YASİN SURESİSeksenüç âyet olup Mekki'dır. 1Âyetin tefsiri için bak:2 2"Yâ, Sîn. Kur'ân-ı Hakim'e yemin olsun ki...". (Bazı sûrelerin başında yer alan bu şekildeki), hecâ harfleri hakkında, Ankebût Sûresinin başında, birtakım külli (genel) hususları ele almış ve Allahü teâlâ'nın, bu harflerle başladığı her sûrenin evvelinde, zikir, kitap ve Kur'ân gibi konuların yer aldığını söylemiştik. Şimdi burada da bazı diğer hususlardan bahsedeceğiz: Birinci Bahis: Bazı sûrelerin basında bu harflerin bulunmasında, bu harflerin hikmetten (manadan) uzak ve halî olmadıklarını gösteren bazı şeyler vardır. Fakat insanın İlmi, bunları tam olarak kavrayamıyor. Binâenaleyh diyoruz ki: Bunlarda bulunan genel mana ve hikmet nedir? Bunlardaki hikmeti anlatan şeyi izah şöyledir: Allahü teâlâ, hecâ harflerinin yananı, yani ondört harfi bu şekilde zikretmiştir. Harflerin tamamı ise, eğer hemzenin, harekeli bir elif olduğunu nazar-ı itibara alırsak, yirmisekizdir. Arap dilindeki harflerin tamamı bundan ibarettir. Cenâb-ı Allah, bu harfleri üç kısma ayırmıştır. Birinci kısım, eliften zal'a kadar olan 9 harftir. İkinci kısım da, elifbâ'nın, son dokuz harfini teşkil eden fa'dan ya'ya kadar olan dokuz harftir. Üçüncü kısım ise, bu ikisinin ortasında yer alan, râ'dan gayn'a kadar olan on harftir. Allahü teâlâ, birinci kısımdan iki harfi, yani elif ile hâ'yı, sûre başlarındaki hurûf-u hecâ'dan olarak getirmiş, bu kısımdan geriye ise, sadece fâ ile vâv harflerini almamış, geriye kalan yedisini zikretmiştir. Birinci kısımda, "hurûf-u halk" (boğaz harfleri)nden sadece, hî'yı zikretmemiştir. Son kısımda da, şefevî (dudaktan çıkan) harflerden sadece mîm'i zikretmiştir. Orta kısımdaki on harften ise, bir harf zikretmiş, bir harf bırakmış, meselâ, râ'yı zikretmiş, ze'yi bırakmış; sin'i zikretmiş, şın'î bırakmış; sâd'ı zikretmiş, dâd'ı bırakmış; tı'yı zikretmiş zî'yi bırakmış ve ayn'ı zikretmiş, gayn'ı bırakmıştır. Bütün bunlar tesadüfi olmayıp bir maksada yöneten bir sıradır. Öyle ise bütün bunlar, bir hikmetten ötürü yapılmıştır. Bu hikmetin bizzat kendisinin bizce bilinmediği açıktır. Farzet ki birisi bu hususta birşey iddia etse, bu kimse, bazı sûrelerin, meselâ nün, kâf ve sâ'd gibi iki harfle; bazılarının, "elif, lâm, mîm", "elif, lâm, râ" gibi üç harfle; bazılarının, "Elif, lâm, mîm, râ", "elif. lâm, mîm, sâd" gibi dört harfle; bazılarının da, "hâ, mîm, ayn, sîn, kâf", "kâf, hâ, yâ, ayn, sâd" gibi beş harfle başlamaları hususunda ne diyebilir? Farzedelim ki birisi, "Bütün bunlar, sözün (kelimenin) ya harf, ya fiil yahut da isim olduğuna işarettir. Çünkü harflerden (edatlardan) genel olarak, atıf vâv'ı, tâkibiyye fâ'sı, istifham hemzesi, teşbih kâfi, ilsâh bâ'sı gibi, tek harf üzere olanlar vardır. Kimileri de, "teb'iz" için olan,muhayyerlik ifade eden,araya giren ve istifham manası taşıyan,şart için olan gibi, iki harf üzere olurlar. İsim, fiil ve harf de, mesela harfte ve gibi isimde, ve fiilde de, gibi, üç harf üzere gelenler vardır. İsim ve fiil, dört harf üzere de olurlar. Özellikle isim, "turp"; "defter-kayıt" ve gibi, üç dört ve beş harf üzere gelir. Kur'ân'da bulunan bu hurûf-u mukatta'alar, bu harflerden meydana gelen, Arapça terkiblerin (kelimelerin) bu kalıplarda geldiklerine bir işarettir. Fakat bunu söyleyen kimse, sûrelerin bazısına bir harfin, bazısının başına da birden fazla harfin getirilmesine ne diyecektir? Dolayısıyla bu husustaki tam sırrı, ancak Allahü teâlâ ve O'nun bunları öğrettiği kimseler bilebilir. Bunu iyice kavradığına göre şimdi diyoruz ki: Bil ki, ibadetlerin bir kısmı kalb ile, bir kısmı dil ile, bir kısmı da diğer uzuvlarla yapılır: Bunların her biri de İki kısma ayrılır. Bir kısmı, manası, hakikati ve hikmeti anlaşılabilen, bir kısmı ise anlaşılmayandır. Kalbî olarak yapılan ibadetler, şekkten ve cehaletten uzak olmalarına rağmen, içlerinde delili aklen bilinmeyen (anlaşılmayan) vardır. Bunlara, ancak naklen imân vâcib olur. Mesela kıldan ince, kılıçtan keskin sırat köprüsüne inanmak gibi... Mü'min ve yakîn sahibi kimseler, bu köprüden, bir şimşeğin çakışı gibi hızla geçerler. Yine görünürde ağırlıkları olmayan amellerin tartıldığı ilahî mîzan (terazi), cennet ile cehennemin nasıl oldukları gibi... Bütün bunların var oldukları, aklî delille bilinmez. Bunların aklen bilinen tarafı, mümkün oluşlarıdır. Bilfiil gerçekleşecekleri hususu ise, naklî delillerle kesin olarak bilinir. Kalbî ibadetlerin (inançların) bir kısmının ise delilleri aklen bilinir. Meselâ, Allah'ın birliği, peygamberlik müessesesi, Allah'ın kudreti ve peygamberlerin doğruluğu gibi... Bedenî ibadetlerden de, manası, hakikati ve hikmeti anlaşılanlar olduğu gibi, anlaşılmayanlar da vardır. Meselâ, "nisab" miktarları ve namazın rekâtlarının sayısı gibi hususlar, anlaşılamayanlardandır. Bu husustaki hikmetten bahsetmiştik. Bunun hikmeti şudur: Kul, emrolunduğu şeyi, hikmetini bilmediği halde yerine getirdiğinde, o onu sırf ibadet maksadıyla (niyetiyle) yapmış olur. Fakat fayda ve hikmetini bildiği şeyler böyle değildir. Çünkü o, çoğu kez faydasını bildiği o şeyi, faydasından ötürü yapar. Bu tıpkı, bir efendinin kölesine, kölesi ondaki faydayı anlamaksızın, "Şu taşı şuradan götür" deyip, onun da onu oradan götürmesi gibidir. Fakat efendi kölesine, "Şu taşı şuradan kaldır. Çünkü altında, senin için bir hazine var" dese, köle buna inanmasa bile, onu oradan kaldırır. Bu anlaşıldığına göre, dil ile yapılan ibadetlerde de, durum aynıdır. Yine bunlardan da bir kısmının mana ve hikmeti bilinmez. Kul, onu diliyle yerine getirdiğinde, bundan kulun sırf, emirler veren, yasaklar koyan ma'bûdunun emrine boyun eğme maksadını taşıdığından başka mana anlaşılmaz. Binâenaleyh kul, dediğinde, bundan, ya o kulun, manalarını anlamadan bunları söylediği, yahut da manalarını anladığı için, emrolunduğu şeyi yerine getirmek maksadıyla bunları telaffuz ettiği anlaşılır İkinci Bahis: "Yâsîn" ifadesiyle ilgili olarak şunlar ileri sürülmüştür: 1) Bu bir nida olup, "Ey insan" demektir. Bunu şöyle izah ederiz: "İnsan" kelimesinin, ism-i tasğîri, şeklindedir. Buna göre sanki bu ism-i tasgirin başı hazfedilmiş, sonu alınarak, "Ey üneysîn" manasında, "Yâsin" denilmiştir. Buna göre, bu hitabın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapılmış olması ihtimal dahilindedir. Bunun delili bundan sonraki "Sen, hiç şüphesiz peygamberlerdensin"ifadesidir. Üçüncü Bahis: "Yâsîn", ya mahzüf bir mübtedânın haberi olarak merfûdur. Bu mübtedâ da, "Bu" kelimesidir. Buna göre Allahü teâlâ sanki, münâdâ olarak, yahut da gibi mebnî olarak, mazmûmdur. "Yâsîn" lafzı, "Yâsîn'i oku" takdirinde, (mef'ûl olarak) mansubtur, yahut da ve gibi meftuhtur. Yine bu kelime, "Cayıl" kelimesi gibi, yâ'nın sükûnu ve makablinin meksûr oluşundan ötürü, kesre ile okunmuştur. Yasîn'in mecrûr olduğu söylenemez. Çünkü (burada) bir harf-i cerrin takdiri oaiz değildir ve burada açıkça görülen bir kasem harfi de yoktur. Cenâb-ı Hak, "Kur'ân 'ı Hakîm'e yemin olsun ki..." demiştir ki bu, ya "rızâ" sahibi manasındaki ifadesi gibi, "hikmetli kılınmış Kur'ân" manasınadır, yahut da "hikmeti konuşan Kur'ân" manasınadır. Buna göre Kur'ân, tıpkı konuşan bir cantı gibi kabul edilmiş olur. 3Âyetin tefsiri için bak:4 4"Sen hiç şüphesiz, gönderilen (peygamber)lerdensin, dosdoğru bir yol üzeresin" Bu, hakkında "Kur'ân-ı Hakîm'e yemin olsun ki" diye yemin edilen husustur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır: Kâfirler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir peygamber olduğunu inkâr ettiler. Halbuki isbat edilmeye çalışılan şey, yemin ile değil, delil ile sabit olur. Öyle ise, burada böyle yemin edişin hikmeti nedir? Cevap: Diyoruz ki, bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) Araplar, yalan yere yemin etmekten çekinirler ve "Yalan yere yemin etmek, dünyayı harab eder" diyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hususu, "Yalan yemin, yurtları ıssız ve boş bırakır" Kenzu'l-Ummal, 16/46 388 diyerek, doğru olduğunu ifade etmiştir. Kâfirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ilahları kabul ettikleri yıldızlardan, bazı kötülükler dokunacağını söylüyorlardı. Bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'ın emrine, kendisine indirdiği Kur'ân'ına ve çeşitli şeylere yemin ediyordu. Başına da hiçbir şer gelmediği gibi, her gün kıymeti artıyor ve karşı çıkılamaz bir hale geliyordu. İşte bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yalancı olmadığına o kâfirlerin inanmalarını gerektirir. 2) Karşılıklı olarak münakaşa edenlerden biri diğerine, delilini iyi kullanarak gâlib gelip, onu susturduğunda, mağlub olan şöyle der: "Sen bunu, mücâdele-münakaşa kabiliyetinle kazandın. Astında kalbinde, sözünün zayıf olduğunu, her nekadar şeklen bir delil getirmiş ve ben de onu çürütmekten aciz olmuş görünüyorsam da, durumun senin dediğin gibi olmadığını biliyorsun" der. Bu, münakaşa eden kimseler arasında çokça görülen bir haldir. Bu durumda galip gelenin başka bir delil getirmesi uygun değildir. Çünkü susturulan, onun getireceği son delil hakkında da, önceden söylediğini yine söyleyecektir. Binâenaleyh bu kimse, sonunda yemin etmekten başka bir çare bulamaz ve "Allah'a yemin ederim ki ben, bile bile haksızlıkta direten birisi değilim, iş benim söylediğim gibidir. Eğer aksinin doğru olduğunu bilseydim, mutlaka ona dönerdim. Bu durumda yemin etmekten başka çare kalmadı" der. İşte Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in durumu da böyledir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), delillerini getirdiği halde, kâfirler, "Bu, ancak sizi saptırmak isteyen bir adamdır"(Sebe, 43) ve "Hak" onlara geldiğinde, "Bu, ancak apaçık bir sihirdir" (Sebe, 43) deyince, deliller artık fayda vermediği için, çare olarak yemin kalmıştır. 