SEBE SÛRESİ

Bu sûre, Mekki'dir. İçinde yer alan, 6 ayetin Medenî olduğu söylenmiş olup, 54 veya 55 ayettir.

Hamd Allah'adır

1

"Göklerde ne var, verde ne varsa, kendisinin olan Allah'a hamdolsun. Ahirette de hamd Onundur. O, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. Her şeyden de, hakkıyla haberdardır".

"Hamd" ile başlayan sûreler beş tane olup, bunlardan ikisi, Kur'ân'ın ilk yarısında yer almıştır ki, bunlar En'âm ve Kehf sûreleridir. İki sûre de, Kur'ân'ın son yarısında bulunmaktadır ki, bunlar da, bu sûre ile Fâtır (Melâike) süresidir. Beşincisi de, Fâtihatü'l-Kitâb olup, Fatiha Sûresi hem Kur'ân'ın ilk yarısıyla, hem de son yarısıyla Dirlikte okunur. Bundaki hikmet şudur: Allah'ın nimetleri, çok olmasına ve bizim, onları sayıp dökemememize rağmen, iki kısımda toplanmıştır ki, bunlar var etme nimeti ile, var edilen şeyi sürdürme, yaşatma nimeti... Çünkü Allahü teâlâ, bizi ilk önce rahmetiyle yaratmış ve bizim için, sayesinde hayıfımızı devam ettirebileceğimiz şeyleri halketmiştir ki, bu nimet, "iade" -yeniden yaratma- vasıtasıyla tekrar tahakkuk edecektir. Zira o, bizi yeniden yaratacak ve bizim için devamlı ve kesintisiz olan şeyi de yaratacaktır. O halde bu demektir, ki bizim birisi başlangıç diğeri de yeniden olmak üzere iki halimiz vardır. Bütün bu hallerde, Allah'ın üzerimizde, birisi îcâd etme, diğeri de yaşatma nimeti olmak üzere iki nimeti vardır. Böylece Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın ilk yarısında var etme nimetine şükretmeye işaret etmek için, "Göklerde ne var, yerde ne varsa, kendisinin olan Allah'a hamdolsun"( Sebe, 1) buyurmuştur ki, bunun böyle olduğuna, "O, sizi çamurdan yaratandır" (En'am. 2) ayeti de delâlet eder ki, Cenâb-ı Hakk'ın En'âm Sûresi'ndeki bu ifadesi, ilk yaratmaya bir işarettir. İkinci sûrede, yani Kehf de ise, nimetin devam ettirilmesine mukabil şükretmeye bir işaret olsun diye, "... kendisinde hiçbir eğrilik yapmadığı, o dosdoğru kitabı kulu üzerine indiren Allah'a hamdolsun" (Kehf, 1) buyurmuştur. Çünkü beka, yaşamak, ancak şer'î hükümlerle mümkündür. Şayet, insanların kendisine ister istemez uyacağı bir işaret olmasaydı, o zaman herbiri kendi arzusuna tâbi olur ve karışık şeylerde münakaşalar meydana gelirdi ki, bu da karşılıklı dövüşmeye ve birbirini yok etmeye götürürdü. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu sûrede, ikinci olarak yaratma nimetine bir işaret olmak üzere, "el-hamdü lillâhi" buyurmuştur. Bunun bu manada olduğuna aynı ayetteki "Ahirette de, hamd O'nadır" cümlesi delâlet etmektedir.

Cenâb-ı Hak, Fâtır (Melâike) Sûresi'nde ise, yaşatma nimetine bir işaret olsun diye de, "el-hamdü lillâh" buyurmuştur. Bunun bu manaya geldiğine ise, aynı ayetin devamında, "Melekleri elçiler kılan..."(Fatır, 1) ifâdesi delâlet etmektedir. Halbuki meleklerin tümü, ancak Kıyamet gününde elçi olurlar. Ki Allah onları, müslümanlara gönderir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ve onları melekler karşılar" (Enbiya. 103) buyurmuştur. Ve yine O, meleklerin söylediğini haber verdiği ayetinde, "Selâm size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak özere girin buraya" (Zumer, 73) buyurmuştur. Fatiha Sûresi ise, Cenâb-ı Hakk'ın, dünyevî nimetlere bir işaret olsun diye buyurduğu, "Hamd âlemlerin Rabbinedir" cümlesi ve uhrevî nimetlere bir işaret olsun diye buyurduğu, "Din gününün mâliki..." (Fatiha, 3) ifadeleriyle bu her iki nimetin zikredilmesini kapsayınca, hem başlangıçta hem de bitimde okunmuştur. Ayrıca, bu ayette birkaç mesele vardır:

Bazı Meseleler

1) Hamd ve Şükür

"Hamd" "şükür" demektir. Şükür ise, nimete muabil yapılır. Halbuki Allahü teâlâ, "Göklerde ve yerde olanlar O'nundur" beyanı ile, göklerde ve yerdekilerin kendisine ait olduğunu bildirdi. O, bunların bize ait olduğunu söylemedi ki, böylece şükretmek vacib olsun! Biz buna cevaben şöyle deriz: "Hamd", mana bakımından "şükür"den ayrılır. Çünkü hamd, daha umumîdir. Böylece, hamdeden kişiye hiç nimet vermese dahi, kendisinde güzel sıfatların bulunduğu kimse övülür (memdûh) olur. Çünkü insanın, hiç beraber bulunmadığı bir âlim hakkında, "O, alimdir, âmildir; emsalini geçmiştir, kâmildir" şeklinde söylemesi yerinde olur. Bu durumda da bu kimse için, "O, falancayı övüyor, (ona hamdediyor)" denilir de, onun o kimsenin nimetlerini veya nimetlerinden dolayı o kimseyi yâd edip hatırlaması durumu müstesna, "O ona şükrediyor, teşekkür ediyor" denilmez. O halele bu demektir ki, Allahü teâlâ, kemâl ve cemâl sıfatlarıyla muttasıf olduğu için, ta ezelde mahmûd (hamdedilmiş, övülmüş ve meşkûrdur). O, kerem ve lütfunu hep izhar etmiş ve nimetlerini bahşedegelmiştir. Binâenaleyh, hamdetmek için, nimetini hatırlamak gerekmez. Tam aksine, O'nun azametini hatırlamak yeterli olur. O'nun, göklerdekilerin ve yerdekilerin mâliki olmasında tam bir azamet söz konusudur. O halde hamd, O'na mahsustur. Kaldı ki biz, ayetteki, "Göklerde ve yerde olanlar O'nundur" cümlesinin, "Yerdekileri sizin için yaratandır" (Bakara, 29) ayetinin iktizâ ettiği şükürden daha tam ve daha mükemmel bir şükrü gerektirdiğini söylüyoruz. Zira, göktekiler ve yerdekiler Allah'ın olup, bunlardan yararlanan da o değil de biz olunca, bu, şükretmemizi gerektirir. Yoksa bunların bizim için olması, o şükrü gerektirmez.

2) Ahirette Gök ve Yer

Siz, bu sûredeki "hamd"in, ahirette nimetlere bir işaret olduğunu söylediniz. O halde daha Cenâb-ı Hak niçin "gökler ve yer" ifadelerini zikretmiştir? diye düşünülebilir.

Cevap: Biz diyoruz ki, ahiret nimetleri, (şimdilik) müşahede edilmemektedir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak görünen nimetlerden bahsetmiştir ki, bu da göklerde ve yerde olan şeylerdir. Daha sonra da, ahiret nimetleri dünya nimetleriyle mukayese edilsin ve ahiret nimetlerinin devam etmesi, dünya nimetlerinin de son bulması sebebiyle ahiret nimetlerinin üstünlüğü anlaşılsın diye, "Ahirette de hamd O'nundur" buyurmuştur, işte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu varlıkların hikmetle ve hayırla içice yaratılmış olduğuna bir işaret olsun diye, O yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. Her şeyden de hakkıyla haberdardır" buyurmuştur. "Hikmet" Cenâb-ı Hakk'ın ayrılmaz ve O'na mahsus olan bir sıfatıdır. Binâenaleyh O'nun, ahirette de bu gibi şeyleri yeniden yaratması mümkündür.

Hakim ve Habir

Hikmet, fiilin kendisine bitiştiği ilim demektir. Çünkü, bir işi bilip de bildiğine göre onu yapmayan kimse hakkında, "hakîm" ifadesi kullanılmaz. O halde, fiilini ilmine uygun olarak yapan kimse hakimdir. "Habîr", işlerin neticelerini ve içyüzlerini bilen zât demektir. O halde ayetteki "hakîm" kelimesinin manası, "Allah, başlangıçta olması gerektiği gibi yarattığı için, hakimdir" şeklinde; "habîr" sözünün manası da, neticede, herbirinin akıbetinin ne olacağına değin, mahlûkattan neyin sudur edip etmeyeceğini bilen demektir. O halde Allah, başlangıçta hakîm, neticede de habîrdir.

Allah'ın İlmi

Daha sonra Cenâb-ı Hakk,

2

"Yere ne giriyor, oradan ne çıkıyor; gökten ne iniyor, oraya ne yükselip çıkıyorsa O bilir. O, çok merhametli, çok affedicidir".

ayeti ile de, haber verdiği o şeylerin haber verdiği gibi olduğunu beyan buyurmuştur.,"Yere giren, tane ve ölüleri; yerden çıkan, başaklar, canlılar; gökten inen yağmur, melekler ve Kur'ân gibi çeşitli rahmetlerini, göğe çıkan güzel sözleri de bilir" demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "O'na yükselir güzel söz..." (Fatır, 10) buyurmuştur, ve sâlih ameller de göğe yükselen şeyler cümlesindendir. Çünkü Allah, "Salih amel de onu yükseltir" (fatır, 10) buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Allah, yere girenleri, gökten inenlerden önce zikretmiştir. Çünkü dane, tohum, önce yere düşer, daha sonra sulanır.

Farkı

Cenâb-ı Hak, salih amellerin kabul edildiğine ve temiz ruhların derecelerine bir işaret olsun diye, burada şeklinde bir ifâde kullanmamış,, bunun yerine ifadesini zikretmiştir. Çünkü harf-i cerri, mesafenin sonunu ifâde eder. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak şayet, tabirini kullanmış olsaydı, bundan, o yükselen şeylerin gökte kaldığı, beklediği manası anlaşılırdı. Halbuki Cenâb-ı Hak, o yükselen şeylerin gökleri delip onlardan daha üste çıktıkları anlaşılsın diye, ifadesini kullanmıştır. İşte bu manadan dolayı, güzel kelimelerle ilgili ifade "O'na yükselir güzel (Fatır, 10) buyurmuştur. Çünkü en son, Allah'dır. O'na ulaşmanın ötesinde, artık başka bir derece yoktur. Ama "gök" ise, en yakın olandır. Onun üzerine, münteha (varılan son yer) vardır.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk, "O, çok merhametli, çok affedici" buyurmuştur. Allah, indirmesi sebebiyle rahimdir.

Çünkü o, rızkı, gökten indirir. Ruhlar ve ameller kendisine yükseldiğinde de gafurdur. O halde Allah, ilk önce, nimetleri indirmesiyle "rahim"dir, ikinci olarak, amellerin ve ruhların yükselmesi esnasında "gafûr"dur.

Kıyamet

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Kendisinin hamd'e müstehak olmasına vesile teşkil eden nimetlerin, ahiret nimetleri olduğunu beyân etmiş, fakat bir topluluk bunu inkâr edince, (bunu bildirmek üzere) şöyle buyurmuştur.

3

"İnkâr edenler, "O saat bize gelmeyecek" dediler. De ki: "Hayır, gaybı büen Rabbinin hakk, için o, size mutlaka gelecektir. Ne göklerde ne yerde bir zerre miktarı Ondan kaçamaz. Bundan daha küçük ve daha buyuk hiçbir şey müstesna olmamak üzere, hepsi muhakkak ki, apaçık bir kitaptadır". (Bu), Allah'a iman edip de güzel güzel amel ve hareketlerde bulunanları mükâfaatlandırmak içindir. Bunlar yok mu, mağfiret de, şerefli rızık da onlarındır.

Akâid Meselesinde Yemin

Cenâb-ı Hak, kıyameti getireceğini haber vermiş ve bu hususu, yemin ile de pekiştirmiştir. Zemahşerî (r.h), şöyle der: "Şayet birisi, onlar, "Allah yoktur" derken, cyametin varlığını yeminle pekiştirmek, nasıl doğru olur? Farzedelim ki onlar, Rabbin varlığını kabul etmişlerdir. Ancak ne var ki, itikadı meseleler yeminle isbât edilemezler derse, buna şöyle cevap verilir: Cenâb-ı Hak, sadece yeminle yetinmemiş, tam aksine bunun delilini de pekiştirmiştir ki, bu da, O'nun, "(Bu), Allah'a iman edip de güzel güzel amel ve hareketlerde bulunanları mükâfaatlandırmak içindir" şeklindeki beyanıdır. Bunun onun delili olduğunu da şu şekilde izah edebiliriz: Kötülük yapan, günah işleyen, bazan dünyada, dünyevî lezzetler içinde uzun bir müddet kalır ve bu hal üzere ölür. İyilikte bulunan da bazan dünyada birtakım çetin sıkıntılar ve elemler içinde bir müddet yaşar, derken o da bu sıkıntılar içinde ölür gider. Binâenaleyh şayet, karşılıkların verileceği bir yer olmasaydı, durum, Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine mugayir olurdu."

Benim diyeceğim şudur: "Gaybı bilen ... bir zerre miktarı O'ndan kaçamaz" ifadesindeki delil daha açıktır. Bu böyledir, zira Allah Tealâ her şeyi bilen bir zat olunca, canlıların cüzlerini de bilir ve onları bir araya getirmeye kadir olur. O halde kıyametin vukuu, mümkündür. Kaldı ki, muhbir-i sâdık, (Allahü teâlâ ve Hazret-i Peygamber) bunun olacağını haber vermiştir. O halde kıyamet alacaktır.

Yaptığımız bu izah açısından, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ne göklerde ne yerde" beyanında şöyle bir malik vardır: İnsanın, hem cinsi, hem de ruhu vardır. Cisimlerin parçaları yerde, ruhlar ise göktedirler. O halde, "Ne göklerde... bir zerre miktarı, O'ndan kaçamaz" ifadesi, O'nun ruhları bildiğine; "ne yerde" ifadesi de, O'nun maddeleri bildiğine bir işarettir. Binâenaleyh O, ruhları ve maddeleri bilip, onları biraraya getirmeye kadir olduğuna göre, artık Kıyametin varlığı akıldan uzak görülemez.

"Bundan daha küçük..." ifadesi, ayette, "bir zerre miktarı" ifadesine yer verilmesinin bir tahdit için olmadığına, tam aksine o zerreden daha küçüklerin bile O'ndan kaçamadığına bir işarettir. Yaptığımız bu izaha göre şayet birisi, "O halde, "daha büyüğün" ifade edilmesine ne gerek vardı? Çünkü, zerreden daha küçüğünü Man bir kimse, mutlaka ondan daha büyüğünü de bilir" derse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, bütün her şeyin Kitap'ta, Kur'ân'da tesbit edildiğini beyan etmeyi dileyince, şimdi an küçüğünü zikirle yetinmiş olsaydı, birisi şöyle bir zanna kapılabilirdi: "O, unutulması -Omkün olduğu için, küçük şeyleri tesbit edip yazıyor. Ama daha büyüklerine gelince, bunlar zaten unutulmazlar, binâenaleyh, bunların tesbitine ihtiyaç yoktur." İşte Cenab-ı Hak bunun üzerine, "Kitaptaki tesbit işi, bu sanıldığı gibi değildir, en büyüğü de oraya yazılmıştır" demek istemiştir.

İman Necat Sebebidir

Cenâb-ı Hak, küçük ve büyük ne varsa, hepsini bildiğini beyan edince, bunların bir araya getirilip tesbit edilmelerinin ceza (mukabele, karşılık) için olduğunu belirtmek üzere:

4

"(Bu), Allah'a iman edip de güzel güzel amel ve hareketlerde bulunanları mükâfaatlandırmak içindir. Bunlar yok mu, mağfiret de şerefli rızık da onlarındır"

buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak iman edenler hakkında, "iman ve amel-i salih" gibi iki husustan bahsetmiş; onlar için ise, mağfiret ve rızk-ı kerîm gibi iki şeyi zikretmiştir. O halde bu demektir ki mağfiret, imanın karşılığıdır. Binâenaleyh, bu demektir ki, her mü'min bağışlanmış, affedilmiş demektir. Bunun böyle olduğuna "Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak tanınmasını bağışlamaz. Ondan başkasını dileyeceği kimseler için, bağışlar" (nisa, 48) ayeti ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisi delâlet etmektedir: Bu, Tâceddin Isa İbn Ahmed İbn el-Hakim el-Bendeht, bize bildirdi. Dedi ki: "Bana babam dedemden, o da Muhyî's-Sünne (Beğavî)'den; o da Abdulvahid el-Müleycî'den, onun Ahmed İbn Abdillâh en-Nuaymî'den, onun da Muhammed İbn Yusuf el-Ferebrî'den.onun da Muhammed İbn İsmail el-Buharî'den (bize kadar gelen) şu haberdir: "Kalbinde zerre miktarı bir iman olarak "Lâ ilahe illallah" diyen herkes cehennemden çıkacaktır Müsned, 3/12

Amel-i Salih'e mukabil, "rızk-ı kerim" zikredilmiştir ki, bu münasiptir. Çünkü, kim kerîm bir efendiye bir iş yaparsa, bu işi yapan kimse o işi bitirdiğinde, o efendi mutlaka ona lütufta bulunur ve onu yedirir içirir. Bu ayette de rızkın, "kerim" ile tavsif edilmesi, daha evvel de bahsettiğimiz gibi onun, ya keremli; yahut da, ikramda bulunan manasına gelmiş olmasındandır. Yahut da bunun dünya rızıklarının aksine, hiç peşine düşmeden talep edilip elde edilmesinden dolayıdır. Çünkü dünya rızıkları, peşine düşülmeden elde edilemez. Bu ayetlerin tefsiriyle ilgili birkaç mesele vardır:

Bazı Belağat İncelikleri

Ayetteki, "Bunlar yok mu, mağfiret de, şerefli rızık da onlarındır" cümlesi şu iki manaya gelebilir:

a) Bu, o mü'minler için bir karşılıktır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak bunu onlara ulaştıracaktır. Çünkü O, "(Bu), Allah'a iman edip de güzel güzel amel ve hareketlerde bulunanları mûkâfaatlandırmak içindir" buyurmuştur.

b) Bu, onların hakkıdır. Allah, onlara başka bir şeyle de karşılık verecektir. Çünkü (......) ifadesi, tam bir isim cümlesidir. O'nun, (......) ifâdesi, müstakil ve tam olan bir fiil cümlesidir. Cenâb-ı Hakk'ın bu ifâdesi, müjde bakımından, bir kimsenin "İman edenleri rızıkla mükâfaatlandırmak için..." ifadesinden daha belîğdir.

İkinci Mesele

(......) kelimesindeki lâm, ta'lîl için olup, mânası "Ahiret, ceza içindir... Karşılık içindir" şeklindedir. Buna göre şayet birisi, "Bu ilgiyi nasıl izah edebilirsiniz?" derse, biz deriz ki: Allahü teâlâ, mükâfaatının kesilmemesini dilemiştir. Böylece Allah, mükellef için, vereceği mükâfaat ona devamlı ve kesintisiz ulaşsın diye, devam eden ve bakî olan bir yurt (ahiret) vermiştir. Cenâb-ı Hak vereceği bu yurttan önce de, mükellefin, bu yurdu hem ondan öncekiyle mukayese ettiğinde, hem de, onu kendisi itibariyle ele aldığında, ahirette kendisine ait olan şeylerin kıymetini anlaması için, ona birtakım kederlerin, acıların, hastalıkların yer aldığı, üstelik de ölümün bulunduğu bir yurt (dünya) yaratmıştır.

Rızkın Kısımları

Allahü teâlâ, rızkı, "kerim" diye tavsif ederek, diğerlerinden ayırmıştır, mağfireti ise tavsif etmemiştir.

Çünkü mağfiret tek olup, mü'minlere aittir. Rızık ise, zakkum ağacı ve kaynar su gibi birden fazladır, meyveler ve temiz içecekler de rızıktır. Dolayısıyla, işte rızkın böyle kısımları bulunduğu için, diğerlerinden ayrı olarak rızkı tavsif etmiş; mağfiretin kısımları olmadığı için, onu tavsif etmemiştir.

Kur'an'a Karşı Çıkılmaz

5

"Birbirleriyle yarış edercesine, ayetlerimize karşı koşuşturanlara gelince, onlar için de pek çetin ve kötü bir azab vardır".

Allahü teâlâ, mü'minlerin Kıyametteki hallerinden bahsedince, kâfirlerin hallerinden de bahsetmiştir. Hak teâlâ'nın, "Birbirleriyle yarış edercesine ayetlerimize karşı koşuşturanlar" ifadesi, "Ayetlerimizi yalanlayanlar" manasınadır ki, bu durumda bu ifade bir önceki ayetin mukabili olmuş olur. Çünkü önceki ayette yer alan, "iman edenler" ifadesi de, "ayetlerimizi tasdik edenler" manasına; bu ise, yalanlayanlar" manasınadır.

Eğer, "Ayette mutlak manada bir koşuşturmadan bahsedilmesine rağmen, sen onların ayetleri bâtıla çıkarma hususunda çaba sarfettiklerini nereden çıkardın?" oenitirse, biz deriz ki: Bu mana, aynı ayetteki "Birbirleriyle yarış edercesine" tabirinden anlaşılır. Çünkü bu kelime, ayette "hal" mahallinde olup, onlar, aciz bırakmayı ister bir halde, ayetlerimize karşı koymuş, çaba sarfetmişlerdir" manasındadır. Zira ayetleri tebliğ ve anlatma hususunda gösterilen sa'y-u gayret sebebiyle, bunu yapan kimse, "mu'âciz" (acze düşürmeye çalışan) olmuş olmaz. Çünkü Kur'ân ve ayetler, aslında bir mucize (âciz bırakan şey) olup, bunların bu hususta hiç kimseye ihtiyacı yoktur. Yalanlayan kimse ise, apaçık ayetleri gizleme gayreti göstermektedir. Dolayısıyla o, bu hususta, belki de bu sayede ayetlere tutunanları acze düşüreceğini umarak, yalanlarına revaç buldurmak için, büyük gayret göstermek ve ileri derecede çalışmak mecburiyetindedir. Bu kelimenin, "Kendilerinin, Allah'ın elinden kurtulabileceklerini sanarak..." manasında olduğu da söylenmiştir. Bu manada, o gayreti gösterenin bâtıl için gayret göstermiş olduğu çok net bir şekilde onaya çıkar. Ayetteki, "Onlar için de pek çetin ve kötü azab vardır" ifadesi, bir önceki ayette geçen, "Onlar için rızk-ı kerim ... vardır" ifadesinin mukabilidir.

