FATIR SURESİ

Kırkbeş ayet olup, Mekkidir.

Hamd Allah'a Mahsus

1

"Gökleri, yeri yaratan; melekleri İkişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a hamdolsun. O, yaratışta ne diterse, (onu) arttım. Şüphe yok ki Allah, her şeye hakkıyla kadirdir".

Biz daha önce de hamdın, genel anlamda nimetlere karşı yapıldığını söylemiştik. Allah'ın nimetleri de, dünyevi ve uhrevî olmak üzere İki kısımdır. Dünyevî dan, nimeti meydana getirmek ve onu devam ettirmek (bekâ)'tir. Uhrevî olanlar da, yeniden yaratmak ve yeniden yaşatmaktır. O halde Cenâb-ı Hakk'in, "Hamdolsun, o gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a..." (En'am, 1) ayeti, yaratmak demek olan dünyevî nimete bir işarettir ki biz bunun delilinin, "O, sizi bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanını hükmü takdir edendir"(Enam. 2) ayeti olduğunu daha önce söylemiştik. Cenâb-ı Hakk'ın Kehf Sûresi'ndeki "Hamd, kuluna kitabı İndiren Allah'a mahsûstur" (kehf, 1) ayeti de, yaşatmak ve devam ettirmek demek olan, dünyevî nimete bir İşarettir. Çünkü beka ve salâh hali, şeriat ve kitabla sağlanır. Eğer bunlardan herbiri olmasaydı, o zaman insanlar arasında, çekişme, mücadele ve münakaşa meydana getirdi ve aralarında da hüküm verilemezdi. Bu da karşılıklı sürtüşmeye, dövüşmeye ve birbirini yok etme neticesine götürürdü. O halde, kitâb indirme işi, dünyadan yaşatmanın kendisine taalluk ettiği bir nimettir. Cenab-ı Hakk'ın Sebe Sûresi'ndeki, "Göklerde ne var, yerde ne varsa kendisinin olan Allah'a hamdolsun. Ahirette de hamd O'nundur" (sebe. 1) ayeti de, haşr ile ikinci yaratma nimetine bir işarettir ki, biz bunun delilinin de, "(Allah) yere giren ve yerden çıkan cisimleri, gökten İnen ve göğe çıkan rûhlan bilir" (Sebe, 2) ayetiyle, kâfirlerin söylediğini belirttiği, "Küfredenler, "O saat bize gelmeyecek" dediler. Sen de ki: "Hayır, gaybı bilen Rabbim hakkı için o, size mutlaka gelecekti" (sebe, 3) ifadeleri olduğunu söylemiştik.

Fatıru's-Semavati Ve'l-Ard

Buradaki hamd ifâdesi ise, ahiretteki beka nimetine bir işarettir. Bunun delili de bu ayetteki "Melekleri... elçiler yapar" ifadesidir. Ki bu, "Allah o melekleri, Allah'ın kullarını karşılayan elçiler kılar" demektir. Nitekim Cenab-ı Hak, "Onları melekler karşılar" (Enbiya, 103) buyurmuştur. Buna göre Hakk'ın, (......) ifâdesi, şu iki manaya gelebilir:

a) "Gökleri yoktan yaratan." Nitekim bu mana, İbn Abbas'dan nakledilmiştir.

b) "Ruhların gökten inmesi, yerden de maddelerin ve bedenlerin çıkması için, gökleri ve yeri yaran..." Bu İkincisine, Cenab-ı Hakk'ın, "Melekleri... elçiler yapan" ifâdesi delâlet etmektedir. Çünkü, o günde melekler elçi olacaklar. Buna göre, bu sûrenin başıyla bir öncekinin sonu da birbiriyle alakalıdır. Çünkü "Bundan evvel benzerlerine de yapıldığı gibi" (Sebe, 54) ayeti, endişe veren bir şek içinde bulunanların ümitlerinin kalmadığına ve tövbelerinin kabul edilmeyeceğine ve "inandım" demesinin fayda vermeyeceğine kesin olarak inandıklarının bir beyanıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Ona iman ettik" dediler. Fakat onlar için, uzak bir yerden (tevbeye) el sunmak olamaz" (Sebe, 52) buyurmuştur. Binâenaleyh, Allah, onların bu durumlarından bahsedince, kesinkes inanan kimsenin halini beyan etmiş, melekleri onlara müjdeleyici olarak göndermek suretiyle onları müjdelemiş ve onlar için rahmet kapılarının açıldığını beyân buyurmuştur.

Melaikenin Kanatlan

Cenâb-ı Hak, "İkişer, üçer, dörder kanatla..." buyurmuştur. Kanadı olan bir varlığın en az, iki kanadı olur. İkisinden sonrakiler ise, fazlalıktır. Bazıları bu ayetin tefsiri hususunda şöyle demişlerdir: Burada bahsedilen kanat, meleğin yönüne, yani yapacağı işe bir işaret olup, İzahı şöyledir Allahü teâlâ'nın üzerinde herhangi bir şey yoktur. Her şey, O'nun kudretinin ve nimetinin hükümranlığı ve şümulü altındadır. Meleklerin Allah ile sıkı münasebetleri vardır. Çünkü, Allah'ın nimetlerini O'ndan alır, kendileri dışında Allah'ın müsaadesini aldıkları kimselere, varlıklara verirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O'nu senin kalbine Rûhu'l-Emin İndirdi" (şuara, 193-194) ve "O'nu, kuvvetleri çetin olan öğretti" (Necm, 5) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, melekler hakkında, "Bir de işleri yönetenlere yemin olsun" (naziat. 5) buyurmuştur. O halde bunlar, iki kanattırlar. Onların içinde, hayn vasıtalı olarak yapanlar bulunduğu gibi, vasıta olmadan da yapanlar vardır. O halde vasıtalı yapanın, üç ciheti vardır. Bunlardan yine, dört ve daha fazla cihet ve yönleri bulunanlar vardır. Ayetten açıkça anlaşılan şey ise, bizim bahsettiğimiz şey olup, bu müfessirlerin üzerinde mutabakat sağladığı bir görüştür.

Cenâb-ı Hakk, "O, yaratışta ne dilerse, (onu) arttırır" buyurmuştur. Müfessirlerden, ayetin bu ifadesini, hususîleştirerek, "Bununla, güzel yüz kastedilmiştir." "Bununla, güzel ses kastedilmiştir" diyenler olduğu gibi, kimileri de, "Bununla, her güzel vasıf ve nitelik kastedilmiştir" demişlerdir ki, evlâ olanı, cananın umumîleştirilmesidir. Nitekim, "Allahü teâlâ kadirdir, kâmildir, dilediğini yapar O halde dilediğini arttırır, dilediğini de eksiltir" denilir.

Ayetteki, "Şüphe yok ki Allah, her şeye hakkıyla kadirdir.." cümlesi, Cenâb-ı Hakk'ın, "O, yaratışta ne dilerse, (onu) arttırır" ifâdesini takrir edip pekiştirmektedir.

Her Şey Allah'tan

2

"Allah'ın İnsanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutacak, (hapsedecek) hiçbir kuvvet yoktur. Tutacağı şeyi de, O'ndan sonra salıverecek yoktur. O, mutlak gâlib, hüküm ve hikmet sahibidir".

Cenâb-ı Hak, kudretinin mükemmel oluşunu beyan edince, meşîetinin ve emrinin geçerliliğini de beyan etmek üzere böyle buyurmuştur. Yani, "Eğer Allah merhamet ederse, buna karşı çıkacak hiçbir güç yoktur. Eğer merhamet etmezse, O'nu buna sevkedecek güç ve kuvvet de yoktur" demektir.

Ayette, Allah'ın rahmetinin gazabını geçmiş olduğuna şu bakımlardan delil vardır:

1) Takdim cihetinden... "Çünkü Cenâb-ı Hak, rahmet kapılarının açıldığını, öncelikle belirtmiştir." Bu madde her ne kadar tutarsız ise de, ancak ne var ki bu da, tercih sebeplerinden olabilir.

2) Cenâb-ı Hak, ilkin zamiri müennes getirerek, buyurmuştur. Bunun, Arapça açısından, şeklinde getirilmesi ve yine 'ya.raci kılınması mümkün idi. Ancak ne var ki Allahü teâlâ açılan şeyin rahmet kapıları olduğu; rahmetini tutacak bir kuvvetin bulunmadığı anlaşılsın diye, lehâ buyurmuştur. O halde bu demektir ki, onun rahmeti merhamet ettiklerime ulaşacaktır. Ama, rahmetini tuttuğunu belirtirken İse, müzekker zamir ile buyurmuş, lehâ dememiş ve "rahmetini salıveren" demek suretiyle, bunu açıkça ifâde etmemiş, tam aksine, onu, gönderilmeyen şeyin rahmetinden başka bir şey de olması muhtemel olan bir lafızla zikretmiştir. Çünkü, "Tutacağı şeyi de..." ifadesi, bir beyân vebir tahsis olmaksızın, genel bir ifâdedir. Halbuki O'nun,

"Allah'ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti..." ifadesi ise,vnususî ve açık bir ifâdedir.

3) Ayetteki, "Allah'tan sonra" manasında olan, tabiridir. Cenab-ı Hak, burada bir istisna yapmış ve "Allah'tan başka salıverecek yoktur" buyurmuştur. Böylece de, o rahmet o kimseye, salıverilerek inmiştir. Ama, rahmetini alıkoymasından bahsederken de, "Onu tutan yoktur, engelleyen yoktur" demiş, "Allah'tan başka..." kaydını koymamıştır. Çünkü Allah'ın rahmeti geldiğinde, katkmaz. Zira Allah'ın, ahirette kendisine merhamet ettiği kimseye, o rahmetten sonra ne Allah ne de başkası azâb etmez. Ama Allah'ın azâb ettiği kimseye, meselâ iman ehlinin fâsık kimseleri gibi, o azâbtan sonra, yine Allah ona merhamet eder.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki Allah azîz, yani kudreti kâmil; hakim, yani, ilmi kâmil olandır.." buyurmuştur.

Rezzak O'dur

3

"Ey insanlar, Allah'ın, üzerinizdeki bunca nimetini (kalbinizle) hatırlayın, dilinizle anın.. Sizi, gökten ve yerden rızıklandıracak Allah'tan başka bir yaratan var mı? O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur. O halde, nasıl olup da tevhîdden küfre döndürülüyorsunuz?".

Cenâb-ı Hak, hamdın kendisine mahsus olduğunu ve hamdi gerektiren nimetlerin kimi sebeplerini ayrıntılı olarak beyan edince, nimetlerini kısaca ve icmâlen beyan ederek, "Allah'ın, üzerinizdeki bunca nimetini hatırlayınız.." buyurmuştur ki, bu nimetler de, onca çokluğuna rağmen nimeti yaratma ve onu sürdürme diye, iki koma ayrılmışadır, İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, nimetin, doğrudan yaratılışına bir işaret olmak üzere, "Allah'tan başka bir yaratan var mı?" buyurmuş; rızkı, yarattığı nimeti, sonuna kadar sürdürdüğüne bir işaret olmak üzere de, "Sizi, gökten ve yerden rızıklandıracak.." buyurmuş, daha sonra azameti cihetiyle, kendisinden başka tanrı olmadığını beyan etmiştir. Çünkü O, azizdir (yegâne gâlibtir), hakimdir, her şeye kadirdir, herşeydeki irâdesi geçerlidir. İşte bundan dolayı eşi ve benzeri yoktur; O'ndan başka, zâtı gereği ibadete müstahak hiçbir zât yoktur. Cenâb-ı Hak, nimeti cihetiyle de kendisinden başka ilah olmadığını açıklamıştır. Çünkü O'ndan başka yaratan yoktur ve rızık veren de sadece O'dur. Daha sonra o, "O halde, nasıl olup da, tevhidden küfre döndürülüyorsunuz?" buyurmuştur ki, bu, "Bu aşikâr ve apaçık olan haktan nasıl çevriliyor ve böylece de nasıl yapılıp yontulmuş olan varlıkları, bütün mvtokût ve mülk kendisine ait olan zâta ortak koşuyorsunuz?" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, ilk aslı, yani tevhidini beyan edince, ikinci aslı, yani risaleti zikrederek,

4

"Eğer seni tekzib ediyorlarsa, senden önceki peygamberler de tekzib edilmiştir".

buyurmuştur. Daha sonra da, yalanlayanın azâb içinde olduğunu, yalanlanana da mükâfaat verileceğini, "işler ancak Allah'a döndürülür" (Fatır, 4) ifadesiyle kısaca beyân etmiştir.

Şeytanın Tuzağı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, üçüncü aslı da, yani haşr'i de beyan etmek üzere:

5

"Ey insanlar, muhakkak ki Allah'ın vaadi bir gerçektir. O halde sakın sizi dünya hayatı aldatmasın. Çok aldatıcı (şeytan) da sakın sizi Allah'ın (Hilmi sebebiyle) aldatmasın"

buyurmuştur. Bu ayetin sonundaki el-garûr kelimesiyle şeytan kastedilmiştir ki, biz bu ifadedeki ince manayı, Lokman Sûresi'nin (Lokman, 33) tefsirinde anlatmıştık. Bu hususu burada da tekrarlıyor ve şöyle diyoruz: Mükellef bazan, zihni zayıf, aklı az, görüşü tutarsız olabilir. Böylece de en ufacık bir şeyle aldanabilir. Bazan da bu derecenin üstünde olur da, ufacık bir şeyle aldanmaz. Fakat kendisine bir aldatıcı gelip ona o şeyi hoş göstererek, o şeyin kötü yanlarını basitleştirip, ona ondaki (sözde) faydalan beyan ettiğinde, o şeydeki faydalar ve lezzetler, bu aldatıcı kimsenin çağrısı ile birleşince, işte bu kimse de aldanıverir. Bazan da göğsü ve kalbi kuvvetli olur, ne aldanır, ne de aldatılır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, birinci kısma işaret olsun diye, "O halde sakın sizi dünya hayatı aldatmasın" buyurmuş, mükellefin üçüncü derecede, yani en üstün ve sağlam derecede olabilmesi, böylece de aidanmaması ve aldatılmaması için, ikinci dereceye bir işaret olsun diye, "Çok aldatıcı da sakın sizi Allah hakkında aldatmasın" buyurmuştur.

Düşmana Düşmanlık

6

Âyetin tefsiri için bak:7

7

"Şeytan, sizin bir düşmanınızdır. Onun için siz de onu düşman edinin. O, (kendisine tabi olan) güruhunu ancak alevli cehennemin ashabından olmaya davet eder. O küfredenler (yok mu?), onlar için çetin bir azâb vardır, iman edip de güzel güzel amel ve hareketlerde bulunanlara gelince, mağfiret ve büyük mükâfaat da bunlarındır".

Cenâb-ı Hak, "Çok aldatıcı da sakın sizi Allah hakkında aldatmasın"(Fâtır, 5) buyurunca, insanın aldanmasına mani olacak şeyi zikrederek, "Şeytan, sizin bir düşmanmızdır. Onun için siz de onu düşman edinin. Ve onun sözünü dinlemeyin" buyurmuştur. Ayetteki, "Onu düşman edinin"cümlesi, "onu üzecek şeyleri yapın" demek olup, onu üzecek şey de amel-i salihtir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, şöyle bir ince manaya işaret olmak üzere, "O, (kendisine tâbi olan) güruhunu, ancak alevli cehennemin ashabından olmaya davet eder" buyurmuştur. Düşmanı olan kimsenin, bu konuda yapacağı iki şey vardır:

a) Onun düşmanlığına karşılık olmak üzere, ona düşmanca davranmak.

b) Onu memnun etmek suretiyle, onun düşmanlığını bertaraf etmek. Cenâb-ı Hak, "Şeytan, sizin bir düşmanmızdır" buyurunca, mükelleflere, ona düşman olmayı emretmiş ve bu hususta takip edilecek yolun da bu olduğuna işaret buyurmuştur. Diğer yola, yani "Onu memnun etmek suretiyle düşmanlığını bertaraf etme" yoluna gelince, "Bunda bir fayda yoktur. Çünkü sizler, onu memnun edip ona uyduğunuzda, o sizi, ancak alevli ateşe götürür..." demek istemiştir.

Bil ki, kendisinden kurtuluşun olmadığı bir düşmanı olduğunu bilen bir kimse, onun karşısına dikilir, onunla savaşma konusunda direnir. Çünkü zafer, sabırla elde edilir. İşte şeytan da böyledir, çünkü insanın ondan kaçıp kurtulması mümkün değildir, çünkü şeytan onun hep yanındadır ve insanın onun karşısına dikilip onu hezimete uğratması durumu hariç, o insanın peşindedir. O halde bu demektir ki şeytanın hezimete uğraması, insanın azmi ve sabretmesiyledir. O halde, bu hususta tutulacak yol ve yöntem, bu yol üzerinde sebat el.nek Allah'a ibadete güvenip dayanmaktır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, şeytanın hizbiyle, kendi hizbinin (taraftarlarının) durumlarını beyan ederek, "O küfredenler (yok mu), onlar için çeu'n bir azab vardır" buyurmuştur. O halde şeytana düşman olan kimse, her ne kadar o anda, (dünyada) görünür bir azâb, yani sıkıntı içinde ise de, bu azâb şiddetli değildir. Çünkü insan, akıth olursa, ebedî ve şiddetli azabı savuşturmak için daha kolay ve sonlu olan azabı tercih eder. Baksana, insanın yolu üzerinde bir diken ve öir ateş bulunsa ve o kimsenin de mutlaka, bu ikisinden birisine ayağını basması gerekse, bu kimse ateşe değil dikene basmayı tercih eder. Dünyadaki ateş, ahiretteki ateşle mukayese edildiğinde, bu, dikenin dünyevî ateşle mukayese edilmesinden daha hafif olur.

Cenâb-ı Hak, "iman edip de güzel güzel amel ve hareketlerde bulunanlara gelince, mağfiret ve büyük mükâfaat da bunlarındır" buyurmuştur ki, bunun açıklaması defalarca geçmişti. Hak teâlâ bu ayette, kişinin imanının karşılığında ilahi mağfirete nail olup azabta ebedî Kalmayacağını, amel-î salihin mukabilinde de, büyük bir mükâfaata nail olacağını beyan buyurmuştur. Binâenaleyh kalbinde imanı bulunan hiç kimse, ebedî olarak cehennemde kalmayacaktır.

Ölmüş Yerin Dirilişi

8

Âyetin tefsiri için bak:9

9

"Ya kötü ameli kendisine süslü gösterilip de onu hoş gören adam hiç iyi kimse gibi olur mu? Şüphe yok ki Allah kimi dilerse şaşırtır, kimi de dilerse doğru yola sevkeder. O halde, nefsin onlara karşı hasretlerle (tükenip) gitmesin. Çünkü Allah, onların neler yapmakta olduklarını çok iyi bilendir. Rüzgârları salıverip de bulutu harekete geçirmekte olan Allah'tır. Derken biz onu ölü bir toprağa sürüp onunla yeri, ölümünün ardından canlandırmışızdır. işte dirilme de böyledir"

Kötüden Hoşlanan

Yani, "kötü amelde bulunan kimse salih amel işleyen gibi değildir" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, bundan sonra da, "Körle gören, karanlıkla nur, güneş ile sıcak bir olmaz.." (Fatır, 12-21) buyurmuştur ki, bu ayetlerin, daha öncekilerle münasabeti vardır. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, kötü amelde bulunan kâfirin hali ile, iyi amelde Munan mü'minin durumunu beyan edip, pek azı müstesna, hiçbir kimse de kötü bir iş yaptığını kabul etmeyince, o zaman kâfir şöyle demeye başlamıştır: "Kendisi için şiddetli azâb olacak olan kimse şeytana tâbi olan kimsedir ki, bu da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, cinlerin kendilerini tesiri altına aldığı, böylece cinlere tâbi olan kavmidir. Kendisi için büyük mükâfaat olan kimse de, atalarının izlediği yolu tutan bizleriz. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Sizler böyle değilsiniz, çünkü iyi amelde bulunan başka, kendisine kötü ameli hoş gösterip de, böylece de onu, başka bir şekilde değil, tam anlamıyla hoş bulan kimse başkadır! Bundan da öte, yaptığı kötü şeyler kendisini süsleyen kimse, kötü amelde bulunup da, kendisinin kötülük yaptığının farkında olandan daha aşağıdır. Çünkü, cehalet içinde bulunduğunu bilen cahil ile, kötü amelde bulunduğunu bilerek kötülük yapan kimse, rücû edebilir ve tevbe eder. Halbuki bilmeyen kimse ise, günahında ısrar eder. O işi bilerek kötülük yapan kimse, kötülük yaptığı için kınanır, ama onu bildiği için de medhedilir. Yaptığı kötülüğü iyi olarak gören ve böylece kötü amelde bulunan kimse için ise iki kötü sıfat bulunur Kötülükte bulunması, cahil olması...

Daha sonra Cenâb-ı Hak, berşeyin Allah'ın meşîeti ile olduğunu beyan etmek üzere: "Şüphe yok ki Allah, kimi dilerse şaşırtır, kimi de dilerse doğru yola sevkeder" buyurmuştur. Bu böyledir, zira insanların zâtları gerçekte eşittirler. Kötülük-iyilik, günah-sevâp.. bunlar, birbirinden ayrılırlar. Binâenaleyh insanların birkısmı bunları bilip, diğerleri bu ayrımı yapmayınca, bu İşte onların müstakil olmadıkları, binâenaleyh mutlaka, Allah'ın irâdesine İstinat ettirilmesi gerektiği anlaşılır.

Kendini Tüketme!

Daha sonra Cenâb-ı Hak, her türlü açık mucizeyi ve net delilleri getirmesine rağmen, kavminin küfürde ısrar etmesinden dolayı mahzun olan resulünü teseliî etmek üzere: "O halde nefsin onlara karşı hasretlerle (tükenip) gitmesin" buyurmuştur ki, bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Demek, bu söze inanmazlarsa bir üzüntü duyarak arkalarından kendini adetâ tüketeceksin!" (kehf,6) buyurması gibidir.

Cenâb-ı Hak, peygamberin kederi eğer onlardaki sapıklıktan dolayı ise, kendisinin onları ve onların yaptıkları her şeyi bildiğini; onların iman ve ihsanda bulunmalarını istemesi halinde de, onları sapıklıklarından çevirebileceğini ve saptırmadan vazgeçirebileceğini; yok eğer, onlardan taraf kendisine isabet eden eziyyetlerden dolayı ise, kendisinin onların fiillerini, ne yaptıklarını bildiğini, onlara yaptıklarına göre mukabelede bulunacağını beyân etmiştir.