3) Bu, sırf bir yemin değildir. Fakat yemin şeklinde gelmiş bir delildir. Çünkü Kur'ân bir mucizedir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin delili ise mucizedir. İşte Kur'ân bu vazifeyi görmektedir. Buna göre eğer, "Öyle ise Cenâb-ı Hak bunu niçin delil şeklinde getirmemiştir? Bu delilin, yemin şeklinde getirilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Delilin yemin şeklinde getirilmesi halinde, bazan bunu duyan, buna aldırmaz, dolayısıyla da kalbi onu kabul etmez. Ama işe yeminle başlayıp, yemin de özellikle büyük zatlardan, ancak çok önemli konularda sâdır olunca, büyük bir işe kulak vermek için, bütün sebepler biraraya gelmiş olur. Yemin edilmesi halinde, bedenler ona kulak kesilir, yeterli delili olduğu için de, kalbler onu içlerine sindirir. Böylece bu iş, hem kulağa, hem kalbe hitab etmiş olur. Münkirler Nezdinde Yeminin Değeri Kur'ân'ın, o kâfirlerce "hâkim" olması, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini kabule bağlıdır. Binâenaleyh onlar, "Bu bir yemin değil" diyebilirler? Cevap: Diyoruz ki: Buna şu iki yönden cevap veririz: a) Kur'ân'ın mucize oluşu, çok açık ve nettir. Eğer onlar bunu inkâra kalkarlarsa, onlara, "Haydi öyle ise, bunun gibi bir sûre getirin, söyleyin" denilir. b) İnsan, başkasının yeminine, yemin eden şahsın, yemin ettiği şeyin ululuğuna inandığı zaman güvenir. Binâenaleyh kâfir eğer, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) adına yemin etse, o kâfirin, haça ve putlara yenin etmesi halinde, tasdik ettiğimiz gibi, tasdik etmeyiz. Yine bu kâfir, hak olan dinimize yemin ettiğinde, bu yeminine, kendi bâtıl dinine yemin edişine güvendiğimiz gibi güvenmeyiz. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabının, Kur'ân'ı ululadıkları, ona saygı duydukları malumdur. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Kur'ân'a yemin etmesi, o kâfirlerin peygambere güvenmelerini gerektiren bir husus olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın "Dosdoğru bir yol üzeresin" ifadesi, haberden sonra gelen ikinci haberdir, yani "Sen dosdoğru bir yol üzeresin" demektir. "Müstakim", maksada (gayeye, hedefe) ulaştıran en kısa yol demektir. Din de böyledir. Çünkü din, Allah'a yönelip, başkasından yüz çevirmek demektir. Zaten maksad da Allah'dır. Maksada yönelen ise, ondan yüzçevirip kaçandan, O'na daha yakındır. Hiç kimse, Allahü teâlâ'nın, "O peygamberlerden olarak sen, dosdoğru bir yol üzeresin" ifadesinden Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i o peygamberlerden ayırdığı manasını çıkaramaz. Çünkü bu ifade, "İnsanlardan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) seçilmiştir" cümlesi gibidir. Binâenaleyh bundan bu mana çıkmaz, çünkü bütün peygamberler, dosdoğru yol üzeredirler. Bu ifadenin maksadı, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, diğer peygamberlerin de üzerinde bulundukları o dosdoğru yolda oluşunu anlatmaktır. Ayetteki bu ifadede, mükelleflerin, hakka ulaşması halinde, üzerlerinde bir mükellefiyet ve zorluğun katmayacağını söyleyen "İbahiyye"nin inancının yanlışlığını ortaya koyan bir İncelik var: Çünkü Allahü teâlâ, peygamberlerin, dünyada oldukları sürece hak yolda olup, onun üzerinde gittiklerini, hidayeti bulduklarını ve dosdoğru yolu takib ettiklerini beyan etmiştir. Ya bu âciz ve câhil insan (kul) niçin böyle olmasın? 5Âyetin tefsiri için bak:6 6"(Bu Kur'ân), azîz ve rahîm Allah'ın indirdiği bir kitaptır. (Bunun sebebi de), yakın ataları azab ile korkutulmamış, bu yüzden gaflet içinde kalmış bir toplumu korkutma, ikâz etmendir" Bu ifade, geçen ayetteki "Kur'an"dan bedel olarak cer ile, şeklinde de okunmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Kur'ân-ı Hakîm'e, yani Azîz ve Rahîm Allah'ın indirdiği bu kitaba yemin olsun ki, sen peygamberlerdensin ve bu kitap sana, inzâr edesin diye indirilmiştir" demek istemiştir. Yine bu kelime, nasb ile (......) şeklinde de okunmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Bu, fiil zihnen takdir edilen, mef'ûl-ü mutlaktır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Kur'ân'a, Azîz ve Rahîm'in tenzili (indirmesi) olarak indi" demiştir. Binâenaleyh takdir, "Allah", Kur'ân, yahut kitab-ı hakîm'i indirdi" şeklindedir. b) Bu, niyette gözetilen bir fiilin mef'ûlüdür. Buna göre sanki, "Hakîm olan Kur'ân'a yemin ederim, Azîz ve Rahîm'in indirmesi (tenzili olan kitabı kastediyorum), ki sen peygamberlerdensin ve bu kitap, inzâr etmen için indirilmiştir" denilmiştir. Bu, Zemahşerî'nin tercih ettiği izahtır. Bu ifade, menvî (zihinde takdir edilen) bir mübtedanın haberi olmak üzere de merfu okunmuştur. Buna göre sanki, "Bu, inzâr etmen için, Azîz ve Rahîm Allah'ın indirdiği kitabtır" denilmiştir. Bu kıraate göre, bir başka takdir de, "tenzil" kelimesinin mübteda, "inzar etmen içindir" ifadesinin de bunun haberi olmasıdır. Buna göre sanki, "Azîz ve Rahim'in indirmesi (tenzili), inzâr etmen içindir" denilmektedir. Ayetteki, "Azîz ve Rahîm" ifadesi şuna işarettir. Melik (padişah), bir elçi (resul) gönderdiğinde, kendilerine elçi gönderilenler ya gönderilene karşı çıkıp, ona hainlik ederler. Bu durumda da, o melîk onlardan, eğer azîz İse intikam alır. Yahut da onlar, bu elçiden çekinip, ona ikıamda, itaatta bulunurlar. Bu durumda da, melik eğer rahîm ise, onlara acır. Yahut şöyle de diyebiliriz: Elçi olarak gönderilenin elinde, bazı şeyleri yasaklama, bazı şeyleri ise serbest etme yetkisi vardır. Binâenaleyh yasaklama işi, azîz (kudretli) oluşla ilgilidir, serbest etme, mubah kılma işi ise, rahmetle ilgilidir. Cenâb-ı Allah "Yakın ataları azabla korkutulmamış, bu yüzden gaflet içinde kalmış bir kavmi uyarman için..." buyurmuştur. Bunun tefsiri Secde Sûresi (3. ayette) geçmişti. Bu ayetteki mi ile, müsbet mananın da kastedilmiş olabileceği söylenmiştir. Bu da şu iki şekilde olur: a) Bu, "Sen, babaları inzâr edildiği gibi, o kavmi de inzâr edesin diye..." manasınadır. Bu durumda mâ, masdariyye olur. b) Bu mâ, ism-i mevsul de olabilir. Buna göre mana, "Babaları inzâr edilen bir kavmi inzâr edesin diye... Çünkü onlar gafildiler" şeklinde olur. Bu edatın, mâ-i nafiye (olumsuzluk mâ'sı) olduğunu söylememiz halinde, bunun tefsiri açıktır. Çünkü babalan korkutulmayan bu kimseler, inzârdan sonra yine gafil olabilirler. Buradaki mâ'nın, müsbet manada olduğunu söylememiz halinde de, cümlenin manası açıktır. O zaman bunun manası, "Onların babalarının inzâr edilişi gibi, onları inzâr et. Çünkü onlar gafildirler" şeklinde olur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var: Bu iki izahtan birisi, babalarının inzâr edilmemiş olduğu neticesini, diğeri ise inzâr edildikleri neticesini verip, ikisi arasında bir tezad olunca, daha nasıl bu şekilde iki mana anlaşılabilir? Buna karşı diyoruz ki: Ayetteki ma'nın, nâfiye olduğunu söylememiz halinde, manası, "Babalan korkutulmamış olan" şeklinde olur. Halbuki onların atalarının inzâr edilmeleri, atalarından önce geçenlerin inzâr edilmiş olmalarına, sonraki atalarının ise inzâr edilmemiş olmalarına ters değildir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Yakın ataları azabla korkutulmamış bir kavmi korkutman, inzâr etmen için..." ifadesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, yahudileri inzâr etmekle emredilmemiş olmasını gerektirir. Çünkü, onların ataları inzâr edilmişlerdi. Ne dersin? Biz diyoruz ki: Durum böyle değildir. Bu, bizim, buradaki mâ'nın olumsuzluk değil de, müsbet bir mâna ifade eden "mâ" olduğunu söylememize göre, açık bir husustur. Ve yine bu, bizim buradaki "mâ"nın, olumsuzluk mâ'sı olduğunu söylememiz halinde de böyledir. Ki biz bu hususu, Secde Sûresi 3. ayetin tefsirinde izah etmiş ve şöyle demiştik: Bundan maksat, onların atalarının, sapıtmalarından ve önceki peygamberlerden sonra uyarılmış olmalarıdır. Çünkü Allah, bir elçi göndereceği zaman, kendisine bu elçiyi göndereceği o kavim içinde, (önceki) o peygamberin dinini açıklayan ve o dini emreden bir kimse bulunduğu müddetçe, genelde o peygamberi göndermez. Ama, onların içinde, böyle bir açıklamada bulunan kimse kalmaz, hepsi sapıtır, aradaki zaman uzar, küfür de yayılırsa; ya, önceki peygamberin dinini aynen anlatmak için veyahut da başka bir şeriat vaz etmek için başka bir peygamber gönderir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun anlamı, "Önceki peygamberin yolundan saptıktan sonra inzâr edilmeyen bir kavmi uyarman için" şeklinde olur. Ki, yahudî ve hristiyanlar, bu ifadenin içine böylece girerler. Çünkü bunlar, sapıttıktan sonra, yakın ataları korkutulmamış olan kimselerdir. Binâenaleyh, işte ayetin bu ifadesi de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bütün insanlığa hak peygamber olarak gönderildiğinin bir delilidir. Ayetteki "Bu yüzden gaflet içinde kalmış" ifadesi, peygamber gönderme hususunun, kendilerine peygamber gönderilenlerin gaflet halinde olmaları halinde tahakkuk edeceğinin bir delilidir. Bu da, ya, onlardan kendilerine o şeriatı tebliğ eden kimsenin bulunması ve o kavmin de bu kimselere muhalefet etmesi, böylece de, onlara helak olmanın vacib olması sebebiyle, onların Allah'ın indirdiği şey hakkında bilgileri olmuş olur; dolayısıyla da bu helak, Allah'ın onlara peygamber göndermeden önce yapmış olduğu bir azâb olmuş olmaz. Yine, peygamber göndermeksizin, peygamberlerin açıklamalarına ihtiyaç duyulmayan hususlara muhalefet eden kimselerin, helak olunmayı hak etmeleri de böyledir. Bizim bu söylediğimiz, Mu'tezile'nin "Bir şeyin güzelliği ve çirkinliği aklen bilinir" şeklindeki görüşleri gibi değildir. Tam aksine demek istediğimiz, Allahü teâlâ'nın, bir kavmin içinde, birtakım şeylerin vacib olduğuna dair bilgi yaratıp, onların da o hususları terketmeleri halinde, onların bundan gafil olmamaları; onlara azâb etmenin de, onlara peygamber göndermeye dayandırılmamasıdır. 