SECDE SURESİ

Bu sûreye Medci' Sûresi de denilmiştir. Ekseri âlimlere göre Mekkî olup, 29 veya 30 ayettir.

Vahyin Kaynağı

1

Âyetin tefsiri için bak:3

2

Âyetin tefsiri için bak:3

3

"Elif, Lâm, Mîm. Kendisinde hiçbir şüphe olmayan bu kitabın indirilmesi, Âlemlerin Rabbindendir. Yoksa onlar, "O, bunu kendiliğinden mi uydurdu?" diyorlar. Hayır, o, Rabbinden gelen bir haktır. Biz onu, senden evvel kendilerine hiçbir uyana gelmemiş olan bir topluluğa onları inzâr etmen için indirdik. Olur ki onlar hidayete ererler".

Allahü teâlâ önceki sûrede bir oluşunun delillerinden bahsedip, diğer bir esas olan haşri (Kıyameti) ele alıp, o sûreyi bu iki esastan bahsederek bitirince, bu sûrede ve, risâlet (peygamberlik) esasını anlatarak başlamış ve, "Elif, Lâm, Mîm. Kendisinde hiçbir şüphe olmayan bu kitabın indirilmesi âlemlerin Rabbindendir" buyurmuştur. Gerek "Elif, Lâm, Mîm.", gerekse, "Kendisinden hiçbir şüphe atmayan" ifadeleri ile ilgili tefsir ve incelikler, hem Bakara Sûresinde, hem de diğer bazı) sûrelerde anlatılmıştır. Fakat Allahü teâlâ burada, "âlemlerin Rabbinden" tabirini, bundan önceki sûrede, "Muhsinler için bir hidayet ve bir rahmet" tabirini, Sakara Sûresinde ise, "Müttakiler için bir hidayet" tavsifini kullanmıştır. Çünkü başkasının elinde bir kitap gören kimsenin kalbi, önce o kitabta ne olduğunu bilmek ister ve bu sebeple de, "O kitap ne?" diye sorar. Mesela "Bu, bir fıkıh" veya "bir tefsir kitabı" dendiğinde, bunun peşine, o kitabın yazarını sorar. Fakat başlangıçta (......) olarak, "Bu kitabın müellifi kim?" demez. Daha sonra da, bu kitabın hangi konuda olduğunu sorar. Bunun böyle olduğu bilindiğine göre, Cenâb-ı Hak ilk önce, 'Bu kitap, hidayet ve rahmettir" demiş. Daha sonra bu sûrede, bunun Allah'ın kitabı olduğunu soytemiş ve bu hususu, "âlemlerin Rabbinden" tabirini kullanarak beyan etmiştir. Çünkü âlemlerin Rabbinden olan kitapta, bütün alemlerle ilgili enteresan hususlar bulunur. Bundan dolayı nefsi, insanı o kitabı okumaya ve öğrenmeye davet eder.

Vahyin Gayesi

Daha sonra Hak teâlâ, "Yoksa onlar, "O, bunu kendiliğinden mi uydurdu?" diyorlar. Hayır, o, Rabbinden gelen bir haktır. Biz onu, senden evvel kendilerine hiçbir uyana gelmemiş olan bir topluluğa, onları inzar etmen için indirdik. Olur ki onlar hidayete ererler" buyurmuştur. Bu, "Siz bunun böyle olduğunu kabul ediyor musunuz, yoksa bunun uydurma birşey olduğunu mu iddia ediyorsunuz?" demektir. Cenâb-ı Hak bu soruyu cevaplandırıp, doğrusu bunun Rab Teâlâ tarafından gelmiş bir hak olduğunu beyan etmiş, sonra da bu indirmenin faydasını (hikmetini) bildirmiştir. Bu fayda da, uyarmadır. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Daha Önceki Tebliğ

Allahü teâlâ, o kavimden önce, nice peygamberler geçmesine rağmen, niçin, "Kendilerine, uyarıcı hiçbir peygamber gelmemiş olan bir kavme, onlan inzar etmen için..." buyurmuştur?

Cevap: Buna, biri aklî, biri naklî olarak şu iki yönden cevap verilmiştir. Naklî olan (yani rivayete) dayanan cevap şöyledir: Kureyşliler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den önce kendilerine hiçbir peygamber gelmemiş ümmî bir kavim kabul edilirler. Fakat bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü onlar, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in torunlarındandır. Yine İsrailoğullarının peygamberlerinin tamamı da, onların amcaları Boyundandır. Hem sonra Cenâb-ı Hak, tâ Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'den, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanına kadar olan uzun bir süre içinde, bir toplumu dinsiz ve şeriatsiz bırakır mı? Eğer sen, "onlara yani o asra özel olarak bir peygamber gelmemiştir" dersen, bu sözün sadece ne Araplara, ne ehl-i kitaba hastır. Ehl-i kitaba da o asırda peygamberler gelmemiştir. Onların atalarına peygamber gelmiştir. Arapların atalarına da peygamber gelmiştir. Ekseri âlimlerin üzerinde ittifak ettiği husus şudur: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ataları kâfirdiler. O, onları ve onların atalarını azabla tehdit etmiştir. Cenâb-ı Hak da, "Biz, peygamber göndermedikçe azab ediciler değiliz" (İsra, 15) buyurmuştur.

Aklî delil de şöyledir: Allahü teâlâ, her asrın halkına, tamamen saptıklarında ve içlerinde onlan hidayete sevkedecek hiç kimse kalmadığında, kullarına bir lütuf olarak, hep bir peygamber göndermiştir. Sonra Allahü teâlâ, istediği zaman, kalblerinden küfrü ve şirki gidermek suretiyle onları temizler. İsterse, onları helak etmek suretiyle yeryüzünü temizler. Sonra o asrın halkı, peygamberlerinden sonra azarlar, derken yeryüzünde hidayetinden istifade edilecek, insanları hidayete sevkedecek bir âlim kalmaz ve o insanlar uzun yıllar bu şekilde devam ederler. Dolayısıyla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den önce onlara bir peygamber gelmez.Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Senden evvel kendilerine hiçbir uyarıcı gelmemiş olan bir topluluğa..." buyurmuştur ki, bu, "Hidayetten sonra gelen o sapıktık devresini müteakip kendilerine hiçbir inzâr edici peygamber gelmemiş olan..." demektir.

Risalenin Ehl-i Kitabı Kapsaması

Eğer birisi, "Birseyin özellikle zikredilmesi o şeyin dışında kalanların hariç tutulduğuna delalet eder. O halde Hak teâlâ'nın, "Senden evvel kendilerine hiçbir uyana gelmemiş olan bir topluluğa, onlan inzar etmen için..." ifadesi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in inzannın, kendilerine uyarıcı bir peygamber gelmemiş olan kimselere has olmasını gerektirir. Ehl-i kitaba ise peygamberler gelmiştir. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ehl-i kitabı inzâr etsin diye bu kitap ona indirilmiş olmaz. Dolayısıyla da o, onlara gönderilmiş bir peygamber olamaz" derse, biz deriz ki: "Bu görüş birkaç yönden yanlıştır:

1) Birşeyi zikretmek onun dışında kalanların, hariç tutulmasını gerektirmez.

2) Birinci şıktaki iddiayı benimseyen kimse bulunsa bile, o kimse şu hususta, muarızına uyar: Tahsisin, başkasını nefyden başka bir sebebi bulunduğu takdirde, başkasını nefyi gerektirmez. Nitekim burada bu durum mevcuttur. Çünkü o müşrikleri inzar, daha evlâdır. Baksana Hak teâlâ, "Sen önce en yakın hısımlarım inzâr et" (Şuara, 214) buyurmuştur. Allah'ın bu emrinden Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onlardan başkasını uyarmayacağı veya başkalarını inzarla emrolunmadığı manası çıkmaz. Müşrikleri inzarın önceliği vardır. Çünkü müşrikleri inzar, tevhid ve haşr ile olur. Ehl-i kitab ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini inkârları sebebiyle inzar olunurlar. İşte bu sebeple, ayette müşrikler öncelikle zikredilmişlerdir. İşte bundan ötürü, özellikle zikredilmişlerdir.

3) İleri sürdüğümüz hususun karşısında, o soruyu soranın sorusu söz konusu olamaz. Çünkü ehl-i kitap da sapılmıştı ve sapıklıklarını müteakip, kendilerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den önce hiçbir peygamber gelmemişti. Böylece de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bunların hepsine, aynı derecede peygamber olarak gönderilmiş olması gerekir. Yaptığımız bu izahta, tercih ettiğimiz görüşün yerinde ve doğru oluşu ortaya çıkmaktadır.

Cenâb-ı Hak, "Olur ki onlar hidayete ererler" buyurmuştur. Yani "onların hidayete ereceklerini umarak, onları inzar et..." demektir.

Altı Günde Yaratma

4

"Allah, gökleri ve yeri ve bunların arasında olan şeyleri altı gönde yaratan, sonra (hükmü) Arş'ı istilâ edendir. Sizin, O'ndan başka hiçbir dostunuz ve yardımcınız yoktur. Artık iyice düşünmez misiniz"?.

Allahü teâlâ, peygamberlikten bahsedince, peygamberin tevhide çağırma ve delil getirme hususunda, üzerine düşen görevleri de beyan etmek üzere, "Allah, gökleri ve yeri yaratandır" buyurmuştur. Buradaki "Allah" lafz-ı celâli mübtedadır. Haberi ise, ifadesi olup, "O, gökleri ve yeri yaratandır. Onları, tek bir zat yaratmıştır. O halde ilah tektir" demektir. Ayetteki, "alt günde" lafzının, düşünen kimselere göre, altı duruma işaret olduğunu, daha evvel (A'raf Sûresi'nde) söylemiştik. Bu böyledir. Çünkü "gökler", "yer" ve "bunların arasında" tabirleri üç ayrı şeydir. Bunların herbiri için zat ve sıfatlar söz konusudur. O halde Cenâb-ı Hakk'ın göklerin zatını (kendini) yaratması bir hal, onun sıfatlarını yaratması bir başka haldir. Yine yerin zatını yaratması bir hal; sıfatlarını yaratması bir başka haldir. Keza Hak teâlâ'nın, bunların arasında bulunan şeylerin zatlarını yaratması bir hal, onların sıfatlarını yaratması bir başka haldir. Böylece bu üç şey, altı hal üzere olan, altı şey olmuş olur. Cenâb-ı Hak, burada "gün" tabirini kullanmıştır. Çünkü insan, Allah'ın yaratmasına bakıp, onu düşündüğünde, bunu bir fiil olarak görür. Fiilin zarfı ise zamandır. Günler de zamanların en meşhurudur. Eğer böyle kabul edilmezse (bu anlaşılmaz); çünkü gökler yaratılmamdan önce gece ve gündüz diye birşey yoktu. Bu tıpkı birisinin, bir başkasına, "Senin doğduğun gün, müberak bir gündü" demesine benzer. O kimsenin gece doğmuş olması da mümkündür. Onun gece doğmuş olması, bu sözle kastedilen mananın hâricinde değildir. Çünkü bu kimsenin kastettiği husus, o kimsenin doğumunu içine alan zaman dilimidir.

Müteşabih Ayetler

Daha sonra Hak teâlâ, "Sonra, O, Arş'a istiva etti" buyurmuştur. Bil ki, âlimler, bu ve benzeri ayetler hususunda şu iki yolu takib etmişlerdir:

1) Bu gibi ayetlerle neyin kastedildiğini izaha girişmeme yolu.

2) Bunları izah etmeye çalışma yolu.

Birinci yol, daha emin ve hikmete daha uygundur. Bunun daha emin oluşu şundan dolayıdır: Bir kimse, "Ben bunu izaha yanaşmam. Bundan neyin kastedildiğini bilmiyorum" derse, bu kimsenin durumu, ya konuşması gerekli olmadığı zaman konuşan kimsenin durumuna, yahut da bitmesi gerekmeyen şeyi bilmemesine benzer. Çünkü itikad esasları, tevhide haşr ve nübüvveti kabul etme üzere üçtür. Fakat biz, hasrı bilmenin, herkese vacib olup, tafsilatını, ne zaman olacağını bilmenin ise vacib olmadığı hususunda icma ettik, işte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, Önceki sûrenin sonunda, "Kıyametin ilmi Allah katındadır" (Lokman. 34) buyurmuştur. Allah'ın zâtı konusu da böyledir. O'nun varlığını, birliğini ve icmâlen celâl ve kemâl sıfatlarıyla muttasıf olduğunu, mümkin varlıklara ait kusur ve noksanlıklardan münezzeh olduğunu bilmek vacibtir. Ama O'nun bütün sıfatlarını olduğu gibi bilmek vacib değildir. O'nun "istiva" sıfatı da kişinin, ne ve nasıl olduğunu bilmesi gerekil olmayan şeylerdendir. Dolayısıyla bir kimse, bunu izaha yanaşmazsa, bir vacibi terketmiş olmaz. Ama bunu izaha kalkışan, bu hususta hata edebilir ve böylece de, o konuda gerçeğe aykırı bir şeye inanmış olur. Birinci durumdaki insanın varacağı en son noktası "bilmiyor" olmasıdır. İkinci durumda ise, nerdeyse cehl-i mürekkebe varır. "Bilmemek" ise "cehl-i mürekkeb"e kıyasla, sükûtun yalana nisbeti gibidir. Susmanın, yalandan daha hayırlı olduğunda ise, hiç kimsenin şüphesi yoktur.

Bunun hikmete daha uygun oluşu ise şöyledir: Bir kişinin yazıp şerhettiği bir kitabı okuyan insan, şerheden yazandan daha aşağı olduğu halde, görür ki şerheden, yazarın değindiği konuların tamamına değinmez. İşte bu sebeple çoğu kez, insanın saha önce o kitabı kaleme alan yazara karşı, birtakım müşkiller ortaya atıp, sonra da kendi fikrini destekleyenlere yer verip, "musannif, burada şunu değil, bunu kastetmiştir" dediğini görmekteyiz. Noksan bir bilgi ile yazılan, mahluklara ait kitapların durumu böyle olunca, kendisinde her türlü hikmetin yer aldığı aziz Kur'ân hakkındaki düşüncen ne olabilir? Allah, Allah! Bir âlim, "Ben, falan kitaptaki bütün incelikleri anladım, bildim" dese, bu sözü bile hoş karşılanmaz. Ya, Allah'ın kitabında olan herşeyi bildiğini iddia eden kimsenin hali nasıl olmuş olur? Hem sonra birisi, Allahü teâlâ, indirdiği herşeyi beyan etmiş, açıklamıştır" diye iddiada da bulunamaz. Çünkü gerekli açıklamanın, ihtiyaç duyulacağı vakte bırakılması caizdir. Belki de Kur'ân'da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dışında, hiç kimsenin ihtiyaç duymayacağı, böylece de sadece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e açıklanmış hususlar da olabilir.

Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, Kur'ân'da bilinmeyen (manası tam amaşılmayan) şeylerin bulunabileceği anlaşılır. Bu durum, "müteşabihliğin çok yoğun aması sebebiyle müteşabihin manasını bilemiyorum" diyen bir kimsenin haline daha yatandır. Fakat bu mezhebin bir şartı vardır ki, o da, kesin olarak bildiği bazı şeylerin (yani mahluklara ait sıfatların) murad olmadığını nefyetmesidir. Çünkü bir insan, "Bu günler falanca kadının, "kar' " (hayız veya temizlik) günleridir" dediğinde, bundan maksadının falanca kadının ölüm günü veya falancanın yolculuk günleri olmayıp, maksadının sadece falancanın hayız veya temizlik dönemine münhasır olduğunu bilir. İşte aynen bunun gibi, burada da Cenâb-ı Allah'ın zatında bir noksanlığa yolaçacak bir mananın kastedilmediği kesindir; çünkü bu imkânsızdır. Oturma, bir yere yerleşme, işte bu kabil imkânsız şeylerdendir. Binâenaleyh istiva ile bu gibi manaların kastedilmiş olamayacağına hükmedip, Allah için caiz olan manalar hususunda da tevakkuf etmek (konuşmamak)tir.

İkinci yol, tehlikeli olan yoldur. Bu yolu şu iki grup benimsemiştir:

a) "Bununla, ayetin zahirî manası kastedilmiş olup, bu istiva, kıyam (dikilme) veya bir yerde karar kılma manasınadır" diyenler...

b) "Bununla, istilâ manası kastedilmiştir" diyenler... Birinci kısmın anlayışı sırf bir cehalettir. İkincilerinki de cehalet olabilir. Birincisi, bir cehalet olmanın yanısıra bir bid'attır, hatta neredeyse bir küfürdür, ikincisi, cehalet olsa bile, bir bid'ati doğuran bir cehalet değildir. Bu tıpkı bir kimsenin, "Allah kâfirlere merhamet eder, onlardan hiçbirine azab etmez" diye inandığında, bunun bir cehalet, bir bid'at ve bir inkâr olması gibidir. Yine birisi, "Allah, durumu saklı (hali bizce meçhul) olan Zeyd'e merhamet eder" diye inandığında, onun bu inancının bid'at olmayışı gibidir ki, bu inancın neticesi, bunun vakıaya mutabık olan veya olmayan bir inanç oluşudur.

Bu hususta şu da söylenmiştir: "Bununla, Allahü teâlâ'nın mülküne istiva ile hükümranlığı" kastedilmiştir. Çünkü Arş (taht), hakimiyeti ifade eder. Nitekim, bir memlekete girmese bile, "padişah, falanca ülkenin saltanat tahtına oturdu" denilebilir.

Bu tıpkı, cimriliğe işaret olmak üzere, Hak teâlâ'nın yahudilerin söylediğini haber verdiği, "Allah'ın eli bağlıdır" (Maide, 64) ifadesi gibidir. Oysa yahudiler, hakiki olarak, Allah'ın elinde bir bağın bulunduğu manasında bunu söylememişlerdir. Eğer kasıt bu olsaydı, o zaman bu bir yalan olurdu. Allah'ın kelamı İse, yalandan münezzehtir.

Hem burada şu iki izahı da yapabiliriz: Padişahlar derece derecedirler. Binâenaleyh küçük bir şehre veya beldeye sahip olan padişah için örf, onun hemen bir tahta oturması şeklinde olmaz. Fakat geniş ve büyük beldelere sahip olan ve emrinde çeşitli krallar bulunan bir hükümdarın ise, üzerine oturduğu bir tahtı, önünde de vezirinin oturduğu bir kürsüsü bulunur. O halde örfte, Arş ve kürsü ifadeleri, ancak saltanatın büyüklüğü durumunda sözkonusudur. Binâenaleyh gökler ve yerin mülkiyeti de son derece bir azamet ve ululuk arzedince, örfen büyüklük ifade eden şeylerle bu durum anlatılmıştır. Hak teâlâ'nın, "biz yarattık, biz süsledik, Biz yakınız, biz indirdik" gibi ifadeleri de, işte bu hususa dikkatini çeken şeylerdendir. Şimdi hangi müslüman, bu çoğul ifadelerin zahirine bakarak, Allah'ın ortakları olduğu manasının kastedildiğini zanneder veya şüphe eder? Yahut bunu izahta, başka bir mana bulabilir mi? Fakat örfen büyük olan, tek başına olmaz; onunla birlikte başkaları da bulunur. Örfen büyük bir kral da, üzerine oturacağı bir tahtı olmaksızın düşünülemez. Binâenaleyh "Arş" ve istiva (taht) kelimeleri de, Cenâb-ı Hakk'ın azameti kastedilerek kullanılmıştır. Şu husus da bunu destekler: Hezimete uğramış mağlub bir kimse hakkında, "Yeryüzü ona dar geldi. Kaçacağı bir yer kalmadı" denilir. Şimdi bu sözü söyleyenlerin, onun hiç yeri olmadığı manasını kastederek bunu söyledikleri düşünülebilir mi? Çünkü madde (beden) mekansız düşünülemez. Özellikle "onun ilahı bir mekândadır" diyen kimse, insanın mekansız olduğunu nasıl söyleyebilir? Bu tıpkı, hezimete uğramış ve firar eden kimse için, onun her halükârda kapladığı (tuttuğu) bir mekânı olmasına rağmen, "Onun hiçbir yeri yok" denilmesi gibidir. Yine kadir ve kahir olan Allah hakkında, her nekadar mekândan münezzeh oluşu vacib olsa dahi, "O, karar kılmıştır. O'nun Arş'ı vardır" denilebilir. İşte yaptığımız bu izaha göre, ayette kullanılan, "sümme (sonra)" kelimesi, "Gökleri ve yeri yarattıktan sonra durum (hâdise) şöyle oldu: O mülküne istiva etti" manasındadır. Bu tıpkı bir kimsenin, "Falanca bana ikramda bulundu. Defalarca lütfetti" deyip, bu hususta birtakım şeyleri anlatıp, daha sonra da, "Halbuki o beni tanımazdı, ben de ona beni mükâfaatlandırmasına sebep olacak bir davranışta bulunmamıştım" demesi gibidir. Şimdi diyoruz ki: Buradaki sümme (sonra), hikaye edilen şey için değil, hikaye etmek için getirilmiştir.

Bir başka izahda şudur: Buradaki (......) kelimesinin, "istilâ etti" manasına geldiği ileri sürülmüştür. (......) kelimesi, hem naklen hem de kullanım açısından, "istiva" manasına gelmektedir. Naklen bu anlama gelmesi çokça olup, lügat kitaplarında zikredilmiştir ki, bu kitaplardan birisi de, "Dîvânu'l-Edeb"dir. Yine, bu kelime, kendilerinden nakilde bulunmanın muteber addedildiği kitaplarda da bu manada kullanılmıştır. Kullanım bakımından bu manaya gelmesine gelince, bu, meselâ bir kimsenin "Muhakkak ki Bişr, kılıç kullanmadan ve kan akıtmadan Irak'ı istilâ etti" şeklindeki sözüdür. Bu İzaha göre, ayetteki "sümme" kelimesinin anlamı, bizim biraz önce de bahsettiğimiz gibi olup, Cenâb-ı Hak sanki, "Gökleri ve yeri yarattı. Sonra burada, bundan daha büyük olan bir durum ki, o da O'nun Arşa istivâsıdır, istilasıdır" buyurmuştur. Çünkü arş, Kürsî'den daha büyüktür; Kürsî İse, gökleri ve yeri içine alacak biçimde büyüktür.

Bu husustaki bir üçüncü İzah da şudur: Bu tabirle "istikrar" manasının ileri sürüldüğü kastedilmiştir ki, bu söz açık olup, Cenâb-ı Hakk'ın bir mekânda oluşunu tede etmez. Zira insan, "Falancanın görüşü, çıkma üzerinde karar kıldı" diyebilir. Şimdi hiç kimse, onun, "görüş"ün bir mekânda olunduğunu kastetmediğinde şüphe etmez ki "görüş" onun çıkmaya karar vermesidir. Çünkü "görüş" hakkında, "o mekân tutmuştur" veya "O, mekânda bulunanlar cinsindendir" denilmesi caiz olmaz. Bunun böyle olduğu bilindiğine göre, şimdi biz diyoruz ki, "istikrar" kelimesi kullanıldığında, "mekân işgal etme" manasının înıaşılması, o şeyin, mekân tutabilir cinsten olabilir şartına bağlıdır, öyle ki bir kimse, Zeyd, gemi üzerinde veya taht üzerinde karar kıldı" (istekarra) dediğinde, bu sizden, onun mekân işgal ettiği ve bir mekânda bulunduğu anlaşılabilir. Ama bir kimse, "Hükümdar, falanca üzerinde karar kıldı" dediğinde, bundan, o hükümdarın, sarıcanın içinde yer aldığı" manası anlaşılmaz.

Şu halde "Allah arş üzerine istikrar etti" sözünden, Allah'ın bir mekânda olduğu anlaşılmamalıdır. Meğer ki onun bu mekânda olup olmamasının cevazı bilinebilsin. Öyleyse bu lafızdan onun bir mekânda olduğunun anlaşılması, onun bir mekânda inin caiz olmasına bağlıdır. Onun bir mekânda olacağı ise şayet bu lafızdan çıkarılıyorsa, bir şeyin kendi kendisine tekaddüm etmesinin caizliğinin kabulünü gvaktirir, oysa bu imkânsızdır.

Allah'ın Mekândan Münezzehliği

Sonra, Arş'ın, O'nun mekân olması manasında, O'nun Arş üzerinde olmasının olmayacağına, Kur'ân'daki şu hususlar da delâlet etmektedir:

1)Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki Allah, ganî, (müstağni) olandır" (Hacc, 64) ifadesidir. Bu, Allah'ın mutlak anlamda, "müstağni" olmasını gerektirir. Halbuki, bir mekânda olan herşey bekası ve hayatiyetini devam ettirme hususunda bir mekâna muhtaçtır. Çünkü aklın bedaheti, mekân olmazsa, o mekânda yer alan şeyin bakî kalamayacağına hükmetmektedir: O halde bu demektir ki, bir mekânda yer işgal eden şey, o mekân bulunmadığında bulunmaz. Başkası bulunmadığında bulunmayan her ise, devam etme hususunda o şeye muhtaç demektir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, kıldığını (istikrar) söylemek, devam etme hususunda, O'nun muhtaç olmasını gerektirir. Halbuki, Allah'ın her şeyden müstağnî oluşu, başka nasslarla beraber, az önceki nass ile de sabittir.

2) Cenâb-ı Hak, "O'nun zâtı hariç, her şey yok olucudur" (Kasas, 88) buyurmuştur. O halde, Arş da yok olacaktır. Her mekân da böyledir. Binâenaleyh, O baki olduğu halde, O'nun dışında hiçbir şey bakî değildir. Bu zamanda O, herhangi bir mekânda olmamış olur. Binâenaleyh O'nun, bir mekânda olmayışı, O'nun hakkında caiz olan bir husustur. O'nun hakkında caiz olan bu sıfat ise O'nun için vacib olabilir. Binâenaleyh O'nun, bir mekânda olmaması gerekir.

3) Cenâb-ı Hak, "O, sizinle beraberdir" (Hadid, 4) buyurmuştur. Bu ayetle şu şekilde istidlal edebiliriz: lafzı, mekân hakkında kullanıldığında, o şeyin, bizzat o mekânın üzerinde olduğu anlaşılır. Bu tıpkı, bizim meselâ, "Falanca, dam, satıh üzerindedir..." şeklindeki sözümüz gibidir. Ama, (......) lafzı, iki mümkin varlık hakkında kullanıldığında, bundan, onların bizzat birbirleriyle beraber oldukları anlaşılır. Bu da meselâ bizim, "Zeyd, Amr'la beraberdir" dememiz gibidir. Bu kelime kullanıldığında, eğer Allah'ın bir mekânda olduğu kabul edilecek olsa, biz de onunla beraber aynı mekânda olmuş oluruz. O halde, Allahü teâlâ'nın, "Muhakkak ki Allah, bizimle beraberdir" (Tevbe. 40) ve "O, sizinle beraberdir" (Hadid, 4) beyanlarının, bir birliktelik ve mukârenet anlamında olması gerekir. Halbuki durum hiç de böyle değildir. Buna göre şayet, (......) kelimesi, o O'na meylettiği için; Allah, ilmi ve yardımı ile, kuluyla birlikte olduğu için kullanılmıştır. Nitekim, "Falanca hükümdar falanca hükümdarla beraberdir" denilir. Yani, "Yardım ve desteği ile onun yanındadır" denilir..." denilirse biz deriz ki: Alâ edatı, onun hükmü başkası üzerinde olduğu için kullanılır. Nitekim bir kimse "Falanca falanca üzerinde, yani, falancanın hükmü falancanın üzerinde olmasaydı, o falanca, helake düşer de, helakle yüzyüze getirdi" der. Yine, bakmak ve gözetmek anlamında, "Falanca falancanın emlâk ve arazisi üzerinde olmasaydı, o araziden hiçbir şey elde edemez ve onun hasılatından, bir şey elde edemezdi" denilir. O halde niçin biz, tabiri hakkında, tıpkı, "O, ilmiyle bizimle beraberdir" dediğimiz gibi, "O, hükmüyle Arş'a istiva etti, onu istilâ etti" diyemeyelim?