Rüzgâr ve Bulut

Daha sonra Cenâb-ı Hak, yine beyan etmeye başlayarak, "Rüzgârları salıverip de bulutu harekete getirmekte olan Allah'tır. Derken biz onu, ölü bir toprağa sürüp onunla yeri, ölümünün ardından caniandırmışızdır. işte dirilme de böyledir" (Fatır, 9) buyurmuştur. Rüzgârların esişi, hür ve irade sahibi bir faile (bir yaratıcıya), açık bir delildir. Çünkü rüzgâr bazan diner, bazan eser. Estiğinde de bazan sağa, bazan sola hareket eder. Bu farklı hareketlerinde de, bazan bulutları oluşturur, bazan oluşturmaz. Dolayısıyla bütün bu farklı durumlar, bir musahhirin, bir müdebbirin (idare edenin) ve herşeyi ölçü dahilinde yapan bir müessirin varlığına delildir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Allahü teâlâ, mâzî sîgasıyla, ersele (salıverdi), muzârî sîgası ile de tusîru (harekete sevkeden) buyurmuştur. Çünkü O, salıverme fiilini kendisine isnâd edip, kendisinin yaptığı işler de, sadece bir "Ol" (kün) emri ile oluverince, o fiil ne bir zaman, ne de bir zamanın bir cüz'ünde yoklukta kalamaz. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak bu sebeple o şeyin mutlaka var olacağından ve olmuş-bitmiş gibi hızlı oluşundan ötürü, muzârî sîgası ile "salıverir" dememiştir. Demek ki O, belli vakitlerde belli yerlere rüzgârı takdir etmiş ve bu iş olup bitmiştir. "Bulutları harekete sevketme" işini ise rüzgâra nisbet edip, bu sevk işi de bir zaman içinde olunca, muzârî sigasıyla tusîru, yani "o bulutları muayyen şekillerde bir araya toplar" buyurmuştur.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ, fiili, gâib'e isnad ederek, ersele (salıverdi) buyurmuş; diğer fiili mütekellime nisbet ederek, "Biz onu süreriz" buyurmuştur. Durum (canlandırırız) fiilinde de aynıdır. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak, önce kendisini fiillerinden bir fiil ile yani salıverme fiiliyle tanıtmış, daha sonra da bu tanıtma işi yapılınca, "İşte tanıdığın benim ki, bulutları yürütüp, arzı dirilttim" demiştir. Dolayısıyla birincisinde ou, enteresan bir fiil ile tanıtma işi olmuş, ikincisinde ise, nimeti hatırlatma yapılmıştır. Çünkü rüzgâr ve bulut nimetinin kemâli (tam olması), bulutları sevketme ve toprağı canlandırma iledir. Hak teâlâ'nın, mâzî sîgasıyla, (......) ve (......) ifadeleri (biraz önce) ersele (salıverdi) ve tusîru (harekete sevketti) ifadeleri arasında olarak bahsettiğimiz farkı te'yid eder.

Teşbîh'in İzahı

Ayetteki, "İşte dirilme de böyledir" cümlesiyle ortaya konan teşbihin izahı nasıldır? Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

a) Ölü toprak, kendisine uygun hayatı kabul ettiğine göre, canlının uzuvları da hayatı kabul eder.

b) Rüzgârın, bulut kütlelerini biraraya getirmesi gibi, Allah da, canlıların uzuvlarını, parçalarını ve eşyanın parçalarını biraraya getirebilir.

c) Bu, "Rüzgârı ve bulutu, ölü bir toprağı sürüp götürdüğümüz gibi, ruhu ve hayatı da ölü bir bedene sevkederiz" demektir.

Dördüncü Mesele

Herşeyde Allah'ın birliğine delâlet eden bir delil varken, Allahü teâlâ'nın o delillerden bu delilleri seçip zikredişinin hikmeti nedir?

Cevap: Biz diyoruz ki, Allahü teâlâ, gökleri ve yeri ilk yaratanın kendisi olduğundan ve göklerle ilgili işlerden olmak üzere, ruhlardan ve o ruhları salıvermesinden, "Melekleri elçi kılan" (Fatır, 1) ifadesiyle bahsedince, yerle ilgili şeylerden olmak üzere de, rüzgârlardan ve onların salıverilmesinden de, "Allah, rüzgârları salıverip, bulutları harekete getirmekte olandır" ifadesiyle bahsetmiştir.

Gerçek Şeref

10

"Kim ululanmak hevesine düşerse, bilin ki bütün ululuk Allah'ındır. Güzel kelimeler O'na yükselir. O (güzel kelimeleri) de, salih amel yükseltir. Kötülükleri tuzak yapanlara gelince, onlar için çetin bir azab vardır. Onların (tuzakların kendisi) mahvolur".

Allahü teâlâ, kâfirlere nasib etmediği şeye bir işaret olmak üzere, İmânın delilini beyan edip, bu da o kâfirlerin, "Eğer birisinin itaatında olmazsak ve bize yasaklar-emirler veren birisi bulunmazsa, izzeti (ululuğu) elde etmiş oluruz" şeklindeki düşüncesi olup, böylece putlar yontarak "İşte bunlar bizim ilahlanmızdır" deyip, sonra putlarını beraberlerinde taşıyıp, "Kişinin ma'bûdu ile birlikte olmasının üstünde hangi izzet vardır?" deyip, böylece izzet peşinde, yani peygambere boyun eğmeme ve ona tabî olmama peşinde olunca, Cenâb-ı Hak, "Eğer sizler, bu kâfirliğinizle gerçekten izzeti (yüceliği) elde etme peşinde iseniz, bilin ki izzetin hepsi Allah'ındır. Kim Allah'a tezellül eder, boyun eğerse, gerçek aziz odur. Kim de Allah'a karşı izzet (yücelik) taslamaya kalkarsa, gerçek zelîl de odur" buyurmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

İzzet Allah'ındır

Allah Tealâ bu ayette, "Bütün ululuk Allah'ındır" buyurmuştur. Bir başka ayette de, "İzzet (ululuk), Allah'ın, Peygamberin ve mü'minlerindir" (Münafikûn, 8) buyurmuştur. O halde, bu ayetteki "bütün" ifadesi izzetin Allah'dan başka hiç kimsede olmamasını gerektirir?

Cevap: Biz diyoruz ki: Allah'ın, ifadesi, "Gerçekte ve bizzat, izzet O'nundur" manasına; (......) kelimesi, "Aziz olana yani Allah'a yakın olması vasatısayla izzet O'nundur" manasına; (......) kelimesi "Allah ile izzet kazanan peygambere yakın oldukları için, izzet bunlar için de vardır" manasınadır. Çünkü mü'minlerin aziz oluşları, peygambere bağlanmaları sayesindedir. Baksana Cenâb-ı Hak "De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tabî olun ki, Allah da sizi sevsin ve sizi bağışlasın"(Al-i imran. 31) buyurmuştur.

Güzel Sözlerin Yükselmesi

Ayetteki, cümlesi, daha önce bahsedilen izzetin ne demek olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü kâfirler, "Ki, görmediğimize ve yanında bulunmadığımıza ibadet etmeyiz. Zira Melikten (ma'bûd'dan) uzak kalma zillettir" diyorlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Eğer Allah'a ulaşamıyorsanız, bilin ki O sizin sözlerinizi dinliyor ve güzel olanlarını kabul ediyor. Binâenaleyh O'nun, sözünü kabul ettiği ve sözünü kendisine ulaşan kimse azizdir. Kimin de sözünü yüzüne çarpıp reddediyorsa, İşte o da zelildir. Ama bu putlara göre, zelil ile azizin farkı yoktur. Çünkü onların bilgileri yoktur. Herkes onları aldatabilir. Allah, sizin amellerinizi de görür-bilir. Binâenaleyh kim sâlih amelde bulunursa, Allah o sâlih ameli katına yükseltir. Kim de kötü İşlerde bulunursa, onu da sahibinin yüzüne çalar. O halde gerçek aziz, ameli Allah rızası için olan kimsedir. Asıl zelil de ameli yüzüne çalınan kimsedir. Ama bu putlar hiçbirşey bilmezler, dolayısıyla putların nezdinde ne yükselen bir aziz, ne düşen bir zelil söz konusudur. Putların kendisinde izzet değil, aksine zillet vardır. Çünkü efendinin zilleti, köle için de bir zillettir. Binâenaleyh taptığı şey, taş ve ağaç v.s. olan kimse için, böyle gerçek bir izzet nasıl söz konusu olabilir?" buyurmuştur.

Üçüncü Mesele

Ayetteki, "Güzel kelimeler O'na yükselir" cümlesi hususunda şu izahlar yapılmıştır:

1) Bu güzel kelimeler, "Lâilahe illallah" ifadesi olup, buna "kelime-i tayyibe" (güzel söz) denir.

2) Bu, "Sübhânellâhi ve'l-hamdülillâhi ve lâ ilahe illâllahu vallahu ekber" ifadesidir.

3) Bu, (bir önceki maddede) geçen dört kelime ile birlikte, beşinci bir ilave ile "tebârekâllahu" ifadesidir. Tercihe şayan olan, bunun Allah'ı zikir, yahut nasihat ve ilim gibi Allah için olan her kelime manasına olmasıdır. Böyle olan her söz, Allah'a yükselir.

Zamirin Mercii

Ayetteki, (......) ifâdesindeki "hû" (onu-ona) zamirinin, neyi ifade ettiği hususunda şu iki açıklama yapılmıştır:

a) Bu, "kelime-i tayyibe" (güzel kelimelere) râcî olup, manası, "Güzel kelimeleri, sâlih amel alıp yükseltir" şeklinde olur. Nitekim bir hadiste, "Allah, amelsiz (tatbik edilmeyen) sözü kabul etmez Kenzu'l Ummal, 1/260 (Benzeri hadis) buyurmuştur.

b) Bu, "amel-i sâlih"e râcîdir. Buna göre "onu yükseltenin" ne olduğu hususunda şu iki izah yapılmıştır:

1) "Onu, yani salih ameli, kelime-i tayyibe yükseltir." Bu görüşü, Hak teâlâ'nın, "Erkek veya kadın, kim Allah'a iman etmiş olarak sâlih amel işlerse (...)" (Nahl, 97) ayeti de destekler.

2) Sâlih ameli yükselten, Allahü teâlâ'dır.

Beşinci Mesele

İkinci manaya göre, kelimelerin bizzat kendisi yükseliyor, amel-i sâlih ise başkasıyla yükseliyor olduğu halde, kelime-i tayyibenin amel-i sâlihten önce zikredilmesinin sebebi nedir? Biz diyoruz ki: Söz daha kıymetlidir. Çünkü insanın diğer canlılardan farklı olan yönü, konuşmasıdır. Bundan ötürü, Allahü teâlâ, "Biz âdemoğlunu, (nefs-i natıkası ile, yani ona konuşma özelliği vererek) kerim (şerefli ve kıymetli) kıldık" (isra, 70) buyurmuştur. Amel ise, hem insanda, hem diğer canlılarda müşterek olarak bulunan hareketlerden ibarettir. Kıymetli kimse, padişahın kapısına vardığında geri çevrilmez, engellenilmez. Fakat böyle olmayan kimse, oraya gidecek yolu ancak birtakım taleblerle (isteklerle) elde eder. Bunun böyle oluşunun delili şudur: Kâfir, şahadet kelimesini (tevhidi) içinden gelerek söylerse, dünya ve âhiret azabından kurtulur. Yok eğer zahiren, sırf diliyle söylerse, hem kendi canını, malını, kanını, çoluk-çocuğunu ve ailesini dünyada (müslümanlar karşısında) kurtarmış olur. Ama uzuvlarla yapılan ameller böyle değildir. Biz bunu, "îman edip salih ameller işleyen kimseler (...)" (Bakara, 82) ayetinin tefsirinde zikrettik.

Bu hususta yapılabilecek bir başka izah da şöyledir: Kalb esastır. Bunun böyle olduğunun delilleri daha önce geçmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de"Dikkat edin, insanın bedeninde bir et parçası var. O iyi oldu mu bütün beden iyi olur. O bozuldu mu bütün beden bozulur. Dikkat edin, işte bu kalbdir" Buhari, iman, 39; Müslim, musakat, 107/3/1220) buyurmuştur. Kalbteki şey (niyet ve inanç) ise, ancak dil ile ortaya konur. Dilde olanın doğruluğu ise, kişinin fiili ile anlaşılır. O halde söz, fiilden ziyade kalbe yakındır. Baksana insan, konuştuğu herşeyi, kalbinden (aklından) konuşur. Ama fiillerini, meselâ sakalıyla-bıyığıyla oynaması gibi bazan kalbinden kaynaklanmaksızın (bir tik olarak) yapar; Bir de uyuyan kimse, birtakım hareketler yapar ve genelde çok nâdir durumlar hâriç, uykusunda, bahsettiğimiz gibi sözün kalbe bağlı olması sebebiyle, konuşmaz. Ama hareketler böyle değildir. O halde söz fiilden kıymetlidir.

Altıncı Mesele

Zemahşerî "Mekr (tuzak kurma)" masdarı, müteaddi değildir. O halde ayetteki "seyyiât", kelimesi (neyin mef'ûlü olarak) mansubtur?" der ve bunun manasının, "Kötü hileleri tuzak olarak kuranlar" şeklinde olduğunu söyler. Buna göre, "seyyiât", mahzûf mefûl-ü mutlak olan (mekerât-hîleler) kelimesinin sıfatıdır. Şöyle de denebilir: Buradaki "mekr", tıpkı "amel" (yapma) masdarı manasında kullanılmış ve onun gibi müteaddî olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kötülükleri işleyenler (..)" (Ankebut,4) buyurmuştur. Bu ifadede de, söylediğimiz gibi, "seyyiât" kelimesinin "el-amelatı's-seyyiât" (kötü ameller) takdirinde olarak, mef'ûl-ü mutlakın sıfatı olması mümkündür. Buna göre bu ifade, amel-i sâlihin bekasına ve yükselişine bir işaret olmak üzere getirilen, "Onu amel-i sâlih yükseltir" ifadesinin, karşılığı (mukabili) olur. Ayetteki "Onların tuzaklarının, yani kötü amellerinin kendisi mahvolmuştur" ifadesi, o kötü amellerin, baki kalmayıp, kişiye fayda değil, aksine zarar verdiğine bir işarettir.

İnsanın Yaratılış Safhaları

11

"Allah sizi bir topraktan, sonra bir meniden yarattı. Sonra da sizi çift çift yaptı. O'nun ilmi olmaksızın, hiçbir dişi gebe olamaz ve doğuramaz. Uzun ömürlü olana çok ömür verilmesi ile (kısa ömürlü olanın) ömrünün kısaltılması hâriç olmamak üzere, herşey bir kitapta yazılıdır. Şüphe yok ki bunlar Allah'a kolaydır".

Biz, tevhidin delillerinin çokluğuna ve sayısızlığına rağmen, âfâkî ve enfüsî deliller olmak üzere bunların iki kısma hasredildiğini defalarca anlatmıştık. Nitekim Allahü teâlâ da bu hususta, "Onlara, âfâktaki (dış dünyadaki) ve enfüsteki (yani insanların kendilerinde ve iç dünyalarında) delillerimizi göstereceğiz" (Fussilet, 53) buyurmuştur. Binâenaleyh Allahü teâlâ, göklerdeki âfâkî delillerde, gökten gönderdiği meleklerden ve yer ile, yerde salıverdiği rüzgârlardan bahsedince, "enfüsî" delilleri de getirmeye başlamıştır. Bunun izahını, daha önce defalarca yapmıştık. Bu ayetteki "topraktan" kelimesinin, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in yaratılışına, "Sonra bir meniden" kelimesinin de, âdemoğullarının yaratılışına bir işaret olduğunu belirtmiştik. Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesinin, harhangi bir te'vile (yoruma) muhtaç olmadığını, aksine "sizi (...) yarattı" ifadesinin, bütün insanlara bir hitab olduğunu, bütün insanların da Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in çocukları olup, topraktan ve meniden yaratılmış olduklarını beyan etmiştik. Çünkü insanların hepsi meniden, meni gıdadan (yiyeceklerden), gıdalar da netice İtibarıyla toprak ve sudandır. O halde İnsan, topraktan meydana gelmiş olan menidendir.

Ayetteki, "Hiçbir dişi gebe olmaz ve doğurmaz" ifadesi, "Cenâb-ı Hakk'ın ilminin mükemmel oluşuna" bir işarettir. Çünkü yaratılmazdan önce rahimlerde olan ile, yaratılıp da anasının rahminde olduğu müddetçe, hiç kimse o rahimde olanın durumunu bilemez. Çünkü hâmile olan anne bile, ona dâir bir şey bilemez.

Allahü teâlâ, "Allah sizi topraktan yarattı" ifadesiyle, kudretinin mükemmel oluşunu bildirince, "Onun ilmi olmaksızın, hiçbir dişi, gebe olmaz ve doğurmaz" ifadesiyle de, ilminin mükemmelliğini anlatmıştır.

Daha sonra Allahü teâlâ, "Uzun ömürlü olana çok ömür verilmesi ile (kısa ömürlü olanın) ömrünün kısaltılması hâriç olmamak üzere, herşey bir kitabta yazılıdır" ifadesiyle de, iradesinin geçerliliğini anlatmıştır. Böylece de Kendisinin kâdi, âlim, irâde sahibi bir zat olduğunu, putlarda ise, kudret, ilim ve irade sıfatlarının (özelliklerinin) bulunmadığını, dolayısıyla hiçbir ibadete müstehak olmadıklarını beyan buyurmuştur.

Allahü teâlâ, "Şüphe yok ki bu, yani topraktan yaratma işi, Allah'a kolaydır" buyurmuştur. Bununla, "Ömürleri uzatma ve kısaltma Allah'a kolaydır", "Dişinin gebe olduğu şeyi bilmek Allah'a kolaydır" ve "Bütün bunlar, Allah'a kolaydır" manaları kastedilmiş olabilir. Ama birincisi daha uygundur. Çünkü "kolay" ifadesinin, bir fiil ve iş hakkında kullanılması daha uygundur.

Tatlı Ve Tuzlu Su

12

"İki denizin suyu bir olmaz. Şu çok tatlıdır, susuzluğu giderir, içimi boğazdan kolay geçer, öbürü ise çok tuzlu ve acıdır, boğazı yakar kavurur. Bununla beraber siz, herbirinden taptaze et yersiniz. (Onlardan), takınacağınız bir zinet çıkarırsınız. Allah'ın fazlından ve kereminden nasibinizi aramanız ve O'na şükretmeniz için, herbirinde gemilerin sulan yara yara gittiklerini görürsünüz".

Ekseri müfessirler bu ayetle, ya küfür ve iman, yahut da kâfir ve mü'min hakkında bir teşbihin (benzetmenin) kastedildiği görüşündedirler. Buna göre, tıpkı iki denizin, biri çok tatlı suyun çok acı (tuzlu) suya benzemeyip karışmaması gibi, iman da güzellik ve fayda açısından küfre karışmaz, ona benzemez. Bu izaha göre ayetteki, "Bununla beraber siz, herbirinden taptaze et yersiniz" ifadesi, kâfir ve mü'min, yahut da küfür ve imanın durumunun, iki denizin durumundan başka olduğunu anlatan bir ifadedir. Çünkü acı ve tuzlu olan su (deniz); tatlı sulu olan denizle, hayır ve fayda sağlama hususunda yine de bir müşterekliğe sahiptir. Çünkü taze et (yani balık) her ikisinde de bulunur. Yine zinet eşyası olarak (inci gibi) şeyler, her ikisinde de bulunur. Gemiler, her ikisinde de hareket eder. Ama küfürde ve kâfirde hiçbir fayda yoktur. Bu izaha göre, ayetin bu kısmı tıpkı, "Bunlar hayvan gibidir. Hatta daha sapıktır" (A'raf, 179) ayeti ile "Kalbleriniz taş gibidir, hatta tastan daha katıdır. Halbuki nice taşlar (kayalar) vardır ki, ondan çaylar (dereler) fışkırır (kaynar)" (Bakara, 74) ayetinin manası gibidir.

Daha zahir odur ki, bu ayet ile, Allah'ın kudreti hususunda bir başka delil getirilmesi kastedilmiştir. Çünkü iki deniz, deniz olarak bir benzerlik arzettikleri halde, sulan itibarıyla farklı oluyor, birisi alabildiğine tatlı, diğeri ise alabildiğine tuzlu ve acı... Eğer bu iş, otomatik olarak meydana gelmiş olsaydı, eşit olan İki şey, böyle bir farklılık arzedemezdi. Hem sonra bu ikisi farklı olmalarına rağmen, kendilerinden birbirine benzer şeyler çıkartılıyor. Çünkü taze et her ikisinde de mevcut. Zinet eşyası olacak şeyler, her ikisinden de elde edilebiliyor. Binâenaleyh birbirine benzeyen iki şeyde, farklı yönler yaratma ile, farklı iki şeyden birbirine benzer şeyler yaratma işi, ancak kadir ve hür irade sahibi bir zâta mahsus olabilir. O halde ayetteki, "iki denizin suyu bir olmaz" cümlesi, onların, denk (benzer) olmayışlarının, Allah'ın kudretinin mükemmelliğine ve iradesinin geçerliliğine bir işarettir.

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Dilciler şöyle demişlerdir: "Arapça'da, denizin suyu hakkında, o tuzlu olunca, "mâlih" (tuzlu) ifadesi kullanılmayıp, "milh" (tuz) kelimesi kullanılır." Fıkıh kitaplarının birinde, "ihtiva ettiği tuz sebebiyle, denizin suyu "malin" (tuzlu) olur" diye yazılmış. Böyle söyleyen, bu sözünden ötürü tenkid edilmiş. Halbuki bunun sözü, dilcilerin benimsediği görüşten daha doğrudur. Çünkü tatlı suya, iyice tuzlu oluncaya kadar tuz karıştırıldığında, ona, ancak "mâlih" denebilir. "Mâ-un milh" (tuzlu su) ifadesi ise, esasında tuzlu olan su için kullanılır. Zira "mâlin", kendisinde tatma açısından, görünür-hissedilir tuz bulunan şeydir. "Ma-ûn milh" ise ne tam sudur, ne de tam tuzdur. Tuzlu (mâlih) olan yiyecek-içecek, böyle değildir. O halde, içine tuz atılmış tatlı su, kendisinde, tatma açısından tuz hissedilen bir sudur. Yaratılıştan-aslından tuzlu olan şey, bunun aksinedir. Binâenaleyh o fakîh, "milh, sayesinde deniz suyunun tuzlu hale geldiği, çorak bir arazinin parçasıdır" dediğinde, bu hususta asla riayet etmiştir. Çünkü o onu, kendisinde, yaratılıştan tuzun bulunduğu bir su kabul etmiştir. Dilciler ise deniz hakkında, onun suyu için, "milh" ifadesini kullanırken, bunu yaratılış-asıl hali açısından kullanmışlardır.

"Ücâc", acı demektir. Cenâb-ı Hak, "Herbirinden taptaze et yersiniz" buyurmuştur. Bu, "Kuşlardan ve balıklardan olmak üzere, taze etler elde edersiniz" demektir. "Onlardan takınacağınız bir zinet çıkarırsınız" yani, "inciler-mercanlar çıkarırsınız." "Gemilerin suları yara yara gittiklerini görürsünüz..." anlamındadır.

Hak teâlâ'nın, "Allah'ın fazlından ve kereminden nasibinizi aramanız ve O'na şükretmeniz için" ifadesi, biraz önce söylediğimiz, bu ayetle bu iki deniz ve bu denizlerde bulunanlarla Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretinin mükemmelliğine istidlal kastedilmiş olduğu görüşümüze delâlet eder.

Gece ve Gündüzün Sürati

13

"O, geceyi gündüzün içine sokar; gündüzü gecenin içine sokar, güneşi ve ayı da musahhar (emre âmâde) kılmıştır. Herbiri belli bir müddet için akıp gidiyorlar. İşte bunları yapan Allah'tır, sizin Rabbinizdir. Mülk O'nundur. O'nu bırakıp taptıklarınız ise, bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar".

Allahü teâlâ'nın bu beyanı da, zamanın değişmesi ile, Allah'ın birliğine, varlığına ve kudretinin mükemmelliğine bir istidlaldir. Bu hususu defalarca anlattık. "Güneşi ve ayı musahhar kılmıştır" ifadesinin, müşriklerin ileri sürdükleri bir sorunun cevabı olduğunu anlatmıştık. Müşrikler şöyle demişlerdi: "Yazın gece kısalır, kışın ise, onun aksine gündüz kısalır." İşte buna işaret etmek üzere Allahü teâlâ "Güneşi ve ayı buyruğu altında tutar" buyurmuştur ki bu, "Bu ihtilafın (uzayıp-kısalmanın) sebebi sizin bahsettiğiniz şey ise de, güneşin ve ayın hareketi, Allah'ın iradesi ve kudreti sayesindedir. O halde ihtilafı yapan da O'dur" manasına gelir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "İşte bunları yapan Allah'tır, sizin Rabbinizdir. Mülk O'nundur. O'nu bırakıp taptıklarınız ise, bir hurma çekirdeğinin zanna bile sahip olamazlar" buyurmuştur. Bu, şu manayadır: Mülk gökleri ve yeri yaran, ruhları ve rüzgârları salıveren, insanı topraktan yaratma ve diğer şeyler gibi hususları yapanındır. O halde, kamil zâtı gereği ve melîk olduğu için, O'ndan başka ma'bûd yoktur. Melik, mülkü oranında hizmete lâyık olur. Bütün mülk, O'nun olduğuna göre, ibadetin tamamı da O'na aittir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, ulûhiyyet sıfatına ters düşen şeyi zikretmiş ve "O'nu bırakıp taptıklarınız İse, bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar" buyurmuştur. Bunda şöyle bir incelik vardır: Allahü teâlâ kendisinin sıfatlarından şu ikisini zikretmiştir:

a) Kudret ve iradesiyle yaratmasını...

b) Mülkünü...

