah tarafında olandır. Çünkü O'nun dışındaki herşey fânîdir. O ise sona ermeyen bir bakîdir" buyurmuştur. Daha sonra, "Bütün İslerin sonu, ancak Allah'a dayanır" buyurur. Bu, "O kimse böyle yaparsa, Allah'a ulaşmasını sağlayacak bir kulpa ve neticesi Allah'a ulaşan şeye sarılmış olur" demektir. Binâenaleyh o anda, neticesi Allah'a olan herşey meydana gelirse, neticesi de son derece güzel olmuş olur. Çünkü İşlerinin neticesinin birisine varıp dayanacağını bilen, ona varmazdan önce birtakım hediyeler gönderirse, bu takdimlerinin faydasını, onun yanına varınca görür. İşte buna, Hak teâlâ, "Kendiniz için önceden ne hayır takdim ederseniz, onu Allah katında bulursunuz" (Bakara, 110) buyurmuştur. 23Âyetin tefsiri için bak:24 24"Kim inkâr ederse, onun inkârı sana üzüntü vermesin. Onların dönüşü ancak bizedir. Biz de orüarın neler yaptıklarını haber vereceğiz. Şüphesiz Allah, gönüllerin sahip oldukları şeyleri hakkıyla bilendir. Onları, (dünyada) biraz yararlandıracağız, (ama) sonra onları ağır bir azaba (katlanmaya) mecbur edeceğiz". Allahü teâlâ, müslümanın halini anlatınca, kâfirin halini beyana geçerek, "Kim inkâr ederse, onun inkârı sana üzüntü vermesin" yani, "Bir kâfir inkâr ettiğinde üzülme. Çünkü tekzîb eden (yalanlayan-inkâr eden), kendi doğruluğunun ortaya çıkacağına ve üzülmeyeceğine kesin gözüyle bakmaktadır. Hatta, yalanlayan kimse, hidayette olanlardan olmadığında, muhatabını adamakıllı utandırmak için yalanına üzülür. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Onun inkân sana üzüntü vermesin. (Çünkü) onların dönüşü ancak bizedir. Biz de onların neler yaptıklarım (onlara) haber vereceğiz. Böylece de onlar mahcub olacaklardır" buyurmuştur. "Şüphesiz Allah, gönüllerin sahip oldukları şeyleri hakkıyla bilendir," yani Allah'a onların gizli ve açıktan yaptıkları hiçbirşey gizli değildir. Allah onlara, göğüslerinde sakladıktan (niyet ve düşünceleri) de haber verecektir, yani, burada helak olunacak olan o göğüslerin (kalblerin) sahipleridir. Daha sonra Cenâb-ı Allah, bahsettiğimiz bu şeyleri, tafsilatlı olarak zikretmek üzere "Onları (dünyada) biraz yararlandıracağa" buyurmuştur. Bu, "Onların bekâlan (hayatta kalış müddetleri) az bir zamandır" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sonra onlan mecbur edeceğiz" ifadesi ile, onlara tekzib ve İnkârlarının vebalini (neticesini) anlatmıştır ki bu, "Onlara, en çetin azabı musallat ederiz. Böylece onlar, kendiliklerinden o çetin azaba girer ve ateşten tokmaklarla azab eden o zorlu ve çetin meleklerden kaçar, cehenneme girmeye mecbur olurlar" demektir. Burada, bir diğer ince izah da şöyledir: Onlar, peygamberlerini yalanlayıp, sonra da işin böyle olmadığı ortaya çıkınca, cehenneme girmenin ve peygamberler topluluğu ile Rablerinin huzurunda durmayı tercih edemeyişin pişmanlığı onları sarar. Bu da, Hak teâlâ'nın, "Onların inkân seni üzmesin. Onların dönüşü ancak bizedir ve yaptıklarını onlara haber vereceğiz" (Lokman, 23) buyurmuştur. 25"Onlara gökleri ve yeri kimin yarattığını sorsan, muhakkak "Allah" derler. Sen de, "Elhamdülillah" de. Hayır, hayır onların çoğu bilmezler". Bu ayet, daha önceki ayetle şu iki yönden alâkalıdır: a) Allah Tealâ, varlığına ve birliğine, göklerin direksiz olarak yaratılışı ile ve gizli-âşikâr nimetleri ile istidlalde bulununca, onların bunu kabul edip, inkâr edemediklerini, dolayısıyla bu durumun, her türlü hamdin Allah'a âit olması gerektiğini, çünkü göklerde ve yerde olan herşeyin, yaratıcılarına muhtaç olduğunu, bütün hamdin Allah için olmasının da, başkasına ibadet etmemeyi gerektirdiğini, fakat onların bunu düşünemediklerini beyân etmiştir. b) Allahü teâlâ, "Onların inkârı seni üzmesin. Onların dönüşü ancak bizedir ve yaptıklarını onlara haber vereceğiz" yani "Onların yalanlamalarından ötürü üzülme, çünkü senin doğru, onların ise yalan oluşu, bize geldiklerinde, pek yakın bir zamanda ortaya çıkacaktır" ifadesi ile, peygamberin kalbini tesellî edince şöyle buyurmuştur: Bu, işte o gün, hatta o Kıyamet gününden de önce ortaya çıkacaktır. Çünkü onlar, göklerin ve yerin yaratılışının Allah'dan olduğunu kabul etmektedirler. Bu ise tevhid davasında, seni doğrular, şirk konusunda da, onların (kendilerinin) yalancı olduklarını ortaya kor. Binâenaleyh senin doğruluğun, seni yalanlayanların ise yalanı ortaya çıkacağı için, "Elhamdülillah" de." Cenâb-ı Hak, "Hayır, hayır onların çoğu bilmezler" buyurmuştur. Yani, seni tasdik etmeyi gerektirecek şeyi itiraf etmelerine rağmen, onların seni yalanlamaya mani olacak bilgileri yoktur. Bu manaya göre, "bilmezler" ifadesi, tamamen mef'ulsüz zikredilmiş olup, tıpkı birisinin, verdiği şeyin ne olduğu hiç düşünülmeksizin, sadece hem verip hem vermediğini kastederek, "Falan kişi bazan verir, bazan vermez" demesi gibidir. İşte burada da, "bilmezler" ifadesi, sadece "Onların ilimleri yoktur" manasınadır. Birinci manaya göre, bu fiilin akılda niyet edilmiş olan malum bir mef'ûlü vardır. Bu mef'ul de onların, bütün hamdin Allah'a alt olduğu hususudur, yani bunu bilmeyişleridir. Ama ikinci mana daha beliğdir. Çünkü "Falancanın şu konuda ilmi yoktur" sözü, "Falancada ilim denecek birşey yoktur" sözünden daha aşağı ve daha zayıftır. Yine "Falanca Zeyd'e ne faydalı, ne zararlı olur" şeklindeki söz, "Falanca ne fayda ne de zarar verir" şeklindeki sözden daha aşağıdır, (yani ifade kuvveti yönünden tesiri daha azdır). 