4) Cenâb-ı Hak, "Gözler O'nu idrâk edemez, O ise, gözleri idrâk eder"(En'am, 103) buyurmuştur. Binâenaleyh, Allah bir mekânda olmuş olsaydı, o zaman o mekân O'nu, muhakkak ki kuşatırdı. Bu durumda da O, ya görülürdü, ya da görülmezdi. İkincisi, ittifakla imkânsızdır. Çünkü, "O, mekândadır, ama görülmez" şeklindeki bir hüküm, ittifakla bâtıldır. Eğer görülürse, o zaman O, kendisini kuşatan o mekânda görülür ve gözler de O'nu idrak eder. Ama bir mekânda olmazsa, İster görülsün ister görülmesin, gözlerin O'nu idrak etmesi gerekmez. Görülmezse, bu durum açıktır. Ama görülürse, göz, O'nu kuşatamaz ve O'nu idrak edemez. Biz, "Göz O'nu kuşatamaz" dedik; çünkü, gözün kendisini kuşattığı her şeyin, içinde bulunduğu bir mekânı vardır. Halbuki biz, mekânın olmayışını varsayabiliyoruz. Binâenaleyh insan, Kur'ân'ı iyice düşündüğünde, onun, Allah'ın bir mekânda olmadığını belirten tabirlerle dolu olduğunu görür. Üstelik bu sözü söyleyenin kendisine tutunmuş olduğu delil de, Cenâb-ı Hakk'ın, bir mekânda olması anlamında, Arş üzerinde olmadığına delâlet etmektedir. Bu böyledir, zira sümme kelimesi, "terahî-sonralık" ifade eder. Binâenaleyh, şayet o, mekânda olmak anlamında, Arş üzerinde olmuş olsaydı, "O zaman O onun üzerine, daha önce onun üzerinde olmamışken istiva etmiş, bulunmuş olurdu. Binâenaleyh bu demektir ki, O, bundan önce, ya bir mekândaydı, ya da değildi. Eğer bir mekânda idiyse, o zaman şu iki imkânsız şey zuhur eder:

a) Mekânın ezelî olması... Ama bu sözü söyleyen, felsefecilere karşı olduğunu iddia ediyor, fakat göklerden bir semânın, (yani Arş'ın) kadîm olduğunu söyleyerek, böylece kendisi felsefeci oluyor...

b) Allah'ın hareket ve intikâl edebilmesi... Halbuki bu da ya Allah'ın hadis olması neticesine götürür, veyahut da, maddelerin hadis oluşuna dair delilleri İptal eder. Eğer, bir mekân olmaz ve O, bir mekânda bulunmazsa, o zaman akıl, O'nun mekansız varlığını muhal kabul eder. Şayet bu caiz olmuş olsaydı, o zaman, cismin ezelî olması halinde, o cismin ezelde ya sakin olduğu, veyahut da hareketli olduğu söylenemezdi. Çünkü, hareketsizlik ve hareket, bir mekânda bulunmanın fer'i, yani onlardan sonra gelen bir husustur. Böyle olunca da, ya Allah'ın hadis olduğunun söylenilmesi veya âlemin hadis olduğunun söylenilmemesi gerekir. Çünkü bu kimse, O'nun, mekândan önce olmayacağını kabul ederse, o zaman onun, Allah'ın hadis olduğunu söylemesi gerekir. Yok, eğer kabul etmezse, o zaman ezelde cismin bir mekânda bulunmayıp, daha sonra bir mekânda var olması, bulunması söz konusu edilebilir ki, bu durumda onun, alemin hadis oluşu hususundaki delili tam olmaz, böylece de onun, âlemin hadis olduğunu söylememesi gerekir. Sonra bu kimse, "Sen, Allah'ı, yok olan bir şeye benzetiyorsun. Çünkü yok olan, bir mekânda değildir" diyor, halbuki, O'nu bir mekâna muhtaç kıldığı için kendisinin O'nu madûm (yok olan) bir varlık haline getirdiğini bilmiyor. Çünkü, muhtaç olduğu şeyin bulunmamasına nazaran, her muhtaç da yoktur. Eğer biz bu konudaki şeylerin tamamını yazacak olsaydık, söz ryıce uzardı.

Veliniz Allah'dır

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sizin O'ndan başka hiçbir dostunuz ve yardımcınız yoktur. Artık iyice düşünmez misiniz?" buyurmuştur. Allah, kendisinin göklerin ve yerin yaratıcısı olduğundan bahsedince, onlardan bazıları, "Biz de, göklerin ve yerin yaratıcısının tek olduğunu; bu tek olanın, göklerin ilâhı olduğunu; onların ise, yardım ve kuvvet, aldığımız yıldızların sembolleri olduğunu kabul ediyoruz" derken, diğer bazdan da, "Bu meleklerin sembolleri, Allah Kabnda bizim şefaatçilerimizdir" demişler, bunun üzerine Cenâb-ı Hak da, "Allah'dan başka ilâhınız yok; Allah'tan başka yardımcınız yok; Allah'ın izni olmaksızın, şefaatçiniz yok. Onlardan ötürü bu putlara tapmanız bâtıldır, boşunadır, temelsizdir. Onlar, sizin ne yaratıcınız, ne yardımcınız ne de şefaatçinizdir" buyurmuştur. Allah Tealâ, sözüne devamla, "O'nun, göklerin ve yerin yaratıcısı olduğuna ve böylesi putların, bu büyük kütleleri yaratmaya ve böylece de size yardımcı olmaya kadir olamadıklarına; ve bu gibi önemsiz şeylerin, muazzam bir hükümdarın katında, hiçbir saygınlık ve azametinin bulunmadığına, bunun için de, onların bir şefaatinin bulunmayacağına dair bildiğimiz şeyleri tezekkür etmez misiniz?" buyurmuştur.

Bin Yıllık Gün

5

"Gökten yere kadar her şeyi O takdir edip yönetir. Sonra (o İş), sizin sayageldiğinizce bin sene miktarında olan (mesafeye), bir günde yine O'na yükselir".

Cenâb-ı Hak, "halk" "yaratma"yı bildirince, "emr"i de beyân etmiştir. Nitekim O, "iyi bilin ki, emr de O'nundur, halk da O'nundur"(A'raf,54) buyurmuştur. Azamet de, bu ikisi sayesinde ortaya çıkar. Çünkü, muazzam ve pekçok tebaa ve kullara sahip olan kimse, tam bir azamet sahibidir. Sonra bu kimsenin "emri" de, sahip olduğu bu şeyler için müessir ve geçerli olursa, o, İnsanların nazarında çok büyük bir yer işgal eder. Yok eğer, onun emri nafiz ve müessir değilse, o zaman azameti noksanlaştr.

Cenâb-ı Hak, "Sonra, ...yine O'na yükselir" buyurmuştur ki, bu, -Allah daha iyisini bilir ya-, "Onun emri, kullarına gökten iner; bu emre uygun olarak kullarından sudur eden amelleri de O'na yükselir Çünkü amel emrin neticesidir" demektir.

Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:

1) "Emrin inişi", amelin çıkışı, sizin saydığınızca, "bin yıllık mesafe"de olur. Ki bu da, bir gün içinde olur. Zira, gökle yer arası, beşyüz yıllık bir mesafedir. O halde bu demektir ki, emir, beşyüz yıllık bir mesafede iner; amel de, beşyüz yıllık bir müddette çıkar. O halele bu ikisinin toplamı, bin senelik bir miktardır.

2) Bu, o emrin geçerliliğinin süresinin uzun olduğuna bir işarettir. Bu böyledir, zira, "emr"i bir veya iki günde mükemmel biçimde geçerli iken, bundan sonra, nihayete eren kimse, "emr"i uzun yıllar geçerli olan kimse gibi olamaz. O halde ayetteki, "Sizin sayageldiğinizce bin sene miktarında olan (mesafeye), bir günde.." ifâdesi, "O, işleri, emri, bir günü bin yıl olan bir zaman içinde tedbir eder. O halde, ya ondan olan bir ay, bir yıl ve bir asır nasıl olur?" manasındadır. Bu izaha göre, bu ifadeyle, bunun miktarının ellibin sene olması arasında bir fark yoktur. Çünkü bu, "emr"in geçerliliğinin devamına bir işaret olunca, bunun, bin ile, ellibin ile ifâde edilmesi müsavidir, farketmez. Ancak ne var ki, "ellibin" ifadesindeki vurgu ve te'kîd, daha çoktur. Biz bunun inceliğini, inşaallah yerinde izah edeceğiz.

Zaman Mekân İlişkisi

Burada şöyle bir incelik de bulunur: Allahü teâlâ bir önceki ayette, madde aleminden ve yaratmasından bahsetmiş, böylece de mülkünün azametine işaret etmiştir. Bu ayette ise, "Emri tedbir eder" demekle, ruhlar ve emir âleminden bahsetmiştir. Rûh da, "emr" alemindendir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sana ruhu soruyorlar. De ki "rûh, Rabbimin "emr"indendir" (isra, 86) buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, kasdı, bekanın devam ettirilmesi olduğu halde, o "emr"inin devam edişine, zamanı hatırlatan bir lafızla işaret etmiştir. Nitekim örfte, zaman uzamayıp; o zamanda vaki olan şeyler uzadığı halde, "Falancanın zamanı uzadı" denilir. Ki bundan, o işin, uzun bir zamanda meydana geldiği; bunun uzadığı, pekçok zamanı içine aldığı anlaşılmış olur. Böylece Cenâb-ı Hak orada, mekân sözüyle mülkünün azametine; burada da, zaman sözüyle, mülkünün devamına işaret etmiş olup, mekan O'nun yarattığı şey olup, mülkündendir; zaman ise, O'nun hükmü ve emri iledir.

Bil ki ayetteki, "Emri bir günde tedbir eder" cümlesi, O'nun "emr"inin bir günde olmasını gerektirir; günün ise, başlangıcı ve sonu vardır. O halde bu demektir ki O'nun emri, sonradan olan (hadis) bir zaman içinde olmuş, böylece de hadis olmuş olur. Allah'ın Arş'a istiva ettiğini söyleyenlerin bir kısmı, O'nun emrinin kadîm olduğunu, hatta harflerin ve "kün" (ol!) kelimesinin dahi kadîm olduğunu söyleyerek şöyle demişlerdir: "Binâenaleyh nasıl olur da, (......) kelimesinden O'nun bir mekânda olduğu anlaşılır da, (......) kelimesinden, O'nun emrinin bir zamanda olduğu anlaşılmaz?"

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu emri geçerli ve müessir olan büyük hükümdarın gafil olmadığını beyan etmiştir. Çünkü hükümdar, emir ve yasaklar koyduğunda kendisine itaat edilir. Fakat gafil olması halinde mehabetti ve saygın olmaz; isterse bütün memleketinin ve orada yaşayan tebeasının hallerine vakıf olsun. İşte gafil olmadığı gerçeğini bildirmek üzere Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

Gayb ve Şehadet

"İşte, görünmeyeni de görüneni de bilen, yegane galib ve çok merhametli olan O'dur" (secde, 6) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, daha önce, "gökleri yarattı" ifadesiyle, (gölgeler) maddeler aleminden; "Gökten yere kadar her şeyi O tedbir eder" beyanıyla da, ruhlar aleminden bahsedince, "görünmeyeni, görüneni de bilen", yani, "ruhlar aleminde olanı bilen" ve "maddeler aleminde olanı da bilen" buyurmuştur. Veyahut şöyle diyebiliriz: Cenâb-ı Hak, henüz olmamış şeylere bir işaret olsun diye, "görünmeyeni de bilen"; olup bitmiş şeylere bir işaret olsun diye de, "görüneni de bilen" buyurmuştur. İlminin mükemmel olduğunu çok kuvvetli ve net biçimde haber verdiği için de, "görünmeyeni bilen" tabirini önce zikretmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "yegane galip ve çok merhametli olan O'dur" buyurmuştur. Alim olduğunu beyan edince, kâfirleri cezalandırmaya kadir olan bir aziz; itaatkâr kullarına da rahmeti bol olan bir rahîm olduğunu, böylece belirtmiştir.

Yarattığını Güzel Yaratan

6

Âyetin tefsiri için bak:7

7

"Ki O, yarattığı herşeyi güzel yapan ve insani yaratmaya da çamurdan başlayandır".

Cenâb-ı Hak, "Gökleri ve yeri ve bunların arasında olan şeyleri... yaratan" (Secde, 4) ifadesiyle birliğine delalet eden afakî (objektif) delilleri beyan edip, bu delilleri bütün unsurları ve tamamlayıcı cüzleriyle birlikte ele alınca, "Ki O, her şeyi güzel yapan..." ifadesiyle de, birliğine dair enfüsî (sübjektif) deliller zikretmiştir. Bu, "Zikrettiği şeylerden, herşeyi en güzel yapandır..." demektir. Cenâb-ı Hak yer ile gök arasında olan şeylerin de kendi yarattığı şeyler olduğunu belirtmiştir ki, böyledir. Çünkü sen, eşyaya baktığında onları olması gerektiği biçimde bulur, görürsün. Toprağın sertliği, bitkilerin tutunması içindir. Havanın akıcılığı, teneffüs edilmesi içindir. Yerin, kazılıp da yarılmayı kabul etmesi, kolayca yollar, kanallar ve arklar elde edilmesi içindir. Suyun akma özelliği, onu her türlü kaba koyabilmemiz içindir. Ateşin hareketi, hep yukarıya doğrudur. Çünkü ateş, tıpkı su gibi, sağa sola hareket etseydi, o zaman ortalık yanar kül olurdu. Böylece ateş, orada bulunan hiçbir şey yanmayı kabul etmeyeceği için, daima üst tarafı yukarıyı arzular biçimde yaratılmıştır.

Cenâb-ı Hak, "İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı" buyurmuştur. Buradaki "İnsan" sözü ile, Adem (aleyhisselâm)'in kastedildiği ileri sürülmüştür. Çünkü o, çamurdan yaratılmıştır. Şöyle de denebilir: Çamur, su ve topraktan mürekkeptir. İnsanoğlunun aslı da, menidir. Meninin aslı, gıdadır. Gıdalar da, ya hayvansal ya da bitkisel olur. Hayvansal gıdalar da, netice itibariyle, bitkisel gıdalara varıp dayanır. Bitkinin varlığı, çamur demek olan, su ve toprağa dayanır.

İnsanın Yaratılış Safhaları

8

Âyetin tefsiri için bak:9

9

"Sonra O, onun zürriyetini, hakir bir sudan meydana gelen bir tohumdan yapmıştır. Sonra onu düzeltip tamamladı, içine ruhundan üfürdü. Sizin için kulaklar, gözler, günüller yarattı. Ne az şükredersiniz".

Bu ifadenin tefsiri, biraz önce yaptığımız iki açıklamadan birincisine göre aşikârdır. Çünkü Adem (aleyhisselâm), çamurdan; onun zürriyeti ise, "hakîr bir sudan meydana gelen tohumdandır" ki bu da, nutfedir. İkinci tefsire göre onun aslı, çamurdandır; sonra bu asıldan, bir tohum, bir sülâle meydana gelmiştir ki, bu da, hakîr bir sudandır. Buna göre şayet birisi, "İkinci izah doğru değildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı" (Secde, 7) ve "Sonra O, onun zürriyetini..."secde. 8) ifadeleri, bu zürriyetin, insanın yaratılmasından sonra çamurdan meydana getirildiğine dair bir delildir" derse, buna şöyle cevap verilir: Hayır, ikinci tefsir, ayetin lafzının tertîbine daha yakındır. Çünkü Allahü teâlâ işe, insanın yaratılmasındaki şeyi zikrederek başlamış ve, "insanın yaratılma işine, çamurdan başladı. Sonra onu, bir tohum kıldı; sonra onu düzeltip tamamladı ve ona ruhundan üfledi..." buyurmuştur. Halbuki, sizin bahsettiğinize göre, "Sonra onu düzeltip tamamladı. İçine ruhundan üfledi" (Secde,9) ifadesinin de Adem (aleyhisselâm)'e ait olduğunun söylenmesi uzak bir ihtimal haline gelir. Çünkü bu cümlenin başındaki sümme, terahî ifade eder. Böylece, düzeltip tamamlama işi...", "zürriyeti bir tohumdan kılma, meydana getirme işinden sonra olmuş olur ki, bu, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in yaratılmasından sonradır.