Bazı Üslûp İncelikleri

Ayette şöyle birtakım incelikler var:

1) Cenâb-ı Hak burada, "Onlar için ... azab vardır" buyurmuş, ama "Allah onları cezalandıracaktır" dememiştir. Halbuki biz biraz önce, Hak teâlâ'nın, 'iman edenleri ... mükâfaatlandırmak için..." ifadesinin, "Allah onları, başka bir şeyle de mükâfaatlandırır" manasına gelebileceğini, yine bir önceki ayetteki, "Mağfiret de, şerefli rızık da onlarındır" ifadesinin ise, bunun onların hakkı olduğunu gösteren bir ifade olduğunu söylemiştik. Netice olarak diyebiliriz ki: Bir önceki ayetteki, "Mükâfaatlandırmak için.." kelimesi nazar-ı dikkate alındığında, orada mü'minler için fazladan bir mükâfaat verilmesi ihtimali vardır. Allahü teâlâ, bu ayette ise, "Onları cezalandırmak için..." tabirini kullanmamıştır. Binâenaleyh burada böyle fazladan bir ceza ihtimali yoktur.

2) Allahü teâlâ, o ayette, "Mağfiret de ... onlarındır" buyurmuş ve buna ilaveten şerefli bir rızkın olduğundan bahsetmiştir. Burada ise, sadece "Onlar için de pek çetin ve kötü bir azab vardır" demiştir. Bunun niçin böyle söylendiğinin izahı, bir önceki maddede geçti.

3) Allahü teâlâ bir önceki ayette, "Mağfiret de şerefli rızık da onlarındır" buyurmuş ve "rızkı", ba'ziyyet (kısmîlik) ifade eden min (harf-i cem) ile az olarak zikretmemiş, "onlar için rızıktan bir kısım ve kerim (şerefli) olan rızık cinsinden bir rızık vardır" dememiştir. Bu ayette ise, min-i teb'îziyye (ta'ziyyet ifade eden min) olabilecek olan bir şekilde, buyurmuştur ki, bütün bunlar, Allahü teâlâ'nın rahmetinin genişliğine, rahmetine oranla gazabının azlığına bir işarettir. Ayetteki "ricz" kelimesinin, "en kötü azab" manasına olduğu söylenmiştir. Buna göre buradaki "min", cinsin beyânı (azabın cinsini göstermek) için olup, tıpkı, "Gümüş yüzük" ifadesi gibidir.

Ayetteki, "elim" (acıklı) kelimesi, mecrûr ve merfû (kesreli ve ötreli) olarak, İki şekilde okunmuştur. Merfû okunuşu, "azab"ın sıfatı sayılmasından dolayıdır. Buna göre sanki, "Onlar için, azabın en kötüsünden, elîm bir azab vardır" denilmek istenmiştir. Bu kelimenin mecrûr okunuşu ise, "ricz" kelimesinin sıfatı sayılmasından ötürüdür. Binâenaleyh manaya göre merfu okunuş, lafza göre mecrûr okunuş daha uygundur. Eğer, "Hiç amel-i sâlihi olmayan bir mü'minin ve inkârından başka günahı olmayan bir kâfirin bulunması mümkün olduğuna göre, ayetteki taksimat niçin, sâlih ameli bulunan mü'min ve "birbiriyle yarış edercesine ayetlerimizi yalanlayan (inkâr eden)" şeklinde yapılmıştır?" denilirse, şöyle cevap veririz: Ayette bahsedilen bu iki gurubun durumu bilindiğinde, mü'min kimsenin, derecesi daha önce bahsedilenlere yakın, kâfirin de, derecesi ayette bahsedilmiş olanlara yakın olduğu, mü'min için, ikram olunma hususunda, sâlih amel de işlemiş olanlara verilecek kadar olmasa bile, bir mağfiret ve rızk-ı kerimin olduğu; inadcı (düşman) olmayan kâfir için de, inadcı, yalancı, islâm düşmanı kâfirler için olan, o en kötü azab türünden olmasa bile, yine bir azabın olacağı anlaşılır.

İlim Kur'ân'ı Destekler

6

"Kendilerine ilim verilenler ise, Rabbinden sana indirilenin hakkın tâ kendisi olduğunu ve onun her övgüye layık, mutlak gâlib (Allah)'ın yoluna ilettiğini bilirler".

Allahü teâlâ âhireti inkâra ve yalanlamaya gayret edenlerin halini anlatınca, bu dünyadaki hallerini de anlatmıştır. Bu da, o kimselerin dünyadaki gayretlerinin de bâtıl oluşudur. Çünkü ilim sahibi kimseler, onların yalanlarına ve aldatmacalarına aldanmazlar ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirilen Kur'ân'ın, hak ve doğru olduğunu bilirler.

Ayetteki, "O, Hakk'ın kendisidir" cümlesi "hasr" (sadece) manasını ifade eder ve "Hak (gerçek) sadece budur. Yalancının sözü ise bâtıldır, asılsızdır" demektir. İki tarafın birbiriyle münakaşası bu manada değildir. Çünkü münakaşa lafzî olup, onlardan herbirinin sözü, bir mana ifade etmesi bakımından hak olur.

Ayetteki "Onun, her övgüye lâyık, mutlak gâlib (Allah)'ın yoluna ilettiğini bilirler" ifadesi, indirilen o şeyin hak oluşunu beyân eden oir ifade olabilir. Çünkü indirilen o şey, bu doğru yola hidayet eder. Yine bu ifâde, bir başka manayı açıklamak için de getirilmiş olabilir. O da şudur: İndirilen o şeyin, hak ve hidâyet eden bir şey olmasının yanında, artık hakkın kabul edilmesi gerekir. -ele de o hakta, istikbalde bir fayda, yani Allah'a kavuşma faydası söz konusu ise...

Azîz-u Hamid

Cenâb-ı Hakk'ın ifadeleri, hem bir teşvik, hem bir tehdid ifade eder. Çünkü O, azîz olunca, ayetlerini ve kendisini yalanlamaya ve inkâra gayret ?6sterenlerden intikam alacak demektir. Hamîd olunca da, ayetlerini ve kendisini tasdik eden ve sâlih amel işleyenlere teşekkür eder, yani karşılığını verir.

Eğer, "Sen, daha önce hep Cenâb-ı Hakk'ın rahmet tarafının önce geldiğini savunuyordun. Cenâb-ı Hak öyle ise niçin heybet ifade eden sıfatını, rahmet için olan sıfatından önce zikretmiştir?" denilirse, biz deriz ki: O'nun heybeti tam, intikam alması çetin bir azîz oluşu, arzu, istek ve teşvik tarafını güçlendirir. Çünkü cebbar ve çetin Dmsini memnun etmek, Öyle olmayanı memnun etmekten daha şereli ve daha cymetlidir. Binâenaleyh "aziz" sıfatı, insanları korkuttuğu gibi, ümitvâr da eder. Yine bu vasıf, azîz olan o zata yaklaşmak için, kişiyi tekzibden uzaklaştırdığı gibi, tasdike teşvik eder.

Haşri İnkâr

7

"O kâfirler dediler ki: "Size, didik didik parçalanıp dağıldığınız vakit, yeniden yaratılacağınızı kesin haber vermekte olan bir adam gösterelim mi?".

Bu ayetin, daha öncekilerle ilgi ve münasebeti şudur: Allahü teâlâ, bunların Kıyameti inkâr ettiklerini belirtip, onların bu görüşlerini, "O, size mutlaka gelecektir" (sebe, 3) ayetiyle reddedip, bundan sonra da, mü'minin sâlih ameline karşılık vereceği mükâfaat, ayetlerini yalanlamaya gayret gösterenlerin işledikleri bu günahlara da azabla karşılık vereceğini beyan buyurunca, "O size mutlaka gelecektir" cümlesinden sonra, mü'minin ve kafirin durumunu beyân ederek, "Mü'min "sana indirilen haktır. O, hidayete iletir" diyen, kâfir ise bunun bâtıl olduğunu söyleyendir" demiştir. Onların, ayetleri bâtıla çıkarmak için gösterdikleri inâd ve gayretin ileri bir derecesi olarak da, hayret ifade eden bir üslûpla, "Size, didik didik parçalanıp dağıldığınız vakit, yeniden yaratılacağınızı kesin haber vermekte olan bir adam gösterelim mi?" dediklerini bildirmiştir. Bu tıpkı birisinin, çok uzak bir ihtimal olduğunu göstermek için, imkânsız işler hususunda, "Güneşin batıdan doğduğunu söyleyen bir adam geldi" şeklindeki sözü gibidir.

Kâfirlerin Şaşkınlığı

8

"O, Allah'a karşı yalan yere iftira mı etti? Yoksa onda bir delilik mi var? Hayır, hayır. Ahirete inanmamakta olanlar orada azabta ve haktan uzak bir sapıklık içindedirler".

Cenâb-ı Hakk'ın bu ayeti, şu iki manaya muhtemeldir:

a) Bunun, bir önceki ayetteki "Gösterelim mi?" diyen kâfirlerin sözünün devamı olması...

b) Bunun, "Gösterelim mi?" diyenlere cevap veren dinleyicilerin sözü olması ihtimali... Bu ikincisine göre, dinleyen kimse sanki, onun "size ... göstereyim mi?" şeklindeki sözünü duyunca, ona, eğer aksine inanıyorsa, "Bu peygamber, Allah'a yalan yere iftira mı ediyor?" der. Eğer, onun gibi inanıyorsa, "Yoksa onda (peygamberde) bir delilik mi var?" der.

Bu ayette şöyle bir incelik var: Kâfir, yalanının ortaya çıkarılmasına razı olmaz. İşte bundan ötürü meseleyi iki ihtimale taksim etmiş "iftiracı" iddiasını kesin bir ifade ile belirtmemiş, "iftiracı" veya "deli" olabileceğini söylemiştir. Böylece, kendisine yöneltilebilecek şu itirazdan yakasını kurtarmak istemiştir: "Nasıl ona iftiracı dersin, halbuki o gerçek zannı ile böyle söylemiş olabilir. Bu zannı da onun, bazı durumlarda "itirafçı" veya "yalancı" diye nitelendirilmesine manidir. Baksana, birisi "Zeyd geldi" dese, ama Zeyd'in gelmemiş olduğu anlaşılsa ve ona, "Yalan söyledin" denilse, o, "Ben yalan söylemedim. Onun geldiğini falancadan duydum ve bunun doğru olduğunu sandım" der. Böylece de yalan söyleme işini, bu sanma (zann) ile bertaraf eder. Binâenaleyh o kâfirler de, (birgün) yalanlarının ortaya çıkmasını da nazar-ı dikkate alarak konuşmuşlardır. Dolayısıyla her aklı başında olan insanın, halkın huzurunda yalanının ortaya çıkmasından sakınması ve derece bakımından kâfirlerden daha aşağı düşmemesi gerekir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak onlara yeniden cevab vermiş, onların, "O, Allah'a karşı yalan yere iftira mı etti?" sözlerine karşılık, "Hayır, hayır. Âhirete inanmamakta olanlar, orada azattadırlar"; "Yoksa onda bir delilik mi var?" sözlerine karşılık da, "(Onlar) haktan uzak bir sapıklık içindedirler" buyurmuştur. Her ikisi de, uygun bir cevaptır. Buradaki azab, doğru söyleyen bir kimseye yalan isnad etmek çok fazla eziyet verdiği içindir. Çünkü bu, o kimsenin azaba müstehak olduğuna bir şehâdettir.İşte, onlar peygamberi yalancı saydıkları için, bu azap onlara verilmiştir. Deliliğe gelince, aklı başında olan birisine bunu isnad etmek, ona eziyet etme açısından, yalancı olduğunu söylemekten daha hafiftir. Çünkü bu takdirde o kimse, onun azablanacağına şehadet etmemiş, ancak onu doğruyu bulamamış olmakla itham etmiştir. Böylece de Cenâb-ı Hak, onların sapıkların tâ kendileri olduğunu beyan etmiş ve sonra onların sapıklıklarını "haktan uzak bir sapıklık" diye tavsif etmiştir. Çünkü hidayete ermiş birisine, sapmış (şaşmış) diyenin kendisi sapmıştır. Hidâyete erdirene sapmış" diyen ise, daha sapık olur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), her hidayete erenin, rehberidir.

Kâfirin Görmez Gözü

9

"Gökten ve yerden, önlerinde ne var, arkalarında ne var görmediler mi? Eğer Biz dilersek, onlan yere geçiririz, yahut gökten üstlerine parçalar düşürürüz. Şüphe yok ki bunda Rabbine dönen her kul için elbet bir ayet vardır".

Allahü teâlâ, kendisinin gaybı bilen, kötülüklere ve iyiliklere karşılık veren olduğunu söyleyince, burada yeni bir delilden bahsetmiş ve burada bir tehdidde bulunmuştur. Bu delil, "Gökten ve yerden..." ifadesinden çıkarılmıştır. Çünkü gök ve yer, daha evvelce defalarca anlattığımız gibi, Allah'ın birliğine delalet ederler Yine Cenâb-ı Hak, "Eğer, onlara "Gökleri ve yeri kim yarattı?" dîye soracak olsan, "Allah" derler." (Lokman. 25) buyurmuştur. O halde bu iki ifade haşre (ve dirilişe) delalet ederler. Çünkü bunlar, Allah'ın kudretinin mükemmel olduğunu gösterirler. Allahü teâlâ'nın yeniden yaratması da kudretinin bir tezahürüdür. Biz bunu defalarca anlattık. Ayrıca Cenâb-ı Hak, "Gökleri ve yeri yaratan, onların bir benzerini yaratmaya kadir değil mi?" (Yasin, 81) buyurmuştur. Buradaki tehdide gelince bu da, Hak teâlâ'nın "Eğer Biz dilersek onlan yere geçiririz" ifadesinde anlatılmaktadır. Bu, "Biz yere batırmak ve üzerlerini örtmek suretiyle, onlara fayda veren şeyin yani toprağın kendini onlara zarar veren hale getiririz" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki bunda Rabbine dönen her kul için elbet bir ayet vardır" yani "Allah'a dönüp, taassubu terkeden herkes için bir ayet var" buyurmuştur. Allahü teâlâ kendine yönelenlerden bahsedince, onlardan yönelip de isabet edenlerden de bahsetmiştir. Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm) işte bunlardandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbisine istiğfar etti, rükû ile yere kapanıp (Allah'a) yöneldi" (sad, 24) buyurmuştur.

Dâvûd (aleyhisselâm)'a Lütuflar

Cenâb-ı Hak, Dâvûd (aleyhisselâm)'ın yönelişine karşılık ona ne verdiğini şöyle buyurarak ifade etmiştir:

10

"Celâlim hakkı için biz Davud'a, bizden bir iazl verdik. "Ey dağlar onunla birlikte tesbîh edin" (dedik). Kuşlara da böyle (dedik). Onun için demiri de yumuşattık".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hak teâlâ'nın, "Bizden" ifadesi, Dâvûd (aleyhisselâm)'ın faziletini beyân etmeye bir işaret olup, izahı şöyledir: Ayetteki bu ifade, tek başına anlaşılan müstakil bir ifâde olup, tıpkı birisinin, "Padiyah Zeyd'e bir elbise verdi" demesi gibidir. Binâenaleyh bir kimse "O ona kendinden bir elbise verdi" dediğinde, bu, o elbisenin özel elbiselerden olduğunu gösterir. İşte aynen bunun gibi, Allah'ın fazlından vermesi geneldir. Ama katından verdiği nübüvvet ancak bazı insanlara hastır. Bu, yine Hak teâlâ'nın, "Rableri onları, kendinden olan bir rahmet ve hoşnudluk ile müjdeler" (Tevbe, 21) ayetinde olduğu gibidir. Çünkü Allah'ın rahmeti geniştir, dünyada herkes ulaşır. Ama O'nun âhirette mü'minlere olan rahmeti, has kulları için özel olarak verdiği, katından bir rahmettir. İşte bu sebeble, "Rableri onları, Kendinden olan bir rahmet ve hoşnudluk ile müjdeler" (Tevbe, 21) buyurmuştur.

Dağlara Zikrettirmesi

Bu, Hak teâlâ'nın, "Ey dağlar, onunla birlikte tesbiht edin " emri ile İlgilidir. Zemahşeri şöyle der:

"Buradaki, (......) ifadesi, önce geçen, "fazl"dan bedel olup, manası, "Biz Davud'a fazlı verdik, yani, "Ey dağlar..." (dedik.)" şeklindedir. Yahut da önce geçen âteynâ kelimesinden bedel olup, manası, "Davud'a Bizden bir fazl verdik ve "Ey dağlar (...)" dedik" şeklindedir."

Üçüncü Mesele

Bu kelime, hem vâv'ın şeddesiyle tef'il babından olarak, evribî, hem de vâv'ın sükûnu, hemzenin zammesi ile, "dönmek" manasına olan, "evb" masdanndan olmak üzere diye okunmuştur. Buna göre te'vîb, döndürmek manasına olur. Bunun manasının, "Onunla beraber siz de yürüyün ey dağlar" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Hak teâlâ'nın, "Derken (Allah'ı) tesbih eder" (Enbiya, 79) ifadesindeki tesbihin, yüzmek manasına gelen "sibâhat" masdanndan olduğu söylenmiştir ki sibâhat, yüzme denilen birtakım muayyen hareketlerden ibarettir.

Dördüncü Mesele

Ayetteki, (......) kelimesi, münâdânın mahalline hamlen mansub, lafzına hamlen de merfû okunmuştur.

Kuşları Zikrettirmesi

"Te'vib" de (tesbihde) Dâvûd (aleyhisselâm)'a uyma, sadece dağa ve kuşlara mahsus değildir. Fakat burada dağ cansızlarıtemsil etmektedir. Tayr (kuş) ise, uçup gitmeyi ifâde eder. Bu iki cins varlığın, Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'a uymaları akıldan uzak görülmez. Binâenaleyh bu varlıklar ona uyunca, bunların dışında kalanların haydi haydi muvafakat etmeleri gerekir. Ama buna rağmen bazı insanlar ona uymamışlardır ki bunlar, kalbleri taştan daha sert olan katı yürekli kimselerdir.

Demiri İşlemesi

Ayetteki, "Onun için demiri de yumuşattık" ifadesi, atfedilmiş bir ifade olup, bunun atfedildiği şeyin, daha önce gecen, "Ey dağlar ..." ifadesinin başına takdir ettiğimiz, kulna (dedik) kelimesi olması muhtemeldir. Buna göre ifadenin manası, "Biz, "Ey dağlar, onunla birlikte tesbih edin" dedik ve onun için demiri yumuşattık" şeklinde olur. Bu ifadenin, ayetin başındaki ateyna (verdik) fiiline atıf olması da muhtemeldir ve buna göre kelamın takdiri, "Davud'a bizden bir fazl verdik ve onun için demiri yumuşattık" şeklinde olur.

Yedinci Mesele

Allahü teâlâ, Dâvûd (aleyhisselâm) için demiri, elinde âdeta bir mum gibi oluncaya kadar yumuşattı. Bu, Allah'ın kudreti açısından çok basit birşey. Çünkü demir, ateş sayesinde yumuşuyor ve âdeta yazı yazılan bir mürekkep gibi oluncaya kadar eriyebiliyor. Öyle ise, Allah'ın kudreti açısından bunu kim akıldan uzak görebilir? "Dâvûd (aleyhisselâm)'un, Allahü teâlâ'dan, kendisini Beytü'l-Mâl'den yemekten müstağnîkılmasını istemişti. Böylece Allahü teâlâ ona, demiri yumuşatmış ve elbise (yani zırh) yapma sanatını öğretmişti" denilmiştir. Allahü teâlâ, bir sanat olarak Hazret-i Dâvûd için bunu seçmiştir. Çünkü bu, Allah'ın emir âleminden ruhu (canı) muhafaza ve kerim (şerefli) olarak yaratılmış insanı, öldürülmekten koruma çalışmasıdır. Binâenaleyh zırh yapmak, yay, kılıç v.s. şeyleri yapmaktan daha hayırlıdır.

Dâvûd (aleyhisselâm)'un Zırh Yapması

11

"Uzun zırhlar yap. Dokumada intizamı (ölçüyü) gözet" diye (buyurduk). Sâlih amellerde bulunun. Çünkü ben, yaptıklarınız hakkıyla görenim".

Ayetin başındaki, en lafzının, edat-ı tefsir olduğu ileri sürülmüştür. Binâenaleyh bu, ervi müfessire olup, "yani uzun zırhlar yap" dedik" manasınadır. O halde bu ifade, bir önceki "Onun için demiri de yumuşattık" cümlesinin, tefsiridir. Aslında bu ifade, "Yapsın diye..." yani, "Biz demiri onun için, uzun zırhlar yapsın diye yumuşattık" takdirindedir. Ayetin takdirinin, "Ona "uzun zırhlar yap diye" ilham ettik" şeklinde olması da mümkündür. Buna göre, "en" İle kullanılan muzarî fiil, masdar-ı müevvele çıkıp, ifâdenin takdiri, "Biz Dâvûd için demiri yumuşattık ve ona, uzun-geniş zırhlar yapmasını ilham ettik" şeklinde olur. Böylece ayette, sıfat zikredilip, onunla mevsuf anlatılmış olur.

Allahü teâlâ "Dokumada intizamı (ölçüyü) gözet" buyurmuştur. Müfessirler şöyle demişlerdir: Kalın çivi kullanma, yoksa zırhın delikleri (gözenekleri) büyük olur. Delikleri büyük tutarsan, kurşunlar ve oklar oradan içeri girer. Şöyle de denilebilir: "Serd", örmek-dokumak demektir, öyle ise ayetteki bu ifâde, vâcibliği (farz oluşu) gösteren bir emir olmayıp, ancak kazanç temini için yapılmış bir emirdir. Kazanç ise, ihtiyaca göre yapılmalıdır. Gece ve gündüzden arta kalan zamanlar ise, ibadete harcanmalıdır. Buna göre mana, "Bu işi yaparken, zamanı ölçülü kullan, bütün vaktini kesb (kazanç) İçin harcama. Sadece geçimini temin edecek kadarını kazanca harca" şeklinde olup, aynı ayetteki, "Salih amellerde bulunun" ifadesi de buna delâlet etmektedir. Yani, "Siz aslında amel-i sâlih için yaratıldınız. Binâenaleyh esas olarak (çok olarak) bunu yapın. Zamanı kazanca sarfetmekte ölçülü davranın" demektir.

Cenâb-ı Allah daha sonra, "amel-i sâlih" emrini, "Çünkü ben, yaptıklarınızı hakkıyla görenim" buyurarak te'kid etmiştir. Padişah için birşey yapan ve kendisinin onun gözetiminde (gözü önünde) olduğunu bilen kimsenin, o işi güzel ve sağlam yapacağını, o hususta elinden gelen tüm gayretlerini şadedeceğini defalarca anlatmıştık.