26"Göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ındır. Şüphesiz O, Allah, ganîdir, hamîddir" Allahü teâlâ, bu yaratmadan gereken şeyi de zikretmiştir. Bu da, göklerde ve yerde bulunan herşeyin O'na ait olmasıdır. Gerçek de aklen ve şer'an böyledir. Aklen böyledir, çünkü mahlûk olan göklerde yer alanlar da mahluktur. Mahluk olanın, göklerin ve yerin yaratılışının kendisinden olana, nisbet edilmesi, O'na ait olduğunun söylenmesi de aklen lazım ve gereklidir. Çünkü bunlar mümkin varlıklardır. Mümkin varlıklar ise, ya ehl-i sünnetin dediği gibi, direkt (vasıtasız) olarak bir Vâcibü'l-Vücud sayesinde, yahut da başkalarının dediği gibi bir vasıta sebebiyle var olurlar. Her ne şekilde farzedilirse edilsin, netice itibariyle herşey Allah'tandır. Çünkü sebebin sebebi (esas) sebeptir. Durum şer'an da böyledir. Çünkü mülkiyeti kendisine ait olan bir yerden elde edilen (mahsul), o yerin sahibine aittir. İşte göklerde ve yerde bulunan herşey, ve onlardan elde edilen herşey göklerin ve yerin mâlikine aittir. Durum böyle olunca, hertürlü hamdin ancak Allah'a ait olacağı anlaşılır. Hak teâlâ'nın "Şüphesiz o Allah, ganîdir, hamîddir" ifadesi ile ilgili birkaç latîf mana vardır: 1) Herşey Allah'a aittir. O ise, hiçbir şeye muhtaç değildir ve herhangi birşeyden istifade etmez. Bunların yaratılışında, pek çok fayda vardır. Binâenaleyh bunları sizin için yaratmıştır. Çünkü O, ihtiyacı olmadığı için ganîdir (müstağnidir). Bunları vasıta ederek, ihtiyaçlarınızı giderdiği için de hamîddir, yani hamdolunması ve şükrolunması gerekendir. 2) Allahü teâlâ bütün hamdlerin, kendisine ait olduğuna dâir deliller zikrettikten ve ibadetin ancak kendisi için uygun düşeceğini belirttikten sonra, mükellefler, mü'min ve kâfir diye ikiye ayrılmıştır. Kâfir, Allah'a hamdetmez. Mü'min ise, O'na hamdederek, "O, hamdedenlerin hamdine ihtiyacı yoktur, müstağnidir" der. Böylece Allahü teâlâ'ya, kâfirin küfrü sebebiyle, herhangi bir noksanlık gelmez. Çünkü O, zaten mahmûddur, övgüye müstehaktır. İşte bu sayede, mü'minin isabetli olduğu ve Allah'a -addedenlerin, bu hamdleri sayesinde kemale erdikleri ortaya çıkmış olur. 3) Gökler ve göktekiler, yer ve yerdekiler Allah'a ait ve Allah'ın mahlûkatı olduğuna göre, bunların hepsi de muhtaçtırlar. O halde, Allah'dan başka ganî (müstağni) yoktur. Mutlak ganî O'dur. Her muhtaç, ihtiyaçlarını giderecek birisine muhtaç olduğu için, namd etmesi gereken (hâmid) durumundadır. Binâenaleyh mutlak manada mahmûd olan, ancak mutlak manada müstağni olandır ve O, her halükârda mahmûddur. Bu zaha göre, ayetteki "hamîd" kelimesi, "mahmûd" (hamd olunan) manasınadır. Allahü teâlâ kendisi hakkında "hamîd" demiş ise, bunun manası,"kendisini bu şekilde tavsif eden" demek olup, "O, ya kendisini, yahut kullarını birtakım hamîd (Övgüye değer) vasıflarla nitelemiştir" demektir. Fakat kul için, "hâmid" sıfatı kullanıldığında, hem bu manaya, hem de "Allah'a ibadet eden ve şükreden" manasına gelebilir. 27Âyetin tefsiri için bak:28 28"Eğer yeryüzündeki her bir ağaç kalem olsa, deniz de kendisine yedi deniz daha destek olmak üzere mürekkep olsa, yine Allah'ın kelimeleri tükenmez. Şüphesiz Allah azız ve hakîmdîr. Sizin yaratılmanız da tekrar diriltilmeniz de, ancak bir tek kişiyi yaratıp diriltmek gibidir. Şüphesiz, Allah semi ve basirdir". Allahü teâlâ, "Göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ındır" buyurup, göklerde olanlar göklere, yerde olanlar da yere has redildiği için, bu, O'nun mülkünün sonlu (sınırlı) olduğu vehmini verip, açık akıl da göklerin ve yerin sonlu olacağına hükmedince, kudretinde ve ilminde sınırsız-sonsuz bedî hususların bulunduğunu beyân etmek üzere: "Eğer yeryüzündeki her bir ağaç kalem olsa...", denizler mürekkep olmak üzere bu kalemlerle, Allah'ın kelimeleri yazılacak olsaydı, yine de Allah'ın sanatının enteresanlıkları bitip-tükenmezdi" buyurmuştur. Bu izaha göre, ayetteki "Allah'ın kelimeleri", bedî şeyler manasına tefsir edilmiş olup, bunun izahı şöyledir: O enteresanlıklar, "Kün" (ol) lafzı ile sağlanmıştır. Bu ise bir kelimedir. Sebebin isminin müsebbebe (neticeye) verilmesi caizdir. Nitekim cesur birisi, karşısına çıkıp kendisine meydan okuyana, "Ben senin ölümünüm" der. Yine hasta birisine, ilaç hakkında, "Bu senin şifândır" gibi ifadeler kullanılır. Yaptığımız bu izahın doğruluğunun delili şudur: Allahü teâlâ, Hazret-i Isa (aleyhisselâm)'ya da "Kelime" adını vermiştir. Çünkü babasız meydana geldiği için, o acîb ve harikulade bir iştir. İmdi, eğer birisi: "Bu ayet yahudiler hakkında gelmiştir. Çünkü onlar "Allah, herşeyi Tevrat'ta zikretmiş ve söylemediği, bahsetmediği hiçbirşey bırakmamıştır" deyince, Allahü teâlâ "Tevrat'ta bulunanlar, Allah'ın bütün kelâmına nisbetle, denizden bir damla kadar bile değildir" buyurmuş ve bu ayeti indirmiştir. Yine bu ayetin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Sen, "İlimden size ancak pek az birşey verilmiştir" (Isra, 85); ve "Kendisine hikmet verilmiş olana, pek çok hayır verilmiş demektir" (Bakara, 269) buyuruyorsun"diyen birisi hakkında nazil olduğu da ileri sürülmüştür. İşte bu ayet, bütün bunların, kullara nisbetle, bir hayr-ı kesîr (bol hayır), Allah'a ve O'nun ilmine nisbetle ise, pek az birşey olduğuna delâlet etmek üzere nazil olmuştur. Yine bu ayetin, "Peygamberin getirdiği (söylediği) şeyler bitecek" dedikleri için, kâfirlere bir reddiye olmak üzere nazil olduğu ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in buna karşılık, "Bu, ilahî kelamdır, Ditmez" dediği de ileri sürülmüştür. Sebeb-i nüzul olarak ileri sürülen bu şeyler ise, yaptığınız tefsire terstir. Çünkü bütün bunlar, ayetteki, "kelimeler" lafzı ile, "söz" manasının kastedildiğine delâlet etmektedir?" derse, biz deriz ki: Bu hususta zikrettiğiniz bu farklı görüşler (rivayetler) de, bizim verdiğimiz mananın, muhtemel olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü "kelimeler" lafzı, farklı farklı olmalarına rağmen, bahsettiğiniz bu şeylere bir cevap olmaya elverişli olunca, bunun genel bir ifade olduğu anlaşılmış olur. Bizim