Bil ki, afakî deliller, Allah'ın kudretinin mükemmelliğine daha fazla delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Göklerin ve yerin yaratılışı, İnsanların yaratılışından elbet daha büyüktür" (Mü'min. 57) buyurmuştur. Enfüsî deliller de, iradesinin nüfuz ve müessiriyetine daha fazla delalet etmektedir. Çünkü, nefislerdeki değişiklikler pek çoktur, işte bu hususu Cenâb-ı Hak, 'Sonra O, onun zürriyetini (...) kıldı. Sonra, onu düzeltip tamamladı" ifadeleriyle işaret etmiştir ki, bu, "o, çamur idi. Derken O onu, menî haline getirdi. Daha sonra da, düzgün bir beşer haline getirdi" demektir.

Cenâb-ı Hak "Ona ruhundan üfledi" buyurmuştur. Buradaki ruh" kelimesinin, Allah'ın zâtına nisbet edilmesi, tıpkı (beyt-ev) kelimesinin Allah'a zâfe edilip de, "Beytullah - Allah'ın evi" denilmesi gibi, teşrif ve gaye vermek içindir.

Bil ki hristiyanlar, Allah'a yalan uydurarak, "İsâ, rûhullahdır; o halde O'nun oğludur" diyorlar; halbuki onlar, "ve insana ruhundan üfledi..." ifadesinden hareketle, her insanın Allah'ın ruhundan olduğunu anlayamıyorlar. Ayetin bu ifadesi, O'nun mülkü olan ruhundan" demek olup, tıpkı bir kimsenin, "Evim, kölem..." demesi gibidir. Cenâb-ı Hak, İnsana, cisminden verdiğini söylememiştir. Çünkü şeref, rûh ile olur. Böylece Cenâb-ı Hak, rûh üflemeden kaynaklanan işitme, görme ve bilme gibi şeyleri, cisme değil de, ruha nisbet etmek üzere "Sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yarattı. Ne az şükredersiniz!" (Secde, 9) buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hak hitab ederek, "sizin için ...yarattı" buyurmuştur. Halbuki, daha önce muhatap yoktu. Çünkü, hitap canlılara olur. Binâenaleyh, "Ona ruhundan üfledi"buyurunca, insana bundan sonra hitap etmiş ve "sizin için ... yarattı" demiştir. Buna göre şayet, "Hitap, başından önce de vardır... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizi bir topraktan yaratmış olması, O'nun ayetlerindendir"(Rum, 20) buyurmuştur" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak orada, sıraya konulmuş birtakım şeylerden bahsetmemiş, sadece hilkatin ve yaratmanın tamamına bir işarette bulunmuştur. Halbuki burada, sıraya konulmuş birtakım şeylerden bahsetmiştir ki, bu da İnsanın, önce çamur, sonra hakir bir su, sonra da çeşitli kuvvetlerle donatılmış tastamam, kusursuz bir yaratık olmasıdır. Böylece Cenâb-ı Hak bu merhalelerin bazısı hakkında hitapta bulunmuştur.

Kuvvelerin Gelişme Sırası

"Kulaklar, gözler ve gönüller" ifadelerindeki tertip, hikmete göredir. Zira insan, ilk önce, ana-babasından veya diğer insanlardan birtakım şeyler duyar, akabinde bunları anlar; sonra da onda, bu sayede bir görme (basiret) ve anlama kabiliyeti gelişir. Böylece de meseleleri görür de, onları icra eder. Daha sonra, bu sayede onda, tam bir anlayış ve mükemmel bir zihin gelişir. Böylece artık, olaylar onun tarafından çıkarılır, ortaya konulur. Bunun örneği, bir hocadan birtakım şeyler duyan; sonra da kendisinde, kitapları mütalâa etme ve onların manalarını anlama liyakati oluşan; daha sonra da onda, telif kabiliyeti meydana gelen ve böylece, ezberinden bir kitap yazabilen bir şahıstır. İşte aynen bunun gibi, insan da önce duyar,sonra kâinatın sayfalarını mütalâa eder, daha sonra da, gizli kalmış pekçok şeyi anlar, kavrar.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, işitme konusunda masdarı "sem" (işitme); görme ve kalb hususunda da ismi zikretmiştir. İşte bundan dolayı da, ebsâr ve (gözler ve gönüller) kelimelerini çoğul getirmiş; sem' kelimesini ise çoğul yapmamıştır. Çünkü masdar, çoğul yapılmaz. Bu şöyle bir hikmetten dolayıdır. İşitmek, tek bir kuvvettir ve onun, tek bir fiili vardır. Çünkü insan, aynı anda, iki sözü zaptedemez. Kulak, işitmenin mahalli olup, işitmede herhangi bir irade ve ihtiyar söz konusu değildir. Çünkü ses, hangi cihetten olursa olsun, hemen oraya ulaşır. Kulağın, kuvvetini, işitilen şeylerden bir kısmını değil de diğer kısmını anlamaya tahsis etme kudreti yoktur. Ama görmenin mahalli gözdür. Fakat, göz için, bir çeşit irade ve ihtiyar söz konusudur. Çünkü göz, başka tarafa değil de görülen şeyin tarafına hareket edebilir. Gönül de böyledir. Gönül idrakin mahalli olup, bunun da bir çeşit başkasına değil de, istediği tarafa yönelebilme iradesi ve ihtiyarı vardır. Durum böyle olunca, işitmede, mahal olan kulağın bir tesiri yoktur. Burada kuvvet, tek başına hareket etmektedir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, kulak hususunda işitme kuvvetini zikretmiş; göz ve gönül hususunda ise, kuvvetlerin mahalline, bir çeşit irade ve ihtiyar nisbet etmiş, bu sebeple de mahalli zikretmiştir. Çünkü fiil, irade edene isnad olunur. Baksana sen, "Zeyd duydu, Amr gördü" dersin. Fakat istisnaî durumlar hariç, "Zeyd'in kulağı duydu, Amr'ın gözü gördü" demezsin. Çünkü biz, biraz önce, irade eden failin asıl olduğunu; diğer şeylerin ise onun vasıtası olduğunu söylemiştik. O halde bu demektir ki, bir irade ve ihtiyarı olmadığı için, işitme mahalli olan kulak değil de, işitmek asıldır. Göz de, bir astl gibidir. Görme kuvveti ise, onun aleti durumundadır. Kalb de böyle olup, anlama kuvvesi de bunun aleti durumundadır. İşte böylece Cenâb-ı Hak, işitme hususunda, kuvvet demek olan masdarı zikretmiş; görme ve kalb hususunda da, kuvvetin mahalli olan isimleri zikretmiştir. Bir de işitmenin, tek bir kuvveti ve tek bir fiili vardır. İşte bundan dolayı insan, aynı anda, iki sözü zaptedecek bir tarzda duyamaz, ama aynı anda iki veya daha fazla şekilleri kavrayıp birbirinden ayırtedebilir.

Sem'in Önce Gelmesi

Cenâb-ı Hak burada niçin duymayı, "Allah onların kalblerini ve işitmelerini mühürledi" (Bakara, 7) ayetinde de kalbi önce zikretmiştir?

Cevap: Biz diyoruz ki: Bu da, bizim biraz önce zikrettiğimiz şeyi doğrular. Çünkü Cenâb-ı Hak verirken, önce en düşüğünü ele almış, daha sonra da en yukardakine doğru çıkmış ve, "Ben size duymayı verdim" demiş; daha sonra da, ondan daha şerefli olanı verdiğini bildirmiştir ki, bu da kalbtir. Ama alırken, "Onların idrâk edecekleri kalbleri yoktur ve onların, -bundan daha aşağı olarak- hakikatleri anlayan ve o hakikatleri bulup ortaya koyan kalbleri bulunan kimselerden dinleyecek olan kulakları da yoktur" demiştir. Ki biz, Bakara'da, bizim burada zikrettiğimiz tertipte ortada bulunan görme işinin geriye bırakılışının sebebini zikretmiştik. Bu sebep de şudur: Kalb ve duyma kuvvetlerinin alınması tabiî olup, böylece Cenâb-ı Hak ikisini bu noktada birleştirmiş ve görme kuvvetinin alınması da, onun üzerine perde çekme ile olduğu için, bunu sonra zikretmiştir.

Dirilişten Şüphe

10

"Dediler ki, "Biz, yerde (çürüyüp) gaip olduğumuz vakit mi, biz mi yeniden yaratılacağız?" Hayır, onlar, Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir".

Cenâb-ı Hak, "Ne az şükredersiniz!" buyurunca, onların şükretmeyişlerinin, onların, o şükrün zıddı olan küfrü işlemeleri ve Allah'ın, ölüleri diriltme hususundaki kudretini inkâr etmeleri sebebiyle olduğunu beyan etmiştir. Biz, Allahü teâlâ'nın, kelâm-ı kadîmi olan Kur'ân'ı Kerim'de, her ne zaman itikad esaslarından olan üç temel esastan ikisinden bahsederse, üçüncü esası da getirdiğini, ondan da bahsettiğini zikretmiştik. Burada da böyledir. Cenâb-ı Hak, peygamberlikten, "Bu kitabın indirilmesi ... Senden evvel kendilerine hiçbir uyana (peygamber) gelmemiş olan bir topluluğa (secde,2-3) ifadesiyle bahsedip; "Allah, gökleri ve yeri yarattı (...) Sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yarattı" (Secde, 4-9) ifadeleriyle de, tevhîdden bahsedince, "Biz, yerde (çürüyüp) gaip olduğumuz vakit mi" cümlesiyle de üçüncü asıldan, yani haşrden bahsetmiştir. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ayetin başındaki vav, onlardan daha önce sâdır olan hususlara atıftır. Çünkü onlar, "Muhammed, Allah'ın peygamberi değildir. Allah bir değildir. Haşr (diriliş) de mümkün değildir" diyorlardı.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ, onların, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, peygamberliği hususunda yalanladıklarını anlatmak için, muzarî sigasıyla, yekûlûne (Sacde, 3); onların, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, haşr konusunda yalanlamalarını ifade için de, mazi sîgasıyla, kûlû buyurmuştur. Çünkü onların, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, peygamberliği hususunda yalanlayışları, daha önceden mevcut değildir. Bu, meydana geldiği anda olan bir durumdur. İşte bu sebeple, "diyorlar..." -yani "onlar bu hale düştüler" buyurmuş; onların hasrı inkâr etmeleri ise, hem onlardan hem daha önce atalarından sâdır olmuş bir hal olduğu için, "dediler..." ifadesini kullanmıştır.

Üçüncü Mesele

Allahü teâlâ, onların, peygamberlik konusundaki sözlerini açıkça belirtmiştir. Çünkü O, "Yoksa diyorlar mı ki..." buyurmuştur. Yine onların haşr konusundaki sözlerini de açıkça belirtmiş ve "Dediler ki: "Biz, yerde (çürüyüp) gâib olduğunuz vakit mi..." buyurmuştur. Fakat onların vahdaniyyet ile ilgili sözlerini açıkça belirtmemiştir. Çünkü onlar, her halükârda, haşri ve peygamberliği inkâr hususunda ısrarlı idiler. Fakat vahdaniyyete gelince, bunu kısmen de olsa kabul ediyorlardı. Baksana Cenâb-ı Hak, "Onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, "Allah" derler" (Lokman, 25) buyurmuştur. Dolayısıyla, Allahü teâlâ, her nekadar onlar zahiren bunu söylemiş olsalar bile, "Onlar, "Allah bir değildir" dediler" buyurmamıştır.

Dördüncü Mesele

Eğer birisi, "Hak teâlâ, peygamberlikten bahsedince, daha önce bunun delilinden de bahsetmiştir. Bu da, kendisinde şüphe bulunmayan o tenzîl (indirme) hususudur. Vahdaniyetinden bahsedince, bunun delilinden de bahsetmiştir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın gökleri ve yeri yaratması ile, insanı çamurdan haiketme hususlarıdır. Fakat onların hasrı inkâr edişlerinden bahsedince, delilini zikretmemiştir (niçin)?" diyecek olursa, buna şöyle cevap veririz: Allahü teâlâ (aslında) onun delilinden de bahsetmiştir. Çünkü insanı doğrudan (direkt) yaratmış olması, onu yeniden yaratmaya kadir olduğuna bir delildir. İşte bundan ötürü, Allahü teâlâ, haşrin mümkün oluşuna ilk yaratmasından bahsederek delil getirmiştir. Çünkü O, "Sonra onu yeniden İade eder, (diriltir). Bu ise ona daha kolaydır" (Rum, 27) ve "De ki: "Onu, ilk defa yaratan diriltir" (Yasin, 79) buyurmuştur. Göklerin yaratılışı da böyledir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gökleri ve yeri yaratan onların benzerini yaratmaya kadir değil midir?" (Yâsin, 81) buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak, "Dediler ki: "Biz mi yeniden yaratılacağız?" Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir" buyurmuştur, Bu ifadedeki bel (hayır) kelimesi, birinci cümleden bir İdrab olup, "onlar sırf İkinci yaratılışı inkâr etmiyorlar. Hayır, aksine onlar âhiretin herşeyini inkâr ediyorlar. İkinci yaratılışı (dirilişi) kabul etmiş olsalardı bile, azabı ve mükâfaatı kabul etmezlerdi" demektir. Yahut şöyle de diyebiliriz: "Bu, "Onlar ba'si (dirilişi) doğrudan doğruya inkâr etmediler. Aksine kâfir oldukları için, onu inkâr ettiler. Çünkü onlar, aslında azabı ve mükâfaatı inkâr ediyorlardı. Dolayısıyla o azab ve mükâfaata ulaştıracak atanı da inkâr ettiler" demektir."

Ölüm Meleği

11

"De ki: "Size vazifeli olan ölüm meleği canınızı alacak. Sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz".

Bu, "mutlaka öleceksiniz ve sonra diriltileceksiniz" demektir. Cenâb-ı Hak, o yeniden diriltme işine, "sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz" beyanıyla işaret etmiştir. Ayetteki, "Size vazifeli olan" ifadesi, o meleğin, bu işten gafil olmayacağına, enleriniz geldiği zaman, yakanızı bırakmayacağına, çünkü bundan başka meşguliyeti olmadığına, işi bu olduğuna bir işarettir.

Ayetteki, "ölüm meleği canınızı alacak" cümlesi, ruhların bakî olduklarını ifade . Çünkü "teveffâ" fiili, "tam olarak alma"; "kabz", "atmak" manasına olup, yok etme" ise, alma değildir.

Sonra temiz ve arınmış (zekî ve tahir) ruhlar, meleğin yanında, tıpkı bir şahsın kendisine uygun ailesi içinde imiş gibi kalır. Pis ruhlar ise, o meleklerin yanında, tanımadığı ve dillerini bilmediği bir topluluk içindeki bir esir gibi kalır. Birinciler büyür, gelişir, saflığı ve kuvveti artar; ikinciler ise, solar, zayıflar, şekaveti ve bulanıklığı artar.

Feylesoflar ve Bas

Filozoflar "Temiz ruhlar, bedeninden daha hayırlı olan semavî bir cisme tutunur ve onun sayesinde kemale erer. Günahkâr ruhların ise, bu tutunmadan sonra, kemâle ermeleri söz konusu değildir" derler. Onlar bununla eğer bizim yukarda bahsettiğimiz manayı kastediyorlarsa, bize uymuşlar ve muvafakat etmişler demektir. Aksi halde, bu husustaki görüşü kendi iradeleri doğrultusunda değiştirmiş olurlar ki, bu durumda as sözleri bazan gerçek olabileceği gibi, bazan doğru olmayabilir.

Eğer, "Onlar, dirilişi kabul etmezler. Allahü teâlâ ise ölümden bahsetmektedir. Bu ikisi arasında da hayli fark vardır" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Bu, yeniden diriltmenin bir delilidir ve onların bunu akıldan uzak gömelerini defetmek için söylenmiştir. Çünkü onlar, "Bir şey tamamen yok olmaz. Öyle ise, daha nasıl o, mevcut olanın bizzat kendisi olacaktır?" demektedirler. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "ölüm meleği ruhları (canları) alır. Bedenin parçaları ise dağılır. Parçaları toplama konusunun akıldan uzak görülecek bir tarafı olmadığı gibi, meleğe, aldığı şeyleri (ruhları) geri vermesini emretmenin de çetin ve zor bir tarafı yoktur. O halde Hak teâlâ'nın, beyanı, "Ruhlar, o melekçe malumdur. Dolayısıyla o melek, onlan bedenlerine yeniden verir" demektir.

Mücrimlerin İtirafı

12

"Mücrimlerin, Rableri huzurunda, "Ya Rabbi, gördük, İşittik. Şimdi bizi dünyaya geri gönder de, güzel amel ve hareketlerde bulunalım. Çünkü artık biz, kat'î inananlarız" diye diye, başlarını eğdikleri zaman bir görsen...".

Allahü teâlâ, onların Rablerine döneceklerini belirtince, bu beyanıyla da, dönüşte olacak şeyleri kısaca bildirmiştir. Bu, "Onların hallerini görüp, mahcübiyyetlerini müşahede etmiş olsaydın... (çok hayreti mucip bir şey görmüş olurdun)" demektir.

Ayetteki terâ (görsen) kelimesinin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbini yatıştırmak için, ona bir hitap olması mümkündür. Çünkü onlar, yalanlayarak ona eziyet vermişlerdi. Yine bunun herkes için genel bir hitap olması da muhtemel olup, tıpkı bir kimsenin, hususî oluşu kastetmeksizin, "Falanca cömert bir insandır. Ona bir an bile hizmet etsen, sana ömür boyu iyilikte bulunur" demesi gibidir. Ayetteki, "Rableri huzurunda" tabiri de, bu mahcûbiyyetin derecesini ve şiddetini anlatmak içindir. Çünkü kul, Rabbine karşı kötülükte bulunup, sonra onun huzuruna varıp durduğunda, son derece bir pişmanlığa düşmüş olur.

Ayetteki, "Rabbim, gördük, işittik" ifadesi, "Onlar, yâ Rabbi gördük ve işittik" diyordu" manasına olup, burada "diyerek" ifadesi, onların alabildiğine pişmanlığa düşmüş olduklarına bir işaret olmak üzere hazfedilmiştir.

Çünkü büyük mahcubiyet, sahibinin konuşmaya güç yetiremediği mahcubiyyettir. Bu, "Ya Rabbi, hasrı gördük, peygamberin sözlerini dinledik. Şimdi bizi, sâlih amelde bulunabilmemiz için, dünya yurduna geri gönder" demektir. Onların, sözleri ise, "Şu anda artık kesin iman ettik. Fakat fayda verecek olan, iman ile birlikte amel-i salihin olmasıdır. Ancak amel-i salih, insan mükellef tutulduğu zaman yapılır. Mükellef tutulma da dünyada olur. Binâenaleyh amel-i salihte bulunabilmemiz için dünyaya geri gönder" demek olup, onların bâtıl (yanlış) sözlerindendir. Çünkü, amel-i salih iman da ahirette yapılırsa makbul olmaz. Şöyle de diyebiliriz: Bundan murad, şirki kabul etmeyişleridir. Çünkü onlar, "Biz, müşrikler değildik" (Enam, 23) demişlerdir. Bundan dolayı onlar, "Başımıza gelenler, amel-i salihi yapmamış olmamız sebebiyledir. İmana gelince, biz dünyada iken kesin inanmıştık. Biz, müşrik değildik" demişlerdir.

Cehennemin Lüzumu

13

"Eğer dileseydik, herkese elbette hidayetini verirdik. Fakat benden sâdır olan Cehennemi, bütün cinlerden ve insanlardan muhakkak dolduracağım" hükmü artık hak olmuştur".

Allahü teâlâ, onların, "Ya Rabbi gördük, işittik. Şimdi bizi dünyaya geri gönder" sözlerine, bu şekilde cevap vermiştir. Bunu şöyle izah ederiz. Allahü teâlâ sanki demek ki: "Eğer sizi imana döndürecek olsaydım, dünyada iken size hidayet ederdim. Sizi hidayete erdirmemiş olduğuma göre, imanınızı irâde edip dilemediğim çıkmaktadır. Dolayısıyla sizi dünyaya geri göndermem."

Ayetteki, "Eğer dileseydik, ... verirdik" ifadesi, biz ehl-i sünnetin görüşünün doğruluğu hususunda çok açık bir sözdür. Çünkü biz diyoruz ki: "Allah, iman etmesini irade etmemiş, onun kâfir olmasını dilemiştir."

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Fakat Benden sadır olan, "Cehenneme, bütün cinlerden ve insanlardan muhakkak dolduracağım" hükmü artık hak olmuştur" yani "Bu hüküm artık vâkî olmuş, Bizden çıkmıştır" buyurmuştur. Bu hüküm de, Hak teâlâ'nın İblis'e, "Cehennemi muhakkak seninle ve sana tabî olanlarla dolduracağım" (Sad. 85) şeklindeki sözüdür. Bu izah, nakil açısından yapılmıştır.

Hikmetlerin Gözetilmesi

Bunun şu şekilde bir de aklî izahı vardır: Allahü teâlâ, hikmetsiz hiçbir iş yapmaz. Bu, üzerinde ittifak edilen bir husustur. İhtilaf noktası, Cenâb-ı Hakk'ın bir fiili, ondaki ötürü mü yaptığı, yoksa o fiili, hikmet kendisini onu yapmaya sevketmeksizin ve zorlamaksızın yapıp, daha sonra hikmet onun ayrılmaz vasfı mı oluyor konusundadır. O'nun fiillerinin hikmetsiz olmadığı bilindiğine göre, hükemâ şöyle demişlerdir: Onun fiillerinin hikmetleri tam ve ayrıntılı olarak anlaşılamaz. Ama bu husus icmalen ve toptan (genel olarak) anlaşılır. Çünkü alemdeki, hertürlü kötü işlerin hikmeti, şu aklî taksimden (sınıflamadan) çıkar: Fiil (iş), ya tamamen hayır, ya tamamen şer, yahut da şerle karışık hayır olur. Bu son kısım da üç çeşittir: Hayrı gâlib olan, şerri gâlib olan, hayrı ve şerri denk olan. Bunun böyle olduğu bilindiğine göre, Allah, sırf hayrın bulunduğu bir âlem yaratmıştır. Bu, melekler âlemi olup, en yüce âlemdir. Yine Cenâb-ı Hak, kendisinde hayır ve serlerin yer aldığı bir âlem yaratmıştır. Bu da, bize insanların yer aldığı âlem olup, âlem-i süffâ (en aşağı alem) dir. Fakat sırf şerrin bulunduğu bir âlem yaratmamıştır. Bizim âlemimiz olan, âlem-i süflide, hayır ve şer bulunuyor ise de, bu hayır tarafının gâlib olduğu, birinci çeşittendir. Çünkü bu âlemdeki faydalı şeyleri zararlı (şerli) şeylerle, faydalı olanı da zararlı olanla mukayese ettiğinde, faydalı olanların daha çok olduğunu görürsün. Yine şerli olanları, hayırlı olanlarla mukayese ettiğinde, hayrın daha çok olduğunu görürsün. Nasıl böyle olmasın. Çünkü kâfir mü'minin karşıtıdır. Fakat mü'min bu âlemde bazan, peygamberler ve veliler gibi, ömrünün başından sonuna kadarki ömründe, şerrin hiç yer almadığı bir durumda bulunur. Kâfirin de, bu dünyada kendisinde hiç hayrın bulunmadığı, ondan hiç hayrın sâdır olmadığı biçimde bulunması mümkün değildir. Bu konuda söylenecek son söz, kâfirin küfrünün, hayırlarını yok edip, hayırlarının kendisine fayda vermeyeceğidir, örfe bakıldığında, susamış bir kimseye bir yudum su, acıkmış bir kimseye bir lokma ekmek vermeyen ve ömründe Rabbini hiç anmayan bir kâfirin bulunması imkânsızdır. Nasıl böyle olmasın ki. Çünkü o kâfir, çocukluk derecesinde, hayırları yapmaya sevkedecek bir fıtrat üzere yaratılmıştır. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, diyoruz ki: Onlar, "Eğer bu âlemde şer olmasaydı, Allah'ın yarattığı şeyler sırf hayırlı olurdu ve O, hayrın gâlib olduğu, şerrin az olduğu bir çeşid yaratmamış olurdu. Çünkü bu kısmı yaratmamak, eğer kendisinde bulunan serlerden ötürü olsa, az bir serden ötürü, çok hayrı terketmek hikmete uygun düşmezdi. Baksana bir tacirden bir dinar karşılığında, bir dirhem vermesi İstendiğinde, eğer o kabul etmese ve "Bunda şer (zarar) var. Bu zarar da, o dirhemin benden çıkmasıdır" dese, ona, "Ama buna karşılık, daha çok hayır (kâr) var. Bu da o bir dinarın senin kesene girmesidir" denilir. İnsan da böyledir. Eğer uzun süre bir rahatlık elde edeceğini bile bile, önemsiz ve basit bir işi, kendisinde meşakkat olduğu için yapmazsa, hikmete aykırı davrandığı söylenir. Binâenaleyh insan hikmeti dikkate aldığında, az bir şerre karşılık olan çok hayrın meydana gelmesinin bir lütuf olduğunu anlar. İşte bundan ötürü kendisinde, şer de bulunan bu âlem yaratılmıştır. Hak teâlâ buna, "Hani Rabbin meleklere, "Ben şüphesiz yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. Onlarda, "Orada, fesad çıkarıp, kan akıtacak kimseler mi yaratacaksın. Halbuki biz, seni hamdinle tesbih ediyor ve takdis ediyoruz" dediler" (Bakara, 30) ayetiyle işaret etmiştir. Allahü teâlâ meleklerin bu sözüne, "Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim" buyurmuştur. Bu, "Ben böyle bir şeyin hikmete uygun olduğunu biliyorum. Çünkü bundaki hayır, şerrinden çoktur" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Allah, meleklere, bu kısmın daha hayırlı oluşunun, ilim öğretme sayesinde olduğunu anlatmış ve "(Allah), Adem'e bütün isimleri öğretti" (Bakara, 31) yani "Ey melekler, sırf şerr veya şer tarafı fazla veya şerri ve hayrı denk olan şeylerin yaratılması hikmetime uygun düşmez. Fakat içinde az bir şer bulunan, ekserisi hayır olan şeylerin yaratılması İse uygundur" buyurmuştur. Binâenaleyh ayetteki, "Orada fesad çıkarıp, kan akıtacak" ifadesi, bu âlemde bulunan şerre işarettir. Cenâb-ı Hak, "(Allah) Adem'e bütün isimleri öğretti" ifadesi ile, bu âlemde hayrın da bulunduğunu bildirmiştir.

Eğer birisi, çıkıp da: "Allahü teâlâ bu kısmı, kendinden hiç şer olmayacak biçimde, şersiz yaratmaya kadirdi?" derse, ona tıpkı Allah'ın buyurduğu gibi, "Eğer dileseydik, herkese elbette hidayetini verirdik" beyanı ile cevap verilir. Yani "İsteseydik hayrı serden tamamen temizlerdik. Ama bu durumda, az şerre belenmiş hayr-ı kesiri yaratmamış olurdum. Halbuki böyle bir kısım aklîdir. Dolayısıyla azıcık serden ötürü terki caiz olmayan şey, hikmete uygun düşmez. Çünkü az serden ötürü, çok olan hayrı terketmek hikmete uygun değildir. Eğer bu şekilde olmasaydı, onun yaratılmasına bir engel bulunmazdı. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak bu âlemi, kendisindeki hayrın daha çok olmasından ötürü yaratmıştır. Bu sözü, maslahatların gözetilmesi gerektiğini söyleyen (Mu'tezile), şu şekilde ifade etmektedirler: Hayır kazada, şer ise kaderdedir. Allahü teâlâ hayra hükmetmiştir, ama kaderdeki şer, O'nun çirkinlikten ve cehaletten münezzeh olan fiili ile meydana gelmiştir.

Allahü teâlâ "Bütün cinlerden ve insanlardan..." buyurmuştur. Çünkü Hak teâlâ İblis'e, "Cehennemi muhakkak seninle ve sana tabî olanlarla dolduracağım" (Sad. 85) demiştir. Bu, cehennemin süflî alemdekiler içi olduğuna bir işarettir. Ulvî alemdekiler ise, cehenneme girmekten münezzeh olup, bunlar meleklerdir. Allahü teâlâ'nın bu beyanı, İblisin meleklerden olmamasını gerektirir. Doğrusu da budur. Ayetteki "bütün" ifadesi,

a) Te'kid olabilir. Açık olan budur.

b) Hâl de olabilir, yani "toplanmış oldukları halde" manasınadır.