Süleyman (aleyhisselâm)'ın İnkiyadı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, kendisine yönelen birisinden, yani Dâvûd (aleyhisselâm)'dan bahsedince, bir başka yönelenden daha bahsetmiştir. Bu da Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'dır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Biz, onun tahtı üzerine bir cesed attık. Sonra o (bize) döndü" (sad. 34) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bu dönen zâtın, bu dönüşü ile elde ettiği şeylerden bahsedip şöyle buyurmuştur:

12

"Süleyman'a da rüzgârı müsahhar kıldık. Onun sabahı bir aylık yol, akşamı bir aylık yoldu. Erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Önünde, Rabbisinin aniyle, iş gören bazı cinler de vardı. İçlerinden kim, bizim emrimizden ayrılıp saparsa ona çılgın azabtan taddınnz".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

"Rih" hem ref, hem de nasb ile okunmuştur. Ref'e göre takdir, ya "Rüzgâr Süleyman için musahhardır" şeklindedir, yahut da, "Süleyman'a rüzgâr müsahhar kılındı" şeklindedir. Nasb'a göre ise, "Biz, rüzgârı Süleyman'a müsahhar kıldık" takdirindedir. Merfû (ötreli) okunuşun bir başka izahı da şöyle olabilir: Tıpkı, "Ev Zeyd'indir" denilmesi gibi, denilmiştir. Bu böyledir. Çünkü rüzgar, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) için, tıpkı istediği şeyi emrettiği hususî bir kölesi gibiydi.

İkinci Mesele

Ayetin başındaki "vâv", atıf içindir. "Rih"in merfu okunuşuna göre, isim cümlesi, fiil cümlesine atfedilmiş olur ki, bu caiz değildir veya güzel olmaz. Çünkü, "Allahü teâlâ Dâvûd (aleyhisselâm)'un durumunu anlatınca, sanki, "Bildiğimiz bu şeyler Davud'a ait idi. Süleyman'a ise rüzgârı müsahhar kıldık" demek istemiştir. Nasb ile okunuşa gelince, "Onun için de demiri yumuşattık" ifadesinde yaptığımız izaha göredir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Davud'a demiri yumuşattık. Süleyman'a da rüzgârı müsahhar kıldık" demek istemiştir.

Üçüncü Mesele

Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın emrine verilen, malum rüzgârlar değil, hususî bir rüzgârdır. Çünkü bildiğimiz bu rüzgarlar, ihtiyaç zamanlarında genel olarak herkese faydalı olur. Bunun böyle olduğunun delili, ayette, "rih" (rüzgâr) kelimesinin müfred (tekil) olarak okunması ve hiç kimsenin bunu cemî olarak okumamasıdır.

Dördüncü Mesele

Bazı kimseler şöyle demişlerdir: "Dağların emre âmâde kılınması ve Dâvûd (aleyhisselâm) ile birlikte tesbihatta bulunması, "Dağlar da, tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Hiç şüphesiz herşey Allah'ı tesbih eder" (İsra, 44) ayetindeki "herşey" gibi, tesbihatta bulunur ve Dâvûd (aleyhisselâm) onların tesbihatlarını anlar, onların tesbihatına katılırdı" manasında; "rüzgârın musahhar kılınması" ise, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın tıpkı rüzgâr gibi hızlı atlar yetiştirmesi" manasında; "o rüzgârın akşamının bir ay, sabahının bir ay" oluşu da, "otuz fersahlık yol (alışı)" manasınadır. Çünkü genel olarak, ferahlamak ve rahatlamak için, hava almaya çıkan kimsenin yürüyüşü (gezintisi), bir fersahtan fazla olmaz, dönüşü de böyledir. Hak teâlâ'nın Dâvûd (aleyhisselâm) hakkında, "Onun için demiri yumuşattık" ifadesi ile, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) hakkındaki, "Erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık" ifadesi, bu ikisinin, ateşle ve yaptıkları çeşitli aletleri kullanarak, demiri ve bakın ateşte eritmeleri kastedilmiştir. Cinler (şeytanlar) kelimesiyle de, güçlü insanlar kastedilmiştir."

Bütün bu görüşler yanlış ve asılsız şeyler olup, onları bu fikre sevkeden şey, inançlarının zayıflığı ve Allah'ın kudretine güvensizlikleridir. Çünkü Allah bütün mümkin şeylere kadirdir. Bu şeyler de, mümkinâttandır.

Teşhirin Hikmeti

Allahü teâlâ "Davud'a, dağlan musahhar kıldık" (Enbiyâ, 79) ve "Süleyman'a da şiddetli esen rüzgârı (musahhar kıldık)" (Enbiya, 79) buyurmuştur. Eğer bir kimse kalkar da, "Allahü teâlâ'nın, Enbiyâ Sûresi'nde, "Dağlan Dâvûd'la birlikte (...) musahhar kıldık"buyurup, burada, "Ey dağlar, onunla birlikte tesbih edin" buyurmasının; orada ve burada, rüzgâr hakkında, "Süleyman (aleyhisselâm)'a rüzgârı (musahhar kıldık)" buyurmasının hikmeti nedir?" derse, biz deriz ki: Dağlar, tesbihatta bulununca, Allah'ı zikrettikleri için kıymetlenmişlerdir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak dağları, mülkiyet ifade eden "lam" harf-i cerri ile, Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'a nisbet etmeyip, aksine adeta onları Dâvûd (aleyhisselâm) ile birlikte olan onun arkadaşları gibi zikretmiştir. Rüzgârlara gelince, Cenâb-ı Hak bu ayetlerde onların tesbihatta bulunduğundan bahsetmemiştir. Bundan dolayı onları, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın kölesi gibi kabul etmiştir. Bu güzel bir izah. Fakat burada aklıma gelen bir diğer izah da şöyledir: "Ayetteki, "Onunla birlikte tesbih edin"emrinin, "Onunla birlikte yürüyün" manasında oluşunu kabul etmemize göre, dağ yürümede asıl (önder) değil, aksine, Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm) ile birlikte, onun peşinden hareket eden birşeydir. Rüzgârlar ise, Süleyman (aleyhisselâm) ile birlikte hareket etmeyip Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın onlarla birlikte hareket etmesinden ötürü, "Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) İle rüzgârı..." dememiş, aksine Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın rüzgar ile birlikte hareket ettiğini bildirmiştir.

Cinlerin Teshiri

Cenâb-ı Hakk, "Erimiş bakır madenini onun için akıttık", yani. "cinlerden bazılarını da ona musahhar kıldık" buyurmuştur. Bu son ifade, cinlerin hepsinin Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın emri altında olmadıklarını göstermektedir ki, açık olan da budur.

Bil ki Allahü teâlâ, hem Dâvûd (aleyhisselâm), hem de Süleyman (aleyhisselâm) hakkında, üçer şeyden bahsetmiştir. Binâenaleyh Dâvûd (aleyhisselâm)'a dağların musahhar kılınması, Süleyman (aleyhisselâm)'a rüzgarın musahhar kılınması gibidir. Bu böyledir, çünkü ağır birşey kendisinden daha hafif olan şey (yani rüzgar) ile birlikte hareket ettiğinde, hafif olan ağın geçer, ağır ise olduğu yerde kalır. Fakat dağ, insandan, insan da rüzgardan daha ağırdır. Böylece Allahü teâlâ, (tesbih edin) lafzına, "yürüyün" manasını vermemiz halinde, ağırın hafif olanla, yani dağın Dâvûd (aleyhisselâm) ile hareket etmesini emretmiştir. Süleyman (aleyhisselâm) ve ordusu da hem ağır, hem de hafif rüzgârla birlikte zikredilmiştir. Kuşlar da, cinlerin musahhar kılınması cinsindendir. Çünkü kuş, insandan kaçtığı için, insan da cinden kaçtığı için, bu ikisi insanla birlikte bulunmaz. Çünkü insan, cinlerin bulunduğu yerlerden korkar. Halbuki cinler, devamlı olarak insan avlama arzusundadırlar. İnsan da, kuşları avlama peşindedirler. Böylece Allahü teâlâ kuşu, Davûd (aleyhisselâm)'dan kaçmayacak, tam aksine onunla ünsiyetleşecek ve onu arayacak bir hale; Süleyman (aleyhisselâm)'ı da, cinlerden kaçmayacak ve tam aksine cinleri emrine almak ve kendisine hizmet edecek bir hale ve duruma sokmuştur. Her iki ayetteki bakır" ve "demir" ifadelerinin, birbirlerinin eşleri ve mukabilleri olduğu ise aşikârdır.

Burada şöyle bir incelik bulunmaktadır: İnsanoğlunun cinlerden korkması ve Kaçınması gerekir. Onun cinlerle birarada bulunması kötü neticeler doğurur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, (kullarına) "Rabbim, şeytanların dürtüştürmelerinden sana sığınırım. Rabbim, onların huzurumda bulunmalarından sana sığınırım..." (Müminun. 97-98) demelerini emretmiştir. O halde daha nasıl Süleyman (aleyhisselâm), onlarla birlikte olmayı arzulamıştır? Biz diyoruz ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Önünde, Rabbinin imiyle iş gören bazı cinler de vardı" ifadesi, bu huzurda bulunmada, kötü netice meydana gelmediğine bir işaret vardır.

Buradaki bir başka incelik de şudur: Allahü teâlâ, (aynı ayet içinde) ilk ifadede, 'Rabbinin izniyle.." diyerek Rab sözünü kullanmış; daha sonraki ifâdede ise, "İçlerinden kim bizim emrimizden ayrılıp saparsa.." buyurmuş, fakat, "Rabbin emrinden" buyurmamıştır. Zira "Rabb" sözü, rahmeti hatırlatan bir sözdür. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, Süleyman (aleyhisselâm)'ın korunmasına işaret edilirken, "Rabbinizin izniyle" buyurmuş; insanların ve cinlerin azâb edilişlerine işaret ederken ise, daha fazla korkmayı gerektiren bir tazim lafzıyla (nefs-i mütekellim maal gayr nâ zamiriyle), (......) buyurmuştur.

Cenâb-ı Hakk'ın "Ona çılgın azâbtan taddırırız" ifadesine gelince, bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

1) Onların üzerine melekler görevlendirilir. Meleklerin ellerinde de ateşten balyozlar vardır. O halde ayette buna işaret edilmek istenmiştir.

2) Sa'lr ahirette olan şeydir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak onları ahiretteki azâb ile tehdit etmiştir, demektir.

Cinlerin Eserleri

13

"O kalelerden, heykellerden, büyük havuzlar gibi çanaklardan, sabit sabit kazanlardan ne dilerse, ona yaparlardı. Ey Dâvûd hanedanı, siz Allah'a şükretmek için çalışın. Kullarımdan hakkıyla şükreden azdır".

Ayetteki mehârîb sözü, yüksek binalara işarettir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Hani onlar duvardan mescide tırmanmışlardı" (Sad, 21) buyurmuştur. Temâsîl üstünde nakış ve süslemeler bulunan şeydir. Cenâb-ı Hak, onların meskenleri olan o binalardan bahsedince, o meskenlerde, yeme içme ile ilgili olan kap-kacaklardan da bahsederek, "büyük havuzlar gibi çanaklar..." buyurmuştur ki, ayetteki, cevâb, cabiye kelimesinin çoğulu olup, câbiye de, suyu toplayan ve içinde su toplanan büyük havuz anlamına gelir. Tek bir çanağın etrafında yemek yeme için bin nefsin toplandığı da ileri sürülmüştür. Ayetteki "Sabit sabit kazanlar..." "büyük oldukları için taşınamayan ve o çanakların, içlerine kapatılarak yemeklerin alındığı kazanlar.." demektir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Kudûrin Ra'siyat

Mehârîb kelimesi, temasîl kelimesinden önce getirilmiştir. Çünkü, nakış ve tezyinatlar, binalarda bulunur. Kazanların pişirme aleti; çanakların, yeme aleti ve pişirme işi ise yemeden önce olmasına rağmen, çanaklar (cifân) kelimesi, "kazanlar" (kudûr) kelimesinden önce zikredilmiştir. Niçin?

Cevap: Cenâb-ı Hak, hükümdarlara ait o binalardan bahsedince, o evlerde uzanan sofraların büyüklüğünü de beyan etmeyi ve o çanakların büyüklüğüne işaret etmeyi murad etmiştir. Çünkü çanaklar da evlerin içinde bulunur. Ama kazanlara gelince, onlar oranın içinde değildir. Bu sebeple orada olmazlar. İşte bundan dolayı da, "taşınmazlar" anlamında, (ra'siyat) buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, o çanakların büyük olduğunu beyan edince, insanın aklına, içinde yemek pişirilen şeylerin acaba nasıl olduğu düşüncesi gelmiş, bunun üzerine o çanaklara uygun kazanların da bulunduğuna işaret etmiştir.

Savaş ve Barış

Cenâb-ı Hak, Dâvûd (aleyhisselâm) hakkında, onun harb aletleriyle meşgul olduğundan, Süleyman (aleyhisselâm) hakkında da onun, barış durumundan, yani yeme içme, evler vb. şeylerden bahsetmiştir. Çünkü Süleyman (aleyhisselâm), Dâvûd (aleyhisselâm)'un çocuğudur. Dâvûd (aleyhisselâm) ise, Calût u ve nice zorba kralları öldürmüştür. Bu demektir ki.. Dâvûd (aleyhisselâm) krallara ve meliklere hükümran olmuştur. Binâenaleyh, Hazret-i Süleyman aleyhisselâm), oğluna mülk bırakan, mal biriktiren bir meliğin oğlu gibi olmuş olur. O halde oğul da o malı, askerine dağıtabilir. Bir de Süleyman (aleyhisselâm), kendisine hiç kimsenin saş kaldıramayacağı, dolayısıyla kendisiyle savaşamayacakları; eğer faraza birisi onunla savaşırsa, rüzgâr onu o kimseye hemencecik yetiştireceği için, savaşın çok kısa süreceği kanaatini taşıyordu. Binâenaleyh Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) zamanında büyüklük", yedirme ve in'âmda bulunma ile idi.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, "Uzun zırhlar yap.." (Sebe, 11) ifâdesinin peşinden, "Salih amellerde bulunun" buyurunca, cinlerin yaptığı işlerin peşinden de, biraz önce de bahsettiğimiz gibi, bu şeyler gelip geçicidir. Kişinin kendisini bu tür şeylere alabildiğine vermemesi gerekir. Kişiye düsen, kendisinde, Cenâb-ı Hakk'a bir teşekkür anlamı bulunan, çokça amel-i salihte bulunmaktır" şeklindeki izahımıza bir işaret olarak da, “Ey Dâvûd hanedanı, siz, Allah'a şükretmek için çalışın" buyurmuştur. Ki bunda da. bu tür şeylere iltifat etmemeye ve bunlarla çok az meşgul olmaya bir işaret vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Dokumada iltizamı (ölçüyü) gözet" (Sebe. 11) buyurmuştur. Yani, "Bunu da, ihtiyaç miktarı kadar yap" demektir.

Dördüncü Mesele

Ayetteki, (......) kelimesinin mansûb olması şu üç sebepten biriyledir:

a) Tıpkı, bir kimsenin, "ummak için geldim" "Mağfiretini umduğum için Allah'a ibadet ettim" şeklindeki sözerinde olduğu gibi, mef'ûl-i leh olması.

b) Bunun, tıpkı bir kimsenin, "Allah'a adamakıllı şükrettim" ifadesinde olduğu gibi, mef'ûl-i mutlak olması. Çünkü masdar (mef'ûl-i mutlak), fiilinin lafzından olmayabilir. Meselâ bir kimsenin, "Bir oturuşla oturdum" demesi gibi. Bu böyledir, zira bir şey yapmak, teşekkürdür. O halde ayetteki "şükredin" manasındadır.

c) Bunun, mef'ûl-i bih olması. Ki bu da bir kimsenin, "Zeyd'e vur" demesi gibidir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, bu anlamda, "Salih (amel) yapın" (Sebe. 11) buyurmuştur. Çünkü şükür de bir amel-i salihtir.

Tam Şükür İmkânsız

Kullarımdan hakkıyla şükreden azdır" ifadesi, Allahü teâlâ'nın şükür işini, kullarına karşı hafiflettiğine bir işarettir. Zira, "Ey Dâvûd hanedanı, siz, Allah'a şükretmek için çalışın" buyurunca, bundan, şükrün 4ab olduğu anlaşılmış oldu. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hakk'ın nimetlerine gereği gibi şükretmek mümkün değildir. Çünkü, "şükr"ün bizzat kendisi de, Cenâb-ı Hakk'ın buna muvaffak kılmasına bağlıdır. Cenâb-ı Hakk'ın muvaffak kuması da, başka bir şükrü gerektiren bir nimettir ki, bu da başka bir muvaffak kılma ile alakalıdır. Ki bu da, başka bir muvaffak kılma ile elde edilir. O halde bu demektir ki, şükürden sonra Allah'ın nimetleri, yine şükürden hâlî kalmış, karşılıksız kalmış olur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, "Eğer tam şükredemiyorsanız, bunda, size bir zorluk yoktur. Çünkü kullarımdan şükredenter pek azdır" demek istemiştir. Bizim bu görüşümüzü, Allahü teâlâ'nın, herkesi, kendisine nisbet etmek suretiyle "Kullarım..." ifâdesinin içine sokmuş olması da destekler. Halbuki, mütekellim sfgasına muzâf kılınarak, "kullarım" denilmiş olması, Kur'ân-ı Kerim'de ancak, kurtuluşa erenler hakkında kullanılır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey kendilerinin aleyhinde haddi aşan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin" (zümer, 53) ve "Benim kullarımın üzerinde senin hiçbir tahakkümün yoktur.." (Hicr, 42) ayetlerinde böyledir.

İmdi şayet, "Sizin bu anlattığınıza göre, Allah'a, tam anlamıyla şükretmek mümkün değildir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, (bu ifadedeki) kam (az) sözü, kulları içinde, O'nun nimetlerine şükredenlerin bulunduğuna delâlet eder" denilirse, biz deriz ki: Bu, "Beşerin gücüne göre şükr yapılabilir. Takva budur. Ama, bunu yapan ise azdır" manasındadır. Ama, Allah'ın nimetlerinin tam mukabili olan şükre ise, hiç kimsenin gücü yetmez; Allah da, kişiye gücünün yettiği şeyleri teklif edip, onu onunla sorumlu tutar. Yahut da şöyle diyebiliriz: Tam şükür, ancak, Allah'ın kendisinden razı olduğu ve kendisine, "Ey kulum, yaptığın bu kadarcık şükrü kabul ettim, seni nimetlerimin tamamına şükredenlerden addettim. Benim bu kabulüm de, ayrıca büyük bir nimettir. Ama ben seni, buna da şükretmekle mükellef tutmuyorum" dediği kimsedir.

Cinlerin Aczi

14

"Sonra biz ona, ölüm hükmünü infaz edince, (dayandığı) asasını yemekt olan ağaç kurdundan başka hiçbir şey bunun ölümünü onlara göstermedi. Bu suretle yere kapanıp yıkıldığı zaman besbelli oldu ki, eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı, öyle horîayıcı bir azab içinde kalıp durmazlardı"

Ölüm Gerçeği

Allahü teâlâ Süleyman (aleyhisselâm)'ın azametini ve rüzgârlar ile cinleri ona amade kılmış olduğunu; bundan sonra, onun da ölümden kurtulamadığını ve ona da ölüm hükmünün infaz edildiğini beyan etmiştir ki, bu, ölümün mutlaka vaki olacağına, şayet bundan kurtulan bir kul bulunacak olsaydı, bunun da Süleyman (aleyhisselâm) olacağı muhakkaktı" diye açıklamıştır. Bununla ilgili bir mesele vardır:

Süleyman (aleyhisselâm)'ın Vefatı

Süleyman (aleyhisselâm), tam bir gün ve gece Allah'ın ibadetinde bulunuyor, bazı zamanlarda ise bunu aktırıyordu. Onun, Rabbinin huzurunda iken üzerine yaslanacağı bir âsâsı bulunuyordu. Sonra, vaktin birinde, adeti üzere Rabbinin badelinde bulunuyorken, oluverdi. (Cin) orduları sandı ki, o ibadettedir. Süleyman(aleyhisselâm) bu hal üzere günlerce kaldı. Hatta aylar sürdü bu. Sonra Allahü teâlâ durumu onlara göstermeyi murad etti de, bir ağaç kurdunun onun asasını yemesini takdir buyurdu. Böylece o (yere) düştü ve durumu da anlaşıldı.

Cinler, insanoğlunun bilmediği şeyleri biliyordu. Binâenaleyh o, bu üstünlüğün o gayb ilmi olduğunu sanmıştı. Oysa ki durum böyle değildi. Doğrusu insana pek az ilim verilmişti. İnsan, görünen şeylerin pekçoğunu da bilmez. Cinler ise, insana nisbetle her ne kadar gizli ise de, ancak aşikâr olan şeyleri bilebilir. Böylece onlara bu iş, kendilerinin gaybı bilmediklerini, şayet gaybı bilmiş olsalardı, Süleyman (aleyhisselâm)'ın diri olduğunu zannederek o çileli ve zor işlerde kalmaya devam etmeyeceklerini anlatmış ve göstermiş oldu. Ayetteki, "Öyle horlayıcı bir azâb içinde kalıp durmazlardı" ifadesi, mü'min olan cinlerin musahhar kılınmışlardan olmadığına delâlet eder. Çünkü mü'min, peygamberinin zamanında, horlayıcı bir azâb içinde olmaz.

Sebe Diyarı

15

"Celalim hakkı için, Sebe (kavminin) sakin olduğu yerde, bir ibret vardı. Sağdan soldan iki(şer) bahçe.. (Onlara), "Rabbininn rızkından yeyin, O'na şükredin. Çok güzel bir belde ve Rabb, çok bağışlayıcı..".

Cenâb-ı Hak, Dâvûd ve Süleyman (aleyhisselâm)'ı zikretmekle, kendi nimetlerine şükredenlerin halini beyan edince, Sebe halkının kıssasını anlatmak suretiyle de, nimetlerini inkâr edenlerin halini açıklamaktadır. Sebe kelimesinin iki kıraati vardır. Bir yer ismi olması itibariyle, (gayr-i munsarıf olarak) fetha ile (Sebe); bir kabile ismi olmak üzere de, mecrûr tenvin ile Sebe-in şeklinde... ki bu sonuncusu, arta kuvvetlidir. Çünkü Allah, ibreti Sebe'ye nisbet etmiştir. Anlayan ise, mekân amayıp, akıllı olandır. Bu sebeple de burada "el-ehlu-ehil, ahali" kelimesini takdir etmeye gerek yoktur. Buradaki (......) kelimesine gelince, bu, "Rablerinin faz-lu keremine dair bir ayet, ibret" anlamındadır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Sağdan soldan iki(şer) bahçe.." ifadesiyle, bedelini zikretmek suretiyle bu ayeti açıkladı. Zemahşerf şöyle demiştir: "Bazı Irak beldelerinde binlerce bahçe varken, iki bahçede ne ayet, ibret olabilir ki?" Buna o, "Bundan murad şudur: Onların herbirinin İki bahçesi vardır." Yahut da, "Beldelerinin sağında ve solunda, bahçelerden meydana gelmiş olan iki cemaat, yani mıntıka vardır. Bunlar birbirleriyle irtibatlı oldukları için de, Allah onu tek bir bahçe gibi kılmıştır.." diyerek cevap vermiştir.