söylediğimiz mana da buna ters düşmez. Çünkü "Allah'ın kelimeleri", hiçkimsenin benzerini getirmeye gücünün yetmediği bir mucizedir ve enteresan şeydir. Binâenaleyh biz, "Allah'ın bedî şeylerinin nihayeti yoktur" dediğimizde, buna O'nun kelâmı da girer. "Sen, kelâmı mahlûk kabul ediyorsun" da denilemez. Çünkü biz, mahlûk olanın, harf ve terkibten meydana gelenler olduğunu söylüyoruz ki, bu da enteresandır. Fakat "kelimeler" (kelâm), Allah'ın sıfatlarındandır. Bil ki ayetler, her nekadar şu anda Kur'ân'da yazılı olduğu sıranın dışında bir sıra ile inmiş ise de (yani iniş sırasına göre, Kur'ân'a yazılmamış ise de), ayetlerin Kur'ân'da yazılış sıraları yine Allah'ın emri iledir. Çünkü Kur'ân Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in emriyle bu şekilde yazılmıştır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu emri de, Allah'dan aldığı emre (vahye) göredir. İşte bu, Kur'ân'da bulunan tertib hususunda kesin ve yakîn olan bir şeydir. Sonra bu ayette ilgili şöyle birkaç ince mana vardır: 1) Allahü teâlâ, "Eğer yeryüzündeki her bir ağaç kalemler olsa..." buyurmuş, ağacı müfret, kalemleri cemî getirmiş; "Eğer yeryüzündeki ağaçlar, kalemler olsaydı..." buyurmamıştır. Yine çokluğa işaret olsun diye, "Eğer yeryüzündeki her bir ağaç, bir kalem olsaydı..." da dememiştir. Çünkü ayetteki ifade "ağaç sayısınca kalem olsaydı..." demektir. 2) Hak teâlâ buyurmuş ve Bahr (deniz) Kelimesini, bütün cinsi içine alan (istiğrak ifade eden) ve böylece bütün denizlerin mürekkeb olması manasına gelecek olan lam-ı ta'rîf ile marife kılmış, daha sonra da mevcut olmayan (yedi kat) denize işaret olarak, "Kendisine yedi deniz daha destek olsa..." buyurmuştur ki, bu: "Eğer mevcut denizlere, yedi kat deniz katılsa, ilave edilseydi..." demektir. Ayetteki, "yedi" ifadesi, bu sayının yedi ile sınırlı olması manasına değildir. Bununla, velev ki bin deniz olsun, desteğin çok olmasına bir işarettir. Burada özellikle "yedi" rakamı kullanılmıştır. Çünkü bu rakam, örfen çokluk manasına kullanılır. Bunun böyle olduğuna şunlar delalet eder: a) Kendisine ihtiyaç duyulduğu için herkesçe malum olan şey, zaman ve mekân mefhumlarıdır. Çünkü mekânda maddeler, zamanda da fiiller bulunur. Fakat mekân yedi iklime (ana bölgeye), zaman da yedi güne bölünmüştür. Gezegenlerin sayısı da yedidir. Müneccimler ise, o gezegenlere ve yıldızlara pek çok şeyi nisbet ederler. Binâenaleyh yedi sayısı, örfen çokça vâkî olan şeyleri sınırlayan bir sayıdır. Böylece çok olan herşey hakkında kullanılmıştır. b) Tekil sayılar birden ona kadardır ki, bu ilk onluktur. Bundan sonrakiler ise yeniden birlerden başlar ve "ahad-a aşare" (onbir) "on iki..." denilir. Sonra yüzler onluklardan, binler de yüzlüklerden meydana gelir. Bunun böyle olduğu bilindiğine göre, diyoruz ki: Sayılan pek çok sayının, meydana geldiği şeyin en azı üçtür. Çünkü bu, başlangıç ile sonuç ve orta gibi iki tarafa muhtaçtır. İşte bundan ötürü, "isim" ve "fiil"in kendisinden meydana geldiği şeyin en azı üç harftir. Binâenaleyh asıl sayı demek olan, onluktan meydana gelen ilk kısım üç olunca, yedi sayısı ilk çok olarak kalmıştır. Binâenaleyh, çokluğun beyan edilmesi murad edilince, ayette, (7- yedi) kelimesi zikredilmiştir. İşte bundan dolayı, ibadetlerde, namazdaki rükundan rükuna geçişlerde, tesbihatın sayısı üçtür. Yine ilk kısımla yetinerek, mükellefe kolaylık olsun diye, abdestteki tekrarlar da üçtür. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre şimdi biz diyoruz ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Mu'min, bir bağırsağına; kâfir ise yedi bağırsağına yer" Buhari, etime, 12; Müslim, eşribe, 182(3/1631) şeklindeki sözü de, özellikle, "7- yedi" sayısı kastedilmeden, o yemenin azlığına ve çokluğuna bir işarettir. Yaptığımız bu tefsire göre, şöyle de denebilir: Cehennemin yedi kapısı vardır. Halbuki bizim, ziyâdeliğine bir işaret olsun diye, cennet hakkında, "Cennetin de sekiz kapısı vardır" şeklinde bir sözümüz vardır. Çünkü, cennette, hem en güzeli (el-hüsnâ) hem de ziyadesi olup, bunların pekçok kapıları ve başkasının çokluğuna mukabil de, fazlalıkları vardır. Bizim bu ayetteki, 7- yedi sayısıyla ilgili olarak bahsettiğimiz şeye, şu da delildir: Araplar, sekiz sayısını söylerlerken, bir vâv getirirler. Ferrâ, bu vâv'ın adının, "vâvu's-semâniye" (sekizin vâvı) olduğunu ve bunun ancak, isti'nâf, başlangıç için getirildiğini; çünkü sayının, örfte yedi ile tamam olduğunu; sekizincisi ile de, yeniden işe başlandığını belirtir. 3) Cenâb-ı Hak, "kalemler" ifadesiyle ilgili olarak, şu iki sebepten dolayı, yardım etme ifadesini zikretmem iştir: a) Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer yeryüzündeki her bir ağaç, kalemler olsa..." ifadesiyle kastedilenin, "Mevcut her ağaç sayısınca kalemler olsaydı..." şeklinde bir mana olduğunu beyan etmiştik. Buna göre, kalemler de mevcut ağaçlardan daha çok olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın, denizle alâkalı olarak, "deniz de kendisine yedi deniz daha destek olmak üzere..." ifadesi de, o denizin, mevcutlardan daha çok olması halinde, mana bakımından kalem ve denizin eşit ve denk olmaları haline bir işarettir. b) Yazma sebebiyle noksanlık daha çok mürekkebe arız olur. Çünkü, biten mürekkeptir. Halbuki, tek bir kalemle, pekçok kitabın yazılması mümkündür. İşte bu sebeple, mürekkep olarak kabul edilen deniz hakkında, "yardım" ifadesi zikredilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz Allah azîz ve hakimdir" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, melekûtunun çok olduğundan bahsedince, bunu doğrulayan hususa da işaret buyurarak, kendisinin, "azîz ve hakim" olduğunu söylemiştir ki, bu, "O, kudreti, tam ve mükemmel olandır. Böylece