AHZAB SURESİ

Bu, ittifakla Medeni bir sûre olup, yetmişüç ayettir.

Hazret-i Peygambere Hitap

1

"Ey Peygamber, Allah'tan ittikâ et. Kâfirlere ve münafıklara İtaat etme. Şüphesiz ki Allah alîm ve hakîmdir".

Bu ayetin tefsiri ile ilgili birkaç mesele vardır.

Hitap Üslûpları

Bu mesele, (......) veya (......) gibi ifadelerdeki nida ve münâdâ arasındaki fark hakkındadır. Bu hususta söylenenler söylenmiştir. Fakat biz diyoruz ki (Ey adam) şeklindeki söz, nidaya delâlet eder. (Ey o adam) şeklindeki söz de, nidaya delalet ettiği gibi, ya nida edilene hitabın önemli olduğunu, yahut nida edilenin işin farkında olmayışını ifade eder. İkinci husus, diğer yerlerde bahsolunmuştur. Birincisine gelince, (......) sözü, nida edileni, ilk önce malum olmayan biri kılmaktadır. Böylece her işiten kimse, nida edene yönetir. Binâenaleyh o, bunlardan birisini nidasına tahsis edince, bu hadisede, biraz önce nidayı duyanların hepsi ona dönüp baktıkları için, herkesin o haberi duyma gayesi gözetilir. Fakat bunun yerine, doğrudan doğruya: "Ya Zeyd, Ya Recûl" demiş olsaydı, nida edene, sadece bunlar dönüp bakarlardı. Bunun böyle olduğu anlaşıldığına göre, ayetteki, (......) ifadesinin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir gaflet içinde oluşu manasına alınması caiz değildir. Çünkü ayetteki "nebî" sözü, gaflette olmaya ters düşer. Zira "nebî", haberdardır. Dolayısıyla gafil olamaz. Dolayısıyla buradaki nidanın, "hitabın önemli oluşu" manasına alınması gerekir.

Bu Hitaptan Maksat

Birşeyi emretmek, ancak emredilen şahsın, o emredildiği şeyle meşgul olmaması durumunda söz konusudur. Çünkü zaten oturmakta olana, "otur", susmuş kimseye "sus" denilmesi uygun düşmez. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, zaten ittikâ etmektedir. Binâenaleyh ona, "Allah'dan ittikâ et" denilmesini nasıl izah ederiz?

Cevap: Bu hususta şu iki izah vardır:

Birincisi, nakle dayanmaktadır. Bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, ittikâyı sürdürmesinin bir emir oluşudur. Çünkü mesela birisinin, oturmakta olan birisine, "Ben gelinceye kadar burada otur", yine susmakta olan birisine, "Doğru yapıyorsun. Sus, kurtulursun" demesi yerinde olup, "üzerinde olduğun bu hâli devam ettir" manasınadır.

İkincisi, aklî bir izah olup, çok hoştur. Buna göre, padişahtan korkan kullar, üç kısımdır: Bir kısmı, onun cezasından korkar. Bir kısmı, onun mükâfaatlarını kesmesinden korkar. Üçüncüler de, padişah ile aralarına bir engelin girip, (ondan uzakta kalma) endişesini duyarlar. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ne birinci, ne de ikinci manada takvayla emrolunmuştur. Üçüncüsüne gelince, ihlaslı kimse, dünyada yaşadığı müddetçe, bu endişeden kendini emin hissedemez. Nasıl böyle olmasın ki, çünkü dünyevî işler hep insanı meşgul eder. İnsan (kalbi), dünyada bazan Allah ile beraber olur. Bazan da, her nekadar Allah onunla beraber olsa da, insan mutlaka yapılması gereken şeylere yönelmiş olur. İşte bu hususu, Hazret-i peygamber "Ben ancak, kendisine vahyolunan bir beşerim" (Fussilet, 6) yani, "Benim için, vahiy esnasında perde kaldırılır. Daha sonra sizin gibi olurum" diyerek işaret etmiştir. O halde, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e takvayı emredişi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ilâhî huzurda bulunuşunu devam ettirmeyi istemesi manasınadır.

Bir diğer izah da şöyledir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in her an ve her lahzada, ilmi ve derecesi artmaktadır. Öyle ki onun geçmişteki hâli, o anda içinde bulunduğu hale nisbetle, daha iyi olanı (efdali) terk gibi olur. Böylece o her an yeni bir takva (ittikâ) içinde olmuş olur. Buna göre Allahü teâlâ'nın, "Allah'dan ittikâ et (kork)" emri, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, içinde bulunmadığı bir hali emretmek olur ki, iste buna Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kimin iki günü birbirine denk olursa, o aldanmıştır (zarardadır)" hadisi ile işaret etmiştir.

Bir de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Rabbinden, O'nun kendisine emriyle, ilmini artırmasını istemiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "De ki: "Ey Rabbim, ilmimi artır" (Taha, 114) diye emretmiştir. Yine bu hususa, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Hiç şüphesiz, (bazan) kalbim gölgelenir. Bundan dolayı her gün, Allah'a yetmiş kere istiğfar ederim" Müslim. Zikir. 41. (4/2075). buyurarak işaret etmiştir. Bu, "Pegamber için, kendisinin, "yaptığım şükür ve ibadetler de hiçbirşey değilmiş" dediği bir makam, her an onun için meydana gelir" demektir. Bunun böyle olduğu bilindiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ben ancak, kendisine vahyolunan bir beşerim" (Fussilet 6) sözü gereği, kâfir ve münafıkların dillerinden ve ellerinden kaynaklanan bir korkuya düştüğü anlaşılmaktadır ki, bunun delili, "İnsanlardan korkuyorsun. Halbuki Allah, kendisinden korkmaya daha layıktır" (Ahzab, 37) ayetidir. Böylece Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, kendisine insanları unutturacak, sadece hakkı düşündürecek ve bu sayede de derecesinin artırılacağı bir biçimde, o anda üzerinde olduğu takvanın korkunun) üstünde bir başka takvayı emretmiştir.

Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için, "Ey Peygamber" ifadesinde, bir müjde yatmaktadır, yani, "Senin, diğer fertlerden ve putlardan korkman, ittikâ etmen gibi bir takva mertebesinde kalmana Allah razı olmaz. Aksine O, seni sana unutturacak bir takvandan razı olur" demektir. Baksana insan, bir malının elden çıkması korkusunu duyup, o esnada kendisine, kendisini öldürmeye niyetli bir câhil hücum edecek olsa, malını mülkünü unutur, hepsini orada bırakıp kaçar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de böylesi bir takvayla emrolunmuştur. Bu takva ile, artık Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'de, Allah'dan başka hiç kimseden korkma kalmamıştır. Bu söz tıpkı, Zeyd veya Amr'dan korkan birisine, "Amr'den kork. Çünkü, Amr seninle beraber olursa, Zeyd sana birşey yapamaz" denmesi gibidir. Bu, o kimseye Amr'dan korkmasını emretme manasına galmez. Çünkü o zaten ondan korkuyor. Aksine bu, Amr'dan alabildiğine korkmayı emrin zımnında, Zeyd'i ona unutturacak bir biçimde, Zeyd'den korkmaktan nehiy manasına gelir. Hak Teâla'nın, "Kâfirlere ve münafıklara itaat etme" hitabı, bizim İzahımızı desteklemektedir ve "Allah'dan, seni başkasına itaatten alıkoyacak bir biçimde ittikâ et, kork" demektir.

İtaat Edilmeyecek Olanlar

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah'dan başka hiç kimseye itaat etmemesi gerekirken, niçin bu ayette sadece kâfir ve münafıklara itaat etmemesi gerektiği belirtilmiştir? Cevap: Diyoruz ki: Bunun şu iki sebebi vardır:

1) Başkalarını belirtmeye gerek yok. Çünkü bu iki zümrenin dışında kalanlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kendilerine uymasını zaten istemiyorlar. Peygamberin, kendilerinin itaat eder hale gelmesini de beklememektedir. Aksine kendileri O'na olmayı isterler, onu muta (İtaat olunan merci) kabul ederler.

2) Hak teâlâ, "Kâfirlere ve münafıklara itaat etme" buyurunca, Hazret-i Peygamber'i, herkese itaattan menetmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kendisine itaatını isteyen herkes, kâfir veya münafıktır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, yapmaması halinde, kendisine haklı olarak azab edeceğine inanarak, birşeyi emreden kafir olmuş olur.

Daha sonra Hak teâlâ, tıpkı kendisinde sadece kendisinden korkup celâdet hissedecek şekilde, kendinde bir şecaat gören kimsenin yaptığı gibi, takvanın kalbin derinliklerinden gelmesi ve kişinin nefsinde Allah'dan başka hiçbir şeye karşı bir korkunun kalmaması şeklinde olması gerektiğine bir işaret olsun diye, "Şüphesiz ki Allah alîm ve hakimdir" buyurmuştur. Çünkü Allah için olan takvayı, Allah hakkıyla bilir. Ayetteki "hakim" ifadesi, "Allah birşey söyleyip, peygamberin akrabaları olmalarına rağmen bütün o kâfir ve münafıklar da başka birşey söyleyip, bu söylediklerinde bir maslahatın bulunduğunu iddia edip, aklî bir izah yapsalar, o zaman onlara tabî olmak, bir maslahat olmuş olur" şeklindeki bir vehmi gidermeye bir işarettir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Allah hakimdir. Maslahat (ve hikmet) ise, ancak hakîm olanın sözündedir. Dolayısıyla Allah sana birşey emrettiğinde, bütün herkes seni ondan menetmeye çalışsalar bile, Allah'ın emrine uy" demek istemiştir.

Zıharın İptali

2

Âyetin tefsiri için bak:4

3

Âyetin tefsiri için bak:4

4

"Sana Rabbinden ne vahyolunuyorsa ona uy. Muhakkak ki Allah ne yaparsanız, hakkıyla haberdârdır. Allah'a güvenip dayan. Vekil olarak Allah yeter. Allah hiç bir adamın içinde iki kalb yaratmadı. Kendilerinden zıhar yaptığınız karılarınızı o (Allah), sizin analarınız saymadığı gibi, evlatlıklarınızı da oğullarınız gibi kabul etmez. Bu, sizin ağzınızdaki laftandır. Allah hakkı söyler ve O, doğru yola iletir".

Bu ifadeler de, biraz önce bahsettiğimiz gibi, Allah'ın hakîm olduğunu, O'na ittibâ etmenin şart ve vacib olduğunu göstermektedir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Muhakkak ki Allah ne yaparsanız, hakkıyla haberdardır"buyurmuştur. O, kendisinin, kullarının kalblerindekileri hakkıyla bildiğini söyleyince, sizin amellerinizden de bihakkın haberdar olduğunu beyan etmiştir. O halde kalblerinizi düzeltin, amellerinizi ıslâh edin.

Allahü teâlâ daha sonra, "Allah'a güvenip dayan. Vekil olarak Allah yeter" yani "Allah'dan kork. Eğer bir kimseden ötürü bir vehme, bir korkuya kapılırsan, Allah'a tevekkül et. Çünkü koruyucu ve müdafaa edici olarak O yeter. O, fayda verendir. O olunca, sana hiçbirşey zarar vermez. Ama O zarar verirse, O'na karşı sana hiçbirşey fayda vermez" buyurmuştur.

İki Kalb Olmaz

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Allah hiçbir adamın içinde iki kalb yaratmadı" buyurmuştur. Bazı müfessirler. bu ayetin, "Benim iki kalbim vardır. Bunlardan sadece biriyle bile, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in anladıklarından daha çok anlar ve bilirim" diyen, Ebu Ma'mer hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Allahü teâlâ bu ifadesiyle, onun bu sözünü reddetmiştir. Zemahşerî "Allahü teâlâ "Kendilerine zıhar yaptığınız kanlarınızı, o (Allah), sizin analarınız saymadığı gibi..." buyurmuştur ki bu, "O, bir adama iki ana, bir oğula iki baba kılmadığı gibi, bir adam (insan) için iki kalb de kılmamıştır" demektir" şeklinde bir izah yapmıştır. Bu izah zayıftır.

Doğrusu, şöyle demektir: Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Ey Peygamber Allah'tan ittikâ et" ayetiyle, ittikâyı emredince, bu onun için, üzerinde dahası bulunmayan bir takvayı emir olur. Binâenaleyh kim böylesine ittikâ eder ve korkarsa, onun kalbine başka birşey giremez. Baksana, alabildiğine korkan kimse, o korku esnasında bütün işlerini unutur. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, "Ey Peygamber, Allah'tan, korkulması gerektiği gibi kork" demiş olur. Bu şekilde korkmanın hakkı ise, kalbinde, Allah'tan başkasının korku ve endişesinin yer almamasıdır. Çünkü kişinin iki kalbi yoktur ki, bunlardan birisiyle Allah'tan, diğeriyle başkalarından korkabilsin. Eğer bir kimse Allah'tan başkasından korkuyorsa, bu iş ancak, o kimsenin kalbini, Allah'tan başka yöne çevirmesiyle olur ki bu da, Allah'tan gerçek manada korktuğunu iddia eden müttakînin haline uygun düşmez.

Evlatlık Kurumunun İptali

Daha sonra Cenâb-ı Allah, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, hiç kimseden korkmaması -çekinmemesi, Zeyd'in hanımı Zeyneb'in kıssasındaki duyduğu endişe gibi bir korkuya düşmemesi gerektiğini hatırlatmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "İnsanlardan korkuyorsun. Halbuki Allah kendisinden korkmana daha çok layıktır" (Ahzab. 37) yani "Böylesi bir korkunun senin kalbinde yer almaması gerekir" buyurmuştur. Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu durumu hatırlatınca, ondan kötülükleri defedecek şeyi de zikredip, "Evlatlıklarınızı da oğullarınız gibi kabul etmedi" buyurmuştur. Yani, Allah kişinin evladlığını, öz oğlu saymamıştır.

Daha sonra O, bundan önce, bu çirkinliği defetme hususunda daha kuvvetli bir delil getirmişti. Bu da, "Kendilerine zıhar yaptığınız kanlarınızı, o (Allah) sizin analarınız saymadı" ifadesidir. Yani "Sizler, hanımlarınıza, "Sen bana anamın sırtı (zahrı) gibisin" demesi halinde, hanımı, herkesin ittifakıyla kendisinin annesi olmuş olmaz. İslâmiyet döneminde bunun böyle olmaması, bunun vat'ı (kişinin hanımıyla cinsî münasebetini) haram kılmayan bir "zıhar" oluşundan ötürüdür. Câhiliyye döneminde ise, bu bir talâk kabul ediliyor ve kocası onunla yeniden nikahlanıyordu. Binâenaleyh bir kimsenin, kendi hanımına, "Sen benim anam gibisin, yahut anamın sırtı gibisin" demesi halinde, bu o hanımın anne olmaya dönüşmesini gerektirmediği gibi, yine bir kimsenin evlatlığına, "Sen benim oğlumsun" şeklindeki sözü de, onun öz oğlu olmasını gerektirmez. Dolayısıyla da o evlatlığının hanımı, öz oğlunun zevcesi (gelini) haline dönüşmez ve bu sebeple de hiç kimsenin bu hususta hiçbirşey deme hakkı doğmaz. Binâenaleyh senin insanlardan çekinmene gerek yoktur. Nasıl olsun ki? Eğer bu korkulması gereken bir İş olmuş olsaydı, Allah'tan başkasından korkman caiz olmazdı. Yahut da senin iki kalbin yoktur. Kalbin, Allah ittikasıyla dopdolu ve O'nunla meşguldür. Dolayısıyla hiç bir kimseden korkman gerekmez.

Söz Çeşitleri

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bu, sizin ağzmızdaki lafmızdır" buyurmuştur. Bunda şöyle bir incelik vardır: Nazar-ı dikkate alınan sözler ikiye ayrılır:

a) Olmuş bitmiş bir şey hakkındaki sözler. Bunlar olduğu gibi söylenir.

b) Söylenen bir söz olup, o sözün söylenildiği gibi olmasıdır. Birincisi, olanı söyleyen sâdıkların sözüdür. Diğeri ise, birşey söylediklerinde, Allah'ın o şeyi, onların söylediği gibi kıldığı sıddîklerin sözüdür. Bu iki söz de kalbten çıkar. Sadece ağızdan söylenen sözler ise, tıpkı eşeğin anırması ve köpeğin havlaması gibidir. Çünkü muteber söz, kendisine güvenilen sözdür. Kalbten çıkmayan ve samimi olmayan sözlere güvenilmez. Allahü teâlâ, insanları kerîm kılıp, onu diğer canlılara üstün kıldığına göre, insanın diğer canlıların huylarını kapmaktan sakınması gerekir. Buna göre bir kimsenin, onun öz oğlu olmadığı halde, "Bu falancanın oğludur" şeklindeki sözü, gerçek bir söz olmaz. Çünkü gerçek söz, kalbten gelen ve kalpte olandır. Bu ise sadece ağızda olan ve ağızla söylenen bir sözdür. Böyle olmasındaki incelik de şudur: Allahü teâlâ burada, "Bu, sizin ağzınızdaki lafınızdır" buyurmuş, bir başka ayetinde ise, "Hristiyanlar, "Mesîh, Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarındaki sözleridir" (Tevbe,30) buyurmuştur. Yani bir şahsı, esas babasının dışında birisine nisbet edip, onun oğlu olduğunu söylemek, hakikati olmayan, kalbten çıkmamış olan ve kalbe girmeyen bir sözdür. O halde bu, tıpkı hayvanların sesleri gibi, sadece ağızla söylenmiş bir sözdür.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Allah hakkı söyler" buyurmuştur. Bu da şöyle ince bir manaya işarettir: İnsanın sözünün, ya akıldan veya şeriattan kaynaklanması gerekir. Binâenaleyh insan, "Falan oğlu filan..." dediği zaman, bunun gerçek olması gerekir. Yahut gerçek olduğunu bilmiyorsa, bunun şer'an onun oğlu sayılması suretiyle, şeriatten kaynaklanan bir söz olması gerekir. Meselâ bir kimse bir kadınla evlense, o kadın altı ayda çocuk doğursa ve daha önce bir başka şahsın hanımı olmuş olsa, bu çocuğun o önceki kocadan olması muhtemeldir. Biz onu, "yatak" bulunduğu için, ikinci kocaya ait sayarız ve onun oğlu olduğunu söyleriz. Halbuki bu evlât oluşta, ne hakikat tahakkuk etmiştir, ne de şeriat bunu gerektirmiştir. Çünkü şeriat hakkı söyler. Bu ise, hakkın aksine bir durumdur. Çünkü onun gerçek babası ortadadır ve herkesçe bilinmektedir.

Bu hususta diğer bir izah da şöyledir: O müşrikler, "Bu (Zeyneb), onun oğlunun hanımıdır. Binâenaleyh onunla evlenmesi haramdır" demişlerdir. Allahü teâlâ ise, "Bu senin için helaldir" buyurmuştur. Müşriklerin sözü nazar-ı dikkate alınmaz. Çünkü bu onların ağızlarından çıkan bir söz olup, tıpkı hayvanların sesleri gibidir. Allah'ın sözü ise haktır. Binâenaleyh ona uyulması gerekir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "O, doğru yola iletir" ifadesi, "Allah hakkı söyler" ifadesini te'kid etmekte olup, "Hak ve hâdî olduğu için O'na ittibâ etmek gerekir" demektir.

Allahü teâlâ, "Bu sizin ağzınızdaki lafzmızdır. Allah hakkı söyler" buyurmuştur. Bu ifadede şöyle bir incelik vardır: Sadece ağızla söylenen söz, kalbten kaynaklanmayan hayvan seslerine benzer. Kalbten söylenen söz de, bazan hak-doğru, bazan bâtıl olur. Çünkü birşeyi inanarak söyleyenin bu sözü, bazan gerçeğe uygun olur, böylece hak; bazan da uygun olmaz, böylece de bâtıl olur. O halde, sizin sözlerinizden nazar-ı dikkate alınabilecek, kalbten söylediğiniz sözler de, bazan hak, bazan bâtıl olur. Çünkü söylediğiniz söz, o şeyin var olup-olmamasına bağlıdır. Allah'ın sözü ise mutlak olarak haktır. Zira varlık o söze tâbidir. Çünkü Allahü teâlâ, ya olmuş-bitmiş birşeyden bahsetmektedir, yahut da bahsetmiştir ve bahsettiği şey o şekilde olmuştur. O halde Allah'ın sözü, sizin kalblerinizden kaynaklanan sözlerinizden daha hayırlıdır. Ya Allah'ın sözü, sizin ağızlarınızla söylediğiniz sözlere kıyaslanırsa, durum nice olur? Binâenaleyh sizin yalan ve boş sözlerinizi alıp, Allah'ın gerçek sözlerini bırakmak caiz değildir. Bu sebeple kim, "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Zeyneb (radıyallahü anhnhâ) ile evlenmesi güzel olmadı" derse, Allah'ın gerçek sözünü bırakıp, sırf ağızdan çıkan sözlere tutunmuş olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Allah'ın indirdiğine uymanın, başkasının sözüne itibar etmekten daha hayırlı olduğuna bir işaret olsun diye, "O, doğru yola iletir" buyurmuştur.

Meşru ve Mâkul Durum

Daha sonra o hidayetinin ne olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur:

5

"Onları babalarına nisbetle çağırın. Bu, Allah indinde daha doğrudur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız da onlar, esasen dinde kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Hata ettiğinizde ise, size bir vebal yoktur. Fakat kalblerinizin kasten yaptığında vebal vardır. Allah gafur ve rahîmdir"

İsm-i Tafdîl

Hak teâlâ'nın, "Onlan babalarına nisbetle çağırın" ifadesi, en doğru davranış, 'Bu Allah indinde daha doğrudur" ifadesi de, "Daha âdil ve uygun olan davranış" demektir. Çünkü bu birşeyi, yerli yerine koymak demektir. Bu ifade hakkında şu iki izah yapılabilir:

1) Umûmî manaya gelsin diye, izafetin terkedilmiş olması olup, aslında ifadenin takdiri, "Bütün sözlerden daha doğru" şeklindedir ki, bu tıpkı bir kimsenin, "Allahu Ekber" (Allah mutlak surette büyüktür) demesi gibidir.

a) Daha önce söylenilen sözün, kafada niyetlenmiş olmasıdır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Bu, sizin, "O falanın oğludur" şeklindeki sözünüzden daha doğrudur" demek istemiştir.

Cenâb-ı Hak, bu doğruya iletme işini tamamlamış ve "Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız da onlar, esasen dînde kardeşleriniz ve (köleleriniz), dostlarınızdır' buyurmuştur. Bu, "Onlara, "kardeşlerimiz" yahut "Falancanın kardeşleri" deyiniz. Eğer onlar köle iseler, "Bu falancanın kölesidir" deyiniz" demektir.

Daha sonra Hak teâlâ, "Hata ettiklerinizde ise, size bir vebal yoktur" buyurmuştur. Bu, "Bir kimsenin, bir başkasına şefkat üslubuyla, "Evladım!" veya saygı için, "Babacığım" demesi de hata gibidir. Baksana, yeminlerdeki "lağv" de, "bir hata ve sürc-ü lisan gibidir" demektir. Binâenaleyh bir kimsenin, "Oğlum" ifadesindeki sürç-ü lisanı ile, nesebi isbata niyetli olmaksızın, "oğlum" şeklindeki sözündeki hatası eşittir.

"Fakat kalblerinizin kasten yaptığında (vebal vardır)" cümlesi, daha önce geçen ifadelerin haberine delâlet ettiği için, haberi hazfedilmiş bir mübtedadır. Bu haber de, günah (bir vebal) yoktur ifadesidir. Bu, "Kalbinizin kasten yaptığı şey ise günahtır" demektir.

Mağfiret ve Rahmet

Cenâb-ı Allah, "Allah gafur ve râhîmdir" yani, "Allah günahları bağışlar, günahkâra merhamet eder" buyurmuştur. Mağfiret ve rahmet hakkında, daha önce birkaç yerde yeterli izah yapmıştık. Burada o izahlardan bir parçasını yeniden ele alıp şöyle diyoruz: Mağfiret, kadir bir zâtın, kudreti altındakilerden sâdır olan çirkin bir şeyi görmemezlikten gelmesidir. Meselâ köle, efendisinin cezasından korktuğu için, efendisinin kusurunu görmemezlikten geldiğinde, "O ona mağfiret etti" denilmez. Rahmet ise, kendisine merhamet edilenin âciz oluşundan ötürü, bir karşılığı olmaksızın, rahmet edenin ona lütufla yönelmesi, muamele etmesi demektir. Çünkü meselâ, hükümdar gibi kudretli birisine, bir insan lütufla yönelse, ona bir iyilik yapsa, "O, o (hükümdara) rahmet etti" denilmez. Aynen bunun gibi, başkasının iyiliğini umarak, yahut da geçmişte ondan kaynaklanan bir iyiliğe karşılık vermek için iyilik yapan kimse için de, "O, ona rahmet etti" denilmez. Bunun böyle olduğu bilindiğine göre, eğer mağfiret, rahmetten önce zikredilirse, onun manası "O onun ayıbını sakladı, sonra da onu âciz-müflis birisi olarak görüp, hem de merhamet edip, ona yetecek kadar şey verdi" şeklinde; ama mağfiret, rahmetten sonra zikredilirse -ki bu kullanılış çok azdır- o zaman bunun manası, "O, ona âciz olduğu için lütfetti, onu cezalandırmadı. Hatta dahasını yapıp, günahlarını bağışladı" şeklinde olur.

Peygamber Canımızdan İleridir

6

"Peygamber, mü'minlere öz nefislerinden daha yakındır. Zevceleri ise (mü'minlerin) analarıdır. Akraba da, Allah'ın kitabında, birbirine diğer mü'minlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Fakat bu, dostlarınız için herhangi bir ihsanda bulunmanıza mani değildir. Bu, kitapta yazılıdır".

Bu ayet, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'İn, Zeyneb'le evlenmesi hususunun doğruluğunu ifade eden bir açıklama olup, sanki, şöyle bir sorunun cevabıdır: Bu da birisinin 'Farzedelim ki, evlâtlık, senin de söylediğin gibi, öz oğullar gibi olmasın. Ne var ki bir kimse onu, kendi oğlu diye adlandırsa ve oğlu diye adlandırdığı evlatlığının da güzel bir şeyi olsa, onu oğlu diye adlandıran kimsenin kişilik ve mürüvvetine, o güzel şeyi ondan alması uygun düşmez ve bu hareket tarzı örfen tenkid edilir..." şeklinde sormasıdır. İşte Cenâb-ı Hak, bu sorunun cevabı olmak üzere, "Peygamber, mü'minlere öz nefislerinden daha yakındır" buyurmuştur ki bu, şöyle izah edilebilir: İhtiyaçları gidermek, derece derecedir. Meselâ yabancıların ihtiyacını gidermek; neseb cihetinden yakınların, akrabaların ihtiyacını gidermek; usûl ve fürûun ihtiyacını gidermek ve kişinin, kendi ihtiyacını gidermek. Birincisi örfen, ikincisinden aşağıdadır. Şer'an da böyledir. Çünkü "âkile-katilin diyetini veren yakınları ve akrabaları", birbirlerinden dolayı diyeti üstlenirler, fakat o diyeti, yabancı kimseler sebebiyle üstlenip vermezler. İkincisi de üçüncüsünden aşağıdır ki, bu, nafaka vermeyi gerektiren delilden dolayı açık ve zahir olan bir şeydir. Üçüncüsü de dördüncüsünden sonra gelir. Çünkü kişinin nefsinin, başkasına karşı önceliği vardır ki, işte bu hususa da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "İşe, önce kendinden başla; sonra da bakımını üstlendiğin kimselerden" Müslim, zekat, 95-97 (2/717) hadisiyle işaret etmiştir. Bunu iyice kavradığına göre, bir insanın yanında iki ayağından birisi, veyahut da, bedeninin iki kısmından birisini örtüp, böylece de ihtiyacını giderecek bir şey bulunması halinde o adam, bunların birinden o örtüyü alsa ve öbürünü örtse, bu durumda hiç kimse, "Ne kötü yaptın!" demesi şöyle dursun, ona, "Niçin böyle yaptın?" dahi diyemez. Meğer ki, meselâ insanın gözünü, eliyle koruması, duyu organlarının merkezi durumunda olan başından da soğuğu savuşturup, ayağını, böylece üşümeye maruz bırakması durumu gibi, -ki yapılması gerekti olan hareket tarzı da aklen budur- iki uzuvdan birisi diğerinden daha kıymetli olsun. Binâenaleyh, işte bu durumda kim bunun aksini yaparsa ona, "Niye böyle yaptın?" dinilir. Bunun böyle olduğu ortada olup, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, mü'min kimseye, onun kendi nefsinden daha kıymetli olunca, kalksa, o mü'min peygamberin ihtiyacını değil de kendisinin ihtiyacını giderse, bunun durumu tıpkı, saçlarını düzenlemek kastıyla, aşın bir soğukta saclarını yağlayan ve başını açan, fakat bu durumun, saçların kendisinde bittiği o başa eziyet ve zarar verdiğini bilmeyen kimsenin durumu gibidir. Kişinin, ibadetin nasıl yapılacağının ancak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den öğrenileceğini bilmeden, kendisini bütünüyle ibadete vermek için nefsinin ihtiyacını gidermesi de buna benzer. Binâenaleyh, şayet insan, ihtiyacını, ibadet amacı olmaksızın giderse, bu, ihtiyacı giderme olmaz. Çünkü ihtiyacı gidermek, maslahatı elde etmenin üstünde olan bir şeydir. Bu ise, ihtiyacı olması şöyle dursun, kendisinde hiçbir maslahat bulunmayan bir şeydir. Binâenaleyh, bu ihtiyacı giderme işi, ibadet kasdıyla olduğu zaman, bu kimse, ibâdetin nasıl yapılacağı peygamberini bir ihtiyaç içinde bırakmış ve başının durumunu ihmal etmesine mukabil saçlarını düzeltme kabilinden, kendi nefsinin ihtiyacını gidermiş olur. Böylece, çok açık bir hikmetle, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bir şey istediğinde, ümmetinin o şeye ilişmesi ve sataşmasının ümmete haram olduğu, net bir biçimde ortaya çıkmış olur.