Güzel Belde

"Rabbinizin rızkından yiyin" emri ise, hiçbir korku ve hastalık, onların, o bahçelerin meyvelerinden yemelerine mani olmadığı için, Allah'ın onlara olan nimetlerini tamamlamış ve kemâle erdirmiş olduğuna bir işarettir, "O'na şükredin" emri de, o nimetin mükemmel olduğunu beyân eden bir ifadedir. Çünkü şükür, ancak muteber olan bir nimete mukabil istenir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Sebe kavmi için bir endişe olmadığını ve ilerde dünyada bir kovuşturmanın olmayacağını belirtmek suretiyle, onların meskenlerindeki ve bahçelerindeki hallerini ve yeyip içmelerini tam bir şekilde beyan edince, "Çok güzel bir belde..." buyurmuştur ki, bu "Eziyyet verenlerden arınmış, kendisinde yılan çıyan, akreb, veba ve insanı sıkacak bir ağırlık diye hiçbirşey bulunmamaktadır.." demektir. Keza Cenâb-ı Hakk "Ve Rabb, çok bağışlayıcıdır" buyurmuştur ki bu da, o kavim için ahirette bir ikâb ve bir azâb yoktur demektir. İşte bu noktada bu nimetler, o anda çok lezzetli oldukları ve ilerde de gelebilecek her türlü kötülüklerden hâfî ve uzak oldukları için, onların mükemmel oldukları manasına gelir.

Sebelilerin Akıbeti

Daha sonra Cenâb-ı Hak, kendi tarafından olan şeyleri beyân edince, Sebe kavmi tarafından olanları da zikrederek şöyle buyurmuştur:

16

Âyetin tefsiri için bak:17

17

"Fakat onlar yüz çevirdiler. Biz de onlara, Arfm selini gönderdik. (O) ikişer cennetlerinin yerinde de ekşi yemişli, acı ılgınlı ve az bir şey de, Arabistan kirazından (olmak üzere, harap) ikişer bostan peyda ettik., işte biz onlan, böyle nankörlük ettikleri için cezalandırdık. Biz, nankör olanlardan başkasını cezalandırmayız".

Böylece Cenâb-ı Hak, ayetlerini ortaya koymasından sonra, onların bunlardan yüzçevirmeleri suretiyle, zulümlerinin doruk noktaya çıktığını beyan buyurmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kendisine Rabbinin ayetleriyle öğüt verilip de sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zalim kimdir?" (Secde, 22) buyurmuş, daha sonra da onlardan nasıl intikam alacağını belirtmiştir. Nitekim O, "Hiç şüphesiz ki biz, günahkârlardan intikam alıcılarız" (Sebe, 22) buyurmuştur. Ki, bu intikamın keyfiyeti ise Cenâb-ı Hakk'ın, onların üzerine, mallarını boğan ve evlerini, eşyalarını harap eden bir sel göndermesidir.

Arim

Ayette bahsedilen Arîm'in ne olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

1) Bu, o şeddin harap olmasına sebep olan, köstebeklerdir. Çünkü Belkıs, aralarında yollar bulunan dağlara yöneldi. Böylece de, o yolların (çıkış noktalarına), geçitlerine setler yaptı. Derken, yağmur suları ve kaynak suları oralarda toplandı ve adetâ bir deniz haline geliverdi ve buralara, sırayla birbirinin üzerinde olmak üzere üç kapı, kapak yerleştirdi. Öyle ki kapılar, biri açıldıktan sonra ancak diğeri de açılıyordu. Derken köstebekler o şeddi beldiler. Böylece de o setler harab oldu ve biriken sular, onların aleyhine bir tehdit oluşturmaya başladı.

2) Arim, seddin adıdır. Bu sed de, Arîm'in toplanması demektir. Arim ise, taşların bir araya gelmesidir.

3) Arim, kendisinden o suyun kaynaklanmış olduğu vadinin adıdır.

Cenab-ı Hakk, "(O) ikişer cennetlerinin yerinde de ekşi yemişli, acı ılgınlı ve az bir şey de, Arabistan kirazından (olmak üzere, harap) ikişer bostan peyda ettik" buyurmuş, böylece de, bu ifadeleriyle o harap olma halinin devam ettiğini beyan etmiştir. Çünkü, içinde insanların bulunduğu bağ bahçelerde, insanların emeği sayesinde güzel yemiş ve -eyveler olur. Ama o bahçeler, yıllarca bakımsız bırakıldığında, ağaçları birbirine pnmiş ve kendisinde yabancı otlar bitmiş olan sık ağaçlıklı bir koruluk halini alır. Böylece de, o bahçelerin meyveleri azalır, ağaçlar çoğalır. Hamt, ya dikenli olan her ağacın veya meyvesi acı olan her ağacın, yahut da meyvesi yenilmeyen bütün ağaçların adıdır. Esi ise, bir çeşit tarfa olup, üzerinde bazı zamanlar hariç, meyve olmayan şey demektir. Üzerinde gerek tad gerekse tabiat bakımından, tıpkı bir pelit ağacı meyvesi gibi veya ondan daha küçük olan şeyler bulunur. Sidr ise, bilinmektedir. Cenâb-ı Hak Arabistan kirazıyla alâkalı olarak "az..." vasfını kullanmıştır. Çünkü bu, onların en güzel ağaçlarıydı. Böylece Allah, onun azlığını ifade etti.

Ceza ile Mücâzâtın Farkı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bunun, onların nankörlüklerine mukabil bir ceza olduğunu beyan etmek üzere İşte biz onlan, böyle nankörlük ettikleri için cezalandırdık. Biz, nankör olanlardan ıskasını böyle cezalandırmayız" buyurmuştur. Bazı kimseler şöyle demişlerdir: Mücâzât kelimesi, nıkmet hakkında, ceza sözü de nimetler hakkında kullanılır. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesi, "ceza" kelimesinin de cezalar hakkında, suçlar hakkında kullanıldığına delâlet etmektedir. Belki de bu fikri benimseyenler bunu, "mücâzât" kelimesinin "müfaale" babından gelişinden; bu babın da genel olarak, herbirinden diğeri hakkında bir cezanın, karşılığı alındığı iki kimse hakkında kullanılır olmasından bunu çıkarmışlardır. Halbuki nimetler hakkında bu masdar kullanılamaz; çünkü Allah, nimetleri doğrudan veren bir zâttır.

Masal Olan Toplum

18

Âyetin tefsiri için bak:19

19

"Onların yurdu ile, feyz ve bereket verdiğimiz memleketler arasında sırt sırta nice kasabalar yapmıştık. Oralarda seyr ü sefer etmelerini takdir etmiş, kendilerine, "Geceler ve gündüzlerce, oralarda korkusuz gezin, dolaşın" demiştik. Onlar İse, buna karşı "Ey Rabbimiz, seferlerimizin arasını uzaklaştır" demişler, kendilerine yazık etmişlerdi. İşte biz de onları anlatılan masallar haline getirdik. Onlan darmadağınık ettik. Şüphesiz ki bunda çok sabır ve çok şükreden herkes için elbette ibretler vardır".

Yani, "Onlarla Şam arasında ..." demektir. Çünkü, mübarek bir belde olan yer, Şam'dır. Ayetteki, tabirinin anlamı ise, o beldelerin birbirlerince görülmesi demektir ki, bir beldenin karaltısı, diğerinden görülebiliyordu. Buna göre şayet birisi, "Bu, ilahî nimetlerden sayılan bir husustur. Halbuki, Allah Tealfl biraz önce, "(O) ikişer cennetlerinin yerinde de ... ikişer bostan peyda ettik" ifâdesiyle, onların nimetlerini tebliğ edip değiştirdiğini beyâna başlamıştı. Binâenaleyh daha niçin, o cezayı belirttikten sonra yeniden nimetleri zikretmeye başlamıştır?" derse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak (biraz önce), bizzat onların kendi beldelerinin durumundan bahsetmiş ve bunu, hamt ve esi ile değiştirdiğini beyan etmiştir. Daha sonra da onların beldelerinin dışındaki durumları ele almış, o beldelerin çokluğu sebebiyle mamûr oluşlarından bahsetmiş, daha sonra bu durumu, "Ey Rabbimiz, seferlerimizin arasını uzaklaştır" ifadesiyle, işte çöllere, sahralara ve otsuz kıraç arazilere dönüştürdüğünü beyân etmiştir ki, bunun böyle olduğuna, bir mübtedâ ve haber olmak üzere, "Rabbimiz, iyice uzaklaştırdı..." şeklinde okuyan kimsenin kıraati de delâlet eder.

Ayetteki "Oralarda seyr ü sefer etmelerini takdir ettik" cümlesine gelince: Mamur beldelerin konumu, malûm ve plânlı programlı olup, öteye geçmez. Binâenaleyh, her beldenin, her köy ve kenti arasında, yarım günlük bir uzaklık bulunup, onlar da sabahleyin bir köye, akşamleyin de diğerine gittikleri için, örten bunu öte aşmak mümkün olamaz. O halde ayette bahsedilen takdirden murad, işte budur. Halbuki çöllerde, gitme ve hareket etme, muayyen bir miktarla sınırlanamaz. Tam aksine orada hareket eden kimse, orayı aşabilmesi için, kendi takatine göre orayı kat eder.

"Kendilerine, "Geceler ve gündüzlerce, oralarda korkusuz gezin .. dolaşın" demiştik" sözü: "Onların arasında, malûm olan geceler ve gündüzlerce mesafelik yol vardır" demektir, Bu cümledeki âminin kelimesi, o beldelerin, son derece mamur olduğuna bir işarettir. Zira, haydut korkusu ve arkadaştan geri kalma endişesi gibi şeyler, bu gibi yerlerde söz konusu değildir. kelimelerinin anlamının, "Bir korku ve endişe olmadığı için, sizler burada, bu beldelerde, isterseniz gece yürürsünüz, isterseniz gündüz yürürsünüz" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Çünkü, korku duyulan yerler böyle değildir. Böyle olan yerlerin bir kısmında, düşman, karşı tarafın hareket ettiğini, yolda olduğunu bilmesin diye gece gidilir, bir kısmında ise düşmanın saldırısı ve düşmanlığı alenî olmadığı zaman, kendilerine düşman saldırmasın diye, gündüzün hareket edilir, gidilir.

"Onlar ise buna karşı, "Ey Rabbimiz, seferlerimizin arasını uzaklaştır" demişler" cümlesi ile, onların böyle bir talepte bulundukları belirtilmiştir ki, bu, iki anlama gelebilir:

1) Tıpkı yahudilerin, soğan ve sarımsak talebinde bulunmaları gibi; onlar, şımardıkları için böyle bir istekte bulunmuşlardır.

2) İtikâdlarının bozukluğu yüzünden Cenâb-ı Hakk'ın bunu yapamayacağını düşündükleri için böyle demişlerdir. Ki bu tıpkı bir kimsenin, bir başkasına, kendisini dövemeyeceğini sandığına bir işaret olsun diye, "Haydi vursana!" demesi gibidir. Şöyle denilmesi de mümkündür: Onlar lisan-ı hâl ile, "Rabbimiz, uzaklaştır.." demişlerdir. Yani, onlar kâfir oldukları zaman, seferlerinin aralarını uzaklaştırmasını; mâmur olan evlerini, harab hale getirmesini istemişlerdir.

Ayetteki, "Kendilerine yazık etmişlerdi.." cümlesi ise, bunu beyân etmektedir.

Cenâb-ı Hakk, "İşte biz de onları anlatılan masallar haline getirdik" buyurmuştur ki, bu, "Biz onların başına kendilerini dillerde dolaşan meseller haline getirecek olan şeyi getirdik" demektir. Nitekim, "Sebe kabilesinin kolları (boyları) her biri bir diyara dağıldı, şöyle şöyle oldu" diyen bu tarih anlatılır.

Onların birer masal haline geldiklerini beyan etmek için de, "Onlan darmadağınık ettik.." buyurulmuştur.

Cenâb-ı Hakk, "Şüphesiz ki bunda, çok sabır ve çok şükreden herkes için elbette ibretler vardır" buyurmuştur. Yani, "Şükredenlerin durumlarına, kâfirlerin de günahlarına dair bahsettiğimiz bu şeylerde herkes için elbette ibretler vardır" demektir.

İblise Uyanlar

20

"İblis onlar aleyhindeki zannmı gerçekleştirdi de, iman edenlerden İbaret zümre hariç olmak üzere, (tamamen) ona uydular".

Yani İblis, "Senin izzetine andederim ki ben de artık onların hepsini muhakkak azdıracağım" (Sad. 82) dediği gibi, onları azdıracağına dair zannmı gerçekleştirdi. "(tamamen) ona uydular" ifadesi de bunun beyânıdır. Yani, "O, onları azdırdı da, mü'minlerden ibaret topluluk hariç, geri kalan hepsi ona uydular" demektir ki, Cenâb-ı Hak bu kimseler hakkında, "Benim kullarımın üzerinde senin hiçbir nüfuzun yoktur" (Hicr, 42) buyurmuştur.

Şöyle denilmesi de mümkündür: İblis, "Ben ondan daha hayırlıyım" (A'raf, 12) dediği gibi, kendisinin ondan daha hayırlı olduğuna dair zannmı gerçekleştirdi. Bu durum, O'nun, "ona uydular" cümlesinde gerçeklik kazanmıştır. Zira kendisine tabi olunan, olandan daha hayırlıdır; aksi halde, akıllı bir kimse ona uymazdı. Iblis'in kâfirden daha hayırlı olduğuna delâlet eden şey ise, İblisin Allah'tan başkasına ibadet etmekten kaçınmasıdır. Ama onun bu direnmesinde, inâd sebebiyle Allah'a İbadeti terk bulunduğundan böylece kâfir oldu. Halbuki müşrik ise, Allah'tan başkasına ibadet etmektedir. Şu halde İblisin inkârı, tehdide en yakın olan bir küfürdür. Onlar (müşrikler) ise Allah'a şerik koşma gibi bir durumla kâfir olmuşlardır. Seçtiğimiz bu görüşü istisna da teyit eder. Bunun izahı şöyledir: iblis, "Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna.." (hicr. 40) demesinin de delâlet ettiği gibi, kendisinin herkesi azdıracağını zannetmemiş idi, Mü'minleri azdıracağını zannetmemişti. Böylece o, zannettiğini de gerçekleştirdi, bu sebeple de burada istisnaya ihtiyaç olmadı. Fakat, "Ben ondan daha hayırlıyım" (A'raf, 12) derken, "Beni ateşten yarattın, onu İse topraktan yarattın" (A'raf, 12) ayetindeki İlletin (sebebin) delaletiyle, bütün insanlara nisbetle, kendisinin daha hayırlı olduğuna inanıyordu. Bu zannında, mü'minler hususunda yanılmış ve yalan söylemişti. Bu hususa, birinci vecih olarak şöyle cevap verilebilir: İblis her ne kadar herkesi iğvâ edeceğini zannetmiyor ve bazılarının bundan kurtulacağını biliyor idiyse de, fakat ne var ki o, durum ortaya çıkıncaya kadar, her bir kimsenin kurtulan o kimse olmayacağını sandı, böylece de, onu azdıracağını sandı. Dolayısıyla da bazı kimseler hakkında zannında yanıldı, bazı kimseler hakkında da zannını tahakkuk ettirdi.

Şeytanın Nüfuzu Yok

21

"Halbuki onun bunlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Sırf biz, ahirete iman eden kimse ile, ondan şüphe eden kişiyi ayırdetmek için, (buna meydan verdik). Senin Rabbin, herşeyin özerinde gerçek bir koruyucudur".

Daha önce, "Allah, elbette sadık olanları da bilir, elbette yalancı olanları da bilir" (Ankebut, 3) ayetinin tefsirinde, Allahü teâlâ'nın ilminin ezelden ebediyete kadar her türlü malûmu kuşatmış olduğunu ve O'nun ilminin ve âlim oluşunun değişmeyeceğini, fakat ilminin taallukunun değişeceğini beyan etmiştik. Çünkü İlim, kendisiyle herşeyin bizatihî hakikatinin ortaya çıktığı, ortaya koyucu ve keşfedici bir sıfattır. Binâenaleyh, Allah ezelde âlemin var olacağını bildi. Âlem var olduğu zaman, o âlemi, bu İlmiyle mevcut olarak bildi. Alem yok iken de, o bu ilimiyle onu, yok olarak bildi. Bunun bir örneği şudur: Cilalanmış olan ayna parlaktır. Dolayısıyla, eğer karşısına geçerse, orada Zeyd'in şekli görülür. Sonra onun karşısına Amr geçerse, bu sefer de onun şekli görülür. Ayna, zâtında değişmemiş, sıfatlarında da bir değişiklik atmamıştır. Değişen ise ancak, onun dışındaki şeylerdir. Burada da böyledir. Buradaki, "Sırf ayırdetmek için" ifadesi, daha önce O'nun İlminde, Zeyd'in kâfir olacağı, Amr'ın da mü'min olacağı malûm iken, kâfirden küfrün, mü'minden imanın sâdır olacağı, ilmen vâki olsun ve meydana gelsin diye" anlamındadır.

Ayetteki, "Halbuki onun, bunlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktur" cümlesi Iblis'in zorlayıcı ve mecbur edici olamayacağına, ancak Allah'ın ilminde var olan şeyi (kaderi) ortaya çıkarmak için Allah'ın yarattığı bir emare ve alâmet olduğuna bir işarettir.

Hafiz İsmi

Cenâb-ı Hakk'ın “Senin Rabbin herşeyin üstünde gerçek bir koruyucudur" ifâdesi de, bunu ortaya koymaktadır ve "Allah, İblis'i onlardan men etmeye kadirdir ve olacak şeyleri bilendir" demektir. O halde buradaki "koruyuculuğun" anlamına, Allah'ın ilim ve kudreti de giriyor. Çünkü birşeyi bilmeyenin ve âciz olanın, onu koruması mümkün olmaz.

Mahlukların Aczi

22

Âyetin tefsiri için bak:23

23

"De ki: "Allah'dan başka, (O'nun ortağı olduğunu) İddia ettiklerinize istediğiniz kadar yalvann. Onların ne göklerde, ne yerde, bir zerre miktarına bile güçleri yetmez. Onların, buralarda hiçbir ortaklığı olmadığı gibi, O'nun dabunlardan bir yardımcısı yoktur. O'nun katında, kendisine izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. Nihayet kalblerinden korku giderildiği zaman, "Rabbiniz ne buyurdu?" derler, "hakkı" cevabını verirler. O, çok yüce ve çok büyüktür".

Allahü teâlâ, şükrederlerin ve inkâr edip (nankörlük edenlerin) durumlarını açıklayıp, onlara geçmiş kavimlerin hallerinden bahsedince, tekrar onlara hitab ederek, Peygamberine, "müşriklere, bir "tehekküm (istihza) üslubuyla de ki: "Sizden zararları giderebilecek, Allah'ın dışında, ilah olduğunu iddia ettiğiniz kimseleri çağırınız" buyurmuştur.

Şirk Saikleri

Daha sonra o taptıkları şeylerin, hiçbir şeye sahip ve kadir olmadıklarını "Onlar ne göklerde, ne yerde bir zerre miktarına bile güçleri yetmez" ifâdesiyle bildirmiştir. Bil ki İnsanları şirke sevkeden yollar dörttür:

1) Şöyle diyenlerin ifade ettiği husus: "Allah gökleri ve göktekileri, yeri ve yerdekileri, kendi hükümleri içinde yaratmıştır. Biz de, yerdekiler sınıfındanız. O hakle, göklerde bulunan yıldızlara ve meleklere ibadet etmeliyiz. Çünkü onlar bizim; Allah'da onların ilahıdır." İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bunların görüşlerinin yanlışlığını göstermek için, "Onlar, sizin de itiraf ettiğiniz gibi, göklerde bir şeye malik değillerdir. Yerlerdeki durumları ise, sizin iddia ettiğinizin aksinedir" demiştir.

2) Şöyle diyenlerin ifade ettiği husus: "Gökler Allah tarafından, müstakil (ayrı) olarak yaratılmıştır. Yerdekiler de Allah'dandır, ama yıldızlar vasıtasıyladırlar. Çünkü Allahü teâlâ, yerdeki unsurları (elementleri) ve terkibleri (bileşenleri), Gökteki yıldızların biraraya gelmeleri, hareketleri, doğup-batmaları sayesinde yaratmıştır. "Böylece bunlar, Allah'dan başkasını, yeryüzü Hanlığı hususunda Allah'a ortak koşmuşlar, birinciler ise, yeri başkasına, göğü Allah'a vermişlerdir. İşte bu sebeble Cenâb-ı Hak, bunların düşüncelerinin yanlışlığını göstermek için de, "Onların buralarda hiçbir ortaklığı yoktur" yani, "Yer de, tıpkı gök gibi, başkasına değil, ancak Allah'a aittir ve yerde de başkalarının hissesi yoktur" buyurmuştur.

3) Şöyle diyenlerin ifâde ettiği husus: "Kainattaki terkiblerin ve hadiselerin tamamı, Allah'dandır. Fakat Allah bu işleri, yıldızlara bırakmıştır. Kendisine müsaade edilenin işi, müsaade edene nisbet edilir ve esas yapana nisbet edilmez. Bunun örneği şudur: Bir padişah, idare ettiği kimselere (adamlarına), "Falancayı dövün" deyip, onlar onu sövdüklerinde, Örten, "Padişah, falancayı dövdü" denilir. Yine bir kimsenin örfe göre, "Falanca falancayı dövmedi. Padişah ona onu dövmesini emrettiği için, o onu dövdü" demesi doğru olur. Binâenaleyh bunlar da, göktekileri, Allah'ın yardımcıları (adamları-askerleri) kabul etmişlerdir. İşte bu sebeble Cenâb-ı Hak, bunların da bu görüşlerinin yanlışlığını göstermek için, "Onun da bunlardan bir yardımcısı yoktur" buyurmuştur. Bu, "Allah, hiçbir kimseye hiçbir iş bırakmamış. Aksine herşeyin korucuyusu, gözeticisi ve yöneticisi O'dur" demektir.