de, O'nun, sonsuz sayıda makdûru, kudret yetirdiği şeyler vardır. Eğer böyle olmasaydı, O'nun kudreti îcâda elverişli bir noktaya, Kemâle erişemezdi" demektir. O, hakimdir, yani ilmi tamdır; O'nun ilminde sınırsız şeyler bulunur. Böylece, "Denizin mürekkep olması halinde, O'nun ilim ve kudretinde olan herşeyin bitmeyeceği tahakkuk etmiş olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltilmeniz de, ancak bir tek kişi gibidir" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, ilim ve kudretinin mükemmel oluşunu beyan edince, müşriklerin öldükten sonra dirilmeyi uzak ihtimal görmelerini geçersiz kılan ifadeyi de getirmiş ve "Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltümeniz de, ancak bir tek kişi gibidir" buyurmuştur. Çünkü, kelimeleri sona ermeyen zât, ölülere, "olunuz" der de, bunun üzerine onlar da oluverir, yani diriliverirler. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz Allah semî ve basîrdir" buyurmuştur ki bu, "O, onların dediklerini bihakkın duyan; yaptıklarını bihakkın görendir. Binâenaleyh O, öldükten sonra diriltmeye kadir olup, onların söz ve fiillerini de çepeçevre kuşatıcı bir zât olunca, bu, (kötülüklerden) tam bir kaçışı ve kâmil anlamda sakınmayı gerektirir. 29"Görmedin mi, Allah geceyi gündüzün içine, gündüzü de gecenin içine sokuyor? Güneşi ve ayı, size müsahhar kılmıştır. Herbiri muayyen bir vakte kadar akıp gidecektir. Hakikaten Allah, ne yaparsan, hakkıyla haberdardır". Bu ayetin daha önceki ayetlerle münasebetinin şu şekilde olduğu söylenebilir: Allahü teâlâ genel anlamda, "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini Allah'ın, sizin için müsahhar kıldığını görmediniz mi?" (Lokman. 20) buyurunca, bunlardan, o yer ile gökte bulunanların bir kısmını hususî bir biçimde zikrederek, "geceyi gündüzün içine... sokuyor..." demiştir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Güneşi ve ayı size müsahhar kılmıştır" sözü, göklerdekilere; bundan sonraki, "Allah'ın nimetiyle, denizde gemilerin akıp gitmekte olduğunu görmedin mi?" (Lokman, 3) sözü de, yerdekilere bir işarettir. Bu münasebetin şu şekilde olması da muhtemeldir. Cenâb-ı Hak, öldükten sonra dirilmeden bahsedip birtakım kimseler de, "Bizi ancak "dehr" helak eder" (casiye, 24) deyip, "dehr" de geceler ve gündüzlerden meydana gelince, Cenâb-ı Hak, “Ölümünüzü ve hayatınızı kendisine nisbet ettiğiniz bu geceler ve gündüzler, Allah'ın kudretiyle meydana gelmektedir" buyurmuştur. İşte bu sebeple de, "Görmedin mi, Allah geceyi gündüzün içine, gündüzü de gecenin içine sokuyor" buyurmuştur. İmdi biri çıkıp dese ki, "Bu, güneşin hareketinin farklılığı neticesinde olmaktadır. Çünkü bazan güneşin yerin üstünde çizdiği eğri (kavis) yerin altındakinden daha çok olur; böylece de, gece daha kısa, gündüz ise daha uzun olur. Bazan da, aksi olur. Bazan da eşit olur. Böylece de, gece ile gündüz eşit olmuş olurlar..." Cenâb-ı Hak bunu ifade etmek için, "Güneşi ve ayı size müsahhar kıldı" buyurmuştur. Yani, Sizler şayet bütün bu şeylerin, başlangıçları itibariyle Allah'tan olduklarını itiraf etmeseniz bile, bütün bunların, sonunda Allah'a ve O'na dönecek olduklarını itiraf etmeniz gerekir. Binâenaleyh, zamanlar, eğer birtakım destekler sayesinde; yardımlar da yıldızların hareketleri sebebiyle ise, bilesiniz ki yardımların hareketi ancak Allah ve O'nun kudreti sayesindedir" demektir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: "Gecenin gündüze sokulması" şu iki manaya gelebilir: 1) Bununla gecenin, gündüzün vaktine katılması kastedilmiş olabilir. Yani, kendisinde gündüzün tahakkuk ettiği zaman parçası içinde, gece meydana gelir. Çünkü gece, meselâ oniki saat olup, daha sonra uzadığında, gece, kendisinde daha uzun gündüzün bulunduğu bir zaman içinde mevcut olmuş olur. 2) Bununla gecenin zamanının gündüze sokulmasının kastedildiğinin söylenmesidir ki, bu, "Gecenin zamanı, gündüzde kılındı" demektir. Çünkü gece, daha önce de bahsettiğimiz gibi, oniki saat olup, daha sonra kısaldığında, gecenin zamanı gündüzde mevcut olmuş olur. Bundan başkası da mümkün değildir; çünkü geceyi gündüze sokmak, imkânsızdır. Yaptığımız bu takdire, her halükârda ihtiyaç vardır. Ancak ne var ki birinci izah daha evladır; çünkü, gece ve gündüz birtakım fiiller olup, fiiller ise, zaman içinde meydana gelir. Çünkü zaman, zarftır; o halde bizim, "Gündüzün zamanındaki gece" şeklindeki dememiz "gecenin zamanı gündüzdedir" dememizden daha münasiptir. Çünkü ikincisi zarfı mazruf haline getirir. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, şimdi biz diyoruz ki, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi, "Allah, geceyi, gündüzün bulunduğu bir zamanda var eder" anlamındadır. Allahü teâlâ, Kur'ân'da pekçok yerde, gecenin icadını, gündüzün icadından önce zikretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Geceyi ve gündüzü iki ayet kıldık" (Isrâ, 12); "Karanlıkları ve nuru yarattı" (En'am, 1) ve "Gece ile gündüzün birbirini izlemesi..." (Al-i İmran, 190) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, "O, hanginiz daha güzel amel edecek diye imtihan etmek için, ölümü de hayatı da takdir eden, yaratandır" (Mülk. 2) ayeti de, aynı anlamda bir ifade olup, bu şöyle hikmetli bir meseleye işarettir: Karanlığın bazan, ışığın olmayışı olduğu sanılır. Gecenin de, ışığın olmayışı; gündüzün bulunmayışı olduğu zannedilir. Yine hayatın da, ölümün olmayışı olduğu sanılır. Halbuki, durum hiç de böyle değildir. Çünkü ezelde, mümkin bir varlık için, ne gündüz, ne ışık, ne de hayat söz konusudur. Orada, ölüm veya karanlık veyahut da gecenin olduğu da söylenemez. Binâenaleyh, bütün bu işler, tıpkı, "kör ve sağır" lafızları gibidir. Binâenaleyh, körlük ve sağırlık, sırf görmeme ve duymama