Mü'minlerin Anneleri

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Zevceleri, (mü'minlerin) analarıdır" buyurmuştur ki, bu da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Zeyneb ile evlenişinin doğruluğunun, diğer bir biçimde ortaya konuluşudur. Çünkü Allahü teâlâ, peygamberin hanımlarını, ümmetinin bakışlarını peygamberin maksadının kendisine iliştiği şeylerden (hanımlardan) kesmek için, anne hükmünde kabul etmiştir. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gönlü bir kadına iliştiğinde, o kadın bu ilgi hususunda, diğer hanımları gibi olur ve diğer hanımların bir başkasına haram olması gibi, o da başkasına haram olur.

İmdi eğer birisi, "Cenâb-ı Hak, daha önce çocuğu doğurandan başkasının, hiçbir surette anne olamayacağı hususuna bir işaret olsun diye "Kendilerinden "zıhar" yaptığınız kanlarınızı o, sizin analarınız (yerinde) tutmadı" (Ahzab, 4) buyurmuş ve işte bundan dolayı da, bir başka yerde, "Anaları kendilerini doğuranlardan başkası değildir" (Mücâdele, 2) buyurmuşken, daha nasıl, "Zevceleri, (mü'minlerin) analarıdır" buyurmuştur?" derse, biz deriz ki: Bunun cevabı, Cenâb-ı Hakk'ın az önceki ayetindeki, "Allah hakkı söyler ve O, (doğru) yolu gösterir" (Ahzab, 4) beyanı olup, bu, "Şeriat, hakikat gibidir. İşte bundan dolayı, hakikati nazar-ı dikkate almak imkânsızlaştığında insan, o zaman şeriata başvurur. Bu meselâ, tek bir çocuğun kendilerine ait olduğunu iddia eden, fakat ikisinin de buna dair delili bulunmayan; ama ne var ki, çocuğun kendisine ait olduğuna dair birisi yemin eden iki kadının durumu gibidir ki, her ne kadar, yemin eden kadının bulûğ yaşından küçük olduğu veya bakire olduğu bir delil ile sabit olsa bile, şeriat bu çocuğu, daha önce yemin etmeyene değil de, yemin edene verir ve onun lehine hükmeder. Böylece, hakikate muttali olunamadığı durumlarda şeriata müracaat edileceği anlaşılmış olur. Bu bir yana, hatta, nadirattan dahi olsa, bazı durumlarda şeriat (bilinse dahi), hakikate gâlib gelir. Çünkü, (şeriat) zina eden kimseyi, o zinadan doğan çocuğun babası kabul etmez. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, bu demektir ki hüküm, kanun koyucuya aittir. O halde bir kimsenin, (annesi olmayan birisine), "Bu, annemdir" demesi, hakikatten kaynaklanmayan ve kendisine de hiçbir hakikatin dayanmadığı, manası anlaşılan bir sözdür. Şâri'in (kanun koyucunun) sözü ise, hak olan sözdür. Bu hususun şâriin, hakikatlerin onun gayesinde hakikat olabildiği ve o hakikatlerde, mutlak manada tasarruf sahibi olması da teyid eder. Baksana anne, ancak Cenâb-ı Hakk'ın o çocuğu onun rahminde yaratması sayesinde anne olabilmiştir. Binâenaleyh şayet o çocuğu, başkasının rahminde yaratmış olsaydı, o zaman anne, o başkası olmuş olurdu. Binâenaleyh, gerçek anneyi anne yapan Allah olunca, O'nun herhangi bir kadına anne deme ve ona, annelik hükmünü verme yetkisi vardır.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hanımlarının, annelerimiz olarak addedilmesi hususunun aklî izahı da şudur: Allahü teâlâ, babanın hanımını, oğuta haram kılmıştır. Çünkü hanım, kişinin kıskançlık göstereceği ve hakkında çekişmeye girişeceği bir mahaldir. Ziraoğulun, babasının nikâhı altında bulunan kadınlarla evlenmesi, sıla-i rahmi ve ana-babaya ait olan hakları keserek sona erdirme sonucuna götürür. Fakat şurası muhakkak ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), babadan daha kıymetli; derece itibariyle daha üstün ve razî ve memnun edilmeye daha layıktır. Çünkü baba, evladını sadece dünya hususunda eğitir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İse, hem dünya hem de ahiret hususlarında eğitir. Binâenaleyh O'nun hanımlarının, tıpkı babalarımızın hanımları gibi olması gerekir.

Buna göre şayet Çirişi, "o halde Cenâb-ı Hak daha niçin, aynı manayı ifâde ettiği halde, "Nebî, babamzdır" veya, "Onun hanımları, babanızın hanımları (gibi)dir" dememiştir?" derse, biz deriz ki, bu sözleri bir hikmetten dolayıdır: Biz, biraz önce, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, ümmetinden herhangi birisinin hanımıyla evlenmek istediğinde, Peygamber onunla evlensin diye, o kimsenin hanımım boşamasının vâcib olduğunu beyân ettik. Binâenaleyh, şayet Cenâb-ı Hak, "Sen onların babasısın" demiş olsaydı, o zaman, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, mü'minlehn hanımları ebediyyen haram olurdu. Bir de Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i mü'minlere, kendi nefislerinden daha üstün kılmıştır. Halbuki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "İşe, önce kendinden başla. Sonra da bakımını üstlendiğin kimselerden" ifadesinden dolayı, kişinin kendi nefsi, babadan önce gelir. İşte bundan dolayı, azığa muhtaç olan bir kimsenin, o azığı babasına vermesi vâcib olmadığı halde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vermesi vâcibtir. Sonra, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hanımları için, bir kimsenin babasının hanımlarının hükmü söz konusudur. Ta ki onun evlatları, kızkardeşleri ve anneleri mü'minlere haram olmasın. Her ne kadar bunların hepsi, gerçek ya da süt anneler hakkında haram olsa dahi.

Miras Yakınlığı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, miras hakkına işaret olsun diye, "Akrabalar, Allah'ın kitabında, birbirine diğer mü'minlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Fakat bu, dostlarınız için ihsanda bulunmanıza mani değildt. Bu, kitapta yazılıdır" buyurmuştur. Bu son cümle, vasiyyete bir işarettir. Yani, "vasiyyet ederseniz, varis olanların dışındakiler evlâdır. Eğer vasiyyet etmezseniz, sizin bıraktığınız şeylere, mirasınıza, varisler daha evlâ olur" demektir.

İmdi şayet, "Yaptığınız bu izaha binâen, miras ve vasiyyetin, sizin bu söylediğiniz şeyle ne ilgisi vardır?" denilirse, biz deriz ki, burada, ancak Allah'ın kendi nuruyla hidayet ettiği kimseler hariç, gözükmeyen, gizli ve çok kuvvetli olan bir münasebet vardır ki, bu da şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den başka hiçbir insana başkasının malını almak mubah olmaz; öldükten sonra da, bu kimsenin malı, sadece varislerine mubah olur. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hayatta iken, isterse, başkasının malı onun olur; Peygamberin kendi malı ise, vefatından sonra varisleri için olmaz. Böylece Cenâb-ı Hak sanki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, kendi kudretiyle onun mirasını varislere vermemesine mukabil, hayattayken başkasının malına onu mâlik kılmayı hükmetmiş; buna karşılık mü'minlere de, varislerinin, ölümünü müteakip onun malına müracaat etmeleri hükmünü ve karşılığını vermiştir. Böylece de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, mü'minlerden herhangi birisinden birşey istediğinde, o şeyin, Peygamberin malı haline dönüşmesi; vefatından sonra da bütün mü'minlere miras olmak üzere, o şahıslara rücû etmemesini anlama hususunda bir ukde ve bir sıkıntı kalmamış olur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Akrabada, birbirine daha yakındırlar" buyurmuştur ki, bu, "Sizin, kendi aranızda mirasçı olma hakkınız vardı. Böylece sizden birisinin malı, veraset yoluyla başkasına geçmiş olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile akrabaları arasında, bir veraset söz konusu değildir. Binâenaleyh, buna mukabil, onun, kendisi hayatta iken, sizin elinizde bulunan şeylere daha layık ve daha fazla hak sahibi olması gerekir" demektir.

Bu husustaki ikinci bir izah da şudur: Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, mü'minlere kendilerinden daha yakın olduğuna dair bir delil zikretmiştir ki, bu da, O'nun, "Akrabalar da, birbirine daha yakın ve evlâdır" şeklindeki ifadesidir. Daha sonra bir kimse, bir dostuna ihsanda bulunmak ister de, ona bir şey vasiyyet ederse, bu durumda da bu kimse, o kimsenin akrabasından daha evlâ olmuş olur. Böylece bu kimse, vasiyyetiyle veraset zincirini adeta kesmiş ve, "Bu, benim malımdır. Bu mal benden ancak, benim istediğim kimselere geçebilir..." demiştir. İşte aynen bunun gibi Allahü teâlâ, dünyada, dostu Peygamber için, onun istediği her şeyi vermiş; daha sonra ondan (peygamberden) geri kalan şeyleri ise, başkaları için kılmıştır.

Cenâb-ı Hak, "Bu kitapta yazılıdır" buyurmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Buradaki "kitap"tan maksat Kur'ân olup, yazılan bu şeyler, miras ve vasiyyet ayetidir...

b) Buradaki “kitap” sözüyle, Levh-i Mahfuz kastedilmiştir.

Nebilerin Mîsakı

7

"Hani bir zaman, biz peygamberlerden misaklarını almıştık. Senden, Nuh'tan, ibrahim'den, Musa'dan ve Meryem'in oğlu isa'dan, evet biz onlardan, öyle sapasağlam bir misâk aldık".

Bu ayetin kendinden öncekilerle münasebeti şöyledir: Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Ey Nebi, Allah'tan kork" (Ahzâb. 1) ifadesiyle ittikâyı emredip, bu hususu, o konuda O'ndan başka hiçkimseden çekinmemesi için, hakkında insanlardan endişelendiği o malum (Zeyneb binti Cahş) kıssa ile tekîd edip "Peygamber, mü'minlere öz nefislerinden daha yakındır" (Ahzâb, 6) ayetiyle, Peygamberinin korkuyu iktizâ ettiği bir şeyi irtikâp etmediğini beyan buyurunca, bu hususu başka bir izah ile tekid ederek "Hani bir zaman biz peygamberlerden mîsak almıştık" buyurmuştur. Buna göre O sanki, "Yalnız Allah'dan kork. Hiç kimseden çekinme ve benim risaletimi tebliğ edecekleri ve buna hiçbir korku ile herhangi bir şey elde etme ümidinin mani olamayacağı hususunda benim, peygamberden almış olduğum mîsakı hatırla!" buyurmuş olup, bu hususta birkaç mesele vardır:

Misaktan Maksat

Peygamberlerden alınan "mîsak" ile, onların peygamber olarak gönderilmeleri ve onlara tebliğin emredilmiş olması kastedilmiştir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak burada özellikle dört peygamberden bahsetmiştir ki, bunlar Nuh, İbrahim, Musa ve İsa(aleyhisselâm)'lardır. Zira Musa ve İsa (aleyhisselâm)'ların, bizim peygamberine zamanında da yaşayan birtakım cemaat ve ümmetleri vardı. Böylece Cenâb-ı bu ikisini, kavimlerine karşı bir hüccet olsun diye zikretmiştir. İbrahim (aleyhisselâm)'i Arapların, onun faziletini kabul etmeleri ve dinin korunmasını emrettiği bazı şeyler mda ona ittibâ etmelerinden dolayı zikretmiştir. Nuh (aleyhisselâm)'a gelince bu da, ılığın ikinci aslı, yani atası olmasından dolayı zikredilmiştir. Çünkü, Tûfan'dan sonraki insanlar Nuh (aleyhisselâm)'dan başlarlar.

Bu İzaha göre şayet birisi, "O halde, Nuh (aleyhisselâm)'dan ziyade Adem (aleyhisselâm)'in zikredilmesi daha uygun düşerdi" diyecek olursa, biz deriz ki: Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in yaratılışı, (dünyayı) mamur edip şenlendirmek içindir. Peygamberliği ise, soyunu ve evlatlarını irşâd içindir. İşte bundan ötürü, onun zamanında, hiçbir kavim helak olmamış, hiçbir kavme de azab olunmamıştır. Nuh (aleyhisselâm)'a gelince o, nübüvvet için yaratılmış, inzâr için, nebî olarak gönderilmiştir. İşte bundan dolayı da onun kavmi imha edilmiş ve sularda boğulmuştur.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, babası olmadığına bir işaret olsun diye, pekçok yerde, "Meryem oğlu İsa; Meryem oğlu Mestti" tabirlerini kullanmıştı. Çünkü, şayet babası olmuş olsaydı, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) o zaman, babasına nisbetle tanıtılırdı.

Cenâb-ı Hak, "Biz onlardan öyle sapasağlam bir misâk aldık..." buyurmuştur. Misâkın, "böylesine sapasağlam" olması, onların, peygamberler olarak gönderilmeleri hususunda yaptıkları şeyler hususunda sorumlu tutulmalarıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Elbette biz, peygamberlere soracağız"(Araf.6) buyurmuştur. Bu böyledir, zira hükümdar bir elçi gönderip, ona birşey emredip, bu elçi de bu emri kabul ettiğinde bu "mîsak" olur. Ama, hükümdar ona, yaptığı işler ve söylediği sözler hususundaki durumundan da kendisini sorgulayacağını bildirdiğinde, bu, bu misakın ona ağırlaştırılması olur. Böylece de elçi, elçilik hususunda, ne eksik ne fazla yapamaz. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize katılıp karıldınız. Onlar sizden kuvvetli teminat da aldılar" (Nisa, 21) ayetinde kastedilenin, onların, yani kocaların bu mîsak ve teminattan mesul tutulacaklarını haber vermek olduğu söylenebilir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Hepiniz çobansınız ve hepiniz sorumlusunuz" buyurmuştur. Allahü teâlâ erkekleri kadınlara "kavvâm-âmir ve hükümrân" kıldığı gibi, peygamberleri de ümmetlerinin işlerini deruhte eden ve onları doğru yola sevkeden kimseler olarak kabul etmiştir.

8

"Ta ki (Allah), o sadıklara, sadâkatlerini sorsun. O kâfirler için de (O), pek acıklı bir azâb hazırladı".

Yani, "Allah peygamberler gönderdi. Mükelleflerin akibeti de, ya güzellikle hesaba çekilmedir, ya da azâbtır. Çünkü "sâdık" olan kimse hesaba çekilirken, kâfir de azaba uğratılır, ki bu tıpkı, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin "Dünyanın helâli hesap, haramı ise azâbtır" sözü gibidir. Bu ayet, herkesin korkmamasını gerektiren hususları kapsar ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey Nebi, Allah'tan kork" (Ahzab, 1) şeklindeki ayeti de bunu te'kid eder.

Müttefik Düşmanlar

9

Âyetin tefsiri için bak:10

10

"Ey iman edenler, Allah'ın üzerinizdeki bunca nimetlerini hatırlayın. O zaman ki size, düşman orduları saldırmıştı da, biz onlara karşı bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah, ne yaparsanız hepsini hakkıyla görendir. O vakit onlar, hem üstünüzden hem de altınızdan size gelmişlerdi, zaman gözler yılmış, yürekler el-Haklara dayanmıştı ve siz, Allah hakkında türlü türlü zanlarda bulunuyordunuz".

Ayetin bu ifadesi, daha önce geçmiş olan takva emrinin, Allah'ın yanısıra, karşı kalmayacak bir biçimde olması gerektiğini ortaya koymak içindir, böyledir, zira o hiziplerin, grupların bir araya gelmeleri hâdisesinin altında, bu ashaba çok ağır gelmesi meselesi yatmaktadır. Çünkü, hem müşrikler hem de yahudiler, tamamiyle ve eksiksiz olarak bir araya gelmişler ve Medine'ye inmişlerdir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, tedbir olarak hendekler kazdırdı. İş, şiddetin doruk noktasına varmış, korku da zirveye çıkmıştı. İşte bu noktada Allah, o topluluğu ashabtan, savaş yapılmaksızın savuşturmuş; ashabı böylece, korktuklarından emin kılmıştır. Binâenaleyh kulun, Rabbinden başka kimseden korkmaması gerekir. Zira O, kulun bütün işleri hususunda ona yeter ve hiçkimse O'nun mekrinden, cezasından kendisini emin hissedemez. Çünkü O, her türlü mümkinâta kadirdir. Binâenaleyh O, tıpkı kâfirleri saltanat ve kuvvetlerine rağmen mü'minlerin kahredip ezdiği gibi, zayıf olmalarına rağmen müslümanları da kahretmeye kadirdir.

Bozgunları

(......) ifadesi, O'nun o kâfirlere, bir kış gecesinde, üzerine soğuk bir rüzgâr göndermesi, melekleri onlara salıvermesi, gecenin atların çıkardığı (seslerden) kaynaklanan korkudan dolayı birbirlerine bir hale gelmeleri... gibi onların kalblerine korku atması vb. şeylere bir işarettir. Kaldı ki bu kıssa, meşhurdur.

Cenab-ı Hakk'ın, ifadesi de, Allahü teâlâ'nın, onların iltica edip sığındıklarına, lütfunu umduklarına, böylece de bir saldırı düşmanlarının aleyhine onlara yardım etmiş olduğuna bir işaret olup, bu da Allah'dan korkmanın farz olup, Allah'dan başkasından ise korkmamanın gerekli ortaya koyan bir husustur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik" hitabı, "Allah, siz görmediğiniz halde, sizin ihtiyaçlarınızı karşılar. Eğer sizin için bir emniyet vesilesi zuhur etmezse, onun size zuhur etmemesine aldırmayınız. Çünkü sizler, herşeyi göremezsiniz. Öyleyse, Allah'dan başkasından korkmayın. Allah, ne yaparsanız, hepsini hakkıyla görendir. Sakın, "Biz bir şey yaparız, O onu nasıl görecek?" demeyiniz. Çünkü Allah, her şeyi hakkıyla görendir" manasındadır.

(......) ifâdesi, işin şiddetini ve korkunun doruk noktasını beyan etmektedir. Ayetteki, "üstünüzden" tabirinin "doğu tarafından"; "altınızdan" ifadesinin de, "batı tarafından" manalarına geldiği; bu gelenlerin ise Mekkeliler olduğu da ileri sürülmüştür. Ayetteki "gözler yılmış" tabiri de, "normal düzen ve ölçüsünden sapmış, böylece de çokluğundan dolayı düşmana dönüp bakamaz hale gelmişti" anlamındadır.,

"Yürekler gırtlaklara dayanmıştır" ifadesi, O sıkıntının doruk noktasına çıkmış olmasından kinayedir. Bu böyledir, zira kalb öfke anında, kabarır; korku anında, büzülür ve böylece de boğazı tıkar. Bazan da nefes borusunu tıkayacak bir hal alır, böylece kişi hava teneffüs edemez de, o zaman korkudan ölür. O halde bu cümlenin anlamı, "Can boğaza geldiğinde" şeklinde olur.

"Ve siz, Allah hakkında türlü zanlarda bulunuyordunuz" ifadesindeki elif-lâm, daha ileri bir mana ifade etsin diye, "istiğrak-şümûl" manasına olması mümkün olup, "Sizler, türlü türlü zanlara başvurdunuz" demektir. Çünkü, herkes, büyük bir musibet ve sıkıntı, büyük bir şey esnasında, hertürlü zanda bulunabilir. Ayetin bu ifadesiyle, onlardan malûm ve makûd olan zanlarının kastedilmiş olması da mümkündür. (Yani, elif-lâm "akd" ifade eder). Çünkü, mü'minden alışılagelen ve malum olan şey, Allah hakkında, hayır ve güzel zanda bulunmasıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah hakkında hüsnü zanda bulunun" buyurmuştur. Kâfirden beklenen ve vaki olan ise, onun kötü zanda bulunuşudur. Nitekim Cenâb-ı Hak "Bu, o küfredenlerin zannıdır"(Sad,27) ve "Onlar zandan başkasına tâbi olmazlar" (Necm, 28) buyurmuştur.

Masdarın Cem'i

Eğer birisi: "Masdar çoğul yapılmaz. O halde ayetin bu ifadesindeki (......) kelimesinin çoğul olarak getirilmesinin hikmeti nedir?" derse, biz deriz ki: Bu kelimenin, mef'ûlü mutlak olarak mansûb olduğunda şüphe yoktur. Ancak ne var ki isim de "Onu, kamçılarla dövdüm" ve "Onu, defalarca tedib ettim, düzelttim" denilmesi gibi, bazan masdar kabul edilebilir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Sizler zan üstüne zanda bulundunuz" demiştir ki bu da, "Sizler, bir zanda da sebat etmediniz!" anlamına gelir. O halde, ayetin bu ifadesindeki incelik şudur: Şayet Allahü teâlâ, "Bir zanda bulunuyorsunuz" demiş olsaydı, o zaman onların, isabetli oldukları akla gelebilirdi, ama "zanlar" denilince o zaman onların içinde, yalan ve doğru olmayanların bulunduğu da anlaşılmış olur. Çünkü zanların, aynı konuda olmaları halinde, bazan hepsi, bazan da bir kısmı yalan olabilir. Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Bir topluluk, uzakta bir karaltı, bir cisim görse, sonra da onların bir kısmı, bunun Zeyd; diğer bir kısmı Amr, üçüncü bir kısmı da bunun Bekir olduğunu zannetseler, o görülen şeyin, meselâ ağaç veya taş olması gibi gerçeğin ne olduğu onlar tarafından anlaşılsa, o zaman hepsi de hata etmiş olurlar. Bazan onların birisi isabet edeceği gibi, hepsinin isabet edememesi de mümkün ve muhtemeldir. O halde ayetteki tabirini, onların içlerinde, o zanlarında hata edenlerin bulunduğunu ifade eder. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak şayet, "Allah hakkında birzanda bulunuyordunuz" demiş olsaydı, bu, bir önceki anlamı ifade etmezdi.

Müthiş İmtihan

11

"İşte orada mü'minler imtihana uğratılmıştı. Şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı".

Bu, "İşte o zaman, Allah mü'minleri denedi. Böylece de, sâdık olanlar, münafık olanlardan seçilip ayrılmış oldu" demektir. Allah'ın imtihan etmesi, kendisinin o işin nasıl olduğunu anlaması ve ortaya çıkarması için olmayıp, tam aksine şöyle bir hikmetten dolayıdır: Allahü teâlâ, mahlûkatın hangi hal üzere olduğunu bilmektedir. Ancak ne var ki O, o işi, melekler ve peygamberler gibi, kendisi dışında kalanlara da göstermeyi irâde etmiştir. Bu tıpkı, efendisinin, kölesinin kendisine muhalefet ettiğini bilip, onun muhalefeti sebebiyle onu cezalandırmayı da aklına koyup, yanında diğer köleler ve başka kimseler bulunduğu zaman, muhalefet eden o köleye, muhalefet edeceğini bile bile bir şeyi emretmiş olması haline benzer. Böylece bu iş, oradakiler tarafından da görülür ve böylece de bu ceza, en güzel bir biçimde tahakkuk etmiş olur. Çünkü artık hiçkimse, bunun bir zulüm, yahut da efendisinin sabrının azlığından kaynaklandığı kanaatini taşımaz.

Ayetteki, "sarsıldılar, sıkıştırıldılar" demektir. Binâenaleyh, onlardan orada sebat eden kimseler, Allah anıldığında, kalbleri tir tir titreyen ve Allah'ın zikriyle, olbleri İtminan bulan kimselerden olmuş olurlar ki, işte pekçok mü'min bunlardır.

Münafıkların Tutumu

12

Âyetin tefsiri için bak:13

13

"O vakit münafıklarla kalblerinde bir maraz bulunanlar, "Allah ve Rasulü, bize, bir aldanıştan başka bir şey vaadetmemiştir" diyorlardı. O zaman onlardan bir güruh, "Ey Yesrib ahalisi, sizin için burada durmak yok; hemen dönün!" demişlerdi. Onlardan birkısmı da, "Hakikaten, evlerimiz sahipsizdir" diyorlar ve (böylece) Peygamberden izin istiyorlardı. Halbuki onların evleri sahipsiz değildi. Onlar kaçmaktan başka bir şey arzu etmiyorlardı".

Cenâb-ı Hak, bu ayetlerle biraz önce geçmiş olan ayetinde beyan buyurduğu onların o zanlarını, tefsir edip açıklamıştır. Böylece o münafıklar, Allah ve Resulünün söylediklerinin yalan; vaadlerinin de, bir aldatmaca olduğu zannına kapılmışlardı. Çünkü onlar, galibiyetin karşı tarafta, (kâfirler tarafında) olduğuna kesinkes inanıyorlardı. Ayetteki tabirinin anlamı, "Sizin, Muhammed'le, beraber kalmanızın sebebi ve manası yoktur" şeklinde olup, tıpkı "Bir manası ve bir sebebi yoktur" anlamında, "Zillette ve aşağılama içinde durup beklemenin bir manası yoktur" denilmesi gibidir. Ayetteki Yesrib Kelimesi bir bölgenin adıdır ki, bu da Medine'dir. Yine ayetteki, "hemen dönün" ifâdesinin manası, "Muhammed'den vazgeçip o gruplarla ittifak ediniz. Böylece de o hüzün ve kederlerden kurtulunuz" şeklindedir. Daha sonra bu sözü duyanlar ondan vazgeçmeyi kafalarına koydular, böylece de ondan izin talebinde bulundular ve "Evleriniz avrettir" yani, orada gedik ve yıkık vardır. Bu tür evleri olanlar, eşyalarından dolayı hırsızdan, meskene tecavüzden, çocuklarından ötürü, düşmandan emin olamaz, kendilerini güvencede hissedemezler bahanesini uydurdular. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, "Halbuki onların evleri avret değildir" ifadesiyle onların yalanlarını ortaya koymuş, maksatlarının ve kalblerinin sakladığı şeyin ne olduğunu beyan etmiştir ki, bu da, bu korku sebebiyle, oradan kaçıp orada durmamaktır.

İrtidad ve Panik

14

"Eğer (Medine'nin) etrafından, üzerlerine girilmiş olup, sonra kendilerinden fitne çıkarmaları istenseydi, muhakkak ki bunu hemen yaparlardı. Bunu yapmaktan ancak pek azı geri dururlardı".

Ayet, o firar ve dönüşün, evlerini korumak için olmadığına bir işarettir. Çünkü herhangi bir maksaddan ötürü bir iş yapan kimse, o maksadı elde edemeyip kaçırdığında, artık o işi yapmaz. Meselâ evi elinden alınmasın diye malını (parasını) veren, ama evi alındığında malını vermesine gerek kalmayan kimsenin durumu gibi... İşte bu sebeple Allahü teâlâ, "Onlar, "Bizim senden ayrılışımız evlerimizi korumak içindir" dediler. Eğer o gruplar, Medine'ye girse, Medine'yi onlardan alsalardı, onlar yine de oraya döneceklerdi. Onların senden ayrüıp dönüşleri, kâfir olmaları ve fitneyi arzu etmeleri sebebiyledir" buyurmuştur.

Ayetteki, ifadesinin nâib-i faili "Medine" olabileceği gibi, "evleri" kelimesi de olabilir. Yine ayetteki, ifadesindeki "ha" (bunu) zamiri ile, fitnenin kastedilmiş olması muhtemeldir. Bu "O fitneyi yapma hususunda pek az beklerler (duraklarlar)" demektir. Çünkü fitne yok olacak, netice yine müttakilerin olacaktır. Bu zamir ile, Medine'nin veya onların evlerinin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Buna göre mana, "Onlar Medine'de (veya evlerinde) pek az kalacaklar. Çünkü mü'minler onları oralardan sürüp çıkaracaktır" şeklinde olur.

Firar Fayda Vermez

15

Âyetin tefsiri için bak:16

16

"Celalim hakkı için onlar, arkalarına dönmeyeceklerine dair daha evvel Allah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen sözü bozanlar, mesuldürler. De ki: "Eğer ölmekten, yahut öldürülmekten kaçmıyorsanız (bilin ki), firarınız size asla fayda vermez. O takdirde bile, ancak, pek az bir zaman faydalanırsınız".

Bu ayetler, onların sevinçlerinin bozulacağını, Allah'a verdikleri sözü (ahdi) bozdukları için, gidişatlarının çirkinliğini ortaya koymaktadır. Çünkü onlar, bundan önce savaştan geri kalmış, bunun için bir özür ve pişmanlık ortaya koymuşlar, artık bundan sonra savaştan geri durmayacaklarını ileri sürmüşlerdi.

Allahü teâlâ daha sonra onları, "Allah'a verilen sözü bozanlar mesuldür" ifadesiyle tehdid etmiştir.

Hak teâlâ'nın, 'Ve ki: "Eğer ölmekten yahut öldürülmekten kaçmıyorsanız, (bilin ki), firarınız size asla fayda vermez" buyruğu, işlerin mukadder olup, Allah'ın karar vermiş olduğu şeyden kaçmanın mümkün olmadığına, Allah'ın takdir ettiği şeylerin mutlaka olacağına, binâenaleyh kendisine emredilen şeye muhalefet eden kimsenin, âhirette azab içinde kalacağına, dünyada da, muhalefeti sebebiyle hiçbirşey elde edemeyeceğine bir işarettir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O takdirde bile, ancak pek az bir zaman faydalanırsınız" buyurmuştur. Allahü teâlâ bu ifade ile sanki, "Sürdürdüğünüz (bu halden) ötürü mümkün olmamasına rağmen, bugün bundan firar etseniz bile, ancak pek az faydanız olur. Öyleyse aklı olan, çok şeyi bırakıp aza talip olmaz. Dolayısıyla firar etmemeniz gerekir. Firar etseniz bile, bu firarınızdan sonra pek az faydalanacaksınız" demek istemiştir.