4) Şöyle diyenlerin ifade ettiği husus: "Biz, bize şefaat etsinler diye, meleklerin şeklindeki putlara ibadet ediyoruz." Cenab-ı Hak, bunların görüşlerinin yanlışlığını da göstermek için, "O'nun katında, kendisine izin verdiği kimselerden başkasının şefaat fayda vermez" buyurmuştur. Binâenaleyh Allah'dan başkasına kulluk etmenizde bir fayda yoktur. Çünkü Allah Tealâ, kendisinden başkasına ibadet edenler çin, şefaat edilmelerine müsaade etmez. O halde, sizin onlardan şefaat ummanız sebebiyle, (yapılabilecek) şefaati bile elden kaçırmış olursunuz.

Allah Tealâ, "Nihayet kalblerinden korku giderildiği zaman.."yani, "Onlardan korku giderildiğinde.." buyurmuştur. Arapça'da, devenin keneleri (kurtları) temizlendiğinde, (......) denilir. Bu deyim, kenelerin çok İyi temizlendiğini anlatmak için kullanılır.

Feza' (Korku)

Ayetteki, "Nihayet kalblerinden korku giderildiği zaman, "Rabbiniz ne buyurdu?" derler, "hakkı..." cevabını verirler" ifadesiyle ilgili olarak, şu izahlar yapılmıştır:

1) Bu, vahiy esnasındaki korkudur. Çünkü Allahü teâlâ vahyederken, gökteki melekler korkarlar. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onlardan bu korkuyu gidermiş ve onlar Cebrail (aleyhisselâm)'e, "Bu nedir?" diye sorunca, O "Cebrail'in "O, haktır, yani vahiydir" cevabını verdiğini bildirmiştir.

2) Bu, Kıyamet hususunda duyulan korkudur. Zira Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vahyedince, göktekiler Kıyametin kopacağını sanarak korktular. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderilmesi Kıyametin alametlerindendir. Dolayısıyla korku onlardan zail olunca, bu melekler, "Allah ne buyurdu?" diye (aleyhisselâm) de, "Hakkı, yani vahyi buyurdu" dedi.

3) Bu, Allahü teâlâ'nın ölüm esnasında Kalblerden sildiği korkudur. Böylece herkes. Allah'ın dediğinin hak (gerçek) olduğunu itiraf eöer, ama bu itiraf, bunu daha önce de itiraf etmiş olanlara fayda verir. Daha sonra melek veya Cenâb-ı Hak onun ruhunu, kendisiyle Allah arasında, üzerinde ittifak edilen iman ile alır. Yine bu itiraf, daha evvel kendisinden böyle bir itiraf sâdır olmayanlara zarar verir. Böylece de canı, Allah'a karşı takındığı tavır olan küfür üzere alınır.

Şimdi bunu iyice anladığına göre, ilk iki görüş açısından şöyle diyoruz: Ayetteki hattâ (nihayet) kelimesi, gaye (sonu gösteren şey) olup, ayetteki, kul (de ki) ifadesine bağlıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu durumu vahiyle açıklamıştır. Zira bir kimse, bir şahsı ikaz etmek gayesiyle: "Falana de ki (...)" der. Muhatap da onun söylediğini dinler. İşte bu sözden sonra söylenmesi icab eden şeyi söyler. Binâenaleyh Allahü teâlâ, "De ki" buyurunca, göktekiler korkuya kapıldı. Daha sonra onlardan bu korku giderildi.

Üçüncü görüşe göre ise, "hattâ", ayetteki (......) kelimesine bağlıdır, yani "Küfrü, korkutmanın zirvesine çıkıncaya kadar iddia ettiniz. Sonra da iddia ettiğinizi bırakıp, "Hakkı söylüyor dediniz" demektir. İlk iki görüşe göre, "Rabbimiz ne buyurdu?" diyenler, Cebrail (aleyhisselâm)'den soran, melekler olmuş olur. Üçüncüsüne göre ise, meleklerden soran kâfirler olmuş olur. Ayetteki, "hakkı..." cevabını veren ilk iki görüşe göre, meleklerdir; üçüncü görüşe göre ise, müşriklerdir.

Doğru ve Yalanın Mahiyeti

Bil ki "hak", var olan, gerçek olan demektir. Allahü teâlâ'nın varlığı, yokluğun hiç arız olamayacağı bir biçimde olduğu için, yokluk demek olan bâtıl ile ortadan kaldırılamayan mutlak hak olmuş olur. Doğru olan söze de "hak" denir. Çünkü sözün, zihindekilerle alâkalı olması vasıtasıyla, hariçte kileri e de alâkası vardır. Zihinde olanın, hâriçteki olanların da irtibatı vardır. Dolayısıyla bir kimse, "Zeyd geldi" dediğinde, bu sözün alâkalı olduğu durum, sözü söyleyenin zihninde olan şeydir. Bu sözü söyleyenin zihninin de, o hariçteki durumlarla alâkası vardır. Fakat doğrunun, hariçte kendisiyle alâkalı olduğu bir şey vardır. Böylece doğrunun devam eden bir varlığı söz konusu olmuş olur. Yalanın ise, hâriçte kendisiyle alâkalı olduğu birsey yoktur. Bu durumda da, ya onun zihninde de bir alâkası olmaz. O zaman, hiç yokmuş hükmündedir. Böyle olan şeyler, inadcı bir yalancıdan çıkan sözlerdir. Yahut da o yalanın, hariçte olanın aksine, zihinde alâkalı olduğu bir şey vardır. Bu durumda da o yalan, ister cehaletten ister zandan kaynaklanmış olsun, bâtıl bir inanç olmuş olur. Fakat yalanın tutunacağı (alâkalı olduğu) hicbirşey yoksa, yok ve bâtıl olur. Halbuki Allah'ın sözü için, inadcı yalancının sözü gibi, isin basında ve aslında, bir asılsızlığı-bâtıllığı söz konusu olamaz ve Allah'ın kelâmına, tıpkı zannedenin sözündeki cînsden bâtıl da uğrayamaz.

"O, çok yüce ve çok büyüktür" ifadesine gelince, biz bunu, (hacc.62) ayetinin tefsirinde, izah etmiş ve "Hakk'ın, kendisinde hiçbir noksanlık bulunmayan ve kendisine yok denilmesi mümkün olmayan bir kâmile, kâmiller üstü bir varlığa işaret olduğunu" söylemiştik. Çünkü her kâmilin üstünde, ondan daha kâmil biri vardır. O halde, ayetteki bu son ifade, zat ve sıfatları hususunda, Allahü teâlâ'nın, bütün kamillerden üstün olduğuna bir işarettir. Bu, Allahü teâlâ'nın, bir cisim olduğunu ve bir mekânı olduğunu söyleyenlerin görüşünün yanlışlığını gösterir. Çünkü akıl, bir mekân işgal eden varlığın, "Ona işaret edilebileceğine ve gösterilebileceğine" hükmeder ve orası, işaretin kesildiği, sona erdiği yerdir. Çünkü eğer işaret oraya yapılmasa, işaret edilen şey orası olmaz. Dolayısıyla işaret oraya yapıldığına göre, işaret orada son bulmuş demektir. Binâenaleyh aklın gücüne göre, işaretin kendisinde kesildiği-sona erdiği her yerden, daha uzak bir yer farzedilebilir. Dolayısıyla insan şöyle diyebilir: "Eğer işaret eden ile işaret edilen arasında, mevcut uzaklıktan daha fazla uzaklık söz konusu ise, işaret edilen o şey daha yüce olurdu. Böylece de bu kimse, mutlak manada değil, izafî olarak üstün olmuş olurdu. Allahü teâlâ ise, mutlak manada yücedir. Binâenaleyh Allah bir cisim olsaydı, o zaman onun, bir miktarı- bir ölçüsü oturdu. Her miktarın daha büyüğü düşünülebilir. Düşünülebilen o şey de, mutlak manada değil, başkasına nisbetle büyük olmuş olurdu. Allah ise, mutlak manada büyüktür.

Rızıklandıran Allah'dır

24

"De ki: "Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kim? De ki: "Allah'dır. Herhalde ya biz, ya siz, mutlak bir hidayet üzerindeyiz, yahut apaçık bir dalâlette...".

Genelde insanların Allah'a, bir ilah olduğu için değil, O'ndan birşeyler istemek için ibadet ettiklerini defalarca anlattık. İstenen şeyler ise, ya zararları gidermek, yahut faydalar sağlamaktır. Böylece Cenâb-ı Hak, genel halkın dikkatini, "Allah'ın dışında (O'nun ortağı olduğunu) iddia ettiklerinize istediğiniz kadar yalvarın..." (Sebe, 22) buyruğu ile, zararları Allah'dan başka kimsenin defedemeyeceği inancına çekmek istemiştir. Bu tıpkı, "Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu O'ndan başka giderecek yoktur.." (Yunus, 107) ayetinde ifade edildiği gibidir. Allahü teâlâ işte bu açıklamayı bitirince, bir fayda elde etmenin, ancak Allah ile ve Allah'dan olduğuna işaret etmek için, "De ki, "Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kim?" buyurmuştur. O halde şimdi siz, eğer Cenâb-ı Hak yanında has kullardan iseniz, O sizden zararları defetse de defetmese de, size hayırları verse de vermese de, yüceliği ve büyüklüğünden ötürü, O'na ibadet edin. Yok eğer bu mertebede değilseniz, O'na, zararları defetmesi ve faydaları elde etmek için ibadet edin.

Sonra Allahü teâlâ, "De ki "Allah" buyurmuştur. Bu, "Eğer onlar böyle cevap vermezlerse, "Allah rızıklandınr" diye sen cevap ver" demektir. Burada şöyle bir incelik var: "Allahü teâlâ, zarardan bahsederken, onların Allah'ı dillerine aldıklarını, hakkı itiraf ettiklerini, "hak" dediklerini; menfaatten bahsederken ise, bunu söylemediklerini belirtmiştir. Çünkü onların, bir sıkıntıya düştüklerinde, o sıkıntıyı giderecek olanın ancak Allah olduğunu itiraf eden bir yapılan vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman Rablerine yönelerek ihlasla duâ ederler" (Rum, 33) buyurmuştur. Ama rahatlık esnasında, bu onların hiç aklına gelmez. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "De ki (yani hatırlat ki), "Allah rızıklandınr" buyurmuştur. Bu, "Onlar, rahatlık esnasında, Allah'dan gafildirler" demektir.

İnsaf Üslûbu

Daha sonra, "Herhalde ya biz, ya siz mutlak bir hidayet üzerindeyiz, yahut apaçık bir dalâlette" buyurulmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bu, Allah'ın, peygamberini ilim ve benzeri şeylerde cereyan eden münazaralara, ilmî münakaşalara bir irşadıdır. Bu böyledir. Çünkü münakaşa eden iki kimseden biri diğerine, "Söylediğin bu söz yanlış, sen bunda hata ediyorsun" dediğinde, bu söz onu öfkelendirir. Kişi öfkelenince de, fikrî doğruluk diye bir şey kalmaz. Fikir ve düşünce bozulunca da, anlama ümidi kalmaz. Böylece de, elde edilmek istenen maksada ulaşılamaz. Ama o ona, "Bu hususta ikimizden birisinin hatalı olduğunda şüphe yok. Batıl (yanlış) içinde olmak, onun içinde kalmak çirkin; hakka, doğruya, hakikate dönmek ise en güzel bir şeydir. Öyle ise sakınsın diye, hangimizin hatalı olduğunu anlamaya çalışalım" dediğinde, bu söz muhatabı düşünmeye, o hususu gözden geçirmeye ve taassubu bırakmaya sevkeder. Bu, insanın makam ve rütbesinde bir noksanlığa da yol açmaz. Çünkü bu kimse böylece, kendi görüşünde de şüpheli olduğu zannını uyandırmıştır. Bu hususta, Allah'ın hidayete sevkeden, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de hidayete eren, o kâfirlerin ise, saptırıcı ve sapmış olduklarında hiç şüphe olmadığı halde, Cenâb-ı Hakk'ın Peygamberine, "Herhalde ya biz, ya siz, mutlak bir hidayet üzereyiz, yahut apaçık bir dalâlette" demesini emredişi delâlet etmektedir.

Bazı İncelikler

Bu mesele, ayetteki ifadesiyle ilgilidir. Cenâb-ı Hak, burada hidayet kelimesini ala, dalâleti de fî edatı ile kullanmıştır. Çünkü hidayete eren kimse, âdeta yükselmiş, hakkı hakikati görmüş gibidir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak bunu, yükseklik ifade eden alfl edatıyla kullanmıştır. Sapıtan kimse ise, zulmete dalıp, orada boğulmuştur. Bundan dolayı da bunu, fi edatıyla getirmiştir.

Üçüncü Mesele

Hak teâlâ, dalâleti (sapıklığı) "apaçık" (mübîn) sıfatı ile tavsîf etmiş, hidayeti ise vasıflamamıştır. Çünkü hidayet, hakka ulaştıran dosdoğru yolun tâ kendisidir. Dalâlet ise bunun aksidir. Fakat dosdoğru yol tektir. Onun dışındaki bütün yollar ise dalâlettir. Dalâlet yollarının bir kısmı bir kısmından farklıdır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, onların bir kısmını vasıflarla ayırdetmiştir.

Dördüncü Mesele

Allahü teâlâ, bu ayette hidayeti dalâletten önce zikretmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bahsedilen mü'minleri "ya biz" ifadesi ile işaret etmiştir ve bu diğerinden öncedir.

Günahın Şahsîliği

25

"De ki: "Bizim işlediğimiz günahtan siz mes'ul olmazsınız. Sizin yapmakta olduklarınızdan da biz mes'ul olmayız".

Allahü teâlâ, "ecreme" (cürüm işledi) fiilini, nefse nisbet etmiş, onlar hakkında ise, buyurmuştur. Onların cürüm işlemelerini açıkça bildirmeyip "sizin yaptığınız iş" diyerek üstü kapalı ifade etmiş, böylece anlamalarına mani olabilecek bir kızgınlığa düşmelerini önlemiştir. Ayetteki, "mes'ul olmazsınız" ve "mes'ul olmayız" ifadeleri, kişiyi alabildiğine düşünmeye teşvik için kullanılmıştır. Çünkü herkes suçundan dolayı hesaba çekilip, insan suçtan kaçınıp, onu nazar-ı dikkate aldığında kurtulur. Ama suçtan uzak bir kimse, eğer bir suçtan dolayı hesaba çekilecek olsaydı, inceleme (nazar) kâfi sayılmazdı.

Hüküm Günü

26

"De ki: "Rabbim'ız Kıyamet günü hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, fettâh ve alimdir".

Allahü teâlâ düşünmeye sevkedecek şeyleri, burada te'kid etmiştir. Çünkü sırf hata ve sapıklık olan şeyden kaçınmak insana farzdır. Ya bu iş, arz ve hesab, sevab ve azab gününde olursal Ayetteki yeftahu kelimesinin, "hükmeder" manasında olduğu söylenmiştir. Şöyle de denebilir: Bu fiil, mecazî manadadır. Çünkü kapalı bir kapı ve tıkanmış bir kanal için, hakiki manada, "O, onu fethetti (açtı)" ifâdesi kullanılır. Sonra durumda-meselede bir kapalılık, ona ulaşmama, anlayamama gibi bir hal bulunup, birisi ona bunu anlattığında, o birisi meseleyi ona açmış, "fethetmiş" olur.

O halde ayetteki, "O, fettah ve alimdir" ifadesi, O'nun hükmünün, tesadüfi olarak, sırf hevâ-ü hevesten kaynaklanan şeylere dayanarak hükmeden kimsenin hükmü gibi değil, ilme dayanan bir hüküm olduğuna bir İşarettir.

Şirke Yer Yok

27

"De ki: "O'na ibadette ortak koştuğunuz şeyleri bana gösterin. Hayır, hayır, böyle birşey yoktur. Bilakis O, azîz ve hakîm olan tek hak mâbuddur".

Daha evvel kimilerinin Allah'a, zararları defetmesi, kimilerinin de menfaatleri vermesi için İbadet ettiklerini, şerefli ve kıymetli kimselerden az bir kısım insanın da, O zâtı gereği ibadete müstehak olduğu için O'na ibadet ettiklerini söylemiştik. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, kendisinden başka gerçek manada zarar defedecek varlık olmadığı için, zararları def gayesiyle başkasına ibadet edilemeyeceğini, "Allah'ı bırakıp da, (O'nun ortağı olduklarını) iddia ettiklerinize (istediğiniz kadar) yalvarın.." (Sebe, 22) buyruğu ile, yine menfaat elde etmek için, Allah'tan başkasına ibadet edilemeyeceğini de, "Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kim?" hitabıyla beyan edince, bu ayette de hiç kimsenin, ibadete müstehak olduğu iddiasıyla, Allah'ı bırakıp da başkasına ibadet edemeyeceğini bildirerek, "De ki: "O'na ibadette ortak koştuğunuz şeyleri bana gösterin. Hayır, hayır, böyle birşey yoktur. Bilâkis O, aziz ve hakîm olan tek hak mâbuddur" buyurmuştur ki bu, "Zâtından dolayı ve izzet sıfatına sahib olduğu için gerçek ma'bûd O'dur" demek olup, izzet, tam bir kudret manasınadır. "Hakîm" ise, işi, bilgisine uygun olan, tam ilim sahibi demektir.

Ebedî Hisalet

28

"(Habibim) seni, bir müjdeci bir uyarıcı ve bütün İnsanların peygamberi olmaktan başka bir sıfatla göndermedik. Fakat İnsanların çoğu bunu bilmezler".

Cenâb-ı Hak, tevhid meselesini açıklayınca, risâlet meselesine başlayarak böyle buyurmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

a) (......) kelimesinin, cümle içindeki yeri, (......) takdirinde olup, "bütün insanlar için" demektir. "Böylece ey Peygamber sen, onları bu risâlete boyun eğmekten dışta kalmalarına manî olmaya çalışırsın" demektir.

b) Bu, (......) takdirinde olup, "insanları küfürden menedecek olan birisi olarak seni gönderdik" manasındadır. Bu izaha göre, kelimenin sonundaki "te" mübalağa ifade eder. "Beşîr", "yani vaadlerinle onları bu işe sevkeden"; "nezir", onları valdlerinde (tehdidlerinde, ikazlarında) onları aksinden men eden olarak" demektir. İnsanların çoğu bu durumu, aslında kapalı olduğu için değil, gafletlerinden ötürü bilemezler.

Şaşmayan Takdir

29

Âyetin tefsiri için bak:30

30

"Onlar, "Eğer doğru söyleyenlerseniz, (söyleyin bakalım), bu vaad ne zaman?" derler. De ki: "Size va'dolunan öyle bir gündür ki, siz ondan ne bir saat geri bırakılırsınız, ne de onu geçebilirsiniz".

Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinden bahsedince, haşre de değinerek şöyle buyurmuştur. Biz, A'râf Sûresi'nde "Geri bırakılmazsınız" ifadesinin, inzâr (tehdid) manasına olduğunu, çünkü bunun, "mühlet vermemek" demek olduğunu söylemiştik. Diğer taraftan, istihdam, yani ileri geçmenin ne olduğunu da anlatmıştık. Burada ise şunu zikredeceğiz: Onlar, bu işin hemen olmasını isteyince, Allahü teâlâ, bu hususta bir mühlet tanımanın söz konusu olmadığı gibi, aceleye getirilmesinin, vaktinden önce meydana gelmesinin de söz konusu olmadığını belirtmiştir ki bu, işin büyük önemini gösterir. Çünkü önemsiz birşeyi birisi birisinden istediğinde, o bu işi ertelemez ve onu bir vakte bağlamaz. Ama önemli işler böyle değildir.

Kıraat Farktan

Hak teâlâ'nın "Vaadolunan öyle bir gündür ki..." ifadesinde değişik kıraatler vardır:

1) Her iki ismin de tenvirin merfû okunması... Buna göre "yevm", bedel olur.

2) Yine ikisi de tenvinle, "yevm"in mansub, "mi'âd"ın merfu okunması. Zemahşerî bu okuyuşun sebebinin, "yevm"in, mahzûf bir fiile mansub oluşu olduğunu, sanki, denilmek istendiğini, bunun ise, o günün büyüklüğünü ve dehşetini ifade ettiğini söylemiştir. Şöyle de denilebilir: "Yevm" kelimesi zarf olarak mansubtur ve kelamın takdiri, şeklindedir ki bu tıpkı, "Sana bir gün geleceğim" denilmesi gibidir. Buna göre, "yevm" kelimesi "mahzüf" bir ilim (bilme) fiili olur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Sizin için, onu bir gün öğreneceğiniz, bir mi'âdınız (randevunuz) var" demektir. Başka ayetlerde geçen, "malûm gün" (vakıa, 50) ifadesi de buna delalet eder. Bu, tıpkı birisinin, "O, falanca günde öldürüldü" demesi gibidir.

3) "Mî'âd"ın "yevm"e muzâf olarak, (......) şeklinde okunması.... Bu da tıpkı birisinin izâfet-i beyâniyye olarak, "eski elbise" demesi gibidir.

Ayetteki, "Sizden geri bırakılmaz" ifadesi yerine, "Siz geri bırakılmazsınız" denilerek, geri bırakılma işinin onlara isnad edilmesi, o günün mutlaka olacağını iyice anlatmak içindir.

Kur'an'a İnanmayanlar

31

"O kâfirler, "Biz ne bu Kur'ân'a, ne de ondan öncekilere inanırız" dediler".

Allahü teâlâ, tevhid, risalet ve haşr gibi üç şeyden bahsedip, kâfirler de bunların hepsini inkâr edince, işte bu ayetiyte, onların genel inkârlarını beyan etmiştir. Bu böyledir, çünkü Kur'ân bütün bunları ihtiva etmektedir. Ayetteki, "ne de ondan öncekiler" ifadesiyle, meşhur görüşe göre, Tevrat ve İncil kastedilmiştir. Bu izaha göre, ayetin başında geçen "kâfirler" kelimesiyle, peygamberliği ve hasrı inkar eden müşrikler kastedilmiştir. Şöyle de denebilir: Ayetin manası, "Biz Kur'ân'ın Allah'dan olduğuna ve O'ndan öncekilere inanmayız ve Kur'ân'daki haberlere, mesellere, ayetlere ve delillere iman etmiyoruz" şeklindedir. Bu izaha göre, ayetin başındaki "kâfirler" İle, genel bir mana kastedilmiş olur. Çünkü ehl-i kitap da, Kur'an'ın Allah'dan olduğuna, onda anlatılan peygamberlik ile hasrın tafsilatına inanmamaktadır.