7"Andolsun ki, bunların çoğunun üzerine, o söz hak olmuştur. Artık bunlar, iman etmezler" Cenâb-ı Hak, peygamber göndermenin ya da kitap İndirmenin "inzar" için olduğunu beyan edince, hidâyete ermeyi gerektiren hidâyetin, peygambere ait olmadığına; ona düşenin "uyarma" olduğuna; buna rağmen uyarılanların pekçoğunun iman etmeyeceğine bir işarette bulunmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki, o söz hak olmuştur" ifadesiyle ilgili olarak bir takım izahlar yapılmıştır: a) Meşhur olan görüşe göre, buradaki "söz" ile kastedilen, Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun, cehennemi senden ve onların içinden sana tâbi olanların hepsi ile dolduracağım" (sad. 85) ayetidir. b) Bu, "Benim ilmimde, falanın iman edeceği, falancanın da iman etmeyeceğine dair bilgi vardır. Dolayısıyla ben, bazıları hakkında "iman etmeyecek", bazıları hakkında da, "iman edecek" dedim. Dolayısıyla, böylece söz hak oldu. Yani, bu tahakkuk etti ve başkasıyla değiştirilmeyecek bir biçimde artık sübût buldu" manasındadır. c) Bundan maksad, "Allah'ın, ifâdesini peygamberlerin lisanında bulan ve delili de açık olan tevhîd, vb. şeyler gibi sözler hak oldu. Ama buna rağmen, onların ekserisi iman etmezler. Çünkü, delili dinlemek isteyen kimseye zaman verilmiştir; o husustaki delil ve burhan zuhur ettiğinde, onun iman etmesi beklenir. O şey tahakkuk edip, bazılarının iman etmesiyle de güçlenip kuvvetlenip, buna rağmen onların ekserisi iman etmeyince, o ekseriyetin iman etmelerini umma zamanı geçtiği için, böylece artık iman etmeyecekleri hususu ortaya çıkmış olur. Bir de, onlar, "söz" hak olduğunda iman etmeyip eski hallerini sürdürdüklerinde, eğer onlar burhandan daha açık bir şeyi istiyorlarsa, -ki bu, ayan beyan görmedir-; halbuki, ayan beyan görme halindeki ikrar ise imânı ifade etmez" demektir. Buna göre, ayetteki, "Bunların çoğunun üzerine" ifadesinin anlamı, "Kendisine davet ve burhanların ulaşmadığı kimseler azdır. Binâenaleyh, kendisinden iman sudur etmeyen kimselerin çoğuna bu söz hak oldu" şeklinde olur. Bu mana, birinci ve ikinci izaha göre de açıktır. Çünkü, kâfirlerin ekserisi, iman etmeksizin küfürleri üzere ölmüşlerdir. Bu hususta yapılabilecek bir dördüncü izah da "Onların ekseri üzerine, dünya azabı hak oldu. Çünkü onlar iman etmeyecekler" denilmesidir ki, bu mana da birinci İzaha yakın bir manadır. 8"Biz onların boyunlarına öyle bukağılar geçirdik ki, bunlar, çenelerine kadar dayandı. Şimdi onlar, kafaları ve burunlan yukarı kaldırılmış haldedirler" Cenâb-ı Hak, onların iman etmeyeceklerini beyân buyurunca, bu işin kendisinden olduğunu beyan ederek, "Çünkü, biz onların boyunlarına öyle bukağılar geçirdik" buyurmuştur. Bu hususta da şu izahlar yapılabilir: a) Bundan murad,"Biz onları, eli sıkılar, Allah yolunda infakda bulunmayanlar kıldık" demek olup, bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Elini boynunu bağlama"M.29) ayeti gibidir. b) Bu ayet, Ebu Cehil ile Manzum kabilesine mensub iki arkadaşı hakkında nazil olmuştur. Çünkü Ebu Cehil, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in başını kıracağına dair yemin etmişti. Derken onu, secde ederken buldu. Eline bir kaya parçası alarak, onun başına bırakmak için o taşı kaldırdı, ama o taş, Ebu Cehil'in eline, eli de boynuna, omuzuna yapışıverdi. c) Bu görüş, diğerlerinden daha kuvvetli olup, önceki ifadelerle daha fazla münasebet arzetmektedir. Buna göre ayetin bu ifâdesi, Allah'ın, bu kimseleri, hidâyete ermekten men etmesinden bir kinayedir. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır: Peki bu ifâdenin, ilk İki izah açısından önceki ayetlerle bir münasebeti var mıdır? Cevap: Biz diyoruz ki, birinci izahın böyle bir münasebeti vardır ve bu şöyledir: "Artık bunlar, iman etmezler"(Yasin, 7) ifadesinin içine, onların namaz kılmayacakları hususu girebilir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah imanınızı zayi edici değildir" (Bakara, 43) buyurmuştur. Bazı müfessirlere göre, buradaki "İman" sözü ile, "namaz" manası kastedilmiştir. Zekâtın, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, namazla münasebeti vardır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, (bu iki ayet birlikte mütalaa edildiğinde), onlar namaz kılmaz, zekât vermezler" demek istemiştir. İkinci izaha göre de, sezilmeyen şöyle bir münasebet söz konusudur. Cenâb-Hak, "Andolsun ki, bunların çoğunun üzerine o söz hak olmuştur" buyurup, biz de, bundan kastedilen mananın, "burhan" "açık delil" olduğunu beyân edince, bundan sonra Cenâb-ı Hak, "Hayır, hayır, onlar, elinin boynuna yapışıp, taşı da peygamberin boynuna atamaması, son derece kesin ve açık olan bir şeyi görüp müşahede ettiler -ki bu, aslında kişiyi, İman etmeye sevkedecek olan bir hadisedir-, ama onlar buna rağmen iman etmediler. İşte onların, hiçbir zaman iman etmeyecekleri de, böylece anlaşılmış oldu" buyurmuştur. Fakat bu hususta esas tefsir ve açıklama, üçüncü açıklamadır. Ayetteki zamiri, neye racidir? Cevap: Bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Bu zamir, "eller"e racidir. "Eller" ifadesi, her ne kadar ayette yer almamış ise de, ancak ne var ki, malûm ve bilinmektedirler. Çünkü, bağlanmış olan şey, o kimselerin iki eli olup, bu iki eli de bir bukağı ile boynuna raptedilmiştir. b) Zemahşerî'nin tercih ettiği görüşe göreyse, zamir, ayetteki "bukağılar" kelimesine raci olup, ayetin manası, "Biz, onların boyunlarına, çenelere kadar varıp dayanan ve böylece de boynuna bunların takıldığı kimsenin kendileri sebebiyle başını eğme imkânı bulamadığı, kalın ve ağır bukağılar ve tasmalar takdık" şeklinde olur. Boyunda bukağıların olması hâdisesinden, onların iman etmeyecekleri hususu nasıl anlaşılabilir? Ki böylece bu boyunlarına bukağıların takılması, iman etmemeden bir kinaye olabilsin?! (Bu mümkün mü?) Cevap: Biz diyoruz ki: Boynuna, çenesine kadar varan bukağılar takılmış ve böylece de başı dimdik yukarda kalıvermiş kimseler, ayağının önündeki yolu iyi göremez. Cenâb-ı Hak, bu ifadenin akabinden de, bu kimsenin hem önünde hem de arkasında setler bulunduğunu beyan buyurmuştur. Binâenaleyh, bu demektir ki bu kimse, o yola girmeye ve onu görmeye muktedir olamaz. Yine Allahü teâlâ biraz önce, peygamber olarak gönderilen şahsın, dosdoğru bir yol üzere bulunduğunu belirtmiştir. Binâenaleyh, peygamberin, kendisini aklî olan bu dosdoğru yola hidayet edip çağırdığı bu kimse, tıpkı maddî yolu görmekten alıkonulan "mağlub", yani boynuna bukağılar takılmış olan kimse gibi, âdeta engellenilmiş gibi olur. Şöyle bir izah da yapılabilir: "Boyunlarda bukağılar bulunması", o kişinin inkiyâd ve itaat etmemesi anlamındadır. Çürkü itaat eden kimse hakkında, "Onun başını eğdiği ve emre boyun büküp uyduğu" söylenilir. Halbuki boynunda, çenelere kadar varıp dayanan tasmalar bulunan kimse ise, başını eğmez ve o başını, tasdik edip hakka boyun eğen kimse gibi hareket ettiremez. Bunun böyle olduğunu "Şimdi onlar, kafaları ve burunları, yukarı kaldırılmış haldedirler" kelimesi de doğrular. Çünkü, "mukmeh" kelimesi, tıpkı bir şey hususunda direnip başını diken kimse gibi, başını diken kimsedir. Çünkü, başını dikip, böylece de su içmeyen veya başını su içmek için eğmeyen deve hakkında, pul denilir. İman da, kendisiyle hayatiyetinin sağlandığı soğuk ve tatlı bir su gibidir. Buna göre Cenâb-ı Hak, "Biz onların boyunlarına öyle bukağılar gerçirdik ki, bunlar, çenelerine kadar dayandı. Şimdi onlar, kafaları ve burunları yukan kaldırılmış haldedirler" buyurmuştur ki, bu sanki, "Onlar, Allah'ın emirlerine boyun eğmezler" demektir. Buna göre 9"Biz, hem önlerinden bir set, hem arkalarından bir set çektik. Böylece onları salıverdik. Artık göremezler". Ayeti, Cenâb-ı Hakk'ın onları, mağlul (bukağılı) kılışı anlamını tamamlayan bir ifade olmuş olur. Çünkü "Biz, hem önlerinden bir set çektik" cümlesi, onların gerçek yola giremeyeceklerine bir işarettir. Şu halde Cenâb-ı Hak sanki, set bulunduğu için, onlar gerçeği görüp ona boyun eğemezler. Onlar, sana itaat etmezler ki gerçeği görüp ona boyun eğsinler" demek istemiştir. Yakînen İnanmayı doğuran iman, ya önce" peygambere tabi olmakla olur da hakikatler bilahare zuhur eder. Yahut önce gerçekler zuhur eder de onun peşinden peygambere tabi olma gelir. Halbuki bunlar, ilk önce peygambere tabi olmamışlardır. Çünkü bunlar, boyunlarına bukağılar takılmış olan kimselerdir. Dolayısıyla da, ikinci sıradaki, hak olan hususlar, peygamber tarafından onlara açıklanamamıştır. Ve yine, ilk olarak hak da onlar için zuhur etmemiştir. Çünkü onlar, bir seddin içine düşmüşlerdir. Böylece de onlar, ikinci olarak peygambere tabi olamamışlardır. Bu husustaki diğer bir izah da şudur: Engel, ya bizzat kişinin içinde bulunur, yahut da onun dışında bulunur. Halbuki onlar için, iman etmelerine dair iki engelin ikisi de mevcuttur. Çünkü, nefislerinde, yani içlerinde bukağı vardır. Kendileri dışında da set vardır. Binâenaleyh bunlar, kendilerini göremezler ki, böylece de kendilerindeki o ayet ve delilleri görebilsinler! Çünkü Cenâb-ı Hak, "Onlara gerek dış dünyada, gerek kendi varlıklarında, onlara ayetlerimizi göstereceğiz"(Fussilet. 