İrade Allah'ındır

17

"De ki: "Size bir fenalık dilerse, Allah'dan sizi koruyacak; yahut size bir rahmet dilerse, buna mâni olabilecek kimdir? Onlar, kendileri için Allah'dan başka hiçbir yar ve hiçbir yardıma bulamazlar"

Bu ayet de, biraz önce geçen, "Firarınız size asla fayda vermeyecek" cümlesindeki hususu beyân etmektedir. Ayetteki, "Onlar, kendileri için Allah'dan başka hiçbir yar ve hiçbir yardımcı bulamazlar" cümlesi de, yine aynı ayetteki, "Allah'dan sizi koruyacak ... kimdir?" ifadesini tefsir etmektedir, yani, "Sizin, sizi sevdiği için size şefaat edecek bir dostunuz ve başınıza gelip çattığında kötülükleri defedip, size yardım edecek bir yardımcınız yoktur" demektir.

Cihadı Engelleyenler

18

"Allah, sizden geri bırakanları ve kardeşlerine, "bize gelin" diyenleri şüphesiz bilir. Bunların ancak pek azı harbe gelirler. Sizlere karşı da pek cimridirler".

Bu, "Allah müslümanları alıkoyan ve "Bize gelin, bize katılın. Muhammed'in yanında, onun safında savaşmayın" diyenleri bilir" demektir. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

1) Böyle diyenler, Ensâr'a "Savaşmayın, Muhammedi Kureyş'e teslim edin" diyen münafıklardır.

2) Bunlar, Medine'lilere, "Bize gelin, bize katılın" diyen yahudilerdir.

Ayetteki helümme, ya "gelin", ya "hazır olun (bulunun)" manalarına gelip, Micazlıların lehçesine göre, cemî olarak kullanılmaz, fakat başka lehçelerde cemî şeklinde de kullanılır. Mesela erkekler için, kadınlar için de şekli Kullanılır.

Ayetteki, "Bunların ancak pek azı harbe gelirler" cümlesi, Dtrinci izahı, yani böyle diyenlerin münafıklar olduğu şeklindeki izahı desteklemektedir. Bu da şu iki manaya gelebilir:

a) Bu, "Onlar sizden ayrılırlar, sizinle beraber savaşa çıkmazlar" manasınadır. Bu durumda ayetteki, ifadesi, "Onlar size karşı son derece cimridirler. Çünkü onlar Allah yolunda hiçbirşey infâk etmezler" demek olur.

b) Bu, "Onlar sizinle beraber savaşmazlar, sizinle birlikte bulunmaları gerektiği zaman da, savaşa katılmamak için olmadık bahaneler ileri sürerler" demektir. Buna göre, ifadesi, "Onlar, canlarını ve bedenlerini bu yola koymada cimridirler" demek olur.

Münafık Korkaktır

19

"Hele kendilerine korku gelip çattı mı, onların, ölümden üstüne baygınlık çökmüş kimse gibi, gözleri dönmüş olarak sana baktıklarını görürsün. O korku gidince ise, hayra karşı cimri adamlar tavn ile, sizi keskin dilleriyle incitirler. Onlar gerçekte iman etmemişlerdir. Bundan dolayı Allah onların amellerini hiçe İndirmiştir. Bu, Allah'a pek kolaydır".

Bu ayet de, onların alabildiklerine Korktukları ve tir tir titrediklerini göstermektedir. Bil ki, cimrilikle korkaklık birbirinin kardeşidir. Binâenaleyh Allahü teâlâ cimrilikten bahsedince, bunun sebebi olan korkaklıktan da bahsetmiştir. Bunun delili şudur: Korkak, malı hususunda çok cimri davranıp, onu Allah yolunda infâk etmez. Çünkü bu, gâlibiyyete hiç ihtimal vermediği için, ganimeti ummazlar. Böylece de, "Bu, karşılığı alınmayacak bir harcamadır" diyerek, eli bir türlü İnfâka varmaz. Fakat cesur kimse, hem zaferin, hem zafer neticesinde ganimet elde etmenin kesin olduğuna inanır. Böylece de kat kat fazlasıyla alacağını umduğu için, cihâd uğrunda malını vermesi ona çok kolay gelir. Kişinin canı ve bedeni ile ilgili düşüncesi de böyledir. Korkak, eşinden, emsalinden, denginden de korkar. Hep ordularının bozulup dağılacağını düşünür. Böylece de korkuya kapılıp savaştan uzak durur. Ama cesur kimse, galip geleceğine ve ilahî yardımın (zaferin) kendisiyle beraber olduğuna inanır ve savaşa katılır.

Ödül Sırasında Münafık

Ayetteki, "O korku gidince ise sizi incitirler" ifadesi, "Korku zail olunca, size dilleriyle baskın çıkarlar, "Savaşanlar bizdik. Bizim sayemizde zafer elde ettiniz, düşmanı kırıp geçirdiniz" diyerek size eziyet ederler. Böylece de onlar sizden ganimetin büyük payını kendilerine vermenizi isterler. Halbuki daha önce onlar, ganimet elde etmemeyi göze alarak, dönüp kaçmaya razı idiler.

Buradaki, "Hayra karşı cimri" tabirindeki "hayır"ın mal manasına geldiği ileri sürülmüştür. Fakat bu ifadenin, "Onlar her İki halde de hayırları az, her iki vakitte de serleri çok olan kimselerdir. Hem birincisi, hem ikincisi hususunda cimri davranırlar" manasında olması da mümkündür.

Amelleri Boşa Çıkanlar

Daha sonra Hak teâlâ, "Onlar gerçekte iman etmemişlerdir. Bundan dolayı Allah onların amellerini hiçe indirmiştir. Bu, Allah'a pek kolaydır" yani, "Onlar her nekadar dilleriyle (zahiren) iman eniklerini söyleseler de, gerçekte iman etmemişlerdir. Binâenaleyh Allah, onların müslümanlarla birlikte yapmış oldukları amellerini de boşa çıkarır" buyurmuştur. Ayetteki, "Bu, o Allah'a pek kolaydır" ifadesi, (bunları) görüp anlayabilenlerin nazarındaki duruma bir işarettir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bu, O (Allah'a) kolaydır" (Rum, 27) buyurmuştur. Bu böyledir. Çünkü "ihbât" (amelleri boşa çıkarma), yok etme, heder etme, boşa çıkarmadır. Maddeleri yok etme ise, bakıp düşünen düşündüğünde, "Maddenin yok edilmesi parçalarının darmadağınık edilmesiyle olur" der. Çünkü birisi birşeyi yaksa, o şeyden külü kalır. O külü rüzgâr dağıtıp götürse bile, yine onun orada zerreleri kalır. Bu, bazı insanların görüşüdür. Halbuki gerçek olan, Allah'ın cisimleri tamamen yok edip, onlardan istediğini yeniden yarattığını kabul etmektir. Amellere gelince, bunlar gözle görülen şeyler değildir. Eğer bunlardan birşey kalmışsa, onun hükmü ve eserleri itibarı ile kalmıştır. Binâenaleyh bunların bir faydası ve değeri olmadığına göre, bunlar hem gerçekte, hem hükmen yok demektir. Amellere itibar edilmediğinde, cismin hilâfına, o gerçekte yok demektir.

Savaştan Korkuları

20

Âyetin tefsiri için bak:21

21

"Bunlar, "(düşman) kıtaları (Mekke'den) gitmediler" sanıyorlardı. Eğer o kıt'alar bir daha gelirse, çöllerde bedeviler içinde bulunup, size âit haberleri sormayı temenni ederler. Eğer içinizde bulunurlarsa, çok değil, ancak pek az dövüşürler. Andolsun ki Resûlullah'da sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için, güzel bir örnek vardır".

Yani "Son derece korkak olduklarından, düşman kuvvetleri çekip gittiklerinde bile onların gittiğine inanmaz, korkuları devam eder; geldiklerinde ise bedeviler gibi çölde bulunup da savaşanlar arasında yer almamayı öyle temenni ederler ki... Aranızda bulunsalar, âdeta yok sayılırlar, zira savaşa girişmezler." manasındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eger içinizde bulunurlarsa, çok değil, ancak pek az dövüşürler" buyurmuştur.

Mü'minlerin Güveni

22

"Mü'minler, (düşman) ordularım görünce, "İşte bu Allah'ın ve Resulünün vaadettiği şeydir. Allah ve Peygamberi doğru söylemiş" dediler. Bu, onların imanlarını ve teslimiyetlerini artırmaktan başka birşey yapmadı".

Allahü teâlâ, münafıkların durumunu anlatınca, mü'minlerin haline de değinmiştir. Bu da onların, "İşte bu, Allah'ın bizi imtihan edeceği hususundaki bize olan vaadidir" demeleridir. Daha sonra onlar, o münafıkların, "Allah ve Resulü bize bir aldatıştan başka bir şey vaadetmemiştir" (Ahzab, 12) şeklindeki sözlerine mukabil, "Allah ve Peygamberi doğru söylemiş" demişlerdir. Mü'minlerin bu sözleri, o anda meydana gelen hâdise (ve hâdiselere) bir işaret değildir. Çünkü onlar, o şeyler meydana gelmezden önce de Allah'ın doğru söylemiş olduğunu biliyor, buna inanıyorlardı. Binâenaleyh bu söz bir müjdeye işaret olup, bu da onların, "İşte bu Allah'ın ve Resulünün bize vaadettiği şeyler. Bu vaad aynen vuku buldu. Allah her vaadinde doğrudur. O halde, Mekke'nin, Rum'un (Anadolu'nun) ve Fars'ın (İran'ın) fethine dair bütün vaadler de tahakkuk edecektir" şeklindeki sözleridir. Bu, bu işin meydana geleceğine olan imanlarını artırdı, meydana gelince de teslimiyetlerini fazlalaştırdı.

Düşmanların Bozgunu

23

Âyetin tefsiri için bak:25

24

Âyetin tefsiri için bak:25

25

"Mü'minler için, Allah'a verdikleri sözde sadakat gösteren nice adamlar var. İşte onlardan kimi, adadığını ödedi. Kimi de bunu bekliyor. Onlar hiçbir suretle, ahidlerini değiştirmediler. Çünkü Allah sâdık olanlan, sadâkatian sebebiyle mükâfaatiandıracak, münafıkları da dilerse azablandıracak, yahut onlara tevbe nasib edecektir. Şüphe yok ki Allah gafur ve rahîmdir. Allah okâfirleri hiç bir hayra erememiş vaziyette, öfkeleriyle geri çevirdi. Allah mü'minlerin savaşmalarına ihtiyaç bırakmadı. Allah kavîdir, azizdir"

Biatin Hakkını Veren Erler

Bu ayetler, onların Allah'a, ölmeleri durumu müstesna, peygamberini terketmeyecekleri hususunda verdikleri sözlerini bihakkın yerine getireceklerine bir işarettir. cümlesi, "Onlardan birkısmı savaştı ve şehid edildi. Böylece de adağını yerine getirdi" demektir. Çünkü "nahb", adak manasınadır. Onlardan birkısmı da hâlâ savaşta, ahidlerini yerine getirmek için, şahadet şerbetini meyi gözetiyorlar. Onlar da ahidlerini bozmadılar. Münafıklar ise böyle değildir. Çünkü münafıklar da, "Biz sırtımızı dönüp, savaştan kaçmayacağız" diye söz vermişlerdi. Ama sözlerini değiştirip, gerisin geri döndüler.

Cenâb-ı Hak, "Çünkü Allah sâdık olanları, sadâkatleri sebebiyle mükâfaatlandıracaktır" buyurmuştur. Bu, "Onlar vaadlerinde sâdık oldukları gibi, Allah onları, onlara dünya ve ahiret hususunda vaadettiği şeyleri birer birer gerçekleştirmek suretiyle mükâfaatlandırmıştır" demektir, ifadesi, Yalan söyleyen ve vaadlerinde durmayan münafıkları Allah azablandırır" demektir. "Eğer dilerse", yani "azabetmeyi dilerse, onların imân etmelerine mânî olur" "Yahut onlara tevbe nasib eder", yani "İsterse de böyle yapar." Cenâb-ı Hak bunu bu şekilde beyan etmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in henüz onların iman edeceklerine olan ümidi devam ediyordu. Bundan sonra onlardan birtakım kimseler iman etmiştir.

Allahü teâlâ, "Allah, onların günahlarını örtüp bağışladığı için gafur, onlara merhamet edip, iman nasib ettiği için de rahîmdır" buyurmuştur. Binâenaleyh ayetteki bu ifade, daha sonra iman eden kimseler hakkında olmuş olur. Yahut şöyle de denebilir: Allahü teâlâ, gafur ve rahim olmasına rağmen, günahları çok, suçları büyük olduğu için münafıklara azabetmiştir. Eğer suçlan daha az olsaydı, şüphesiz onları da bağışlardı.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, mü'minlerin sadâkatlarına karşılık, onlara mükâfaat olarak vereceği şeylerin birkısmını açıklayarak, Allah o kafirleri öfkeleriyle geri çevirdi" buyurmuştur. Bu, "Onların öfkeleri teskin olmadan ve hiçbir muradlarına nail olamamış vaziyette, Allah onları geri çevirdi" demektir. "Allah mü'minlerin savaşmasına ihtiyaç bırakmadı" manasınadır "Allah kavidir", yani mü'minlerin savaşmasına muhtaç değildir; "azizdir", yani kâfirlerin kökünü kazımaya ve onları zelil etmeye kadirdir.

Hain Kurayza'nın Sonu

26

"Allah, Ehl-i Kitap olup o (münafıklara) destek olanları da, yüreklerine korku düşürerek, kalelerinden indirdi. Siz onların birkısmmı öldürüyordunuz, bir kısmmı da esir ediyordunuz".

Ayetteki, "Ehl-i Kitap'tan onlara yardım edenler" demek olup, bunlar yahudî Kureyza kabilesidir. Allah onları "sayâsîlerinden" yani kalelerinden indirdi, kalplerine korku saldı. Böylece de onlar, kendileri öldürülmeye, çoluk-çocukları da esir edilmeye mahkûm oldular. Siz (hani) onlardan birkısmmı, yani erkeklerini öldürüyor, birkısmını da, yani çocuklarını ve kadınlarını esir alıyordunuz.

Eğer, "Cenâb-ı Hak, dediği için, mef'ûlü önce almasında, dediği için de mef'ûlü sonraya bırakmasında bir hikmet var mıdır?" denilirse, derim ki: Daha önce de izah ettiğimiz gibi, Kur'ân'da olan herşeyin, her özelliğin mutlaka bir fayda ve hikmeti vardır. Bunlardan bir kısmı açıktır, biz onları görebiliriz. Bir kısmı ise açık değildir. Allahü teâlâ en iyisini bilir ya, şu anda içime doğan şudur: Konuşan kişi, önce en mühim şeyi söyler, sonra daha az mühim olanı söyler. Yine konuşan, işe en tanınmışı zikrederek başlar, sonra derece derece daha az tanınan ve bilineni zikreder. Yine konuşan, Önce en yakın olandan başlar ve sonra derece derece uzakta olanlara doğru giderek, onları zikreder. Ayette bahsedilen bu kimseler meşhur idiler. Dolayısıyla meydanda, herkesin bildiği kimselerdiler. Böylece öldürme işi bunların başına geldi. Esir olanlar ise, bunların kadınları ve çocukları olup, pek meşhur değildiler. Halbuki esir alınma, öldürülmeden daha açık bir iştir. Çünkü esir alınan, hayatta kalır. Böylece de herkesçe, onun esir olduğu görülür, bilinir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, ayetteki iki yerden meşhur olanını kendisiyle kâim olan fiile; iki fiilden meşhur olanını da daha kapalı olana takdim etmiştir.

İstersek, bu meseleyi nahiv kaidelerine uygun bir ifade ile şöyle de açıklayabiliriz: Ayetteki, ifadesi, fiil ve mefûlden ibarettir. Fiil cümlesinde asıl olan ise, fiilin mef'ûl ve failinden önce getirilmesidir. Bu ifadenin bir fiil cümlesi olması hususunu şöyle ispat ederiz: Eğer bu bir isim cümlesi olsaydı, baştaki "Ferik" kelimesinin merfû olması ve denilmesi gerekirdi. Bu kelime mansub olduğuna göre, bu mansub oluş, takdirinde, zahirdeki fiilin tefsir ettiği mukadder bir fiilden ötürüdür. Sözün bu şekilde söylenmesine sevkeden sebeb ise, mef'ûlün beyân edilmesine aşırı itinâ gösterilmesidir. İşte ayetteki durum da budur. Çünkü Cenâb-ı Hak, onlara yardım edenlerin durumundan bahsedip, onların kalelerine korku saldığını bildirirken, eğer Cenâb-ı Hak demiş olsaydı, bunu duyan kimse, bunun mef'ûlünü duyuncaya kadar, ya aradan zaman geçerdi, yahut da onu söylemeye bir manî çıkar, böylece o da onu söyleyemezdi, böylece de onların öldürülmüş oldukları bilinemezdi. Fakat daha önce onların kalblerine korkunun salındığını da duydukları için, Allah, söze "ferîkan" diye başlayınca, bunlar sözün tamamını duymak için kulak kesileceklerdir. Eğer birincisi fiil ve mef'ûl olursa, mef'ûl astında olduğu gibi, ikinci cümlenin o cümleye atfedilmesi faydasından ötürü, öne alınır. Binâenaleyh fiilin öne alınmayışı, onu öne almayı gerektiren bir hususun olmayışından ötürüdür. Onların hali bilindiğinde, ondan sonra gelen şeyler de, onlara havale edilmiş olur.Dolayısıyla eğer Cenab-ı Hak, bundan sonra da, aynı şekilde demiş olsaydı, bu “ferikan”ı duynlar, ya çoğu kez onların içinde salıverilenler olduğunu, yahut da onların yakalanamadıklarını sanırlardı.Binaenaleyh bu ikinci ifadede, fiilin önce zikredilmesi evla olmuştur.Durum hem hem de cümleleri için aynıdır.Çünkü korkunun kalblere salınması, kalelerden indirmeden öncedir.Çünkü korku, o indirmenin (inişin) sebebidir.Fakat onların kalelerinen indirilmelerinden duyulucak sevinç daha çok olduğu için, Hak teâlâ bu işi, onların kalblerine korku salmadan önce zikretmiştir. Allah en iyi bilendir.

Mülklerine Siz Varis Oldunuz

27

"(Allah) onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve henüz ayak basmamış olduğunuz diğer arazilere sizi mirasçı yaptı, Allah herşeye hakkıyla kadirdir".

Burada olan hâdiseye göre bir sıra takibedilmiştir. Çünkü mü'minler onların topraklarından (kalelerinden) indirilmeleri ve kendilerinin oralara hakim olmaları sebebiyle, önce onların arazilerine, sonra onlar içinde iken oralara girmeleri ve valelerini almaları sebebiyle yurtlarına, daha sonra da evlerindeki mallarına sahip olmuşlardır.

Ayetteki, "Henüz ayak basmamış olduğunuz diğer araziler" ifadesi ile, kalelerin kastedildiği söylendiği gibi, Rumların ve Farsların arazilerinin kastedilmiş olduğu da söylenmiştir. Yine bunun, mü'minlerce Kıyamete kadar alınacak toprakların tamamı "anasına geldiği de söylenmiştir.

"Allah herşeye hakkıyla kadirdir" ifadesi de, "Henüz ayak basmamış olduğunuz ciğer araziler" ifadesinden kastedilen şeyin, Kurayza kabilesinin arazilerinden sonra fethedilecek yerlerin olduğunu söyleyenlerin görüşünü destekler. Bunun izahı böyledir: Allahü teâlâ onları bu beldelere sahip kılıp, onlara daha nice beldeler vaadedince, Allah'a güvenleri güçlü olmayanların bunu akıldan uzak görmeleri zannını oefetmek için, "Sizi buralara mâlik kılan Allah değil midir? O halde Allah, bunun damdaki yerlere de malik kılabilecek ve herşeye kadir olan bir zattır" demiştir.

Ezvâc-ı Tâhirâtın Muhayyerliği

28

Âyetin tefsiri için bak:29

29

"Ey peygamber, hanımlarına de ki: "Eğer dünya hayatını ve onun zinetini, İhtişamını arzu ediyorsanız, gelin size boşama bedellerini verip, hepinizi güzellikle salayım. Yok eğer Allah'ı, peygamberini ve âhiret yurdunu diliyorsanız, şüphe yok ki Allah, sizden iyi hareket eden kadınlar için büyük bir mükâfaat hazırlamıştır".

Bu ayetin, daha öncekilerle münasebeti şöyledir: Güzel ahlâk, iki şeye, yani Allah'ın emirlerine saygı duymaya ve Allah'ın yarattıklarına şefkatli olmaya hasredilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buna, "Namaza (devam) ve elinizin altında olanlara (yani kölelere şefkat)..." hadisiyle işaret etmiştir.

Allahü teâlâ, peygamberini, daha önce, "Ey Peygamber Allah'dan ittikâ et" (Ahzâb, 1) emriyle, Allah'a saygı tarafıyla ilgili olan kısma sevkedince, şefkat tarafıyla ilgili olan şeylerden de bahsedip, buna önce hanımlarından başlamıştır. Çünkü onlar, insanların şefkat edilmeye en layık ve muhtaç olanlarıdır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, nafaka konusunda da hanımları önce zikretmiştir. Bu ayette birtakım fıkhi meseleler var:

Ayetten Çıkan Fıkhî Meseleler

1) Muhayyer (bu iki şeyden birini seçmede serbest) bırakma işi, peygambere vâcib midir, değil midir? Diyoruz ki: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onlara sözlü olarak muhayyer olduklarını söylemesi, şüphesiz vâcib (farz)dır. Çünkü bu, risâleti (verilen ilahî emri) tebliğdir. Çünkü Allahü teâlâ Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Onlara ... de" diye emredince, bu artık peygamberliğin gereği olmuş olur. Fakat mana (hüküm) olarak muhayyer bırakma işi, emrin vücûb ifade edip etmemesine bağlıdır. Zahir olan, emrin vücûb (farziyyet) ifade edişidir.

2) Onlardan birisi eğer, peygamberden boşanmayı tercih ederse, onun bu tercihi, dinen bir boşanma (ayrılık) sayılır mı? Zahir olan, bunun bir ayrılık sayılmamasıdır. O kadın, kendisini (boşanmasını) tercih etmesi ile, hemen bâin (boşanmış) olmaz. Ancak bu boşama işi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından yapılırsa olur. Çünkü Allahü teâlâ, "Gelin size boşama bedellerinizi verip, hepinizi güzellikle salayım" buyurmuştur.

3) Onlardan birisi, eğer kendisini tercih etseydi, ki biz bunun ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından, bâin talakla boşanması hâlinde, bâin talakla boşanmış olacağını söylemiştik. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onun için talâk vermesi vâcib olur muydu? Sürünen odur ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in makamına nisbetle, bu vâcibtir. Çünkü paşgamberin vaadinden dönmesi caiz değildir. Fakat bizden birisi böyle değildir, böylesi durumda, dediğini tutmak, o kişiden şer'an matlup değildir.

4) Bâin talaktan sonra kendisini tercih etmiş peygamber hanımı, başkasına haram olur muydu, olmaz mıydı? Zahir olan, onun haram olmayacağıdır. Aksi halde, onun kendisini (boşanmayı) tercih etmesi halinde, dünya zinetlerinden istifade etmesi mümkün olmazdı.

5) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Allah'ı ve Resûlullah'ı tercih eden kadınını boşaması haram olur muydu, olmaz mıydı? Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in makamı itibarıyla, zahir olan, haram olduğudur. Bu, "Hazret-i Peygamber bu işe teşebbüs edemezdi, etmesi halinde Allah tarafından cezalandırılır veya itab edilirdi" manasına gelir.

Ayetteki Lafzı İncelikler

Ayette birtakım lafzı incelikler vardır:

1) Dünyanın tercih edilmesinin öncelikle söylenmesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kadınlarına çok fazla düşkün olmadığına bir işarettir. Nasıl böyle olmasın ki? Çünkü o. Rabbine ibadette meşguldür.

2) Ayetteki, "Hepinizi güzellikle salayım" ifadesi de, biraz önce bahsettiğimiz nususa işarettir. Çünkü güzellikle salma işi, örfen çok fazla duyulacak bir acıyla birlikte olamaz. Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in güzel salıvermenin kendi tarafından olmasının delaletiyle, hanımlarının ondan ayrılmayı tercih etmelerinden etkilenmeyeceği anlaşılır.

3) Ayetteki, "Yok eğer Allah) ... diliyorsanız" ifadesinde, onların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i tercih etmelerinde, hem Allah'ı, hem Resulünü, hem de ahireti tercihin yattığını bildirme vardır. Zaten din de bu demektir.

Cenâb-ı Hak, "(Allah), sizden iyi hareket eden kadınlar için yani sizden sâlih amelde bulunanlar, büyük bir mükâfaat hazırlamıştır" buyurmuştur. "Yok eğer Allah'ı, peygamberi ve âhiret yurdunu diliyorsanız..," ifadesinde, iman manası; "Muhsinler (iyi hareket edenler) için" ifadesinde de, önceki ifâdenin o -nanada olabilmesi için, ihsan manası vardır. Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadeleri tıpkı, "Kim, muhsin olarak yüzünü (kendini) Allah'a teslim ederse..."(Lokman, 22); "Kim imân eder ve salih amel işlerse..." (Furkan, 70) ve "îman edip, salih ameller işleyenler..." (Asr, 3) ayetleri gibidir.

Ayetteki, "büyük mükâfaat", her zaman zâtı açısından büyük, sıfatları (özelikleri) bakımından güzel olan demektir. Çünkü maddeler hakkında kullanılan azim (büyük) kelimesi, ancak uzunluk, en ve derinlik bakımından büyük olan şeyler için kullanılır. Eğer birşeyin sadece uzunluğu fazla olsa, ona "uzun"; sadece eni fazla olsa ona "enli" kelimeleri kullanılır. Derinlik de böyledir. Binâenaleyh bir şeyde ancak her üç özellik birlikte bulunursa, ancak onun hakkında "azîm" kelimesi kullanılır. Meselâ yüksek ve her tarafa doğru uzanmış-yayılmış dağ için, "azîm bir dağ" ifadesi kullanılır. Ama her tarafa uzamamış (sıradağ olmayan), sadece sivri (yüksek) olursa, buna "yüksek dağ" denilir. Bunun böyle olduğunu anladığına göre, şimdi diyebiliriz ki: Aslında dünyanın ücreti zâtı itibarıyla az, özellikleri bakımından da birtakım çirkinlikler (zararlar) taşımaktadır. Zira onlardan yenilecek olanlarında, zarar ve ağırlık da vardır. İçilecek olanlar ve diğer lezzetleri de böyledir. Hem sonra bunlar sonludur. Ahiret mükâfaatlan ise hem çoktur, hem de çirkin (ve zararlı) olma özelliklerinden uzaktır. Ayrıca süreklidir. O halde onlar azîmdir.

Ezvâc-ı Tâhirâtın Mes'ûliyetleri

30

"Ey peygamber hanımları "Sizden kim açık bir terbiyesizlik yaparsa, onun azabı iki kat artırılır. Bu, Allah'a pek kolaydır".

Nimete Göre Külfet

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarını bu hususta serbest bırakıp, onlar da Allah'ı ve Resûlullah'ı tercih edince, Cenâb-ı Hakk, hanımının yapabileceği en ağır şey olan zina olup Resûlullah'ı en çok üzen ve kendileri için en çirkin fiil olan bu günahtan kendilerini korumaları konusunda uyarıp, eğer böyle yaparlarsa, onlara iki misli azab verileceği ile kendilerini tehdit etti. Burada şöyle iki hikmet vardır:

1) Başkalarının hanımları, zinanın zarar ve kötülüğünden dolayı, zina ettikleri zaman cezalandırılırlar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hanımları, faraza böyle bir şey yaparlarsa, hem bundan dolayı, hem peygamberin kalbini kırmaları, hem de onun makamına önem vermemeleri sebebiyle cezalandırılırlar. Peygamberin kızları da böyledir. Bir de bir kadın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nikâhı altında olup, zina ederse, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den başkasını tercih etmiş olur ve o başkası, bu kadına göre, peygamberden daha iyi ve daha hayırlı olmluş olur. Halbuki peygamber ona göre, başkasından da evla olan kendi nefsinden bile ona daha yakındır. Böylece o kadın, peygamberin makamını iki kat aşağı indirmiş olur. Dolayısıyla da iki misli azabla cezalandırılır.

2) Bu, onların şerefli oluşlarına bir işarettir. Çünkü hür bir kadının cezası, şerefini göstermek için, cariyenin cezasının iki mislidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, diğer mü'minlere şeref bakımından nisbeti de, efendinin Kölesine nisbeti gibidir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mü'minlere kendilerinden daha kıymetli ve evlâdır. Mü'minlerin anneleri durumunda olan hanımları ve akrabaları da böyledir. Bir şahsın annesi de, o şahsa hakim olan ve o şahsın itaat etmesi gereken bir kadındır. Hanımı ise, o şahsın hükmü ve emri altındadır ve o şahsa itaat etmek mecburiyetindedir. Böylece başkasının hanımları, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hanımlarına nisbetle, cariyenin hür kadına nisbeti gibi olur.

Bil ki "Sizden kim bunu yaparsa ..." sözü, "Eğer şirk koşarsan, amellerin boşa gider" (Zümer. 65) ifadesi gibidir. Çünkü bu, ilk nazarda olması mümkün olan bir şeydir. Halbuki mümkün olan iş, bazan kesinlikle meydana gelmez, bazan da kesin olarak meydana gelir, "ölen kurtulur." Bazan ise, dinleyen, bu iki ifade hususunda tereddüt eder. Binâenaleyh ayetteki, "Sizden kim açık bir terbiyesizlik yaparsa.." ifadesi, bize göre, birinci kısma giren (yani kesinlikle meydana gelmeyecek olan kısıma) girer. Çünkü Allahü teâlâ, peygamberinin hanımlarını böylesi şeylerden korumuştur.

Ayetteki, "Bu, Allah'a pek kolaydır" ifadesi, "Sizin peygamber hanımları olmanız ve kıymetli, soylu olmanız, ilâhî azabı sizden savuşturmaz. Allah'ın işi, insanların işi gibi değildir ki, dostlarının, yardımcılarının, şefaatçilerinin ve kardeşlerinin çokluğu ile, kuvvetli ve soylu olan kimseleri azablandıramasın" demektir.