Allahü teâlâ niçin bütün insanları ve cinleri cehennemi dolduracaklarından saymıştır? Biz deriz ki: Buradaki min edatt, cinsin beyanı içindir, yani "Başkasından değil, cin ve insan cinsinden doldurulur o cehennem" demek olup, bu, meleklere güven vermek içindir. Ayetteki bu ifade, bütün insanların ve cinlerin, oraya girmesini gerektirmeyip, tıpkı bir kimsenin, "Kesemi dirhemlerden doldurdum" şeklindeki sözünden, kesenin dışında artık hiç dirhem kalmadığı manasının anlaşılmaması gibidir.

İmdi, eğer "Bu, cehennemin bazı yaratıklarla hemen dolacak kadar dar olduğunu gösterir" denilirse, biz deriz ki "Evet bu böyledir. Geniş olan, Allah'ın geniş rahmetinin eseri olan cennettir." Allah en iyisini bilendir.

Allah'ı Unutmanın Cezası

Allahü teâlâ, "Eğer dileseydik, herkese hidayetini verirdik" buyurarak, onlar için bir dönüşün olmayacağını beyan edince, onlara, "Siz dünyaya tekrar dönüşünüzün olmadığını bildiğinize göre:

14

"O halde, şu gününüze kavuşmayı unutmanıza karşılık, şimdi tadın azabı! Doğrusu Biz de sizi unuttuk. Yapmakta ısrar ettiğiniz (kötülükler) yüzünden, tadın o ardı arası kesilmeyen azabı!"

demiştir.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki, İlka (karışma) kelimesinin, "tadın" fiili ile mansub olması muhtemel olup, "Unutmanız sebebiyle, haydi tadın bugünkü kavuşmayı" demektir. Buna göre unutulan şeyin, ya, "Allah onlara "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dedi." Dediler ki, "Evet"(A'raf. 172) ayetinde anlatılan o misaktır, yahut da insanın fıtratında bulunan vahdaniyyet (tevhid inancı)dır. Fıtrattaki bu vahdaniyyetin unutulması da, dünyaya yönelmek ve dünya ile oyalanma sebebiyle olur. Ayetteki bu "lika" kelimesinin, "unutma" fiili ile mansub olması, da muhtemeldir. Buna göre mana, "Bu gündeki kavuşmayı unutmanız sebebiyle..." şeklinde olur. Bu manaya göre eğer birisi, "Unutma, daha önce bilinen şeyi. sonradan bilmeme şeklinde olur?" derse, biz deriz ki: Bu kavuşmanın burhanları, ortada açık olduğu için, sanki görünmüş ve insanlarca önceden öğrenilmiş olur. Binâenaleyh insanlar, bu kavuşmayı, delilleriyle ortaya çıktıktan sonra umursamayınca, tıpkı daha önce bildiği birşeyi inkâr eden kimse gibi, açık bir işi inkâr ettiklerine bir işaret olsun diye, bu hususta "unutma" kelimesi kullanılmıştır.

İkinci Mesele

Ayetteki, hazâ kelimesi, şu üç şeye muhtemeldir:

1) Bu, ayette geçen "gün"e işarettir ve "şu günün kavuşmasını unutmanız sebebiyle tadınız azabı!" demektir.

2) Bu, o günün likasına (kavuşmasına) işaret olabilir ve "şu likayı unutmanız sebebiyle..." demek olur.

3) Bu, azaba bir işaret olabilir ve mana, "Bu günün likasını unutmanız sebebiyle, şu azabı tadınız" şeklinde olur.

Daha sonra Allah Tealâ "Biz de sizi unuttuk?" buyurmuştur. Bu, "Tıpkı unutanın yaptığı gibi, ümitlerinizi tamamen kırmak için, sizi büsbütün terkettik. Artık size dönüp bakmayacağız" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, tıpkı unutanın terkedişi gibi, onları terketmeden ötürü gereken, bunun neticesi olan şayi de belirtmiştir. Bu da, ilahî azabta onların ebedî kalışlarıdır. Çünkü Allah'ın kurtarmadığı kimse için, artık kurtuluş söz konusu değildir. İste bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Yapmakta ısrar ettiğiniz (kötülükler) yüzünden tadın o ardı arası kesilmeyen azabı" buyurmuştur.

Tevazünün Mükâfaatı

15

"Bizim ayetlerimize, ancak kendilerine onlarla öğüt verildikleri (hatırlatıldıkları) zaman, büyüklük taslamadan yüzüstü secdeye kapanan ve Rablerini hamdle tesbih edenler inanır".

Hak teâlâ'nın bu beyanı, ayetlere imanın âdeta olmuş bitmiş bir iş olup, bazı kimselerin onu unutmuş olduğuna bir işarettir. Fakat bu kimseler o imanı hatırladığında, Allah'a yüzüstü secdeye kapanırlar. Bu, "Onların bütün uzuvları, Allah'a boyun eğmiştir. Onlar, Allah'ı hamdile tesbih ederler. O'nu ortaktan tenzih ederek lisanlarını hareket ettirirler. Onlar büyüklük de taslamazlar. Onların kalbi, kibre düşmeyen bir huşu içindedir. Kullarından büyüklük taslamayanlar ise, gerçek mü'minterdir" demektir.

Gece Namazı

16

"Onlar, "Yanları yataklarından uzaklaşır, korku ve ümitle Rablerine dua ederler. Kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden de hayra harcarlar".

Yani bu kimseler gecelen az uyurlar. Ayetteki "duâ ederler" ifadesi, "namaz kılarlar" manasınadır. Çünkü dua ve salat (namaz) kelimeleri, aynı manayadırlar. Yahut da bu ifade, "Onlar Rablerinden talepte bulunurlar" manasınadır. Bu, birinci manaya ters düşmez. Çünkü talep (istek), bazan namaz kılmak suretiyle yapılır.

Dolayısıyla ayetin bu ifadesini birinci manaya hamletmek daha uygundur. Zira Allahü teâlâ bunun hemen peşinden, "Kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden de hayra harcarlar" buyurmuştur. "(O muttakiler), namazlarını dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infâk ederler" (Bakara, 3) ayetinde de olduğu gibi, Kur'ân'da zekâttan bahsolunan ayetlerin ekserisinde, zekâttan hemen önce namazdan bahsedilir.

Cenâb-ı Hak, "korku ve ümidle" buyurmuştur. Bu iki kelimenin, mef'ûl-ü leh (yani o korku ve ümidden dolayı manasına) olması muhtemel olduğu gibi, hal (yani korkarak ve umarak) manasına olmaları da muhtemeldir. Bu tıpkı, "ziyaret ediciler" manasında, "Bana ziyaretçiler geldi" demen gibidir. Önceki ayette, yüksek bir dereceye işaret vardır. Bu da o gece ibadetinin, korku ve ümit gibi şeylere kulak asmadan, sırf Allah rızası için olmasıdır. Bunun delili, "Kendilerine o ayetlerle öğüt verildikleri zaman, ...yüzüstü secdeye kapanırlar" (secde, 15) ifadesidir. Çünkü bu, sırf bir hatırlatma ile; korku ve ümit olmaksızın onlardan hemen secdenin sâdır olduğunu gösterir. İkinci ayette ise, daha sonra gelen iki dereceye bir işaret vardır. Bu da, o ibadetin, tıpkı zorba bir padişaha, saltanatının korkusu ile hizmet eden kimse gibi, korkudan ötürü, yahut da cömert bir padişaha, ihsanını umarak, ümitten ötürü hizmet eden kimse gibi, yapılmasına benzer.

Rabbin Kuluna Muamelesi

17

"Artık onlar için, yapmakta olduklarına bir mükâfaat olarak, gözlerin aydın olacağı nimetlerden, neler gizlenmiş olduğunu kimse bilemez".

Cenâb-ı Hak onların fiillerinin mükâfaatı olarak onlar için neler hazırlamış olduğunu bu ayetiyle beyan buyurmuştur. Bu, "sayesinde gözlerin aydın olduğu ve başka her şeyi unutturan mükâfaatlar var" demektir. Arapça'da, "Gözüme girmedi" denilir. Bu, "Benim gözüm başkasını aramaktadır" demektir. Gözün bakacağı, arayacağı başka birşey kalmayınca artık başkasına kayamaz. Böylece bu vaadin hükmüne göre, o göz mükâfaat bakımından aydın olur. Burada şöyle bir incelik yatmaktadır: Kuldan bir amel-i sâlih sudur eder. Allah'dan ise, daha önce olan yaratma, rızık verme gibi, birçok şeyler ile bunlara ilaveten mükâfaatlandırma ve ikram etme gibi ihsanlar sâdır olur. Cenâb-ı Hak şöyle diyebilir: "İyiliğin karşılığı iyiliktir. Ben ilk önce iyilikte bulundum, kulum da buna karşılık iyilikte (sâlih amelde) bulundu. Binâenaleyh vereceğim mükâfaat, karşılıksız bir lütuf ve bağıştır." Yahut şöyle diyebilir: "Önceki yaptıklarımı bir iyilik kabul ediyorum. Dolayısıyla birincileri lütuf sayıp, onlara bir karşılık istemiyorum. Kutum amel-i salih yaptığında, kut üzerinde bir borç kalmaz. Çünkü ben onu, ona verdiğim nimetlere karşılık vermekten muaf tuttum. O da, bu amel-i sâlihi, yeni başlayan bir iş olarak yapmıştır. İyiliğin karşılığı iyiliktir. Binâenaleyh bu (âhiret) mükâfaatını, onun bu iyiliğine bir karşılık sayıyorum." Her iki durum da mümkündür.

Fakat keremin doruk noktası, birincilerin hibe, ikincilerin bir karşılık kabul edilmesidir. Çünkü kul zayıftır, tahammülsüzdür. Eğer ona, "Senin bu fiilin, (Allah'ın verdiği hayatın ve rızıkların) bir karşılığıdır. Binâenaleyh bu fiillerinden ötürü, ayrıca mükâfaatı haketmedin. Allah sana şu anda verdiğini ise, bir bağış ve lütuf olarak veriyor" denilecek olsa, buna sesini çıkarmasa da, kalben bundan mutmain olmaz. Ama ona, "Önce verilmiş olanlar, senin aleyhine, hesabına yazılmadı. Şu anda yaptığın (salih ameller), yeni bir şeydir (o geçmiş nimetlerin karşılığı değil). Dolayısıyla bundan ötürü mükafaatı hakettin" denilecek olsa, bunu kabul eder ve kalbi buna mutmaîn olur. Sonra o bunun Allah'ın fazlı olduğunu anladığında, yapması gereken şey, "Üzerimde Allah'ın geçmiş nimetlerinin borcu vardır. Bu yaptıklarımla, yeni (ayrıca) bir karşılık haketmedim" demesidir. Cenâb-ı Hak da, buna rağmen kulunu mükâfaatlandırdığında, kul, "Yaptığım ameller, Allah'ın bana verdiği (dünyevî) . nimetlerin bir karşılığı idi. Şu anda verdiği ise, Allah'ın karşılıksız verdiği bir lütuftur. Dolayısıyla O, hem hamde hem şükre müstahaktır" der ve amel-i sâlihe devam eder. Bunun üzerine Allah, "Kuluma, ilk yaptıklarının karşılığını verdim. Daha önce ona verdiklerime karşılık ondan bir karşılık istemiyorum" der ve onu üçüncü kez mükâfaatlandınr. Kut da üçüncü kez hamd ve şükreder. Cenâb-ı Hak, ona dördüncü kez mükâfaat verir. Bu iş böylece Rab Teâlâ ile kul arasında, kesilmeden sürüp gider.

Bunun görünür âlemden (dünyadan) misâli şudur: Birbirlerini seven iki kimseden Diri, diğerine bir hediye gönderir ve gönderdiği bu hediyeyi aklından siler, unutur. Hediye gönderilen ise, bunu hiç unutmaz ve bir karşılık olsun diye, ona bir hediye gönderir. Böylece ilk hediye gönderen, gönderdiğini unuttuğu (önemsemediği) için, bunu yeni - karşılıksız gönderilmiş bir hediye kabul eder ve bir hediye ile karşılık verir. Bunun üzerine, beriki dost, "Benim ona gönderdiğim, onun bana ilk gönderdiğinin Karşılığıdır. Bu ise, henüz karşılık vermediğim bir hediyedir" der ve buna bir karşılık verir. Diğer seven kimse de ona karşılık bir hediye gönderir. Böylece bu hediyeleşme işi, kesintisiz sürüp gider ve aralarındaki hediyeleşmelerle birlikte sevgileri de sürer gider. Ama birisine bir hediye gönderip, onu hiç unutmayan, kendisine hediye gönderilen karşılık verdiğinde, "Bu, zaten benim ona gönderdiğim hediyenin karşılığıdır" deyip, daha birşey göndermeyen, dolayısıyla da bu işi bitiren kimsenin durumu böyle değildir.

Bil ki, Kıyamet gününde mükellefiyetler kalksa da yine de zikir, şükür ve ibadet kalkmaz. Tam aksine kul, Rabbine, cennette, dünyada iken O'na yaptığı ibadetten daha çok ibadet eder. Nasıl böyle olmasın ki, onun hali, Cenâb-ı Allah'ın, haklarında, "Onlar gece-gündüz ara vermeyerek tesbih ediyorlar" (Enbiya. 20) buyurduğu meleklerin hali gibi olmuştur. Bu konuda söylenebilecek nihaî söz şudur: İbadet onlara bir mükellefiyet değil, tam aksine bu, oradaki tabii durumun bir gereğidir. Cennet nimetlerinin devamını sağlayan sebeplerden birisi de budur. Nasıl böyle olmasın ki, kul her ne kadar yaklaşırsa yaklaşsın, hükümdarlara hizmet etmek, bir lezzet ve şereftir. Binâenaleyh, terkedilmez, tam aksine, lezzetinden dolayı bu hizmet arttırılır.

Fâsıkların Hali

18

Âyetin tefsiri için bak:20

19

Âyetin tefsiri için bak:20

20

"Öyle ya, mü'min olan kimse, imandan çıkmış kişi gibi midir? Onlar hiçbir zaman müsavi olamazlar. îman edip de salih amellerde bulunanlar için, yapmış oldukları amellere mukabil, konak olmak üzere, Me'va cennetleri vardır. Fasık olanların barınacağı yer ise, ateştir. Ne zaman oradan çıkmak isterlerse, oraya döndürülürler ve onlara, "Yalanlayageldiğiniz o ateşin azabını tadın" denilir".