değildir. Çünkü, taşın da ağacın da gözü kulağı yoktur, ama bunlardan hiçbirisi için, "kör ve sağır" ifadeleri kullanılmaz. Bunun böyle olduğu iyice kavranınca, şimdi biz diyoruz ki, kendisinde körlük ve sağırlığın bulunduğu şeyde, mutlaka, onların aksini gerektirecek bir vasfın bulunması gerekir. Aksi halde o şey hakkında "kör veya sağır" ifadeleri kullanılmaz. Kendisinde herhangi bir şeyi iktizâ eden bir hususun bulunduğu ve bu şeyin muktezâsınm da tahakkuk ettiği şey için, insanın nefsi bir sebep aramaz. (Normal hali öyle olan bir şey için sebep aranmaz.) Meselâ, çarşı ve pazardan geçimini temin eden birisini gören kimse, onun için, "Onun çarşıda pazarda ne işi var?" diyemez. Ama, muktezânın (olması gerekli olan şeylerin) aksine durumlarda ise, insanın nefsi, onun sebebini araştırmayı arzular. Bu da meselâ birisinin hükümdarı çarşıda görüp, "Bunun, çarşıda pazarda ne işi var?" demesi gibidir. İşte bu sebeple, her bir insan, körlüğün ve sağırlığın sebebini sorar soruşturur ve "Falanca niçin kör oldu?" der ama, "Niçin görüyor, kör değildir?" demez. Durum böyle olunca, Allahü teâlâ, İnsanların, sebebini araştırdığı şeyi önce getirmiştir ki, bu da, herkes sebebini araştırdığı için, körlük, karanlık ve ölüm kabilinden olan gecedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, diğer kısmı zikretmiştir. Cenâb-ı Hak, muzari sîgasıyla, yûlicu buyurmuş, ama, güneş ve ay hakkında, mazî sîgasıyla sehhare lafzını kullanmıştır. Çünkü, gecenin gündüze sokulması, her mevsim, hatta her gün yenilenen ve değişen bir husustur. Halbuki güneşin ve ayın müsahhar kılınması ise, devam edegelen bir iştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, bir başka ayetinde de, "Nihayet o, eski hurma salkımının eğri çöpü gibi bir hale dönmüştür" (Yasin, 39) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, güneşi, kendisinde ayın hükümranlığının bulunduğu geceyi, kendisinde güneşin hükümranlığının bulunduğu gündüzden önce zikretmesine rağmen, burada, güneşi aydan önce zikretmiştir. Çünkü, gecenin takdim edilmesinin, insanların nefislerini, onun sebebini gündüzün sebebinden daha fazla sorup araştırmalarından olduğunu beyân etmiştik. Burada da böyledir. Çünkü güneş, daha büyük ve muazzam olunca, o zaman daha ilginç olmuş olur. Kişinin gönlü ise, enteresan bir şeyin sebebini, böyle olmayan şeyin sebebinden daha fazla merak eder, araştırır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Hakikaten Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır" ifadesinin kendisinden öncekiyle münasebeti nedir? Cevap: Gece ve gündüz, içinde fiillerin meydana geldiği bir mahal, zarf olunca, Allah, kendi tasarrufu ile olan bu iki zamanda meydana gelen şeyin, Kendisine gizli ve saklı kalmadığını da beyan buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Görmedin mi?" ifadesi şu iki manaya muhtemeldir: 1) Bu hitap, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapılmış olabilir, ulemâ da bu kanaattedir. Böylece sanki, Cenâb-ı Hak başkasına hitab etmek istememiştir. Çünkü, peygamberin dışında kalanlara, meselâ kâfirlere, küfürlerinde ettikleri için hitab etmenin bir faydası yoktur. Peygamberin dışındaki mü'minlere -bunlar zaten, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in emrini kabul edip, bakışları onun yüzüne olduğu için- hitâb etmemiştir. 2) Bununla, bir vaz'u nasihat kastedilmiştir. Vaz eden ise, hitab ederken, muayyen bir kimsdeyi hedef almaz da, büyük bir topluluğa hitaben, "Ey zavallı insan, dönüşün adır. O halde, (orada) sana yardım edecek olan kimdir? Peki daha niçin, emirler ve yasaklar hususunda kusurlar işliyorsun?" der. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi, işte bu kabil bir hitab olup, "Ey gafil, bu açık ve seçik görmez misin?" demektir. 30"Bu şundandır: Çünkü Allah, hakkın tâ kendisidir. O'ndan başka taptıkları ise, hiç şüphesiz bâtıldır. Allah, çok yücedir, çok büyüktür". Cenab-ı Hak, "Şüphesiz Allah, aziz ve hakîmdir" (Lokman, 27) ve "Şüphesiz Allah ve basîtdir" (Lokman, 28) beyanlarıyla kendisinin kemâl sıfatlarından bahsedip, "Allah'ın kelimeleri tükenmez" (Lokman, 27) ve "Geceyi gündüzün içine sokar" (Lokman, 29) ifadeleriyle, kendisinin iradesine ve kemâline işaret edip, netice olarak Onun, "O, ganîdir" (Lokman, 26) şeklindeki ifadesi, selbî her bir vasfa işaret olup, -çünkü O, ganî olunca, varlığını devam ettirebilmesi için ne cevhere muhtaç olan bir araz, ne devamı için bir mekana muhtaç olan bir cisim, madde; ve ne de bir mucide muhtaç olan bir mümkin varlık olmaz-, bundan sonra da, sarîh ve zımnî olmak üzere, O'nun bütün sübûtî vasıflarından -zira hayat, ilmi ve kudretinin zımnındadır- bahsedince,"Bu şundandır: Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir" buyurmuştur. Yani, "Bu şekilde vasıflanmak, O'nun hak olması sebebiyledir" demektir. Hak olan ise, sabit ve var demektir. Var ve sabit olan da, Allah'dır. O halde Allah, zevali olmayan mutlak sabit demektir ki, işte sübut budur. Çünkü, en doğru görüş, O'nun varlığının, O'nun hakikatinden başka olduğudur. O halde O'nun dışında kalan her şey için, O'na nisbetle, bir zeval söz konusudur. Allah ise, kendisine nisbetle, sübutu ve varlığı olan zâttır. O halde O, hak; O'nun dışında kalanlar ise, bâtıldır. Çünkü bâtıl, zeval bulandır. Zira Arapça'da, yok olup gittiği zaman, "Gölgesi yok olup gitti" denilir. O'nun her yönden sübutu söz konusu olunca, kendisinde noksanlık bulunmayan tam bir varlık olmuş olur. Bil ki, hükemâ şöyle demiştir: Allah, tamdır ve tamamın üstündedir. Onlar eşyayı nakıs, yeterli, tam ve tamamın üstünde olmak üzere dörde ayırırlar. O halde nakıs, kendisi için olması gerekli şeyler, kendisinde bulunmayan şeydir. Meselâ, çocuk, hasta ve âmâ gibi... Yeterli olan, kendisine, her vakit ihtiyacını giderebileceği şeylerin verilmiş olduğu kimsedir. Meselâ, sayesinde ve vaktinde İhtiyaçlarını giderebilecek alet ve edevatları bulunan insan ve bazı hayvanlar gibi. Ancak ne var ki bu filet ve edevat, çözülmede o zevale doğru yol almaktadır. Tam, kendisine ihtiyaç duymasa dahi, kendisinde olabilecek şeylerin tamamı kendisinde bulunan şey demektir. Meselâ, kendileri için, artmayan ve Allah'ın, onlardan hiçbir şeyi eksik bırakmadığı birtakım dereceler bulunan mukarreb melekler bu kısımdandır. Nitekim Cebrail (aleyhisselâm), "Bir parmak boğumu kadar daha yaklaşsaydım, yanardım" demiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Bizden kimse müstesna olmamak üzere, herbiriiçin malûm birer makam vardır" (Saffat, 164) buyurmuştur. Tamâmın üstünde olan ise, kendisinde, hem kendisi için olan şeylerin, hem de kendisi dışında kalanlar için olan şeytorie, muhtaç oldukları şeylerin bulunduğu zattır. İşte Allah, kemâl ve celâl sıfatları gibi, kendisi için olabilecek herseyin bulunduğu bir zâttır. O halde O, tamdır. Kendisi dışında kalanlar için olabilecek ve muhtaç oldukları her şey, O'nda mevcuttur. O halde O, tamamın da fevkindedir. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, şimdi biz diyoruz ki, ayet-i kerimedeki ifadesi, Allah'ın oluşuna; "Hakikat Allah, o, çok yücedir, çok büyüktür" cümlesi de, O'nun, tamamın fevkinde olduğuna işarettir. "O, çok yücedir" yani, sıfatları hususunda; "çok büyüktür" yani "zâtı hususunda büyüktür" demek olup, bu O'nun, bir mekânda bulunan bir cisim olmasına aykırıdır. Çünkü O, bu durumda, herhangi bir miktarla takdir edilmiş olan bir beden ve cisim olmuş olur ki, bu durumda, O'ndan daha büyüğünü düşünmek ve farzetmek de mümkün olabilir. Böylece de, o farzedilene nisbetle O, küçük olmuş olur. Ancak ne var ki O, mutlak olarak büyüktür ve tasavvur olunan her şeyden de büyüktür. 31"(Kudret) delillerinden birkısmını size göstermek için, Allah'ın nimeti ile, denizde gemilerin akıp gitmekte olduğunu görmedin mi? Şüphe yok ki bunda, çok sabreden ve çok şükredenler için ibretler vardır". Cenâb-ı Hak, "Görmedin mi, Allah geceyi gündüzün içine, gündüzü de gecenin içine sokuyor. Güneşi ve ayı, size müsahhar kılmıştır" (lokman, 29) âyetiyle göklerle alâkalı bir delil ve mucizeden bahsedip, böylece de hem sebebe hem de müsebbebe işarette bulununca, yerle alâkalı ayetten bahsetmiş, böylece de hem sebebine hem de müsebbebine işaret etmiştir. O halde "denizde akıp gitmekte olan gemiler..." ifadesi, müsebbebe; "Allah'ın nimeti ile" ifadesi de sebebe, yani Allah'ın emriyle olan o rüzgarlara bir işarettir. yani, "o gemileri kendi nimetiyle hareket ettirmek suretiyle size; yani, "ayetlerinin bir kısmını göstermek için..." demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki sabreden yani sıkıntı anında alabildiğine sabırlı, bollukta alabildiğine şükredenler için ibretler cardır" buyurmuştur. Bu böyledir, zira mü'min kimse, Allah'ı hem sıkıntı hem belâ, hem nimet hem lütuf anında anar ve hatırlar. Böylece de, başına bir belâ geldiğinde sabreder; bir nimet geldiğinde ise, şükreder. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mükellefiyetlerin birtakım fiil (yani emirleri yapmak) ve terklerden (yani, yapmamaktan) ibaret olduğuna işaret etmek için İman ikiye ayrılır; yarısı sabır, yarısı da şükürdür" buyurmuştur. Kenzul-Ummâl. 1/61 Terkler, alışılmış şeylere karşı sabırdır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Oruç, sabırdır; fiiller ise, (dinen) maruf olan şeylere karşı şükürdür" buyurmuştur. 32"Onları, altında gölgeler yapan (dağlar) gibi dalga sardığı vakit, dini yalnız Allah'a tahsis etmek suretiyle, ihlâslı kimseler olarak Allah'a duâ ederler. Sonra Allah onları esenlikle karaya çıkardığı zaman, içlerinden birkısmı orta yolu tutar. Ayetlerimizi gaddar ve nankör olanlardan başkası, bilerek İnkâr etmez". Allah, bir önceki ayette, "Şüphe yok ki bunda, çok sabreden ve çok şükredenler için işaretler vardır" buyurunca, hepsinin bunu tasdik ettiğini; ne var ki, basiret sahibi kimselerin bunu hemen idrâk edip anladığını, ama görüşünde zayıflık bulunan kimsenin ise, bunu baştan anlamadığını; kendisini (böylesi) dalgalar sarıp bası dara girdiğinde, bütün her şeyin Allah'dan olduğunu itiraf ettiğini; ihlâslıca duâ ettiğini, yani, Allah'ın dışında kalan her şeyi bırakıp, O'nun dışında katan her şeyi unuttuğunu; ama O onu, o sıkıntıdan kurtardığında ise, bu halini devam ettirdiğini, -ki bu, Cenab-ı Hakk'ın, "içlerinden birkısmı orta yolu tutar" cümlesiyle kastedilendir-, bazan da, yeniden şirke döndüğünü, -ki bu da, "Ayetlerimizi gaddar ve nankör olanlardan başkası, bilerek inkâr etmez" cümlesiyle kastedilendir- belirtmiştir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Ayet-i kerimede mevc kelimesi tekil, zulel ise çoğul getirilmiştir ifadesinin manasının, o dalganın büyüklüğüne bir işaret olsun diye, "dağlar... gibi"; "bulutlar... gibi" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Şöyle de denebilir: Tek bir büyük dalgada, iniş ve çıkışlar görülür. Büyük bir nehrin akışına bile bir baktığında, bunun böyle olduğu ortaya çıkar. Böylece bu, adeta, birbirini izleyen ve birbirine yapışık (geçit vermeyen) dağlar gibi olur. Cenâb-ı Hak, Ankebût Sûresinde, "...gemiye bindikleri zaman... Allah'ı (gönülden) çağırırlar..." (Ankebût, 65) buyurmuş, daha sonra da, "Fakat onlan esenlikle karaya çıkarınca, da hemen Allah'a eş katanlar onlardır" (Ankebut, 65) buyurmuştur. Burada ise, "Sonra Allah onları esenlikle karaya çıkardığı zaman, içlerinden birkısmı ortayolu tutar" buyurmuştur. Niçin? Cevap: Cenâb-ı Hak burada, büyük bir şeyden, yani dağlar gibi olan dalgadan bahsedince, bunun