Allahü teâlâ, bu iki sıfatıyla, kendisinin ibadete müstehak bir ilah olduğuna istidlal etmiştir. Bu tıpkı, "De ki: "insanların Rabbine, insanların meşkine, insanların ilahına sığınırım"(Nas 1-2) ayeti gibidir. Cenâb-ı Hak burada, önce rab ve melik oluşundan bahsetmiş, ilah ve ma'bûd oluşunu bu iki vasfa bağlayarak (üçüncü olarak zikretmiştir).

Şeriklerin Acizliği

Hak teâlâ, kendisine ortak koşulanlar için, bir tek olumsuz sıfattan, "(Onlar) bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar" diyerek bahsetmiştir. Bu da, onlar için bir "mülk"ün söz konusu olmamasıdır. Allahü teâlâ, şu iki sebepten ötürü diğer bir olumsuz sıfattan bahsetmemiştir:

1) Onların hepsi de, kendilerinin Allah'dan başka yaratıcıları utmadığını kabul ediyorlardı. Ama şöyle diyorlardı: "Allah, yerin ve yerdekilerin işini, putlarımızın şekillerini almış olduğu yıldızlar ile, yıldızların doğup-batmalarına bırakmıştır." İşte oundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Onların mülkleri yoktur. Allah onlara hiçbir mütk ve yetki vermemiştir. Onlar hiçbir şeye mâlik değillerdir" buyurmuştur.

2) Mülkün bulunmayışından, yaratamama neticesi çıkar. Çünkü eğer onlar birşey yaratmış olsalardı, onun sahip ve mâliki olurlardı. Bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahib olamadıklarına göre, az ve çok, hiçbirşey yaratamazlar.

Putlar İcabet Edemezler

14

"Eğer onlara duâ ederseniz, duanızı işitmezler. İsitseler bile, size icabet edemezler. Kıyamet gününde de onlar, sizin (kendilerine) şirk koşmanızı tanımayacaklardır. Herşeyden hakkıyla haberdâr olan Allah gibi, (hakikati) sana hiçbirşey haber veremez".

Allahü teâlâ'nın bu ayeti de, müşriklerin şu sözlerini çürütmek içindir. "Putlara ibadet etmede, onlara yaklaşma, onlara bakma ve ihtiyaçları onlara bildirme açısından, bir izzet (şeref) vardır. Ama hiç kimse ne Allah'ı görür, ne O'na ulaşabilir." İste bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Bunlar sizin dualarınızı duymazlar. Halbuki güzel Kelimeler, Allah'a yükselir. Böylece de Allah onları dinler ve kabul eder" demek istemiştir.

Daha sonra işi, biraz daha aşağı indirerek, "Farzedelim ki, iddia ettiğiniz gibi onlar sizi duyuyorlar. Çünkü sizler putların duyduklarını ve bildiklerini iddia ediyorsunuz. Ama, onların size icabet ettiklerini, cevap verdiklerini söylemeniz mümkün değil. Çünkü bu, bilinen-görünen bir hakikati inkâr olur. Onların duymayışı da aklî olanı inkâr olur. Aklî olan hususta münakaşa edilebilirse de duyularla görülüp algılanan şeylerde münakaşaya yer yoktur" demek istemiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Kıyamet gününde de onlar, sizin (kendilerine) şirk koşmanızı tanımayacaklar" buyurmuştur. Allahü teâlâ, o putlarda bu dünyada fayda bulunmadığını beyan edince, ahirette de bir faydaları olmayacağını, hatta bundan da öteye, orada onlardan zararın sâdır olacağına, "şirkinizi" yani "Allah'a ortak koşmanızı inkâr edeceklerdir" ifadesiyle işaret etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Şirk, büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) buyurmuştur. Buradaki şirk, "şirk koşmanız" manasınadır.

Hak teâlâ'nın "Herşeyden hakkıyla haberdâr olan Allah gibi, hakikati sana hiçbirşey haber veremez" ifadesi, şu iki manaya muhtemeldir:

a) Bunun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir hitap olması... Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Allahü teâlâ, odunların, kütüklerin ve taşların, Kıyamet gününde konuşacağını ve kendilerine ibadet edenleri yalanlayacaklarını haber vermiştir. Cenâb-ı Hak, putların Kıyamet gününde onları yalanlayacaklarını haber vermemiş olsaydı, bu durum sadece akıl ile bilinemezdi. Haber verilen durum acayip bir şey de olsa, o, dediği gibidir; zira bunu bildiren, işin mahiyetini tam tamına bilen Allahü teâlâ'dır.

b) Bu sözün muayyen bir kimseye yöneltilen bir hitap olmamasıdır. Yani, "Bu bahsedilen şey, O'nun dediği gibidir" demektir. Buna göre, (......) ifâdesinin anlamı, "Ey dinleyen, sen kim olursan ol, herşeyden hakkıyla haberdâr olan Allah gibi, hakikati sana hiçbir şey haber veremez" şeklinde olur.

İnsan Rabbine Muhtaç

15

"Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçsınız. Allah İse, herşeyden müstağni, ve her hamde lâyıktır".

Peygamberden sudur eden davet ile, kâfirlerin de küfürde ısrarı çok olup, kâfirler, "Muhakkak Allah, belki de o, bizim ibadetlerimize muhtaç olduğu için, o ibadetleri bize alabildiğine emrediyor ve bizi o ibâdetleri terketmenize karşılık iyice tehdit ediyor" deyince, Cenâb-ı Hak, "Ey insanlar, siz Allah a muhtaçsınız. Allah ise, herşeyden müstağnidir" buyurmuştur. Binâenaleyh O, size ibadeti, size ihtiyacı olduğu için emretmemiştir. Bu emir, O'nun size olan çok şefkatinden dolayıdır. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Haberin Nekireliğinin Sebebi

(Nahiv)de, haberin marife getirilmesi çok nadirdir. Genel olarak haber nokire (belirsiz) mübtedâ ise marife olur ki, makûl olan da budur. Zira, haber veren kimse, genelde haber verilen kimsenin bilgi sahibi olmadığı bir hususu bildirir veyahut anlatan kimse muhatabın o konuda bilgi sahibi olmadığı zannı ile bildirir. Sonra bu şey dinleyen kimse tarafından bilinince, konuşan kimse ona, "Ey muhatap, senin de bildiğin o hususta, falanca mana vardır" der. Ki bu tıpkı bir kimsenin, "Zeyd ayaktadır" demesi gibi olup, bununla "Senin tanıdığın Zeyd için, senin haberin olmayan, bir ayağa kalkma (kıyam) vaki olmuştur" anlamının kastedilmesidir, Binâenaleyh, dinleyen nezdince haber verilen şey malum olup, mübtedâ da malûm, haber de, bir anlatım değil de bir dikkat çekme olunca, bu durumda haberi mahfe getirmek son derece yerinde olur. Bu tıpkı bir kimsenin, Allah'ın Rab; Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de nebî olduğunu bildiği için, "Allah, Rabbimizdir; Muhammed de peygamberimizde" demesi gibidir. İşte burada da, insanların muhtaç oldukları herkes tarafından bilinen apaçık bir şey olunca, Cenâb-ı Hak, (haberi marife getirerek) "Siz... muhtaçlarsınız" buyurmuştur.

İkinci Mesele

Ayetteki, (......) kelimesi ihtiyaçların arzeditdiği ve güvenilecek olan tek varlığın kendisi, yani Allahü teâlâ olduğunu bildiren bir ifadedir ki bu, kulun O'na muhtaç olmasından dolayı, O'na ibâdet etmesini, O'ndan başkasına ihtiyacını arzedemeyeceği için de, başkasına da ibadet etmemesini iktizâ eder. Daha sonra Cenâb-ı Hak, (......) buyurmuştur ki bu, "O, her şeyden müstağnî olmasına rağmen, sizi bütün çağrı ve davetiyle kendisine davet eder. Halbuki sizler, ihtiyaç içinde olmanıza rağmen O'na icabet etmezsiniz. Siz O'na duâ etmediğiniz halde, O size ihtiyaç vaktinizde icabet eder" demektir.

el-Hamîd'in Manası

Bu mesele ayetin sonundaki (el-hamid) ismi şerîfiyle alâkalıdır. Allahü teâlâ birinci habere, yani (......) cümlesine, (......) kelimesini ilave etmiştir ki, bu ibadeti O'na hasretmenin farz olduğuna işarettir. Aynen bu ilave gibi, müteakiben de, gına ile muttasıf olmasına, hamîd olma vasfını ilave etmiştir ki, bu da insanların ihtiyacına mukabil onun gınasına işarettir. Keza O, şükredilmesi farz olan hamîd olduğundan, onun nimetlerine muhtaç olan sizlerin ona hamdetmeniz gerekir demektir. Yoksa "Siz muhtaçsınız, Allah da sizin gibi muhtaçtır" manasına gelmeyip: "Bilâkis o, ganiyy-i mutlaktır. Siz O'na muhtaçsınız diye, sizi ihtiyacı giderilmemiş durumda bırakmaz. Bilakis O, dünyada sizin ihtiyaçlarınızı karşılar. Eğer iman ederseniz, ahirette de ihtiyaçlarınızı karşılar. O halde O, hamîd'dir" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, kendisinin zenginliğini beyan etmek için,

16

"Eğer dilerse sizi giderir, (yerinize) yepyeni bir halk getirir. Bu, Allah'a güç de değildir"

buyurmuştur. Burada, tam bir belagat vardır ki izahı şöyledir: Allahü teâlâ, "Eğer dilerse, sizi giderir" buyurmuştur ki bu, "kendisine ihtiyaç duyulan şeyin aksine, sizi gidermek O'nun meşîetine bağlıdır" demektir. Çünkü, ihtiyaç duyulan şey hakkında bir kimse, "Eğer falanca dilerse, evini yıkar, akarını, mallarını yok eder" ifadesini kullanmaz. Bu kimse ancak, "Eğer, ikâmet etmek için bir eve ihtiyaç olmasaydı, onu satardım" der, veyahut da, "Eğer gelir getiren bir mala (akar) ihtiyaç olmasaydı, onu terkederdim" ifâdesini kullanır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Yepyeni bir halk getirir" ifadesiyle, kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığını beyan buyurmuştur. Bu, şöyle zanneden bir kimsenin zannını çürütmek gayesine matuftur: "Bu mülk, ona bir kemal ve azamet vermektedir, eğer bu mülkü giderirse azameti de zedelenir." Bu demektir ki: "Allah sizden daha güzel, daha mükemmel, daha tam mahluklar yaratmaya kadirdir" buyurmuştur.

Aziz Kelimesinin Manası

Daha sonra

17

"Allah'a güç de değildir"

buyurmuştur. Yani "Gidermek ve getirmek Allah'a zor değildir." demedir: Cenab-ı Hak aziz lafzını bazan, "kendi zatıyla kaîm olan" hakkında kullanmıştır. Çünkü O, kendisi hakkında "Allah, kuvvetli ve Azizdir" (Ahzab, 25).

Yine bu sûrede de, "Allah azız, (yegâne galip) ve gafurdur" (Fâtır, 28) buyurmuştur. Allahü teâlâ bu vasfı, "başkasıyla kâim olan şeyler" hakkında da kullanmıştır. Nitekim O, "Bu, Allah'a azız (güç) değildir" ve "Sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve azîz (güç) gelir" (Tevbe 128) buyurmuştur. Binâenaleyh, ayrı ayrı iki yerde kullanılan bu kelime, aynı manaya mı gelir, yoksa iki farklı manaya mı? Biz diyoruz ki, Arapça'da aziz, galip ve üstün gelen demektir. Nitekim, "Galip gelen, soyar" denilir. O halde Allah, azizdir; yani, "yegâne galiptir" demektir. Herhangi bir şahıs, bir işe güç yetiremez, onun karşısında bir varlık gösteremezse, o işe nisbetle, "o mağlub olmuştur" denilir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın buradaki ifadesi, "Bu iş, Allah'ı, mağlub edemez. Tam aksine bu, Allah'a göre çok basittir" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, (Tevbe, 128) ifadesi ise, "Sizin sıkıntıya uğramanız, insanı ezen ve mağlûp eden bir iş gibi, Hazret-i Peygamber'i üzer ve ona eziyyet verir" anlamındadır.

Sorumluluk Şahsidir

18

"Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Eğer yükü ağır bir kişi, diğer birini onu taşımaya çağırırsa, bu, akrabası da olsa, kendisine ondan hiçbir şey yükletilmez. Sen ancak, gaybde olan Rabbinden korkmakta olanları, namazı dosdoğru kılanları sakındıracaksın. Kim temizlenirse, sırf kendi faydasına temizlenmiş olur. Nihayet varış, Allah'adır"

Önceki Kısımla Münasebet

Bu ayetin, kendinden öncekilerle şöyle bir münasebeti vardır: Cenâb-ı Hak, doğruyu apaçık delillerle beyân edince, onları, bu hususta düşünmeye davet eden şeyi de zikrederek, "Hiç bir günahkâr başkasının günahını yüklenmez" buyurmuştur ki bu, "Günahkâr olan hiçbir nefis, günahkâr olan başka bir nefsin günahını yüklenmez" demektir. Binâenaleyh peygamber, şayet bu tebliğinde yalancı olmuş olsaydı, sizin, onun günahını yüklenmiyeceğinizi bile bile, günahkâr olmuş olurdu. Binâenaleyh o, böyle bir şeyden korunur ve ittikâ eder". Allahü teâlâ ise, sizin ibadetlerinize muhtaç değildir. O halde düşünün, ve sapmanız halinde hiç kimsenin sizin günahınızı yüklenmeyeceğini bilin. Bu, sizin önderlerinizin "Yolumuza uyunuz, biz sizin günahlarınızı taşırız" demeleri gibi değildir" demektir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "Günah işlemiş bir nefis" takdirindedir. Cenâb-ı Hak "Hiçbir nefis diğerinin günahını üstlenmez" dememiş ve yine, sıfat ile mevsûfu birlikte zikrederek, "Hiçbir günahkâr nefis, diğerinin günahını üstlenmez" dememiştir ki bunun anlamı şudur: Birincisine gelince, şayet Cenâb-ı Hak, "Hiçbir nefis, diğerinin günahını üstlenmez" demiş olsaydı, o zaman, günahkâr her nefsin, günahının onları üzdüğü ve onların, kendisi hakkında dehşete ve şaşkınlığa düşmüş olduğu anlaşılamazdı. Bunun diğer bir izahı da şöyle yapılabilir: Bir kimsenin, "Hiçbir nefis başkasının günahını yüklenmez" şeklindeki sözünden, onun asla hiç bir yük taşımadığı da anlaşılabilirdi. Nitekim masum (günahsız) kimse, başkasının yükünü taşımadığı gibi, esasen kendisine ait de taşıyacağı bir yük olmaz. Oysa cümlesi beyan eder ki "o kendi yükünü alır, fakat başkasının yükünü yüklenmez." (İkincisine), yani sıfatla mevsûfun birlikte zikredilmesi meselesine gelince, sıfatın çok açık ve mevsûfundan ayrılmaz bir nitelik amasından dolayıdır bu..

Daha sonra Cenâb-ı Hak, hiçkimsenin bir başkasının yükünü, ne doğrudan, ne de bir istek ve talepten sonra üstlenmeyeceğine bir işaret olmak üzere, yükü ağır bir kişi... çağırırsa" buyurmuştur. Çünkü, böyle bir şeye muhtaç kimse sabreder ve ihtiyacını, herhangi bir talepte bulunmaksızın karşılar. Ama doruk noktaya varırsa, bu onu, bir talepte bulunmaya mecbur eder.

İkinci Mesele

Bu mesele muskale kelimesiyle alâkalı olup bu, önce geçenleri daha fazla beyân eden bir ifâdedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bundan önce, "Günah işleyen (hiçbir nefis) başkasının günahını çekmez" buyurmuştur. Sadece bu cümleyi işiten kimse zanneder ki, o şahıs götürebileceği miktar yükü olduğu için, başkası onun yükünü taşımaz. Nitekim güçlü kuvvetli bir adam eline bir nar veya ayva aldığında, kimse o yükünü taşımasına yardımcı olmaz. Ama yük ağır olunca taşıyanı bitkin düşürür ve etraftan ona yardım edilir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, müskale buyurmuştur ki bu, "Başkasının yükünü taşımama, o başkasının o yükün ağırlığından dolayı acınmaya mahal olmayışından dolayı değildir. Tam aksine o nefsin, çok ağır bir günah ve suçun altında bulunmasından ve ondan, o suça dair herhangi bir şeyin üstlenilemez olmasından dolayıdır" demektir.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, bu hususta, "bu, akrabası da olsa" kaydına yer vermiştir ki bu, "O çağrılan şahıs,akrabası dahi olsa onu yüklenmez" demektir. Bir önceki ifade hakkında "O, onun yükünü, ya meselâ, düşmanını ağır bir yükün altında gören bir hasım, veyahut da tasımlamayan bir yükün altında olan bir yabancı kimseyi gören başka bir yabancı gibi, kendisiyle ilgisi ve alâkası olmadığı için taşımamıştır" denebilir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "bu, akrabası da olsa" buyurmuştur ki bu, "Nefsin, o yükü taşıyabilecek güçlü ve günahkâr bir nefis olması; her ikisinin de ağır bir yük altında ezilmesi gibi, o yükü taşımaya yöneltecek bütün sebepler bulunsa bile..." demektir. Yardımcı olacak nefsin güçlü ve yük taşıyabilir olması, berikinin de, yük altında ezilmesi ve yardım istemesi gibi... Çünkü, talepte bulunmak, acımayı celbeder. Şayet, kendisinden yardım talep edilen, edenin yakını olursa, bu durumda bunu karşılamamak, ancak bir engelden dolayı olur ki, bu da her nefsin ağır bir yük altında bulunmasıdır.

Uyarmadan Fayda Görenler

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sen ancak, gaybde olan Rabbinden korkmakta olanları, namazı dosdoğru kılanları sakındıracaksın" buyurmuştur ki, bu, "Senin getirdiğin şeyin üstünde başka bir irşâd yoktur. Halbuki bu, onlara bir fayda sağlamamıştır. Binâenaleyh sen ancak, kalbleri Allah'ı tazim hissi ile dolup taşan, dışları da ibâdetle süslenmiş olan kimselere fayda veren bir uyarıda bulunursun" manasına bir işaret olup, bu, tıpkı, "iman edenler" ifadesinin, kalbin ameline; "salih ameller işleyenler" (Asr, 3) ayetinin de uzuvların amellerine bir işaret sayılması gibidir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın "Gaybde olan Rabbinden korkmakta olanları ve namazı dosdoğru kılanları" ifadesi, işte bu anlamdadır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, hiçbir günahkâr nefsin, bir başkasının günahını yüklenemeyeceğini beyan edince, sevabın, bu sevabı işleyenlere fayda vereceğini beyan etmek üzere "Kim temizlenirse, sırf kendi faydasına temizlenmiş olur" buyurmuştur ki, bu, "Onun bu tezkiyesi, kendi lehinedir" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Nihayet varış Allah'adır" buyurmuştur. Bu, "temizlenen kimsenin bu temizlenmesinin fayda ve neticesi, dünyada görülmese bile, herkesin varışı Allah'adır, lika (haşr) gününde, beka yurdunda, Allah'ın nezdinde ortaya çıkacaktır. Günahkâr kimsenin işlediği günahın cezası, dünyada ortaya çıkmasa bile, ahirette ortaya çıkacaktır. Çünkü nihaî varış, Allah'adır" demektir.

Dalaletle Hidayetin Mukayesesi

Cenâb-ı Hak daha sonra:

19

Âyetin tefsiri için bak:22

20

Âyetin tefsiri için bak:22

21

Âyetin tefsiri için bak:22

22

"Körle gören, karanlıklarla nur, gölge ile sıcak bir olmaz. (Hülâsa) dirilerle ölüler bir olmaz"

buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak hidayet ve dalâleti beyan edip, kâfir hidayete ulaşamadığı halde Allah mü'mini hidayete iletince, onları gören ile köre benzetti... Buna göre mü'min, apaçık hak yolu gördüğü için görendir; kâfir ise kör.. Ayetin tefsiriyle ilgili birkaç mesele vardır:

Çok Misal Vermenin Manası

Kör ile gören, karanlakta nur, gölge ile sıcak ve ölüler ile diriler zikredilmek suretiyle, burada misalleri çoğalt- manın faydası ne olabilir? Deriz ki: Birincisi, mü'min ile kâfirin misâlidir. Buna göre mü'min görendir (basîr), kâfir ise, kör.. Sonra, gören kimsenin bakışları çok keskin olsa da, eğer ışık içinde değilse, hiçbir şeyi göremez. Böylece Allahü teâlâ, iman ve küfür için de birer misal zikretmiştir. Böylece, "İman nurdur, mü'min ise, (o nurda) gören. Görene (zaten) nûr gizli ve kapalı kalmaz. Küfür ise, zulmettir, karanlıktır. Kâfir de, kör.. Onun için ise, engelleyici üstüne engelleyici vardır" demek istemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, her ikisinin varacağı yer ve akıbetleri için bir misal zikretmiştir. Ki bu da, gölge ile sıcaktır. Binâenaleyh mü'min imanı sayesinde bir gölge ve rahatlık içindedir. Kâfir ise, küfrü sebebiyle, bir sıcaklık ve yorgunluk içindedir. Sonra da Cenâb-ı Hak, mü'min ve kâfir hakkında başka bir misâl zikrederek, "(Hülâsa) dirilerle ölüler bir olmaz" buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak sanki, "Mü'minin ve kâfirin durumu, kör ile görenin durumunun da üstündedir. Çünkü kör, bazı şeyleri algılama hususunda gören kimseye iştirak eder. Ama kâfir ise, faydalı olan hiçbir idrâke sahip değildir. Bu sebeple o, ölü gibidir" demek istemiştir. Bizim bu anlattığımıza, Cenâb-ı Hakk'ın ilk önce fiilî tekrar getirerek,

"Körle gören bir olmaz" buyurup, "karanlıklar"ı, "nûr"u, "gölge" ve sıcaklığı buna atfetmesi, sonra da yeniden fiili getirerek, "Dirilerle ölüler bir olmaz" (ve ma yestevl) buyurması da delâlet etmektedir. Cenâb-ı Hak sanki bunu, ötekine bir mukabil ve karşılık yapmıştır.

Üslûptaki İnceliğin İzahı

Allahü teâlâ "karanlıklar" ile "nûr", "gölge" ile "sıcak" ve "ölüler" ile "diriler" arasında olumsuzluk edatı olan lâ'yı tekrarlamış, ama "kör" ile "gören" kelimeleri arasında bunu zikretmemiş, tekrarlamamıştır. Niçin?