İmdi eğer, "Ehl-i kitap, vahdaniyyete (Allah'ın birliğine) ve haşre (Kıyamete) inanmamışlar mıdır?" denilirse, biz deriz ki: Birisi, bu kitaba mahsus olan şeyleri tasdik etmezse, onun hakkında "O, bu kitaptan hiçbir şeyi tasdik etmiyor" denir. İsterse ondaki birkısım şeyleri tasdik etsin. Zira, bu son kısım, diğer kitaplarda da yer almaktadır. Binâenaleyh o kitaptakilere inanmadığı söylenebilir. Bunun misali şöyledir: Bir kimse birisini söylediği şeylerde yalanlasa, ama inanılmayan o şahıs, inanmayana, ateşin yakıcı olduğunu söylese, o onu bu hususta yalanlamaz. Ama bundan ötürü onun, onu tasdik ettiği de söylenemez. Çünkü o, bu hususta astında kendi kendini tasdik etmiştir. Çünkü kendisi bunu zaten biliyordu. Yaptığımız bu izaha göre ayetteki, "ondan öncekiler" ifadesi, "Kur'ân'ın ihtiva ettiği şeylere" manasınadır. Çünkü Kur'ân, o konulan da içine alır.

Dostun Suçlaması

"O zalimler, Rablerinin divanında dururlarken sözü (suçu) birbirine atıp çevirirlerken, içlerinden zayıf sayılanlar, büyüklük taslayanlara: "Siz, olmasaydınız muhakkak ki biz mü'minlerden olacaktık" derlerken, sen onları bir görsen..".

Onların bu dünyada, "iman etmeyiz" sözü ile, iman etmelerinden ümit tamamen kesilince, çünkü bu söz, nefyi te'kid için olunca, Cenâb-ı Hak, peygamberine, tıpkı bir iş hususunda hata eden bir topluluğun, "Bunun sebebi sendin", bir diğerinin "hayır, bunun sebebi sendin" diye suçu birbirlerine atmaları gibi, hesap verirken suçu birbirlerine atarak, en rezil-rüsvay bir hale düştükleri halde onları göreceğini vaadetmiştir. Ayetteki lev (eğer) edatının cevabı mahzûf olup, takdiri, "Eğer o zâlimleri böyle görsen, çok enteresan birşey görmüş olurdun" şeklindedir.

Cenâb-ı Hak daha sonra ise, tabî olanlar ile başlamıştır. Çünkü saptıranlar azarlanmaya daha müstehaktırtar. İşte bu sebeble Allahü teâlâ, onların küfürlerinin, bir gerekçe olmadığı için değil de, bir manîden dolayı olduğuna işaret için, "İçlerinden zayıf sayılanlar, büyüklük taslayanlara, "Siz olmasaydınız, muhakkak ki biz mü'minlerden olacaktık" derler" buyurmuştur. Çünkü onların, "Bize hiçbir peygamber gelmedi" yahut "Peygamber kusurludur" demeleri mümkün değildir. Bu da, peygamberin üzerine düşeni hakkıyla yerine getirdiğine işarettir. Çünkü peygamber, eğer ihmalkâr davranmış olsaydı, onlar iman etmezlerdi. Yine büyüklük taslayan o liderleri olmasaydı, onlar iman ederlerdi.

Önderlerin Cevabı

32

"Büyüklük taşlananlar, zayıf sayılanlara, "Size hidayet geldikten sonra, biz mi sizi ondan çevirdik? Hayır, siz kendiniz suçlu idiniz" derler".

Cenâb-ı Hak, onların, "Eğer biz inkâr etti isek, bu bir mânadan dolayı olmuştur" şeklindeki sözlerini reddetmek için, "Size hidayet geldikten sonra, biz mi sizi ondan çevirdik? Hayır, siz kendiniz suçlu idiniz" buyurmuştur. Maksad şudur: Bir kimsenin bir işi yapması için mâninin muktazîden (onu gerektiren sebepten) daha ağır basması gerekir. Peygamberin getirdiği şey, hidâyettir; müstekbirlerin yaptıkları İse, peygamberin getirdiğini kabul etmeyi engelleyen birşey değildir. Şu halde, sizin mani bahanesini ileri sürmeniz doğru değildir" demektir. Sonra, onların küfürlerinin cürüm olduğunu bildirdi. Zira bir kimsenin mazur sayılması için ya muktazînin bulunmaması veya maninin olması gereklidir, oysa burada bunlardan hiçbiri mevcut değildir.

Tabilerin Cevabı

33

"Zayıflar da, o büyüklük taşlananlara, "Hayır derler, gece gündüz işiniz hilekârlıktır. Çünkü siz bize Allah'ı inkâr etmemizi, O'na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz".

Büyüklük taslayanlar, "Biz size mani olmadık. Bizden, mani olabilecek ve engelleyecek herhangi bir şey sudur etmedi" deyince, zayıflar şunu itiraf ederek, "Hayır, gece gündüz kurduğunuz tuzaklar bize mani oldu" demişlerdir. Daha sonra, zayıf görülenler büyüklük taslayanlara, "Sizler her ne kadar, kesin bir engel ve kuvvetli bir manide bulunmadıysanız da, ancak ne var ki, sizin bize küfrü emretmeniz, bunu telkinde bulunmanız uzun süre devam etmiştir. Bu sebeple biz de inkara saptık. Dolayısıyla sizin bu telkinleriniz, bu manî ve sebebin bir cüz'û ve unsuru oldu..." demişlerdir. Şöyle bir izah da yapılabilir: Ayetin bu ifadesinin takdiri, "Sizin, gece ve gündüz (kurduğunuz) tuzaklar" şeklinde olur. İfadenin böyle olması halinde, muzâfın ileyh, hazfedilmiş olur.

"Çünkü siz bize, Allah'ı inkâr etmemizi, O'na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz" ifadesi, Allah'a şirk koşan kimsenin, Allah'ın varlığını şeklen ispat edip kabullendiğini, ne var ki, bu kimsenin gerçekte Allah'ın varlığını inkâr ettiğini ortaya koymaktadır. Çünkü yontulmuş mahlukların - endisine eşit ve denk olduğu zat, ilâh olamaz. Cenâb-ı Hakk'ın önceki ayetteki "Sözü (suçu) birbirine atıp çevirirlerken" (sebe,31) sözü hakkında, muzari sîgasıyla der. Son iki ayette ise, soru ve suçu karşılıklı olarak birbirine atma işi aynı olmakla oeraber, mazî sîgasıyla, kale (dedi) buyurması, bu işin mutlaka vakî olduğuna bir şaret değildir. Çünkü, vukuu kesin olan bir şey, vâki olmuş gibi ifade edilir. Baksana Cenab-ı Hak da, "Muhakkak ki sen ölüsün (öleceksin), onlar da ölüler (ölecekler)" (zümer,30) buyurmuştur.

İç Kemiren Pişmanlık

"Bunlar, azabı görünce, içten içe pişmanlık duyarlar. Biz de o küfredenlerin boyunlarına, (ateşten) bukağılar takarız. Yapmakta olduklarından başkasıylamı cezalandırılacaklardı ya!".

Bu ayet, "Onlar, suçu ve kabahati daha önce birbirlerine atıyorlardı. Ama Kendilerine, onları başka herşeyden alıkoyan o azâb gelince, bu pişmanlığı ifâde eden atışmayı içlerine attılar" demektir. Buradaki fiilinin, "ortaya koymak" anlamına geldiği, ayetin manasının, "Onlar pişmanlıklarını ortaya koyup izhâr ettiler" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Şöyle de denebilir: Onlar, karşılıklı olarak birbirlerini suçlayınca, "Ey Rabbimiz, gördük, işittik. Şimdi bizi geri çevir de güzel amelde bulunalım" (Secde, 12) diyerek Allah'a döndüler. Daha sonra kendilerine cevap serilerek, artık onlar için geriye dönüşün mümkün olmadığı haber verildi de, işte bu sebeple onlar, bu sözlerini (secde. 12) içlerinde sakladılar.

"Biz de o küfredenlerin boyunlarına, (ateşten) bukağılar takarız" ifadesi, o azabın keyfiyetine, sırf görmenin kâfi gelmediğine, "tam aksine onlar o azabı görünce, onun içine düşeceklerine hükmettiklerine, böylece nedameti terkettiklerine ve o azaba düştüklerine; derken, boyunlarına ateşten bukağıların takıldığına “Yapmakla olduklarından mı cezalandırılacaklardı ya!?” ifadesi de, bunun, adalet gereği onların müstehakkı ve cezası olduğuna bir işarettir.

Azgın Zenginler

34

Âyetin tefsiri için bak:35

35

"Biz, hiçbir memlekete, gelecek tehlikeleri haber verici bir peygamber göndermedik ki, oranın zenginleri, "Biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz" dememiş olsunlar. Bir de dediler ki: "Biz malca da, evlatça da daha çoğuz. Biz, azaba uğrayacaklardan değiliz".

Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbini yatıştırma ve kâfirlerin seçkin peygamberlere eziyyetinin, ilk defa olan bir şey olmadığını, tam aksine bunun, öteden beri devam edip gelen bir şey olduğunu beyan etmiştir. Cenâb-ı Hak bu sözü, başkalarının da, "Biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr edicileriz" demesine rağmen, zenginlere nisbet etmiştir. Çünkü, bu sözü söylemede, zenginler asıl ve temeldirler. Baksana Cenâb-ı Hak, zayıf düşenlerin, büyüklük taslayanlara, "Siz olmasaydınız, biz mü'min olmuştuk" (Sebe, 31) dediklerini bildirmiştir.

Daha sonra da onlar, kendilerinin bu konuda isabet etmiş olduklarına, mallarının ve çocuklarının çokluğu ile istidlalde bulunarak, "Bizim dinimize sarılmamız sebebiyle, biz, malca da evlatça da daha çoğuz.." demişlerdir.

Ayetteki, "Biz, azaba uğrayacaklardan değiliz" ifadesine gelince, bu da, "Ahirette böyle olmayacağız" demektir. Buna göre sanki onlar, "Bizim bu dünyadaki durumumuz, sizinkinden daha iyidir. Ahirette de, azaba uğratılmayacağız" demişlerdir. Bu söz onlardan ya doğrudan, o azabı İnkar ettiklerinden ötürü; yahut da, dünyadaki güzel hallerine kıyasla, ahiretteki durumlarının da güzel olacağına inandıkları için sudur etmiştir.

Rızık Allah'ın Elinde

Daha sonra Cenab-ı Hak, onların hatalarını şöylece beyan buyurmuştur:

36

"De ki: "Şüphesiz Rabbin, kimi dilerse, onun rızkını genişletir. Kimi de dilerse, onunkini daraltır. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler".

Yani, "Dünyadaki rızkın genişlemesi ve daralması, kişinin haktan yana veya bâtıldan yana olmasına delâlet etmez. Çünkü, nice bedbaht ve günahkâr kimse vardır ki alabildiğine zengindir ve yine nice müttakî dindar kimse vardır ki, alabildiğine sıkıntı içindedir. Ancak ne var ki, insanların pekçoğu rızkın azlığının, geçim darlığının; malın çokluğunun ve geçim bolluğunun, kişinin fâsık ya da sâlih olma durumuna has lınmaksızın, meşîet-i ilâhiyyeye bağlı olduğunu bilmezler.

Amel-i Salih'in Mükafaatı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların istidlallerinin yanlışlığını, onlara yönelttiği şu hitapla bildirmiştir:

37

"Sizi, bizim huzurumuza yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne evlatlarınızda. Ancak iman edip de, iyi amellerde bulunanlar müstesna. Çünkü onlar, yaptıklarına mukabil, kat kat mükâfaat alacak olanlardır. Ve onlar, emin ve mutmain olarak, en yüksek makamlardadırlar".

Yani, "Sizin, "Biz malca da, evlatça da daha çoğuz. O halde biz, durum itibariyle Allah katında en güzel olanlarız" şeklindeki sözünüz, sahih bir istidlal değildir. Çünkü mal, kişiyi Allah'a yaklaştırmaz. Ma) ile izzet sahibi olmaya da itibar olunmaz. Bir değer ifade eden şey ancak, imandan sonra yapacağınız, salih amellerinizdir. Bunun delili şudur: Mal ve çocuk, kişiyi Allah karşısında meşgul eder ve onu O'ndan uzaklaştırır. O halde kişi, daha nasıl Allah'a yaklaşabilecektir? Halbuki amel-i salih, Allah'a yöneltmektir. Ve Allah ile meşgul olmaktır. Kim Allah'a yönelirse, ulaşır. Kim Allah'dan bir şey isterse, bu isteği gerçekleşir" demektir.

Cenâb-ı Hak, "Çünkü onlar, yaptıklarına mukabil kat kat mükâfaat alacak olanlardır" buyurmuştur ki, bu, "hasenenin-iyiliğin mükâfaat!" demektir. Çünkü kat kat oluşu, ancak haseneler, iyilikler için söz konusudur. Seyyide kötülükte ise sadece onun misti bulunur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu nimetin devamlılığına ve ebedî kılındığına bir işaret olsun diye şunu ilave etmiştir:

“Ve onlar, emin ve mutmain olarak, en yüksek makamlardadırlar" buyurmuştur. Çünkü kendisine olan ikram ve nimetin kesildiği kimse, emin olamaz.

Cehennemin Ebediliği

Daha sonra Cenâb-ı Hak, kötülük yapan kimsenin durumunu şöylece açıklamıştır:

38

'"Birbirleriyle yarışırcasına, ayetlerimiz (aleyhinde) koşanlar (yok mu)? Onlar da azabın içerisine ihzâren getirilenlerdir".

Biz bunun tefsirini daha evvel yapmıştık. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar da, azabın içerisine ihzâren getirilenlerdir" ifadesi de, o azabın devamlı olacağına bir işarettir. Nitekim Cenâb-ı Hak "Ne zaman oradan çıkmak isterlerse, içerisine döndürülürler" . 20) ve "Ve onlar, bundan ayrılanlar da değildir" (İnfitâr. 16) buyurmuştur.

Sadakanın Yeri Doldurulur

Daha sonra Cenâb-ı Hak yeniden,

39

"De ki: Hakikaten Rabbim, kullarından kimin rızkını dilerse genişletir, kimininkini de dilerse, kısar. Ne harcarsanız, O, bunun ardından (daha iyisini) lütfeder. O, rızıklandıranların en hayırlısıdır"

buyurmuştur ki, bu, ahiret nimetlerinin dünya nimetlerine aykırı olmadığına, tam aksine salih kimseler için de âhirette ilahî vaade binaen nimetlerin kesin olarak verilmesinin yanısıra bazan dünya nimetlerinin de hasıl olacağına bir işarettir. Bu şöyle diyen kimsenin sözünü de kesmek içindir: "Dünya bize, ahiret onlara olunca, peşin olan tercihe daha şayandır." Bu ayet onlara diyor ki; "Bu peşin nimet de size mahsus değil. Çünkü, nice günahkâr kimseler var ki, burunları sürtülmektedir. Nice takva sahibi kimseler de vardır ki, onlar, bol nimetten istifade etmektedirler." Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hak, bu manadaki ayetleri iki defa zikretmiştir. Birinci kez, onların mallarının ve çocuklarının çokluğunun, kendi hallerinin ve inançlarının güzelliğine delâlet etmediğini beyan etmek için. İkinci kez ise, bunun, onlara mahsus olmadığını beyan etmek için. Buna göre Cenab-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Kişinin refah içinde elması, zengin olması, onun şerefti, kıymetli olduğunu göstermez. Hem sonra biz, bunun böyle olduğunu kabul etsek bile, ne var ki bu durum, mü'minler için de tahakkuk etmektedir. Çünkü Allah onları, mü'minleri, sizin (ey kâfirler) yurtlarınıza ve mallarınıza malik kılmaktadır. Bunun delili şudur: Allahü teâlâ (aynı manada olan bu iki ayetten) birincisinde, "kullarından dilediği kimseler için" dememiş, tam aksine, "kimi dilerse"(sebe, 36) buyurmuştur. Halbuki, ikincisinde, "kullarından kimi dilerse" (Sebe, 39) buyurmuştur. Allah'a nisbet edilerek getirilen, "kullar" ifadesiyle de, mû'minler kastedilir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, mü'minlere, kâfirler için olandan başkasını vaadetmiştir. Çünkü kâfirin ardı kesiktir. Malı son bulacaktır. Geleceği ise, korkunç bir akıbettir. Ama mü'mine getince, mü'minin infak edip harcadığı şeyi ise, Allah karşılayacaktır. Verdiği şey ise daha hayırlıdır. Çünkü, insanın elinde bulunan şeyter, dalma helak olma ve telef olma ile yüzyüzedir. Halbuki bu iki durum, Allah Katında mevcut olan ve mü'min kuluna vereceği o şeye arız olamazlar, yol bulamazlar.

Rızık Verenlerin En Hayırlısı

Daha sonra Cenâb-ı Hak bu hususu, "O, rızıklandıranların en hayırlısıdır" ifadesiyle pekiştirmiştir. Rızık vermede hayırlı olmak ise, şu hususlarda olur:

a) Vereceği şeyi, ihtiyaç zamanından geri bırakmamak.

b) İhtiyaç miktarından az vermemek.

c) Vereceği şeyi, hesaba tabi tutarak azaltmamak.

d) Verdiği şeyi, karşılık istemek suretiyle bozup bulandırmamak. İşte Allahü teâlâ, böyle bir rızık verendir. Bunlardan birincisine gelince, Allah'ın alîm ve kadîr oluşundan; ikincisine gelince, Allah'ın, ganî ve rızkı bol oluşundan; üçüncüsüne gelince, Allah'ın kerîm oluşundandır ki, Cenâb-ı Hak bu hususu, "Dilediği kimseleri hesapsız olarak rızıklandırırsın" (Al-i imran, 27) ifadesiyle beyan etmiştir. Bu ifâdeden kastedilen şey, bizim az önce söylediğimiz şey olup, "Allah onu, hesaba tâbi tutmadan, helâl rızıkla rızıklandırır, bol bol rızık verir" demektir. Dördüncüsüne gelince, bu da Allah'ın yüce, ulu olmasından dolayıdır. Çünkü karşılığı, aşağıda olan, yukarda olandan talep eder. Baksana, en yüce olanın (Üstte olanın) en aşağıda olana karşı yaptığı hibe ve yardım, herhangi bir karşılık ve bedeli gerektirmez.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "Ne harcarsanız, O, bunun ardından daha iyisini lütfeder" ifadesine gelince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisinin manasını tekîd eder: "Her sabah, mutlaka iki melek iner ve onlardan biri: "Allah'ım, infak edene, infak ettiğinin yerine daha hayırlısını ver"; diğeri ise, "Allah'ım, infâk etmeyenin de malına telef, kırım, helak ver" der. " Buhari zekat, 27;Müslim, Zekat, 57 (2/700) Bu böyledir, zira Allahü teâlâ, yüce bir melîktir. O halde bu demektir ki O, dopdolu, uçsuz bucaksız bir zengindir. Binâenaleyh o, "infâk et, bunun bedeli bana aittir" dediğinde, O'nun vaadinin gereği, bu iş O'nun üzerine hak olur. Bu, tıpkı bir kimsenin, "Eşyanı denize at, onun tazmini bana aittir" demesi gibidir. Binâenaleyh, infak eden kimse, bedelin tahakkuk etmesi şartını yerine getirmiş olur. O halde bu demektir ki, artık bedel ve karşılık tahakkuk edecektir, infak etmeyenin malı için zeval bulma ve helak, kaçınılmazdır. Bedeli, kendisi sebebiyle tahakkuk edeceği şeyi yerine getirmeyen kimse, (malını), yerine bir başkası verilmeksizin elden çıkarmış olur ki, bu da ziyan ve telef olmadır. Sonra, şaşılacak şeydir; tüccar, mallarından herhangi birisinin yok olmakla yüzyüze olduğunu anladığında, her ne kadar onun parasına muhtaç olanlardan olsa dahi, bu malı veresiye satar ve "Yaptığım bu iş, o malı yok olmakla yüzyüze getirmekten daha uygundur" der. Binâenaleyh, şimdi bak: Eğer bu kimse bu malını satmaz, o mal da böylece telef olursa, o tüccara hata ettiği söylenir. Eğer o mala, zengin bir kefil bulunur ve o da o malı üçüncü bir şahsa satmazsa, ona, aklının kıt olduğu söylenir. Yok eğer, o mal hususunda bir rehin (borç karşılığında bırakılan bir şey) bulunur ve bu hususta bir senet yapılır, buna rağmen o kimse helakle yüzyüze olan o malını satmazsa, kendisine deli olduğu söylenir. Ne var ki, herkes bunu yapıyor, fakat bunun, kendisini deliliğe yaklaştırdığını farkedemiyor. Çünkü bizim mallarımızın tamamı, gerçek bir helakle yüzyüzedir. Halbuki kişinin çoluk çocuğuna infakta bulunması, (Allah'a) bir borç vermedir. Üstelik burada, dopdolu bir tazminde bulunacak bir zengin zât da mevcuttur ki, bu da yüce olan Allah'dır. Çünkü Allahü teâlâ, "Ne harcarsanız, O, bunun ardından daha iyisini lütfeder" buyurmuş, sonra da, herkese ya bir araziyi, ya bir bağ-bahceyi, ya bir değirmeni, ya bir hamamı, veyahut da bir geçim kapısını rehin olarak vermiştir.- Çünkü insanın, mutlaka kendisinden bir mal elde edeceği bir sanatı ya da bir yolu yordamı vardır. Halbuki bütün bunlar, Allah'ın mülküdür ve insanın elinde bir emanettir. O halde bu demektir ki, bütün bunlar kişinin bu hususta tam bir güvencesi tahakkuk etsin diye, Allah'ın, onun rızkını tekeffül edeceğine, üstleneceğine dair rehin bırakılmış şeylerdir. Buna rağmen insan, malını infak etmiyor da, o malını karşılığında bir ücret ve bir teşekkür elde etmeksizin, telef olmayla yüzyüze getiriyor.

Başka Razık Var Mı?

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "O, rızıklandıranların hayırlısıdır" ifâdesi, rızık verenlerin çokluğunu anlatan bir ifâdedir. Halbuki Allah'dan başka rızık veren yoktur. Binâenaleyh bunun cevâbı nedir? Biz diyoruz ki: Buna şu iki cevapla mukabele edilir:

1) "Allah, sizin rızık verenler olduğunu sandığınız o rızık verenlerin en hayırlısıdır" denilmesîdir. Ki, bu mana "Yaratanların en güzeli olan Allah, ne yücedir" (Mü'minûn, 14) ayeti için de söz konusudur.