tesiri onların kalblerinde kalıvererek devam etmiş, böylece de onların içlerinden "rnuktesid", yani, ya küfürde orta yolu tutanlar çıkmıştır, -ki bunlar, nak az uzaklaşmış olan kimselerdir-, yahut da ihlâsta muktesid, yani orta yolu tutanlar çıkmıştır. Böylece de, o kimsede, ihlâstan bir şeyler kalmış; daha önce, üzerinde bulunduğu ihlâs halinin tamâmı kalmamıştır. Ankebût sûresinde ise Cenâb-ı Hak, onların denizde gemiye binmelerine rağmen, bu işi bizzat ayan beyân zikretmemiş, kendilerinde herhangi bir iz ve eser kalmadığı için, sadece müşrik oluşlarından bahsetmiştir. O'nun "Şüphe yok ki bunda, ... ibretler vardır" (Lokman, 32) cümlesinin mukabili olup, "Bu ayetleri, sabbar ve şekûr olanlar kabul eder; ama, çok gaddar ve nankör olanlar ise, bunları inkâr eder..." demektir. Sabbâr, hem lafız hem de mana bakımından, (hattar) kelimesinin; kefûr kelimesi ise, şekûr kelimesinin mukabilidir. Bunun lafzan böyle oluşu açıktır. Mana açısından böyle oluşuna gelince, hattar" ya, zulmü çok olan, yahut da zulmü şiddetli olan zalim kişi demektir. Zulüm ve gadr ise, ancak sabrın azlığından kaynaklanır. Çünkü, çokça sabreden kimse, herhangi bir kimse ile antlaşma yapmamış olsa da, ondan zararın sudur etmesi alışılmış bir şey değildir. Çünkü o, sabreder ve işini Allah'a bırakır. Ama, gaddara gelince, o antlaşma yapar, ama o antlaşmaya sabredemez, onu hemen bozar, "Kafûr"un mana bakımından, "şekûr"un mukabili olması hususu da açıktır. 33"Ey insanlar, Rabbinizden çekinin. Ne babanın evlâdına; ne de, bizzat evlâdın babasına asla fayda veremeyeceği günden sakının. Şüphe yok ki, Allah'ın vaadi haktır. O halde sakın, sizi dünya hayatı aldatmasın; o çok aldatıcı (şeytan) da sizi, sakın Allah'ın (hilmine ve mühlet vermesine karşı) güvendirmesin". Cenâb-ı Hak, bu surenin başından sonuna kadar muhtelif delillerden bahsedince, takvayı öğütlemiştir. Zira kendisi tek olunca, iyice sakınılmayı ve ittikâyı gerekli kılmıştır. Çünkü işin, iki kimsenin elinde olduğunu bilen kimse, bunlardan birinden, aynı işin yalnız bir kişinin elinde olması halinde duyup hissedeceği korku kadar korku hissetmez. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu korkuyu, kulları arasında hükmedeceği günü zikretmek suretiyle te'kid etmiştir. Bu böyledir, zira hükümdar tek olup, onun birşey bilmemesi ve kullarına kendisini izhar etmek istememesi alışılagelmiş ise, böyle bir hükümdardan duyacağı korku, kendisinin, tebaası önüne çıkıp herseyi ortaya koymak istediği bir günü olduğu bilinen kimseden duyacağı korku gibi olmaz. Daha sonra da Cenâb-ı Hak bu hususu, "Ne babanın evlâdına... fayda vermeyeceği" ifâdesiyle tekid etmiştir. Bu böyledir, zira suçlu kimse, hükümdarın yanında, kendisini savunan ve aleyhine çıkabilecek şeyleri, kazandığı şeylerden bağışlar yapmak suretiyle karşılayan birisinin bulunduğunu bilen bir kimse, kendisi için böyle birinin olmadığını bildiği zamanki kadar korku duymaz. Cenâb-ı Hak, en aşağısı ile en üstününe istidlal edilsin diye, son derece şefkatli ve muhabbetli olan iki şahıstan bahsetmiştir ki, bu da baba ile evlâttır. Burada, evlâdın ve babanın bir arada zikredilmesinde şöyle bir incelik vardır: Babanın, mal verme ve elemlere katlanma gibi, çocuğu namına birtakım sıkıntılara hemencecik katlanacağı haller vardır. Halbuki çocuk ise, babası namına, babasının çocuğu için hemen katlandığı sıkıntılara hemen katlanamaz. Küçük düşmekten kurtarmak gibi, çocuğun da, babası namına hemencecik sıkıntılara katlanacağı, fakat babanın çocuğu namına hemencecik sıkıntılara kazanamayacağı durumlar vardır. Çünkü bir kimse, birisinin babasını, bir idarecinin veya bir hakimin huzuruna çıkarmak istese, bu durumda, babasının bundan dolayı hissedeceği aşağılanmayı giderip de, kendisinin onun yerini alması, çocuğa kolay ve basit gelir. Ama iş, elem verme noktasına varıp dayanınca, bu sefer de, çocuğunun duyacağı o elemi def edip savuşturması ve onu bizzat kendisinin üstlenmesi babaya kolay gelir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifadeleri, elemleri savuşturma hususunda, (o gün) baba evlâdına fayda veremez"; aşağılanmayı giderme hususunda da, "çocuk babasına hiçbir surette fayda veremez" manasındadır. Yine bu ifâdelerle ilgili başka bir incelik de şudur: Biz, bu işin, her ne kadar uygun olmayan ve o kimsenin işi olmayan birisinden sudur etse dahi, meydana gelebileceğini söylemiştik. Çünkü, hükümdar bir şey diktiğinde, "O dikiş dikiyor" denilir, fakat "o, terzidir" denilmez. Yine, bir şeyler dokuyan, ama esas sanatı bu olmayan kimse hakkında, "O, dokuyor" denilir, fakat, "O dokumacıdır" denilmez. Bunu iyice kavradığına göre şimdi biz diyoruz ki: Oğulun işi, üzerinde bulunan haklarından dolayı, babasına fayda vermek olduğu halde; baba, kendisinde bulunan şefkatten dolayı oğluna faydalı olur, ama bu onun görevi değildir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, baba hakkında, “fayda veremez” fiilini, oğul hakkında da, ifadesini (yani ism-i faili) kullanmıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki, Allah'ın vaadi haktır" buyurmuştur ki bu, şu iki manaya muhtemeldir: a) Bu vaadin, o günü gerçekleştirmek için olup, "Durumu böyle olan bir günden korkunuz. Bu gün, Allah onu vaadettiği için olacaktır. Ve O'nun vadi ise, haktır" demektir. b) Bu vaadin, cezanın olmayışını gerçekleştirmek için olmasıdır. Yani, "Ne baba evladına ... fayda verir" çünkü Allah, "Hakikaten hiçbir günahkâr diğerinin günah yükünü çekmez" (Necm, 38) vaadinde bulunmuştur. Allah'ın vaadi ise haktır. O halde ne baba, evlâdına fayda verir, ne de evlad babasına" demektir. Birinci görüş daha güzel ve daha açıktır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O halde sakın, sizi dünya hmyao