Mesuliyetin Mükâfaatı

31

"Sizden kim de Allah'a ve Resulüne itaat eder, sâlih amel işlerse, ona da mükâfaatını iki kere veririz. Hem de onun için, çok şerefli bir rızık hazırladık".

Bu ifade, onların cezalarının kat kat olması gibi, mükâfaatlarının da kat kat olacağını açıklamaktadır. O halde ayetteki, "Ona da mükâfaatım iki kere veririz" cümlesi, şöyle bir inceliğin yanısıra, "Onun azabı iki kat artırılır" cümlesinin mukabilidir: Allahü teâlâ, mükâfaat vermeden bahsederken, o ödülü verecek olanı da zikretmiştir ki o, kendisidir. Azabtan bahsederken ise, azab edecek olanı açıkça ifade etmemiş ve tıpkı, canlı bir cömert zatın, faydalı olduğu zaman, kendini ve işini açıkça ifade edip, zarar verdiğinde ise, kendisinden hiç bahsetmeyişi gibi, rahmet ve kereminin mükemmel oluşuna bir işaret olsun diye, "İki kat artırılır" buyurmuştur.

Allahü teâlâ, "Hem de onun için, çok şerefli bir rızık hazırladık" buyurarak, şöyle bir ince manaya işaret olsun diye, aslında "kerîm" (şerefli) ifadesi, ancak o rızkı verenin sıfatı olduğu halde, ahiret rızkını "kerim" (şerefli) diye vasfetmiştir: Dünyadaki rızıklar, insanların çalışıp çabalamalarına göre verilir. Mesela tacir, pazarlardan ve alış-veriş yapanlardan rızkını elde etmeye çalışır. İşçiler iş verenlerden, sanatkârlar sipariş edenlerden rızıklarını elde etmeye çalışırlar. Padişahlar idare ettiklerinden idare edilenler de onlardan birşeyler elde etmeye çalışırlar. Binâenaleyh dünyada rızık kendiliğinden gelmez. Bu, başkasının elindedir. İsterse o rızkı tutar, isterse salar. Ahirette ise, görünürde o rızkın ne bir tutanı, ne salanı olmayıp, kendiliğinden gelir. İşte bundan ötürü, dünyada ancak, gerçek rezzâk olan Allahü teâlâ, "kerim" diye nitelenmiştir. Ahirette ise, rızkın kendisi böyle nitelenmiştir.

Ezvâcı Tâhiratın Tutumları

32

"Ey peygamber kadınları, siz diğer kadınlardan biri gibi değilsiniz. Eğer Allah'dan korkuyorsanız, size yabana (mahrem) erkeklere, yumuşak (cilveli) konuşmayın ki sonra kalbinde bîr maraz bulunanlar, bir arzuya düşerler. Sözü, maruf veçhile (ağırbaşlı) olarak söyleyin".

Allahü teâlâ, peygamber hanımlarının cezasının, başka mü'min hanımların cezasının iki katı, mükâfaatlarının da, diğer kadınların ücretlerinin iki katı olacağını beyan buyurunca, onlar tıpkı cariyeye nisbetle hür kadınlar gibi olmuş olurlar. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Siz diğer kadınlardan biri gibi değilsiniz" buyurmuştur. Bu tıpkı birisinin, "Falanca, herhangi bir kimse gibi değildir" şeklindeki sözü manasında olup, "Onda sadece insan oluş özelliği yok. Ayrıca onda âlim, ilmiyle âmil, soylu ve şerefli olması gibi özel vasıflar vardır. Çünkü daha özel vasıf varken, o kişi daha genel ifadeyle tanıtılamaz. Çünkü birisini tanıyıp, onun insan oluşu dışında başka bir özelliğini bilmeyen kimse, "Ben bir adam gördüm" der. Eğer onu tanırsa, "Ben Zeyd'i", veya "Amr"ı gördüm" der. İşte Hak teâlâ'nın, "Siz diğer kadınlardan biri gibi değilsiniz" ifadesi de aynen böyle olup, "Sizlerde, diğer kadınlarda bulunmayan özellikler var. Meselâ siz, bütün mü'minlerin annelerisiniz ve seyyam beri erin en hayırlısının hanımlarısınız" demektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Ben sizden biriniz gibi değilim" buyurarak ifade ettiği gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in herhangi bir mü'min gibi olmayışı şeklinde, tıpkı onunla şeref bulan akrabaları da, başkaları gibi değildir. Bu çiftler arasında, bir tür denklik (kefâet) söz konusudur.

Daha sonra Cenab-ı Hak "Eğer Allah'dan korkuyorsanız, me yabana erkeklere, yumuşak konuşmayın" buyurmuştur. Bu ifade şu iki manaya gelebilir:

a) Bu, kendinden öncekilerle ilgili bir ifade olup, "Eğer ittikâ ederseniz, sizler herhangi Kimse gibi olmazsınız. Çünkü Allah katında, en iyi ve en şerefti olan, en müttakî sandır" demektir.

b) Bu ifade sonraki kısımla ilgili olup, "Eğer ittikâ ediyorsanız, siz yabancı îklere yumuşak konuşmayın. Çünkü Allah, çirkin bir iş olan zinadan menedince, götüren öncü şeylerden de menetmektedir. Bu da, kadınların erkeklerle îması ve konuşma şeklinde fâsık erkeğe uymaktır" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Sonra kalbinde bir maraz, fısk (namussuzluk, kötü niyet) bulunanlar, bir arzuya düşerler" sözü maruf şekilde söyleyin. Yani, "Allah'ı zikir veya lüzumu kadar konuşma kabilinden söz söyleyin" demektir.

Yüce Allah, "Yumuşak (işveli-cilveli) konuşmayın" buyurunca, bundan sonra, maruf veçhile söyleyin" buyurmuştur ki bu, bunun bir kısım eziyet ve münker olmayıp, makul söz söyleme emridir. Çünkü İhtiyaç halinde söylenmesi matlub da sadece budur.

Vakarla Oturun, Dolaşmayın

33

"Vakar ile evlerinizde oturun. Evvelki câhiliyyet yürüyüşü gibi yürümeyin. Samazı dosdoğru kılın. Zekâtı verin. Allah ve Resulüne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden ancak kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler".

Ayetteki (......) kelimesi, "karâr" masdarından olup, muzaaf harflerinden biri düşürülmüştür. Nitekim Cenâb-ı Hak (vakıa, 65) buyurmuştur. Bu kelimenin "vakar" masdarmdan olduğu da ileri sürülmüştür. (Buna göre (......) şeklinde okunur.) Nitekim Arapça'da, (......) denilir.

Allahü teâlâ "Evvelki câhiliyyet yürüyüşü gibi yürümeyin" buyurmuştur. Bunun, "Kınla döküle, kırıtarak yürümeyin" manasına olduğu söylenmiştir. Yine bundan muradın, "Süslerinizi ortaya koymayın, göstermeyin" manası olması da muhtemeldir.

Cahiliyye Terimi

Ayetteki, "Evvelki câhiliyye"nin manası hususunda da şu iki izah yapılmıştır:

a) Bununla, Nûh (aleyhisselâm) zamanında olanlar, sonraki cahiliyye ile de, ondan sonrakiler kastedilmiştir.

b) Bu, bir diğerinin olmasını gerektiren bir "evvel"lik değildir. Aksine bunun manası tıpkı bir kimsenin, "Nerede o ilk (evvelki) zorba kisrâlar?" demesi gibi, "Evvelki (eski) cahiliyye yürüyüşü gibi yürümeyin" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Namazı dosdoğru küm, zekâtı verin. Allah ve Resulüne itaat edin" yani "Mükellefiyet sadece nehiylerde değildir ki "Yumuşak konuşmayın", "Cahiliyye yürüyüşü gibi yürümeyin" ifadeleriyle elde edilmiş olsun. Tam aksine mükellefiyet hem nehiy, hem emirler hususundadır. O halde kendini büyük gören zorbalara benzememe demek olan namazınızı kılın, kerîm ve rahîm olana benzemek demek olan zekâtınızı verin ve Allah'a itaat edin" buyurmuştur. "Mükellefiyet sadece bu bahsedilenlere mahsus değildir. Binâenaleyh Allah'ın emrettiği herşeyi hakkıyla yerine getiriniz ve Allah'ın nehyettiği herşeyderv de son derece kaçınınız."

Emirler Arındırmak İçindir

Daha sonra Allahü teâlâ "Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden ancak kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler" yani "Size verilen mükellefiyetlerden istifâde edecek olan Allah değildir. Allah yaptıklarınızdan faydalanmaz. Bunun faydası size aittir. Allah'ın bu şeyleri size emretmesi, sizin menfaatiniz içindir" buyurmuştur. Bu ifadede şöyle bir incelik vardır: Bazan kirin-pisliğin bizzat kendisi ortadan kalkar, giderilir, ama o yeri tam temizlenmiş olmaz. O halde "Allah sizden ancak kiri gidermek ... diler" ifadesi, "Günahlarınızı silip, giderir" manasına; "Sizi tertemiz yapmak diler" ifadesi de, "Size keramet (şeref) elbiselerini giydirir" manasınadır.

Ehl-i Beyt

Daha sonra Allahü teâlâ, bu ifadenin muhtevasına, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ailesinin (Ehl-i Beytinin) hem kadınları, hem de erkekleri girsin diye, kadınlara hitabı bırakıp, "Sizden (anküm) diyerek, erkeklere hitab etmiştir. Ehl-i Beyt'in kimler olduğu hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Evlâ olan, bunların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in çocukları ile hanımları olduğunun söylenmesidir. Hazret-i Hasan, Hazret-i Hüseyin ve Hazret-i Ali de onlardandır. Çünkü Hazret-i Alt, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kızı ile evliliği ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den ayrılmayışı sebebi ile ehl-i beytten olmuştur.

Hikmet: Sünnet

34

"Allah'ın evlerinizde okunup duran ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz ki Allah herşeyin içyüzünü bilendir ve herşeyden hakkıyla haberdardır".

Buradaki "Allah'ın ... ayetleri" ile Kur'ân, "hikmet" ile de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözleri (hadisleri) kastedilmiştir. Bu da, biraz önce bahsettiğimiz gibi, mükellefiyetlerin sadece namaz ve zekata münhasır olmadığına bir işarettir. Allahü teâlâ, bu ayette de yine mükellefiyetlerden bahsederek, "Okunup duran ayetleri hatırlayın" buyurmuştur ki bu, "Bütün farzları ve vâcibleri öğrenip, hepsini hakkıyla yerine getirin; bütün haramları öğrenip, onlardan da sakının" demektir.

Allahü teâlâ'nın, "Şüphesiz ki Allah latiftir; habirdir" ifadesi de, Cenâb-ı Hakk'ın içleri (bâtınları) bilen bir habîr ve bir latîf olduğuna işarettir. Binâenaleyh O'nun ilmi herşeye ulaşır. Dar deliklerden giren ve tıkanmış yollardan çıkabilen manasına olan "latîf", bu manaya gelir.

Erkek - Kadın Beraberliği

35

"Şüphesiz ki müslüman erkeklerle, müslüman kadınlar, mü'min erkeklerle, mü'min kadınlar, İtaatkâr erkeklerle itaatkâr kadınlar, doğru erkeklerle doğru kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, mütevazı erkeklerle mütevâzî olan kadınlar, sadaka veren erkeklerle, sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle, oruç tutan kadınlar, namuslarını koruyan erkeklerle kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkeklerle kadınlar (yok mu), işte bunlar için Allah bir mağfiret ve büyük bir mükâfaat hazırlamıştır".

Allahü teâlâ onlara emirler verip, yasaklar koyup, onlar için gerekli şeyleri beyan edince, o kadınlar için şu on mertebeyi zikretmiştir: Birincisi, müslüman olmak ve Allah'ın emrine boyun eğmek; İkincisi, sayesinde Allah'ın emirlerinin geldiği (öğrenildiği) şeye, yani Kur'ân'a imandır. Çünkü mükellef önce, "O'nun dediği herşeyi kabul ediyorum" der. İşte bu İslâm'dır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak birşey söyleyip, mükellef de onu kabul ettiğinde, Allah'ın o sözünü tasdik etmiş ve inancının doğruluğunu ortaya koymuştur. Bu da imandır. Sonra onun bu inancı, kendisini güzel işler yapmaya ve amel-i sâlihe sevkeder. Böylece de o itaatkar olur ve ibadet eder. İşte bu, Ayetteki "itaatkâr erkeklerle itaatkâr kadınlar" (kânitîn-kânitât) ifadesi ile belirtilen üçüncü mertebedir. Daha sonra mükellef iman edip, şalin amelde bulunduğu zaman kendisi kâmil (olgun) olmuş olur ve başkalarını kemâle erdirmeye çalışır, emri ma'rûfta bulunup, kardeşlerine nasihat eder. Böylece de nasihati hususunda tasdik edilmiş (doğrulanmış) olur ki ayetteki, "Doğru erkeklerle doğru kadınlar" (sâdıkîn-sâdikat) tabiriyle kastedilen budur. Daha sonra bu kimse, iyiliği emredip, kötülükten nehyederken karşısına birtakım sıkıntılar çıkar. O da buna sabreder. İşte Cenâb-ı Hak bunu da, "Sabreden erkeklerle sabreden kadınlar" tabiri ile belirtmiştir. Sonra bu mükellef kemâle erip, başkalarını kemâle erdirdiğinde, kendini beğenmeye ve yaptığı ibadetlerden dolayı "ucb"e başlar. Cenâb-ı Hak onu bu halinden, "Mütevâzî erkeklerle, mütevazı olan kadınlar" (Haşiîn-Hâşiât) ifadesiyle men etmiştir.

Yahut şöyle de diyebiliriz: Cenâb-ı Hak, bu güzel ve iyi sıfatlardan bahsedince, bunlara manî hallere de işaret etmiştir. Bu da ya gözle görülecek şeylerden olan makam ve mal sevgisidir, yahut da gözle görülemeyen şeylerden olan şehvettir. Gazab da bu iki hususa dahildir. Çünkü gazab (öfke), ya makam noksanlığı, yahut bir mal elde edememe, yahut da arzu edilen birşeyden engellenme gibi sebeblerden dolayı ortaya çıkar. O halde ayetteki, "Hâşiîn ve Haşlat" ifadesi, "Makam ve mansıbların kendilerini ibadetten alıkoyamadığı mütevâzi kimseler" manasınadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sadaka veren erkeklerle, sadaka veren kadınlar" buyurmuştur. Bu da, "Çok sevdikleri için mal biriktirme özelliğinde olmayıp, mallarını infâk edenler" demektir. Allahü teâlâ daha sonra, bâtınî arzu ve isteklerin, kendilerini Allah'a ibadetten alıkoyamadığı kimselere işaret olarak da, "Oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar..." (Sâimîn-Sâlmât) buyurmuştur. Hak teâlâ, "Namuslarını koruyan erkeklerle kadınlar..." buyurmuştur. Bu da, "Cinsî arzuların kendilerini Allah'a İbadetten alıkoyamadığı kimseler" demektir. Daha sonra Hak teâlâ, "Allah'ı çok zikreden erkeklerle kadınlar" buyurmuştur. Yani, "Onlar bütün hallerinde, her halükârda, her zaman Allah'ı anarlar (hatırlarlar). Müslümanlıkları, imanları, taatları, sadâkatleri, sabırları, tevazûları, sadakaları ve oruçları, hâlis bir niyyetle, Allah için olur.

Bil ki Allahü teâlâ, bir çok ayette "zikir"den bahsettiği zaman, onunla birlikte "çok"luk vasfını da getirmiştir. Mesela daha sonra gelecek olan, "Ey iman edenler Allah'ı çokça zikredin" (Ahzab, 40) ayetinde ve bundan önce geçmiş olan, "Allah'ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için" (Ahzab, 21) ayetinde böyledir. Çünkü bedenle yapılan fiilleri (amelleri) çok yapmak, ya mümkün değildir, ya zordur. Meselâ İnsan yerken, içerken ve yiyeceğini-içeceğini elde etmeye çalışırken, bütün bunlar onun devamlı namaz kılmasına manîdirler. Fakat insanın yerken, içerken, yürürken, alırken, satarken, Allah'ı zikretmesine bir mâni yoktur. İşte bu hususa Hak teâlâ, "Ayakta iken, otururken ve yanlan üstü (yatarken) Allah'ı zikredenler.." (Âl-i İmran. 191) ifadesiyle işaret etmiştir. Bir de bütün amellerin sıhhati, Allah'ı zikir (anma) İle olur. İşte bu da niyettir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İşte bunlar için Allah (günahlarını silen) bir mağfiret ve büyük bir mükâfaat hazırlamıştır" buyurmuştur. Bu büyük mükâfaattan daha önce bahsetmiştik.

Resulün Hükmüne Teslimiyet

36

"Allah ve peygamberi bir işe hükmettiği zaman, gerek mü'min erkek, gerek mü'min bir kadın için, ona aykırı olacak işlerinde, onlar için muhayyerlik (seçme hakkı) yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse, muhakkak ki o apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır".

Bu ayetin, Hazret-i Zeyneb binti Cahş (radıyallahü anhnha) annemiz hakkında nazil olduğu ileri sürülmüştür. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu, daha önce Hazret-i Zeyd b. Harise (radıyallahü anh) ile evlendirmek istediğinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dışında, hem Hazret-i Zeyneb, hem de kardeşi buna karşı çıkmıştı. İşte bunun üzerine bu ayet nazil olunca, her ikisi de bu evliliğe razı olmuşlardı. Bunu şöyle izah ederiz: Allahü teâlâ, Peygamberine, hanımlarına kendisinden ayrılıp ayrılmama hususunda muhayyer olduklarını söylemesini emredince, bu emirden, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in başkalarına zarar vermeyi istemediği anlaşılmıştır. Binâenaleyh herhangi bir şeye meyli olana, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu imkânı vermiş, başkasının arzu ve isteklerinden ötürü, kendi nefsinin hakkından vazgeçmiştir.

Binâenaleyh bu ayette, kimsenin, âmirinin kendi nefsi olmayıp, iradenin kendi elinde olduğu zannına kapılmamasını söylemiştir. Nitekim zevceler hakkında durum böyledir. Hatta, Allah ve Resûlullah'ın hükmü olan meselede, mü'min kadın ve erkeğin başka bir seçim hakkı olmadığını, uyulması gerekenin, Allah'ın emri, hak olanın Resulün bildirdiği olduğunu, onlara muhalefet edenin saptığını bildirmiştir. Zira maksat, Allah'dır. Resûlullah ise ona ulaştıran rehberdir. Maksadı terkeden, rehberi dinlemeyen, kesinlikle sapıktır.

Hazret-i Zeyneb'le Nikâh

37

"(Habibim) hatırla o zamanı ki, Allah'ın kendisine nimet verdiği, senin de kendisine iütufta bulunduğun o kimseye, "Eşini uhdende (nikahında) tut. Allah'dan kork" diyordun ve Allah'ın açığa çıkaracak olduğu şeyi içinde gizliyor, insanların (dedikodusundan) korkuyordun. Halbuki Allah kendisinden korkmana daha çok lâyıktır. Şimdi madem ki Zeyd o kadından ilişiğini kesti. Biz onu sana zevce yaptık. Tâ ki evlatlıklarının kendilerinden ilişiklerini kestikleri zevcelerini de almakta mü'minlere bir sıkıntı olmasın. Allah'ın emri yerine getirilir".

Allah'ın kendisine İslâm nimetini verdiği ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, azâd ederek hürriyetine kavuşturmak suretiyle lütfettiği kimse, Hazret-i Zeyd (radıyallahü anh)'dir. Zeyd (radıyallahü anh), Zeyneb (radıyallahü anhnhâ)'i boşamak istedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, "Onu nikahında tut, boşama, Allah'dan kork" dedi. "Allah'dan kork (ittikâ et)" ifadesinin ne hakkında ve niçin söylendiği noktasından şu izahlar yapılmıştır:

a) Bu, onu boşama hususundadır.

b) Bu, Zeyneb'ten şikayet etme hususundadır. Çünkü Zeyd (radıyallahü anh), Zeyneb (radıyallahü anhnhâ) hakkında, "O, soylu oluşunu ve aramızda denklik bulunmayışını söyleyerek, bana karşı kibirleniyor" diye şikayetlenmişti. Ey Nebî sen ise, Allah'ın ileride, Zeyneb ile evlenmeyi istediğine dair açığa vuracağı niyetini içinde saklıyordun ve insanların, "Başkasının veya oğlunun hanımını aldı" demelerinden korkuyordun. Halbuki Allah, kendisinden korkulmaya daha lâyıktır." Cenâb-ı Hakk'ın bu son ifadesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in insanlardan korkup, Allah'dan korkmadığına bir işaret değildir. Aksine mana, "Korkulmaya lâyık olan sadece Allah'dır. Binâenaleyh O'nun yanısıra hiç kimseden korkma. Sen ise hem O'ndan korkuyor, hem insanlardan çekiniyorsun. Öyle ise korkuyu sırf Allah'a hasret" şeklinde olup, tıpkı, "O peygamberler, Allah'ın risâletlerini tebliğ edip, O'ndan korkan ve O Allah'dan başka hiçbir şeyden korkmayanlardır" (Ahzab, 39) ayetinin anlattığı gibidir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şimdi madem ki Zeyd o kadınla ilişiğini kesti, biz onu sana zevce yaptık" buyurmuştur. Bu, "Zeyd onu boşayıp, onun iddeti sona erdiğinde, onu sana zevce yaptık" demektir. Çünkü kadın, kocasının nikâhı altında olduğu sürece, kocasının ihtiyaçlarını giderir ve kocası ona muhtaçtır. Binâenaleyh kocası ondan ilişiğini tamamen kesmemiş ve ondan müstağni olmamıştır. Kadın, kocasının iddetinde olduğu zaman, rahminin meşgul olabileceği için (hâmile olma ihtimalinden dolayı), kocanın onunla ilgisi hâlâ devam etmekte sayılır. Dolayısıyla henüz o kadından ilişiğini kesmemiş sayılır. Ama kocası onu boşayıp, kadının iddeti bitince, artık kocası ondan tamamen ilişiği kesilmiş olur. Şeriata uygun olan da budur. Çünkü başkasının hanımı ile, yahut başkasının iddetini beklemekte olan kadınla evlenmek caiz değildir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Şimdi madem ki Zeyd o kadından ilişiğini kesti..." buyurmuştur. "Tâ ki evlatlıklarının, kendilerinden ilişiklerini kestikleri zevcelerini..." ayeti de böyledir, yani "boşayıp, iddetlerini tamamlamış olan zevcelerini..." demektir. Bunda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in evlenmesinin, şehevî duygularını tatmin için değil, aksine şeriatı bizzat tatbik ederek anlatmak için olduğuna bir işaret vardır. Çünkü şeriat peygamberin fiilleri ile anlaşılır.

Cenâb-ı Hak, "Allah'ın emri yerine getirilir" buyurmuştur. Bu, "Onun hükmü yerine getirilir, vuku bulur" demektir.

Hazret-i Zeyneb'le Evlenmenin Nezaheti

Cenâb-ı Hak daha sonra, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, fiillerinin birtakım fâideleri (hikmetleri) ihtiva eden şeriata mebnî olmasının yanısıra, Hazret-i Zeyneb'le evlenmesinin, her türlü mahzurdan uzak ve berî olduğunu beyân etmek üzere şöyle buyurdu:

38

"Peygambere, Allah'ın farz kıldığı herhangi bir şeyi (yapmada) hiçbir vebal olmaz. Daha evvel geçmiş olanlarda da Allah'ın âdeti budur. Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir".

Daha önce geçenlerin şeriatı da böyle idi. Yani geçmiş peygamberler, pek çok bakire ile ve başkalarının boşandığı kadınlarla evlenmişlerdir. "Allah'ın emri, takdir edilmiş, bir kaderdir" yani, "herşey kaza ve kader iledir. Kader, takdir (ölçüp-biçme, hesaplama) demektir.

Geçen iki ayetin sonlarındaki, "mef'ûl" ve "mekdûr" kelimeleri arasında, tıpkı kaza ve kader arasında bulunduğu söylenmiş olan bir fark vardır. O halde kaza, asıl olarak kastedilen, kader ise, ona tabî olan (onun peşisıra gelen) şey demektir. Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Bir kimse bir şehre gitmeye niyetlense de, o şehre giden yolda bir han veya köyde konaklasa, bu köye gelip girmiş olsa bile bu durumda, "Bu köye niçin geldin?" diyene cevaben, örfen, "Ben buraya gelmedim. Esas gayem, falanca şehre gitmek. Fakat bu köy, yol üzerinde rastladı" demesi doğru olur. Bunu iyice anladığında, bil ki, ne kadar iyi ve güzel şeyler varsa, hepsi kaza; bütün zararlar da kader iledir. Binâenaleyh Allahü teâlâ, mükellefi, aklı ve dini kendilerine hâkim kılma hususunda gayret göstermesine karşılık en güzel bir şekilde mükâfaatlandırılsın diye, bazı şeylere arzu duyan ve öfkelenen bir varlık olarak yaratmıştır. Binâenaleyh bu yaratılışı, bazan onu zinaya veya katilliğe sevkedebilir. Halbuki, ondaki bu iki özelliği, (şehvet ve öfkeyi), her nekadar Allah'ın kaderiyle olsa bile, ondan katillik ve zina meydana gelsin diye yaratmamıştır. Bunu da iyice kavradığına göre, Hak teâlâ'nın, Önce "Allah'ın emrî yerine getirilir" buyurmasında, sonra da "Allah'ın emri takdir edilmiş bir kaderdir" buyurmasında şöyle bir incelik var: Allahü teâlâ, "Biz onu sana zevce yaptık" buyurunca, bunun peşisıra, "Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir" demiştir ki, bu "Zeyneb'i sana zevce yapmamız, hükmolunmuş, takdir edilmiş ve yapılması gözetilmiş olan bir kazadır" manasına gelir.

Allahü teâlâ, Üryanın hanımı ile imtihan edilmiş olan Hazret-i Dâvud (aleyhisselâm)'un kıssasına işaret olarak, "Daha evvel geçmiş olanlarda da Allah'ın sünneti budur" buyurunca, burada da "Allah'ın emri takdir edilmiş bir kaderdir" buyurmuştur ki bu, "Bu, İkinci derece bir durumdur, hükümdür, yani kaderdir" demektir.

Eğer birisi, "Bu, ya Mu'tezile'nin dediği gibi, sebepler zinciri, yahut da felsefecilerin, ateşin tabiî olarak yakma özelliğine sahip olduğunu söylemeleri gibi, eşyanın birtakım özellikler üzere oluşunun neticesi olduğu manasına gelir. Çünkü felsefeciler şöyle derler: "Allah eşyayı pişi rece k-olgunlaştıracak birşey yaratmak istedi. Halbuki o, zaten yakıcı vasfına sahipti. Böylece istifade edilsin diye ateşi yarattı. Ama ateşin yaratılmasıyla Zeyd'in veya Amr'in (yani insanların) evinin yanmasına sebep olan, birtakım ârizî durumlar ortaya çıktı?" derse, şöyle cevap verilir: Biz, Allah'ın, fiilleri hususunda hür ve irâde sahibi olmadığını, yahut O'nun iradesi dışında birşeyin meydana gelebileceğini söylemekten Allah'a sığınırız. Fakat ehl-i sünnet: "Allah sünnetini (âdetini) bu şekilde yürütmektedir" demişlerdir. Bu, "O, eti pişirmeye ihtiyaç duyulduğu zaman ateşi, onu pişirecek bir biçimde; âciz bir kimsenin elbisesi üzerine düştüğünde ise onu yakmayacak bir biçimde yaratabilir. Baksana ateş, onca kuvvetine ve çokluğuna rağmen Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i yakmamıştır. Fakat Cenâb-ı Hak, ya sırf iradesi, yahut da gizli bir hikmetinden ötürü ateşi, bu şekilde yaratmıştır. Çünkü O, yaptıklarından mes'ûl değildir.

Allah'ın âdetinde, insan aklının idrâk edebileceği şekilde cereyan eden şeylerin kaza ile, kısa akılların "Niçin böyle oldu veya niçin şöyle olmadı?" diyebileceği şekilde meydana gelen şeylerin ise, kader ile olduğunu söyleriz.

Önceki Nebilerin Tebliği

Daha sonra Cenâb-ı Hak, o geçmiş ümmetlerin durumunu da şu beyanı ile açıklamıştır:

39

"O peygamberler, Allah'ın risâletlerini tebliğ eden, O'ndan korkan ve O Allah'dan başka hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter".

Bu, "Onlar da senin gibi peygamber idiler" demektir. Daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onların Allah'a karşı korkularına başka korku katmadıklarını "Allah'dan başka hiç kimseden korkmayanlardır" ifadesiyle hatırlatmıştır. Bu tıpkı, "Onların hidayetlerine (yollarına) uy" (En'am, 90) ayeti gibi olur.

Ayetteki "hasîb" ya "hesap soran" manasındadır. Buna göre, "Sen, O'ndan başkasından korkma" demek olur. Yahut da, "hesap edilen" manasındadır. Bu durumda da, "O'ndan başkasını önemseme ve başkasını hesaba katma" demektir.

Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Sizin Babanız Değil

40

"Muhammed, erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah herşeyi hakkıyla bilendir".

Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hazret-i Zeyneb ile evlenmesindeki hikmetleri beyan edince, bunun her türlü kötü durumdan uzak olduğunu da bildirmiştir. Çünkü bu hususta akla gelebilecek kötülük, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in oğulunun hanımıyla evlenmiş olması hususuyla ilgilidir. Halbuki oğlun hanımıyla evlenmek caiz değildir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Zeyd onun oğlu değildir. Hatta erkeklerinizden hiçbiri onun oğlu değildir" buyurdu. Eğer birisi, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), aslında bir erkeğin babası idi. Çünkü racûl, insanların erkeğine verilen addır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer onlar, erkek ve kadın (dişi) kardeşler olurlarsa..." (Nisa, 176) buyurmuştur, Erkek çocuk için de, "racûl" kelimesi kullanılabilir?" derse, biz deriz ki: Buna şu iki şekilde cevap verilebilir:

a) Racûl kelimesi kullanıldığında, buna akıl baliğ olmuş erkekler girer. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ise, bu şekilde kendisine "racûl" denecek (kadar yaşamış) bir oğlu yoktu.

b) Allahü teâlâ, muhatab zamiri ile, "erkeklerinizden" buyurmuştur. Bu hitabın yapıldığı zaman, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in henüz erkek evlâdı yoktur.