Allah'ın Vasıflarının Kul Hakkında Kullanılması

2) Sıfatların kimisi, hem Allah hem de kul için, hakiki manada kullanılır. Kimisi, Allah için hakiki, kul için mecazi manada kullanılır; kimiside Allah için hakiki manada kullanılır, fakat kul için, kulda ne hakiki ne de sekten bulunmadıktan için, ne hakiki ne de mecazi manada kullanılmazlar. Birincisinin misali, ilim vasfıdır. Çünkü Allah, kendisinin bir olduğunu bilir, kul da O'nun bir olduğunu hakiki manada bilir. Ateşin yakıcı olduğunu bilme de böyledir. Bu maddede sözün özü, O'nun ilminin kadîm, bizim İlmimizin hadis oluşudur. İkincisinin misali, Rezzâk ve Hâlık vasıflarıdır. Çünkü kul, başkasına bir şey verdiğinde, gerçekte vermiş olan Allah'dır. Ancak ne var ki; burada veren şeklen kul olduğu için, o, "veren" adını almıştır. Ki bu tıpkı, duvara çizilmiş resimlere, meselâ at, insan denilmesi gibidir. Üçüncüsünün misali, "ezelî", "Allah" ve bu ikisinin dışında kalan şeylerdir. "İstiva, inme, beraber olma (maiyyet), Allah'ın eli, Allah'ın tarafı, (Cenbullah)" gibi ifâdeler ise, kul için hakiki, Allah için mecazî manada kullanılırlar.

40

Âyetin tefsiri için bak:41

41

"Gün gelecek, (Allah) onların hepsini mahşerde toplayacak, sonra meleklere:"Bunlar mı, size tapıyorlardı" diyecek. (Melekler de), "Seni, şerikten tenzih deriz, bizim dostumuz onlar değil sensin. Daha doğrusu onlar cinlere tapıyorlardı. iman ediyorlardı" diyecekler".

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in halinin, kendinden önce geçen peygamberin hali gibi; kavminin halinin de, önceki kâfirlerin hali gibi olduğunu ve o kâfirlerin mallarının ve çoluk-cocuklarının çok olması ile yaptıkları o istidlallerinin bâtıl olduğunu beyân edince, onların hallerinin neticesinin ne olacağını da beyan etmek üzere "Gün gelecek Allah onların hepsini toplayacak" buyurmuştur. Yani, "Seni ve senden önce geçen peygamberleri yalanlayanları mahşerde toplayacağız. Sonra da, kendilerine taptıklarını iddia ettiklerine, ki onlar meleklerdir, şöyle diyeceğiz..." demektir. Çünkü o müşriklerin varabilecekleri en ileri nokta, onların, "Biz, meleklere ve yıldızlara tapıyoruz" demeleridir. İşte bu sebeple Allah, meleklere, "Onlar size mi tapıyorlardı?" diye soracaktır. Bu, o putperestleri hor ve hakir kılmak içindir. Bunun üzerine o meleklerden herbiri, "Subhânellâh! Senden başka bir şeyin mâbûd olmasından seni tenzih ederiz. Sen, hem bizim mabûdumuzsun, hem de bütün mahlûkatın" diyecektir.

Meleklerin, "Bizim dostumuz onlar değil, sensin" ifadesi, çok İnce bir manaya işarettir ki, bu da şudur: İnsanların tutum ve davranışları farklı farklıdır. Bir kısmı, çok kalabalık olan yerlerde oturmaz. Zira o, orada başkan olamaz, bundan ötürü kırsal kesimi, küçük yerleşim merkezlerini tercih eder. Bir kısmı ise, orada insanlarla birarada bulunamayacağı ve bilgili ve akıllı kimselere varıp ulaşabilmenin pek az mümkün olması sebebiyle, küçük beldeleri istemez. Sonra bu iki gruba da, sultana hizmet etme ile, kendilerine asla iltifat edilmeyen avam ve süfeha takımını istihdam etme teklif edilse, akıllı olan, sultana hizmet etmeyi, kendilerine hiç itibar edilmeyenleri istihdam etmeye tercih edecektir. (Meselâ), şayet bir adam bir dağa konaklasa ve önüne de, değersiz ve pis şeyleri koysa, onun başına da sinekler ve kurtlar üşüşse, o da halâ, "İşte bunlar benim etbaım ve taraftarlarım. O büyük sultanın hizmetine ve onun huzuruna gidip gelmeye muhtaç olurum korkusuyla da şehre girmemi" dese, bu kimsenin deli olduğu söylenecektir. İşte aynen bunun gibi, Allah'a hizmeti ve kulluğu terketmeye razı olup da öte yandan behâimden (hayvanlardan) daha sapık ve vahşi hayvanlardan daha kıt akıllı olanlara râm olan kimse de delidir. İşte bu sebeple onlar, "Bizim dostumuz, onlar değil sensin" demişlerdir. Yani, "senin bizim dostumuz oluşun, kul olmaya daha çok yakışır ve onların bize ibâdet etmeleri sebebiyle onların bizim dostumuz olmasından da, bize daha sevgili ve hoştur" demektir. Onlar yine "Daha doğrusu onlar, cinlere tapıyorlardı" demişlerdir. Yani, "Onlar, cinlerin emrine itaat ediyorlardı. Gerçekte onlar cinlere ibâdet ediyorlardı. Biz ise, onların kıbleleri gibiydik" demektir. Çünkü ibadet, itaat demektir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "çoğu, onlara iman ediyorlardı" ifadesine gelince, şayet bir kimse, "Onların hepsi şeytana tabi idiler. O halde "çoğu onlara iman ediyorlardı" cümlesinin manası nedir? Çünkü bu ifâde, onların bir kısmının, onlara İman etmeyip itaat etmediğini haber vermektedir" dese, buna şu iki şekilde cevap verilir:

1) Melekler, onların tamamını ihata etme iddiasında bulunmaktan kaçınmışlar, bu sebeple de, "çoğu..." demişlerdir. Çünkü, onların gördükleri ve hallerine muttali oldukları kimseler, cinlere ibâdet ediyorlar ve onlara iman ediyorlardı. Muhtemeldir ki o kâfirler içinde, Allah'ın, meleklerin hallerine muttalî kılmadığı kimseler vardı!

2) İbadet, zahirî bir ameldir. İman ise batını bir amel. İşte onlar; onların amellerine muttali oldukları için, "Daha doğrusu onlar, cinlere tapıyorlardı" demişler; kalbin ameli söz konusu olduğunda da, kalblerinde bulunan şeye muttali olmuş olduklarını iddia etmemiş olmak için, "çoğu, onlara iman ediyorlardı" demişlerdi. Zira, kalbe ancak Allah muttali olabilir. Nitekim bu anlamda olmak üzere Cenâb-ı Hak, "O, kalblerde olanı hakkıyla bilir"(Al-i imran, 119, vd) buyurmuştur.

Fayda Verilmeyecek Gün

Sonra Cenâb-ı Hak, taptıktan şeyin onlara fayda vermeyeceğini beyan etmek üzere:

42

"İşte bu gün birbirinize ne bir fayda, ne de bir zarar yapmaya gücünüz yetmez. O zalimlere biz, "Yalanlayageldiğiniz ateşin azabını tadın" diyeceğiz"

buyurmuştur.

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

"Birbirinize" ifadesiyle kime hitap edilmektedir? Diyebiliriz ki, daha önce, "Bunlar mı size tapıyorlardı?" (Sebe, 40) ifadesi geçmiş olduğu için, bunun meleklere bir hitap olması muhtemeldir. Buna göre bu ifade, onların mabûdlarının, onlara ne fayda ne de zarar verebileceğini beyân etmek suretiyle, o kâfirleri bir tür cezalandırma ve azarlama olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, "Rahman katında bir ahit almış olanlardan başkası şefaat yetkisine malik olamayacaklardır" (Meryem, 87) ve "Bunlar, O'nun masına ermiş olandan başka kimseye şefaat etmezler" (Enbiya, 28) ayeti de bunu doğrular. Bir de Cenâb-ı Hak bundan sonra, "O zalimlere biz, tadın (...)" buyurmuş, böylece onları müstakil olarak zikretmiştir. Muhataplar şayet kâfirler olmuş olsaydı, o zaman Cenab-ı Hak, "Tadın öyleyse" buyururdu.

Buna göre, "birbirinize" ifadesinin manasının sahih olabilmesi için, kâfirler de hitaba dahildirler. Yani, "Melekler kâfirlere fayda sağlayamaz" demektir. Aynı işte ortak olan kimselerden, bir yerde bulunan vasıtasıyla, bulunmayana hitab edilmesi caizdir. Bu tıpkı bir kimsenin, herhangi bir söz hususunda, kendisinin ortağı bulunan oradaki birisine, (diğeri orada olmadığı halde), "Sen dedin" anlamında, "Siz söylediniz" demesi gibidir. Halbuki, orada bulunmayanlar söylemişti. Yine bu hitabın, onların yanısıra, cinlere de olması muhtemeldir. Ki, "Ey melekler ve cinler, siz birbirinize mâlik olamazsınız. Binâenaleyh siz, şefaat hususunda, kendinize hiçbir toydanız dokunmadığına göre, daha nasıl başkalarına şefaati tekeffül edebilirsiniz? Biradaki muhatabın, kâfirler olması da muhtemeldir. Çünkü "bu gün" kelimesinin ayette yer alması, onların orada bulunduklarına delâlet eder. Bu izaha göre Cenâb-ı Hak "O zalimlere biz, "... ateşin azabını tadın " diyeceğiz" ifadesini ancak, onların ariümdeki durumlarını ve günahtan ötürü hak ettikleri cezanın sebebini beyan, tekid için zikretmiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak şayet bunun yerine, "öyleyse, tadın azabım" demiş olsaydı, bu da yeterli olurdu, ancak ne var ki, bizim bahsettiğimiz mana ve fayda elde edilemezdi. Çünkü kâfirler her ne zaman işledikleri zulmü, inadı, günahı ve fesadı, bizzat (bu isimlerle) duyup dinlediklerinde, o zaman âh-ü vâh ederler, nedamet duyarlar.

Tabiri

Ayetteki, (......) kelimesi, bir hayıflanmayı ifade etmektedir. Bu fayda verme olsaydı istifade ederlerdi. Peki dairen, yani zarar verme işine ne diyeceğiz, zarar vermeye güç yetirselerdi bile bundan sağlayacakları bir fayda olmazdı, öyleyse bunu zikretmenin hangi manası olabilir?

Cevap: İbadet, bazan mabudda düşünülen zarar verme işini savuşturmak için yapılır. Nitekim, zorba bir otoritenin şerrinden korkulduğu için ona hizmet edilip her isteği yerine getirilir. Bu durum vaki olduğundan, onlarda ibadet sebebi sayılabilecek bu özelliğin de bulunmadığı açıklanmıştır.

Üçüncü Mesele

Allahü teâlâ burada, "Yalanlayageldiğiniz ateşin azabını tadın" buyurmuş, Secde Sûresi'nde ise, "Kendisini yalanladığınız azabı tadın" (Secde,20) buyurmuş ve böylece orada, yalanlanan şeyin azab, burada ise, yalanlanan şeyin ateş olduğunu söylemiştir. Halbuki onlar, her ikisini de inkâr ediyorlardı (niçin)?

Cevap: Bunun hikmeti şudur: Orada, onların gördükleri şey ateş değil, aksine, onların orada içinde bulundukları zamandır. Bunun delili, "Oradan her çıkmayı isteyip, buna yeltendiklerinde, oraya geri dönderilirler ve onlara, "Yalanladığınız azabı tadın" denilir" (Secde. 20) ayetidir. Bu, "Ateş bize ancak sayılı günlerce dokunur" (Bakara, 80) diyerek inkâr ettiğiniz, o ebedî azabı tadın" demektir. Bu da, "Siz, eğer azab gerçekleşecek olursa, uzun sürmez" diyordunuz. Haydi şimdi bu uzun ve ebedî azabı tadın" demektir. Buradaki ayette .ise, onların ilk gördükleri şey ateştir. Çünkü bu ifade, hasrı ve hesabı anlatan ayetin peşisıra gelmiştir. İşte bu sebeble onlara, "Yalanlayageldiğiniz ateşin azabını tadın" denilmiştir.

Gerçekten Kaçanlar

43

"Onlara karşı açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman dediler ki: "Bu, atalarınızın tapmakta oldukları (putlardan) sizi, hep vazgeçirmek isteyen bir adamdan başka bîr şey değildir". Yine dediler ki: "Bu Kur'ân, düzülüp uydurulmuş birşeyden başka birşey değildir. Gerçeği inkâr eden, bu kimseler, hakikat kendilerine gelince de, "Bu, apaşikâr bir sihirden başka bir şey değildir" dediler".

Allahü teâlâ böylece onların itikadlarının bozuk, kendilerinin alabildiğine İnatçı olduklarını ortaya koymuştur. Çünkü onların taptıkları şeylerin en üstününün, yani -işleklerin bile, zatları gereği ibadete müstehak olmadıkları ortaya çıkmıştır. Zira melekler de, "Ey Rabbimiz, seni tenzih ederiz. Sen, bizim velimizsin" demişlerdir ki bu, "Onların bize ibadet etmeleri şöyle dursun, bizim bile sana ibadet etmekten saşka yapabileceğimiz birşey yok, yani, bizim onlara ma'bud olmaya, fayda ve zarar vermeye, hiçbir liyâkatimiz yoktur" demektir. Nitekim Allahü teâlâ da, "İşte bu gün birbirinize ne bir fayda, ne de bir zarar yapmaya gücünüz yoktur" (Sebe. 42) buyurmuştur. Sonra bütün bunların yanısıra, onlara Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tevhidle ilgili bir söz söyleyip, tevhide dair ayetleri okuduğunda -çünkü Allah'ın herseyde birliğine delâlet eden ayetler vardır- bunu inkâr ederek, "Bu, atalarınızın tapmakta oldukları (putlardan) sizi hep vazgeçirmek isteyen bir adamdan başka birşey değildt" dediler. Onlar böylece, çok net delillere, taklidle karşılık vererek, "Bu, düzülüp uydurulmuş birşeyden başka birşey değildir" demişlerdir ki bu şu manaya gelir:

1) Bununla, Peygamberin Allah'ın birliğini söyleyişi kastedilmiştir. Bunun böyle olduğuna şu delâlet eder: Allah'ın birliğine İnanmış mü'min birisi, müşrik hakkında, o, düzüyor, uyduruyor" der. Cenâb-ı Hak da müşrikler hakkında, "Allah'ı bırakıp, uydurma-düzme tanrılar mı diliyorsunuz?" (Sâffat, 86) buyurmuştur. Kâfirler de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Bizi ilahlarımızdan çevirmek için mi geldin" (Ahkaf, 22) demişlerdir.

2) Bununla, Kur'ân kastedilmiş olup, "Bu Kur'ân, uydurulmuş birşeydir" demektir. Binâenaleyh birinci görüşe göre, ayetteki, "Gerçeği inkâr eden bu kimseler, hakikat Kendilerine gelince de, "Bu, apaşikâr bir sihirden başka birşey değil" dediler" ifadesi Kur'ân'a; ikincisine göre ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirdiği mucizelerin tamamına işaret olmuş olur. Her iki izaha göre de, Allah Teâlft'nın yerine buyurması, tevhidi inkârın müşriklere mahsuss olmasındandır. Fakat Kur'ân'ın ve mucizelerin inkâr edilmesi hususu, müşriklerle ehl-i kitab arasında, inkârında ittifak edilen bir meseledir. İşte bu sebeble Cenâb-ı Hak, kâfirlerin hepsine şamil olsun diye "Gerçeği inkâr eden kimseler (..)" buyurmuştur.

Tekzibin Sonu

44

Âyetin tefsiri için bak:45

45

"Halbuki biz onlara ders alacakları kitaplar vermediğimiz gibi, onlara, senden evvel, azâb ile korkutan bir peygamber de göndermedik. Bunlardan öncekiler de peygamberlerini tekzîb ettiler. Halbuki bunlar, öbürlerine verdiklerimizin onda birine ulaşamamışlardır. (Böyle iken, öbürleri) peygamberlerimizi yalanlamışlardı. (Bak) beni inkâr edenin akıbeti nice oldu".

Ayetteki, "Onlara, senden evvel azab ile korkutucu bir peygamber de göndermedik" ifadesi, onların taklidçilerine apaçık ayetler okunduğunda, bu yalancı bir adamdır" derler. Onların, "Bu, düzülüp uydurulmuş birşeyden başka birşey değildir" şeklindeki sözleri de, bu hususta bir burhan, kendilerine indirilmiş bir kitap ve kendilerine gönderilmiş bir peygamber olmaksızın ileri sürülmüş bir sözdür. O halde bu demektir ki, apaçık ayetlere ancak akli delillerle muaraza edilebilir. Onlar ise ne böyle aklî delilleri, ne de arzu ettikleri bir başka delil getirebilmişlerdir. Üstelik, yanlarında ne bir kitap, ne de bir peygamber var, sadece sen varsın. Halbuki nazar-ı dikkate alınabilecek nakit delil, ya Allah'ın kitabının ayetleridir, yahut Resûlüllah'ın hadisleridir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların, Ad ve Semud gibi, kendilerinden önce peygamberlerini yalanlayan kavimlere benzediklerini beyan ederek "Halbuki onlar, öbürlerine verdiklerimizin onda birine ulaşamamışlardır" buyurmuştur. Müfessirler bunun, "Bu müşrikler, onlardan öncekilere verdiğimiz kuvvetin, nimetin ve uzun ömrün onda birine bile yetişememişlerdir. Allah o öncekileri, bunca güç ve kuvvetlerine rağmen onları yakalamış ve o güç, kuvvet ve ömürleri, kendilerine fayda sağlamamıştır. Artık bu zayıf kâfirlerin hali kimbilir nice olur?" manasına olduğunu söylemişlerdir.

Bana göre bu hususta, şöyle bir izah daha yapılabilir: Ayetteki bu ifade, "Onlardan öncekiler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavmine verdiğimiz beyan ve burhanların onda birine bile yetişemediler. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kitabı, diğerlerinden daha mükemmel ve daha açık; Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), diğer peygamberlerden daha üstün ve daha fasih, burhanı tam olan, açıklaması en fazla sadra şifa verendir. O öncekiler, kendilerine gelen kitabları ve peygamberleri yalanlayınca, Cenâb-ı Hak onların bile bu durumunu yadırgamıştır. Ya bunlarınkini nasıl yadırgamasın? Çünkü bunlar, peygamberlerin en fasihini ve yolların en açığını yalanlamışlardır" demektir. Bu manayı, ayetteki, "Halbuki Biz, onlara ders alacakları kitablar da vermedik" ifadesi de desteklemektedir, Bu ifade, "Onlara Kur'ân'dan başka bir kitab vermedik ve onlara senden önce bir uyarıcı göndermedik" demektir. Binâenaleyh, ilk ayette verildiği söylenen şey bu Kur'an olunca, ikinci ayetteki, "verme"yi de yine "Kur'ân'ı verme" manasına almak daha uygun olur.

Peygamberi Tanıma Lüzumu

46

"De ki: "Ben size sırf Allah için, ikişer ikişer ve teker teker karşımda durmanız ve sonra, arkadaşınız (olan bende) hiçbir delilik olmadığım iyice düşünüp anlamanızı öğütlerim. O, çetin azabtan evvel, sizi ikaz eden, bir peygamberden başka bir kimse değildir".

Allahü teâlâ daha önce delilleriyle izah ettikten sonra, yine bu ayette İnancın üç temelinden bahsetmiştir. Çünkü ayetteki, "Allah için ... durmanız" ifadesi, tevhide; "Arkadaşınızda hiçbir delilin yok... O, çetin azabtan evvel, sizi uyaran bir peygamber..." ifadesi, peygamberliğe ve "çetin azabtan evvel..." tabiri de Ahiret gününe işarettir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Hasrın İzahı

Ayetteki, cümlesi, bu vaz'u nasihatin tevhid hakkında olduğunu gösterir. İman İse, ancak peygamberliği ve haşri (ahireti) de kabullenmekle tam ve mükemmel olur. Öyle ise, ayetteki bu ifade ile anlatılan tıasr (ancak) manası nasıl yerinde olabilir?

Cevap: Diyoruz ki: Esâs olan, tevhiddir Dolayısıyla kim Allah'ı gerçek manada birlerse, Allah onun göğsünü genişletir ve ahirette kadr-u kıymetini yükseltir. O halde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara, ibadet kapılarını açacak ve mutluluk sebeplerini hazırlayacak olan esas şeyi emretmiştir.

Bu hususa verilecek diğer bir cevap da şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), böyle diyerek "Ben size bütün ömrüm boyunca, tek bir şeyi emredecek değilim. Size ancak, öncelikle tevhidi öğütlerim ve size işin başında, bundan başkasını emretmem. Çünkü bu, herşeyden önce gelir" demek istemiştir. Bunun delili, aynı ayetteki, fisonra iyice düşünüp anlamanızı" ifadesidir. Çünkü düşünme de, böylece emredilmiş ve öğütlenmiştir.

İkinci Mesele

Ayetteki vahide kelimesi hakkında müfessirler şöyle demişlerdir: "Bunun müennes olarak getirilişi bir "haslet" manasına oluşundan ötürüdür. Yani "Size tek bir hasleti öğütlüyorum" demektir. Şöyle de denilebilir: "Bununla, "Size tek bir "hasene"yi öğütlüyorum" manası kastedilmiştir. Çünkü tevhid, hem bir hasene, hem bir ihsandır. Zira, "Allah adaleti ve ihsanı emreder" (Nahl, 90) ayetinin tefsirinde şöyle demiştik: "Adalet, Allah'tan başkasında ilahlık vasfının olmadığını söyleyip kabul etmek, ihsan ise ilahlığın ancak O'nda olduğunu kabul etmek demektir." Hak teâlâ'nın, "İhsanın karşılığı, yine ihsandır" (Rahman, 60) ayetinin tefsirinde, bununla "imanın karşılığı ancak cennettir" manasının kastedildiği söylenmiştir. "Allah'a çağırandan daha güzel sözlü olan kimdir?" (Fussilet, 33) ayeti de buna delâlet eder.

Üçüncü Mesele

Ayetteki, "İkişer ikişer ve teker teker" ifadesi, insanın bütün hallerine işarettir. Çünkü insan, ya başkasıyla beraber, yahut yalnız olur. Binâenaleyh başkasıyla birlikte bulunduğunda, ayetteki "ikişer", tek başına bulunduğunda ise, "teker" ifadesinin manasına dahil olur. Buna göre, Allahü teâlâ sanki şöyle demektedir: "İster toplu halde, İster tek başınıza olun, cemiyet (topluluk) sizi, Allah'ı zikirden (anmaktan) alıkoymasın. Yalnızlığınızda, Allah'ı zikretmek için, size yardım edecek bir yardımcıya ihtiyaç duymasın."