Bu böyledir, çünkü buradaki tekrar, te'kîd ve (kelimeler arasındaki) tezâd manadan dolayı.. Karanlıkla nur, gölge ile sıcak arasında bir zıddiyyet vardır. Karanlık aydınlığa aykırı olup onun zıddıdır, Körlük ve görme de böyle... Ama, kör ile görene gelince, böyle değildir. Aksine tek bir şahıs, bazan, önce görür de, sonra gözünden ötürü kör olabilir. Binâenaleyh kör ile gören arasında ancak vasıf cihetinden bir aykırılık ve tezat bulunur. Gölge ile sıcağa gelince, bunlar arasındaki aykırılık zatîdir. Çünkü gölgeden murat, sıcaklık ve soğukluğun olmayışıdır. İşte, buradaki aykırılık mükemmel ve tam olunca, Cenâb-ı Hak onu, edatı tekrarlamak suretiyle te'kit etmiştir. Ölüler ile dirilere gelince, tek bir cismin hayat mahalli olan bir diri olup, daha sonra da, ölüme mahal olmuş olan bir meyyit, ölü haline gelmesi cihetiyle onlar her ne kadar kör ve gören gibi iseler de, ancak ne var ki, ölü ile diri arasındaki aykırılık kör ile gören arasındaki aykırılıktan daha kesin ve daha tamdır. Nitekim biz, kör ile görenin bazı şeyleri algılamada müştereklik arzettiklerini açıklamıştık... Diri ile ölü ise böyle değildir. Nasıl olmasın ki, hikmet-i ilâhiyyede açıklanıp tekarrur etmiş olduğu üzere, ölü diriye, vasıf cihetinden değil de, hakikat cihetinden aykırı ve muhaliftir.

Fasıla ve Seci

Allah iki misalde, daha kıymetli olan "gölge" İle "sıcağı" başa almışken, iki misalde de, kıymetli olan "görme" İle "nûr"u geri bırakmıştır. Niçin?

Bu hususta müfessirler bunun, ayetlerin sonlarındaki fasılayı gözetmek için olduğunu söylerler ki, bu zayıftır. Çünkü ayetlerin sonlarını gözetme, seci ile ilgili bir husustur. Kur'ân'ın mu'cize oluşu ise mana bakımından olup, (sadece) lafız cihetinden değildir. Binaenaleyh şair, sec'iden dolayı takdim ve tehirde bulunabilir. Böylece lafız onu, manayı değiştirmeye zorlar. Kur'ân'a gelince o, müessir ve belîğ bir hikmettir. Ondaki mana sahîh, lafzı ise, fasihtir. Bu sebeple anlamsız yere takdim ve tehirler yapılmaz.

İşte bundan dolayı diyoruz ki: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den önce kâfirler, sapıklık içinde idiler. Adeta körler gibiydiler. Yolları ise, karanlıktı. Sonra, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip, onlara yollarını açıklayınca ve onlardan birkısmı da hidayete erince, artık gören kimseler oldular. Yollan da, bir nûr gibi aydınlık... İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Bisetten önce küfür üzerinde bulunan ile, bundan sonra imana ulaşan kimse bir olmaz" buyurdu. Binâenaleyh Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında küfür imandan, kâfir de mü'minden önce olunca, önce olan başta zikredilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak bunların akibet ve varacakları yeri zikredince, "Rahmetim gazabımı geçmiştir" hadis-i kudsisinden dolayı, rahmete taalluk edeni gazabına taalluk edenden önce getirmiştir. Sonra, bisetten sonra halâ ısrar eden kâfir körden de kör olup, hakkı idrâk edememe hususunda bütün yönlerden ölülere benzeyince, Cenâb-ı Hak, "(Hülasa) dirilerle ölüler bir olmaz" buyurmuştur. Yani, "Allah'ın indirdiğine iman eden mü'minler ile, kendilerine apaçık ayetler okunduğu halde bunlardan yararlanmayan ölüler bir olmaz" demektir. İşte bu kimseler, iman eden kimselerin imanından sonradırlar. Cenâb-ı Hak, mü'minlerin hayatı, (iman sayesinde) hayat bulmaları, muânit kâfirlerin ölümünden önce bulunduğu için, o kâfirleri mü'minlerden sona bırakmıştır. Bisetten önce sapıtmış olan kâfirler de, ondan sonra hidayete ulaşmış mü'minlerden önce bulunduğu için, Allahü teâlâ körü görene takdim etmiştir.

Müfred ve Cemi Farkı

Eğer sen, "Allahü teâlâ, "kör"ün mukabilinde, müfred olarak "gören"i; aynı şekilde "gölge" mukabilinde "sıcak"ı; "diriler" mukabilinde, çoğul olarak yine, "ölüler"i zikretmiş; ama'"karanlıklar" mukabilinde ise, "nûr"u getirmiştir. Oysa ki birisi çoğul, birisi ise tekildir. Sen bunun bir hikmeti olduğunu söyleyebilir misin? Derim ki, "Allah'ın lütfü ve hidayeti ile evet, bir hikmeti var. "Kör" ve "gören" ile "sıcak ve gölge" kelimelerine gelince, burada cinse cins ile mukabelede bulunulmuş, fertler zikredilmemiştir. Çünkü, körler ile gören kimseler içinde, meselâ herhangi bir yerde bulunan ve gören garip, yabancı bir kimse ile, o yerin tanıdığı ve bileni olan kör bir kimse gibi, iki cinsi her birinden, diğer cinsin ferdine müsavî ve denk olan bir kimse, fert bulunabilir. Bu sebeple kör olan kimse, maksadına ulaşabilirken, gözleri gören ise, (yabancılığından dolayı) buna ulaşamaz. Yahut da şöyle olur: Âma olan bir kimse bazan onu, gören amâ aptal olan bîr kimseye denk kılacak bir zekâya sahip olabilir. Âma cinsleri İtibariyle aralarındaki farklılık ve derece, kesin ve katidir. Zira, "gören"lerin cinsi, "âmâ"ların cinsinden daha hayırlıdır. Ölüler ile dirilere gelince, bunlar arasındaki farklılık ise daha fazladır. Çünkü, idrâk hususunda herhangi bir diriye denk düşen hiçbir ölü yoktur. İşte bundan ötürü, ister cinsle mukabele edilsinler, isterse ferde fert ile, dirilerin ölülere müsavi olmayacağı söylenmiştir.

"Karanlık"lar ile "nûr" kelimesinin mukayesesine gelince hak tekdir. Ki bu da tevhîddir. Bâtıl ise, çoktur; ki bu da, daha önce de beyan ettiğimiz gibi çeşitli şirk yollarıdır. Zira, müşriklerin birkısmı yıldızlara, birkısmı ateşe, birkısmı meleklerin biçiminde düşündükleri putlara, vs. şeylere tapmaktaydılar. Bu fertlerin herbirisi ile, bu bir tek "nûr" arasındaki farklılık aşikârdır. İşte bu sebeple, "Karanlıkların tamamını nazar-ı dikkate aldığında, onlara nûr'a eşit ve denk olan bir şey buyurmuştur" ki, biz nûr'un müfret, karanlıkların da çoğul getirilmesinin sebebini, "Ve, karanlıklar ile nuru yarattı.." (En'am, 1) ayetinin tefsirinde zikretmiştik. Nurun, ancak bir aydınlatıcının; nûrlanmayı kabullenebilecek bir mahallin bulunması ve nûr ile onu kabul eden arasında bir engelin bulunmaması ile meydana gelmesi de, işte bu cümledendir.

Bunun misali şudur: Güneş doğup, orada da aydınlanmaya müsait, yani güneşin ışınlarını tutan bir şey bulunduğunda, -ki çünkü, kendisinde güneşin ışınlarının içinden girebileceği küçük bir pencere bulunan bir evde, o pencerenin tam karşısında güneşin bu ışınlarının çıkıp, bir başka eve girerek, o evin mekânına da güneşin ışınlarının yayılacağı bir aralık bulunduğunda, ikinci ev aydınlık, birinci ev aydınlık olarak görünür. Eğer orada, kendisinde, aralığın bulunmadığı bir ev gibi herhangi bir engel yok ise, o zaman o ev aydınlanmaz. İşte bu üç şey mevcut olduğunda o ev aydınlanır. Aksi halde, bu üç şeyden herhangi birisinin yokluğu sebebiyle karanlık olur.

Her Kavme Resul

23

Âyetin tefsiri için bak:24

24

"Şüphesiz ki Allah, kimi dilerse ona duyurur. Sen, kabirlerde olanlara da işittirecek değilsin ya!.. Sen gelecek tehlikeleri haber verenden başka bir kimse değilsin. Şüphesiz ki biz seni, müjdeci ve uyarıcı olarak hidayetle yolladık. Hiçbir ümmet müstesna olmamak üzere, mutlaka her ümmette bir uyarıcı, bir elçi bulunmuştur"

Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz ki Allah, kimi dilerse ona duyurur. Sen, kabirlerde olanlara da işittirecek değilsin ya!" ifadesine şu iki mana verilebilir:

1) Bundan maksat, peygamberin sözünü ve ona inen vahyi dinlememelerine nisbetle, kâfirlerin, ölülerin durumundan daha aşağıda olmalarını beyan etmedir. Çünkü Allah, Ölülere duyuruyor, dinletiyor, peygamber ise, ölmüş ve kabire girmiş kimselere duyuramıyor. O halde bu demektir ki ölüler, Allah'ı duyuyor ve O'nu dinliyorlar; kâfirler ise, tıpkı ölüler gibi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i dinlemiyorlar.

2) Bundan maksat, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i teselli etmektir. Çünkü Cenâb-ı Hak peygamberine, onlara fayda veremeyeceğini ve onlara duyuramayacağını beyan edince, peygamberine, "Bunlara ancak Allah duyurur, dinletir. Çünkü O, sağır bir kaya parçası dahi olsa, dilediği kimselere ve istediği kimselere dinletir ve duyurur. Sen ise, kabirdekilere (yani onlar gibi olan kâfirlere) duyuramazsın. Binâenaleyh, onların hesabından hiçbir şey sana terettüp etmez" buyurmuştur.

Daha sonra Allahü teâlâ, yine peygamberini teselli etmek için, "Sen gelecek tehlikeleri haber verenden başka bir kimse değilsin" buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak, "Sen gelecek tehlikeleri haber verenden başka bir kimse değilsin " buyurunca, "Şüphesiz ki biz seni, müjdeci ve uyarıcı olarak hidayele yolladık" buyurarak, peygamberin kendi başına bir nezîr olmadığını, onun ancak Allah'ın müsaadesi ile bir uyarıcı olduğunu beyân buyurmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, şu iki hususu anlatmak için, "Hiçbir ümmet müstesna olmamak üzere, mutlaka her ümmette bir uyarıcı, elçi bulunmuştur" buyurmuştur;

1) Peygamberin kalbini teselli etmek için... Çünkü böylece Cenâb-ı Hak, başkalarının da kendisi gibi, kavminin eziyyetlerine katlanmış olduğunu bildirmektedir.

2) Onu kabul etmesini, kavmine ilzam etmek... Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamberlerin ilki değildir. O ancak, diğerleri gibi o peygamberlerin iddia ettiği şeyleri iddia etmiş ve o şeyleri anlatmıştır.

Önceki Ümmetlerin Tekzibi

25

"Eğer seni yalanlıyorlarsa, kendilerinden öncekiler de yalanlamışlardı. Halbuki, onların peygamberi kendilerine açık açık mucizeler, sahifeler ve nur saçan kitaplar da getirmişlerdi".

Yani, "Sen, onlara, beyyine, açık delil ve kitabı getirdin. Ama onlar seni yalanlayıp sana eziyyette bulundular. Senden başkaları da onlara aynısını getirmiş, onlar da onlara, bunların sana yaptığı şeyi yapmışlardır. Ama onlar, bu yalanlanmalarına sabredip direndiler. İşte böylece biz senin bu kavmini şu şekilde ilzam edebiliriz: Önceki peygamberlerin peygamber oldukları, ancak apaçık mucizelerle belli olmuştur ki, biz o mucizeleri ve sahifeleri, nur saçan kitabı, bunların hepsini Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de vermiştik. O halde o, diğer peygamberler gibi bir peygamberdir. Binaenaleyh (senin kavmine), tıpkı Musa (aleyhisselâm) ile İm (aleyhisselâm)'yı kabul etmeleri gerektiği gibi, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i de kabul etmeleri gerekir. Bu, ehl-i kitaba karşı yapılan bir izah şeklidir.

Beyyinat ve Kitap

Bil ki Allahü teâlâ, şu üç şeyden bahsetmiştir: Birincisi "beyyinat"tır. Çünkü her peygamberin mutlaka bir mucizesi olur. Ki mucize, derecelerin en düşüğüdür. Daha sonra o peygambere, her nekadar içinde neshedici bir şeriat olmak üzere, nesh ve meşru kılınmış hükümler bulunmasa bile, birtakım mev'ızeler (va'z-u nasihatlar) ve tenbihler bulunan bir kitap iner. Böylesi bir kitap indirilen kimse, derece bakımından, böyle semavî bir kitap indirilmeyen peygamberden daha üstündür. Bazan da onun şeriatını, diğerine inen seri hükümler nesheder ve bu peygambere, ilahî hikmete uygun olarak, içinde bazı hükümler bulunan bir kitap iner. Böyle olan peygamber, "utfl'Man" peygamberlerdendir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, "Poygamberlerin nübüvvetleri, beyyinelerle (mucizelerle) ortaya çıkar. Eğer onlar, daha üst derecede bir peygamber olurlarsa, "sahifeler" (zübür) ile; daha da üstün olurlarsa "nur saçan kitaplar" ile, peygamberlikleri ortaya çıkar. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e biz bunların tamamını verdik. Binâenaleyh O, kitabı daha tam ve bütün kitaplardan mükemmel olduğu için, bütün peygamberlerden daha kıymetli bir peygamberdir" demiştir.

26

"Sonra o inkâr edenleri tutup yakaladım. (Bak ki) Benim inkârım nasıl imiş!".

Bu, "Kim daha önce indirilmiş kitabı ve gönderilmiş peygamberi yalanlarsa, Allah onu hesaba çeker. Aynen bunun gibi, kim Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanlarsa, onu da muaheze eder" demektir. Ayetteki, "Bak ki benim inkârım nasıl imiş!" ifadesi, daha önce bilineni, iyice anlatmak için sorulmuş bir sorudur: Onlar Allah'ın, kendilerini alabildiğine inkâr ettiğini, yani yadırgadığını ve yadırganacak, hoşlanılmayacak bir işi, yani köklerini kazıyacak bir azabı başlarına getireceğini biliyorlardı.

Bitkiler ve Dağlar

27

"Allah'ın gökten bir su indirdiğini ve işte onunla, çeşit çeşit meyveler çıkardığımızı görmedin mi? Dağlardan da, beyaz beyaz, kırmızı kırmızı, renkleri çeşitli ve kuzgûnî siyah yollar (yaptık)".

Bu da, Allah'ın birliği ve kudreti hususunda başka bir delil getirmedir. Bu ayetin tefsiri hususunda birkaç mesele vardır:

Soru Üslûbu

Allahü teâlâ bu delili, haber sorma üslûbu ile zikrederek, "Görmedin mi?.." buyurmuş; önceki delili ise, haber verme üslûbu ile getirerek, Allah rüzgârları salıverendir" (Fatır, 9) buyurmuştur, niçin? Bu hususta şu iki İzah yapılabilir:

a) Suyun (yağmurun) indirilmesi insanların faydasına daha uygun ve kendisindeki fayda daha açıktır. Çünkü herkes yağmuru görür görmez, toprağın hayat buluşunun ondan olduğunu anlar. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, soru üslûbu kullanarak, bunun delil oluşunun büyüklüğünü göstermiştir. Çünkü "istifham-ı takrîrî", ancak çok açık ve net şeyler hakkında kullanılır. Zira ayı, belli belirsiz bir hilâl iken gören kimseye, başka biri, "Ay nerede?" diye sorsa, o da ona, "Falanca yerde" dese ve soran onu göremese, kendisine soru sorulan sorana, "Doğru, göremezsin. Çünkü o, belli belirsiz. Görmemekte haklısın" der. Fakat ay çok net bir şekilde görülürken o ona, "Ay, apaçık görünürken, sen onu göremedin mi?" der.

b) Allahü teâlâ bunu, bir başka delille ortaya koyduktan ve iddia edilen şey için, öncekiler ile çeşitli delillerle bir belirlilik ve adetâ görünürlük söz konusu olduktan sonra, bu kimseye, "Sen, bizim bahsettiğimiz şeyi gördün. Artık senin için bir mazeret katmadı. Bu ayetimizi görmüyor musun?" demiştir.

Muhatabın Kim Olduğu?

Bu ayetteki hitab kimedir? Bu hususta şu iki izah yapılır:

a) Hitab, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'edir. Bunun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitab olmasında şöyle bir hikmet yatmaktadır: Allahü teâlâ delillerini getirip, bunlar muhataplara fayda vermeyince, sözü kesip, başkasına dönüp böyle demiştir. Mesela, bir efendinin bir kısım kölelerine nasihatta bulunup, onları kötülüklerden alıkoymak istediğinde, bu. nasihatları onlara fayda vermeyince, bir başkasına dönüp, "Dinle, sen de böyle olma" deyip, onlara söylediğini buna da söylemesi gibidir. Bunda şöyle bir vurgu vardır: "Öncekilerde bir noksanlık ve kusur var. Dolayısıyla hitaba ehil olamadılar. Aklını başına al da, sen de onlar gibi kusurlu olma."

b) Bu hitabın, önceki cümleden uzak ve ilgisiz olmayıp, aksine ona uygun olarak, birinci cümleyi dinleyen bir başka söze kulak vermesin ve kendisinde nasihat bulunan söz üzerinde tefekkürü terketmesin diye, birincisine yakın izahlar getirmek.

Aynı Sudan Çeşitli Meyveler

Bu, tek bir sudan çeşitli meyveler çıkardığı için, Allah'ın kudretine ve hür irâde sahibi oluşuna getirilen bir başka delildir. Bu ifadede şöyle birkaç incelik vardır:

Birinci İncelik: Allahü teâlâ, önceenzele "indirdi", sonra "çıkardık" buyurmuştur. Bunun hikmetini daha önce anlatmıştık. Fakat aynısını burada da tekrar ediyor ve şöyle diyoruz: Allahü teâlâ, "Görmedin mi, Allah gökten bir su indirdi" buyurmuştur. Bunu duyan kimse eğer câhil birisiyse, "Yağmurun yağışı, ağır olduğu için tabiîdir" diyebilir. İşte ona, "Senin, bu su ile çeşitli meyveler çıkarmamız hakkında, "Bu da tabiidir" demen imkânsız. Binâenaleyh bu, Allah'ın irâdesiyledir" denilir. Bunun Allah'tan oluşu daha açık olunca, Cenâb-ı Hak bu işi, bizzat kendisine nisbet ederek anlatmıştır.

Bu hususta yapılabilecek diğer bir izah da şudur: Allahü teâlâ, "Allah ... indirdi" buyurunca, kendisini delil ile bildirip, bu hususta düşünülebilecek şahsı, kendisine yaklaştırmış oldu. Böylece de bu kimse, orada bulunanlardan olmuş oldu. Allahü teâlâ ona bu yakınlığından ötürü, "Biz ... çıkardık" diye konuşmaya başladı.

Bir üçüncü izah da şöyledir: Bir nimet olması açısından, tek sudan çeşit çeşit nimetler çıkarma, suyu (yağmuru) indirmeden daha ileri ve tam bir nimettir. Çünkü yağmuru indirme, meyveleri çıkarma faydasından ötürüdür. Böylece Allahü teâlâ, daha tam ve ileri olanı, mütekellim (konuşan) sîgasıyla kendisine nisbet etmiş, daha aşağı olanı ise, gâib sîgasıyla getirmiştir.

Dağlar

İkinci İncelik: Cenâb-ı Hak, "Dağlardan da, beyaz beyaz, kırmızı kırmızı, renkleri çeşitli ve kuzgûnîsiyah yollar (yaptık)" buyurmuştur. Sanki birisi, "Meyvelerin farklı farklı oluşları, bölgelerin farklılığından kaynaklanmaktadır. Baksana zağferan ve benzeri bazı bitkiler, her yerde yetişmezler" demiş de, bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Bölgelerin, toprakların farklılığı da, ancak Allah'ın iradesiyledir. Aksi halde meselâ niçin bazı dağlarda kırmızı, beyaz yerler ve yollar olmuştur?" demiştir.

Ayetteki "cüded", "cüdde"nin çoğuludur. Cüdde ise, sahil (kıyı) veya yol demektir. Buna göre eğer, deki vâv, ne vâv'ıdır?" denilirse, biz deriz ki: Şu iki şey olabilir:

a) Vâv-ı isti'nafiyye olması.. Buna göre Allahü teâlâ sanki, "Biz o su ile, renkleri farklı farklı meyveler bitirdik, kâinattaki her şeyde, meselâ dağlarda, kudretine delâlet eden ve meyvelerin farklı renklerindeki irâdesini inkâr edenlere bir reddiye olması... Buna göre takdir, "ve dağlardan da yollar ... yarattı" şeklinde olur. Zemahşen, buradaki "cüded'in, "zû cüded" (yollu) manasına olduğunu söylemiştir.

Üçüncü İncelik: Allahü teâlâ, burada dağlardan bahsedip, yeryüzünden bahsetmemiştir. Halbuki aynı sadedde bir delil olarak, bir başka yerde, "Arzda birbirine komşu kıt'alar var..."(Ra'd,4) buyurmuşlur. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu ayetin başında, "Onunla meyveler çıkardığımızı görmedin mi?" buyurunca, meyve çıkarma işinin bizzat kendisi, ilahî kudretin delili oldu. Daha sonra buna ilave bir açıklamada bulunarak, "çeşit çeşit..." dedi. Aynen bunun gibi, dağların bizzat kendileri de Allah'ın kudret ve iradesinin delilleridir. Çünkü dağların, yeryüzünün şurasında değil de burasında olması ve bir kısmının daha alçak, bir kısmının daha yüksek oluşu bakımından şekillerindeki farklılıklar, Allah'ın kudret ve iradesinin delilidir. Cenâb-ı Hak, buna da ilâve bir açıklamada bulunarak, "beyaz beyaz, kırmızı kırmızı... yollar" buyurmuştur ki bu, "Tıpkı meyvelerin bitirilmesi bir delil, renklerinin çeşitli olmasının bir başka delil oluşu gibi, dağların kendileri de, onlarda çeşit çeşit, renk renk yollar oluşu da ayrı birer delildir" demektir.

Dördüncü Mesele

Ayetteki, "renkleri çeşitli" ifadesinden anlaşılan, bu çeşitliliğin her bir renkle ilgili olmasıdır, yani, "beyazın farklı tonlarından, kırmızının farklı tonlarından..." demektir. Çünkü beyaz, bazan kireç, bazan daha az beyaz olan toprak renginde olur. Kırmızı da böyledir. Binâenaleyh ayetten kastedilen çeşitler, sadece beyaz ve kırmızı olsaydı, bu ifade sırf te'kid olurdu. Binâenaleyh önceki mana daha evladır. Bu izaha göre diyoruz ki: Cenâb-ı Hak, beyaz, kırmızı ve siyahtan sonra o yolların renklerinin çeşitli oluşundan bahsetmemiş, aksine beyaz ve kırmızıdan sonra "renklerin çeşitliliğinden bahsetmiş, kuzgûnî siyahı bundan sonra zikretmiştir. Çünkü siyah, kendini te'kid eden "garâbib (kuzgûnî)" kelimesiyle bitlikte zikredilince, bu simsiyah yollar manasına olur ve artık bu siyahın çeşitleri olmaz.

Beşinci Mesele

"Garbîb" kelimesinin, "siyah"ı te'kid için kullanıldığı ve edenin, te'kid edilenden sonra getirilmesi gerektiği ileri sürülerek, ayette niçin bunun aksi yapılarak, "garabîbl sûd" denildiği sorulmuştur?

Biz deriz ki: Zemahşerî şöyle der: "Garâbîb kelimesi, mukadder (görünmeyen mahzûf olan) "renkli bir şeyi" te'kid etmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "sevâdün garâbibu" (simsiyah, kuzguni siyah) demiş, daha sonra yeniden "sûd" (siyah) kelimesini getirmiştir. Bunun hikmeti, o siyahlığı iyice te'kid etmektir. Çünkü Allahü teâlâ, aynı şeyi hem mukadder olarak, hem açıktan getirerek zikretmiştir." Bazıları da, bu ifadede bir takdim-tehir (öne alma - sona bırakma) olduğunu söylemişlerdir.