Cenâb-ı Allah, onun erkeklerin babası olmadığını bildirince, bunun peşinden, bazı bakımlardan hükmen baba sayılabileceği özelliklerin onda olduğunu gösteren ifadeyi getirerek, "Fakat Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur" buyurmuştur. Çünkü Allah Resulü, ümmetine şefkatli olma ve ümmetinden saygı görme bakımından, tıpkı bir baba gibidir, hatta daha ileridir. Çünkü peygamber, mü'minlere canlarından ileridir. Halbuki baba böyle değildir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından daha fazla şefkati, ümmeti tarafından da daha fazla saygıyı gerektirecek hususu da, "Peygamberlerin sonuncusu" ifadesi ile ortaya koymuştur. Çünkü kendinden sonra bir nebi gelecek olan bir peygamber, eğer nasihat ve gerekli açıklama hususunda birşey bırakmışsa, sonra gelecek olan nebi onu telâfi eder. Ama artık kendisinden sonra hiç başka peygamber gelmeyecek olan nebî ise, ümmeti üzerine daha fazla titrer, daha fazla hidayete erdirmeye uğraşır ve daha fazla faydalı olur. Çünkü bu peygamber, babasından başka kimsesi olmayan bir çocuğun babası gibidir.

Allahü teâlâ, "Allah herşeyi hakkıyla bilendir" O'nun herşeyi bilmesi hususuna, artık Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceği hususu da girmektedir. Böylece O, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, evlatlığının boşanmış hanımıyla evlendirmek suretiyle, onun şeriatını tamamlayışının bir hikmet gereği olduğunu bildirmiştir. Bu böyledir. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözü de şeriat ifade etmekle birlikte, o bu işten imtina edince, bazılarının akıllarında, o işe karşı bir nefret doğabilir. Baksana, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kelerin helâl olduğunun anlaşıldığı bir söz söylemiş olmasına rağmen, kendisi ondan yemediği için, gönüllerde bu hususta bir uhde kalmıştır. Ama devenin etini yemiş olduğu için, bazı milletlerin yememesine rağmen, onu yemek güzel ve hoş görülmüştür. Tavşan da böyledir.

Çok Zikredin

41

"Ey iman edenler, Allah'ı çok zikredin".

Bu ayetin daha öncekilerle münasebeti şu şekilde izah edilebilir. Bu sûrenin temeli, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i eğitme üzerine kurulmuştur. Daha önce Cenâb-ı Hakk'ın işe, peyamberinin nasıl kendisiyle beraber olması gerektiğini belirterek oaştadığını söylemiştik ki bu takvadır. Yine o, "Ey Peygamber, ... hanımlarına de..." emriyle, onun aile ve akrabalarına karşı davranışını da belirtmiştir. Allahü teâlâ, mü'min Kullarına da, nebî ve resullerine emrettiği şeyleri emretmiş, peygamberini eğittiği gibi, Dnları da irşâd etmiş ve işe yeniden mü'minleri ilgilendiren hususla başlamış, peygamberine, "Ey peygamber, Allah'dan kork" dediği gibi, mü'minlere de, "Ey iman edenler, Allah'ı çok zikredin" demiştir.

Ayrıca burada şöyle bir incelik vardır: Mü'min bazan, Allah'ı zikretmeyi unutabilir. Dolayısıyla, zikrine devam etme emri verilmiştir. Peygambere gelince, o -nukarreblerden olduğu için, unutmaz. Ancak ne var ki, hükümdara yakın olan kimse de ona yaklaştığı için bazan aldanır da, böylece korkusu azalır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Ey Nebi, Allah'dan ittikâ et" buyurmuştur. Çünkü ihlaslı kimse, büyük zır tehlike üzerinde bulunur. Zira, evliya için "hasene" sayılan, peygambere göre “ seyyie" olabilir.

Allahü teâlâ "Çok zikir.,." buyurmuştur. Biz daha önce, Cenâb-ı Hakk'ın şekçok yerde "zikr"den bahsettiğinde, onu çoklukla tavsif ettiğini açıklamıştık. Çünkü daha önce de izah ettiğimiz gibi, kişinin her zaman (isterse) zikirde bulunmasına mâni yoktur.

Tesbih Edin

42

“Onu sabah akşam tesbih ve tenzih edin”.

Yani, "O'nu zikrettiğinizde, sizin O'nu zikretmenizin bir ta'zîm ve onu noksanlardan tenzih etmek tarzında olması gerekir" demek olup, bu ayetteki "tesbih" kelimesiyle kastedilen de budur. Buradaki, "tesbih" sözüyle namazın kastedildiği de ileri sürülmüştür. Yine, "Namaz için, o kimsenin sabah akşam yapacağı tesbihi, bunu devamlı yapmasına bir işarettir" denilmiştir. Bu böyledir, zira sözün umumî ve genel olmasını isteyen kimse, iki uçtan bahseder, bu iki uçtan o ikisinin ortası da anlaşılmış olur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "...Şayet sizin evveliniz ve sonunuz..." buyurmuş, "Sizin ortanız..." dememiştir. İşte böyle olan sözler, umumîliği en ileri bir tarzda ifade ederler.

Müminlere Salât

43

"O, sizi, karanlıklardan ışığa çıkarmak için, üzerinize, melekleriyle beraber rahmetini gönderen ve dökendir. O, size karşı pek merhametlidir".

Yani, "O, siz O'nu zikretmeseniz dahi, O, size merhamet eder, acır" demektir. Böylece mü'minleri zikre ve tesbihe teşvik için kendisinin "salât"ından, yani "rahmet"inden bahsetmiştir.

"Sizi rahmetiyle hidayete erdirmesi için" demektir. Allah'dan olan "salât" rahmet, meleklerden olan ise, "istiğfar ve mağfiret talep etmek" anlamlarına gelir. İşte bu sebeple, "Müşterek bir lafzın, aynı anda iki manasında da kullanılabileceği ileri sürülmüştür" ki, bir lafızda hakikat ve mecazin birleştirilmesinin caiz olması da böyledir. Bu görüş, Şafiî (radıyallahü anha)'ye nisbet edilir ki, akıldan uzak bir görüş değildir. Fakat herkesin anlayacağı tarzda akla yaklaştırıl ması İstenirse deriz ki: Rahmet ve istiğfar, o rahmet ve istiğfara konu olanların durumlarına ihtimam gösterilmesi hususunda müşterektirler. İşte murad olan da bu kadr-i müşterek (müşterek olan miktardır). Böylece buradaki delalet, delâlet-i tazammuniyye nev'inden olur. Zira o ihtimam, o rahmet ve istiğfardan bir cüzdür. Cenâb-ı Hakk'ın "O mü'minlere karşı pek merhametlidir" buyruğu, bütün mü'minler için bir beşaret ve yine bütün mü'minler için bir müjde, bir de O'nun, "Üzerinize ... rahmetini gönderendir" beyanının vahiy zamanında bu sözü dinleyenlere mahsus olmadığına bir işarettir.

44

"Kendisine kavuşacakları gün onlara yapacağı, iyi dilek selâmdır. (Allah) onlar için çok şerefli mükâfaat da hazırlamıştır".

Allahü teâlâ, mü'minlere dünya hususunda olan inayetini beyân edince, ahiret hususundaki itinâ ve önemini de beyan etmiş ve; selâmın dan bahsetmiştir. Çünkü bu selâm, bütün hayırların delil ve kılavuzudur. Zira, başkasıyla karşı karşıya gelip re ona selâm veren kimsenin hareketi, o ikisi arasında bulunan samimi bir dostluğa : e âlet eder. Eğer selâm vermezse, bu da, aralarındaki bir zıtlığa delâlet eder.

Kıyamet günüdür. Çünkü insan, dünyada iken Allah'a tamamiyle yönelemez. Nasıl böyle olmasın ki? İnsan, uyurken, Allah'dan gafildir. Vakitlerinin zoğunda da, rızkını elde etmekle meşguldür. Ahirette ise, kişiyi, Allah'ın zikrinden alıkoyacak hiçbir şey yoktur. O halde, hakiki anlamdaki kavuşma budur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah onlar için çok şerefli mükâfaat hazırlamıştır" buyurmuştur.

Hazırlama'nn Manası

İmdi eğer birisi, "Hazırlık yapmak, ancak o şeye ihtiyaç duyduğunda o anda onu elde edemeyecek kimselerden sudur eder. Allahü teâlâ ise, O'nun ne herhangi birşeye ihtiyacı vardır, ne de herhangi birşeyden acizdir. Çünkü kul O'nunla karşılaştığında O ona, onu memnun edecek şeyi fazlasıyla verir. O halde, daha önceden hazırlamış olmanın anlamı nedir?" derse, biz deriz ki: Hazırlamak, ihtiyaçtan kaynaklanan bir şey olmayıp, sırf ikram için olan bir şeydir. Bu tıpkı, bir hükümdara, "Falanca gelecek" denilip, o da ona ikramda bulunmak istediğinde, ona bir ev ve çeşitli ikramlar hazırlayıp, "O geldiğinde, hazinenin kapılarını açar ve ona, onu memnun edecek şeyleri veririz" demesi gibidir. İşte Allah da, ikrâm-ı mükemmel olduğu için, kendisini zikredip ananlara, kerîm, şerefli bir mükâfaat hazırlar. "Kerîm"in, ne demek olduğunu, (......) kelimesinin bu sıfatla nitelendiği (Ahzâb, 3) ayette açıklamıştık. Ki, bu, "Allah ona, kişinin talebi ve çalışıp çabalaması olmaksızın, kendisine gelen bir mükâfaat hazırlamıştır" demektir. Dünya ise, böyle değildir; çünkü kişi dünyada, bin defa rızık talebinde bulunur da, o rızık ona yine de, belli miktar ile gelir.. Ölçülüdür.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendisine kavuşacakları gün onlara yapacağı, iyi dilek selamdır" ifadesi, onların hallerine uygundur. Çünkü onlar, dünyada iken, Allah'ı zikredip anınca, onlar için Allah hakkında bir marifet ve ilim tahakkuk eder. Onlar O'nu tesbih ve takdiste bulununca da, onlar O'nu, celâl sıfatları ve kemâl vasıflarıyla muttasıf olarak lâyıkı veçhile tanıdıkları için, bu daha önce elde edilmiş olan marifetullah kuvvetlenir ve pekişir. Allahü teâlâ da, onların dünyadaki bu hallerini bilir de rahmeti ile, onlara lütufta bulunur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O... üzerinize rahmetini gönderendir" (Ahzab, 43) ve "O, mü'minlere karşı pek merhametlidir" (Ahzâb, 43) buyurmuştur. Birbirini tanıyan iki kişi, birbiriyle karşılaşıp, bunlardan birisi diğerine alabildiğine müşfik, beriki de öbürüne son derece saygılı olursa, bu ikisi arasında, ve çeşitli ikramlar tahakkuk eder.

Resûlüllah'ın Vasıfları

45

Âyetin tefsiri için bak:46

46

"Ey peygamber, biz seni, hakikaten bir şahit, bir müjdeci, bir uyarıcı ve Allah'a O'nun emri ile çağıran bir tebliğci ve nûr saçan bir kandil olarak gönderdik".

Biz, daha önce bu sûrede, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Rabbi tarafından eğitilmesinin konu edildiğini zikretmiştik. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, bu sûrenin başındaki, "Ey Nebî, Allah'tan ittikâ et" (Ahzab, 1) emri, Peygamberinin, Rabbine karşı nasıl davranması gerektiğine; O'nun, "Ey Nebi, hanımlarına söyle" (Ahzâb. 28) emri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in aile fertlerine karşı nasıl davranması gerektiğine ve Cenâb-ı Allah'ın, "Ey Peygamber, biz seni, ... gönderdik" beyanı, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bütün mahlûkata karşı nasıl davranması gerektiğine bir işarettir.

Şahid'in Manası

Bu ayetteki şâhid kelimesi şu anlamlara gelebilir:

a) O, Kıyamet gününde, bütün canlılar üzerinde bir şahiddir. Nitekim Cenâb-ı Hak "Peygamber de bize şahid olsun" (Bakara, 143) buyurmuştur. Buna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şâhid olarak yani, "Şahadet taşıyan olarak gönderilmiştir. Ahirette ise, insanlara şahîd, yani üstlendiği bu şehâdeti yerine getirici, edâ edici olur..." demektir.

b) "O, Allah'tan başka ilâh olmadığına şahittir" demektir. Bu manaya göre de, şöyle bir incelik söz konusudur: Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, Kendisinin birliğine şâhid tutmuştur. Şâhid ise, "Müddeî-davacı" durumunda olamaz. Binâenaleyh Allah, vahdaniyeti hususunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, o birliği iddia eden, savunan bir kimse durumunda kalmamıştır. Çünkü, iddiada bulunan kimse, zahirin hilâfına olan bir şey söylemektedir. Vahdaniyyet ise, güneşten daha açık ve parlaktır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, nübüvvet iddiasında bulunmuş; Allahü teâlâ da, peygamberin kendisinin vahdaniyyetine şâhid, delil oluşunu mükâfaatlandırmak için, Peygamberin bu nübüvvet iddiasında kendisini bu hususa şâhid kılmış ve "Allah, şehâdet eder ki, sen, O'nun Resulüsün" (Münafikûn, 1) buyurmuştur.

c) "O dünyada cennet, cehennem, nizâm, sırat gibi, ahiretle İlgili hallerin; ahirette de, taât, masiyet, iyilik ve fesâd gibi, dünya ile ilgili hallerin şahididir.." demektir.

Müjdeci ve Uyarıcı

Cenâb-ı Hak, müjdeci, bir korkutucu ve bir davetçi..." buyurmuştur. Burada güzel bir tertip vardır. Zira, Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'tan başka ilâh olmadığına bir şahid olmak için, Peygamber olarak gönderilmiştir. Dolayısıyla O, bu hususta müjdeleme arzusunu duymuştur. Eğer bu yetmezse, inzâr ile korkutma yolunu tutmuştur. Daha sonra o, mü'minlerin, "Allah'dan başka ilâh yoktur.." demeleriyle yetinmemiş, onları, Allah'ın yoluna da davet etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbimin yoluna davet et"(Nahl, 125) buyurmuştur.

Ayetteki, "Nûr saçan bir kandil..." tabirine gelince bu, "Dediğini, aklî delillerle isbât eden; onu, en açık delillerle inzâr eden" demektir ki bu da, Allah'ın Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et..." (Nahl, 125) emriyle kastedilendir.

Bazı İncelikler

Bu hususta da şu incelikler bulunur:

[İzinli Davet]

1)Cenâb-ı Hak, "O'nun emri ile Allah'a çağıran birtebüğci" buyurmuş, "izniyle şâhid ve müjdeleyici" buyurmam ıştır. Halbuki, dine davet ederken, "O'nun emri ile, bir davetçi" buyurmuştur. Çünkü bir hükümdar hakkında, dünyanın yegâne hükümdarının o olduğunu söyleyen kimse, bu hususta ondan müsaade almaya ihtiyaç duymaz. Çünkü bu kimse o hükümdarı, onda bulunan şeylerle tavsif etmektedir. Yine Du kimse, "O'na itaat eden, mesut ve bahtiyar olur. İsyan eden de, şakî ve bedbaht aur" dediğinde, bu hususta da o hükümdardan izin almaya ihtiyaç duymadan, bir müjdeleyici ve bir nezîr, uyarıcı olur. Fakat bu kimse, "O'nun, çeşitli yemek ve .yeceklerle donatılmış sofrasına gelin, o sofrada hazır bulunun..." dediğinde, o hususta o padişahın iznine gerek duyar. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "O'nun emri ile, Allah'a çağıran bir tebliğci" buyurmuştur.

Bu hususta yapılabilecek diğer bir izah da şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ben Allah'a davet ediyorum. Velî (dost) Allah'a davet eder" demektedir. Birincisinde, bu hususta herhangi bir izin almaya ihtiyaç yoktur. İkincisi ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından izinlidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, (birinci durum hakkında), "De ki; işte bu, benim yolumdur. Ben Allah'a, bir basiret üzere davet ediyorum. Ben de, bana tâbi olanlar da (böyle yaparız)" (Yusuf, 108) buyurmuştur. İkincisi (hakkında da) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah, benim sözümü dinleyip de, o sözümü dinlediği gibi yerine getiren kula merhamet etsin" buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cenâb-ı Hakk'a, vasıtasız olarak davet etme hususunda, Allah tarafından izinlidir.

Lamba (Kandil) Vasfı

2) Cenâb-ı Hak, şu faydalardan dolayı, kandilden daha nurlu olmasına rağmen, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında, "o, bir kandildir" buyurmuş, fakat, "o, bir güneştir" buyurmamıştır. Çünkü, güneşin nurundan alınamaz. Kandilden ise, pekçok nurlar alınıp, (başkaları tutuşturulur). Binâenaleyh, birinci kandil söndüğünde, geriye ondan tuşturulanlar kalır. Kaybolduğunda da böyledir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de işte gibidir. Çünkü bir sahabî hidayet nurunu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den almıştır.

Ashab: Hidayet Yıldızları

Nitekim Hazret-i Peygamber, "Ashabım yıldızlar gibidir. Onlardan hangisine uyarsanız, hidayete ermiş olursunuz" Keşfu'l-Hafa, (1/132) buyurmuştur. Her ne kadar tefsirden sayılmasa bile, ancak ne var ki, söz sözü açar nev'inden olmak üzere, bu hadiste de şöyle bir incelik bulunur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, ashabını kandil gibi addetmemiş, onları yıldızlar gibi kabul etmiştir. Çünkü, yıldızdan da nûr alınmaz. Tam aksine onun kendisinde bir nûr vardır. O nûr kaybolduğunda, o artık kendisinden istifâde edilen bir nûr olarak kalmaz. Sahabî de böyledir; Öldüğünde, tabiîn Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nuruyla nûrlanır. Sahabîden, ancak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözlerini ve fiillerini alır. Bütün müçtehidlerin nurları da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dendir. Binâenaleyh, şayet Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisinin kandil olmasının yanısıra, ashabı da kandil gibi kabul etmiş olsaydı, o zaman müçtehid olan kimsenin, bunlardan dilediğiyle aydınlanma ve tercih ettiği kimsenin nurundan alma hakkı doğardı. Halbuki durum böyle değildir, çünkü (aynı konuda) peygamberden gelen nass varken, şahabının sözüyle amel edilmez. Dolayısıyla nûr, sahabîden değil, peygamber'den alınır.

Ümmetin İstinadgâhı

Bu sebeple, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sahabîyi bir kandil gibi addetmemiştir, ki bu da, "Ümmetin kandili..." şeklinde başlayan bu hadiste bir zayıflığı gerektirir ki, muhaddisler böyle söylemişlerdir.

Ayetteki sirâc kelimesinin tefsiri hususunda bir başka izah da şöyledir: Ayetin bu ifadesiyle, (Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) değil), Kur'ân kastedilmiş olup, ayetin takdiri, kâfin mahalline atıf düşürülerek, "Biz peygamber olarak seni ve aydınlatıcı olarak da bir sirâç (yani Kur'ân) gönderdik..." şeklindedir. Yani, "Biz, ayrıca aydınlatıcı bir kandil, yani Kur'ân gönderdik" demektir. Bizim, yukarda yaptığımız izaha göre bu kelime, (kâfin mahalline değil), (......) kelimesine atfedilmiş olup, manası, "Biz seni müjdeleyici, uyarıcı ve kandil sahibi olarak gönderdik" şeklinde olur. Zira, "hâl", ancak ya failin, ya da mef'ûlün vasfı olar. "Sirâcân" kelimesi ise, bir vasıf değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hakiki anlamda kandil değildir veyahut da bu ifade tıpkı bir kimsenin, "Falancayı şecaatli gördüm" anlamında "Onu, bir aslan gördüm" demesi gibi olur. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayetteki sirâcen kelimesi, tıpkı bir kandilin yolu göstermesi ve durumu ortaya koyması gibi, "Seni açıklayıcı bir hidâyete erdiren olarak gönderdik" anlamını ifade eder.

Mü'minlere Lütuf

47

"Allah'tan kendilerine cidden büyük bir fazl ve kerem olduğunu mü'minlere müjdele".

Bu ayet, önceki ayetlerden anlaşılan bir manaya atfedilmiş olup, takdiri, "Biz seni bir şâhid ve müjdeleyici olarak gönderdik. O halde, şâhid ol ve müjdele" şeklindedir. Cenâb-ı Hak lüzum kalmadığı için, "şahid ol.." kelimesini zikretmemiştir. Müjdeleme"ye, (müjdele demesine) gelince, bu müjde, kerem ve lütfü ortaya koymak için zikredilmiştir. Birde, bu emrin olmaması halinde, müjdelemenin vâcib olmadığı içindir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'dan kendilerine cidden büyük bir fazl u kerem olduğunu..." ifadesi, tıpkı, "(Allah) onlar için çok şerefli mükâfaat hazırlamıştır" (Ahzab, 44) ifadesi gibidir. O halde bu demektir ki, "azîm" ile "kebîr" (manaca) birbirine yakın iki kelimedir. Bunun Allah'tan oluşu, "kebîr"dir, büyüktür. Artık, bunun yanında, başka bir büyüklük de bulunursa kimbilir nasıl olur?!

Allah'ın Vekil Olması

48

"Kâfirlere de, münafıklara da itaat etme. Onların ezalarına (şimdilik) aldırış etme. Allah'a güvenip dayan. Koruyucu olarak Allah yeter".

Cenâb-ı Hakk'ın bu emri de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir inzârda bulunması gerektiğine bir işaret olup, "Onlara muhalefet et ve onları reddet.." demektir. Bu izaha göre, emri, "Onları, Allah'a bırak, çünkü o, onlara, sizin dteriniz ve ateş ile azâb edecektir" demek olup; O'nun, 'Allah'a güvenip dayan. Koruyucu olarak Allah yeter" emri de, bunun böyle olduğunu ortaya koyar. Yani, "Allah, kuluna yeter, kâfidir" demektir. Mu'tezile'den Dazdan, "Allah'ı vekil ismiyle adlandırmak caiz değildir. Çünkü vekîl, müvekkil'den aaha aşağı mertebededir" demişlerdir. Halbuki Allahü teâlâ'nın "Koruyucu olarak Allah yeter" ifadesi böyle diyenlerin aleyhine bir delil olup, bunların ortaya artıkları şüpheleri de tutarsız ve zayıftır. Çünkü "vekîl" bazan, üstünlükten dolayı tutulur, nazan da acizlikten dolayı. Allahü teâlâ, kullarının, tasarruftan aciz olmaları sebebiyle, onların vekîlidir. "Koruyucu olarak Allah yeter" ifadesi, hakkında diyeceğiz ki: Bazı durumlar vardır ki, iyice düşünecek olursak, bir tek vekilin yetmeyeceğini anlarsın. Bunlardan birisi o kimsenin, meselâ, -meşguliyeti çok olan bir hükümdar gibi- bütün çterini yerine getirmekten aciz olması sebebiyle, vekillere muhtaç olması gibi, o işi tek başına yapamamasıdır. İkincisi, o kimsenin, vekâlete konu olan hususu bilmemesidir. Bir diğeri de, bu kimsenin kendi kendine o işin üstesinden gelememesidir. Halbuki Allahü teâlâ, alîmdir, kadirdir ve muhtaç değildir. O halde vekîl olarak yeter, kâfidir.

Zifaf Olmadan Boşanma

49

"Ey iman edenler, mü'min kadınları nikahlayıp da, sonra kendilerine dokunmadan onları boşadığınız zaman, sizin için, onlar hakkında sayacağınız bir iddet yoktur. O halde, onlan faydalandırıp kendilerini güzel bir şekilde, salıverin".

Bu ayetin daha öncekilerle münasebetinin izahı şu şekilde yapılabilir: Allahü teâlâ bu sûrede güzel ahlâktan bahsetmiş, daha evvel de söylediğimiz gibi, nebîsini eğitmiştir. Lakin Hak teâlâ, mü'min kullarına da, resulüne emretmiş olduğu şeyleri emretmiştir. Binâenaleyh, her ne zaman nebîsine bir güzel ahlâktan, edebten bahsetmişse, mü'minlere de, o peygambere öğrettiği ve önerdiği şeylere uygun husustan öğretmiştir. Cenâb-ı Hak, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i terbiye etmek ve eğitmek hususunda, "Ey Nebî, Allah'tan kork!" ifadesi ile ise, ilk önce, Allah tarafını alâkadar eden şeyle başlayıp, daha sonra, "Ey Nebi, hanımlarına söyle... "(Ahzâb. 28) emri ile ikinci olarak eli altındaki hanımlarını alâkadar eden hususlar ile; ve "Ey Nebî, biz seni hakikaten bir şahid olarak gönderdik" (Ahzâb, 45) ifadesiyle de üçüncü olarak bütün toplumu alâkadar eden şeye başlamışsa, aynen bunun gibi, mü'minleri irşâd hususunda da işe yine, ilk önce Allah tarafını alakadar eden hususlarla başlamış ve, "Ey iman edenler, Allah'ı çok zikredin" (Ahzab, 41) buyurmuştur. Daha sonra, ikinci sırada, "Ey iman edenler, mü'min kadınları nikahlayıp da (...)" (Ahzab, 49) ifadesiyle, mü'minlerin elleri altında bulunan zevcelerin durumunu alâkadar eden şeyle başlamış, daha sonra da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i eğitme hususunda, üçüncü olarak ümmetini alâkadar eden hususları ele aldığı gibi mü'minler hakkında da, nebilerinin tarafını alâkadar eden hususu Üçüncü olarak ele almış ve biraz sonra da geleceği gibi, "Ey iman edenler, peygamberin evlerine ... girmeyin" (Ahzâb,53) ve, "Ey iman edenler, siz de ona salât edin, tam bir teslimiyetle de selâm verin" (Ahzâb, 56) buyurmuştur.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ayetteki durum, senin bahsettiğine göre, erkeklerle ilgili meselelere mahsus olunca burada, zifaftan önce boşanan kadınlara niçin yer verilmiştir?

Cevap: Biz diyoruz ki bu, aşağı mertebede olanların anlaşılmasına vesile olsun diye güzel huyların en yükseğine bir irşâddır ki, bunu şu şekilde izah edebiliriz: Kadın kendisine dokunulmadan önce boşandığında, o ikisi arasında, kuvvetli ve tam bir tanışıklık, birbirlerini tanıma meydana gelmez. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, karı-koca olmadan dolayı kendileriyle cinsî temasta bulunulmuş kadınlar hakkında, "Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize karılıp katıldınız. Onlar sizden kuvvetli teminat da aldılar" (Nisa, 21) buyurmuştur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, aralarında henüz bir sevgi ve muhabbetin oluşmadığı kimseye mut'â verme ve ihsanda bulunmayı emrettiğine göre, aralarında cinsî münasebette bulunmak sebebiyle, bir sevgi ve muhabbet meydana gelmiş olan kimse ile, bu muhabbet ve sevginin, kendilerinden dünyaya gelen bir çocuk sebebiyle pekiştiği kadın hakkında bu iyiliği ne derecede isteyeceğini var düşün! Kur'ân, hacimce küçüktür. Ancak ne var ki, sen onun manalarını bulup çıkarıp ortaya koyabilecek olsan bunları kalemler hakkıyla yerine getiremez, yapraklar da kifayet etmez. Bu, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, "Sakın onlara "üf" bile deme" (İsra, 23) ayetinde olduğu gibidir. Şayet Cenâb-ı Hak bu ifade yerine, "Onları dövme, onları sözle incitme" demiş olsaydı, kişi, bunun dövmeye veya sözle incitmeye mahsus bir manadan dolayı haram olduğu zannına kapılabilirdi. Ama Cenâb-ı Allah, "Onlara, üf bile deme" buyurunca bundan pekçok mana anlaşılmış olur. işte bu ayette de böyledir. Cenâb-ı Hak, kocaya, henüz bir sempati ve muhabbetin oluşmadığı kadına karşı ihsanda bulunmayı emredince, bundan, kendileriyle zifaf edilmiş, henüz boşanmamış ve çocuk doğurmuş olan kadınlara yapılacak ihsan ve lütufların miktarı daha iyi anlaşılmış olur.cümlesinde özellikle, "mü'min kadınlar"a yer verilmesi, bir erkeğin, mü'mine bir kadınla evlenmesinin uygun olacağına bir irşâd bulunur. Çünkü böylesi kadın, o erkeğin dinini daha fazla muhafaza eder. cümlesine gelince: Talâk'ın, nikâha ta'lîk edilmesinin doğru olmayacağı hususunda, bu ifadeye sarılmak mümkündür. Çünkü, bu durumda boşama işi, ancak nikâhtan sonra olmakta (görülmektedir). Zira Allahü teâlâ boşama ifadesinin başına (sümme) kelimesini getirmiştir ki, bu kelime "terahî-sonralık" ifade eder.

Cenâb-ı Hak "Sizin onlar hakkında sayacağınız bir iddet yoktur" buyurmuş, kendisinde Hakkullah da bulunduğu ve yer aldığı için, her ne kadar kocanın düşürmesiyle düşmüyor ise de, kadının iddet beklemesinde kocanın hakkının baskın olduğuna işaret buyurmuştur. "sayacağınız" yani, "sayısını tamamlayacağınız" demektir.

Mut'a

(......) emri, mufavvada yani, mehri tayin edilmemiş olup da zifaftan önce boşanan kadına müt'a vermeyi farz kılan bir cümledir. Bu ifadenin genel olduğu da ileri sürülmüştür. Bu her iki izaha göre de bu demektir ki, buradaki emir, ya "vücub" veya "nedb" ifade etmektedir. Bu hususta ulemâ ihtilaf etmiştir. Bu sebeple kimileri, emrin vücûb ifade ettiğini; mihrin yarısı ile birlikte, müt'a'nın da verilmesinin vacib olduğunu söylerken, kimileri de buradaki emrin, "istihbâb" (nedb) ifade ettiğini, dolayısıyla, mihrin yarısıyla beraber o kadına herhangi bir şeyi mut'a olarak vermenin müstehap olduğunu söylemişlerdir.