53) buyurmuştur. Zira, "mukmeh" yani, "başını yukarıya diken", kendisini de ellerini de göremez. Bunlar, dış dünyayı (âfâkı) da göremezler. Çünkü, iki set arasında kalan kimse, ufukları göremez; dolayısıyla onlar için, âfâkdaki deliller de görülemez. Yaptığımız bu izaha göre Cenâb-ı Hakk'ın "Biz onların boyunlarına öyle bukağılar geçirdik ki" (Yasin, 8) ifadesiyle, "Biz, hem önlerinden bir set çektik" (Yâsin,9) ifadeleri, onların, hem kendilerindeki, hem de afâktaki ayet ve delilleri görüp anlayamadıklarına bir işarettir. Cenâb-ı Hakk'ın "Biz, hem önlerinden bir set çektik" ifadesinin tefsiri hususunda birkaç mesele vardır: Onların önlerinde bir engelin bulunduğunu belirtmenin faydası açıktır. Çünkü onlar, dünyada iken bir yol tutmuşlardır. Fakat ne var ki onların, dosdoğru bir yola girmeleri uygun olurdu. Önlerinde böyle bir set bulunduğu için, bu dosdoğru yola girememişlerdir. Ama, onların arkalarında da bir engelin bulunduğunu belirtmenin hikmeti nedir? Cevap: Biz diyoruz ki: Buna birkaç yönden cevap verilebilir: 1) İnsan için, fıtrî bir hidâyet bulunur. Kâfir kimse ise, hem bu fıtrî hidayeti, hem de nazarî (tefekküri ve istidlali) hidayeti terketmiştir. O halde bu demektir ki, kâfir bunu anlayamamıştır. Buna göre Cenâb-ı Hak, "Biz, hem önlerinden bir set çektik..." Böylece de onlar, nazarî olan hidâyet yoluna giremezler. "Onların arkalarından da bir set çektik." Böylece de onlar, fıtrî olan ve yaratılıştan getirilen hidayete de müracaat edemezler" demek istemiştir. 2) İnsanın, başlangıcı Allah'tan olduğu gibi, sonu ve akibeti de, O'na dönmek olacaktır. Binâenaleyh bu demektir ki, kâfir kimse, Önünde olan Allah'a varma işini, arkasında bulunan, Allah'ın yaratmasıyla varlık âlemine girme işini göremeyen bir kör olmuştur. 3) Sâtik için bir yola mutlaka sülük etmesi gerekince, onun önünde olan o yol kapandığında, maksadını ve matlûbunu elden kaçırır; fakat o geriye döner, işte, hem arkasındaki hem de önündeki yol kapandığı vakit, onun bulunduğu o yer bir ikâmet yeri değildir; çünkü orası, helak olunan bir yerdir. O halde, "Biz, hem önlerinden bir set, hem arkalarından bir set çektik" cümlesi, onların imha edilmelerine bir işarettir. Ağşeynâ'nın Manası Cenâb-ı Hakk'ın, fâ harfiyle gelmiş olan,"Böylece onları sarıverdik" ifadesi, bürüyüvermenin set çekme ile bir alâkası olmasını ve bürümenin set çekmeye bağlı ve ona mevkuf bulunmasını iktizâ etmektedir. Bu nasıl olur? Biz deriz ki: Bu iki bakımdan böyledir: a) Bunun, birbirine bağlı ve biri diğerinin sebebi olan bazı şeylerin bir beyanı olması... Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demiştir: "Biz onların boyunlarına bukağılar ve tasmalar geçirdik de, kafaları dik ve yukarıda olduğundan dolayı kendilerini göremezler. Hem önlerinden bir set, hem arkalarından bir set çektik de, bu yüzden de âfâkda olan şeyleri müşahede edemezler." O zaman da onların, semâ ile, sağ ve sol yanlarının üzerinde bulunan şeyleri mümkün olabilir ki, işte bütün bunlardan sonra da Cenâb-ı Hak, "Gözleri üzerine perdeler gerdik de, artık asla hiçbir şey göremezler" buyurmuştur. b) Bunun, bu şeddin, gözleri üzerine bir perde olacak denli, onlara çok yakın olduğunun bir beyanı ve açıklaması olması... Çünkü hem önünde hem arkasında, ikisi arasına sıkışıp kalacak denli kendisine yakın ve bitişik iki set, duvar bulunan kimsenin gözleri ve bakışları, seddin üzerine ilişir, ama hiçbir şey göremez. Sedden başkasına gelince, bu, bir perde ve hicaptan ötürüdür; bizzat seddin kendisine gelince, bu da, görülecek olan şeyin, göze cidden yakın olmaması sebebiyledir. Öbür Yönler Niçin Zikredilmedi? Cenâb-ı Hak, önlere ve arkalara çekilen iki setten bahsetti de, sağdan ve soldan bahsetmedi. Bunun hikmeti nedir? Biz deriz ki: Bizim, "Bu, fıtrî hidayet ile nazarî (istidlali) hidâyete bir işarettir" sözümüze gelince, bu gayet açıktır. Bunun dışındaki açıklamalara gelince, bu hususta da deriz ki: Zikredilen şeyler ile, umumî bir mana ve (onların) müstakim olan yol ve gidişatlara tabi olmaktan (kendilerini) alıkoydukları anlaşılmıştır. Zira onlar, sağ ya da sol cihetlerine yönelmeyi amaçladıklarında, o zaman, bir şeye yönelmiş, ama bir şeyden de yüz çevirmiş olurlar. Yönelişlerinin kendisine olduğu şey de, Önlerinde olan şey olmuş olur. Bundan ötürü Cenâb-ı Hak oraya da bir set çeker, bu da onu oraya sülük etmekten alıkor. Binâenaleyh, kâfir olan kimse her nereye yönelirse yönelsin, Allah onun önüne bir set çeker. Zikrettiğimizden daha güzel olan bir başka izah da şudur: Biz, set çekmenin, onları kuşatmanın bir sebebi olduğunu beyan edince, o zaman o set(ler) o kâfire yapışmış, o kâfir de, bu setlere yapışmış olur da, artık ne sağa ne de sola kımıldayamaz. Bu sebeple de artık, sağa ve sola ayrıca setler çekmeye gerek kalmaz. Cenâb-ı Hakk'ın, "Böylece onları salıverdik. Artık görmezler" ifadesi, zikrettiğimiz şeye muhtemel olabilir. Yani, "Onlar hiçbir şey göremezler" demektir. Bundan muradın şu olması da muhtemeldir: "Kâfir, mâni olunmuş ve engellenmiştir. Hakkın yolu da, (artık) ona kapatılmıştır. O, ne şeddi görür, ne de engellenmiş olduğunu. Bu yüzden de kendisinin, hak yol üzerinde olup, sapıtmadığını zanneder." Daha sonra Cenâb-ı Hak, aşağıda gelen ifadesiyle, onlara yaptığı bukağılar, setler, bürüme ve kör etmeler sebebiyle, yapılacak uyarının onlara fayda vermeyeceğini beyân eder ve buyurur ki: 10"Onları ha korkutmuşsun, ha korkutmamışsın, onlarca birdir, iman etmezler" Yani, "Onların imanına nisbetle, onları uyarman ya da uyarmaman birdir. Çünkü her durumda da, onlarda imân meydana gelmez" demektir. İmdi, "Uyarma ile uyarmama bir olunca, daha uyarmanın anlamı nedir?" denilirse, deriz ki: Biz buna başka yerde cevap vermiş ve Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlara birdir" dediğini, ama, "Sana birdir, değişmez" demediğini söylemiştik. O halde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e nisbetle uyarma işi, uyarmamak gibi değildir. Çünkü bunlardan birisi, (yani uyarma işi), onu sorumluluktan kurtarırken, aynı zamanda hem dünyevî üstünlüğünün artmasına sebep olur, hem de uhrevî saadetinin. Onlara nisbetle bunun eşit olmasına gelince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in uyarması, onu üzerinde bulunduğu sorumluluktan kurtarırken, ahiret yurdunda onlar hakkında helak yazılmış olduğundan, her ne kadar kâfirler bundan yararlanmasalar da, inzâr ve uyandan dolayı sevaba ve mükâfaata nail olur. Cenâb-ı Hak daha sonra şöyle buyurmuştur: 11"Sen ancak o zikre uyan ve Rahmân'a gâibâne büyük saygı gösteren kimseleri inzâr edeceksin. İşte sen onu, hem mağfiretle, hem de çok şerefli bir mükâfaatla müjdele" Ayetin öncekilerle tertib ve münasebeti açıktır. Tefsirle alâkalı bazı meseleler vardır: Cenâb-ı Hak daha önce "uyarman için" buyurmuştu. Bu, açıkladığımız üzere, umumî olan bir inzân gerektirir. Burada ise, "Sen ancak (...) inzâr edeceksin" buyurmuştur. Bu da tahsis manası ifade eder. O halde, bu ikisi nasıl uzlaştırılabilir? Biz diyoruz ki: bu birkaç bakımdandır: a) Cenâb-ı Hakk'ın, li-tünzire (Yasin, 6) ifadesi, "Nasıl olursa olsun, birdir; ister faydalı olsun, isterse olmasın" anlamındadır. Buradaki ifadesi ise, "Faydalı ve neticesi olan inzâr, ancak zikre tâbi olup haşyet duyan kimselere nisbetle olur ve meydana gelir" anlamındadır. b) Cenâb-ı Hak, resul göndermenin ve kitap indirmenin uyarma için olduğunu beyan edip, küfür ve inad ehline nisbetle uyarmanın ya da uyarmamanın bir ve mûsavî olduğunu açıklayınca, bu sefer Peygamberine, "Senin inzârın bütün yönlerden faydasız değildir. Binâenaleyh sen, genel biçimde uyar ve inzâr et. Bu umumî ve genel inzârınla sen ancak zikre tâbi olanı uyarıp ikaz edeceksin" demiştir. O sanki şöyle der: "Ey Muhammed! Sen bu inzarınia ancak, hidayetin yolunu gösterirsin. Ama, kimlerin hidayete ereceğini bilemezsin. Binâenaleyh, siyahı da uyar, kızıl tenliyi de. Maksûduna nail olacak olan ise, bu uyarına tâbi olan ve öğütlerinden faydalanandır." c) Bu, bizim şöyle dememizdir: (......) kelimesi, şu manadadır: Yani, "İlk kez (uyarman için). Binaenaleyh sen inzarda bulunup, tebliğ yaptığında, bir kısmı istihza eder, yüz çevirir, büyüklenir ve arkasını dönerse, sen de bundan sonra yüz çevir. Muhakkak ki sen ancak, sana tabi olanları uyarabilirsin" demektir. d) Bu, üçüncüye yakın olup, şu anlamdadır: Sen, usûl bakımından herkesi inzâr edersin. Amma fürû bakımından ise, namaz ve zekâtı terketmiş olan (ama bununla beraber) zikre tâbi olup iman etmiş olan kimseleri inzâr edersin." Cenâb-ı Hakk'ın "O zikre uyan" ifadesi, birkaç manaya muhtemeldir: a) Meşhur olan bu görüşe göre, "Kur'ân'a uyan" anlamındadır. b) "Kur'ân'daki ayetlere tâbi olan" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Zikir sahibi olan Kur'ân'a andolsun (sad, 1) ayeti de buna delâlet eder. Binâenaleyh, Kur'ân'ın bizzat kendisi zikir (öğüt, şan) şeref kılınmamıştır. c) "Delil ve burhana tâbi olan" demektir. Çünkü burhan, bir zikir ve öğüt olup, fıtratı kemâle erdirir. Her halükârda mana "Sen ancak, haşyet duyan bilginleri uyarırsın" şeklinde olur ki bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'dan (hakkıyla) ancak, âlim kulları korkar" (Fatır,28) ve "îman edip de salih ameller işleyenler (yok mu)" ayetleri gibidir. O halde, "zikre uydu" ifadesi, "iman etti" anlamındadır. ifadesi de, "salih ameller işleyen" anlamındadır. Bu izah şekli, Cenâb-ı Hakk'ın, "işte sen onu, hem mağfiretle, hem de çok şerefli bir mükâfaatla müjdele" ifadesiyle de kuvvet kazanır. "ez-Zikr" kelimesinin "Kur'ân" olarak tefsir edilmesi, ez-Zikr" kelimesinin elif-lâm ile marife kılınmış olmasıyla da te'kid olunur. Daha önce, "Hakîm olan Kur'ân'a yemin olsun" (Yasin, 2) ayetinde Kur'ân zikredilmişti. "Çok esirgeyen Rahmân'a saygı gösterin" ifadesinde bir incelik ve letafet vardır ki, bu da şudur: Rahmet, tevekkül ve ümidi doğurur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, kendisi her ne kadar Rahman ve Rahîm olsa da, akıllı kimseye gerekenin, haşyeti elden bırakmaması olduğunu; çünkü, nimetinin rahmeti sebebiyle olduğu bir kimseden, kendisine olan nimetlerini sona erdireceği korkusuyla daha çok korkulması ve haşyet duyulacağını, duyulması gerektiğini söylemiştir. Bu letafeti şöyle tamamlayabiliriz: Allah'ın isimlerinden iki isim vardır ki, bunlar ancak Allah'a mahsustur: Allah ve Rahman. Nitekim Cenâb-ı Hak, "De ki: "İster Allah (diye) duâ edin, isterse Rahman (diye) duâ edin" (İsra, 110) buyurmuştur Hatta bazı imam ve alimler şöyle demiştir: Bunlar, alem olan iki isimdirler. Sen bunu iyice anlayınca, bilesin ki Allah ismi, O'nun heybet ve azametinden haber verir. Rahman ise, O'nun merhamet ve ilahî şefkatinden. Nitekim Cenâb-ı Hak bir yerde "Allah'ı umar" (Ahzab, 21) buyururken, burda da, "Rahmân'a saygı duyar" buyurmuştur. Yani, "O her ne kadar azamet ve celâl sıfatıyla muttasıf ise de, siz O'ndan ümidinizi kesmeyin; ama, o her ne kadar merhamet sahibi ise de, azabından da külliyyen emin olmayın" demektir. Ayet-i kerimedeki tabirine gelince, "Her ne kadar O, görülen ve müşahede edilen derecesine varmamış olsa da, O'ndan delil ile haşyet duyar" anlamındadır. Zira, (varlık) bu dereceye vardığında, O'ndan haşyet duymanın bir anlamı kalmaz. Meşhur olan görüş ise şudur: Gayb, bizden gâib ve gizli olandır ki bu, Kıyametin hallerindendir, Vahdâniyyetin de buna dahil olduğu söylenmiştir. "Onu müjdele" ifadesinde, risaletin iki gayesinden ikincisine bir işaret bulunmaktadır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hem uyarıcı, hem de müjdeleyicidir Allah, daha önce, uyarması için onu resul yaptığını bildirmiş, sonra inzârın ancak zikre tâbi olduğunda faydalı olacağını beyan etmiş, nihayette de, "Tıpkı, uyarıp da faydalandırdığın gibi, şimdi de müjdele" buyurmuştur. "bir mağfiretle" ifâdesi, nekire, yani belirsizdir. Yani, "Onu bütün yönlerden kuşatacak olan geniş bir mağfirette" demektir. Öyle ki, artık onun üzerinde nefsin izlerinden hiçbir şey görülmeyecek, üzerinde de, ruhun, mücellâ nurları zuhur edecektir" demektir. (......) ise, "şeref sahibi olan bir mükâfaatla" anlamındadır. Biz, (......) kelimesi hakkındaki manaları, Cenâb-ı Hakk'ın "Kerîm bir rızik" (Hacc, 50) ve "kerîm bir rızıkla" (Ahzâb, 31) ayetlerinde zikretmiştik. Cenâb-ı Hak daha sonra şöyle buyurmuştur: 12"Hakikat, ölüleri Biz diriltiriz Biz. Önden gönderdikleri şeyleri ve (bıraktıkları) eserleri de biz yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta saymışızdır" Ayetin tertibi hakkında birkaç izah şekli bulunur: a) Allahü teâlâ, mükellefin ancak kendisi sayesinde mü'min ve müslüman olacağı üç asıldan birisi olan risâleti beyân edince, bundan sonra da başka bir aslı zikretmiştir ki, bu da "haşr"dir. b) Cenâb-ı Hak inzarı ve "Onu bir mağfiretle müjdele" ifadesiyle de müjdeyi zikredip, bu da tam olarak dünyada zuhur etmeyince, "Her ne kadar (bunların neticesini) dünyada görmediyse de, bilsin ki, Allah ölüleri diriltir ve uyarılanlar ile müjdelenenlerin hak ettiklerini verir" buyurmuştur. c) Allah, rahman olan Allah'a o gaybde olsa dahi, saygı gösterilmesi gerektiğini zikredince, daha sonra bunu vurgulayan ifadeyi getirmiştir ki, bu da ölülerin diriltilmesidir. Ayetin tefsiriyle alâkalı birkaç mesele vardır: İnna Nahnu Sözü (......) ifadesi, iki manaya muhtemeldir: a) Şu ifadelerde de olduğu gibi, mübtedâ ve haber olabilir. "Ben, Ebu'n-Necm'im ve şiirim de maruftur," Böyle ifadeler, büyük bir şöhret söz konusu olduğunda söylenir. Çünkü, tanınmayan bir kimseye, "kimsin sen?" denilir. O da, "Ben, falancaoğluyum" der, böylece de kendini tanıtır. Ama, tanınan ve meşhur olan bir kimseye, "Kimsin sen?" denildiğinde o, "Ben!" der. Yani, "beni, kendimden daha iyi tanıtacak bir şey yoktur!" der. İste bunun gibi Cenâb-ı Hak da "Muhakkak ki biz, biziz! Kemâl sıfatlarıyla muttasıfız. O halde biz, zâtımızla bilinip tanındığımızda, ölüleri diriltmeye dair güç ve kudretimiz de inkâr olunamayacaktır" buyurmuştur. b) Haberin, nuhyl kelimesi olması... Buna göre sanki "Biz ölüleri dirilteceğiz" buyurmuştur. Nahnu ise, bir te'kîd ifadesi olur. Ama, birincisi daha uygundur. Ayetteki, ifadesinde bile, Cenâb-ı Hakk'ın birliğine işaret vardır. Çünkü ortaklık, o nefsin dışında kalanlarla, (o nefsin) ayırdedilmesini gerektirir. Çünkü meselâ iki kişinin ismi da Zeyd olsa, bu durumda, birisi "Ben Zeyd'im" dese, bu tam bir anlatım olmaz. Çünkü bu sözü duyan, "Hangi Zeyd'sin?" diyebilir. Eğer o, bunun üzerine "Amr'ın oğlu" dese ve orada da, babasının ismi Amr olan başka bir Zeyd daha olsa, bu söz de yeterli olmaz. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, "Biz biziz" dediğinde bu şu manaya gelir "Bize ortak olan bir başkası yoktur ki, biz, "Ben şuyum" diye, kendimizi anlatıp diğerlerinden ayırmış olalım." Bu durumda, burada hem risâlet, hem tevhîd, hem de haşr demek olan, üç temel esas zikredilmiş olur. Ayetteki, "önden gönderdikleri şeyleri biz yazanz" ifadesi hususunda şu izahlar yapılmıştır: 1) Bu, "önceden ve sonradan yaptıkları şeyleri" demektir. Böylece, bunlardan sadece biri zikredilmekle yetinilmiş olup, tıpkı aslında soğuk da kastedildiği halde, "Sizi sıcaktan koruyan elbiseler" (Nahl, 81) denilmesi gibidir. 2) Bu, "İster sâlih, ister fâsid olsun, onların daha önce yaptıkları amelleri" demek olup, bu da tıpkı, "Ellerinin takdim ettiği şeyler" (şura, 48) ayeti gibidir. Bu, "Ellerinin, var etmede, yapmada, başka şeylere öncelik verdiği şeyleri, böylece yaptığı şeyler" demektir. 3) Bu, "Onların niyetlerini yazarız, çünkü bu niyetler, amellerden önce (mukaddem) olur ve bu niyetlerin eserlerini, yani amellerini yazarız" demektir. Ayetteki, "eserlerini" ifadesi hususunda şu izahlar yapılmıştır: 1) Ayaklarının izlerini... Çünkü bir grup sahabenin evleri mescidden uzaktı. Dolayısıyla mescide yakın bir yere yerleşmek istediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Şüphesiz Allah sizin adımlarınızı yazar ve o adımlarınıza karşılık size mükâfaat verir. Binâenaleyh evlerinizi bırakmayın" buyurmuştur. 2) Bu, meselâ yazılmış kitaplar, yapılmış köprüler, Allah'ın dinine hizmet için ayrılmış (vakfedilmiş) evler gibi güzel eserler veya bir zâlim tarafından başlatılmış daimî karanlıklar gibi (kötü âdetler), saptıran kitaplar, eğlence aletleri ve sürüp gelen, yapılmış menhiyyât alet-edevâtları gibi, kötü eserlerdir. Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisinde kastedilen manadır: "Kim güzel bir çığır açarsa onun sevabı ve yapanların ücretinden (sevabından) hiçbirşey eksiîtilmeksizin, o çığırda gidenlerin ücretinin (misli) bu kimseyedir. Yine kim kötü bir âdet başlatırsa, ona kendi günahı ile birlikte o yolda gidenlerin günahı vardır." Binâenaleyh ayetteki, "önden gönderdikleri" ifadesi, bunların fiilleri; "eserleri" ifadesi de şükredenlerin filleridir. "Dolayısıyla onlar böyle muamele görüp, buna göre mükâfaatiandırılacakları için, onları müjdele." 3) Daha önce de bahsettiğimiz gibi, "eserlerini" ifadesiyle onların amelleri, "önden gönderdikleri" ifadesiyle de, niyetleri kastedilmiştir. Çünkü niyet amelden önce gelir. Yazma işi, diriltme işinden öncedir. O halde, Cenâb-ı Hak niçin bu ayette, önce diriltilmeden, sonra yazmadan bahsetmiş ve "Önden gönderdikleri şeyleri yazarız ve onları diriltiriz" dememiştir? Cevap: Biz diyoruz ki: Diriltme İşine önem kazandıran şey, amellerin yapılmasıdır. Çünkü eğer diriltme işi, hesap vermek için olmazsa, bir önemi olmaz. Aslında yazmanın da, eğer yeniden diriltme olmasaydı, bir manası kalmazdı. O halde, nazar-ı dikkate alınacak esas şey, diriltme işidir. Yazma ise, bu diriltmeye önem kazandıran ve onu destekleyen bir husustur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, önce diriltmeden bahsetmiştir. Bir de Allahü teâlâ, "Biz biz..." deyip, bu, bir Ululuğu ifâde eden bir husus olup, diriltme işi O'na mahsus büyük birşey olup, yazma işi de bundan daha aşağı bir derecede olunca, bu önemli diriltme işini, lâm-ı ta'rif'li olan el-mevtâ (ölüler) kelimesiyle birlikte zikretmiş, daha sonra da zaten büyük olan bu şeye iyice önem kazandıran hususu, yani yazma işini zikretmiştir. Hak teâlâ'nın "Biz herşeyi apaçık bir kitapta saymışızdır" beyanı hakkında şu izahlar yapılabilir: 1) Bu, onların önden gönderdikleri, yani yaptıkları şeylerin ve eserlerinin, yani tesirlerinin, değişmeyen bir biçimde, onlar iğin yazılmış birşey olduğunu anlatmaktadır. Çünkü kader kalemi, olacak şeyleri yazmış, tamamlamıştır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, "Önden gönderdiklerini yazarız" deyince, bundan önce bir başka yazının daha bulunduğunu anlatmıştır. Çünkü Allahü teâlâ, onlar için, "Onlar şöyle şöyle yapacaklar" diye yazmış, sonra da onlar bu şeyleri yaptıklarında, onların bunları yaptıklarını yazmıştır. 