aldatmasın" buyurmuştur. Bu, "Durum böyle olunca, dünyaya aklanmayınız. Çünkü, bu hak vaadde bahsedilen gün gerçekleşeceği için, dünya yok olucudur" demektir. Daha sonra Hak teâlâ, "O çok aldatıcı da sizi sakın Va karşı aldatmasın"yani, "Dünyanın bizzat kendisinin sizi aldatmaması ve her ir nefs-i emmâre veya şeytan gibi bir aldatıcı, sizi onu sevmeye sevketse bile, aldanmamanız gerekir" buyurmuştur. Böylece İnsanlar, âdeta şu kısımlara ayrılmış oluyorlar: a) Kimini dünya kendisine çağırır, o da ona meyleder... b) Kimine şeytan vesvese verip dünyayı gözünde süslü gösterir, onu umutlandırıp dünyayı kazanırsın, yahut dünyadan kâm alır sonra tevbe edersin, böylece hem dünya hem âhireti elde edersin" dediği kısım... Cenâb-ı Allah bu iki kısımdan olmayı yasaklamıştır. Ve fakat şu üçüncü kısımdan olmayı emretmiştir ki, o da: c) Dünyaya yönelmedikleri gibi, dünyayı güzel gösterenlere de kulak asmayan kısımdır. 34"O saatin (Kıyametin) bilgisi, şüphesiz ki Allah katımdadır. Yağmuru O indirir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yann ne kazanacağını bilemez. Hiç kimse hangi yerde öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah herşeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır". Bazı müfessirler, "Allahü teâlâ'nın beş hususun bilgisini başkalarından (diğer bütün varlıklardan) alıp, (kendisine has kıldığını) söylemişlerdir ki, bu böyledir. Fakat bu ayetin anlatmak istediği husus bu değildir. Çünkü Allah, mesela Nuh Tûfanı zamanında, bir kum yığıntısında bulunan ve rüzgârın defalarca doğudan batıya taşıdığı bir tek kum tanesini, onun nerede olduğunu bilebilir. Ama başkaları bunu da bilemez. Yine Allah bunca yıl sonra, hiç kimsenin ayak basmadığı bir çölde bulunan bir zerreyi bilir, ama başkaları bunu da bilemez. Binâenaleyh bu şeylerin ayette özellikle zikredilmesinin bu bakımdan bir önemi yoktur. Bu hususta isabetli olan şöyle dememizdir: Allahü teâlâ bir önceki ayetinde, "Ne babanın evlâdına, ne de bizzat evlâdın babasına asla fayda veremeyeceği günden sakının " buyurup, "Şüphe yok ki Allah'ın vaadi haktir" beyanı ile de o günün mutlaka tahakkuk edeceğinden bahsedince, sanki birisi, "O gün ne zaman tahakkuk edecek?" demiş de, ona "O gönün ne zaman olacağı hususundaki bilgi, Allah'dan başkası için bilinmesi mümkün olmayan şeylerdendir. Fakat o, mutlaka meydana gelecektir" diye cevap verilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, öldükten sonra dirilme hususunda, daha önce defalarca bahsettiğimiz iki delili zikretmiştir. Bunlardan biri, yeryüzünün (kışın) ölümünden sonra (baharda) yeniden diriltilmesidir. Nitekim Allahü teâlâ, "Halbuki onlar bundan evvel üzerlerine (Allah'ın) rahmet indireceğinden katiyyen ümitlerini kesmişlerdi. Şimdi bak Allah'ın rahmetinin (yağmurunun) eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? İşte ölüleri diriltecek de O'dur"(Rum, 49-50) ve "Yeryüzünü ölümünün ardından O canlandırıyor. İşte siz de böylece çıkarılacaksınız"(Rum, 19) buyurmuştur. Burada ise, "Ey bu soruyu soran kimse, Kıyametin vaktini sen bilemezsin. Fakat o mutlaka olacaktır. Allah, tıpkı yeryüzünü diriltmeye kadir olduğu gibi, buna da kadirdir. Çünkü yağmuru O indirir, yeri O diriltir" demek istemiştir. İkinci delil ise, Allahü teâlâ'nın ilkin yaratmasıdır. Nitekim O, "O, İlkin mahlûku yaratıp, sonra onu yeniden diriltecek olandır" (Rum, 27) ve "De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, (Allah'ın) yaratmaya nasıl başladığını görün. Allah yeni bir âhiret hayatını da tekrar yaratacaktır" (Ankebût, 20) v.s. buyurmuştur. Binâenaleyh Allahü teâlâ burada, "Kıyametin ne zaman olacağını bilmesen de, o mutlaka olacaktır. Allah buna kadirdir. O, rahimlerinde (canlıları) yaratmaya kadir olduğu gibi, topraktan da yaratmaya kadirdir" manasına bir işaret olmak üzere, "Rahimlerde olanı O bilir" buyurmuş, daha sonra da, bunu bilmek isteyene, "Ey soran kişi, sen Kıyametin ne zaman (dünya limanına) demir atacağını soruyorsun. Halbuki senin için bundan daha mühim olan, ama bilemediğin şeyler var. Çünkü sen, daha geçiminin ne olacağını ve istikbalini bilemiyorsun. Sen yine, kendi işin ve zamanın olmasına rağmen, yarın ne kazanacağını bilemiyorsun. Yine, kendi işin ve yerin olmasına rağmen, nerede öleceğini de bilemiyorsun. Öyle ise Kıyametin ne zaman kopacağını ya daha nasıl bileceksin? Allah sana, günlük işlerini üzerine kurduğun birtakım faydaların bulunmasına rağmen, yann ne kazanacağını bildirmemiş ve kendisinde, bilmen halinde birtakım işlerini ayarlayabileceğin, maksad ve gayelerinin bulunmasına rağmen, sana nerede öleceğini bildirmemiştir. Bunu sana rızık sebebiyle, her zaman kendisine basvurasın ve tevekkül edesin diye bildirmemiştir. Sana, başka işte olduğun halde, ölümden hiç emin olmayasın, her zaman ölümü aklında tutasın diye, öleceğin yeri bildirmemiştir. O halde Allah, ihtiyacın olan bu şeyleri bile sana bildirmediğine göre, bilmeye ihtiyacın olmayan Kıyamet vaktini nasıl bildirir? Kıyamet hususundaki ihtiyaç, ancak onun mutlaka olacağını bilmedir. Allah da bu kadarını sana peygamberleri ile bildirmiştir" demek istemiştir. Bundan sonra Cenâb-ı Allah, "Şüphesiz Allah, herşeyi bilen ve herşeyden haberdar olandır" buyurmuştur. Cenab-ı Hak, ilk önce ilmini, "O saatin (Kıyametin) bilgisi, şüphesiz ki Allah katındadır..." cümlesiyle, bu ayette bahsedilen hususlara ait olarak zikredince, bunun akabinde ilminin sâdece bu hususlarda olmadığını, aksine kendisinin her halükârda, mutlaka herşeyi bilen bir zat olduğunu, ilminin sadece bu şeylerin zahiriyle ilgili bir şey de olmayıp, aksine herşeyin bâtınına, içyüzüne, künhüne ilmi ulaşan, herşeyin aslından haberli bir zat olduğunu bildirmiştir. Doğrusunu en iyi bilen O'dur. |
﴾ 0 ﴿