Cenâb-ı Hak, "Kendilerini güzel bir şekilde salıverin" buyurmuştur ki, salıvermedeki "güzellik", erkeğin o kadına verdiği şeyleri (geri) istememesidir.

Nebî (sallallahü aleyhi ve sellem)'nin Eşleri

50

"Ey peygamber, mehirlerini verdiğin zevceleri ve Allah'ın sana ganimet olaraknasib ettiklerinden elinin altındaki kadınları, seninle beraber hicret eden amcanın kızlarını, halanın kızlarını, dayının kızlarını, teyzenin kızlarını, bir de, eğer mümin bir kadın kendisini peygamber bağışlayıp da, eğer peygamberde nikâhla almak isterse, onu -diğer mü'minlere değil, yalnızca sana has olmak üzere- senin için helâl kıldık. Öbür mü'minlerin zevceleri ve ellerinin altındaki cariyeleri hakkında uhdelerine neyi farz kılmış olduğumuzu bildirdik.Senin için hiçbir darlık olmaması içindir (bu). Allah gafurdur, rahimdir".

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için, en evlâ olanı zikretmiştir. Çünkü, mehri verilen kadın, kalben, verilmeyenden daha memnundur. Kişinin bizzat kendisinin esir aldığı cariyesi, satın aldığı cariyeden daha temizdir. Çünkü kişi, satın aldığı cariyenin durumunu bilmez. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in akrabalarından kendisiyle beraber hicret eden, etmeyenden daha kıymetlidir. Bazı kimseler, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e mehir vermesi vacib midir, değil midir?" diye sormuşlardır. Zira kadının, mehrini alıncaya kadar karşı koyma, (kendisini teslim etmeme) hakkı vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), henüz kendisine vâcib olmayan şeyi, tastamam vermemiştir. Halbuki, mehir verilmeden önce cinsî münasebette bulunma, hak edilmiş bir şey değildir. Eğer bu, bizim için helâl olursa, ya Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir şey istediğinde, istenilen o şeyden imtina etmek haram olduğunda durum nasıl olur? Görünen odur ki, ilk defa talip olan, kadının hayasından dolayı, ancak erkektir. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o kadından, mehirden önce kendisine, ona yaklaşma imkânı vermesini istediğinde, bunun ya vâcib olması ya da olmaması gerekirdi. Bu ise muhaldir. Bizden hiçkimse de böyle değildir. Bu görüşte olanlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir de eğer mümin bir kadın kendisini peygambere bağışlayıp da..." ifadesi de bunu tekîd eder. Yani, bu durumda o kadın için mehir denen bir şey kalmamış demektir. Böylece bu kadın, mehrini tastamam almış gibi olur" demişlerdir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer peygamber de nikâhla almak isterse..." kaydı, o kadının kendisini hibe etmesinin yanısıra, mutlaka bir kabulün olması gerektiğine bir işarettir.

"Diğer mü'minlere değil, yalnızca sana has olmak özere" cümlesini Şafiî (r.h), "Hibe ile vat'ın (cinsî münasebette bulunmanın mubah olması ve kadının bizzat sözlü ifadesi ile bir evliliğin meydana gelmesi, ancak sana mahsus olan hallerdendir" manasını verirken, Ebu Hanife (r.h), "O kadın, sırf senin için zevce ve mü'minlerin de anne'erinden olmuştur. Dolayısıyla, senden başka artık hiçkimseye helâl olmaz" manasını vermiştir. Şöyle denilerek bir tercihte bulunmak mümkündür Buna göre, ayetin hükmünü kendisini bağışlayan kadına tahsis etmenin bir faydası yoktur. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bütün hanımları ona mahsustur, ancak ona hastır. Halbuki bizim (Şafiî (r.h)'nin) verdiği manaya göre, tahsisin bir faydası ortaya çıkmaktadır.

Ayetteki kısmı: "Bizim bu bahsettiğimiz şey, karıların hakkında sana farz kıldığımız ve sana ait olan hükümdür. Ama, senin ümmetinin hükmüne gelince, onun ilmi bizim katımızdadır ve onu onlara açıklayacağız" demektir. Cenâb-ı Hak, mü'minlerden hiçbiri, kendisini Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e mahsus olan şeylere yakıştırmasın diye bunu bu şekilde zikretmiştir. Çünkü evlilik hususunda, başkası için caiz olmayan, ancak Peygambere mahsus olan haller vardır. Cariyeler hakkındaki hüküm de böyledir. cümlesi: "Sen, iş hususunda genişliğe sahipsin. Böylece, kalbinde bir meşguliyet kalmaz ve bu sayede de, Rûhu'l-emîn, Cebrail, ilahî ayetleri senin boş olan o kalbine indirilecektir. Sen de böylece, Rabbinin mesajlarını ciddiyet ve tam bir gayret içinde tebliğ edersin" demektir. ise: "Allah, bütün günahları bağışlar ve kuluna merhamet eder" demektir.

Zevceleri Arasında Nebî

51

"Onlardan kimi dilersen, (sıralarından) geri bırakırsın. Kimi de dilersen, yanına alabilirsin. (Sırasından) geri bıraktıklarından kimi istersen, yanmaalmakta da sana güçlük yoktur. Gözleri aydın olup tasalanmamalarına ve kendilerine verdiğinle, hepsinin hoşnut olmalarına en elverişli olan budur. Allah kalblerinizde olanı bilir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir ve cezada acele etmeyendir".

Cenâb-ı Hak, biraz önce de bahsettiğimiz gibi, kendisine helâl olan eşleri beyan edince, Peygamberine, onlarla beraber olmanın ve beraber yaşamanın çeşitli yönlerini de helâl kıldığını; istediği zaman nebîsinin onlarla bir araya gelebileceğini; hanımlarının sıralarına riâyet etmesinin kendisine farz olmadığını beyan buyurmuştur. Bu böyledir. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine nisbetle, tıpkı, kendisine itaat edilen bir seyyid, önder gibidir. İnsan, peygamber olmasa dahi, onun hanımı, onun nikâhında ve nikâh da o kadının üzerinde olduğu sürece bir köle gibidir adetâ. O halde, ya peygamberin hanımları peygambere nisbetle nasıl olur, varın düşünün? Binâenaleyh, bu durumda peygamberin hanımları da, onun köleleri gibidirler. Halbuki, memlûkeler arasında taksimatta bulunmak, onları sıraya koymak farz değildir. (......), geri bırakmak, tehir etmek; (......) ise yanına almak, bağrına basmak demektir.

Nebînin Zevcelerine Sırayla Uğraması

(......) ise; "Sen, bıraktıklarından kimi dilersen, sana bu hususta bir zorluk yoktur" demektir. Bu ayetin anlaşılan (mefhum) manaya nisbetie zayıf olmasına rağmen, Peygamberin hanımları arasında sırayı gözetmesinin farz olduğunu söyleyenler, ifadesinden kastedilen, "Sen, o kadınları istediğin zaman ertelersin; çünkü başlangıçta, onlan sıraya koyman vâcib değildi. Kocanın, onlardan herhangi birisi yanında yatma hakkı vardır. Bıraktıklarından kimi istersen, sana bir günah yoktur. O halde, dilediğinle işe başla ve devri tamamla, (sırayı gözet).." manasıdır" demişlerdir. Ama, birinci izah daha güçlü ve kuvvetlidir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Gözleri aydın olup tasalanmamalarına ve kendilerine verdiğinle, hepsinin hoşnut olmalarına en elverişli olan budur" buyurmuştur ki, bu "Sana, sırayı gözetmen vacib olmaz ve sen de sırayı gözetirsen, onların arasını müsavi tuttuğun için, gözleri aydın ve mutlu olur, tasalanmazlar. Ama, şayet bu sırayı gözetme işi sana farz olmuş olsaydı da, sen de meselâ bir gece onlardan birisi yanında kalsaydın, yanında kaldığın o birisi, "Bu bana, kalbinden kaynaklanan bir sevgiden dolayı gelmedi. Bu ancak, Allah'ın emrinden ve Allah'ın bunu ona farz kılmasından dolayı geldi.." demesi durumu böyle değildir. "Kendilerine verdiğinle, hepsinin hoşnut olmalarına.." demek, "Geri bırakman ve yanına alman hususunda yaptığın şeylerle... hoşnut olmalarına..." demektir. Çünkü, onların senin üzerinde herhangi bir hakları yoktur ki, razı olmasınlar..."

Daha sonra Cenâb-ı Hak, 'Allah kalblerinizde olanı bilir. Allah herşeyi hakkıyla bilendir ve cezada acele etmeyendir" buyurmuştur. Yani, "Eğer o kadınlar, ortaya attıkları şeyin aksini kalblerinde saklıyorlarsa, Allah kalblerin içindekileri bilir. Çünkü O, herşeyi hakkıyla bilendir. Binâenaleyh, şayet o, onları o anda kınamıyorsa, onlar buna aldanmasınlar; çünkü o, acele etmeyen halîm bir zâttır" demektir.

Onları Taltif

52

"Bundan sonra kadınları (alman) ve bunları herhangi zevcelerle değiştirmen, güzellikleri hoşuna gitse de, sana helâl olmaz, elinin altındaki cariyeler müstesna. Allah herşeyi hakkıyla görüp gözetendir".

Allahü teâlâ, nebîsine, hanımk arasında sırayı gözetmesini farz kılmayıp, ona, Hanımlarını muhayyer bırakmasını emredip, onlar da böylece, Allah ve Resulünü tercih edince, O, onlar hakkında artık bir başka kadınla evlenmeyi peygambere haram tatmak ve "ve bunları herhangi zevcelerle değiştirmen.." ifadesiyle de nebîyi onları ooşamaktan men etme gibi, onları mükâfaatlandırdığı şeyi zikretmiştir. Bu ifadeyle igili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hak, "Bundan sonra kadınları (alman)... sana helâl olmaz..." buyurmuştur. Müfessirler, bu ayetteki, ba'dü kelimesine, "Bu zevcelerden sonra..." anlamını vermişlerdir. Ama, evlâ olanı şöyle denilmesiclir: "Onlar, Allah ve Resulünü tercih edip, Allah'ın kendilerine verdiği vuslat, ayrılık, noksan ve mahrum olma gibi şeylere razı olmalarından sonra, artık sana başka kadınlar helâl olmaz."

Boşanmama Garantisi

Cenâb-ı Hakk'ın "Ve bunları herhangi zevcelerle değiştirmen.." ayeti, onları boşamanın haram oluşunu ifade eder. Çünkü şayet caiz olsaydı, o zaman hepsini boşaması da caiz olurdu. Bunlardan sonra da Peygamber, ya başkalarıyla evlenirdi veya evlenmezdi. Eğer evlenmezse, bekârlar sınıfına girmiş olur. Halbuki evlilik, peygamberin terkedemeyeceği bir fazilettir. Nasıl olmasın ki, "Evlenmek benim sünnetimdir..." buyurmuş olan da kendisidir. Yok eğer, başkalarıyla evlenirse, o zaman da onları başka kadınlarla değiştirmiş olurdu ki, Peygamber değiştirmekten men edilmiştir.

Diğer İhtimal

Bazı müfessirler şöyle demişlerdir: Bu ayette ne Peygamberin başkasıyla evlenmesinin haram olması, ne de mevcut hanımlarını boşamaktan men edilmesi söz konusudur. Tam aksine mana, "Sana amcan, halan, dayın ve teyzen kızları gibi, hicret eden mü'min kadınlardan başka kadınlar helâl olmaz. Bunların dışında kalan kitabî olan (ehl-i kitab) kadınlara gelince, senin bunlarla evlenmen de helâl değildir. Ayetteki, "Ve bunları herhangi zevcelerle değiştirmen..." ifadesi de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i câhiliyye adetlerinden men etmek içindir. Çünkü cahiliyyedekiler, hanımlarını bir başka kadınla değiştiriyorlardı. Meselâ onlardan biri kendi hanımını terkediyor, dostunun hanımını alıyor; ona da kendi hanımını veriyordu..." şeklindedir. Her iki tefsire göre de, ihtilaf şu iki meselede bulunmaktadır:

a) Peygamberin, hanımlarını boşamasının haram oluşu.

b) Peygamberin, ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmesinin haram oluşu. Binâenaleyh, kim bu ayeti birincisine göre tefsir ederse, talâk, boşamak haram olmuş olur; bu ikincisine göre tefsir ederse, Peygamberin, ehl-i kitabın hammlarıyla evlenmesi haram olmuş olur.

Dördüncü Mesele

cümlesi "O kadınların güzelliği senin hoşuna gitse dahi" demektir. Zemahşerî şöyle der: "Bu cümledeki ifâdesi, hâl manasındadır. Zîlhalin (hal sahibi olan kelimenin) ayetteki olması caiz değildir. Çünkü bu kelime, alabildiğine belirsizdir, bir de zîlhalin nekire olması uygun düşmez. O halde zîlhâl olan kelime, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Buna göre mana, "Sana, (diğer) kadınlar helâl olmaz. Ve sen, güzellikleri sebebiyle hoşuna gitseler dahi, bunları başka zevcelerle değiştirmen caiz değildir" şeklinde olur.

Beşinci Mesele

Ulemâ, başka kadınların peygambere haram kılınmasının, nesh edilip edilmediği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, meselâ Şafiî (r.h), neshedildiğini söylemiştir. Halbuki, Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha) ise, "Peygamber ölünceye kadar, diğer kadınlarla evlenmesi kendisine helâl idi.." buyurmuştur. Şimdi buna göre, bu hükmü nesheden, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey Peygamber, mehirlerini verdiğin zevceleri... helâl kıldık.." (Ahzâb, 50) ifadesidir. Bu, Kur'ân'ın haber-i vâhid ile neshedilmesinin caiz olmadığını söyleyenlere göredir. Çünkü nâsih, eğer haber-i vâhid ise, mütevâtir değildir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sağ elinin malik olduğu cariyeler müstesna..." buyurmuştur. Ki, "Peygambere, cariyeler haram kılınmamıştır. Çünkü, cariyeler sebebiyle bir eziyyet etme söz konusu olmaz. İşte bundan dolayı, bir kimsenin, aralarında eşitlik bulunduğu ve birbirlerine düşman olabilme söz konusu olduğu için, iki kumayı aynı odada bulundurması caiz değildir. Ama, aralarında eşitlik olmadığı için, kişinin, tek bir zevcesi ile, birden fazla cariyeyi bir arada bulundurması caizdir. İşte bundan dolayı cariyeler hususunda, hiç kimseye sıra gözetmesi farz değildir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah herşeyi hakkıyla görüp gözetendir.." buyurmuştur ki bu, "Allah, herşeyi bilen ve herşeye kadir olan bir nigehbandır. Çünkü, görüp gözetme işi, ancak bu ikisi sayesinde tahakkuk eder" demektir.

Programlı Ziyaret

53

"Ey iman edenler, (bundan sonra) peygamberin evlerine, -yemeğe davet olunmaksızın, vaktini de gözetmeksizin- girmeyin".

Cenâb-ı Hak, Peygamberin, genel olarak ümmetine karşı tutumunun ne olacağını beyân için, üçüncü hitâbta, "Ey Nebi, biz seni bir şâhid olarak gönderdik" (Ahzâb, 45) buyurunca, bu nidada da mü'minlere, onları hakka ulaştırmak ve onların, peygambere karşı olan durumlarını, takınacakları saygıyı beyan etmek için, "Peygamberin evlerine girmeyin" buyurmuştur.

Ümmetin, Peygamberine karşı tutum ve davranışı şu iki şekilde olur:

a) Kimsenin bulunmadığı bir mahalde. Burada o mü'mine düşen görev, Peygamberini rahatsız etmemesidir ki, bu hususu Cenâb-ı Hak, "Peygamberin evlerine izin verilmedikçe (...) girmeyin" ifadesiyle beyan etmiştir.

b) Toplum içinde. Burada da kişiye düşen, Peygamberine karşı duyduğu saygıyı ortaya koymaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ey iman edenler, siz de ona salât edin, tam bir teslimiyetle de selâm verin "(Ahzâb, 56) buyurmuştur. kısmı: "Size müsaade edilme durumu müstesna, yemek yeme için peygamberin evlerine girmeyin.." demektir.

Peygamber Hanesine Dair Tutum

"Fakat, davet olunduğunuz zaman girin. Yemeği yediğiniz zaman, dağılırı.Söz dinlemek veya sohbet etmek için de, izinsiz girmeyin. Çünkü bu, Peygambere eziyyet vermekte, o, sizden utanmaktadır. Allah ise, hakkı açıklamaktan çekinmez. Bir de onun zevcelerinden lüzumlu birsey istediğiniz zaman, perde ardından isteyin. Bu, hem sizin kalbleriniz, hem onların kalbleri için daha nezîh bir davranış olur. Sizin, Allah'ın Peygamberine ezâ vermeniz doğru olmadığı gibi, kendinden sonra zevcelerini nikâhla almanız da, ebedî caiz değildir. Bu, Allah nezdinde çok büyük bir günahtır".

Cenâb-ı Hak, "Ve Allah'a bir davetçi..."(Ahzâb, 46) ifadesiyle, Peygamberinin durumunu, Allah'a davet eden birisi olduğunu beyân edince, burada da, "çağırılmanız müstesna, Peygamberin evlerine girmeyin" buyurmuştur ki bu, "Siz, bu dine nasıl ki, onun çağrısı ile girdiniz; aynen bunun gibi, onun yanına da, ancak o çağırdıktan sonra giriniz" demektir.

Ayetteki, "Vaktini de gözetmeksizin..." ifadesi, hâl olarak, mansûbdur.

Bu hâlin âmili ise, Zemahserî'nin dediği gibi, ayetteki, "girmeyiniz" ifadesi olup, ayetin takdiri, "Peygamberin evlerine, ancak müsaade edilmiş olarak ve yemek vaktini de gözlemeyerek giriniz..." şeklindedir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Peygamber Evinde Davet

Cenâb-ı Hakk'ın, "Yemeğe davet olunmaksızın..." ifadesinde bir takdim ve bir tehir söz konusu olup, bunun takdiri, "Size izin verilmiş olması durumu müstesna, yemeğe girmeyiniz..." şeklinde olur ki böylece bu ifade, yemek vaktinin dışında, izinsiz olarak girmeyi men eden bir ifâde olmamış olur. Yahut da bu ifadede, herhangi bir takdim -tehir söz konusu değildir. Buna göre ifadenin manası, "Size, yemeğe müsaade edilme durumu müstesna, Peygamberin evlerine girmeyin" şeklinde olur ki, bu durumda da müsaade işi, bu müsaadenin yemek için olması şartına bağlanmış olur. Binâenaleyh, "Şayet size, yemeğe müsaade edilmezse, girmeniz caiz olmaz. Bu sebeple de şayet birine, "Yemek yemek için değil de, söz dinlemek için" müsaade edilecek olsa, bu yine caiz olmaz. Biz diyoruz ki: Bu girme yasağı, daha umumî ve kapsamlı olsun diye, bu ayetten kastedilen mana, ikinci manadır.

Bu manayı verenin, "Peygamberin evlerine ancak, yemek yemeğe verilen izin ile girilir..." şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: Zemahşerî şöyle demektedir: "Buradaki hitap, Peygamberin evlerine yemek yenildiği zaman gelen ve izinsiz giren kimselerdir. Böylece bunlar yemek zamanı izinsiz içeri girmekten men edilmiş oldular." Evlâ olan, bu ayette bahsedilenin, ikinci mana oluşudur. Birinci manayı elde edebilmek için ayette yapılan takdim tehirler, aslolanın hilâfına ve aksine bir harekettir.

Ayetteki "ilâ tefimin" kelimesi, özellikle zikredilen ifadelerden olup, bu, kendisi dışında kalanların nefyine, yokluğuna delâlet etmez. Özellikle, onun dışında kalanların da onun gibi olduğu bilindiğinde.. Çünkü yemeğe müsaade edildiği için, onun evine girmesi caiz olan kimsenin, yine onun müsaadesiyle, yemekten başka birşey için de girebilir. Zira, yemekten başka şeyin de, yemekle birlikte bulunması daima mümkündür. Çünkü, kişinin, yemeğe çağrıldığı zaman, (yemeğin dışında) onunla konuşması, o kimsenin onun ihtiyaçlarını karşılaması ve yedirmenin yanısıra, ona, kendisindeki ilimden birşeyler öğretmesi mümkündür. Binâenaleyh o, bütün bunların tamamına razı olunca, bir kısmına razı olması tahakkuk etmeye daha uygun ve yakındır. Böylece de bu ifade, "Onlara üf bile deme" (isrâ, 23) kabilinden olmuş olur.

Ayetteki, kaydı, "Sizler, yemek vaktini gözetmeyiniz. Çünkü yemek, :-azan hazır olmayabilir" demektir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat, davet olunduğunuz zaman girin..." emrinde şöyle bir incelik vardır: Örfte, başkasının evine izinsiz girmeyi alışkanlık haline getirmiş olan kimseye, "Sen oraya izinsiz girme!" denildiğinde, o gücenir ve bu iş, o oraya çağrılsa bile, bundan sonra asla girmeme tavrı ile sonuçlanır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, "Sizler, geri durup istinkâf eden kimselerin yaptığı gibi yapmayın. Tam aksine, itaatkâr ve sözü kabul edenler olunuz. Size, "girmeyiniz" dendiğinde, girmeyiniz; "giriniz" dendiğinde de giriniz" demek istemiştir. Ayetteki (......) kelimesinin, "yemeğin vakti" anlamına geldiği ileri sürüldüğü gibi, "yemeğin tam pişmesi" manasına geldiği de ileri sürülmüştür. Ayetteki "Yemeğe davet olunmaksızın" kaydı cevaz; "Fakat, davet olunduğunuz zaman, girin" emri de, vücûb ifade eder. O halde bu ikinci ifâde, bir te'kîd değil, tam aksine yeni bir mana ifade eden bir cümledir.

Üçüncü Mesele

İznin, açıkça söylenmesi şartı yoktur. Tam aksine, razı olunduğuna dâir bir bilgi tahakkuk ettiğinde, girmek caiz olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, faili beyân etmeksizin, meçhul sigasıyla, "size müsaade edilmesi durumu müstesna.." buyurmuştur. Binâenaleyh, müsaade eden, şayet Allah veya Peygamber veyahut da delil ile desteklenmiş akıl olursa, (girmek) caiz olur. Nakil de buna delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bahsettiğimiz sebepten dolayı, kelimeyi müfret getirerek, "sadîkikum" yahut da "sadık dostunuzun (evlerinde) yemenizde..." (Nûr.61) buyurmuştur. Meselâ, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) gelse, Peygamberin evlerinde Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha)'nin evinde, o mahrem yerlerinin açık bulunması veya onun yanında mahrem olmayan birisinin bulunması gibi, herhangi bir engelin bulunmadığını anlasa, veyahut da o evde kimsenin bulunmadığını, yahut o evde çıkan bir yangının söndürülmesi gerektiğini ya da başka herhangi bir şeyi anlasa, bu durumda içeri girmesi caiz olur.

DÖRDÜNCÜ MESELE

Yeyince Ayrılın

Cenâb-ı Hak, "Yemeği yediğiniz zaman, dağılın" buyurmuştur. Sahabeden birisi, Hazret-i Zeyneb'in düğününde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in verdiği düğün yemeğinde fazlaca kalmış, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, ona birşey dememişti. İşte bu sebeple bu ayet, birtakım edeb ve düsturları ihtiva etmek üzere gelmiştir ki bunlardan birisi, başkasının evinde uzun süre kalmayı men etmektir. "Ev" kelimesinin manasında, kişinin, ya ibâdet etmek için, yahut da herhangi bir işle meşgul olmak için seçtiği, "oturulmasında mahzur olmayan bir yer manası" bulunduğu halde, birisinin ona gelip, orada uzun süre kalma durumu olabilir. ifadesî hakkında Zemahşerî, bu kelimenin, mecrûr olarak (......) kelimesine atfedilmiş olduğunu söyler. Bu kelimenin, manaya atfedilen mansûb bir kelime olması da muhtemeldir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Peygamberin evlerine yemeğe davet olunmaksızın... girmeyin" buyruğunun anlamı, "O evlere hücum ederek girmeyiniz" şeklindedir. Böylece (......) kelimesi, bir önceki ifadede zımnen bulunan hâcimîne sözüne atıftır.

Nebînin Hayası

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bunun bir edeb, peygamberin de sabırlı olduğunu, "Çünkü bu, peygambere eziyyet vermekte; o, sizden utanmaktadır. Allah ise, hakkı açıklamaktan çekinmez" diyerek beyan buyurmuştur ki, bu, bunun hem bir hak, hem de bir edeb olduğuna işarettir. Ayetteki kâne lafzı, peygamberin buna katlandığına bir işarettir.

Ezvâc-ı Tâhirâta Davranış

Daha sonra Cenâb-ı Hak, başka bir davranış kuralına yer vermiştir ki, bu da O'nun, "Bir de onun zevcelerinden lüzumlu bir şey istediğiniz zaman, perde arkasından isteyin onlardan..." ayetinin ifade ettiği husustur. Cenâb-ı Hak, insanları Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in evlerine girmekten men edip, bunda da, insanların, Peygamberin evlerindeki kap -kaçak, âlet ve edevata..ulaşma imkansızlığı söz konusu olunca, Cenab-ı Hak bu şeylerin o kimseden men edilmediğini, perde arkasından istenip talep edilebileceğini beyan etmiştir.

Göz - Kalb İlişkisi

Cenâb-ı Hak, "Bu, hem sizin kalbleriniz, hem de onların kalbleri için daha temizdir" buyurmuştur. Yani göz, kalbin penceresidir. Binâenaleyh göz görmezse, kalb arzu duymaz. Ama göz görürse, kalb bazan arzu duyar, bazan duymaz. O halde kalb, göz görmediği zaman daha temizdir. Bu durumda herhangi bir fitnenin bulunmayışı, daha açık ve barizdir.

Resulü Üzmemek

Daha sonra Cenâb-ı Hak, mü'minlere bu kuralları öğretince, bunları, o mü'minleri bunları muhafaza etmeye sevkedecek'şeylerle te'kîd ederek Sizin, Allah'ın Resulüne ezâ vermeniz doğru olmaz" buyurmuştur. "Size menedilen herşey Resûlullah'a eziyet verir, öyleyse siz de ondan kaçının" demektir.

Ezvâc-ı Tâhirâta Evlenme Yasağı

Cenâb-ı Hak, "Kendinden sonra zevcelerini nikâhla almanız da, ebedî caiz değildir" buyurmuştur. Bu ayetin sebeb-i nüzulünün, nsanlardan birisinin -ki bunun Talha İbn Ubeydillah olduğu ileri sürülmüştür-, "Şayet Muhammed'den geri kalırsam, mutlaka Ayşe ile evleneceğim" demesi olduğu ileri sürülmüştür. Halbuki, biz, genel bir ifâdenin manasını, sebeb-i nüzulün değiştiremeyeceğini söylemiştik. Çünkü kastedilen, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e eziyyet vermenin haram oluşudur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatta iken, onun hanımlarına sataşmak da bir eziyyet vermedir. Binâenaleyh, caiz olmaz. Daha sonra Cenâb-ı Hak, 'Hayır, bu mutlak manada caiz olmaz" buyurmuş, bunu da, Bu, Allah nezdinde çok büyük bir günahtır". Maksad, "Peygambere eziyyet verme" işidir" ayetiyle ifade etmiştir.

54

"Eğer birşeyi açıklar veya onu gizlerseniz, şüphe yok ki Allah, her şeyi hakkıyla bilicidir".

Yani, "Ona hayatta iken eziyyet etmez ve fakat, ona ileride eziyyet vermeyi veyahut da ondan sonra hanımlarıyla evlenmeyi içinizden kurarsanız, bilin ki Allah, göğüslerde olanı bihakkın bilendir" demektir.

Örtünme

"Cenâb-ı Hak, hicâb ayetini indirince,

55

"Onlar için, ne babaları, ne oğulları, ne biraderleri, ne biraderlerinin oğulları, ne kızkardeşlerinin oğulları, ne kendi kadınları, ne de ellerinin altında olan (cariyeler) hakkında hiçbir vebal yoktur. Allah'tan korkun, çünkü Allah herşeyin üstünde hakiki bir şahittir"

buyurarak mahremleri istisna etmiştir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hicâb hususunda, erkeklere, perde arkasından istemelerini vâcib kılmıştır. Öyleyse niçin Cenâb-ı Hak, erkekleri günahtan istisna edip de, "Onların babalarına günah yoktur!" dememiş "o kadınlara (...) günah yoktur" demiştir? Biz diyoruz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "onlardan perde arkasından isteyin" (Ahzâb,53) emri, onların örtünmelerini isteyen bir emirdir. Bu ise, ancak onların örtünmüş ve mesture olmalarıyla mümkündür. Böylece örtünmek, onlara vâcib olmuş olur. Daha sonra erkeklere de, onları bu şekilde bırakmalarını emretmiş, böylece erkekler o kadınların örtülerini açmaktan nehyedilmislerdir. Böylece o kadınların babaları ve oğullarının yanındaki durum, bu hükümden istisna edilmiştir. Burada şöyle bir İncelik vardır: örtünme esnasında, Allah, erkeğe perde arkasından istemesini ve sormasını istemiştir. Bundan, kadının, erkekten dolayı örtünmesi gerektiği evleviyetle anlaşılır. Cenâb-ı Hak, hükmü istisna ederken, "Onlar için örtülerini çıkarmada vebal yoktur" buyurmuştur. Şu halde, bu erkekler için (bakmada) vebal olmaması, haydi haydi geçerlidir.