Dördüncü Mesele

Ayetteki, "Sonra iyice düşünüp anlamanızı.." ifadesi, "Asıl olan şeyi, yani tevhidi kabul ediniz. Çünkü bu husus, artık iyice ortaya çıktıktan sonra, onun üzerinde tefekküre ihtiyaç kalmaz. Ama bundan sonra söyleyeceğim nübüvvet ve haşr konusunda tefekkür ediniz. Çünkü bu konular tefekküre ihtiyaç hissettirir" demektir. Buradaki "sümme" (sonra) edatı, işte bu hususu ifade etmektedir Çünkü Allahü teâlâ, "Allah için (...) durmanızı ve sonra tefekkür etmenizi.." buyurmuştur ki, bu "hakkında tefekkür edecekleri şeyi sonra beyan etmiştir. O da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberlik işidir. İşte bu sebeple de, "Arkadaşınızda hiçbir delilik yok" buyurmuştur" demektir.

Nübüvvetin İsbatı

"Arkadaşınızda hiçbir delilik yok" cümlesi, her ne kadar, kendiside delilik bulunmayan herkesin peygamber olması gerekmese bile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olduğunu ifade eder. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, insanların gücü dâhilinde olmayan işler sadır olmuştur. Kendisinden enteresan şeyler sâdır olan ve insan olmayan şey ise, ya cindir, ya melektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sâdır olan işler, cin vasıtasıyla olmadığına göre, ya melek vasıtasıyla, ya da vasıtasız olarak Allah'ın kudretiyledir. Her iki takdire göre de, bu demektir ki o, Allah'ın resulüdür. Bu, en güzel bir isbat yoludur. Bu da, sıfatların en âdisinin olmadığını söylemek suretiyle, insanda bulunan sıfatların en kıymetlisini isbattır. Çünkü eğer Cenâb-ı Hak, önce "Bu, Allah'ın resulüdür" demiş olsaydı", onlar "Bu, su gütürür bir husustur" derlerdi. Ama Cenâb-ı Hak, "O deli değildir" deyince, onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şânının yüceliğini, lisânının ve beyânının kuvvetindeki durumunu Diklikleri için, bunu inkâr edememişlerdir. Binâenaleyh onlar buna destek bulamayıp, aksini isbat edemediklerine göre, bunu olduğu gibi kabullenmeleri gerekir. İşte bundan ötürü Hak teâlâ bunun peşisıra, "O, ...sizi ikâz eden bir peygamberden başka bir kimse değildir" buyurmuştur ki, bu "O, ya delidir, veya peygamberdir. Onun deli olmadığı ortadadır. O halde o, inzâr edici bir peygamberdir" demektir.

Altıncı Mesele

Ayetteki, "Çetin azabtan evvel" tabiri, o azabın yakın olduğuna bir işarettir. Buna göre Allahü teâlâ sanki, "O peygamber sizi, bu azabın önü sıra, yakında size dokunacak hazır bir azab hususunda inzâr ediyor" yani, "Bundan sonra gelecek azab hususunda..." buyurmuştur.

Nübüvvetin İki Delili

47

Âyetin tefsiri için bak:48

48

"De ki: "Benim sizden istediğim bir ücret varsa, o sizin olsun. Benim mükâfaatımı verme, ancak Allah'a aittir. O, herşeye hakkıyla şâhiddir." De ki: "Benim Rabbim, şüphesiz hakkı yerine kor. O, gayblan en iyi bilendir".

Allahü teâlâ, nübüvveti ispatlamak maksadıyla nebide delilik olmadığını bildirince, deli olmadığına göre, müteakiben onun peygamber olduğunu gösteren bir başka izah getirmiştir. Çünkü dünyevî bir maksad olmaksızın, büyük sıkıntıları üstlenen kimsenin bu işinde eğer, elde edeceği bir başka mükâfaat olmasaydı, bu kimse deli sayılırdı. O halde Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamberliğini iddia edince, kendisini dünyevi bir tehlike ile yüz yüze getirmiştir. Çünkü artık herkes ona kastetmekte ve düşman olmaktaydı. O, üstelik yaptıklarına karşılık dünyevî bir ücret de istememiştir. Binâenaleyh o bunu âhiret için yapıyordu. Yalan söyleyen, âhirette mükâfaat değil ceza görür. Dolayısıyla eğer Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yalan söylüyor olsaydı, deli olurdu. Ama o deli değildir, öyle ise yalancı da değildir. Şu halde o, sâdık bir peygamberdir.

Nebiye Şehadet

"O herşeye hakkıyla şâhiddir" cümlesi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini, bir diğer yönden izahtır. Çünkü nübüvvet, ancak iddia ve beyyine (delil) ile sabit olur. Mesela bir kimse nebi olduğunu iddia eder, Allahü teâlâ da onun nübüvvetini gösteren bir mucize verir. İşte bu mucize, o peygamber için, şâhid olan bir beyyine (delil)'dir. İlim ifade etmesi bakımından, fiilî tasdik, sözlü tasdik yerini tutar. Bunun delili şudur: Bir kimse bir topluma, "size falanca padişah tarafından gönderilmiş bir resul (elçi)yim. O, size benim sözümü kabul etmenizi emrediyor" dese, o padişah da orada olsa ve bu kimse o padişaha, "Ey padişahım, eğer ben senin bunlara gönderdiğin elçin isem, onlara senin elçin olduğumu söyle" dese, o padişah da, onun onlara gönderdiği elçisi olduğunu söylese, onun elçi olduğunda bir şüphe kalmaz. Aynen bunun gibi, yine elçi olarak gönderilen şahıs, "Ey padişahım, ben, senin onlara gönderdiğin elçin isem, bana cübbeni giydir" dese, padişah da bu sözünün peşinden ona cübbesini giydirse, insanlar, o şahsın hükümdarın elçisi olduğunu kesin anlar, işte peygamberlerin durumu böyledir. Çünkü onlar kavimlerine, "Biz Allah'ın elçileriyiz" deyip, "Ey Rabbimiz, eğer biz senin elçilerin İsek şu taşı konuştur, şu ölüyü dirilt" deseler Allah da bunu yapsa, Allahü teâlâ'nın, o zatı peygamber olduğu iddiasında doğruladığı hususunda kesin kanaat meydana gelir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "De ki: "Benim Rabbim, şüphesiz hakkı yerine atar. O, gaybları en iyi bilendir" buyurmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılır:

a) "O, hakkı, gerçeği savunanların kalbine atar, kor..." Bu manaya göre, ayetin daha önceki kısımla ilgisi olmuş olur. Çünkü Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini, "O, çetin azabı size haber veren bir peygamberden başkası değildir" (Sebe, 46) ifadesiyle bildirip, onun inzâr edici olduğunu, "De ki: "Benim sizden istediğim bir ücret varsa, o sizin olsun" ifadesiyle te'kid edip, Cenâb-ı Hakk'ın, "Aramızda Kur'ân ona mı indirildi?"(Sad, 8) ayetinde olduğu gibi, müşriklerin adeti de, içlerinden, Kur'ân'ın o peygambere gönderilmiş olmasını uzak bir ihtimal sayma olunca, onlara cevap olabilecek bir cümle getirerek, "De ki: "Benim Rabbim, şüphesiz hakkı yerine (yani kalblere) kor" buyurmuştur. Bu, işin Allah'ın elinde olduğuna, istediğini yaptığına, dilediği kimselere dilediğini verdiğine bir işarettir.

Allamü'l-Guyûb

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında ileri sürülen şu fasid sorunun cevabına işaret olmak üzere, "O, gaybları en iyi bilendir" buyurmuştur: O da şudur: Herhangi bir işi, onu başkasından ayıran bir özellikten dolayı olmaksızın istediği gibi, rastgele yapan kimseye âlim (bilen) denilmez, o işi tesadüfen yapmış olur. Meselâ, atılan bîr okun diğer yerlerde aynı derecede hizasında olmasına rağmen, başka yere değil de, belli bir yere isabet etmesi gibidir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Allah hakkı dilediği gibi kor. O ne yaptığını ve yaptığı şeylerin neticesini bilendir. Binâenaleyh O, neticesinden habersiz, acele hareket edenin yaptığı gibi değil, istediğini şekilde yapandır. Çünkü o, allamu'l-guyûbtur ".

b) Bundan murad, Enbiyâ Sûresi'nde de, "Aksine biz hakkı, bâtılın üzerine atarız. O da onun tepesine iner" (Enbiya, 18) buyurduğu gibi, hakkın batılın üzerine atılmasıdır. Yine bu izaha göre de, ayetin kendinden öncesi ile açık bir ilgi ve münasebeti vardır: Çünkü tevhidin delilleri açıkça ortaya çıkıp, onların şüphelerini iptal edince, Cenâb-ı Hak, "De ki: Benim Rabbim, hakkı sizin batılınız üzerine atar" buyurmuştur. Bu izaha göre, ayetteki "gayblan en iyi bilen" ifadesinin, şöyle ince bir manası olmuş olur: Apaçık-net aklî deliler, ancak tevhid ve risâlet konularında ortaya konabilir. Ama hasrın olacağı konusunda, Allah'ın buna, hallerine ve dehşetlerine dair verdiği haberden başka bir delil yoktur. Dolayısıyla eğer Allah'ın sözlü açıklaması olmasaydı, hasrın (Kıyametin) olacağı hiç kimse tarafından anlaşılmazdı. Tevhid ve risalet (peygamberlik) konuları ise böyle değildir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, tevhid ve risalet hususundaki aklî delillerin, apaçık oluşuna işaret olarak, "O, hakkı bâtılın üzerine atar" deyince, bunun peşisıra, "O, gayblan en iyi bilendir" buyurmuştur. Bu, "o, gayba dâir haber verdiği şeyleri hakkıyla bilendir" demektir. Bu "gayb"larda, Kıyametin kopması ve halleridir. Dolayısıyla bunda cayma, değişme olmaz. Çünkü Allah, allâmu'l-guyûb'tur.

Ayetin, şöyle bir başka tefsiri daha yapılabilir: "De ki "Benim Rabbim hakkı yerine atar" cümlesi "O, hakkı, bâtıl ile değil, hak ile atar" demektir. İlk iki İzaha göre, daki bâ harf-i cem, mef'ûle mütealliktir, yani "Hak atılmıştır" demektir. Buna göre, bu "bâ", tıpkı (zümer, 69) ve (sad 26) ayetlerindeki bâ gibidir. Buna göre mana, "Allahü teâlâ, peygamberlerinin kalbine, atacağı (vahyedeceği) şeyi attı (vahyetti). Çünkü O, allâmu'l-guyûb'tur. Hem onların, hem de sizin kalblerinizde olanı bilendir" şeklinde olur.

Hak Geldi, Bâtıl Bitti

49

"De ki: "Hak geldi. Batıl kayboldu gitti ve geriye de dönemez".

Allahü teâlâ, hakkı atanın (gönderenin) kendisi olduğunu söyleyip, burada kullanılan fiil de muzârî sığasında olunca, bu ayette de, hakkın bizzat gelmiş olduğunu bildirmiştir. Buradaki "hakk"ın ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Kur'ân'dır.

b) Tevhid'in ve hasrın beyânı konusunda, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dilinde ifadesini bulan herşeydir.

c) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine delâlet eden mucizelerdir.

"Hak geldi" ifadesinden, "hak ortaya çıktı" manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir. Çünkü gelen (vahyedilen) herşey, ortaya çıkmış olur. Bâtıl ise, hakkın zıddıdır. Biz "hakk"ın, var olan, mevcud olan şey demek olduğunu anlatmıştık. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, tevhid, risalet ve haşr gibi, getirdiği (bildirdiği) hakikatlerin yok olması mümkün olmayınca, bunlar hiç yok olmayacak bir hak olmuş olur. Kâfirlerin yaptıktan ve söyledikleri şirk koşmaların ve yalanların, tahakkuku mümkün olmayınca, bunlar isbât edilmeyen bâtıl şeyler olmuş olurlar. İşte bu mana, Hak teâlâ'nın, ifadesinden anlaşılır. Bu, "Batıl, ne başlangıçta, ne sonuçta hicbirşey ifade etmez. Onun gerçekten var olmasına asla imkân yoktur. Ortaya konmuş olan hakkın ise, asla yokluğu söz konusu olamaz" demektir.

Ayetin bu ifadesinden, "Şeytan, ne başlangıçta yaratabilir, ne sonuçta yeniden diriltebilir" manasının kastedildiği de söylenmiştir ki, burada şöyle ince bir mana söz konusudur: Hak teâlâ'nın, "De ki: "Rabbim, hakkı (yerine) atar" ifadesinde, "Aksine biz hakkı bâtılın üzerine atarız. O da onun tepesine iner"(Enbiya, 18) ayetinin manası yatınca, birisinin aklına, "Bâtıl vardı da, hak onun üzerine inip, onun beynini dağıtıp onu yok etti" şeklinde bir fikir gelebilir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu ayette, bâtılın, ne başlangıçta ne sonuçta bir varlığının söz konusu olduğunu, "Onun tepesine iner" ifadesinden, onun bâtıl olduğunu ortaya koyduğunu, zaten bâtılın hep böyle esassız olduğunu bildirmiştir. İşte bu hususa Hak teâlâ bir başka yerde, "Bâtıl zail oldu. Çünkü bâtıl, zail olucudur" (isra. 81) ifadesiyle işaret etmiştir. Yani, "bâtılın zail oluşu yeni bir durum değildir. Ayetteki cümlesi, "bâtıl, başlangıçta, hakkın aksine, hicbirşeyi ortaya koyamaz" manasına; cümlesi de "Sonra da, hakkın aksine, hicbirşeyi yeniden yapamaz" manasınadır.

Dalâlete Sebep: Nefis

50

"De ki: "Eğer ben, sapmış isem, bu sapmamın günahı nefsime aittir. Doğru yolu bulmuşsam, bu da Rabbimin bana vahyetmekte olduğu Kur'ân ve hikmet sayesindedir. Şüphesiz O, işitendir, yakındır".

Bu ifâdede de, yine peygamberliğin anlatımı vardır. Çünkü Allahü teâlâ genel bir ifadeyle, "Kim hidayete ererse, kendisi için hidayete ermiş, doğruyu bulmuş olur" (Zümer.41) buyurmuş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in diliyle ise, "Doğru yolu bulmuşsam, bu da Rabbimin bana vahyetmekte olduğu Kur'ân ve hikmet sayesindedir" demiştir. "Eğer sapar, dalâlete düşersem, bu sizin düşmeniz gibi olur. Ama hidayete ermem, sizin hidayetiniz gibi, tefekkür ve istidlallerle değil, ancak apaçık vahiy sayesindedir" demektir. Ayetteki, "O, işitendir, yakındır" cümlesi, "Sen, Allah'a nida, niyaz ve duâ edip, yardımını istediğinde, O seni işitir. Çünkü O, size yakındır, gecikmeden size ulaşır. O, uzaktan duyan değildir ki, duâ edene icabet ödemesin" anlamındadır.

Kâfirler Kaçamazlar

51

"Onlar, can-baş kaygısına düştükleri vakit bir görsen.. Artık (o zaman) kaçacak yerleri de yok. Yakın bir yerde yakalanmışlar..".

Allahü teâlâ bir önceki ayette, "işitendir, yakındır" buyurmuştur. Binâenaleyh eğer azabı-cezayı hemen vermez, haktan yana olanı o anda hemen desteklemezse, bilesiniz ki feza (o müthiş korku) günü, yardımı mutlaka gelecektir. O günün hemen gelmesini isteyenler, bunu elden kaçıracaklarından korkan kimselerdir.

Ayetteki, "birgörsen.," tabiri, cevabı mahzûf bir şart cümlesidir. Bu mahzûf cevap, "Enteresan birşey görmüş olurdun" şeklinde bir ifadedir. "Yakın bir yerde yakalanmışlardır" tabiri, "Onlar kaçamazlar. Çünkü kaçmalarına fırsat verilmeden, yakalanırlar" demektir.

Tevbe Fırsatının Geçmesi

52

Âyetin tefsiri için bak:53

53

"Ona İman ettik" dediler. Fakat onlar için uzak bir yerden (tevbeye) el sunmak olamaz. Halbuki onlar daha önce bunu İnkâr etmişlerdi. Uzak bir yerden gayba atıp tutuyorlardı".

Bu, iş artık meydana çıkıp, sırtar çözüldükten sonra, imanın fayda vermeyeceği bir yer ve zamanda o kâfirler, "İman ettik" dediler, ama, "Onlar için uzak bir yerden (tevbeye) el atmak olamaz" yani "Onlar artık matlubu elde edemezler. Bu matlub, yani iman, ancak dünyada iken elde edilip kabullenilmeliydi. Ama onlar şimdi âhiretteler Dünya ise, ahirete artık çok uzak" demektir.

imdi eğer: "Cenâb-ı Hak, pek çok yerde, ahiretin dünyaya yakın olduğunu bildirmiştir. Bundan ötürü de, Kıyameti "yakın" olarak niteleyip, "Belki de Kıyamet yakındır" (Ahzab, 63) buyurmuştur, niçin? denilirse, biz deriz ki: Geçen şey, olup bittikten sonra, artık sona ermiş olan "dün" gibidir. Çünkü artık ona yeniden dönmek mümkün değildir. Gelecek İse, her nekadar gelecek ile hâl arasında yıllar olsa bile, o mutlaka gelecektir. Dolayısıyla dünya, Kıyamet günü, artık geçip gitmiş olduğu için uzaktır. Dünyada iken, Kıyamet günü ise, mutlaka geleceği için, yakındır.

"Tenâvüş", yakından, çabucak elde etmek" demektir. Bunun, uzaktan-geç olarak, uzun zamanda elde etme manasına geldiği de söylenmiştir. Allahü teâlâ burada, fiili tıpkı bir mal gibi, elde edilen birşey kabul edince, fiilin zarfını, yani zamanı, maddenin zarfı yani mekânı gibi saymış ve "Uzak bir yerden" buyurmuştur. Bununla, dünya hayatında geçip giden, olup-bitmiş şeyler kastedilmiştir.

Daha sonra Cenab-ı Hakk, daha önce inkar etmiş oldukları için onların simdi "ahirette iman etmelerinin faydası olmadığını" beyan etmiştir.

Ayetteki, "İman ettik" ve "Halbuki onlar daha önce bunu inkâr etmişlerdi" (Sebe. 54) ifadeleri ile, aynı şeye işaret edilmiştir. O şey de, ya Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliği, yahut Kur'an, yahut da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirdiği haktır. Bu üçüncüsü doğruya en yakın ve en uygun olanıdır.

"Gayba atıp tutuyorlardı" ifadesi, "gayba iman ediyorlar" (Bakara, 3) ifadesinin aksi olan bir ifadedir. Çünkü gayb, Allah'tan, peygamberin lisanına iniverir. Böylece Allah, gaybı kalblere atar. Derken mü'min, gaybı kabul eder, kâfir ise gaybı atar, yani, bilmediği şeyi söyler, demektir.

"Uzak bir yerden " ifâdesiyle, su mana kastedilmiş olabilir: O müşriklerin çıkış noktaları uzaktır, çünkü onlar, Allah'ın şeriki olduğu fikrine kendilerinin, birçok şahıs olmaları hali müstesna, tek başlarına pekçok işleri yapamayışlarından kail olmuşlar, "İşte pekçok mahlükatın yeniden yaratılması da böyledir" demişlerdir. Yeniden yaratmanın imkânsız oluşunu da, kendi durumlarından ve kendilerini diriltmekten aciz oluşlarından çıkarmışlardır. "Çünkü, hasta tedavi edilir, ama ölünce ona ruhunu iade etmek mümkün değildir" demişlerdir. Halbuki Allah, (O'nun fiillerini), mahlûkata, yani onların fiillerine kıyaslamak, akıldan uzak bir çıkış noktasıdır. Şöyle de denebilir: Onlar, "Kıyamet koptuğunda, mükâfaatlar da, nimetler de bizim içindir" diyorlardı ki, bu tıpkı onlardan birisinin, "Andolsun ki Rabbime döndürülsem bile hiç şüphesiz, O'nun nezdinde benim için daha güzeli vardır" (Fussilet, 50) demesi gibidir. Binâenaleyh, İşte onlar da bunu söylüyorlardı. Şimdi eğer onlar bunu, peygamberin sözünden hareketle söylüyorlarsa, onların yanında böyle bir söz bulunmuyordu ki, onlar bunu, duyma neticesinde söylemiş olsunlar. Çünkü aklen vâcib olmayan şeyler, ancak ya İhsas (duyu organlarıyla idrâk) veya sadık muhbirin (peygamberin) sözü ile bilinebilir. O halde bu demektir ki onlar, gayb hakkında uzak bir yerden konuşup söz ediyorlar.

İmdi, şayet, "Sen, ahiretin yakın olduğundan bahsettin. Daha nasıl Cenâb-ı Hak, "Uzak bir yerden" buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki, buna şu iki bakımdan cevap verilir:

1) Bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman edip onu tasdik eden kimseye göre yakındir Şu halde, iman etmeyen kimsenin bunu tasdik etmesi mümkün değildir. Böylece bu, ona göre uzak bir şey olmuş olur.

2) Burada anlatılan, Kıyamet günüdür. Buna göre Cenab-ı Hak sanki, "Onlar, uzak bir yerden, yani dünyadan atıyorlar" demiştir. Bu hususta şöyle bir İzah da yapılabilir: Onlar ahirette, "Ey Rabbîmiz, gördük işittik, şimdi bizi (dünyaya) geri çevir de güzel amelde bulunalım" (Secde. 12) diyeceklerdir. O halde bu, uzak bir yerden, yani dünyadan gayb hakkında atıp tutmaktadır.

Dünyaya Dönüş İmkânsız

54

"(Artık) kendileriyle, arzu edegeldikleri şeylerin araşma bir sed çekilmiştir. Bundan evvel benzerlerine de yapıldığı gibi... Çünkü hepsi de, endişe veren bir şüphe içinde idiler".

Bu ifade, "Onlarla, onların arzu ettikleri, ya dünyaya yahut da dünyâ lezzetlerine dönme arasına bir set çekildi" demektir. Buna göre şayet "Cenâb-ı Hak, "Bundan evvel benzerlerine de yapıldığı gibi... Çünkü hepsi de endişe veren bir şüphe içinde idiler" buyurduğu ve onlarla dönme arzulan arasına bir set çekilmediği halde, senin, ayetteki, ifadesindeki yi, "geri dönmeleri" manasına atman nasıl doğru olur?" denilirse, biz deriz ki: Siz niçin onların arasına set çekilmemiştir" dediniz? Halbuki, kendisine melek gelen her şahıs, tehir talebinde bulunmuş, ama bu kabul olunmamıştır. Onlar, "ye's ve ümitsizlik hali" zuhur ettiğinde iman etmek istemişlerdir, ama kabul edilmemiştir.

Ayetteki murîb kelimesinin iki takdiri olabilir:

a) "şüphe dolu..."

b) "Şüpheye düşüren..." Biz bunu, inşaallah başka bir yerde ele alacağız. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır. Hamd, âlemlerin Rabbine, salât-ü selâm da, mahlûkatının en hayırlısı olan Peygamber Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, âline, ashabına, ezvacına ve hepsine olsun...

0 ﴿