İnsanlar ve Diğer Mahlûklar

28

"İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan, yine böyle renkleri çeşit çeşit olanlar vardır. Allah'tan, ancak âlim kulları korkar. Şüphesiz Allah azîz ve gafurdur".

Bu ayet, Allah Tealâ'nın kudret ve irâdesine getirilen bir başka delildir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak sanki, içinde bulunduğumuz bu alemdeki, yani terkibler (bileşikler) alemindeki mahlukâtta bulunan delilleri ikiye ayırmıştır: Canlılarda olan, cansızlarda olan... Cansızlar da, ya bitkiler, ya madenlerdir. Bitkiler, cansızların (hareketsizlerin) en kıymetlisi olup, Hak teâlâ buna, "O (yağmurla) çeşit çeşit meyveler çıkardı" buyurarak işaret etmiştir. Daha sonra madenlerden de, "Dağlardan da..." ifadesiyle bahsetmiş, bunun peşisıra da canlılardan bahsederek, işe onların en şereflisi olan insanla başlayıp, "insanlardan..." demiş, sonra hayvanları zikretmiştir. Çünkü hayvanların insana faydası, bu hayvanların canlı olmaları haline Dağlıdır. Davarların faydası ise, onlardan yeme ile ilgilidir. Yahut şöyle de diyebiliriz: "dâbbe" denilince örfen at akla gelir. At ise, insanlardan sonra canlıların en Kıymetlisidir.

Ayetteki, "renkleri çeşit çeşit" ifadesiyle ilgili olarak şunu deriz: Bu varlıkların bizzat kendileri Allah'ın kudretine ve iradesine delil oldukları gibi, renklerinin farklı farklı oluşu da buna delildir. Ayetteki ifadesindeki zamirin müzekker getirilişi, sanın bunlar cümlesinden olarak zikredilmesinden ve zamiri müzekker getirmenin daha evla ve üstün oluşundan dolayıdır.

İlmin Mertebesi

Cenâb-ı Hak sonra "Allah'dan ancak âlim kulları korkar. Şüphesiz Allah, aziz ve gafurdur" buyurmuştur.

Çekinme ve saygı, saygı duyulan varlığın tanınmasına - bilinmesine göredir. Âlim olan, Allah'ı bilir ve O'ndan hem korkar, hem de O'na ümid bağlar. Bu, âlimin derece bakımından, âbid'den daha üstün oluşunun delilidir. Çünkü Hak teâlâ, "Sizin Allah katında en şerefliniz, en müttakî olanınız, (Allah'dan en çok korkanınızdır)" (Hucurat, 13) buyurarak, şerefin ve kıymetin, takvaya göre; takvanın da İlme göre olacağını beyan etmiştir. O halde, Allah katında şeref ve kıymet, amele göre değil, ilme göredir, Evet, âlim, ameli bıraktığında (ilmiyle amel etmediğinde), bu onun ilmini zedeler. Çünkü onu gören kimse, "Eğer bilseydi, gereğini yapardı" der.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz Allah azız ve gafurdur" buyurmuş, böylece korku ve ümidi gerektiren sıfatlarından bahsetmiştir. Çünkü Allah'ın intikam alan, cezalandıran bir aziz olması, tam bir korkuyu; şirkin dışındaki günahlar için bağışlayıcı (gafur) olması da, ileri derecede bir ümidi gerektirir. Buradaki "ulemâ" kelimesini mansub, "Allah" kelimesini merfû okuyanlara göre, ayetin manası, "Allah, âlim kullarını tebcîl eder ve yüceltir" şeklinde olur.

Kitaba Uyanlar

29

Âyetin tefsiri için bak:30

30

"Gerçekten, Allah'ın kitabını okuyanlar, namazı dosdoğru kılanlar, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve aşikâr infâk edenler, katiyyen kesâda uğramayacak bir ticaret umabilirler. Çünkü Allah onların mükâfaatını eksiksiz öder. Onlara fazl-u kereminden fazlasını da verir. Şüphesiz O, gafur ve şekûrdur".

Cenâb-ı Hak, kendisini tanıyan âlimleri, onların duydukları saygıyı, bu saygıları sebebiyle elde ettikleri şereflerini beyan edince, Allah'ın kitabını tanıyıp, ondakilerle amel edenlerden bahsetmiştir. O halde ayetteki, "Allah'ın kitabım okuyanlar" sıfatı, Allah'ı zikre; "namazı dosdoğru kûanlar" sıfatı, bedenî ibadetlere; "kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden ... infak ederler.." sıfatı da, mal ile yapılan ibadetlere bir işarettir. Bu iki ayette üstün bir hikmet var. Çünkü Hak teâlâ'nın "Allah'tan ancak âlim kulları korkar" ifadesi, kalbin ibadetlerine; "kitabı okuyanlar" ifadesi, dilin ibadetlerine; "namazı dosdoğru kılanlar, kendilerine rızıklandırdığımız şeylerden ... infâk edenler" ifadesi de, uzuvların ibadetlerine bir işarettir.

Şefkatin Kaynağı

Sonra bu üç şey, hem Allah'a ta'zim gösterme, hem de mahlûkatına şefkat soymayı alâkadar eder. Çünkü bir padişaha saygı gösterenin, onun kullarından adamlarından) birini bir ihtiyaç içinde gördüğünde, onun ihtiyacını gidermesi gerektiğini; eğer bu hususta aldırmazlık ederse, bunun o padişaha olan saygısını adeteyeceğini anlatmıştık. İşte buna Cenâb-ı Hak, şu hadis-i kudsîsi ile işaret etmiştir:

"O "Ey kulum, ben hastalandım da, beni ziyaret. Enedin" der. Kul, "Alemlerin Rabbi olduğun halde, nasıl hastalanırsın?" deyince, Allah, "Falanca kulum hastalandı da, onu ziyaret etmedin. Eğer onu ziyaret beydin, beni onun yanında bulurdun" buyurur' Müslim, Birr, 43, (4/1990) Demek ki Cenâb-ı Hakk'a İtan, O'nun mahlûkatına şefkat duyma ile ilgilidir. Allah'ın mahlûkatına şefkat amayan yerde, Allah'a ta'zim de yoktur.

İbadet ve Gizlilik

Ayetteki, "Gizli ve aşikâr" ifadesi, her nasıl müsait olursa, infâk etmeye bir teşviktir. Binâenaleyh eğer müsaitse gizli yapılır ve bu daha güzeldir. Aksi "aide açıktan yapılır, insanın bunun bir riya olacağı zannı, onu böyle açıktan vermekten men etmesin. Çünkü "riyakârlık yapıyor" denilmesi korkusuyla, hayrı yapmamak riyanın bizzat kendisidir. Ayetteki, "gizli" kelimesi ile sadaka, "aşikâr" kelimesiyle zekât kastedilmiş olabilir. Çünkü zekâtı âşikâr-açıktan vermek, bir farzı alenî yapmaktır ve bu müstehabtır.

Hak teâlâ'nın, "Katiyyen kesada uğramayacak bir ticaret omarlar" ifadesi kişinin ihlasına işarettir.: Yani "Böyle yapanlar, "O cömert" denilmesi çin, yahut Allah'ın rızasını gözetmeden infakta bulunmazlar" demektir. Çünkü Allah'tan başkaları hep helak olacaklardır. Allah'ın dışındaki varlıkların rızası için yapılan ticaret de yok olacaktır.

Allahü teâlâ, "Çünkü Allah onların mükâfaatını eksiksiz öder" yani, "umdukları şeyi, bu şey çok büyük birşey olsa bile, tastamam öder"; "Fazlasını da verir" yani "Onlara, bu ibadetleri yaparken akıllarına gelmeyen, ummadıkları mükâfaatları da verir" buyurmuştur. Bunun, "Allah onlara, kendisini (cennette) seyretme mükâfaatım da verir" manasında olduğu da söylenmiştir. Nitekim buradaki "fazla vermeyi" tefsir için, Allahü teâlâ, "Şüphesiz o, ücretleri verirken gafurdur ve fazlasını verirken de şekûrdur (teşekkür edendir)" buyurmuştur.

Vahyin Devamlılığı

31

"Sana, kendisinden öncekileri doğrulayan bir kitap olarak vahyettiğimiz şey, hakkın tâ kendisidir. Şüphesiz Allah, kullarını hakkıyla bilir ve hakkıyla görür".

Allahü teâlâ, inancın birinci aslını, yani tevhidi, "Allah rüzgârları salıverendir", "Allah sizi yarattı" ve "Allah'ın yağmuru indirdiğini görmedin mi?" gibi ifadelerle ortaya koyunca, ikinci asıl olan, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinden bahsederek, "Sana, kendisinden öncekileri doğrulayan bir kitap olarak vahyettiğimiz şey" buyurmuştur. Bir de Allahü teâlâ, kitabını okuyanların ücretlerini tastamam vereceğini belirtince, Allah'ın kitabını okumada olduğunu bildirdiği ücret ve mükâfaatı iyice anlatmak için, böyle buyurmuştur. Çünkü bu kitap haktır ve doğrudur. Onu okuyan da hakkı bulmuş ve "hakkı ihkâk" etmiştir. Bu ayetin tefsiriyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki ifadesinin min harf-i cerrinin, "ibtidaiyye" olması muhtemel olup, tıpkı, "Bana padişahtan veya validen bir mektup geldi" denilmesi gibidir. Buna göre, buradaki kitabtan maksadın, Levh-i Mahfuz olması mümkündür, yani, "Bizim Levh-i Mahfuz'dan sana vahyettiğimiz bu şey, haktır" demektir. Bu "kitab" ile, Kur'ân'ınkastedilmiş olması da mümkündür. Buna göre mana, "sana vahyettiğimiz bu açıklama, Kur'ân'dandır" şeklinde olur. Buradaki (......) edatının, "beyâniyye" için olması da muhtemeldir. Nitekim, "Falancaya bir top elbise ve kumaş gönderildi" denilir.

Nahivde Haber

İkinci Mesele

Ayetteki, "O, haktır"'ifadesi, şu iki bakımdan, "Bizimsana vahyettiğimiz o şey haktır" ifadesinden daha te'kidlidir:

a) Haberin ma'rife olması, o işin son derece açık olduğuna delâlet eder. Çünkü genelde haberler nekire olurlar. Zira genelde haber verme işi, sayesinde dinleyenin kendisini tanıyacağı birşey bulunmadığından dinleyici tarafından bilinmeyen bir şeyin meydana geldiğini, o dinleyiciye bildirmek için olur. Mesela, "Zeyd ayaktadır"dememiz gibi. Çünkü bu sözü dinleyenin, Zeyd'i tanıması, ama onun ayakta olduğunu o anda bilmemesi gerekir. Dolayısıyla bu sözü söyleyen, ona Zeyd'in ayakta olduğunu haber vermek istemiştir. Dolayısıyla eğer haber, dinleyen tarafından biliniyorsa, bu bilinen şeyi haber vermek, ona durumu bildirmek için değil, dikkat çekmek için olur. Bundan dolayı hem mübteda; hem haber marife olarak getirilir. Meselâ, âlimliği meşhur ve malum olduğu halde, Zeyd hakkındaki, "Zeyd bu beldenin âlimidir" sözümüz gibi...

Üçüncü Mesele

Ayetteki "Kendisinden öncekileri doğrulayan" ifadesi, o kitabın hak olduğunu te'kid eden bir hal cümlesidir. Çünkü hak, kendisiyle Allah'ın kitapları arasında bir terslik olmadığı zaman, bâtıl olma ihtimalinden tamamen uzak olur. "Musaddıkan" ifadesi, o kitabın bir vahiy mahsulü olduğunu iyice anlatan bir ifadedir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), okuma-yazma bilen birisi olmadığı halde, Allah'ın Kur'ân'dan önce göndermiş olduğu kitaplarda yer alan şeylerin izahını getirince, bu ancak Allah'tan olabilir.

Semavî Kitaplarda Tahrif ve Tasdik

Bu ifade, aynı zamanda kâfirlerin bir sorusuna cevaptır. Çünkü onlar şöyle diyorlardı: "Tevrat'ta şunlar var. İncirde de şunlar zikrediliyor" deyip, uydurdukları teslis" gibi şeylerin bu kitaplarda bulunduğunu söylüyorlardı. Bu sebeple de, "Kur'ân'da bunun aksi var, niçin?" diyorlardı. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Tevrat ve İncil'de yaptığınız tahrif ve değiştirmeler sebebiyle, onlara güven kalmamıştır. Kur'ân'a gelince, bunda yer alan şeyler, eğer Tevrat ve (İncil'de) de varsa, o kısımlar gerçektir ve indirildiği şekilde kalmıştır. Yok eğer onlarda yoksa, Kur'ân'da aksi varsa, o halde onlar gerçek Tevrat (ve İncil'den) değildir. Binâenaleyh Kur'ân Tevrat'ı da tasdik etmekte, doğrusunu ortaya koymaktadır."

Bu hususta bir diğer izah da şöyledir: "Bu vahiy, yani Kur'ân, öncekileri tasdik ediyor. Çünkü vahiy denen şey olmasaydı, Tevrat ve İncil'in indirilmiş olduğu iddiasında, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ın da yalanlanmaları gerekirdi. Şu halde vahiy denen şey mevcut olup, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de indirilince, bunun mümkün olduğu, bu sayede eskilerin de tasdik edildiği anlaşılmış olur." Bu izaha göre burada şöyle bir incelik var: Allahü teâlâ, önceki kitaplar da Kur'ân'ı tasdik etmesine rağmen, Kur'ân'ı "öncekileri tasdik edici" diye tavsif etmiştir. Çünkü vahiy, birisine indiğine göre başkasına da inebilir. O başkası da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Hak teâlâ önceki kitapların Kur'ân'ı tasdik edici olduklarını burada zikretmemiştir. Çünkü Kur'ân'ın bizzat kendisinin mucize oluşu, onun vahiy mahsulü olduğunu tasdik için yeterlidir. Fakat eski kitaplara gelince, mutlaka oların yanında, onların doğruluğunu gösteren bir mucizenin (yahut mucizelerin) bulunması gerekmiştir.

Dördüncü Mesele

Ayetteki, "Şüphesiz Allah, kullarını hakkıyla bilir ve görür" ifadesi hakkında şu iki izah yapılabilir:

1) Bu, o kitabın hak (gerçek) olduğunu anlatan bir ifadedir.

Çünkü bu kitap, Allah'dan gelen bir vahiydir. Allah ise, içleri (sırları) bilen bir habîr, zahirleri (dışları) bilen bir basîrdir. Binâenaleyh O'nun vahyinin ne batınında, ne zahirinde bir bâtıl olamaz.

2) Bu, onların, "Bu kitap niye büyük (yani meşhur ve zengin) bir adama indirilmemiştir?" şeklindeki sözlerine bir cevaptır. Buna göre, "Allah, kullarının içlerini bilen bir habîr, dışlarını gören bir basîrdir. Dolayısıyla O, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, bu iş için seçmiş, başkasını seçmemiştir. Öyle ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bu işe, herkesten uygundur" demektir.

Vahye Varis Kılınanlar

32

"Hem sonra biz, o kitabı, kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık. Onlardan kimi, nefsine zulmedendir, kimi muktesid (ortadadır), kimi de, Allah'ın izniyle hayırlarda önde gidenlerdir, işte bu, büyük lütuftur".

Ekseri müfessirler, burada geçen "kitap" ile, Kur'ân'ın kastedildiğinde müttefiktirler. Binâenaleyh "Allah'ın seçtiği kimseler, kitabı alıp-kabul edenler, yani mü'minlerdendir. Öyle ise, nefsine zulmeden de, muktesid olan da, hayırlarda önde giden de, mü'minlerdir. Bunun delili, Hak teâlâ'nın, mü'minlerin cennete girişlerini haber veren, bundan sonraki, "Onlar Adn cennetlerine girerler" (Fâtır, 33) ayetidir. Ayetin başındaki "Hem sonra biz (...) miras bıraktık" ifadesi de buna delâlet etmektedir. Çünkü miras bırakma işi, kitabın vahyedilmesinden sonra olup, Kur'ân'dan sonra semavî başka kitap olmayınca, miras olunan şey, Kur'ân-ı Kerim olmuş olur. Buradaki "miras olunma" ile kastedilen, miras olarak bırakılan şeyin, daha önce buna sahip olanın vefatından sonra bunun (vahyedilmesi değil), verilmesidir.

Bu ayetteki "kitap" ile, bütün semavî kitapların kastedilmiş olması da söz konusudur. Nitekim bu husus, "Onların peygamberleri, kendilerine açık açık mucizeler, sahifeler ve nur saçan kitaplar getirmişlerdi" (Fâtır, 25) ayetinde de böyledir. Buna göre mana, "Biz, kitabı seçtiğimiz kimselere verdik. Seçtiğimiz kimseler de peygamberlerdir" şeklinde olur. Bunun böyle oluşunun delili, "seçilmişler" ifadesinin, genelde peygamberler için kullanılıp, başkaları için kullanılmayışıdır.

Bir de ayetteki, "kullarımızdan" ifadesi, bu kulların büyük ve şerefli kimseler olduğuna; "Bizim kullarımız" şeklindeki izafetiyte de, ikram olunmuş kimseler olduklarına delâlet eder. Sonra bu kullardan seçilmiş olanlar, bunların en kıymetlileridir. Kur'ân'ın pek çok yerinde kâfir için kullanıldığı ve şirke, "zulüm" ismi verildiği için, şereflilerin en şereflisi olanların "zâlim" diye tavsif edilmeleri uygun olmaz. Açık olan birinci izaha göre, bunun manası, "Kur'ân'ı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e man edenlere miras olarak verdik. Onlar da onu ondan aldılar. Fakat ayrılığa düştüler. Böylece kimileri zâlim, yani günahkâr; kimileri muktesid, yani hem sâlih amel işleyen, nem günah işleyenler; kimi de hayırlarda önde gidenler, yani yaptıkları şeyi sırf Allah - zası için yapıp, amellerini günanlardan tamamen tecrîd edenler olmuşlardır" şeklindedir.

Zâlim Mü'min Olur mu?

Buna göre eğer birisi, "Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın çok yerinde "zâlim" kelimesini nâfir için kullandığı halde, "kullarımızdandır", "seçilmiştir" dediği kimseler hakkında daha nasıl "zâlim" demiştir?" derse, deriz ki: Mü'min günah işlerken, nefsini kendisini), olması gerekli olan yerin ve halin dışına koymuştur. O halde bu kimse, günah işlerken, kendisine karşı zalimlik (haksızlık) yapmıştır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buna, "Zina eden kimse, zina ederken, mü'min olarak zina etmez" İbn Mace, fiten, 3 (2/299). hadisiyle işaret etmiştir. Bu hususu, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in, Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet ettiği, "Biz (mü'minlerin) zâlimine mağfiret edilmiştir" ifadesi te'kid eder. Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) de, seçilmişlerden olmasına rağmen, "Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik" (A'raf. 23) diye duâ etmiştir. Kâfire gelince, o, sayesinde bedeninin değerlendirildiği kalbini, konması gereken yerin dışına koymuştur. O halde, kâfir mutlak manada zâlimdir. Mü'minin kalbi ise, iman ile mutmaindir ve mü'min kalbini, Allah'ın nimetlerini tefekkür etmenin dışında kullanmaz ve kalbine, muhabbetullahdan başkasını sokmaz.

Zalim, Muktesid, Sabık

Ayette bahsedilen bu üç mertebe hakkında şöyle çok izahlar yapılmıştır:

1) Zâlim, günahları ağır basan; muktesid, günahları ile sevapları denk olan; sabık (yarışçı, önde giden) ise, sevapları daha çok olan demektir.

2) "Zâlim", zahiri bâtınından daha hayırlı olan; "muktesid" içi ve dışı denk olan; "sabık", içi daha hayırlı olandır.

3) "Zâlim", uzuvlarının kendisine muhalefet ettiği, sadece lisanıyla muvahhid olan; "muktesid", uzuvlarını, mükellefiyetlere muhalefet etmekten men eden muvahhid; "sabık", tevhidin kendisini tevhîdden geri bıraktığı, (tevhide gark olmuş olan) kimse de muvahhid.

4) "Zâlim", büyük günahları olan; "muktesid", küçük günahları bulunan; "sabık", günahsız olan.

5) "Zâlim", Kur'ân'ı tanımaksızın ve gereğince amel etmeksizin, onu okuyan; "muktesid" Kur'ân'ı tanıyarak okuyan; "sabık" Kur'ân'ı hem tanıyarak okuyan, hem de ondaki hükümlerle amel eden kimsedir.

6) "Zâlim", câhil; "muktesid", öğrenme durumunda olan; "sâbtk", âlim olan kimsedir.

7) "Zâlim", "ashâb-ı meş'eme" (kitabı, solundan verilenler); "muktesid", ashâb-ı meymene (kitabı sağından verilenler); "sabık" Allahü teâlâ nezdinde en önde bulunan ve mukarreb olanlar.

8) "Zâlim", hesaba çekildikten sonra cehenneme sokulan; "muktesid", sîgaya çekildikten sonra, cennete sokulan, "sabık" herhangi bir hesaba çekilmeden cennete giren kimsedir.

9) "Zâlim", günahta ısrar eden; "muktesid", pişman olup tevbe eden; "sabık", tevbesi makbul olan.

10) "Zâlim", Kur'ân'a inandığı halde onunla amel etmeyen; "muktesid", aynı zamanda onunla amel eden; "sabık", Kur'ân'a inanıp onunla amel ederek, insanlara, ondan yaptığı şeyleri açıklayarak, kendisi sayesinde diğer insanların da amel ettiği kimsedir. Bu izaha göre sabık, hem kâmil, hem de kemâle erdiren; "muktesid", kâmil olan; "zâlim" ise, noksan ve eksiksiz olan demektir.

Bu hususta tercihe şayan olan görüş ise şudur: Zâlim, Allah'ın emirlerine muhalefet edip, O'nun emirlerini terkeden, yasakladıklarını da irtikâp eden kimsedir. Çünkü bu, bu şeyleri, olması gereken yerlerin dışında yapmış olması gerektiği gibi yapmamıştır. Muktesid, Allah'ın emir ve yasaklarına muhalefet etmeme hususunda sa'y ü gayret gösteren kimsedir. Eğer, o buna muvaffak olamamış, kendisinden, nâdir de olsa, bir günah sâdır olmuşsa, bu demektir ki bu kimse, ortayı bulmaya çalışmış, bu hususta sa'y ü gayret göstermeye çalışmış ve hakka yönelmiştir. Sabık ise, Allah'ın muvaffak kılması sayesinde, O'nun emir ve yasaklarına muhalefet etmeyen kimsedir. Bunun böyle olduğunun delili, ayetteki, "Allah'ın izniyle" ifadesidir. Yani, "gayret gösterdi ve bu kimseye, hakkında gayret gösterdiği şeyi elde etme muvaffakiyeti verildi" demektir. O halde bu kimse, hayırda öncüdür, bu iş onun kalbinde bu şekilde vaki olmuş, böylece de bu kimse bu hayra, nefsinin diğer şeyleri süslemesinden önce yönelmiş ve geçmiştir. Muktesidin de kalbine hayır düşüncesi düştü, ama nefsi onu tereddüde sevketti. Zalimi ise, nefsi aldattı. Bir başka ifadeyle şöyle diyebiliriz: Kendisine nefs-i emmâresi galip gelip, ona emirler verip, böylece de nefsine de boyun eğen kimse, zalim; nefsiyle cihâd edip, böylece bazan galip bazan da mağlup olan kimse muktesid; nefsini ezip geçen ise, sabıktır.

Ayetteki, "İşte bu, büyük lütuftur" cümlesi, şu manalara muhtemeldir:

1) Kendisine, "Allah'ın izniyle" ifadesiyle işaret buyurulan ilâhî muvaffakiyeti elde etme işi, "Büyük lütuf ve fazidır."

2) Hayırlarda en önde gitmek, işte bu büyük bir lütuftur.