Cenâb-ı Hak mücrim ve mü'minin halini beyan edince, aklı olana, "Bu ikisi eşit midir?" demiş, sonra da bunların eşit olmadıklarını beyan buyurmuş, akabinde de, bu eşit olmayış halini ayrıntılı biçimde ele alarak, buyurmuştur ki bu, az önce bahsettiğimiz şu hususa bir işarettir: Allahü teâlâ, herhangi bir karşılık beklemeksizin, doğrudan doğruya lütufta bulunmuştur. Binâenaleyh, kulu iman edip salih amelde bulununca, onun bu amelini kabul etmiş; bunu, kulundan doğrudan doğruya sudur etmiş gibi kabul etmiş, ona, o cennet) vermek suretiyle karşılık vermiş, daha sonra da, cennetin peşinden başka birtakım şeylerin verileceğini bir işaret olmak üzere, "konak, bir ikram ve ziyafet olmak üzere..." buyurmuştur. Çünkü, "nüzul, "hükümdarın, gelen misafire, kendine maaş bağlamadan veya istihkak belirlemeden, yapmış olduğu bir "mal hazin" ilk ikramdır. 'Yapmış oldukları amellere mukabil" cümlesi bizim bu bahsettiğimiz şeyi ortaya koymaktadır.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Fâsıkların barınacağı yer ise, ateştir. Ne zaman oradan çıkmak isterlerse..." ifadesi, kafirin durumuna bir işarettir. Biz, amel-i salihin, imanla beraber yapılması halinde netice vereceğini; küfrün olması durumunda, amellere itibar edilmeyeceğini defalarca anlattık. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Fasık olup da kötü kötü ameller yapanlara gelince..." buyurmam ıştır. Çünkü, ayetteki, "Fasık olanlar..." tabirinden, "kâfir olanlar" manası kastedilmiştir. Şayet ilahî ceza, küfür ve amele mukabil kılınmış atsaydı, o zaman sırf küfre ceza verilmeyeceği zannedilebilirdi.

Cenâb-ı Hakk'ın, mü'minler hakkında, temlik ifade eden lâm ile, "onlar için" buyurması, alabildiğine bol ve geniş bir İkram ifade eder. Çünkü bir kimse, bir oaşkasına, "Bu evde otur" dese, onun bu sözü, o evde geçici olarak oturulacağına, tekrar çıkacağına hamledilebilir. Ama, "Bu ev, senindir..." dediğinde, onun bu sözü gereği onun bu sözü de, bu evin mülkiyetinin ona, muhataba ait olması ve geri almayacağı manasına gelir. Cenab-ı Hakk'ın, "Onlar için... Me'vâ cennetleri vardır" sözü de, işte böyledir. Baksana Allahü teâlâ, Adem'i cennette oturtup ve ilm-i ezelîsinde de, O'nun onu oradan çıkaracağı hususu bulununca, "Sen ve hanımın, cennette oturun..."(Bakara,35) buyurmuş, "Cennet sizindir..." dememiştir. Ahirette mü'minlerin cennetten çıkmaları söz konusu olmadığı için de, "Cennet sizindir, cennetler onlarındır..." gibi ifâdeler kullanılmıştır.

Cenab-ı Hakk'ın, "Ne zaman oradan çıkmak isterlerse, oraya döndürülürler ve onlara, "...tadın" denilir" ifadesi, şöylesi bir hikmetli manaya işarettir. Elem veren bir şey, (bir kişide) yerleşip bu acı uzun süre devam ettiğinde, onda artık, tam bir şuur kalmaz. İşte bundan dolayı tabibler şöyle demişlerdir: Sıtma hummasının ateşi, şiddetli gribin (belğamiyye) ateşinin nisbeti, tıpkı ateşin hararetinin, sıcak suya nisbeti gibidir. Diğer taraftan, sıtma tutan kimse gribe yakalanan gibi ateş hissetmez. Zira onda sıtma hali bulunup, grip hummasının zuhuru yaklaşmış bulunmaktadır. İnsan, elini soğuk bir suyun içine soktuğunda, soğuktan dolayı eli acı duyar; ama o buna, uzun süre sabredince, eli donar ve elinin yapısı bozulduğu için, bu şiddetli acıyı artık duymaz. Bunun böyle olduğunu kavradığına göre, "Ne zaman oradan çıkmak isterlerse, oraya döndürülürler" cümlesi, bu elemin ve acının dinmeyeceğine; tam aksine, her durumda onlara yeni yeni elemler vereceğine bir işaret olup, "yalanlayageldiğiniz o ateşin azabını tadın" ifadesi de, bizim anlattığımız şeyi teyit etmektedir. Ki, bu da, "Onlar, dünyada iken, cehennemin ateşini yalanlıyorlardı. Binâenaleyh, onlar onu tadınca, bu onlara alabildiğine etem vermiş, zor gelmiştir. Çünkü insana, beklemediği bir şey çatınca, bu ona iyice ağır gelir" demektir. Sonra onlar, dünyada olduğu gibi ahirette de, azabın olmayacağına kesin gözüyle bakıyorlardı. Ne var ki bu azab onlara gelip çatıverdi. O zaman da, bu azabtan başka azab beklemiyorlardı. Derken onlara, birincisinden daha şiddetli bir azab geldi. Ve onlar, "İçinde bulunduğunuz azabın üstünde azab yoktur" şeklindeki sözleriyle bu azabı yalanlıyorlardı. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "yalanlayageldiğiniz ateşin azabını tadın" ifadesinin manası, onların dünyada olan yalanlamalarına hasredilmeyip, ne zaman oradan çıkmak isteyip onlar da oraya döndürüldüklerinde, aksine onlara, "Dünyada iken, "Ahirette azab yoktur" şeklindeki sözünüz sebebiyle; ahirette de, "içinde bulunduğumuz azabın üstünde azab yoktur" şeklindeki sözünüz sebebiyle, daha önce yalanlayageldiğiniz azabı tadın" denilmiştir.

Azab Çeşitleri

Sonra Cenâb-ı Hak onları tehdit etmek üzere:

21

"Ahiret azabından önce, onlara dünya azabını taddırırız. Zira dünya azabı, ahiret azabına kıyas edilmez. Zira dünya azabı ne şiddetli, ne de uzundur. Çünkü dünyadaki şiddetli azab yok eder, böylece de azaba uğrayan kimse ölür, azabtan kurtulur; böylece de azab devam etmez. Eğer azab eden kimse, azab edilenin azabının uzamasını isterse, ona, çok şiddetli bir azabla azab etmez. Ama ahiret azabı ise, hem şiddetli hem de uzun sürelidir".

Buyurmuştur, Ki, bu demektir. Bu ayetle ilgili iki mesele vardır.

Birinci Mesele

Azab-ı edni'nın mukabili, azab-ı aksi (en uzun azab); azab-ı ekber'in mukabili de, azab-ı asgar (en küçük azab)dır. O halde bu ayette, "ednâ"nın mukabilinde "ekber"in getirilmesinin hikmeti nedir?

Cevap: Biz diyoruz ki dünya azabında şu iki özellik vardır:

a) Yakın olması.

b) Az ve küçük oluşu.

Ahiret azabında ise, şu iki hususiyet vardır:

a) Uzun olması.

b) Büyük ve çok olması. Ancak ne var ki, dünya azabının yakın oluşu, korkutma gayesine daha çok hizmet eder. Çünkü, dünyevî azab, her ne kadar az ise de, bazı kimseler bu azabtan sonra gelecek olan şiddetli bir azabtan daha çok sakınırlar. Aynen bunun gibi, bazı kimseler, dünyevî mükâfaata arzu duyup, uhrevi büyük mükâfaatı ise önemsemezler, uzak görürler. Ahiret azabı hususunda kendisiyle korkutmaya elverişli olan ise, o azabın, daha önce de beyan ettiğimiz gibi uzun süreli oluşu değil, büyüklüğü ve yoğunluğudur, şiddetidir. İşte bundan dolayı Allah, insanlar ondan sakınsınlar diye, dünya azabı hususunda, "en yakın" ifadesini kullanmıştır. Cenâb-ı Hak şayet, "Biz o.ılara en küçük azabtan taddıracağız" demiş olsaydı, insan, bu azabtan, hem küçüklüğünden, hem de hemencecik olacağını anlayamayacağı için, sakınmazdı. İşte aynı sebepten dolayı, ahiret azabı hususunda ise, "en büyük" ifadesini kullanmıştır. Şayet Cenâb-ı Hak, bu ayette, "en uzun azabtan önce" demiş olsaydı, o azabı büyüklükle vasfetmesinden hasıl olan korku kadar bir korkutma meydana gelmezdi. Netice olarak diyebiliriz ki, Allahü teâlâ, her iki azab hususunda da, üstün bir hikmetten dolayı, diğer iki vasıftan daha uygun ve korkutmaya daha elverişli olan vasıfları seçmiştir.

Allah Hakkında Terecci

Cenâb-ı Hak, Ta ki, dönsünler" buyurmuştur. Lealle, "teraccî" ifade eder. Halbuki bu mana, Allah hakkında düşünülemez. Binâenaleyh, bunun hikmeti nedir? Cevap: Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

a) Bunun manası, "Biz onlara, rücû ümit edenlerin tattırması gibi taddıracağız" demek olup, bu tıp ki Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz sizi unuttuk..." (Secde, 14) demesi gibidir ki bu, "Biz sizi, kendisine asla dönülüp de bakılmayacak bir biçimde, tıpkı unutan kimsenin terkedişi gibi, terkedeceğiz" demektir. Aynen bunun gibi, burada, "Bunu bekleyenlere yapılan tedricîlik (derece derece taddırma) tarzında, onlara taddıracağız..." manası kastedilmiştir.

b) Bunun manası, "Biz onlara o azabı taddırdıkça taddıracağız. Böylece de, birisi, "işte umulur ki onlar, bu sebeple belki dönerler" der" şeklindedir. Biz burada şöyle oir izah da teklif edebiliriz: Bir işten matlub olan netice alındığında o işin sebebinin bu netice olduğu söylenebilir. Bu, meselâ bir kimsenin, "Falanca, kazanç elde etmek için ticaret yaptı" demesi gibidir. Sonra, her ne kadar hârici, kendisi dışındaki bir şeye binâen, onun olacağına dair bir kesinlik ve bir ilim bulunsa dahi, bu sebep, eğer fiilin bizzat kendisine nisbetle o işin o fiilden meydana gelmesi hususunda bir kesinlik olmayan bir yerde kullanılmışsa, bu durumda, "o, şöyle şöyle ümitle, şunu yaptı" denilebilir. Ki bu meselâ, "kazanma ümidiyle ticaret yapıyor" denilmesi gibidir. Eğer ticaret yapan kimsede, kazanacağına dair bir kesin inanç varsa, ticarete nazaran kesinlik söz konusu olmasa dahi, bu durum, bizim, "ümit ediyor" şeklindeki sözümüzü zedelemez. Eğer bu kesinlik aksine de muhtemel ve fiile nazaran kesinlik söz konusu ise, o zaman, "ümit ediyor" ifadesinin kullanılması doğru olmaz. Bu da mesela bir kimsenin, her ne kadar Allah'ın kudretine nazaran ölmemesi mümkün ise de, kesme fiiline nazaran, kesmenin akabinde ölümünün meydana geleceğine dair kesinlik bulunduğu için, "Falanca, ölmesi ümidiyle, düşmanının boynunu kopardı, kesti" demesinin doğru olmayacağı gibi. Cenâb-ı Hakk'ın, kendisini bağışlayacağını bile bile, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) hakkındaki, "Benim hatamı bağışlayacağını umduğumdur" (Şuara, 82) ayeti de, bizim görüşümüzü doğrulamaktadır. Ancak ne var ki, fiilin bizzat kendisinden kaynaklanan bir kesinlik söz konusu olmayınca, bu bağışlamadan önce, "umma, ümit etme" fiilini kullanmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ahiret gününü uman" (Ankebut, 36) ifadesi de böyledir. Çünkü bu hususta, kesinlik söz konusudur.

Bizim bu anlattıklarımız iyice kavrandığına göre şimdi biz, şöyle diyoruz: Cenâb-ı Hakk'ın ifadesini kullandığı her yerde, fiile baktığımızda, kesinlik gerekmediğini görürüz. Çünkü, azab etmekten dolayı, apaçık bir gereklilikle, rücû gerekmez. Bu durumda da, her ne kadar, Cenâb-ı Hakk'ın, olacak olan o şeye dair ilm-i hâsıl ve mevcut ise de, bizim, "O, umuyor ve bekliyor" şeklindeki sözümüz doğru olur.

Bu konuda söylenecek nihaî söz şudur: "Recâ" kelimesi genelde, o şeylerin bilinmediği durumlarda kullanılır. Böylece de bu kullanış, bu kelimenin Allah hakkında kullanılmasının caiz olmayacağı zannını uyandırmıştır ki, durum hiç de böyle değildir. Tam aksine recâ kelimesi, Allah hakkında da kullanılır ve bundan, O'nun bunu bilmediği neticesi çıkmaz. Bundan gereken şey, o fiile itibarla, kesinliğin bulunmayışıdır. Halbuki, Allah'ın ilmi, fiile dayanmaz. O halde bahsettiğimiz bu manadan dolayı "teraccî" kelimesinin Allah hakkında da, hakîkî manada kullanılması sahih olur.