Yeğenler Hakkında

Cenâb-ı Hak bu ayette, önce babalardan başlamıştır. Çünkü babaların, kızlarını görmesi daha çoktur. Nasıl böyle olmasın ki? Onlar, küçük iken, kızlarının bedeninin tamamını görmüşlerdir. Daha sonra, "oğullar ve kardeşler" buyurmuştur ki, bu açıktır. Sözümüz, erkek kardeşin oğulları hakkındadır. Zira Allahü teâlâ, erkek kardeşlerin oğullarını, kızkardeşin oğullarından önce zikretmiştir. Çünkü, kızkardeşin oğullarının babaları, mahrem değillerdir. Çünkü onlar, oğullarının teyzelerinin kocalarıdırlar. Erkek kardeşin oğullarının babaları da mahremdir. Binâenaleyh, kızkardeşlerin oğulları hakkında, bir çeşit mefsedet sözkonusudur. Bu fesat da, o oğlanın, çoğukez teyzesinden babasının yanında bahsetmesidir. Halbuki, babası mahrem olmayıp nâmahremdir. Oysa ki, erkek kardeşin oğulları böyle değildir.

Amcalar ve Dayılar

Allahü teâlâ, amcaları ve dayıları, mahremler zincirinde saymamış, böylece de şu iki sebepten dolayı, amcaları, dayıları dememiştir.

1) Bu hükmün, erkek kardeşlerin ve kızkardeşlerin oğullarının hükmünden anlaşılmasıdır. Çünkü, kardeşin oğullarının, halalar için mahrem olduğunu bilen kimse, kardeşin kızlarının, amcalar için mahrem olduğunu bilmiş olur. Durum, dayı hususunda da aynıdır.

2) Amcalar, çoğu kez kendi oğullarının yanında, kardeşinin kızlarından bahsederler. Halbuki oğulları, mahrem değillerdir (nikâh düşer). Durum, dayı oğlu hakkında da aynıdır.

Kâfir Kadın Nâmahremdir

Cenâb-ı Hak, mü'mine kadınlara râci olacak zamir ile, buyurmuştur ki, böylece de mü'mine bir kadının. kâfir bir kadının yanında açılıp saçılması kesinlikle caiz olmaz.

Beşinci Mesele

En sonra 'Ve de ellerinin altındaki cariyeler", buyurulmuştur. Çünkü, onların açılıp saçılmalarından fesat aşikârdır. Bu tabir ile, buluğ yaşından aşağıda olanların kastedildiğini söyleyenler de vardır.

Daha sonra Cenâb-ı Hakk'ın "Memlûkeler hakkında Allah'dan korkun" emri, o kadınların, köleler yanında açılmalarının emniyet şartına ve bir sakıncanın olmadığını bilmeye bağlı olduğunun bir delilidir.

"Çünkü Allah, her şeyin üstünde hakiki bir şahittir" ifadesi, burada, son derece güzel ve yerindedir. Bu böyledir, zira önceki ifadeler, o kadınların, sayılan erkekler yanında açılmalarının ve onlarla yalnız kalmalarının cevazına bir işarettir. İşte bu sebeple O, "Allah, sizin birbirinizle başbaşa kalmanız durumuna şahittir. Bu sebeple Allah'ın şehâdeti açısından, sizin birbirinizle başbaşa kalmanız, tıpkı bir toplum halinde olmanız gibidir. Öyleyse, Allah'tan korkun" buyurmuştur.

Nebî'ye Salât-u Selâm

56

"Şüphesiz ki Allah ve melekten, o peygambere çok salât ederler. Ey iman edenler, sız de ona salât edin, tam bir teslimiyetle de selâm verin".

Cenâb-ı Hak, mü'minlere, izin istemelerini emredip, saygı göstermek maksadıyla, peygamberin hanımlarının yüzüne bakmamalarını da belirtince, bu saygının izahını tam yapmıştır. Zira, peygamberin durumu şu iki şeye münhasırdır:

a) Peygamberin yalnız olması hali. Ki Cenâb-ı Hak, bu durumda iken, ona duyulacak saygıyı, "Peygamberin evlerine girmeyin"'(Ahzab, 53) hitabıyla belirtmiştir.

b) Peygamberin bir toplum içinde olması durumu. Bu toplum, ya en üst düzeyde bir toplum olur, yahut da aşağı düzeyde bir toplum olur. Peygamber, Mele-i A'lâ'da muhteremdir, kendisine saygı duyulur. Çünkü Allah, "Şüphesiz ki Allah ve melekleri, o peygambere çok salât ederler" buyurmuştur. Aşağı düzeydeki toplumda (Mele-i Ednâ'da) ona saygı duymak farzdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Ey İman edenler, siz de ona saiât edin, tam bir teslimiyetle de selâm verin" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Salât

Salât, duâ etmek demektir. Arapça'da, "Ona duâ etti" manasında, deyimi kullanılır. Bu mana, Allah hakkında düşünülemez. Çünkü Allah ona, duâ etmez. Zira duâ, bir başkası için, bir üçüncüsünden bir fayda talep etmek demektir. İşte bu sebeple Şafiî (r.h), bu lafzın pekçok manaya kullanıldığını söylemiştir ki, bu husus, (Ahzab, 43) ayetinin tefsirinde geçmişti. Bizim burada ilâve edeceğimiz husus şudur: Allahü teâlâ orada, (Ahzâb,43) buyurmuş, böylece "salât" kendisine nisbet etmiş, "melekler" ifadesini de "Allah" lafzına atfetmiştir. Burada ise, kendisini ve meleklerini birlikte zikretmiş, "salât" kelimesini hem kendisine hem de meleklere isnâd ederek buyurmuştur. Bu ifadede, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e saygıda bulunma söz konusudur. Zira, birisini tek başına zikredip, başkasını ona atfetme işi, tek olarak zikredilenin, atfedilene üstün olmasını gerektirir. Bu tıpkı, bir hükümdarın, "Falanca girsin. Falanca da..." dediğinde, bundan şayet, "Falanca ve falanca girsinler.." demiş olsaydı, o zaman anlaşılmayacak olan bir takdîm ve öne geçirme anlaşılır. Bunu iyice kavradığına göre, O da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında onların salât ettiğini beyan ettiğine göre, burada Resûlullah hakkındaki salâtta bütünün asıl durumunda olduğu anlaşılır. Halbuki, mü'minlere "salât" hususunda ise, (önce) Allah onlara merhamet ediyor, daha sonra melekler de (bu hususta) Allah'a uyuyorlar. O halde bu demektir ki melekler, Peygambere "salât" getirme hususunda, Allah Peygamber'e ister "salât" etsin isterse etmesin, kesintisiz olarak "salât" getirirler ki, bu onlara sanki ya vâcibtir ya da mendûb. Halbuki, mü'minler hakkında durum böyle değildir.

Salatın Hükmü

Ayetin bu ifadesi, Şafiî'nin görüşüne bir delildir. Çünkü, emir vücûb ifade eder. O halde, salât-ü selâm getirmek vâcibtir demektir. Halbuki, teşekkürü dışından salât-ü selâm getirmek farz değildir. Binâenaleyh, bu teşehhüdde farz olur.

Salatın Sigası

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Ya Resûlallah, biz sana nasıl salât-ü selâm getireceğiz?" denildi de, o da bunun üzerine "Allah'ım, ibrahim'e ve İbrahim'in âline salât, merhamet ettiğin gibi Muhammed'e ve Muhammed'in âline de merhamet, salât-ü selâm et ve İbrahim'e ve ibrahim'in âlini mübarek kıldığın gibi, Muhammed'i ve Muhammed'in âlini de mübarek kıl. Çünkü sen hamîdsin, yani her zaman hamde lâyıksın; mecîdsin, yani her zaman övgüye lâyıksın.." deyiniz!" buyurdu. Buhari, tefsir sûre 10, 33; Müslim, sal at, 65-69 (1/305).

Salâtın Hikmeti

Allah ve melekleri, peygambere salât-ü selâm ettiğine göre, bizim salât-ü selâmımıza ne gerek var?

Cevap: Biz diyoruz ki, peygambere yapılan salât, peygamberin o salata olan ihtiyacından dolayı değildir. Aksi halde, peygambere Allah salât-ü selâm edince, meleklerin de salâtına hacet kalmazdı. Bu ancak, ona duyulan saygıyı izhâr etmek içindir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, hiç ihtiyacı olmadığı halde, bize, Kendisini zikretmemizi farz kılmıştır. Bu ancak, Cenâb-ı Hakk'ın bundan dolayı bize mükâfaat vermesi için ve de bize bir şefkat ve merhamet olsun diye, tarafımızdan peygambere duyulan saygıyı ortaya koymak içindir. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kim bana tek bir defa salât-u selâm getirirse, Allahü teâlâ da ona on defa salât (merhamet) eder" Darimi, rikak, 58 (2/317) buyurmuştur.

Beşinci Mesele

Allah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ini, ümmetinin kendisine getirmiş olduğu salât-ü selâmın minneti altında bırakmamıştır.

Çünkü buna bedel, peygamberin de ümmetine salâtta 'duada) bulunmasını emrederek, mukabelede bulunmasını sağlamıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Onlara salât, duâ et. Çünkü senin salât'ın, duan onlar için sükûnettir" (Tevbe, 103) buyurmuştur.

Selâm Emri

"Tam bir teslimiyetle de selâm verin" ifadesi bir emirdir. Binâenaleyh bu, vâcibtir. Halbuki bu, namazın dışında vâcib, yani farz değildir. O -a'de bu, namazda farzdır, ki bu da bizim teşehhüddeki, "es-selâmun aleyke eyyühennebiyyü - Selâm sana ey Peygamber..." şeklindeki sözümüzdür. Bu, selâmın vâcib olmadığını söyleyenlerin aleyhine bir delildir. Cenâb-ı Hak, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verilen selâmın, mükemmelliğini ifade etsin diye, te'kîd için de (ayrıca) masdan getirmiştir. Halbuki, "salât"ı bu şekilde te'kid etmemişti. Çünkü "saiât" da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz ki Allah ve melekleri, o peygambere çok salât (ve tekrimde) bulunurlar" ifadesiyle te'kid olunmuştur.

Nebi'ye Eziyetin Hükmü

57

"Gerçekten, Allah ve Resulüne ezâ edenler (yok mu?), Allah onları dünyada da ahirette de rahmetinden kovmuş, onlara horlayıcı bir azâb da hazırlamıştır".

Önceki Kısımla Münasebet

Cenâb-ı Hak, eşyayı bazı zıtlarını açıklamak suretiyle birbirinden ayırdetmiştir. İşte böylece de, peygambere salât-ü selâm getirenin faziletini ortaya koymak için, peygambere eziyyet verenin halini beyan etmiştir. "Lanet", sakınılacak şeylerin en şiddetlisi ve önemlisidir. Çünkü, Allah'tan uzaklaşmakla beraber, artık bundan sonra hiçbir hayır umulamaz. Ama, ateş vb. şeylerle azâb etmek böyle değildir. Baksana hükümdar, tebaasına karşı değiştiğinde, eğer o tebaasından, herhangi birisinin kendisine yaptığı eziyyet çok değilse, o bunu sadece azarlar. Onu kovmaz. Şayet bir suçlu, son derece azametli ve kerem sahibi bir hükümdarın huzurunda, dövülmesi ile kovulması arasında muhayyer bırakılacak olsa, o dövülmeyi kovulmaya tercih eder. Hele de, dünyada kendi efendisinden başka bir hükümdar yoksa! ifadesi, artık bir daha yakın olmanın umulamayacağı bir uzaklığa işarettir. Çünkü, dünyada iken Allah'tan uzaklaştırılan kimse, ahirette (belki) yaklaşmayı ümit eder. Binâenaleyh, ahirette de uzaklaştırılınca, muhakkak ki tamamiyle kaybetti ve hüsrana uğradı demektir. Çünkü Allah'ın uzaklaştırıp sürgün ettiği kimseyi, Kıyamet gününde O'na yaklaştıracak kimse yoktur.

Hem sonra Cenâb-ı Hak, bu cezayı sadece uzaklaştırmaya hasretmemiş, tam aksine "Onlara horlayıcı bir azâb da hazırlamıştır" ifadesiyle, onu bir de azâb ile tehdit etmiştir. Burada birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Allah, hem kendisine hem de peygamberine yapılan eziyyetten bahsetmiş, bunun peşinden de lanet etme ve azâblandırma gibi iki şeyi getirmiştir: O halde lanet, Allah'a karşı yapılan suçun cezasıdır. Çünkü, hükümdara eziyyet eden kimseyi, hükümdar, eğer ona azâb edilmesini emretmemişse, onu kapısından kovar. Azâb etme ise, Peygambere yapılan eziyyetin karşılığıdır. Çünkü hükümdar, güçlü bir kimse tebaasından birine eziyyet ettiğinde, onun hakkını o kimseden eksiksiz alır. Buna göre, "Allah'a eziyyet edip de peygamberine eziyyet etmeyen kimselere azâb edilmez..." denilemez. Çünkü biz, bu manada, Allah ile Resulünün birbirinden ayrı düşünülmesinin imkânsız olduğunu söylemekteyiz. Çünkü Allah'a eziyyet eden, peygamberine de eziyyet etmiş olur. Diğer manaya göre -ki bu, meselâ şirk koşmadan isyan eden veya irtidâd etmeden fısk u fücura dalmış olan kimseler gibi-, peygambere eziyyet edip de Allah'a eziyyet etmeme hususuna gelince, böyle bir kimse, bir defa peygambere eziyyet etmiştir. Ne var ki Allah, çok sabırlı, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Bu kimseye, azabı ile ceza verir, fakat onu kapısından kovmak suretiyle lanet etmez.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak, burada bahsedilen azabı, "korkunç" olmakla te'kîd etmiştir. Çünkü kölelerinden biri tarafından eziyet görüp de, onun hapsedilmesini ve dövülmesini emreden bir efendi düşünelim. Sen bak; eğer o onun ayrı bir yerde hapsedilmesini yahut da, yaşlı bir adama onu dövmesini emretmişse, bu, durumun kolay olduğunu gösterir. Yok eğer, onun, bir toplum huzurunda dövülmesini ve müfsidler arasına hapsedilmesini emretmişse, bu da işin çok çetin olduğunu anlatır. Binâenaleyh kim, Allah'a ve Resulüne eziyyette bulunursa, o, cehennemde uzun süre kalanlardan olur ve Allah, o kimseye, hor ve hakîr kılıcı bir azâbla azâb eder. ifadesi de te'kîd bildirir. Çünkü efendi, Öfkelendiği için, herhangi bir hazırlık yapmadan kölesine azâbetmek istediğinde bu, onun için ipler, bukağılar, kelepçeler hazırlandığında yapmış olduğu azâbtan daha hafif olur. Çünkü birincisi hakkında, "Bu, öfkesinin eseridir. Binâenaleyh, Öfkesi yatıştığında bu da sona erer" denilebilir. Halbuki İkincisi böyle değildir.

Müminlere Eziyet

58

"Erkek mü'minlerle kadın mü'minlere, işlemedikleri (bir günah) yüzünden ezâ edenler de, muhakkak ki bir yalan ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir".

Cenâb-ı Hak, nebisine salâtta bulununca, kendisine yapılan eziyet, peygamberine .-aoılan eziyetten ayrılmamış ve ayrı düşünülmemiştir. Çünkü Allah'a eziyette bulunan, usûlüne eziyet etmiş olur. Böylece Cenâb-ı Hak, mü'minlere, "Sizler, size emrettiklerimi yerine getirir ve tıpkı benim yaptığım gibi, peygambere salâtta bulunursanız, size yapılan eziyet, resulüne yapılan eziyetten ayrılmaz ve ayrılması gibi, size eziyet etme de peygamber'e eziyet olduğu için, size eziyette bulunan günahkâr olur" şeklinde açıklamada bulunmuştur. Netice olarak diyebiliriz ki, "salât", Allah'dan, meleklerden, resulden ve mü'minlerden sudur eden birşey olunca, tıpkı sadık dostların sadâkat hususundaki halleri gibi, nerdeyse onlardan birine yapılan eziyet, diğerine yapılandan ayrılmaz ve ayrı düşünülmez bir hal almıştır. "işlemedikleri (bir günah) yüzünden" ifadesi, emr-i ma'ruf yaparken, şiddet ve aşırılık göstermeme gerektiğini ifade eder. Çünkü, içki içmesinden dolayı yüz değnek vuran veya tavla oynamasından dolayı kırk değnek had uygulayan kimse de, işlemediği bir suçtan dolayı, (o başkasına) eziyet etmiş olur. Halbuki, zinadan dolayı değnek vuran veya içki içmeden dolayı had tatbik eden kimse, işlenilmeyen bir suçtan dolayı eziyet etmemiştir. Şöyle de denilebilir. Bu kimse hiç eziyet etmemiştir, çünkü bu uygulama, dövülen kimsenin durumunu ıslâh etmedir.

Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki bir yalan ... yüklenmişlerdir" buyurmuştur. "Buhtân" iftira demektir. Bu ise, ancak sözle olur. Eziyet etmek ise, bazan sözün dışındaki başka bir şeyle de olur. Binâenaleyh bir mü'mine, dövmek veya malını almak suretiyle, eziyet eden kimse, bir bühtanda bulunmuş olmaz. Ne dersin?

Cevap: Bununla, mü'minlere, sözle eziyet edenler kastedilmiştir. Bu böyledir, zira Allahü teâlâ, mü'minlerin kıymetini izhâr etmek istemiştir. Binâenaleyh O, Allah ve Resulüne eziyet edenin lanetleneceğinden bahsedip, Allah'a eziyet etmek de, ya varlığının delilleri bilindikten sonra, varlığının inkâr edilmesi; yahut, görmeyen duymayan, yahut hiçbir şeye kadir olmayan ve bilmeyen, veyahut da varlığı hususunda bir yaratıcıya muhtaç olan varlıkların O'na ortak koşulması suretiyle olunca, ki bu, mü'minlere sözle eziyet etmek için söylenmiş bir sözdür, işte bundan dolayı daha umumî ve daha mükemmel olduğu için, Cenâb-ı Hak, özellikle Peygambere sözle yapılan eziyetten bahsetmiştir. Bu böyledir, zira insan, O'nu dövmek veyahut da kendisine ihtiyacı olduğu şeyi almak suretiyle Allah'a elem verecek şeylerle, Allah'a eziyette bulunamaz. O'na ancak sözle eziyet edebilir. Bir de, orada bulunmayan fakir kimseye, bilfiil eziyet etmek mümkün değildir. Ona, kendisine ulaştığında eziyet duyacağı şeyi, onun hakkında, onun bulunmadığı bir yerde söylemek suretiyle eziyet etmek mümkündür. Buna verilecek cevap hususundaki ikinci izah da şudur: Müteakiben gelen "ve apaçık bir günah...." kısmı, bir istidrâk ifadesidir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Bu eziyet eğer sözle yapılan bir eziyet ise, o kimse bir bühtanı ve eziyet nasıl olursa olsun, kişi de hangi durumda bulunursa bulunsun, apaçık bir günahı yüklenmiştir" demek istemiştir. Çünkü Allah, biraz önce de beyan ettiğimiz gibi, daha genel ve daha tam olduğu için, hususiyle sözlü eziyet etmeden bahsetmiştir. Çünkü söz, kişinin kalbine sirayet eder. Çünkü söz, kalbten çıkar; dil ise onun sözcüsüdür. Yi ne kalbe girer, kulak da onun yoludur.

Kadınlara Örtü

59

"Ey Peygamber! hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına, dış elbiselerini üstlerine giymelerini söyle. Bu, onların tanınıp, ezâ edilmemelerini daha fazla temin eder, Allah gafurdur, rahimdir"

Örtünün Hikmeti

Allahü teâlâ, mü'minlere eziyet eden kimsenin, bir bühtanı (iftirayı) üstlendiğini belirtip, bu ifadede, mükellefi mü'minlere eziyet etmekten men etme manası yatınca, eziyet sahibi olacak olan töhmet yerlerinden kaçınmasını mü'mine emretmiştir. Böylece, men edilen eziyet verme işinin ortaya çıkmasını önlemek istemiştir. Yine Cenâb-ı Hak, özellikle, sözlü eziyetlerden bahsedince, bilhassa sözlü eziyetin sebebi olan şeyden de bahsetmiştir. O da kadınlardır. Çünkü kadınları kötülükle yâd etmek, hem erkeklere, hem de kadınlara eziyet verir. Fakat erkekler böyle değildir. Çünkü bir kadını bir kimse kötülükle yâd ettiğinde, o kadın bundan eziyet duyduğu gibi, akrabaları, o kadının duyduğundan daha fazla eziyet duyar. Fakat bir kimse bir erkeği Kötü olarak yâd etse, sadece o erkek eziyet hisseder, ama kadınları bundan eziyet Hissetmezler. Câhiliyyede hem hür kadınlar, hem de cariyeler, açık-saçık olarak dışarı çıkarlardı. Bundan dolayı zinaya düşkün kimseler onları takib ederler ve böylece de bir töhmet doğardı. Bu sebepten dolayı Allahü teâlâ, hür kadınlara örtünmelerini emretmiştir.

Cenâb-ı Allah, "Bu, onların tanınıp, ezâ edilmemelerini daha fazla temin eder" buyurmuştur. Bu ayetin manasının, "Onlar hür olarak tanınırlar, böylece de peşlerine kimse takılmaz" şeklinde olduğu ileri sürülmüştür. Şöyle de denilebilir: "Böylece onların zinâkâr olmadıkları anlaşılır." Çünkü "avret" (kapatılması gereken yer) olmadığı halde yüzünü de kapatan kadının örtülmesi gereken yerlerini açabileceği düşünülemez. Böylece de bu kadınların, tandilerine zina teklifi imkânsız, birer mesture oldukları anlaşılır.

Cenâb-ı Hak, "Allah gafurdur, rahimdir" buyurmuştur. Bu, Cenâb-ı Allah sizin için, daha önce yapmış olduğunuz şeyleri bağışlar ve size, merhamet edici olarak, yaptığınız (iyiliklere) karşılık mükâfaat verir" demektir.

Münafıklara Tehdit

60

"Eğer münafıklar ve kalblerinde bir hastalık bulunanlar ve şehirde fena haber yayanlar, bu hallerinden vazgeçmezlerse, mutlaka ve mutlaka seni onlara musallat ederiz. Böylece sonra orada seninle ancak pek az komşu olabilirler".

Allahü teâlâ, Allah'a ve Resûlullah'a eziyet eden müşriklerin halinden ve mü'minlere eziyet eden, fıskını ortaya koymuş kimselerden bahsedince, hakkı ortaya koyup, kalbinde bâtılı saklayıp, gerçek durumunu göstermeyenlerden de bahsetmiştir. Bunlar, münafıklardır. Daha önce bahsedilenler üç şey bakımından üç kısım olunca, yani Allah'a, Resûlullah'a ve mü'minlere eziyet eden üç kısım olunca, Cenâb-ı Hak, (bir başka) üç şey bakımından, gerçek durumunu göstermeyen üç grup insandan bahsetmiştir:

a) Allah'a gizlice eziyet eden münafık,

b) Mü'minlerin hanımlarının peşine takılmak suretiyle, mü'minlere eziyet veren, kalbi hasta kimse, ve:

c) Meselâ "Muhammed mağlub oldu. Medine'den sürülecek. O ve ashabı esir edildi" gibi, asılsız haberler ortaya atmak suretiyle, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e eziyet eden, yalancı haberciler. Bunlar aslında tek bir toplum iseler de, bunlar için, bu üç husus söz konusudur. Bu da, Hak teâlâ'nın, "Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü'min erkekler ve mü'min kadınlar" (Ahzab, 35) ayeti gibidir. Çünkü Cenâb-ı Allah, o ayetinde, on çeşitten bahsetmiştir. Aslında bunların hepsi de tek bir kimsede bulunur. O halde bunlar, şahıs itibarıyla tek, fakat değerlendirme (sıfat) açısından çoktur.

Allahü teâlâ, "Mutlaka ve mutlaka seni onlara musallat ederiz" buyurmuştur. Bu, "Biz seni onlara musallat eder, senin elinle onları Medine'den çıkarırız. Böylece artık sana komşu olamazlar. Medine, ya ölümleri, ya oradan çıkarılmaları suretiyle onlardan kurtulur" demektir.

Bunun manasının, "Biz seni onlara musallat kılarız. Seni musallat kılınca da, artık sana komşu olamazlar, çekip giderler" şeklinde olması da muhtemeldir. Bu açıklamalardan birincisi, tıpkı bir kimsenin iki hususa işaret olsun diye, "Falanca çıkar ve okur" demesi; ikincisi de, "Falanca çıkar ve çarşıya gider" demesi gibidir. O halde birincisinde, o kişi çıkmadan da okuyabilir. İkincisinde ise, o kimse evden çıkmadan, çarşıya gidemez. Buradaki istisnada şöyle bir incelik var: Bu da Allahü teâlâ'nın, peygamberine, onun şevketini ve kuvvetini ortaya koymak için, düşmanlarını Medine'den çıkarıp, onun eliyle onları oradan süreceği vaadinde bulunmuş olmasıdır. Binâenaleyh eğer, sürgün işi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vasıta kılınmaksızın, direkt Allah'ın iradesiyle olsaydı, Hak teâlâ Medine'yi onlardan, sırf "Ol" deyip, o işin hemen olması ile anında temizlerdi. Fakat Cenâb-ı Hak, peygamberin eliyle olmasını isteyince, bu iş kısa da olsa bir zamana bağlı olarak meydana gelecektir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Allah, "Böylece, sonra orada seninle ancak pek az komşu olabilirler" buyurmuştur. Bu "az" zaman da, onların çıkmak için hazırlık yapmaları için tanınan müddettir.

61

"Hepsi de Allah'ın rahmetinden koğulmuş olarak (giderler). Nerede bulunurlarsa, yakalanır ve öldürülür de, öldürülürler".

Bu, "Onlar, hem senin, hem Allah'ın kapısından koğulmuş, mel'ûn kimseler olarak sana işte bu kadarcık bir müddet içerisinde komşu olurlar. Oradan çıktıkları zaman da, zilletten kurtulamazlar. Bir sığmak da bulamazlar. Aksine nerede olurlarsa peşlerine düşülür, yakalanır ve öldürülürler" demektir.

Allah'ın Değişmez Tutumu

62

"Daha evvel geçmiş ümmetler hakkında, Allah'ın sünneti budur. Allah'ın sünnetini değiştirmeye asla imkân bulamazsın".

"Bu, ilk defa size yapılan, size uygulanan bir durum değil. Aksine bu, Allah'ı yalanlamış olan bütün geçmiş kavimlere yapılan, hâlen devam etmekte olan ve sürüp giden ilahî bir tutumdur ve "Allah'ın sünnetini değiştirmeye asla imkân bulamazsın", yani, bu sünnet (kânun, âdet, tutum) değiştirilen ve neshedilen hükümler gibi değildir. Çünkü nesh hükümlerde olur. Fiillere ve haberlere gelince, bunlar neshedilmezler."

Kıyametin Vakti Gaybtır

63

"İnsanlar sana, Kıyametin ne zaman kopacağını sorarlar. De ki: "Onun bilgisi, ancak Allah'ın elindedir." Ne biliyorsun, belki de o Kıyamet yakın bir zamanda olacaktır".

Allahü teâlâ, onların dünyadaki durumlarının, lanetlenme, hor ve hakir kılınma ve öldürülme olduğunu beyân edince, âhiretteki durumlarını da ortaya koymak istemiş ve böylece de onlara Kıyameti ve Kıyamette başlarına gelecek şeyleri hatırlatarak, "İnsanlar, sana o Kıyametin ne zaman kopacağını sorarlar. De ki: "Onun bilgisi, ancak Allah'ın elindedir." Size açıklanmaz. Çünkü Allah onu, mükellefin suç işlemekten kaçınması ve Kıyametten her an korkması hikmetinden ötürü gizlemiştir.

Daha sonra Allahü teâlâ, insanları böylece korkutmak istediğine bir işaret olarak, "Ne biliyorsun, belki de o Kıyamet yakın bir zamanda olacaktır" buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü bir kimsenin, "Allah falanca işin ne zaman olacağını bilir" seklindeki sözü, o şeyin sonraya bırakıldığını anlatır. Baksana, alacaklı olduğu birisinin peşinde gezen bir kimseden, borçlu olan taraf, alacaklıdan bir veya iki ay mühlet tanımasını istese, çoğu kez o buna sabredebilir. Ama borçlu, "Falanca yolculuğundan dönünceye kadar sabret" dese, alacaklı, "O falancanın ne zaman geleceğini Allah bilir. Belki de o, bu müddetten önce gelebilir" der. İşte bu ayette de Cenâb-ı Hak, "Ne biliyorsun, belki de o Kıyamet, yakın bir zamanda olacaktır" buyurmuştur ki bu, "Kıyametin ne zaman kopacağını Allah bilir. Onun geç olacağını sanmayın. Belki çok yakın bir zamanda da, o kopabilir" demektir. Ayetteki, "karîb", müzekker ve müennesi aynı olan, "faîl" vezninde bir kelimedir. Allahü teâlâ, "Allah'ın rahmeti müminlere yakındır" (A'râf, 56) buyurmuş (burada normalde beklenen şekilde, dememiştir). Aynen bunun gibi, bu ayette de, dememiştir.

Çılgın Cehennem

64

Âyetin tefsiri için bak:65

65

"Şüphesiz ki Allah, kâfirleri rahmetinden uzaklaştırmış ve onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Onlar, ne bir dost, ne bir yardımcı bulamayacaklardır".

Yani onlar, sizin yanınızda, dünyada mel'un kabul edildikleri gibi, Allah katında da mel'undurlar. Allah onlara çılgın bir cehennem hazırlamıştır. Bu tıpkı, Hak teâlâ'nın, "Allah onlan dünyada da, âhirette de rahmetinden kovmuştur. Onlara rezil-rüsvay eden bir azab hazırlamıştır" (Ahzâb,57) ayeti gibidir. "Onlar orada ebedî kalıcılar olarak", yani çok uzun süre kalıcılar ve çıkışları için bir son olmaksızın devamlı kalıcılar olarak, oraya girerler. Allah, "Onlar ne bir dost, ne bir yardımcı bulamayacaklardır" buyurmuştur. Allah onların orada ebedî kalacaklarından bahsedince, işin içyüzünü de beyan etmiştir. Çünkü azaba düçâr edilmiş olanı, bundan ancak kendisine şefaat edecek bir dost, yahut ondan o azabı savuşturacak bir yardımcı kurtarabilir. Onların ise ne böyle şefaat edecek dostları, ne de azabı defedecek bir yardımcıları vardır.