3) Bu hitaba varis olmak, büyük bir lütuftur. Bu mânâ, bu ayetle alâkalı olan ve meşhur olan açıklamaya göredir.

Diğer Bir İzah

Diğer bir tefsire göre, "Sonra biz, o kitabı miras bıraktık" ifadesinin manasının, "kitapları, kitap cinsini miras bıraktık" şeklinde olduğunun söylenilmesidir. (Daha evvel de) söylediğimiz gibi, bu husus, "Halbuki onların peygamberleri kendilerine açık açık mucizeler, sahifeler ve emir veren kitaplar da getirmişlerdi" (Fâtır, 25) ayetinde de böyledir.

Bazı Sorular

İşte, mananın böyle olması halinde, bu açıklamaya karşılık şu sorular sorulabilir:

1) Ayetin başındaki sümme edatı, "terâhî" (sonralık) ifade eder. Halbuki, vaktiyle bulunulduktan sonra, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e kitap verme söz konusu olamaz. O halde, buradaki bu sümme edatıyla ne murad edilmiştir? Biz deriz ki: Bu ifadenin manası, "Allah, onların haberlerini bilen, görendir. Ve onlara bunu göstermiş olarftır. Sonra da onlara kitabı miras olarak verendir" şeklindedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Biz insanların bâtınlarını bildik; dışlarını gördük ve böylece akabinde de, birtakım kullarımızı seçtik, sonra da o kullara, miras olarak kitabı verdik" demek istemiştir.

Zalim Peygamber Olur mu?

2) Peygamberlerden, nefsine zulmedenler nasıl olabilir?

Cevap: Biz deriz ki, ayetteki "onlardan " ifadesi, seçilmiş olan o peygamberlere râcî değildir. Tam aksine mana, "Sana vahyettiğimiz şey, haktır. Birtakım peygamberler seçip, onlara kitap verdiğimiz gibi, sen de seçilmişlerdensin. Onlardan, yani senin kavminden, seni ve sana indirileni inkâr eden zalimler; seni tasdik edip, ama emrettiğin şeylerin tamamını yerine getiremeyen muktesidler ve iman edip salih amellerde bulunan sabık kimseler vardır" şeklinde olur.

3) Cenâb-ı Hak, "Adn cennetleridir. Oraya girerler" (Fâtır, 33) buyurmuştur. Oraya girenler ise, burada bahsedilen kimselerdir. Halbuki, sizin ifade ettiğiniz bu manaya göre zâlim olanlar oraya giremez. Ne dersin? Biz diyoruz ki: Oraya girenler, "sâbikûn'dur. "Muktesid"e gelince, onun durumu, henüz belli değildir. Yahut da muktesid, önce cehenneme girer, daha sonra da cennete girer. Ayetin bu izahı, nihayette olacak şeyler için değil de, başlangıçta olacak şeyler içindir. Bunun böyle oluşunun delili, "Orada altın bileziklerden (nice zinetlerle) ve inci ile süslenirler.. Orada elbiseleri de ipektir... "Bizden tasayı gideren..."..." (Fatır, 33-34) ayetleridir.

Cennet Zînetleri

33

"(Mükâfaatları da) Adn cennetleridir. Oraya girerler. Orada altın bileziklerden (nice zinetlerle) ve inci ile süslenirler. Orada elbiseleri de ipektir".

"Cennete girenlerin kimler olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:

1) Bir önceki ayette bahsedilen, üç sınıf insandır. Bu, bizim az önce de söylediğimiz gibi, zâlim, muktesid ve sabık olanların mü'minlerden olmalarına göredir.

2) Bunlar, Allah'ın kitabını okuyan kimselerdir. (Cenâb-ı Hakk'ın, Fâtır 29. ayette bahsettiği kimselerdir.)

3) Bunlar, "sabikûn"dur. Bu son madde, en kuvvetli olan görüştür. Çünkü bunlar, bu ifâdeye, bahsi geçen kimselerden en yakın olanıdır. Bir de Cenâb-ı Hak, yuhallevne "süslenirler" kelimesiyle onlara yapmış olduğu ikramdan bahsetmiştir. İkram gören ise, sabikûn olanlardır. Bu son izaha göre, burada birkaç bahis bulunmaktadır...

1) Fâil'in fiilden önce getirilmesi, mef'ûl'ün de, fiilden sonraya bırakılması, mef'ûl; hakiki mana mef'ûl olduğu zaman, manânın tertibine uygundur. Bu, meselâ bizim, "Allah gökleri yarattı" ifadesiyle, birisinin, "Zeyd, duvarları yaptı" demesi gibidir. Çünkü Allah, her şeyden önce mevcut idi. Derken, O'nun için, yaratma fiili söz konusu oldu. Daha sonra da bu fiil sayesinde, mef'ûl, yani gökler oluşuverdi, meydana geldi. Aynen bunun gibi, Zeyd de yapma işinden öncedir. Daha sonra duvarlar, onun yapması ile meydana gelmiştir. Ama, meselâ bizim, "Zeyd eve girdi"; "Zeyd, Amr'ı dövdü" gibi ifadelerimizde, "ev" kelimesi, gerçekte girenin bir işi ve mef'ûlü olmayıp, bu ancak, "ev"e nisbetle, onun zuhur eden fiillerinden bir iş olması, Amr'ın da, onunla olan münasebeti neticesinde Zeyd'in fiillerinden bir fiil olması gibi, mef'ûl hakiki manada bir mef'ûl olmaması durumunda, bu sıra ve tertib tahakkuk etmeyebilir. Ancak ne var ki, aslolan, failin mef'ûlden önce getirilmesidir. İşte bundan dolayı, önce getirilen mef'ûle, ona râci olacak bir zamir getirerek, der ve o mef'ûlü, fiilden sonra, ona râci olacak bir zamirle yeniden söz konusu eder. Ama bu durumda söz uzamış olur. Dolayısıyla, Hakîm olan Allah böyle bir ifâde tarzını, ancak bir faydadan dolayı seçer. O halde (ayette) cennât kelimesinin, girme fiilinden önce getirilip ifadesinde de, ona râci olacak bir zamirle yeniden bahis mevzuu edilmesinin faydası nedir? Ve, bu ifade ile "Adn cennetlerine girerler" ifadesi arasındaki fark nedir?

Cevap: Biz diyoruz ki: Muhatap, kendisinin girebileceği bir yeri bulunduğunu ve kendisinin de oraya gireceğini bilip de, gireceği yeri bizzat bilmese; şimdi bu durumda ona, "Sen, gireceksin" denilse, bu kimse, (meselâ) ev veya çarşı gibi ifadeleri duyuncaya kadar, onun kalbi bu girme işinin nerede vaki olacağı hususuna takılıp kalır. Ama ona, "Zeyd'in evine gireceksin" denildiğinde, "ev" kelimesinin zikredilmesiyle, o kimse, gireceği veri anlamış olur. Ama, kendisinde daha önce, eve gireceğine dair bir bilgi bulunması sebebiyle, gireceğini bilir; böylece de onda artık, bir beklenti olmaz. Özellikle girilecek bu yer, cennet ve cehennem olursa. Çünkü girilecek bu iki yer arasında, çok uzak bir mesafe vardır.

2) Ayetteki, "Orada... süslenirler" cümlesi cennete çok hızlı bir biçimde girileceğine bir işarettir. Çünkü, süslenme işi, şayet cennetin dışında bir yerde, tahakkuk edecek olsaydı, o zaman, işi dışarda yapmada, cennete girmeyi geciktirme olurdu. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Onlar oraya girerler ve onların süslenme işleri orada tahakkuk eder" buyurmuştur.

3) Ayette geçen, esavir "bilezikler" kelimesi, çoğulun çoğulu olan bir kelimedir. Çünkü bu, sıvarın çoğulu olan (esvire) kelimesinin çoğuludur. "Orada elbiseleri de ipektendir" ifadesi böyle getirilmemiştir. Çünkü, elbiseyi çok giymek, bir soğuğu ya da başka bir şeyi savuşturma ihtiyacına delâlet eder. Halbuki, zînetin çokluğu ise, ancak zenginliğe delâlet eder.

4) Kur'ân'ın pekçok yerinde, diğer takılar ve zînetler arasından, bilezikler zikredilmiştir. Nitekim "Gümüşten bileziklerle süslendiler" (Dehr, 21) ifadesinde de böyledir. Çünkü süslenme, şu iki maksatla olabilir:

a) Süslenen kimsenin, ağır işlerle uğraşan bir kimse olmadığını ortaya koymaktır. Çünkü süslenme hali, meselâ yemek pişirirken, yıkarken olmaz ve uygun değildir.

b) Eşyadan müstağni ve eşyaya kadir olduğunu ortaya koymaktır. Çünkü süslenme, ya incilerle, ya öteki mücevherlerle, ya altın, ya da gümüşle olur. Mücevherlerle ve incilerle süslenme, onun ihtiyaç anında daha büyük şeylere ulaşmaktan aciz olmayacağına delâlet eder. Zira, hiç ihtiyaç yok iken nadir bulunan şeyleri bile elde etmesi pek kolaydır. Halbuki altın ve gümüşle süslenmesi o kimsenin havâici asliyye denen şeylere muhtaç olmadığına delâlet eder. Yoksa o, altınını gümüşünü, İhtiyaçlarını gidermek için sarfederdi.

Bunu iyice kavradığında, biz diyoruz ki, bileziklerin takıldığı yer, kollardır. Genel olarak işler de, ellerle ve kollarla yapılır. Çünkü eller ve kollar, tutmak ve yakalamak içindir. Binâenaleyh, bu kimse bileziklerle süslendiğinde onun boş olduğu, işi olmadığı anlaşılır. Ayette geçen "altın ve inci" ifadeleri, kendilerinden takıların elde edildiği iki türe ve çeşide bir işarettir.

Cennettekilerin Hamdi

34

Âyetin tefsiri için bak:35

35

"Bizden tasayı gideren Allah'a hamdolsun. Doğrusu Rabbimiz, çok gafur ve rahîm'dir" dediler ki: "O, fazl-u inayetinden bizi, ebedî kalınacak bir yurda kondurdu. Burada bize hiçbir yorgunluk değmeyecek, burada bize, hiçbir usanç dokunmayacak"

Hüzün Ne Demektir?

Ayette geçen "hüzn"ün ne olduğu hususunda pekçok görüş vardır, ama evlâ olanı, "Burada kastedilenin, her hüznün giderileceği"nin söylenmesidir. Bu ifade el-hazen'in başındaki lâm. cins ve istiğrak (şümul) içindir. Hüznü giderme işi ise, olması gerekli olan şeylerin bulunması ve onların, devamlılığının sağlanması iledir. Çünkü, olması gerekli şeylerden birisinin bulunmaması halinde, bu sebeple, hüzün bulunacaktır; olup da, devam etmemesi halinde ise, yine hüzün bulunacaktır. Zeval bulması ve elden çıkarılması sebebiyle de, henüz gitmemiş olur.

Lütuf Delilleri

"Doğrusu Rabbimiz, gafur ve şekûr'dur, çok lütufkârdır" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, onlar namına birtakım şeylerden bahsetmiştir ki, bunlardan hepsi de, Allah'tan kaynaklanan bir lütfü ifade eder.

1) Hamd... Çünkü, hamdeden, mükâfaata nail olur.

2) Onların, "Rabbimiz" demeleri... Çünkü, Allah'a bu şekilde nida eden herkese, Allah, mutlaka icabet eder. Meğer ki, seslenişte bulunan bu kimse, farz vakitleri boşa geçirmiş olmasın veyahut da, meselâ, "Ahiretten dünyaya geri dönder" gibi, caiz olmayan bir istekte bulunsun.

3) Onların, "Gafur" demeleri...

4) Onların, "Şekûr" demeleri. "Gafur" sözü, dünyada iken onların yapmış oldukları hamdler sebebiyle, ahirette bağışlanacaklarına; "Şekûr" sözü de, ahirette bulunmaları sebebiyle, Allah'ın onlara hak ettiklerini vereceğine ve daha fazla lütufta bulunacağına bir işarettir.

Masdar ve Ism-i Mef 'ûl İlişkisi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Fazl-u inayetinden bizi, ebedî kalınacak bir yurda kondurdu" buyurmuştur. Buradaki mükame kelimesi, "ikâme" manasındadır. Cenâb-ı Hak, onların sürûrlarından, süslenmeleri sebebiyle, onlara verdiği İkramlardan ve onları, cennete sokmasından bahsedince, onların orada, o cennetlerde ebedî kalmaları sebebiyle duydukları sevinçleri beyan etmiş ve onlara, o cennetlerin ebedî olduğunu bildirmiştir. Çünkü, cennetlikler, "Ki O, bizi ikâmet yurduna kondurdu" demişlerdir. Buradaki mükame kelimesi, "el-ikâme" anlamındadır. Çünkü ism-i mef ûl, bazan, her babtan masdar anlamına gelebilir. Nitekim Arapça'da, (......) denilir. Yani, "Onun aklı yoktur." Keza (isra, 80) ve (sebe, 13) kelimeleri de masdar manasında kullanılmışlardır. Ve yine meselâ, "mustahreç" kelimesi de, "istihraç", yani "çıkartma, ortaya koyma" anlamında kullanılır. Bu böyledir, zira, gerçekte mef'ûl olan masdardır. Çünkü, üzerinde işlem yapılan şey, masdardır. Binâenaleyh, mef'ûlün masdar yerine geçmesi caizdir. ifadesinde, dünyanın, mükellefin konakladığı bir konak olduğuna, derken oradan kabir konağına göçtüğüne, oradan da içtima yeri olan Arasat konağına geçtiğine, buradan da dağıldıklarına işarettir. Böylece, kimileri için cehennem bir menzil, kimileri için de cennet "daru'l-mukâme" olur. Onların inayetinden" sözleri, bu işin, Allah'a vacib olması sebebiyle değil, O'nun vaadinden ötürü olduğunu ifâde eder.

Ayetteki, "Burada bize hiçbir yorgunluk değmeyecek, burada bize hiçbir usanç dokunmayacak" ifadesine gelince, buradaki lüğub "yorulmak", nasab ise, yorulmaya sebep olan şey demektir. İmdi şayet birisi, "Cenâb-ı Hak, onlara, yorulmayı gerektiren herhangi bir şeyin dokunmayacağını beyan edince, onlara orada, yorulmanın da dokunmayacağı anlaşılmış olur. Çünkü hikmet sahibi bir insan, bir şeyi nefyedeceği zaman, önce sebebi, sonra da atıf harfi ile neticeyi zikrederek, mesela: "yemedim de, doymadım da" veya "kalkmadım da yürümedim de" demez. Bunun aksini yapma, daha çok olur. Zira, doymanın nefyedilmesinden yemenin nefyedilmesi gerekmediği için, "Doymadım da, yemedim de" denilebilir. Halbuki, ifade edilen şeylerin siyak ve sibakı, "Orada bize, ne bir yorgunluk, ne de bir meşakkat dokunmaz" denilmesini iktizâ ederdi" derse, ne dersin?

Cevap: Biz diyoruz ki, Allah'ın buyurduğu şey, son derece yüce ve uygundur. Allah'ın kelâmı, her şeyden daha üstündür, beyânı ise, en vecîz ve özlü beyandır. Bunun izahı şudur: Allahü teâlâ (bu ayetinde) cennetin, dünya yurduna benzemediğini beyan buyurmuştur. Çünkü, dünya mekânı, iki kısımda mütalâa edilir:

1) Çöller, sahralar, yollar ve boş araziler gibi meşakkatli ve zahmetli yerler.

2) Evler ve yolculuk esnasında güzergâh üzerinde bulunan hanlar gibi, içinde, yorgunluğun kendisini gösterdiği, açığa çıktığı yerler. Çünkü, bir işe iyice dalmış olan bir kimse, yorgunluğunu ancak, istirahat ettiği zaman anlar. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Bize cennette yorgunluğu gerektirecek olan şeyler dokunmaz" buyurmuştur. Yani, "Cennet, tıpkı dünyadaki yerler gibi, yorgunluğun kendini gösterdiği yerler değildir. Tam aksine cennet, yorgun kimsenin kendisine yöneldiği yerlerden daha üstün ve hoştur" demektir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki, "Biz cennetten, içinde vurulabileceğimiz yerlere (mekânlara) çıkıp gitmeyiz ve tekrar oralardan da cennete geri dönmeyiz ki, böylece bize o cennette yorgunluk dokunsun, yorgunluğumuzu anlayalım" demektir.

Bu kelime, lâm'ın fethasıyla legûb şeklinde de okunmuştur. Bu kıraate göre, ayetin tertibi açıktır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, (cennetlikler namına), "Biz, yorulmayız ki, bize bu yorgunluğa muvafık olan şey de dokunmuş olsun!" demek istemiştir. Bu böyledir, zira güçlü kuvvetti bir kimse, "Bugün yorulmadım" dediğinde, onun bu sözünden, hiçbir iş yapmadığı anlaşılmaz. Çünkü bu kimsenin kuvvetine nisbetle, kendisini yorgun düşürmeyecek bir şey yapması mümkündür. Ama bu kimse, "Bana, (beni) yorgun düşürecek bir şey isabet etmedi" dediğinde, onun herhangi bir şey yapmadığı anlaşılmış olur. Çünkü, işin bizzat kendisi de bazan, zayıf olan bir kimse için, yorucu olabilir; bazan ise, çokluğundan dolayı iş, yorucu olur.

(Bir görüşe göre), lüğub kendisinden dolayı yorulunan şeydir. Nasab kelimesinin de, hasta düşüren bir yorgunluk olduğu ileri sürülmüştür. Bu izaha göre de, ayetin tertibinin güzelliği ortadadır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Biz (mü'minlere), (o cennette) ne bir hastalık, ne de ondan daha önemsizi, yani yapan ve çalışan kimsenin kendisi sebebiyle yorulduğu şey dokunur" demek istemiştir.

Ölümü Arayanlar

36

"İnkâr edenlere gelince, cehennem ateşi de onlarındır, öldürülmezler ki, ölsünler. (Cehennemin) azabından birkısmı onlardan kaldırılıp hafifletilmez de. işte biz, küfürde ileri giden herkesi böyle cezalandırırız".

Bu ayet, Fâtır 29 ayetine atıftır. Bu ikisi arasında geçen ayetler ise, Önce belirttiğimiz gibi, yine 29. ayetle ilgilidir. Çünkü biz, 33. ayetin de, bazı görüşlere göre 29. ayetle alâkalı olduğunu söylemiştik.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Öldürülmezler ki, ölsünler" buyurmuştur. Yani, "Onlar, Ölümle de rahatiayamazlar. Tam aksine azâb devam edip gider" demektir.

Azâb Hafifletilmez

Cenâb-ı Hakk'ın "Cehennemin azabından birkısmı onlardan kaldırılıp hafifletilmez de" ifadesinde birtakım incelikler bulunmaktadır:

1) Dünyadaki acılar ve azâblar, uzun süre devam eder ve çok olursa kişi buna dayanamaz, ölür. Eğer ölmezse, bedeni buna alışır da, mizacı artık devamlı azaba dûçâr edilen kimsenin, o azabı hissedemiyeceği bir biçimde bozulur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Ahiret ateşinin azabı, kişinin ölüp kurtulması yahut da kişinin bedeninin ona alışması gibi yönlerden dünya azabına benzemez. Tam aksine bu azâb, her zaman şiddetlidir ve azâb gören kimse de o azabın içinde devamlı kalır, (ölüp de kurtulamaz)" demek istemiştir.

2) Cenâb-ı Hak bu ayet-i kerimede, tertibi en güzel bir biçimde gözetmiştir. Çünkü tertip, o azabın kesilmemesi ve gevşetilmemesidir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "O azâb sona ermez; ve yine o azâb, en kuvvetli sebep olan ölüm ile de son bulmaz ki, onlar ölümü temenni edebilsinler. Ve, onların böyle bir isteklerine icabet de olunmaz" buyurmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak, bir başka ayetinde, "(Şöyle) çağırıştılar: "Ey Mâlik, Rabbin bizi öldürsün" (Zuhruf, 77) buyurmuştur.

3) Cenâb-ı Hak, azaba duçar olanlar hakkında, onların azâblarının eksiltilmeyeceğini bildirmekle yetinmiş, "Biz onların azabını arttırırız" dememiştir. Halbuki, cennetlikler hakkında, fazla mükâfaat bahşedeceğini, "Ve fazlından da onları arttırır" (Fatır, 30) buyurarak belirtmiştir.

Cehennemdeki Feryatlar

Cenâb-ı Hak, onların azabının hafifletilmeyeceğini beyan edince, peşinden şöyle buyurmuştur:

37

"Onlar orada, şöyle bağırışırlar: "Ey Rabbimiz, bizi çıkar. Yapmış olduğumuzdan bambaşka iyi amel ve hareketlerde bulunacağız." Size, aklını başına alacak kimsenin düşünebileceği, öğüt kabul edebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size, azâb ile korkutan da gelmişti. Şimdi tadın o azabı, artık zalimler için hiçbir yardımcı yoktur”.

Bu, "Onlar cığırışsalar ve bağırsalar da, Allah, katından bir in'âm olmak üzere onlar bunu isteyinceye kadar, onların azabını hafifletmez. Tam aksine, onlar böyle bir talepte bulunurlar ama taleplerine bir karşılık bulamazlar" demektir. Istırâh kelimesi, suratı kökünden olup, bu ise, azaba duçar olmuş kimselerin çıkardıkları ses ve çığlık demektir.

Ayetteki, "Ey Rabbimiz, bizi çıkar" ifadesine gelince, bu, "Onların çığırışları bu şekildedir. Yani onlar, "Ey Rabbimiz, bizi çıkar" derler" demektir. Ben, bu ifadenin başında, "derler" ifadesini takdir ettim, çünkü, cehennemliklerin bağınşmaları da, söz söylemektir. Ki bunda, onların canlarını acıtmanın, bir te'dib değil, bir azâb etme olduğuna bir işaret vardır. Bu böyledir, zira terbiye edilmek istenen kimse, (o esnada), kendisini terbiye eden kimseye, "Yaptığımı bir daha yapmayacağım. Yaptığım gerçekten fena bir şeydi v.s." dediğinde, o, o zaman bunu bırakır. Ama, ahirette azaba uğratılan kimsenin durumu böyle değildir. Ayetin buradaki tertibi de son derece güzeldir. Çünkü Cenâb-ı Hak, o azabın onlardan hiçbir vakit eksiltilmeyeceğim, kendisinin onları affetmeyeceğini beyan buyurunca, onlardan sâdır olacak olan herhangi bir söz ve vaadi de kabul etmeyeceğini beyan buyurmuştur. Bu böyledir, zira, hapsedilen kimse, belki çıkarılırım diye, herhangi bir talepte bulunmaksızın sabreder. Ama onun orada kalışı uzayınca, yükleneceği herhangi bir vazife bulunmaksızın, çıkarılmasını talep eder. Bu, netice vermezse, aleyhine olabilecek birtakım yükümlülükler vaadeder ve "Beni çıkar, şöyle şöyle yapacağım" der.

Dünyaya Dönme Temennileri

Bil ki, Allahü teâlâ, bu dünyada sapıtmış olanın ahirette de sapıtacağını beyan buyurmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bu dünyada âmâ olan, muhakkak ki ahirette de âmâdır" (isra, 72) buyurmuştur. Sonra onlar, dünyaya dönmenin, Allah'ın verdiği haberlerin hükmü gereğince, imkansız olduğunu bitemediler. İşte bundan dolayı onlar, Allah'ın yardımını talep etmeden ve O'na medh ve senada bulunmadan; meselâ, "İş, Allah'ın elindedir" demeden, neticesine kesin gözüyle bakarak, amel ve hareketlerde bulunacağız" demişlerdir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak onlara, "Eğer siz nefsinize güveniyor iseniz, biz size, tefekkür ve tefekkürde bulunabileceğiniz, içinde iman edebileceğiniz ve amellere yönelebileceğiniz kadar bir ömür vermiştik (nerdeydiniz?)" demiştir.