Musa (aleyhisselâm)'nın Risaleti

22

Âyetin tefsiri için bak:24

23

Âyetin tefsiri için bak:24

24

"Kendisine Rabbinin ayetleriyle öğüt verilip de sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zalim kimdir? Hiç şüphesiz ki, biz, günahkârlardan intikam alanlarız. Celalim hakkı için, Biz, Musa'ya kitabı verdik. Şimdi sen ona kavuşmaktan şüphede olma. Biz onu, İsrailoğullarına hidayet rehberi yaptık. içlerinde de, sabrettikleri zaman, emrimizle doğru yola sevkedecek rehberler tayin etmiştik ve onlar ayetlerimizi çok iyi biliyorlardı"

Hidayet Yönünden Gruplar

Yani, "Biz onlara, o azabı taddırırız, fakat onlar dönmezler, böylece de onlar, ilk önce Allah'ın, nimetlere dair olan ayetleri; ikinci olarak da, gazab ve intikam ifade eden ayetleriyle öğütlenmiş oldular, ama yine de iman etmediler. Binâenaleyh, onlardan daha zalim hiçkimse yoktur. Zira Allah'ı inkâr eden zalimdir. Çünkü Allah, basiret sahipleri için apaçıktır; içini aydınlatıp nurlandırmak isteyen kimse, Allah'ın varlığına dair bir şahide gerek duymaz. Tam aksine bütün her şeye şahid olan, O'dur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Senin Rabbinin her şeye şahid olduğu sana yetmez mi?" (Fussilet, 53) buyurmuştur ki, bu da, "Ey içini aydınlatmak isteyen kimse! Senin delilin Allah'tır. Dolayısıyla sen, Allah konusunda herhangi bir delile muhtaç değilsin" anlamına gelir..." demektir. İste bundan dolayı bazı arif kimseler derler ki "Ben Allah'ı her şeyden önce tanıdım, kime ki Allah kifayet etmezse, -kendisinde ister fayda ister zarar bulunsun- diğer varlıklar, Allah'ı bilmesi hususunda kendisine kâfidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz onlara hem âfâkta (dış dünyada) hem de nefislerinde delillerimizi göstereceğiz" (Fussilet. 53) buyurmuştur. Eğer bu da onlara yetmezse, Cenâb-ı Hakk'ın onlara, beka verdiği zahir ve bâtın nimetleri ile O'nu bilmeleri gerekir. İşte Allah'tan başkasına ihtiyaç hissetmeyen birinci kısım "adl"dir. İkincisi, bir delile muhtaç olandır ki, bu da ortada olan (muktesid) kişidir. Kendisine âfâkî delillerin yetmediği üçüncü isim "zâlim"dir; nimetlerin bile ikna etmediği dördüncü kısım ise, bu zalimden de daha zalim olanlar çıkar ki, bu azâb taddırılmış olmasına rağmen sapıklığından dinmeyen kimsedir. Çünkü insanların çoğunda bulunan vasıf, kendilerine herhangi bir zarar dokunduğunda, O'na dönerek, Rablerine duâ etmeleridir. Bu ise, azaba dûcâr olmuş, ama sapıklığından dönmemiştir. Binâenaleyh, bundan daha zalimi de asla bulunamaz. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Kendisine Rabbinin ayetleriyle öğüt verip de sonra onlardan yüz çeviren kimselerden daha zalim kimdir?" buyurmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hakk, buyurmuş ise, bu "Onlara o yakın azâb fayda vermeyince, biz onlardan, en büyük azab ile intikam alacağız..." demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Andolsun ki biz, Musa'ya kitabı verdik" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, daha önce de bahsettiğimiz, üç temel itikadı esası izah edince, yine, ilk önce izahına başladığı itikadı esasa dönmüştür ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Senden evvel kendilerine inzâr edici hiçbir (peygamber) gelmemiş olan bir kavme, korkunç'akıbetlerini haber vermen için... "(Secde, 3) ayetinde ele alınmış olan "Risâlet" hususudur. Cenâb-ı Hak, "Ortaya çıkan ilk peygamber ben değilim" (Ahkâf, 9) tam aksine, "benden önce benim gibi gelip geçmiş nice peygamberler vardır" de" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak o peygamberler arasından, hem Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yakınlığı, hem de onun çevresinde Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın dinine tabi olanların bulunması ve onların ilzam ve ikna edilmelerinin gerekmesi sebebiyle, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı seçip zikretmiş; istidlal etmek için, Hazret-i Isa (aleyhisselâm)'yı zikretmemiştir. Çünkü yahudiler, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın nübüvvetini kabul etmiyorlardı. Oysa hristiyanlar, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın nübüvvetini itiraf edip kabul ediyorlardı. Böylece Cenâb-ı Hak özerinde İttifak edilene yapışmış ve onu delil getirmiştir.

Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya Kavuşma

"Hazret-i Musa ile karşılaşacağın hususunda, sakın bir şüphe içine düşme. Çünkü sen onu göreceksin ve ona kavuşacaksın..." manasına geldiği söylenmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı, Miraç gecesi gördüğü de ileri sürülmüştür. Yine bunun manasının "O kitapla karşılaşacağın konusunda şüpheye düşme. Çünkü sen Musa (aleyhisselâm)'ın o kitaba, yani Tevrat'a kavuştuğu gibi, ona sen de kavuşacaksın" şeklinde olduğu da belirtilmiştir. Ayetin takrir için olmayıp, sadece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i teselli etmek için gelmiş olması da muhtemeldir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kavmine her türlü ayeti getirip, o ayetlerle kavmine öğüt verip, buna rağmen kavmi de o ayetlerden yüz çevirince, o kavmi namına üzüldü, işte bundan dolayı da ona, "Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın halini hatırla da, üzülme. Çünkü o da, senin karşılaştığın şeyle karşılaşmış ve sana eziyyet edildiği gibi, ona da eziyyet edilmişti" denilmiştir.

Buna göre, (peygamberler arasından) Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın seçilmesi şöyle bir hikmetten dolayı olmuş olabilir: "Hiçbir peygambere, iman etmeyenler hariç, kavmi eziyyet etmemiş, mü'minler ise muhalefet etmemiştir. Bunun istisnası Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dır. Çünkü ona iman etmeyenlerde, Firavun ve başkaları gibi, eziyet etmişlerdir. İ srai loğu Harından iman edenler de, ona muhalefet etmek ve meselâ Allah'ı ayan beyan göstermesini istemek gibi, ondan birtakım taleplerde bulunarak ve "Sen ve Rabbin gidiniz, savaşınız..." imbiöb, 24) gibi, tuhaf isteklerde bulunmak suretiyle, ona eziyyet etmişlerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın hidayetinin faydadan hâlî olmaması gibi, kendisinin hidayetinin de faydadan hâfî ve uzak olmayacağını beyan etmek üzere "Biz onu, îsrailoğullarına hidayet rehberi yaptık. İçlerinde de, ...doğru yola sevkedecek rehberler tayin etmiştik" buyurmuştur. Bu, "Cenâb-ı Hak, Musa (aleyhisselâm)'nın kitabını, bir hidayet rehberi kılıp, onlardan, hidayete sevkeden imamlar halkettiği gibi, senin kitabını da bir hidayet rehberi kılar ve senin Ümmetinden de hidayete erdiren sahabiler halkeder" demektir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ashabım, adetâ yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız, hidâyete erersiniz buyurmuştur. Keşfu'l- Hafi, 1/132.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bunun ancak sabırla elde edileceğini beyan etmek için buyurmuş, böylece "İşte aynen bunun gibi, siz de sabredin ve Allah'ın vaadinin hak olduğuna kesin olarak inanın" demek istemiştir.

Maziden İbretler

25

Âyetin tefsiri için bak:26

26

"İhtilaf etmekte oldukları şeyler hakkında muhakkak ki Rabbin, evet O, Kıyamet günü onların aralarında hükmedecektir. Bizim onlardan evvel nice nesilleri imha ettiğimizi öğrenmediler mi? Yurtlarında kendileri de gezip duruyorlar. Bunlarda elbette ibretler vardır. Halâ dinlemeyecekler mi?".

Cenâb-ı Hakk'ın, "İhtilaf etmekte oldukları şeyler hakkında muhakkak ki Rabbin, evet O, Kıyamet günü onların aralarında hükmedecektir" ifadesi, şöyle bir sorunun cevabı olabilir: Allah: "İçlerinde de, ... doğru yola sevkedecek rehberler tayin etmiştik" (Secde, 24) buyurunca, birisi, "Onlar ihtilaf etmiş, paramparça olmuşlarken ve hak yol da tek iken, bu durumda daha nasıl doğru yola hidayet etmiş olabilirler?" diyebilir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Onların içinde, hidâyet rehberleri vardır. Allah, kıyamet günü, mü'mini kâfirden ayırdığı gibi, bid'atçiyi de, dine uyandan seçip ayırır" buyurmuştur. Bu hususta şöyle bir izah da yapılabilir: Allahü teâlâ, ihtilaf eden muhtelif ümmetler arasında hükmettiği gibi aynı ümmet içinde ihtilaf edenlerin aralarında da hükmettiğini beyan etmiştir. O halde, say'ü gayret göstermeyen mü'minin de, akıbetinden emin olmaması gerekir. Çünkü, bid'atci de, aynen kâfir gibi, azâb görecektir. Bu konuda söylenebilecek nihaî söz, kâfirin azabının, daha şiddetli, daha elim, daha uzun ve daha devamlı olacağıdır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Biz onlardan evvel nice nesiller helak ettik. Bu onlan hidayete sevketmedi mi?" buyurmuştur. Biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun biz, Musa'ya kitabı verdik" (Secde, 23) ifadesinin, aslında Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini takrîr ve daha önceki "Senden evvel kendilerine İnzâr edici hiçbir (peygamber) gelmemiş olan bir kavme, korkunç akıbetlerini haber vermek için..." (Secde, 3) ayetinde geçen şeyi, yani risâleti tekrar ete almak için olduğunu az önce belirtmiştik. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in risâletinden yeniden bahsedince, tevhîdden de yeniden bahsetmiş ve "Bizim onlardan evvel nice nesilleri imha ettiğimizi öğrenmediler mi?" buyurmuştur. ifadesi, bu hususu iyice ortaya koyan bir ifade olup, "Helak olanların evleri- barkları, meskenleri, onların hallerini göstermektedir. Siz de, zaten oralarda gezip durumu görüyorsunuz..." demektir.

Cenâb-ı Hak, "Bunlarda elbette ibretler vardır. Halâ dinlemeyecekler mi?" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak burada, duymayı nazar-ı dikkate almıştır. Çünkü onların, kendi kendilerine anlama ve akıllarıyla istinbâtta bulunma güçleri yoktur. İste bundan dolayı, "Halâ dinlemeyecekler mi?" buyurmuştur ki bu, "Onların, bir şeyi duyup onu anlama kabiliyetleri yoktur" demektir.

Gıda Olarak Ekin

27

Âyetin tefsiri için bak:30

28

Âyetin tefsiri için bak:30

29

Âyetin tefsiri için bak:30

30

"Suyu, kupkuru ve çorak yere sevkettiğimizi, onunla, gerek hayvanlarının gerek kendilerinin (kısmen) yiyegeldikleri ekini çıkarmakta olduğumuzu da görmediler mi? Halâ da görmeyecekler mi? Diyorlar ki: "Eğer doğru sözlü iseniz, o fetih ne zaman? Sen de de ki: "Fetih günü, o kâfirlere, imanları fayda vermeyecek; kendilerinin yüzlerine de bakılmayacak. Artık onlardan yüz çevir, (inecek azablarını) bekle. Çünkü onlar bekleyicidirler".

Cenâb-ı Hak, zarar ve faydanın kendi elinde olduğuna bir işaret olsun diye, (bir önceki ayette) yok edişinden bahsedince, burada da dirilişinden bahsetmiştir. Cürüz, kendisinde hiç bitki bulunmayan kuru yer demektir. Yine cürüz "kesilmiş" anlamında olup, sanki o yerin suyu ve bitkisi kesilmiş, tükenmiş demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onunla, gerek hayvanlarının, gerekse kendilerinin (kısmen) yiyegeldikleri ekini çıkarmakta olduğumuz..." buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, şu sebeplerden dolayı, "hayvanlar") insanlardan önce zikretmiştir:

1) Ekin, biten şeyin ilki olup, (yeme hususunda), insanlar için değil, hayvanlar için elverişlidir.

2) Ekin, hayvanların temel gıdası olup, bunun mutlaka bulunması lâzım gelir. Ama, insanların gıdası, kimi kez de hayvanlardan elde edilir. Böylece sanki, hayvan ekini yemiş, daha sonra da insan o hayvanı yemiş olur.

3) Bu, yeme işinin, her canlının zâtından kaynaklandığına; insanın ise, ya canlı olması, yahut da, kendisindeki aklî kuvvet sebebiyle yeyip içtiğine bir işarettir. O halde insanın kemâli, ibadeti iledir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Halâ da görmeyecekler mi?" buyurmuştur.

Çünkü bu iş, görülür bir şeydir. Ama, (bir önceki ayette) bahsedilen öncekilerin durumu ise, bu kabilden olmayıp, onlar duymaya dayalı olan şeylerdir.

Cenâb-ı Hak, risâlet ve tevhîd esaslarını beyan edince, "Diyorlar ki: "Eğer doğru sözlü iseniz, o fetih ne zaman?" ifadesi ve sûrenin sonuna kadarki kısım ile de haşri beyan edip açıklamıştır. O halde bu sûrenin sonunun tertibi, tıpkı başının tertibi gibi olmuş olur. Zira, peygamberliği sûrenin başında, "bir kavmi uyarmak için "(secde, 3) ifadesiyle; sonunda da, "Celalim hakkı için Biz Musa'ya kitabı verdik" buyurarak anlatmıştır. Yine Cenâb-ı Hak, tevhidi, sûrenin baş kısmında, "Ki O, gökleri ve yeri yaratandır" (Sacde. 4) ve "Ki O, yarattığı her şeyi güzel yapan, insanı yaratmaya da çamurdan başlayandır" (Secde, 7) ayetleriyle; sûrenin sonunda da, "Onları öğrenmediler mi ki (...)" (Secde, 26) ve "Suyu, ... sevkettiğimizi... görmediler mi?" (Secde, 27) ayetleriyle anlatmıştır. Haşr'ı da, sûrenin başında, "Dediler ki: biz yerde (çürüyüp) gaib olduğumuz vakit, biz mi yeni bir yaratılışla dirileceğiz?" (Secde, 10) ayetiyle; sonunda da, "Diyorlar ki: "Eğer doğru sözlü iseniz, o fetih ne zaman?" (Secde, 28) ayetiyle anlatmıştır.

Cenâb-ı Hak "De ki: "Fetih günü, o kâfirlere imanları fayda vermeyecek, yani onların bu durumundaki imanları makbul olmaz. Çünkü makbul iman, dünyada iken yapılan imandır. Kendilerinin yüzlerine de bakılmayacak, yani iman etsinler ve yaptıkları iman makbul olsun diye, tekrar dünyaya gönderilmeleri için onlara mühlet de verilmeyecek" buyurmuştur.

Allahü teâlâ, bundan sonra, meseleleri beyan edip, delillerini sağlam bir şekilde getirdiği halde, bu onlara fayda vermeyince, "Artık onlardan yüz çevir, yani artık bundan sonra onlarla tartışma. Bundan sonra yol, savaştır" buyurmuştur.

Cenâb-ı Hakk'ın "Bekle, çünkü onlar da bekliyorlar" emri şu manalara gelebilir:

a) "Onların helakini bekle. Çünkü onlar da senin ölümünü bekliyorlar." Bu izaha göre, bu iki bekleyişin araları (manaca) birbirinden ayrı olmuş olur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bekleyişi, hem Cenâb-ı Hakk'ın vaadinden sonra, hem de O'nun emliyledir. Onların bekleyişleri İse, bu işi nefislerinin kendilerine güzel göstermesi ve şeytana güvenmeleri iledir.

b) "Sen, yardımı Allah'tan bekle. Çünkü onlar da yardımı ilahlarından bekliyorlar." Bu manaya göre de, bu iki bekleyişin arası da ayırdedilmiştir.

c) "Sen onların azabını bekle, çünkü onlar da azabı istihza ederek, "Bizi tehdid edip durduğun o şeyi haydi getir?" (A'raf, 70) ve "Eğer doğru söylüyorsanız, o vaid ne zaman?" (Yasin, 48) gibi sözleriyle beklemektedirler. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır. Dönüş ve varış O'nadır. Hamd, alemlerin Rabbi'ne, salat-ü selâm da peygamberlerin efendisi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ailesine, bütün ashabına ve mü'minlerin anneleri olan tertemiz hanımlarına olsun.

0 ﴿