Son Pişmanlık

66

Âyetin tefsiri için bak:68

67

Âyetin tefsiri için bak:68

68

"O gün yüzleri ateşe evrilip-çevrilirken, "Eyvah bize! Keşke Allah'a itaatetseydik, Peygambere itaat etseydik!" diyeceklerdir. (Onlara tâbi olanlar da) o gün, "Ey Rabbimiz, doğrusu biz başkanlarımıza ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yoldan saptırdılar" diyeceklerdir. (Yine) "Ey Rabbimiz, onlara azabı iki kat ver. Onları büyük bir lanetle rahmetinden kov" diyecekler".

Allahü teâlâ, onların kendilerinden o azabı savuşturacak hiçbir şefaatçileri olmadığını beyân edince, dünyadaki azabın aksine, birkısım uzuvlarının da diğer uzuvlarından o azabı def edemeyeceğini bildirmiştir. Çünkü insan dünyada İken, bendini korumak için eliyle yüzünü müdafaa eder. Zira başına ve yüzüne vurmaya calışan kimse, karşısındakinin yüzüne değmesin diye, elini bir kalkan gibi kullandığını, yahut başını eğdiğini görür. Âhirette ise, "Onların yüzleri ateşte evrilip-çevrilir. O halde, dünyada yüzü korumak için kalkan gibi kullanılan diğer uzuvların durumunun ne olacağını bir düşün! Onlar, "Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygambere itaat etseydik!" diyecekler. Ama azabtan ancak itaatkârların kurtulacaklarını bildikleri için, pişmanlığın, hayıflanmanın, yazıklanmanın, artık kendilerine fayda vermediği bir yerde pişmanlık duyarlar. Sonra bunlar, "Ey Rabbimiz, biz başkanlarımıza ve büyüklerimize uyduk" yani, "Allah'a itaat yerine başkanlarımıza, peygambere itaat yerine de büyüklerimize itaat ettik. Efendilerin efendisi, büyüklerin en büyüğü Allah'a itaati terkettik. Böylece de hayrı verip yerine şerri aldık. Şüphesiz bundan dolayı da, cennetlarin en hayırlısını kaçırdık ve bize ona karşılık, cehennemlerin en şerlisi verildi" derler.

Daha sonra onlar saptıranlara Allah'ın azabetmesi sayesinde öfkelerinden kurtulup, bir tür rahatlama istemişler ve "Ey Rabbimiz, onlara azabı iki kat ver" yani, "Sapmaları ve saptırmaları sebebiyle, onlara iki kat azab ver" demişlerdir. Ayetteki, "azabı iki kat ver" ve "Onları büyük bir lanetle rahmetinden kov" ifadesinde şöyle bir ince mana var: "Dua, ancak, istenilen şey ortada olmadığı zaman olur. Halbuki o anda hem azab, hem lanet onlar için mevcuttur. Binâenaleyh onlar, mevcut olmayan birşey istemişlerdir. Bu da, "iki kat" ifadesiyle azabın artırılması, "büyük bir lanetle" ifadesiyle de lanetin artırılmasıdır."

Musa (aleyhisselâm)'nın Beraatı

69

"Ey iman edenler, siz de Musa'yı incitenler gibi olmayın. Allah onu, dedikleri şeyden temize çıkardı. O, Allah indinde de yüzü olan (itibarlı) bir zattı".

Allahü teâlâ, Allah'a ve Resulüne eziyette bulunanların lanetleneceğini ve azab edileceğini beyân edip, bu da küfür olan bir eziyet edişe işaret olunca, Allah mü'minleri bundan daha hatif eziyetlerden de kaçınmaya sevketmiştir. Bu tür eziyetler küfrü doğurmaz. Meselâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in taksimatına ve fey'i (ganimeti) bazılarına vermeye hükmetmesi gibi şeylere razı olmayanların eziyeti gibi.. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Ey iman edenler, siz de Musa'yı incitenler gibi olmayın" buyurmuştur.

Yapılan İsnad

Bu ayette, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya yapıldığı belirtilen eziyetin ne olduğu hususu ihtilaflıdır: Bazıları, "Bu, onların, ona bedeninde bir ayıp olduğu iftirasında bulunmaları sebebiyle yapmış oldukları eziyettir" derken, bazıları şöyle demişlerdir: "Kârûn, bir fahişe ile bir plan yaptı. Böylece kadın, İsrâiloğullarının yanında Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kendisiyle zina ettiğini söyleyecekti. Karun, kavmini topladığında, Allah orada bulunan bu kadının kalbine doğru söyleme fikrini verdi ve böylece kadın, kendisine telkin edilmiş olan o şeyi söylemedi." Velhasıl Kur'ân'da bahsedilen "eziyet" ifâdesi yeterlidir. Bu da, İsrâiloğullarının Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, "Sen ve Rabbin gidiniz ve savaşınız" (Maide, 24), "Biz, Allah'ı apaçık görmedikçe sana iman etmeyeceğiz" (Bakara, 55) ve "Biz, bir çeşit yemeğe sabredemeyiz" (Bakara, 61) şeklindeki sözleridir.

Alınacak Ders

Böylece Cenâb-ı Hak mû'minlere, "Siz de onlar gibi olmayın. Peygamberiniz, sizden savaşa gitmenizi istediğinde, "Sen ve Rabbin gidin ve savaşın" demeyin. Müsâade edilmediğiniz şeyleri sorup istemeyin. Peygamber size birşey emrettiğinde, onu gücünüz yettiğince yapınız" demek istemiştir.

Ayetteki, "Allah, onu dedikleri şeyden temize çıkardı" cümlesinin manası, eziyetin ne olduğu konusunda söylenen ilk görüşe göre mâna açıktır: Çünkü Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nin bedenini kavmine açıkça gösterdi, böylece onlar inandıkları, düşündükleri şeyin yanlış olduğunu anladılar. O kadın da doğruyu söyledi. Cenâb-ı Hak meleklere emretti, böylece melekler, Harun'u onların yanına getirdiler. Onlar, onun yaralanmamış olduğunu gördüler. Böylece de, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın Harun'u öldürdüğü şeklinde yapılmış olan iftiradan berî olduğu da anlaşıldı. Bizim yaptığımız toplayıcı izaha göre bu ayetin manası şudur: "Allah onu, kavminin istedikleri şeyin mesuliyetinden kurtardı." Bunu da, istediklerinin bazısını vermek, bazılarının ise verilmesinin mümkün ve caiz olmadığını izhar etmekle yaptı. Velhasıl Allahü teâlâ, onların bahanelerini ortadan kaldırdı. Sonra onlara zillet ve meskenet damgası vurup, onlara gazab etti.cümlesi: "O, itibarlı ve tanınır bir zattı" demektir. "Vecih", kendisi için, hayırla tanınan bir vasfı bulunan kimse demektir. Her nekadar herkes Allah'ça bilinen ise de, itibarlı olmak için, sadece tanınma yetmez. Çünkü kendisine hizmet ettiği için, yahut yanında ücret karşılığı çalıştığı için, birisini tanıyan kimse için, "O, falancanın yanında vecîh (itibarlı)'dır" denilmez. Vecih, ancak tanınmak ve yadırganmamakla birlikte, kendisinde birtakım güzel hasletler de bulunan kimsedir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) İşte böyle idi.

Kurtuluş Doğrulukta

70

Âyetin tefsiri için bak:71

71

"Ey iman edenler, Allah'tan korkun, sözü doğru söyleyin ki Allah işlerinizi iyiye götürsün ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, muhakkak ki o, en büyük kurtuluşla kurtulmuştur".

Allah onları kendilerinden sâdır olması uygun fiil ve sözlere teşvik ve irşâd etmektedir. Bu fiiller hayır, sözler ise haktır. Çünkü hayrı yapıp, şerri terkeden, Allah'tan korkmuştur. Doğruyu söyleyen de, doğru söylemiş olur.

Cenâb-ı Hak, daha sonra bu kimselere bu iki emrine karşılık şu iki vaadde bulunmuştur: Mü'minlerin hayır ve güzel olan işlerine karşılık, işlerinin iyiye götürülmesi... Çünkü kişi Allah'tan ittikâ ettiği için, amellerini düzeltir. Amel-i sâlih de göğe kaldırılır ve orada muhafaza edilir. Böylece de amel-i sâlih yapan, cennette ebedî bırakılır. Kişinin doğru söylemesine karşılık da günahlarının bağışlanması vaadedilmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, muhakkak ki o, en büyük kurtuluşla kurtulmuştur" buyurmuştur. O halde Allah'a itaat, peygambere itaat demektir. Fakat Cenâb-ı Hak, bu iki itaati, itaat edenin fiilinin çok kıymetli olduğunu göstermek için birlikte zikretmiştir. Çünkü bu kimse, bu tek hareketiyle, Allah katında bir ahd, Resul katında da bir "el" edinmiştir.

Allahü teâlâ, "Muhakkak ki o, en büyük kurtuluşla kurtulmuştur" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak bu kurtuluşu şu iki sebebten dolayı "büyük" olarak nitelemiştir:

a) Bu, büyük bir azabtan kurtuluştur. Azabtan kurtulma ise, azabın büyüklüğü nisbetinde büyük olur. Öyle ki bir kimse birisine bir kamçı vurmak istese ve o birisi bundan kurtulsa, bu hususta, "O, büyük bir kurtuluşa erdi" denilmez. Çünkü onun kurtulduğu bu azab, tahakkuk edecek olsaydı da, durum pek fazla farklı olmayacaktı.

b) Bu kimse büyük bir mükâfaata ulaşmıştır. Bu da, ebedî olan bir mükâfaattır.

İnsandaki Emanet

72

"Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik. Ama onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve bundan endişeye düştüler, insana gelince, o bunu yüklendi. Gerçekten o, çok zulümkâr ve çok câhildir".

Allahü teâlâ mü'minleri güzel ahlâka teşvik edip, peygamberini de, en güzel edeblerle terbiye edince, Allah'ın insana yönelttiği mükellefiyetin çok büyük birşey olduğunu beyan ederek buyurarak emanet meselesine geçmiştir. Teklif, insana tabiatında olanın aksini emretmektir. Bil ki bu çeşit teklif (mükellefiyet), ne gökler, ne de yerler için sözkonusudur. Çünkü yerler, dağlar ve gökler, yaratıldıkları tabiat üzeredirler. Meselâ dağdan hareket etmesi, yerden yukarı çıkması, gökten de aşağı inmesi istenmemiştir. Bu tür bir mükellefiyet meleklerde de yoktur. Çünkü melekler, her nekadar bazı emir ve nehiylerin muhatabı iseler de, onlarda, meselâ biz insanlardaki gibi yeme-içme diye birşey yoktur. Melekler, tıpkı insanın, yaratılışına uygun birseyte meşgul olması gibi, gece ve gündüz, ara vermeden devamlı tesbihatta bulunurlar.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:

Emanetin Mahiyeti

Ayette geçen, "emanet'le ilgili pek çok görüşler var. Kimileri, "Bu, mükellefiyyettir. Buna, kendisinde kusur eden kimsenin, tazminde (kusurunu telâfide) bulunması gerektiği ve hakkıyla yerine getirene de ikramda bulunmak gerektiği için, "emânet" denilmiştir" derken, kimileri de, "emanet" kişinin "Lâ ilahe âllah" demesidir" demişlerdir. Bu ikincisi, akıldan uzak bir görüştür. Çünkü gökler, yerler ve dağlar, lisan-ı halleriyle zaten Allah'ın bir olduğunu, Allah'tan başka ilah olmadığını söylemektedirler. Yine kimileri, "Bu emanet ile, uzuvlar kastedilmiştir. Meselâ göz bir emânettir, muhafaza edilmesi gerekir. Kutak da, el de, ayak da, dil de, kişinin avret mahalli de böyledir" derken; kimileri de, "marifetullah (Allah'ı bilme) ile onun kapsamına giren herşeydir" demişlerdir. Allah en iyi bilendir.

Arz Meselesi

Bu da, ayette geçen "arzetme" ile ilgilidir. Bu hususta da çeşitli izahlar yapılmıştır: Kimileri bununla, Bizzat "arzetme" manası kastedilmiştir"; kimileri, "Bununla, "haşr" kastedilmiştir"; kimileri de, "Bununla, karşısına koyma manası kastedilmiştir" demişlerdir. Bu sonuncusuna göre mana, "Biz, emaneti göklerin karşısına çıkardık. Derken emanet (göklere) değil de, göklerle yerdekileri tercih etti" şeklinde olur.

Gök ve Yer

Bu mesele de, ayetteki gökler ve yer hakkındadır. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu tabirlerle, bizzat kendileri kastedilmiştir.

b) Bunlarla, oradakiler kastedilmiştir. Bu ikinci manaya göre, "Biz emaneti, göklerde ve yerde bulunanlara arzettik" şeklinde bir takdir (mana) vardır.

İblis'in Diretmesinin Farkı

Cenâb-ı Hak, "Bunu yüklenmekten çekindiler" buyurmuştur. Göklerin ve yerin çekinmeleri, karşı koymaları şu iki bakımdan, Hak teâlâ'nın "O (iblis), secde edenlerle birlikte secde etmekten imtina etti" (Hicr, 31) ayetinde bahsettiği İblisin diretişi gibi değildir:

1) Orada secde farzdı. Burada ise "emanet" arz ve teklif edilmiştir.

2)Oradaki diretiş kibirden kaynaklanmıştır, buradaki ise alçak gönüllülükten kaynaklanmıştır. Çünkü gökler ve yerler, kendilerini küçük görmüşlerdir. Bunun delili ise, ayetteki, "Bundan endişeye düştüler" tabiridir.

Endişenin Sebebi

Ayetteki bu "endişe" (ve korkunun) sebebi nedir?

Cevap: Deriz ki: "Emanet, şu sebeplerden ötürü kolay kolay kabul edilmez:

a) Onun, meselâ çok kıymetli ve hemen kırıtabilecek kıymetti taşlardan yapılmış kap-kacak gibi muhafazası zor olan, çok kıymetli birşey olması... İnsan, bunu kabule yanaşmaz. Eğer bu emanet, altın ve gümüşten yapılmış olsaydı, bunu kabul ederdi. O emanet, camdan yapılmış olsaydı, yine kabul ederdi. Çünkü o altın ve gümüşten yapılmış olan emanet hususunda, insan bunun kırılmayacağına güvenir. Camdan yapılanda ise, bunun her zaman bulunması mümkün olmasından ötürü, kolayca kabul eder, "teklif" de böyledir.

b) Emanetin vaktinin, kıtlık ve yağmaların olduğu bir zaman olması. Bu durumda da yine insan, bu vakitte de emanetleri kabul etmez. Ayetteki "emânet"in durumu da böyledir. Çünkü şeytan ve ordusu, mükellefiyetlere kastetme içindedirler. Zira "arz" işi, Âdem (aleyhisselâm)'in cennetten çıkarılmasından sonradır.

c) Emanetlere riayet etmek ve onları gerektiği gibi, yerine iade etmek. Meselâ, alafa, suya ve hayvanlara uygun husûsi yerlere muhtaç hayvanların emanet bırakılması gibi. Çünkü insan böylesi emaneti de kabul etmekten çekinir. Fakat bir sandığın içine konulabilecek, yahut evin tavanına asılıp muhafaza edilebilecek şeyler böyle değildir. İşte "teklif" de böyledir. Çünkü bu da eğitilmeye ve artırılmaya muhtaçtır.

İnsanın Yüklenme Sebebi

Gökler ve yerler bu şeyleri yüklenmezken, insan niçin bunu üzerine almıştır? Bu hususta şu iki cevap verilebilir:

1) Emanet verilecek bu şeyin ne olduğunu gökler ve yer bilmiş, ama insan bitmemiştir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, insan hakkında, "Gerçekten o, çok zulümkâr ve çok câhildir" buyurmuştur.

2) Bunlar, kendilerine bakıp, zayıf ve âciz olduklarını gördüler, bu sebeple emaneti üstlenmekten kaçındılar. İnsan ise, (kendisini değil) teklifte bulunan, nazar-ı itibara alıp, "Emanet bırakan, âlim ve kadir bir zattır. Emaneti ancak ehline verir. O, emanet bıraktığında, öylece bırakmaz. Aksine onu bizzat kendisi korur" diye düşündü ve emaneti kabul edip, "Ancak Sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz"(Fatiha, 4) dedi.

Zalûm ve Cehûl

Ayetteki, "Gerçekten o, çok zulümkâr ve çok câhildir" ifadesi hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

1) Bununla, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in emre muhalefet etmesi suretiyle kendisine zulmetmesi ve cennetten çıkarılma gibi bir cezanın kendisine verilebileceğini kestirememesi kastedilmiştir.

2) İnsanın çeşitli günahlara dalarak, kendisine zulmetmesi ve yaptıklarından ötürü kendisine verilecek cezayı bilememesi kastedilmiştir.

3) Bu ifade, "İnsanın işi zulüm ve cehalettir" manasınadır. Nitekim aynı manada olmak üzere "direten at" "gemi azıya almış hayvan" ve "temiz mal" denilir. İnsan da böyledir. Çünkü onun da işi, zulüm ve cehalettir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak o emaneti tevdi edince, insanların birkısmı, olduğu gibi kaldı; birkısmı ise, zulmü terketti. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İman edip de imanlarına zulmü karıştırmamış olan" (En'am, 82) ve de, "Cehaleti terkedenler yok mu?" buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, Hazret-i Adem (aleyhisselâm) nakkında, "Âdem'e, bütün isimleri öğretti" (Bakara, 31) bütün mü'minler hakkında da, "İlimde rüsûh sahibi olanlar, "Ona iman ettik" derler" (Âl-i İmran, 7) ve "Allah'tan, hakkıyla ancak âlim olanlar korkar" (Fâtır. 28) buyurmuştur.

4) İnsan, meleklerin zannına göre, "çok zulümkâr ve çok câhil" idi. Çünkü onlar, "Orada bozgunculuk edecek... kimseyi mi yaratacaksın?" (Bakara, 30) demişlerdi. Cenâb-ı Hak da, (Âdem (aleyhisselâm)'in), ilminin ne olduğunu, o meleklerin bizzat yanında açıklamış ve ortaya koymuştu. Bu amaçla o, "... bunları adlarıyla bana haber verin.."(Bakara, 31) buyurmuştur.

Kimileri de bu ayetin tefsiri hakkında şöyle demişlerdi: Mahlûkat, idrâk edebilen ve edemeyen diye ikiye ayrılır. İdrak edenler de, meselâ insanoğlu gibi, hem kültiyyâtı hem de cüz'iyyâtı idrâk eden ve hayvanlar gibi sadece cüziyyâtı idrâk edenler diye, ikiye ayrılır. Çünkü hayvan, yediği arpayı idrâk eder, fakat işlerin nereye varacağı hususunda tefekkür edemez ve deliller'e ve burhanlara derinliğine bakamaz. Yine, melekler gibi, külliyyâtı idrâk edip de cüziyyâtı idrâk edemeyenler de vardır. Melek, külliyyâtı idrâk eder, meselâ cima ve yemek gibi şeylerin lezzetini idrâk edemez. Bu görüşte olanlar sözlerine devamla şöyle demişlerdir: İşte bu hususa Cenâb-ı Hak, "Sonra onlar, meleklere gösterip, "... bunları adlarıyla bana haber verin" dedi" (Bakara. 31) ifadesiyle işaret etmiştir. Böylece melekler, o cüziyyâtı bilmediklerini itiraf etmişlerdir. Teklif, ancak her iki şeyi (cüziyyâtı ve külliyyâtı) idrâk edenlere yapılır. Çünkü, böylesi bir idrâk sahibinin cüz'î şeylerden duyduğu lezzetler bulunmaktadır. Böylece, böylesi bir idrâk sahibi, tıpkı meleklerin Allah'a ibadet edip de, O'nu ikrar etmeleri sayesinde duydukları lezzet gibi, hakiki lezzeti elde etsin diye, bu cüz'î lezzetten uzak tutulmak istenmiştir. Bu iki şeyi idrak edebilenden başkası, eğer mükellef tutulmuşsa, kendisinde birtakım külfet ve sıkıntıların bulunduğu bir şeyin kendilerine emredilmiş olduğu anlamında değil de, tam aksine bir hitaba mazhar kılınma manasında mükellef tutulmuştur. Çünkü muhataba da mükellef ismi verilir. Zira mükellef kendisine hitab olunmuş kimse demektir. O halde, hitâb edilen kimseye mükellef denilebilir.

Bazı İncelikler

Ayette şöylesi birkaç incelik sözkonusudur:

1) Emanet Âdem (aleyhisselâm)'e arzolunmuş, o da onu kabul etmiştir. Böylece ön Âdem (aleyhisselâm), o emanet hususunda emin, güvenilir birisi olmuştur. Söz (hüküm), emin olan kimsenin sözüdür. O halde bu demektir ki, Adem (aleyhisselâm) kurtulmuştur. Geriye ise ondan meydana gelenler kalmıştır. Onun soyundan gelenler de, o emâneti ondan devralmışlardır. Fakat, emîn kimseden olan kimse, mü'temen (güvenilir) bir insan olmadı. İşte bundan dolayı, mudi, yani emanet bırakana vâris olanın, bu husustaki sözü geçerli değildir. Mutlaka onun, antlaşmayı ve güvenilirlik akdini yenilemesi gerekir. Binâenaleyh, mü'min, Allah katından bir ahd almış, söz vermiştir. Böylece de, Allah tarafından emîn, kendisine güvenilir kimse kılınmıştır. Bu sebeple, bu husustaki söz, onun sözü kabul edilmiştir. Dolayısıyla da, Âdem (aleyhisselâm) için söz konusu olan kurtuluş, o mü'min için de sözkonusudur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Allah ... erkek mü'minlerle kadın mü'minlerin de tevbelerini kabul edecektir"(Ahzâb,73) buyurmuştur. Yani bu, tıpkı "O da tevbesini kabul etti" (Bakara, 37) ayetinde olduğu gibi, Âdem (aleyhisselâm)'in tevbesini kabul etmesi gibidir. Kâfir de, emânet bırakan kimseden emaneti devralmıştır. Böylece de, o emanet onun damânında (uhdesinde) kalıvermiştir. Sonra mü'min kimsenin elindeki emanete, Allah'ın kaza ve kaderi ile birşey geldiğinde, bu, mü'minden kaynaklanan bir kusurdan dolayı olmuş olmaz. Emîn kimse ise, kendi kusuru olmaksızın, elinden kaçan şeyleri tazmin etmez. Kâfir kimsenin, elindeki emanete ise böyle birşey geldiğinde, her ne kadar bu Allah'ın kaza ve kaderi ile olsa dahi, o bunu tazmin eder. Çünkü kâfir, her ne kadar bu iş kendi kusuru ile olmasa dahi (emîn olmadığı için) elinden kaçan şeyleri tazmin eder.

2) Cenâb-ı Hak, varlıkların en muhkemi ve ağırlıkları taşımaya en elverişlileri oldukları için, ayette özellikle üç şeyden bahsetmiştir. Göklerin böyle olmasına gelince, bu, "Üstünüze sağlam yedi (gök) bina ettik" (Nebe, 12) ayetinden ötürüdür. Yerin, dağların muhkem ve sert olduğu da, kapalı bir şey değildir. Bunların böylesi bir vasfı haiz olmalarından dolayı, Allah, emaneti önce bunlara arzetti ve onların muhkem ve sağlam oluşlarıyla iktifa etti. Ama bunlar kaçındılar, imtina ettiler. Çünkü, bunlar her ne kadar güçlü ve kuvvetli idi iseler de, ne var ki Cenâb-ı Hakk'ın emaneti bunların takatinin çok çok üstündeydi. Ama Cenâb-ı Hakk'ın, kendisi hakkında "insan zayıf yaratıldı"(Nisa, 28) buyurduğu varlık, zayıf olmasına rağmen, bu emaneti o yüklendi. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, o emaneti muhafaza etmesi hususunda, "Kim Allah'a güvenip dayanırsa O, kendisine kâfi gelir" (Ahzâb, 3) ifadesiyle, bu varlığa yardım edeceğini vaadetmiştir.

Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak, kendisine yardım edeceği varlığa, nasıl azâb edebilir? O halde daha niçin, kâfire azâb edecektir?" denilirse, biz cevaben deriz ki: Cenâb-ı Hak, "Ben, benden yardım isteyene ve bana tevekkül edene yardım edeceğim" buyurmuştur. Kâfir kimse ise, Allah'a müracaat etmemiştir. Böylece de, Cenâb-ı Hak o kâfiri kendi başına bırakmıştır. Derken kâfir, emanetin sorumluluğu altında kalakalmıştır.

3) Cenâb-ı Hakk'ın, "Ama onlar bunu yüklenmekten çekindiler" ifadesiyle, "O bunu yüklendi" ifadesi bunda bir güçlüğün yattığına bir işarettir. Ama Cenâb-ı Hak şayet "Onlar onu kabul etmekten imtina ettiler; insan ise onu kabul etti" demiş olsaydı, böyle bir mana anlaşılmazdı. Çünkü bir kimse bir başkasına, "Şunu yap!" demiş olsa, eğer o işte, bir ücrete değecek bir yorgunluk ve meşakkat sözkonusu değilse, kişi de onu yapmışsa, kişi bunu yapmaktan dolayı bir ücrete müstehak olmaz. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, insanın, emaneti sırf üstlenmesinden dolayı bir ücrete müstehak olacağına işaret olsun diye, "O ise bunu yüklendi" buyurmuştur. Ama, insanın o emanete gerektiği gibi riayet etmesi durumunda ise, daha fazla ücrete müstehak olur.

İmdi şayet, "Hepsi de emaneti yüklenmiştir; yani kâfir de emaneti yüklenmiş, ama bundan başka birşey yapmamıştır. Binâenaleyh, kâfirin de sırf üstlenmesinden dolayı mükâfaata müstehak olması gerekir" denirse, biz deriz ki: Yapılan iş, âmir, mâlik tarafından verilen izne uygun olarak yapılmışsa, onu yapan kimse, o zaman mükâfaata müstahak olur. Baksana bir kimse, birisine şayet, "Bu malı, kuzey tarafındaki mallara doğru götür, onlara kat" dese, o da onu yüklenip, güneydeki mallara doğru götürse... o zaman o ücrete müstehak olmaz ve bu kimsenin, o malı, daha önceden bulunduğu yere geri götürmesi gerekir. Kâfir de böyledir, çünkü o, o emâneti müsaade edildiği tarzda üstlenmemiştir. Dolayısıyla, tazminde bulunur ve bu sebepten dolayı yapmış olduğu iyilikler boşa gider, yok olur.

Nifak ve İmanın Sonu

73

"Bunun akıbeti şudur: Allah, erkek münafıklarla kadın münafıkları; erkek müşriklerle kadın müşrikleri azaba uğratacak, erkek mü'minlerle, kadın mü'minlerin de tevbelerini kabul edecektir, Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir".

Bu, "İnsan o emaneti, münafık ve müşriğin azabının tahakkuk etmesi için üstlenmiştir" demektir. Buna göre şayet birisi, "Cenâb-ı Hak, (bu ayetinde) azâb etme sini niçin tevbeleri kabulden önce zikretmiştir?" derse, biz deriz ki: Allah, mükellefiyete "emânet" adını verip, emânetin ayrılmaz vasfı ve hükmü de, "Hiyânet eden tazmin eder" şeklinde olup, onun ayrılmaz hükmü ve vasfı, "Bütün gayretini sarfeden emin kimse, ücret alır" şeklinde olmayınca, hıyanetten dolayı azâb etme şi bir zaruret olmuş, muhafazaya mukabil alınan karşılık ise, bir ihsan olmuştur. halbuki adalet, ihsandan önce gelir. Bu hususta iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hak, niçin, "müşrikler" ifâdesini "münafıklar" ifadesine atfetmiş;"; Lafza-i Celâl'i tekrarlamamış ve (......) şeklinde buyurmamıştır! Halbuki, tevbeyle alâkalı ifadesinde ise, ismini tekrar ederek, (......) buyurmuştur. Şayet o, "Mü'minlerin tevbesini kabul eder" demiş olsaydı, mana doğru olmuş olurdu. Niçin?

Cevap: Biz diyoruz ki: Cenâb-ı Hak, mü'minin münafıktan üstün olduğunu göstermek istemiş ve böylece, ikinci ifadeyi, "müste'nef" (yeni) bir kelâm gibi addetmiştir, ki bu durumda, failin yeniden zikredilmesi gerekir. İşte bu sebeple buyurmuştur ki, yaptığımız bu izahı, (......) şeklinde okuyan kimsenin taraati de te'kid eder.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak, insan hakkında, onun zâlim ve câhit olma gibi vasıflarından bahsetmiş, kendi vasıflarından da iki vasıf zikrederek, "Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir" buyurmuştur ki bu, "O, çok zalim olanı çokça bağışlayan; câhil olana karşı da çok merhametli olandır" demektir. Bu böyledir, çünkü Allah, kullarına (tevbe etmemesi halinde), en büyük zulüm olan şirk hariç, bütün günahlarını bağışlayacağı vaadinde bulunmuştur. Keza Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür" (Lokman. 13) buyurmuştur. Bütün günahtan bağışlayacağı vaadinin delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak tanınmasını bağışlamaz. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için bağışlar" (Nisa, 48) ifadesidir. Cenâb-ı Hakk'ın, cehalete karşı merhametli olmasına gelince, çünkü cehalet, merhametin beklendiği bir durumdur. İşte bundan dolayı, hata eden kimse, "Bilemedim..." diyerek mazeret beyan eder.

Burada da şöyle bir incelik vardır: Allahü teâlâ, kuluna, kendisinin gafur ve rahîm olduğunu bildirmiş ve kulun kendisini kendisine göstermiş, böylece kul da, kendisinin çok zalim ve çok cahil olduğunu görmüş. Daha sonra Cenâb-ı Hak, kuluna emaneti teklif etmiş, kulu da, o emaneti, bu zulmü ve cehline rağmen Hak teâlâ' nın, o emaneti gufran ve rahmet vasıflarıyla onaracağını bildiği için üstlenmiştir. Allah en iyi bilendir. Hamd, âlemlerin Rabbine'dir. Salât-ü Selâm, ümmî Peygamber Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve âline olsun!

0 ﴿