Makbul Olan İstirham

Onların, "Yapmış olduğumuzdan bambaşka"sözleri, amellerin bozukluğunun kendileri tarafından anlaşıldığına bir işarettir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, onları dünyada hidayete erdirmediği gibi, ahirette de onları hidayete erdirmemiştir. Bunun üzerine de onlar, "Ey Rabbimiz, onların amelleri karşılığı değil de, sen lütfunla ve fazlınla, mü'minlerin mükâfaatlarını arttırdın. Biz ise, mükâfaatın arttırılmasına değil de, azabın hafifletilmeşine daha çok muhtacız. O halde sen bize, senin lütfuna nazaran, sana yakışan şeyi yap. Bize, senin adaletine nisbetie müstehak olduğumuz şeyi yapma! Ve sen, bitmeyen mağfiretine bak! Bizim temelsiz mazeretlerimize kulak asma!" dememişlerdir. Allah, mü'minleri dünyada hidayete erdirdiği gibi, ahirette de hidayete erdirmiştir. Öyle ki, mü'minler Allah'a, icabete en yakın olan bir duâ ile duâ etmişler ve tevbe ve rücûda, O'na en güzel bir medh ve övgüde bulunarak, "Allah'a hamdolsun"; kendi kusurlarını itiraf ederek, "Rabbimiz çok affedicidir"; kendilerinin hatırlarına dahi gelmeyen şeyleri, Allah'ın onlara verdiğini kabullenerek, "Rabbimiz çok lütufkârdır" demişlerdir. Ve yine onlar, "Allah'ın nimetlerine nisbetle, bizim hiçbir amelimiz yoktur" anlamında olmak üzere, "Lütfundan olmak üzere, bizi ebedî kalış ve ikamet yurduna kondurdu" (Fatır, 35) demişlerdir. Halbuki berikiler İse, Cenâb-ı Hakk'ı tazim edip ululamayı gözardı ederek ve O'nun ululuğuna münasib olan amelleri yapmaktan aciz olduklarını itiraf etmekten yüz çevirerek, "Ey Rabbimiz, bizi çıkar. İyi amel ve hareketlerde bulunacağız" demişlerdir.

Daha sonra, Allahü teâlâ onlara çalışma, amel etme vasatını, ve o vasatta kendilerine rehberlik edecek elçiyi ihsan ettiğini -zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların mutluluk vesilesidir- bildirmek üzere şöyle buyurmuştur "Size, aklını başına alacak kimsenin düşünebileceği, öğüt kabul edebileceği kadar bir ömür vermedik mi?" buyurmuştur. Çünkü, onlarda bulunabilecek engel, ya Allah'ın indirdiğine nazar etme fırsatı bulamama hususundadır, yahut da, onlara, onları irşad edecek şeyleri anlatmadığı için, mürşid ve yol göstericileri hususunda olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şimdi tadın o azabı, artık zalimler için hiçbir yardımcı yoktur" buyurmuştur. "Tadınız" emri, o azabın devamlılığına bir işaret olup, bu emir, hor ve hakîr kılıcı bir emirdir. Binâenaleyh, amellerini ve sözlerini, olması gerekli olan yerlerin dışına koyan ve vaktinde mazeret beyan etmeyen zâlimler için, ihtiyaç duydukları o zamanda, kendilerine yardım edecek bir yardımcı da yoktur.

Zâlime Yardım Edilmez

Bazı hikmet erbabı şöyle demiştir: Cenâb-ı Hakk'ın buradaki, "Artık o zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur" ifadesiyle, "O zâlimler için yardımcılar yoktur" (Al-i İmrân, 192) ifadesindeki "zâlim" ifadesinden, "cehl-i mürekkeb" olan bir cahilin kastedilmiş olması muhtemeldir. Cehl-i mürekkeb olan câhil, dünyada, bâtıla hak diye inanan Kimsedir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık o zâlimler için hiçbir yardıma yoktur" buyruğu, "Ahirette kendisine faydası dokunacak bir ilmi yoktur" anlamındadır. Bunun delili şudur: Allahü teâlâ "burhan ve delil"e "sultân" adını vermiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Öyleyse apaçık bir sultân, delil getirin" (İbrahim, 10) buyurmuştur. "Sultân", yani, "bürhân ve delil". "Sultân" yardımcıların en kuvvetlisidir. Çünkü, sultân, kuvvet ve dostluk, velayet anlamındadır. Bu her ikisi de, genel anlamda bir hakkı destekler ve teyid eder. Çünkü Allahü teâlâ, bu kimseye yardım etmemiştir. O'ndan başka yardımcı yoktur. O halde bu demektir ki, zalimler için asla yardımcı yoktur. Şöyle denebilir: Allahü teâlâ, Âl-i İmrân'da, "O zâlimler için yardımcılar yoktur"(Al-i imrân, 192) buyurmuş, (Rûm Sûresi'nde) "Artık Allah'ın saptırdığı kimseyi kim doğru yola itebilir? Onlar için yardımcılar yoktur" (Rûm, 29) buyurmuştur, Burada da, "Artık o zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur" şeklinde buyurmuştur ki bu, "Bu, onların ateşe düştükleri zamandır. Dolayısıyla onların herbiri, kendilerinden yardımlarını beklediği pekçok kimseden, artık ümitlerini kesmiştir. Geriye, onların bu yardımı, Allah'tan teklemeleri hususu kalmıştır. İşte bu sebeple de Cenâb-ı Hak, "Sizler için asla bir yardımcı yoktur" buyurmuştur" demektir. Orada, (yani Âl-i İmrân Sûresi'ndeki ayette) ise, durum ya dünyada iken anlatılmış, yahut da Haşr'in başlangıcında dile getirilmiştir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, onların bekledikleri o yardımı nehyetmiştir ki, indilerinden yardım bekledikleri kimseler de tanrılarıdır.

Cehennem Azabının Ebediliği

Cenâb-ı Hak onların azâbta devamlı kalacaklarını beyan etmek için,

38

"Şüphesiz ki Allah, göklerin ve yerin gaybını bilendir. Muhakkak ki O, göğüslerin özünde ne varsa, onu da hakkıyla bilicidir".

buyurmuştur.

Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, "Bir kötülüğün cezası, onun dengi olan bir kötülük ve cezadır" (Şûra, 40), buna bir ilavede bulunulmayacağını belirtince, şimdi kalksa da birisi, "Kâfir, Allah'a belirli günler süresince küfürde bulunmuş, İnkar etmişti. Binâenaleyh, onun, o günler süresince azaba dûcâr olunması gerekir" diyecek olsa, işte Cenâb-ı Hak, bu ayetiyle buna cevap vererek, "Göklerin gaybı Allah'a gizli değildir. O, göğüslerdekini de bilir. Dolayısıyla kâfirin kalbinde küfrün odaklaştığını, hatta ebedivyen yaşayacak olsaydı bile, Allah'a itaat etmeyeceğini, O'na İbâdet etmeyeceğini bilir" buyurdu.

Zati's-Sudûr Tabiri

(......) tabiri ile ilgili bir mesele vardır ki, biz onu anlatmıştık. Ama burada da tekrar edebiliriz: Bu da birisinin şöyle demesidir: "Sudur", birtakım inanç ve zanlar sahibi şey, demektir. O halde daha niye Cenâb-ı Hak, bu inançlara, "Göğüslere sahip olan" adını verdi? Onların bu şekildeki sorusuna, yine onların, kendisinde, bu şeyler bulunduğunda, "ağaçlı yer", "cinli yer" şeklindeki sözleri cevap teşkil eder. Aynen bunun gibi, "sudur", kendisinde itikadın bulunduğu mahal demektir. O halde "sudur", o "itikadı barındıran, ona sahip olan"dır. Ona yine şu da söylenebilir: Göğüse itibar, içindeki şeyler bakımından olunca, onun içindeki şey, orada oturan mâlik ve sakin kimse gibi kabul edilmiştir. Çünkü Arapça'da, denilmez. Ama, her ne kadar o onun içinde olsa dahi, "Zeyd, ev ve mal sahibidir” denilebilir.

İntanın Halifeliği

39

"O, sizi yeryüzünde halifeler yapandır. Artık kim kâfir olursa, kâfirliği kendi zararınadır. Kâfirlerin küfrü kendilerine Rableri katında şiddetli buğzdan başka bir şeyi artırmaz. Kâfirlerin küfrü hüsran ve zararlarından başka bir şeyi artırmaz".

Bu ayet, kâfirlerin delillerini iyice çürütüp bertaraf etmek içindir. Çünkü onlar, "Ey Rabbimiz, bizi cehenennemden çıkar, İyi amelde bulunacağız" deyip, Cenâb-ı Hak da, kendisini tanıyabilecekleri bir müddet onlara imkân ve fırsat verdiğine bir şaret olarak, "Size aklını başına alacak kimsenin düşünebileceği ve öğüt kabul edebileceği kadar ömür vermedik mi?" deyip, bu tahakkuk ettiği halde iman etmediklerini bildirip, bu yaptıklarına, "Size uyarıcı elçi de gelmişti" ifadesiyle, bir lavede bulunduğunu, yani "Size akıl verdik ve o aklınızı, naktî delillerle Kuvvetlendirecek kimseler de gönderdik" dediğini beyan edince, buna da, "O, sizi yeryüzünde halifeler yapandır" ifadesiyle bir ilavede bulunmuştur ki bu, "O, sizin dikkatlerinizi, hem gelmiş-geçmiş kimselere, hem onların hallerine dikkat çekmiştir. Çünkü eğer sizin için, peygamberlerini tekzîb edenlerin helak olduğuna dair bir bilgi meydana gelmediyse, inadınız en gizli, fesadınız da en hafif olur. Fakat size mühlet verildi, şu kadar ömür verildi, ifadesini peygamberlerin lisanında bulan şeylerle emrolundunuz ve sizler yeryüzünün halifeleri kılındınız, yani, bir halifenin peşisıra diğer bir halife olarak. Böylece sizler eskilerin halini bilmiş öğrenmiş ve onların nalterine razı olanlar oldunuz. Dolayısıyla artık bütün bunlardan sonra kim kâfir olursa, Küfrü kendi aleyhinedir. Kâfirlerin küfrü kendilerine Rableri katında şiddetli buğzdan oaşka birşey artırmaz. Çünkü önceki kâfir, tıpkı efendisine hizmet etmeyen bir köle gibi, buğza uğradı. Bunun peşinden gelen ve kendisine peygamberinin inzarda Dulunduğu, ama uyanmayan kimse de, tıpkı bir nasihat edicinin nasihat ettiği, efendisine hizmet etmesini öğütlediği, bazı va'd ve va'idlerde bulunduğu, ama - asihatların fayda verip, mes'ûd yapmadığı bir köle gibi buğza uğrar. Bu ikincisinin sesinden gelenler de, kendinden öncekilerin, azaba uğradıklarını görüp de, onların azabından ders almayandır ki, bunların hepsi de gazaba uğramışlardır."'

Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Kâfirlerin küfrü hüsran ve zararlarından başka birşeyi artırmaz" buyurmuştur. Bu, "küfür (inkar), sadece buğzu ve artırdığı için, Allah katında fayda vermez." Onlara sadece zarar verdiği çın, kendilerine hiç faydalı olmaz. Çünkü ömür, sayesinde Allah'ın rızasını satın alıp, kar eden, yine sayesinde Allah'ın gazabını satın alıp zarar eden kimsenin, sermayesi gibidir.

Putların Aczi

40

"De ki: "Allah'dan başka, taptığınız ortaklarınıza baksanıza! Yarattıkları bir şey varsa, bana gösterin bakalım.Yoksa onların, göklere bir ortaklıkları mı var? Yahut onlara bir kitap verdik de, kendileri bundan (aldıkları) açık bir hüccet üzere midirler? Hayır hayır, o zâlimler birbirini aldatmaktan başka bir vaade bulunmuyorlar"

"Eraeytüm" Tabiri

Bu ayet, Allah'ın birliğini ortaya koyan, ortaklan olmadığını anlatan bir ayettir. Buradaki, "Baksanıza" tabiri, "Haber verin bakalım bana" demektir. Çünkü soru, bir cevabı gerektirir. Zira birisi, "Zeyd'in ne yaptığını gördün mü?" dediğinde, bunu duyan meselâ, "Aldı, sattı" gibi cevaplar verir. Binâenaleyh eğer bu "Gördün mü?" ifadesi, "Haber ver bakalım" manasını taşımasaydı, bunun cevabı, muhatabın, "Hayır" veya "Evet" gibi bir sözü olurdu.

Ayetteki, "Ortaklarınız" ifadesinde, Cenâb-ı Hak, ortakları onlara isnad etmiştir. Çünkü Allah'a ortak koşulmuş olan putlar, gerçekte Allah'ın ortakları değildirler. Müşrikler, onları Allah'ın ortakları saymışlardır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "ortaklarınız" demiştir. Bu, "Sizin ortak saymanız sayesinde ortak olanlar..." demektir. Bunun, "sizin cehennemde ortaklarınız" manasında olması da düşünülebilir. Çünkü Hak Tealâ, "Sizler ve Allah'ı bırakıp taptıklarınız, cehennem odunusunuz" (Enbiya, 98) buyurmuştur. Bu görüş doğruya daha yakındır. Müfessirler, birinci görüşte ittifak ettikleri için bunun uzak bir ihtimal olduğu da söylenebilir.

Hak teâlâ'nın, "Haydi bana gösterin" ifadesi, "Baktınız mı?" ifadesinden bedeldir. Çünkü her iki tabir de, "Bana haber verin bakalım" manasınadır. Şöyle de denilebilir: Ayetteki, "Baksanıza!" ifâdesi, gerçek manada bir soru, "Gösterin" ifadesi de, onların bunu beyan edemeyeceklerini ortaya koyan bir emirdir. Binâenaleyh Hak teâlâ, "Baksanıza!" deyince, ki bu, "Taptığınız o putların mahiyetlerini, taşıdıkları acziyeti, gerçekten biliyor musunuz, yoksa hakikaten onlarda bir kudretin bulunduğunu mu sanıyorsunuz? Eğer onların âciz olduklarını biliyorsanız, ya niçin onlara tapıyorsunuz? Yok onlarda bir kudret olduğu inancını taşıyorsanız, o zaman onların neye kudretleri olduğunu gösterin. Bazılarınızın, "Allah göklerin ilahı, bunlar ise yeryüzünün ilahlarıdır. Yeryüzündeki işler yıldızlardan ve onların şeklinde olan putlar tarafından idare edilir" şeklindeki iddiasında olduğu gibi, bu kudret yeryüzü ile mi ilgilidir, yoksa, "Gökyüzü meleklerin yardımı ile yaratılmıştır. Melekler, göklerin yaratılmasında ortaktırlar. Bu putlarımız da, o meleklerin şeklindedir" diyenlerin iddia ettiği gibi, göklerle mi ilgilidir; yoksa bu kudret, "Melekler, hiçbirşey yaratmamışlardır. Fakat onlar Allah'a yakın varlıklardır. Dolayısıyla bize, Allah katında şefaatçi olsunlar diye onlara ibadet ediyoruz" diyenlerin iddiasında olduğu gibi, onların şefaat edebilmeleri konusunda mıdır? Yoksa onların elinde, kendilerine Cenâb-ı Hakk'ın şefaat etmelerine müsâadesinin yazılı olduğu, Allah katından gelme bir kitap (bir vesika) mı vardır?

Şirkin Nakli Delili Yoktur

Hak teâlâ'nın, "Yahut onlara bir kitap verdik mi?" ifadesindeki, "onlar" zamirinin kimle ilgili olduğu hususunda şu iki izah yapılır:

a) Bu, ortak koşulan şeylere ait olup, "Biz, o şeriklere (putlara) bir kitap verdik mi?" demektir.

b) Bu, müşriklere ait olup, "Biz, o şirk koşanlara, böyle bir kitap (yazı) verdik mi?" demektir. Birincisine göre mana, biraz önce verdiğimiz şekilde olup, ortak koşulanların elinde, Allah katında şefaatçi olabilecekleri yazılı, Allah tarafından verilmiş bir kitap (yazı) var mı? Çünkü hiç kimse, Allah katında, Allah'ın izni olmadan, şefaat edemez" demektir. İkincisine göre mana ise, "Bunların yaptıkları ibadet, ya akla dayanan birşey olmalıdır, halbuki yeryüzünde hiçbirşey yaratamayan ve göklerde hiçbirşeye sahip olmayan kimselere ibadet edenlerin aklı yoktur, yahut da nakle dayanan birşey olmalıdır. Halbuki müşriklere, putlara secde etmelerini emrettiğimiz bir kitap (ferman) vermedik. Eğer böyle bir ferman göndermiş olsaydık, bu tıpkı, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'e secde edilmesini ve Kâ'be'ye dönülmesini emretmemiz gibi, caiz olurdu. O halde, onların bu ibadetleri, ne aklî, ne naklî birşeye dayanmamaktadır. Dolayısıyla onlar, biribirlerine sadece aldatıcı şeyleri vaadetmektedirler. Çünkü onları şeytan aldatmış ve putlara ibadet işini süslü gösterip yutturmuştur.

Gökleri Tutan Allah'dır

Allahü teâlâ, putların hiçbirşey yaratmadığını, hiçbir güçlerinin bulunmadığını ve hiçbirşeye sahip olmadıklarını beyan buyurduktan sonra, gerçek kudret sahibinin kendisi olduğunu bildirip, şöyle buyurmuştur:

41

"Şüphesiz Allah gökleri ve yeri, yıkılıp gitmekten korumak için tutar. Eğer onlar yıkılırlarsa, yemin olsun ki, artık kimse bunları tutamaz. Şüphesiz O, (ceza vermede) aceleci değildir ve çok affedicidir".

Şöyle denebilir: Allahü teâlâ, onların şirklerini anlatınca, "onların şirklerinin götüreceği netice, göklerin ve yerin yıkılmasıdır" demek istemiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar, Rahman (Allah'a) bir evlât iddia ettiler diye, bu (sözden) dolayı nerdeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çökecekti" (Meryem. 90) buyurmuştur. Bunun böyle oluşunun delili, ayetin sonundaki, "Şüphesiz O, haltm ve gafurdur" cümlesidir. Bu, "Allah halim olduğu için, (aceleci olmadığı için), onlara azabı, bu dünyada geri bıraktı. Aksi halde, onlar göklerin, üzerlerine kapanmasına, yeryüzünün onları içine almasına müstahak olmuşlardı. Ama Cenâb-ı Hak, sabrından ve hilminden ötürü, göklerin yıkılması işini Kıyamete bırakmıştır" demektir.

Ayet hakkında şöyle bir üçüncü izah da yapılabilir: Bu, "teslîmiyyet" nev'inden birseydir. Matlubu isbat da, "teslimiyet"in bulunmasına göredir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak sanki, "Sizin ortak koştuğunuz şeyler, yeryüzünde hiçbirşey yaratamaz, göklerde de hiçbirşeye sahip değillerdir. Onlar, şefaat de edemezler. Dolayısıyla onlara ibadet edilemez. Farzedelim ki onlar, birşeyler yapmışlardır. Ama onlar gökleri ve yeri tutabilirler mi, yıkılmaktan koruyabilirler mi? Onların putların bunu yapabileceklerini söylemeleri mümkün değildir. Çünkü onlar bunu söyleyememişlerdir. Zira Hak Tealâ, "Eğer onlara, gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, "Allah" derler" (Lokman, 25) buyurmuştur. Ayetteki, "Eğer onlar yıkûırlarsa, yemin olsun ki artık kimse bunları tutamaz" ifadesi de bunu te'yid eder. Binaenaleyh her nekadar, kâfir, başkalarının da yaratabileceğini söylese bile, Allah'tan başka varlıklar, hiçbirsey yaratamadığı için, Allah'tan başka ma'bûdun bulunmadığı, O'nun yaratması gibi bir yaratmanın olmadığı, dolayısıyla da O'nun hiçbir ortağı olmadığı anlaşılır. Çünkü O, halim ve gafurdur. Hafîm'dir, çünkü onların şirkte ısrarlarına rağmen, onları helak etmede acele davranmaz. Gafûr'dur, çünkü tevbe edenleri, ikaba müstehak olmuş olsalar bile, bağışlar.

Müşriklerin Bahanesi

42

Âyetin tefsiri için bak:43

43

"Onlar, kendilerine azab ile uyaran elçi gelirse, mutlaka ümmetlerden herhangi birinden daha fazla hidayete ereceklerini, olanca yeminleriyle Allah'a söz vermişlerdir. Fakat onlara bir nezir gelince, bu, onları daha da fazla uzaklaştırdı. Çünkü onlar, yeryüzünde büyüklenmek, fena ve hileli tuzaklar kurmak istiyorlar. Halbuki kötü tuzak, sahibinden başkasını sarıp kuşatmaz. Onlar, evvelki ümmetler hakkında carî olan (Allah'ın) sünnetinden başka birşey mi bekliyorlar? Hayır, hayır, sen Allah'ın sünnetinde (âdetinde) asla bir değişme bulamazsın; sen Allah'ın sünnetinde asla bir döneklik de bulamazsın".

Allahü teâlâ, bu müşriklerin tevhidi inkârlarını anlatınca, onların Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i de yalanlayıp, bu hususta ileri gidip, peygamber olduğu kendilerince anlaşıldığında peygamberleri yalanlamayacaklarına yemin ederek "Biz, Muhammedi yalancı olduğu için yalanlıyoruz. Onun peygamber olduğu bizce anlaşılmış olsaydı, mutlaka man ederdik" dediklerini bildirmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Onlar, kendilerine, nezîr gelirse, mutlaka ümmetlerden herhangi birinden daha fazla hidayete ereceklerini, olanca yeminleriyle Allah'a söz vermişlerdir" buyurmuştur. Bu, onların, peygamberleri yalanlamada ne kadar ısrarlı olduklarını anlatan birşey olup, tıpkı birine olan borcunu inkâr eden kimsenin, karşı tarafın haksız olduğunu ortaya koymak için, "Vallahi eğer onun bende alacağı olsaydı, onu fazlasıyla verirdim" demesi gibidir. İşte burada da böyledir. Çünkü bu kâfirler, inad ederek, "Vallahi eğer bize gerçekten bir peygamber gelseydi, şüphesiz en hidayetli ümmet olurduk" demişlerdir. Ama onlara bir nezîr (uyarıcı bir peygamber) olarak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gelince, onun peygamber oluşu, beyyinelerle apâşikâr ortaya çıkınca, bu durum onları daha da 'azla uzaklaştırmıştır. Çünkü onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olmazdan ince, sadece Allah'a şirk koşuyorlardı. O geldikten sonra ise, hem Allah'ı, hem peygamberini inkâr ettiler. Bir de onlar, Peygamber (aleyhisselâm) gelmezden önce, peygamberin gelişinden sonra olduğu gibi, henüz azaba duçar edilmemişlerdi. Bazı müfessirler şöyle derler: "Mekkeliler, peygamberleri kendilerine geldiği zaman, o peygamberleri yalanlamış olan yahudi ve hristiyanlara lanet ederek, "Eğer bize bir peygamber gelseydi, mutlaka ona itaat eder ve boyun eğerdik" diyorlardı.

Peygamber ve Müşrikler

Burada şöyle bir problem var: Müşrikler, mutlak manada risaleti ve haşri inkâr ediyorlardı. O halde daha nasıl onlar, peygamberleri itiraf ediyorlar? Onlar, yahudilerin yalan söylediklerini, kendilerine bir kitabın gelmediğini nerden öğrenmişlerdi? Allah'ın kitabı ve Resulünün açıklaması olmasaydı, müşrikler, birşeyi doğrularlarken, diğer bir şeyde ise yalan söylediklerini nasıl ve nereden bitebilirlerdi? Bilakis doğrusu, bizim zikrettiğimiz husus olup, buna göre onlar, "Bize şayet bir peygamber gelseydi, biz onu inkar etmezdik. Yalancı olduğu için ise, Muhammed'in peygamber olmasını inkâr ediyoruz; eğer peygamber olduğu doğru olsaydı, biz iman ederdik" diyorlardı.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat onlara nezir gelince (...)" ifadesi, "Peygamberin onlara geldiği mucize ile sahih ve sabit olduğunda" anlamındadır, ifâdesinde ise, iki izah şekli vardır:

1) Bundan murad edilenin, "Şu anda üzerinde bulunduğumuzdan daha doğru ve sahih bir hal üzere olurduk" manası olması. Buna göre (......) tabiri, "Peygamberlerin ümmetlerinden birinden..." anlamındadır. Bu tıpkı birisinin, "Zeyd, müslümanlardandır" demesi gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat onlara bir nezt gelince, bu, onların ancak uzaklaşmalarım arttırdı" ifadesi de buna delâlet etmektedir. Yani, "onlar, "Biz daha çok doğru ve iyi yolda oluruz" derlerken, "şimdi bulunduklarından da sapık oldular" demektir.

2) Bununla, "Biz, ümmetlerin herhangi birinden daha fazla iyi yolda oluruz" manasının kastedilmesidir. Bu, bir kimsenin, Zeyd, Amr'dan daha uygundur" demesine benzer.

Ümem Kelimesinin İzahı

"El-ümemü" kelimesi hakkında da iki açıklama bulunur:

a) Bundan, umûmî bir mananın kastedilmesi, yani, "Ümmetlerin herhangi birinden daha iyi yolda" demektir ki, bunda bir tür tariz bulunur.

b) Bundan maksad, o muayyen ümmetleri belirtmektir ki, "Muhammed, Musa ve İsâ ümmeti ile, onların zamanında olanlardan (daha iyi yolda oluruz)" anlamındadır.

Mağrur Müşrikler

Cenâb-ı Hak daha sonra "Çünkü onlar, yeryüzünde büyüklenmek istiyorlar" buyurmuştur. (......) kelimesinin mansub olması üç sebepten dolayı olabilir:

a) Hâl olmak üzere. Yani, "Yeryüzünde büyüklenerek

b) Mef'ûlün leh. Yani, "Büyüklenmek için.

c) Ayetteki "nefret bakımından" kelimesinden bedel olarak.

Mekru's-Seyyi' Tabiri

Ayetteki, "Fena ve hileli tuzaklar kurmak" ifadesine gelince, bu, cinsin nev'ine muzâf kılınmasıdır. Bu tıpkı, "fıkıh ilmi";"demircilik mesleği" denilmesi gibidir. Bunun izahı şöyledir Bunun manası "Körü tuzaklar kurdular" şeklindedir. Sonra ise, hile ve tuzakları gayet aşikâr ve açık olduğundan, (......) kelimesi, marife (belirli) yapılmış, daha sonra ise, ondaki kötülük en açık ve aşikâr şeylerden olduğundan, eliflâm ile marife kılınma terkedîlerek, (......) kelimesi, (onun sıfatı olan) "es-seyyiü" kelimesine muzaaf kılınmıştır.

Bir başka ihtimal de, (......) ayet-i kerimesinde, bunun, "kötülük yapanlar" anlamına geldiğini söylememiz gibi, "el-mekru" kelimesinin amel ve yapma anlamında kullanıldığının söylenmesidir. Onların kötülük yapmaları, hile ve tuzaklar kurmaları ile maksûd olan ise, insanlara eziyyet vermek, onları imana girmekten alıkoymak ve inkârlarını açıkça ortaya dökmek gibi, onlardan sudur eden her şeydir.

Çukur Kazan Oraya Düşer

Cenâb-ı Hak daha sonra buyurmuştur ki, "Körü tuzak ancak onu yapanı ihata edip kuşatır" demektir. ifadesinde birtakım manalar bulunur. Yehîku kelimesine gelince, bu, bitişme ve yapışmanın üstünde olan bir ihata ve kuşatmadan haber vermektedir. Bundaki sakındırma, "ulaşmaz.."; "bitişmez..." ifadelerinden daha kuvvetlidir. (......) ifadesine gelince, bundaki mana da, bir kimsenin, "Kötü tuzak ancak, o tuzağı yapanı kuşatır" demesinden daha kuvvetlidir. ((......) kullanılması halinde), kötülük yapan, bunun neticesinden emin olamayacağı anlaşılır. Çünkü bir kimse kötülük yapar ve kurduğu tuzak ve hilede, başka bir kötülük olursa, bu durumda ona, bu kötülüğünden dolayı bir ceza isabet eder. Ama, (bu ikinci kötülüğü) olmazsa, bu durumda o cezaya layık ve müstehak olmaz, böylece de, kötü tuzağın (cezasından) emin olur. Buradaki nefy ve izhârın manası ise, "hasr" ifade etmektir. Çünkü bir kimsenin, "kötü tuzak, sahibini kuşatır" ifadesinde bu vurgu ve hasr yoktur. Bu ifade kötü tuzağın, onu kurandan başkasına zarar vermeyeceğini bildirmez.

Çukura Düşmeyenler

İmdi, biri çıkıp şöyle diyebilir: "Biz çoğu zaman tuzak kuran bir kimsenin, tuzağını kurduğunu ve bunun ona yarar sağlayarak, bu tuzak sayesinde hasmını atfettiğini görüyoruz. Ayet ise bunun böyle olmadığına işaret ediyor" derse biz deriz ki: Buna birkaç bakımdan cevap veririz:

1) Ayette bahsi geçen hile ve tuzak, müşriklerin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i öldürmek veya sürmek gibi düzdükleri hiledir ki, bunlar ancak müşrikleri kuşatmıştır. Çünkü onlar, Bedir gününde ve başka vakalarda öldürülmüşlerdi.

2) Burada şunu deriz: Buradaki kötü tuzak, genel bir ifadedir. En sahih olanı da budur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ümmetini tuzak ve hile yapmaktan men etmişti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, onun, "Tuzak kurmayın; kurana da yardım etmeyin. Çünkü Cenâb-ı Hak "Kötü tuzak ancak, onu yapanı kuşatır" buyurmaktadır" buyurduğu haber verilmişti. Binâenaleyh, aleyhinde tuzak kurulan o adam, kötü tuzağın cezasına müstehak ve ehil olmaz ve bu bir tenakuz teşkil etmez.

3) İşlerin, akibetlerine itibar edilir. Çünkü, kendisine tuzak kurulan ve bu tuzak da, kendisine hemencecik tesir eden kimse, zahirde böyle İse de, hakikatte kazanan odur. Tuzağı kazan ise, kaybeder. Bu tıpkı bu dünyada, kâfirin rahat içinde olması, mü'minin de meşakkat içinde bulunması gibidir. Bu manayı Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar, geçmiş ümmetler hakkında cari olan (Allah'ın) sünnetinden başka bir şey mi bekliyorlar?" ayeti de beyan eder, açıklığa kavuşturur. Yani, "Her ne kadar şu anda, onların bu tuzağı ağır basıyor İse de, ancak ne var ki, güzel akıbet takva (ehlinin)'dir. Çünkü işler, akibetlerine göre değerlendirilir. Binâenaleyh onlar da, öncekilerin helak olması gibi helak olacaklardır" demektir.

Geçmiş Ümmetlerin Kanunu

Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, geçmiş ümmetler hakkında cari olan (Allah'ın) sünnetinden başka bir şey mi bekliyorlar?" ifadesinin manası, "Onlar için bundan sonra ancak, helak edilmeyi beklemek vardır. Bu, öncekilerin başına da gelen bir yasadır" şeklindedir. Bu ifade hakkında birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Helak etmek, öncekilerin adeti değil, aksine bu ancak, Allah'ın, öncekiler hakkındaki bir sünnet ve yasasıdır.

Cevaben deriz ki: Buna İki şekilde cevap verilir:

1) Mef'ûl-ü mutlak olan masdar, herhangi bir cihetten, ikisine de taalluk ettiği için, hem faile, hem de mef'ûl'e muzaf kılınabilir. Bu sebeple, "Zeyd Amr'ı dövdü" cümlesi hakkında "Amr'ın dövülmesine şaştım. Kendisinde güç kuvvet olduğu halde o, nasıl dövüldü?" denilebileceği gibi, (-ki bu da (......) kelimesi, mef'ûl'üne muzâftır-) "Zeyd'in dövmesine şaştım; kendisinde ilim ve hikmet olduğu halde o, nasıl da kavga yaptı, dövdü" (-ki burda, (......) kelimesi failine muzâftır-) denilebilir, işte, Allah'ın onlar hakkındaki yasası da böyledir. Bunu Cenâb-ı Hak onlara isnad etmiştir, çünkü bu, onların başına gelmiştir. Bundan sonra ise, bu sünneti kendisine izafe ederek, "Hayır, hayır, sen Allah'ın sünnetinde, asla bir değişme bulamazsın"buyurmuştur. Çünkü bu, Allah'ın yasalarından bir yasadır.

Sen bunu anladığında biz deriz ki: "Allahü teâlâ, "geçmiş ümmetlerin sünneti" dediğinde bunu, o ümmetlere nisbet etmiştir. Çünkü, Allah'ın sünneti, şirk koşmayı helak etmek, müslüman olmayı da şereflendirmektir. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların bunlardan hangisini beklediklerini bilmiyordu. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, "öncekilerin sünneti" buyurunca, onların beklediği şey anlaşılmış oldu. İkinci ifade ise, Cenâb-ı Hak bunu kendisine nisbet etti, çünkü bu sünnet bilindiğinde bunu Allah'a nisbet etmek, onun şânını yüceltir ve onun önüne hiçbir şeyin geçemeyeceği ve vaki olacak kesin bir iş olduğunu ifade eder.

2) "Öncekilerin sünneti" deyiminden murad, onların inkârda devam etmeleri ve ikrar hususunda gururlanmalarıdır. Allah'ın sünneti ise, ısrarlarından dolayı, onların kökünü kurutmasıdır. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki, "Ey Mekkeliler, sizler, öncekilerin sünnetini yapmak istiyorsunuz. Allah da bir sünnet getirir ki, hak edenden onu hiç kimse çeviremez ve önüne geçemez" demek istemiştir.

Tebdil İle Tahvil Arasındaki Fark

"Tebdil" kelimesi, tahvîl edip değiştirmektir. O halde, "tahvîl" kelimesi niçin getirilmiştir?

Cevaben deriz ki: "Hayır hayır, sen Allah'ın sünnetinde, asla bir tebdti bulamazsın" ifadesiyle, azabın başkasıyla değiştirilmeyeceğine; "Sen, Allah'ın sünnetinde asla bir tahvîl de bulamazsın" ifadesiyle de, her ne kadar sevap ile değiştirilmeyecekse de, azabın, onu hak edenden başkasına dönmeyeceğine dair bilgi ve ilim hasıl olmuş, böylece de, kötülük yapan hakkındaki tehcfid tam olmuştur.

Ayetteki Nefyin Manası

"Asla bulamazsın" ifadesindeki muhatabın, daha önce de defaatle geçtiği gibi, iki şeye ihtimali vardır:

a) Bunun genel bir tabir olması... Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Ey dinleyici, sen asla, Allah'ın sünnetinde bir değişme bulamazsın" demek İstemiştir.

b) Bu hitabın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olması... Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle buyurmuştur: "Allah'ın sünneti, kavim içinde, Allah'ın imanı kendisine yazdığı kimse bulundukça, helak etmemesi şeklindedir. İşte, Allah'ın ilminde iman edeceği bilinen kimse iman ettiğinde, Allah, geriye kalanları helak eder." Nitekim Nûh (aleyhisselâm) da şöyle demişti: "Muhakkak ki sen, eğer onları terkedersen..." (Nuh, 27) yani, "Eğer onlara mühlet verir de, sünnetinin tahakkuk vakti gelirse..." demektir.

Maziden İbret

44

"Onlar, kendilerinden öncekilerin akıbetinin nice olduğunu görmek için yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı? Halbuki, kuvvetçe bunlardan daha şiddetli idiler...".

Allahü teâlâ, öncekilerin bir sünneti olup, bunun da imha edilmek olduğunu zikredince, Öncekilerin durumlarını hatırlatmak suretiyle onların dikkatini çekmiştir. Çünkü onlar, önce yaşayanların evlerinin yanından geçiyorlar, onlardan geriye kalan şeyleri görüyorlardı. Onların, emel ve arzuları onlarınkinden daha çok, amelleri de onlarınkinden başka idi. Emellerine gelince, onların ümitlerinin uzun olması ve ileri derece kuvvet sahibi olmalarından dolayıdır. Amellerinin farklılığına gelince, onlar ne Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi bir peygamberi, ne de bizzat Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanlamışlardı. Halbuki, ey Mekkeliler, sizler hem Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, hem de öncekileri yalanladınız.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Halbuki, kuvvetçe bunlardan daha şiddetli idiler" ifadesinin tefsirini, Rûm Sûresi (Ayet, 9)'nde yapmıştık. Burada geriye, birtakım bahisler kalmıştır:

1) Cenâb-ı Hak orada, vav'sız olarak, "Daha çetin idiler" şeklinde buyurmuş, burada ise, aynı ifadenin başına vav getirmiştir, aradaki fark nedir?

Biz diyoruz ki: Bir kimsenin, "Senden daha yüce olduğu halde, Zeyd'in bana nasıl ikram izzette bulunduğunu görmedin mi?" şeklindeki sözü, bu sözü söyleyenin, ona, kendisine bu sözün söylendiği kimseye, Zeyd'in daha yüce olduğunu haber verdiğini ifade eder. Ama, bu kimsenin (vav'sız olarak) "Senden daha büyük olduğu halde, Zeyd'in bana nasıl ikramda bulunduğunu görmedin mi?" şeklindeki sözü, burada zikredilen İki hususun, muhatap nezdinde malum olduğunu ifade eder. Sanki o, onun ona ikram ettiğini ve onun kendisinden daha üstün olduğunu bilmiştir. Bu son ifadenin, konuşanın bildirmesine ve haber vermesine İhtiyaç bırakmaması açısından, sarahat itibariyle, ikinci ifadenin birincisi gibi olduğunu ifade ettiğinde şüphe yoktur.

Bunu iyice kavradığına göre şimdi biz diyoruz ki: Burada ele alınan, bunların onlardan başka bakımdan değil, kuvvet bakımından üstün oluşlardır. Belki de bu, onlarca biliniyordu da, Cenâb-ı Hak, bunu vav ile ifade etti. Yani, "Sizin bakışınız onların akıbetlerini gördüğü gibi, kuvvetlerini de görür" demektir. Ama orada ise, bahsedilen pekçok durum vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Onlar kuvvetçe kendilerinden daha şiddetli idiler. Toprağı ekmişler, alt üst etmişler" (Rûm, 9) buyurmuştur. Bir başka yerde de, "Ya onlar, yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden evvelkilerin akıbeti nice olmuştur, baksınlar? Hem onlar bunlardan daha çoktu. Kuvvetçe ve yerdeki eserlerce de daha güçlü ve satvetli idiler" (Mü'min, 82) buyurmuştur. Bunlar, onların, yeryüzünde eser bıraktıklarını ve kalabalık olduklarını bilmeseler dahi, ancak ne var ki, onların kuvvet cihetinden kendilerinden daha üstün olduklarını biliyorlardı. Çünkü her grup, kendilerinden öncekiler hususunda, onların kendilerinden daha kuvvetli olduğuna inanmaktadır ve bunda münakaşa da yoktur.

Allah'tan Kaçılmaz

"Ne göklerde ne de yerde, hiçbir şey, Allah'ı aciz bırakamaz. Şüphesiz ki o, hakkıyla bilendir, hakkıyla kadirdir".

Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesi şu iki manaya gelebilir:

a) Bunun, onlar için bir beyan olması... Yani, "evvelkiler, onca kuvvetlerine rağmen, Allah'ı acze düşüremediler ve O'nun elinden kurtulamadılar. O halde bunlar, O'nu hiçbir zaman acze düşüremezler" demektir.

b) Bunun, cahillerin bekleyişlerini sona erdiren bir ifade olması... Çünkü bir kimse, şayet, "Farzedelim ki, evvelkiler, daha kuvvetli ve daha uzun ömürlü idiler. Ancak ne var ki biz birtakım hususiyetleri bulunan bazı arzî işler veya tesirleri bulunan bazı semavî yıldızlar sayesinde, zekâmızı kullanarak, onların kuvvetleriyle yaptıkları işlerden daha fazlasını yapabiliriz" derse, işte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Ne göklerde, ne de yerde, hiçbirşey, Allah'ı âciz bırakamaz. Şüphesiz ki O, onların fiillerini ve sözlerini hakkıyla bilendir, onları imha etmeye ve köklerini kazımaya kadirdir" buyurmuştur.

Allah'ın İlmi

45

"Eğer Allah İnsanları kazandıkları günahlar yüzünden hemen hesaba çekecek olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat O, bunları belli bir müddete kadar erteler. Nihayet vakitleri gelince, şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görür".

Cenab-ı Hak tekzîb eden (yalanlayan) önceki İnsanların hallerini anlatarak korkutup, onlar da alabildiğine inatçı ve bozuk inançlı oldukları için, başlarına gelecek azabın peşinen hemen gelmesini isteyerek, "Bizim azabımızı hemen şimdi getir" deyince, Hak teâlâ, "Azab'ın bir zamanı var. Allah insanları, zulümleri sebebiyle hemen muaheze etmez. Çünkü insan (zaten) çok zalim ve câhildir. O, ancak onları, zulümlerinde ısrar edişleri ve insanların artık onların iman edeceklerine dâir ümitleri kalmadığı zaman muaheze eder. Binâenaleyh onların içinde, iman edecek hiç kimse kalmayınca, Allah yalanlayan bu kimseleri toptan imha eder. Eğer Allah insanları, bizzat (her) zulüm sebebiyle hemen hesaba çekseydi, her gün bir helak olurdu" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Hayvanların Helakinin Sebebi

Allah, insanları, yaptıkları şeyler sebebiyle muaheze ettiğine göre, ya hayvanların suçu ne ki, bu arada onlar da helak oluyorlar? Biz diyoruz ki: Buna şu birkaç şekilde cevap verilir:

1) Hayvanların yaratılışı, insan için bir nimettir. Binâenaleyh insanlar kâfir olduğunda, Allah nimetlerini kaldırır (azaltır). Hayvanlar ise, nimetlerin en yakın, en gözle görülenidir. Çünkü önce müfred, sonra mürekkeb gelir. Mürekkeb varlık da, ya madenî olur, yahut büyüyen (gelişen) türden olur. Büyüyüp gelişen de, ya hayvan olur, ya bitki olur. Hayvan (canlı) ya insan olur, ya insandan başka olur. O halde, canlı, insan için yaratılmış olan bu âlemde, mahlûkatın en üstünüdür.

2) Bu, azabın şiddetini ve genel oluşunu ortaya koyan bir ifadedir. Çünkü insanın bekasının eşya ile olması gibi, eşyanın bekası da insan sayesindedir. Çünkü insan, eşyayı idare ve ıslah eder. Böylece eşya, uzun süre ayakta kalır. Sonra insan, bu eşyadan istifade ederek, bunlar sayesinde ayakta kalır. Binâenaleyh helak (azab) genel olunca, dünyayı imar edecek insan kalmaz, böylece de binalar ve ekinler kalmaz, bunun peşinden de ehlî hayvanlar kalmaz. Çünkü ehlî hayvanların devamı, insanların onları, koruması ve su-yiyecek vererek helakten muhafaza etmesi ile olur.

3) Yağmurun yağması, Allah'ın kullarına lütfudur. Binâenaleyh onlar, lütfü haketmedikleri zaman, yağmurlar kesilir, kuraklık başlar ve bütün hayvanlar ölür. İşte ayette anlatılan da budur.

4) Yağmurların kesilmesi sebebiyle, kara hayvanları ölür. Deniz hayvanları ise, deniz suyu sayesinde yaşayabilir.

İsmi Geçmeyen Zamir

Ayetteki, "onun üstünde" ifadesindeki "onun" zamiri, yeryüzüne râcîdir. Halbuki burada yeryüzünden bahsedilmemiştir, öyle ise, bunun böyle olduğu nasıl anlaşılabilmiştir? Biz deriz ki: Bu, hem ayetin öncesinden, hem sonrasından anlaşılır. Öncesinden anlaşılır, çünkü Allahü teâlâ (bir önceki ayette) "Ne göklerde ne de yerde hiçbirşey Allah'ı âciz bırakamaz" buyurmuştur. Bu, buradaki zamirin râcî olabileceği en uygun ifadedir. Sonrasından anlaşılır, çünkü Cenâb-ı Hak, bu zamirden sonra, "hiçbir canlı" buyurmuştur. Canlı ise yerin üstünde olur. Buna göre eğer, "Yeryüzünün üstünde olan canlılar için, nasıl "yeryüzü" ve "yerin üstü" ifadeleri kullanılmıştır. Çünkü "yüzü" ifadesi "üstü" (sırtı) ifadesinin karşıtıdır ve birbirine zıt gibidirler? denilirse, biz deriz ki: Yerin, yükleri taşıyan bir hayvan gibi ve yüklerin de onun adeta sırtında olmasından ötürü, "yerin üstünde (sırtında) ifadesini; yine yerin, mahlûkat ile yüz yüze olması sebebiyle de, "yeryüzü" ifadesini kutlanırız. Çünkü zahr (dış), batn (iç)'in mukabilidir. O halde, zahr ve zahir, bir babdan (kökten), batn ve bâtın da yine bir babtandır. Çünkü yerin yüzü görünen kısım olduğu için, aynı zamanda zahr (dış- görünen kısım)'dır. Yerin görünmeyen kısmı ise, batın ve batn (iç ve karın)'dır.

Verilen Vâde

Ayetteki, "Fakat O, bunları belli bir müddete kadar erteler" ifadesi hakkında şu izahlar yapılmıştır:

a) Kıyamete kadar... Çünkü Kıyamet, Kur'ân'ın pek çok ayetinde bu şekilde ifade edilmiştir.

b) Biraz önce de geçtiği gibi, bu erteleme, insanlar içinde iman edecek kimse kalmayıncaya kadardır.

c) Her ümmetin bir eceli, her ecelin bir kitabı (yazgısı) vardır. Ümmet-i Muhammed'in eceli ise, Bedir ve benzeri günlerde olduğu gibi, öldürme ve esir alma günleridir.

Dördüncü Mesele

Ayetteki "Nihayet vakitleri gelince, şüphesiz Allah kullarını hakkıyla görür" ifadesi, mü'minleri teselli etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "...Yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Sadece zâlim olanlarınıza isabet etmeyip (hepinizi içine alacak olan) fitneden korkun "(Enfal, 25) buyurunca, bunun peşisıra, o helak geldiğinde, Allah ya onları kurtarmak, yahut da canlarını alarak azabetmek için değil de, kendisine yaklaştırarak mü'min kullarını hakkıyla görendir, onları gözetendir" buyurmuştur.

"Sen Allah'ın, sadece zulüm sebebiyle hemen muaheze etmeyip, ancak insanlar dalâlette ittifak etmeleri halinde, onları muaheze edeceğini söylemiştin" de denilmesin. Çünkü biz diyoruz ki: Allahü teâlâ, bir milleti imha ederken, onların içindeki mü'minleri de ihlâk eder. Nasıl böyle olmasın? Çünkü öldürme ve yoketme işi, eğer azab için olmuş ise, bu günahlar sebebiyle olan bir muaheze ve yoketmedir. Yok eğer bu, mükâfaat vermek için olmuşsa, bir yoketme ve muaheze sayılmaz. Çünkü Allah insanları, ancak küfür (inkâr) genelleştiğinde toplu olarak muaheze ve imha eder. "Basîr" (görür) ifadesi, teselli etme bakımından, atîm (bilir) gibi kelimelerden daha ileri ve kuvvetlidir. Çünkü kendisine bakanı gören kimse, onu görmeden durumunu bilenden daha iyi kurtarıcıdır. Allah en iyi bilendir. Salât ve selâm efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)e, ailesine, bütün ashabına olsun.

0 ﴿