2) Bu, ayetteki "yazarız" ifadesini te'kid etmektedir. Çünkü, bazı kâğıtlara birşeyler yapıp, onu atan kimse, onu bir daha bulamayabilir. Böylece de o, sanki yazılmamış gibi olur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Biz yazarız ve yazdığımızı, İmam-ı Mübîn'de muhafaza ederiz" demiştir. Bu tıpkı, "O (Kıyametin bilgisi), Rabbimin yanındaki bir kitaptadır. Rabbim ne yanılır, ne unutur" (Taha, 52) ayetinde beyan edildiği gibidir 3) Bu, "tahsis"den sonra tamîm (genelleme) bildiren bir ifadedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Önden gönderdikleri şeyleri ve eserlerini biz yazarız. Bu yazı, sadece bunlara da has değildir. Aksine herşey bir Kitab-ı Mübîn'de yazılıp toplanmıştır" demiştir ki bu, söz ve fiillerden hiçbirinin, Allah'ın ilminin dışında kalmadığını, Allahü teâlâ'nın herşeyi bildiğini bildirir. Bu tıpkı, "Onların yaptıkları herşey, defterlerdedir" Her küçük ve büyük şey satırlara yazılmıştır." (Kamer, 52-53) ayetinde ifade edildiği gibidir, yani kaydedilen şeyler onların yaptıkları fiillere münhasır olmaksızın, yaptıkları büyük-küçük herşey de yazılmaktadır. Ayetteki, "Onu saymışızdır" cümlesi, "yazdık" ifadesinden daha beliğdir. Çünkü, birşeyi parça parça yazan kimse, ne kadar yazdığını anlamak için toplamaya muhtaçtır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Bu yazılan şeyler, o kitapta sayılıdır" buyurmuştur. Burada kitaba, İmam-ı Mübîn denilmiştir. Çünkü melekler ona uyar, onu takib ederler. Binâenaleyh "siz de, o kitapta yazılı olan, ecel, rızık, diriltme ve öldürme gibi şeylere uyun" anlamındadır. Buradaki "İmâm" sözüyle, Levh-i Mahfuz'un kastedildiği söylenmiştir. "İmâm" kelimesi, "Her insanı, imamlarıyla birlikte çağırdığımız o gün" (İsra, 71) ayetinde, cemî olarak getirilmiştir. Binâenaleyh "İmâm" kelimesi müfred olursa, "kitap" ve "hicâb" gibi olur, cemî olursa, "cibâl" ve "hibâl" gibi olmuş olur. Mübîn, herşeyi ortaya koyan, apaçık gösteren demektir. Kitaba bu ad konulmuştur. Çünkü bu hem meleklere yaptıklarını hem de insanlara ne yapılacağını göstermektedir. O halde bu, insanların durumlarını ayırıp, gösteren bir fârık (ayırıcı) demektir. Böylece bir kısmını cennete, bir kısmını cehenneme sokar. 13Âyetin tefsiri için bak:14 14"Onlara, o şehir ahalisini örnek ver. Hani oraya elçiler gelmişlerdi. Biz o zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de, onları yalanlamışlardı. Biz de bir üçüncü ile, onları takviye etmiştik ve "Biz size gönderilmiş elçileriz" demişlerdi" Bu hususta şu iki izah yapılabilir ve her iki izaha göre de, ayetin kendinden öncekilerle münasebeti açıktır: 1) Bu, "Onlar için, bir darb-ı mesel (örnek) getir" demektir. 2) Bu, "O şehir ahâlisinin halini, kendin için örnek getirerek, o kâfirlere darb-ı mesel yap, yani nefsine karşı o şehir ahalisini örnek getir" demektir. Birinci manaya göre, diyoruz ki: Allahü teâlâ, "Sen hiç şüphesiz, (gönderilen) peygamberlerdensin" (Yasin,3) ve "Onları uyarman için" (Yasîn.6) buyurunca, "Onlara "Ben peygamberlerin ilki değilim. Aksine, benden az bir zaman önce de, o şehir ahalisine peygamberler geldi. Bu peygamberler, onları, benim sizi inzâr ettiğim şeyle uyardılar, Allah'ın birliğinden bahsettiler, Kıyametle korkuttular, cennet yurdunun nimetleriyle müjdelediler" de" buyurmuştur. İkinci manaya göre ise, irtibat (münasebet) şöyledir: Cenâb-ı Hak, "İnzâr, benim saptırıp, iman etmemelerini takdir ettiğim kimselere fayda vermez" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Üzülme. Kendin ile kavminin durumunu bir örnekle göster, yani, onlara kendinin misalini ver. Çünkü o şehir ahalisine de üç tane elçi gelmiş, ama onlar iman etmemişlerdi. O peygamberler, öldürülme ve eziyetlere karşı sabretmişlerdi. Sen ise kavmine tek olarak geldin. Kavmin, o üç peygamberin kavminden daha çok. Çünkü onlar bir şehre vazifelendirilmişlerdi. Sen ise, bütün âleme peygamber olarak vazifelendirildin" demiştir. Ayetin tefsiriyle ilgili birkaç mesele vardır: Arapça'da "darb", ya bir şeyi bir şeye sert bir şekilde vurmak demektir, yahut da "Yeryüzünde harbettiğiniz (yani sefere çıktığınız) zaman" (nisa, 101) ayetinde olduğu gibi, harf-i cerle kullanıldığında, yürümek manasınadır. Bununla birlikte, "mesel darb olundu" ve ayetteki ifadesinde bu kelimenin manası nedir? Cevap: "Mesel darb olundu" deyimi (misal getirildi, örnek verildi) demektir. Çünkü "darb", aynı zamanda "çeşit" manasınadır. Nitekim Arapça'da, "Bu şeyler aynı "darb"tandır, yani, "bunları aynı çeşit say" denilir. Ayetteki "Ashab-ı Karye" (o şehir ahâlisi)nin manası, "Onlara, o şehir ahâlisinin misali gibi bir misal ver" şeklinde olup, buradaki mesel (misal) kelimesi hazfedilmiş ve "ashab" kelimesi i'rab açısından onun yerine getirilmiştir. Bu tıpkı, "O köye (şehire) sor" (Yusuf. 82) ayetinin, ("O şehir ahâlisine sor" takdirinde olması gibidir). Bu, Zemahşeri'nin Keşsâf'daki görüşüdür. Ama şöyle de denilebilir: "Böyle bir takdire gerek yok. Aksine mana, ya "O şehir ahalisini onlara bir misal yap" şeklindedir, yahut da, "Onlara, o şehir ahâlisini misâl ver" şeklindedir. Ayetteki iz, mahallen mansubtur. Çünkü bu kelime, "Ashab-ı Karyemden bedeldir ve sanki, "Ya onlara, peygamberin geldiği vakti darb-ı mesel (örnek) yap, yahut da o vakti, senin geliş vaktine misal getir" manasınadır. Bu, Zemahşerî'nin de görüşüdür. Bizce bu misal, tesellî etmek için, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verilmiş bir darb-ı mesel olur. Şöyle de denebilir: Ayetteki iz kelimesi, (ıdrıb) ile mansubtur, yani, "Onların geldiği ve bu işin yapıldığı o zamanı darb-ı mesel yap" demektir. Ayette bahsedilen "karye" (şehir) Antakya olup, gönderilen o elçiler de, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın ümmetindendir. Bunlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zamanına yakın bir kavme gönderilmiş peygamberler olup, Cenâb-ı Hakk'ın da beyan ettiği gibi, üç kişidirler. Ayetteki İz erselnâ kelimesi ile ilgili olarak şu iki izah yapılır: a) Bu, önceden geçen iz caehâ ifadesinden bedeldir. Buna göre Cenâb-ı Hak, "Biz o şehir ahâlisine, iki peygamberi gönderdiğimiz zamanı, onlara misal getir" demiştir. b) En doğru ve en açık olan görüşe göre bu ifadenin başındaki iz edatının zarf olup, fiillinin ise kendinden önce geçen câe olmasıdır. Buna göre mana, "O peygamber oraya, onları gönderdiğimiz zaman gelmiş (gitmiş)lerdi, yani, onlar kendiliklerinden gitmemişlerdir. Onlar oraya emrolunduklan için gitmişlerdi" şeklindedir. Burada şöyle bir incelik var: Bu anlatıştan o peygamberin Hazret-i İsa (aleyhisselâm) tarafından Antakya'ya gönderildikleri çıkmaktadır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak "Hazret-i İsa'nın göndermesi, bizim göndermemiz sayılır. Allah'ın izni alınarak gönderilen, Allah'ın elçisinin elçileri, Allah'ın elçileri sayılır. Binâenaleyh ey Muhammed, aklına, "Bunlar, peygamber olan Hazret-i İsa'nın elçileriydi, ben ise Allah'ın elçisiyim" diye bir düşünce gelmesin. Çünkü onları yalanlamak tıpkı seni yalanlamak gibidir" demiş ve bu teselli, "Göndermiştik de" ifadesiyle tamamlanmıştır. Bu, şöyle bir fıkhî meseleyi destekler: Müvekkilin izni ile tayin edilen vekilin vekili (avukatın avukatı), vekilin avukatı değil, müvekkilin avukatı sayılır. Binâenaleyh vekilin onu azletmesiyle, o azlolunmaz. O ancak müvekkil azlederse, azlolunmuş olur. Bu izah, ayetteki "Onlara örnek ver" ifadesinin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için getirilmiş bir mesel oluşu, görüşümüz hususunda çok açık bir delildir. Cenâb-ı Hak, "Biz o zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de, onları yalanlamışlardı" buyurmuştur. Bu elçilerin, önce iki kişi olarak gönderilmesinde şöyle bir hikmet yatmaktadır: Onlar, Allah'ın izniyle Hazret-i İsa (aleyhisselâm) tarafından gönderilmişlerdi. Binâenaleyh üzerlerinde, durumu Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya iletmek ve Allah'ın emrini yerine getirme görevleri vardı. Allahü teâlâ, yanında hiçbir şahidin şahidliğine ihtiyaç duymayan ve herşeyi bilen bir âlimdir. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) ise bir insandır. İşte bu sebeple Cenab-ı Hak ona, o ikisinin sözü, o şehir ahalisi aleyhinde Hazret-i İsa (aleyhisselâm) yanında tam bir hûccet olsun diye, iki kişiyi göndermesini emretmiştir. Cenâb-ı Hakk, "Biz de bir üçüncü ile onları takviye etmiştik" buyurmuştur. Bu kelime, bir kimse, birisine galip geldiğinde kutlanılan, den olarak, şeddesiz şeklinde de okunmuştur. Buna göre sanki, o peygamberler, "Biz galip geldik, üçüncüsü ile de ezdik geçtik" demişlerdir. Fakat birinci mana daha açık ve daha meşhurdur. Allahü teâlâ şöyle bir incelikten ötürü, burada mef'ul getirmeyerek "Biz o ikisini takviye ettik" buyurmamıştır. Çünkü o ikisinin gönderiliş maksadı, hakka yardımcı olmalarıdır. Yoksa, onların kendilerine yardım değildir. Binâenaleyh bunların üçü birden, apaçık delillerle, metin dini desteklemişlerdir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), etrafa elçiler göndermiştir. Ama bunları teker teker göndermiştir. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) ise, bunları iki kişi olarak göndermiştir niçin? Diyoruz ki: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), furû (itikadla İlgili olmayan) meseleleri anlatmak için elçiler göndermiştir. Fer'î meseleler, itikadî meselelerden daha az önemlidir. Dolayısıyla bir kişi göndermekte yetinmiştir. Çünkü fer'i meselelerde bir tek kişinin haberi geçerlidir. Fakat bu iki resul (elçi), İtikâdî hususları anlatmak için gönderilmişlerdir ve daha inandırıcı olsunlar diye, onlara mucizeler de verilmiştir. Aksi halde, ne iki kişinin, ne de üç kişinin gönderilmiş olması yetmezdi. Hak teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan bahsederken, "Senin (kolunu) pazunu güçlendireceğiz" (Kasas, 35) buyurmuş ve mef'ûlü zikretmiştir. Tefsir ettiğimiz ayette ise, maksad hakkı desteklemek olduğu halde, mef'ûlü açıktan zikretmemiştir, niçin? Diyoruz ki: Musa (aleyhisselâm), (Allah'ın kendisiyle onu güçlendirdiği) Harun (aleyhisselâm)'dan daha üstündü. Harun (aleyhisselâm), onunla birlikte, onun isteği üzerine gönderilmişti. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Onu benimle birlikte gönder" (Kasas. 34) demişti. Binâenaleyh Harun (aleyhisselâm), Musa (aleyhisselâm)'ı sözlerinde tasdik etmek ve emrettiklerini yerine getirmek için gönderilmişti. Fakat bu ayette bahsedilen iki elçi, herbiri müstakil olarak, hakkı söylemekteydiler. Binâenaleyh orada maksad, Musa (aleyhisselâm)'nın takviye edilmesi ve alışmış olduğu Harun (aleyhisselâm)'ın onunla gönderilmesidir. Burada ise maksad, hakkı takviye etmektir. Böylece aradaki fark ortaya çıkmış olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onlardan sâdır elan ve aleyhlerine olan şeylerin, tıpkı Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan sâdır olan şeyler ile aleyhine olan şeyler gibi olduğunu beyan buyurarak, "Biz size gönderilmiş elçileriz" dediklerini söyledi. Nitekim, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de, "Hiç şüphesiz ben, peygamberlerdenim" (Yâsin, 3) dediğini haber verdi. Risalet Allah'ın Dilemesine Bağlıdır Yine Cenâb-ı Hak, o kavmin şöyle dediklerini haber verdi: 15"Onlar: "Siz, bizim gibi insandan başka kimseler değilsiniz. Hem sonra Rahman, hiçbir şey indirmemiştir. Siz ancak yalan söylüyorsunuz" dediler" Onlar, o elçilerin, kendileri gibi insan olmalarını, peygamber olarak gönderi İçmeyeceklerine bir delil kabul ettiler. Bu, müşriklerin genel tavrıdır. Çünkü bu müşrikler de, "Bu zikir (Kur'ân), aramızda ona mı indirildi?" (Sâd,8) demişlerdi. Onlar bunu, Allah'ın hür ve irade sahibi olduğuna inanmadıkları için, bir delil sanmışlardı. Onlar, Cenâb-ı Hakk'ın, otomatik (iradesiz olarak hareket eden) bir varlık olduğunu söylüyorlardı. "Binâenaleyh insan olma bakımından hepimiz eşitiz. Aramızda tercih yapıp, birimizi seçmek mümkün değil" diyorlardı. Allahü teâlâ ise, onların bu görüşlerini, "Allah, peygamberliği kime vereceğini bilir" (En'am, 124) ve "Allah dilediğini seçer" (şurâ, 13) buyurarak, reddetmiştir. Hak teâlâ'nın "Hem sonra Rahman, hiçbirşey indirmemiştir" ifadesi, şu iki manaya gelebilir: 1) Bu, onların iddia ettikleri sözün devamıdır. Böylece bu ifadelerin hepsi, tek bir şüpheyi ortaya koymuş olur. Bunun izahı şöyledir: Onlar, "Siz insansınız. Allah katından gelmediniz. Allah size hiçbir kimseyi indirmedi. Öyle ise nasıl, Allah'ın elçileri oluverdiniz?" demişlerdir. 2) Bu cümle, ayrı bir şüpheyi ortaya koymaktadır. Bunun izahı şöyledir: Onlar, Siz de bizim gibi insansınız, öyle ise bize bir Üstünlüğünüz olamaz" dediler ve bu şüphelerini, peygamberler açısından ileri sürdüler. Sonra da peygamber gönderen açısından olan diğer bir şüpheyi ileri sürüp, "Allahü teâlâ bu âleme hiçbirşey indirmemiştir. Çünkü O'nun tasarrufu ulvî âlem (gök) ile İlgilidir. Süfli âlemde dünyada) ise tasarruf (irade), ulvî âlemde bulunan (yıldızlar vs.)'ye aittir" dediler. Onlar bunu, kendi inançlarına göre söylediler ve netice olarak, "O halde Allah oınyaya hiçbirşey İndirmedi. Öyle ise o vahiy, sizlere nasıl indi?" demek istediler. Ayetteki "Rahman" ifadesi, bu görüşlere bir reddiyedir." Çünkü Allah, dünyanın Rahman'ı olup, peygamber göndermek de bir rahmet olduğuna göre, Rahman ola ola, o nasıl rahmetini indirmez" demektir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Onlar, Rahman hiçbirşey indirmedi" dediler. Halbuki Rahman, rahman olduğu halde, nasıl ıçotrşey, yani tam rahmetini indirmez?" buyurdu. Daha sonra onlar, "Siz ancak yalan söylüyorsunuz yani, yalancılarsınız" dediler. 16Âyetin tefsiri için bak:17 17"(Elçiler) dediler ki: "Rabbimiz biliyor ki, biz gerçekten size gönderilmiş kimseleriz. Üzerimize düşen iş, apaçık bir tebliğden başkası değildir" Bu ifade, o elçilerin, sırf yalanlanma ile bu işi bırakmadıklarına, bıkıp usanmadıklarına, aksine hakikati onlara defalarca, tekrar tekrar anlattıklarına ve yemin ederek te'kid ettiklerine bir işarettir. Çünkü onlar böyle demişler ve sözlerini, lâm-ı te'kid ile, vurgulamışlardır. Çünkü "Allah'ın bilmesi" yemin yerine geçer (ve yeminin cevabı lâm ile gelir). Zira olmayan şeyler hususunda, "Allah biliyor ki" diyen kimse, Allah'a cahillik isnad etmiş olur ki bu, tıpkı yemini bozmanın cezayı gerektirmesi gibi, bir ikab sebebidir. Ayetteki, "Rabbimiz biliyor" ifadesinde, kâfirlere bir red vardır. Çünkü o kâfirler, "Siz de insansınız" demişlerdi. Bu böyledir, çünkü Allah onların elçi olduğunu bilince, bu tıpkı, "Allah, peygamberliği kime vereceğini bilir"(En'am, 124) ayeti gibi olur, yani, "O, herşeyi bilen ve herşeye kadir olan bir zattır. Binâenaleyh ilmi ile, bu göreve bizi seçti" demektir. Daha sonra onlar, kendilerini teselli için, "Üzerimize düşen iş, apaçık bir tebliğden başkası değil" demişlerdir. Bu, "Biz üzerimize düşeni, elimizden geleni yapıp, mes'ûliyetten kurtulduk" demektir. Onlar böylece, o kavmi düşünmeye teşvik etmişlerdir. Çünkü onlar, "Bizim görevimiz sadece tebliğ" deyince, bu, o elçiler onlardan hiçbir ücret istemedikleri, bir makam ve mevki elde etme sevdasında olmadıkları, işlerinin sadece bir tebliğ ve hatırlatma olması açısından, o kâfirlerin elçilerin halleri üzerinde iyice düşünmelerini gerektirir. Bu, insanı tefekküre sevkeden şeylerdendir. Ayetteki "mübîn" (apaçık) ifadesi, şu manalara gelebilir: a) Bu, "hakkı, bâtıldan mucize ve burhanlarla ayıran bir tebliğdir" demektir. b) "Bu, bizim herkes için gönderildiğimizi gösteren bir tebliğdir." Yani, "Bu peygamberlik görevimizi, bir-iki şahsa tebliğ etmemiz, bu hususta yeterli olmaz." c) Bu, hakkı alabildiğine açıklayan bir tebliğdir. Binâenaleyh bu iş yapıldığı hakte, onlar bunu kabul etmezlerse, oranın helaki gerekli olur." Kâfirlerin, bundan sonraki cevapları şöyle demeleri olmuştur: 18"Dediler ki: "Sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, sizi mutlaka taşlarız. Şüphesiz bizden size muhakkak acıklı bir azab da dokunur" Bu böyledir, çünkü o elçilerin tebliğde iyice ciddî davrandıkları görülünce, müşriklerin de yalanlamada ileri gittikleri görülüyor. Çünkü o elçiler, "Biz size gönderilmiş elçileriz" deyince, onlar, "Siz ancak yalan söylüyorsunuz" demişlerdi. Elçiler, sözlerini, "Rabbimiz biliyor ki" diye, yeminle pekiştirince, onlar da, o peygamberler yüzünden uğursuzluğa uğradıklarını te'kidle söylemişlerdir. Buna göre sanki onlar, birinci sözlerine karşı, "Siz yalancılarsınız"; ikincisinde ise, "Siz yalanda ısrar ediyor, yalan yere yemin ediyorsunuz. Halbuki yalan yere yemin etmek, memleketleri ıssız ve harabe bırakır, uğursuzluk getirir. Dolayısıyla başımıza uğursuzluk geldi. Birincisinde, size ses çıkarılmadı. Ama ikincisinde, yüzünüzde başımıza uğursuzluk geldiği için, artık sizi rahat bırakacak değiliz" demek istemişlerdir. Bundan dolayı da, "Eğer vazgeçmezseniz, sizi mutlaka taşlarız. Şüphesiz bizden size, muhakkak acıklı bir azab da dokunur" demişlerdir. Ayetteki, "Sizi mutlaka taşlarız" ifadesi, şu iki manaya gelebilir: a) Bu, "Sizi söz, sövüp-sayma ile adetâ taşlarız" demektir. Buna göre, "Size dokunur" ifadesi, cezalandırmada, bir artırmayı gösterir. Binâenaleyh sanki onlar, "iş sövüp saymayla da kalmaz, dövmeye ve işkenceye kadar uzanır" demek istemişlerdir. ' b) Bununla, bizzat taş yağmuruna tutma manası kastedilmiştir. Bu durumda, ayetteki, "size dokunur" ifadesi, bu recmin (taşlamanın) nasıl olacağını anlatmış olur, yani, "Bu, sizi bir-iki taşta taşlayıp bırakma ile olmaz. Aksine bu, sizler ölünceye kadar sürdürülür. O ölüm de, elem verici bir azabtır" demektir. Ayetten kastedilen mana, "sizi recmederiz ve böylece bizden size elîm bir azab dokunur" şeklinde olur. "Elim" lafzının mü'lim (acı veren) manasına geldiğini söylemiştir. "Fâ'il" vezninin, müfîl ism-i fail manasına gelmesi azdır. Bu kelimenin "razı olan bir hayat" deyiminde olduğu gibi, elemli manasında olması da mümkündür. Bu durumda da, fail vezni fail (yapan) manasına olmuş olur, böylesi çoktur. O peygamberler daha sonra şöyle diyerek onlara cevap vermişlerdir: 19"Dediler ki: "Sizin uğursuzluğunuz, sizledir. Size öğüt verildi diye mi böyle söylüyorsunuz? Hayır, hayır, siz haddi aşan bir topluluksunuz" Bu, "Sizin uğursuzluğunuza sebeb olan küfrünüz, sizin kendinizdedir" demektir. Daha sonra bu elçiler, onların, "Sizi recmederiz" sözlerine, yani, "Size nasihat edilip, hakikat mucize ve delillerle açıklanınca, yine bize böyle yapar mısınız? Hayır, hayır, siz, sayesinde uğur ve bereket elde edeceğiniz kimseleri, uğursuz sayarak, kendilerine ikram etmeniz gereken kimselerin canına kastettiğiniz için, haddi aşan bir güruhsunuz" demişlerdir. Yahut da bu ifade, "Sizler, kâfir olduğunuz, mucize ve burhanlarla hak ortaya çıkmasına rağmen haksızlıkta ısrar ettiğiniz için haddi aşmışsınız" demektir. Çünkü kâfir, günahkârdır. Kendilerine deliller tamamen anlatılıp, herşey izah edilip, buna rağmen küfürde ısrar edince, müsrif olmuş olurlar. Çünkü müsrif, hakkın zıddı olan şeyde ileri gitmiş olduğu için, haddi asan kimse demektir. O kâfirler de, pek çok hususta böyle idiler. Birşeyden uğur veya uğursuzluk kapmaları hususundaki israflar anlaşıldı; yine onların "elem verme" ve "ikram etme" bakımından israfları da anlaşıldı, küfürdeki israflarına gelince, onlara düşen delile tabî olmalarıydı. Bu olmazsa, en azından, onuruzıddı hakkında kesin konuşmamaktı. Ama bunlar, iman hakkında apaçık deliller ortaya çıktıktan sonra bile, küfre çakılıp kalmışlardı. , İmdi, eğer "Ayetteki bel (Hayır, hayır) edatı, "Idrâb" içindir. Öyleyse burada vazgeçilen fikir nedir?" denilirse, biz deriz ki: Onların, "Siz ancak yalan söylüyorsunuz" demelerine karşı söylenen, "Size nasihat edilirse de mi?" ifadesi, onların peygamberleri yalanlamalarına karşı söylenen bir sözdür. Buna göre, sanki o peygamberler, "Biz aklî deliller getirirsek de mi, yine yalan söyleyici oluruz. Hayır, hayır tam aksine, siz haddi aşan bir güruhsunuz" demişlerdir. Yahut da bu, "Biz, ileri sürdüğümüz şeyin doğruluğunu ortaya korsak, yine de recmedilir ve elim azaba müstehak olur muyuz? Hayır, hayır, siz müsrif bir kavimsiniz" demektir. Yahut da, "Biz, üzerinde olduğumuz şeyin doğruluğunu ortaya korsak, yine de mi, uğursuz kabul ediliriz. Hayır, hayır, aslında siz müsrif bir kavimsiniz" demektir. Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın Elçileri Bu kıssa meşhur olup şöyledir: "Hazret-i İsa (aleyhisselâm), Antakya'ya iki elçi gönderdi. Bu iki zat, oradakileri Allah'ın birliği inancına davet ettiler, anadan doğma körleri ve alaca hastalığını iyileştirme, ölüleri diriltme gibi mucizeler gösterdiler. Ama oranın kralı bunları hapsetti. Derken, bunların peşisıra bir üçüncüsü olan, Şem'ûn gönderildi. O, kralın yanına vardı ve (açıktan) peygamberlik iddiasında bulunmadı, güzel bir tedbir (siyaset) ile, kralın yanına yaklaşabildi ve sonra ona, "Duyuyorum ki hapiste, enteresan şeyler iddia eden iki kişi varmış. Ne dediklerini duyalım-görelim diye, huzura çıkarılamazlar mı acaba?" dedi. Kral da, "olabilir" dedi ve o ikisi huzura getirildi. Onlar, hak sözlerini söylediler. Bunun üzerine Şem'ûn onlara, "Bir deliliniz var mı?" deyince, o İkisi, "evet" deyip, anadan doğma körleri, alacalı hastaları iyileştirenler, ölüleri dirilttiler. Bunun üzerine Şem'ûn, "Ey kral, onları yenmek istiyorsan, taptığınız ilahlara söyle de, onlar bunu halletsin" dedi. Bunun üzerine kral, "O ilahların görmediklerini, duymadıklarını, kadir olmadıklarını ve bilmediklerini sen biliyorsun" dedi. Şem'ûn da, "Öyleyse hak, bu ikisi tarafında demektir" dedi. Kral ve bir grub insan, bunun üzerine iman ettiler. Ama diğer insanlar küfürde devam ettiler ve üstünlük yine o kâfirlerde kaldı. 20"O şehrin en uzak köşesinden bir adam koşarak geldi ve dedi ki: "Ey kavmim, o gönderilmiş olanlara uyun" Bu ayetin manası ve önceki kısımla münasebeti hususunda şu iki izah yapılabilir: a) Bu ifade, o elçilerin kendilerine bir adamın koşarak gelip iman edeceği bir şekilde, apaçık bir tebliğde bulunduklarını göstermektedir. Buna göre ayetteki, "O şehrin en uzak köşesinden" ifâdesinde açık bir belagat vardır: Çünkü şehrin en uç köşesinden bir adam, iman etmiş olarak gelince, bu, onların inzar ve tebliğlerinin, tâ şehrin (o beldenin) en uzak noktalarına kadar ulaştığına delâlet eder. b) Ayetteki darb-ı mesel (örnek), Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbini teselli için yapılınca, Hak teâlâ, o elçilerden bahsetmesinin peşisıra, o elçileri tasdik ve kâfirlerin eziyetlerine sabır hususunda ve en büyük mükâfaatın onların olacağı hususunda, tıpkı o elçilerden bahsetmenin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e teselli için olması gibi, ashabın kalbine bir teselli olsun diye de, o mü'minlerin gayretlerinden bahsetmiştir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bu ayette bahsedilen zat, Allah katında bilinen birisi olmasına rağmen, "racul" (adam) kelimesinin nekire getirilmesinin şöyle iki faydası var: a) Bu, o kimsenin kıymetinin çok fazla olduğunu gösteren bir şey olup, "O, adam olma bakımından mükemmel bir zat idi" demektir. b) Elçilerin gerçeği tam manasıyla tebliğ ettiklerini gösterir. Zira, hiç tanımadıkları bir kimse bile tebliği duyup iman etmiştir. Onların onunla anlaşmış oldukları da ileri sürülemez. Ayette bahsedilen o adam, Habibu'n-Neccâr'dır ki, o, put yapıyordu. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyaya gelmeden önce, ona iman etmişti; zira Allah'ın kitaplarını okuyan ve onu anlayan birisi idi. Dolayısıyla da, o kitaplarda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le alâkalı vasıfları ve onun, peygamber olarak gönderileceği haberini görmüş okumuştu. Ayetteki yes'a kelimesi, "O kimse, mü'minlerin, yapacakları nasihatler hususunda bütün gayretlerini sarfetmeleri için, onlara yol göstermek gayesiyle koşar, çaba sarfeder" anlamındadır. Biz Cenâb-ı Hakk'ın, ayetteki "O şehrin en uzak köşesinden" ifadesinin, faydasını az önce anlatmıştık ki, bu da, o elçilerin tebliğlerinin, şehrin ta en uç köşesinde bulunan kimselere kadar ulaşmış olduğunu anlatmadır. Ayette bahsedilen şehir, Antakya olup, o zaman çok büyük bir şehir idi. Şu andaki büyüklüğü, önceki kadar değildir. Buna rağmen, yine de büyük sayılır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Deki: "Ey kavmim, o gönderilmiş olan elçilere uyun" cümlesinde şöyle birtakım ince manalar vardır: 1) Ayetteki, "Ey kavmim" ifadesi, onun onların üzerine titrediğine ve onlara çok şefkat gösterdiğine işaret eder. Çünkü onları, "Ey kavmim" diyerek kendisine izafe etmesi, onlara, hayırdan başka hiçbir şey dilemediğini ifade eder. Bu, tıpkı, Firavun hanedanının iman edenlerinin, "Ey kavmim, bana tabi olunuz" (Zümer, 28) demesi gibidir. İmdi, şayet, "Bu kimse, "elçilere tabi olunuz" demiştir. O ötekisi ise, "bana tâbi olunuz" demiştir. O halde, aradaki fark nedir?" denilirse, biz deriz ki: Burada bahsedilen kimse, o kimselere gelmiş ve gelir gelmez de onlara nasihatta bulunmuş, ama onların gidişatlarını görmemiştir. İşte bu sebeple, "Size, delilleri açıklayan, yolları izah eden bu kimselere tabi olunuz" demiştir. Ama, Firavun hanedanından İman eden kimse ise, o hanedanın içindeydi. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya tabi olmuş ve o hanedana, defalarca nasihatta bulunarak "Musa ve Harun'a iman etmek hususunda bana uyunuz. Ve, biliniz ki, şayet bu güzel ve bir hayır olmasaydı, bunu ben kendim için tercih etmezdim. Halbuki sizler, benim bunu tercih ettiğimi biliyorsunuz" demiştir. Halbuki o şehrin en uç köşesinden gelen o adam, "Sizler benim o elçilere tabi olduğumu biliyorsunuz" diyememiştir. 2) Bu zât, nasihat etmekle iman ettiğini ihzar etmeyi beraberce yapmıştır. O halde, ayetteki "uyun" ifadesi bir nasihat, "elçilere" ifadesi de, kendisinin iman ettiğini ortaya koymakta olan bir ifadedir. 3) Bu zât, nasihati, iman ettiğini ortaya koymaktan önce yapmıştır. Çünkü o, o anda nasihat etme gayreti içindedir. İman etme işi ise, daha önce olmuş bitmiş bir hadisedir. Ayetteki, "koşan bir adam" ifadesi, bu zâtın, iyilik isteyen bir zât olduğuna delâlet eder. Bu zât ile ilgili olarak anlatılan kıssa da, onun, "Allahım, kavmimi hidayete erdir" dediği sırada öldürüldüğünü bildirir. 21"Uyun, sizden hiçbir ücret istemeyen o kimselere. Onlar hidâyete ermiş zâtlardır" buyurmuştur ki, bu, son derece güzeldir. Zira, burada bahsedilen kimse, "elçilere uyun" deyince, "sanki o müşrik kimseler, onların elçilik görevini yapmalarına mani olmuşlar da, böylece de bu zât (bu ifadeyi) bir derece yumuşatarak, "Şüphe yok ki, dünyada insanlar, bir yola sülük etmekte ve istikameti aramaktadırlar. O yolda karşılarına bir kılavuz çıkarsa, ona uymak vacib olur. Halbuki, uymaktan geri durmak, ancak şu iki halde uygun olabilir: Ya, o kılavuzun, ücret talebinde aşın gitmesi halinde, yahut da onun, yol göstericiliği ve yolu iyi tanıdığı hususunda itimad olmadığında. Ne var ki, bu kılavuzlar, hiçbir ücret talep etmemektedirler. Üstelik bunlar, hem hidayete ermiş, hem de Hakk'a ulaştıran müstakîm yolu bilen kimselerdir. Farzedin ki bunlar, hidayete götüren elçiler değillerdir. Ama, kendileri hidayete ermemişler midir? (Yani, hidayete ermişlerdir). Şu halde, onlara uyunuz" demiştir. 22"Ben, beni yaratana neden kulluk etmeyecek misim? Siz, (hepiniz) ancak O'na döndürülüp götürüleceksiniz" Bu zât, "Onlar hidayete ermiş zâtlardır" deyince, onların hidayete erdiklerini, "Çünkü onlar, putlara tapmaktan, Hayy ve Kayyûm olana ibadete; hiçbir faydası olmayan bu şeylere tapmaktan, her türlü faydanın, ancak kendisinden kaynaklandığı zâta ibâdet etmeye davet etmektedirler" demek suretiyle, açıklamıştı. Bu ayetle alâkalı birkaç incelik bulunur: 1) O şahsın, yani, "Bence bir engel yoktur" şeklindeki ifadesi, mabûd cihetinden durumun açık olduğuna, herhangi bir kapalılık bulunmadığına bir işaret olup, bu, "Kim, o mabuda ibadet etmekten kaçınırsa, kendisi buna engel olmuş olur. Halbuki, benim cihetimden bu ibadete bir engel bulunmamaktadır, işte bu nedenle, hiç şüphesiz ben, o mabuda ibâdet ettim" manasındadır. Bu zâtın, kavme hitap etmeyip de kendi durumunu ele almasında ayrı bir hikmet yatmaktadır. 2) Bu zât şayet, "size de ne oluyor ki, sizi yaratan zâta ibadet etmiyorsunuz?" demiş olsaydı, beyan konusunda, bu söz, onun "Ben, O'na niye ibadet etmeyeyim ki?!" şeklindeki sözü gibi olmazdı. Çünkü o, "Ben O'na niye ibadet etmeyeyim ki?!' deyip, herkes de, kişinin kendi durumunu bildiği hususunda şüphe etmeyince, onun, bu hususta bir sebep ve sebebin beyanını da hiç kimseden istemediği anlaşılmış olur. Çünkü bu zât, kendi durumunu en iyi bilendir. Dolayısıyla da bu konuda bir engel bulunmadığını beyan etmiştir. Ama şayet o, "Size de ne oluyor ki, O'na ibadet etmiyorsunuz?" demiş olsaydı, başkası, kendi durumunu daha iyi bildiği için, onun bu sözünden, bu sözü söyleyenin bu husustaki illetin açıklanmasını istediği anlaşılmış olurdu. İmdi eğer "Cenâb-ı Hak, "Ne oluyor size ki, Allah'a gereken saygıyı göstermiyorsunuz?" (Nûh. 13) buyurmuştur" denilirse, biz deriz ki: Burada bu sözü söyleyen, davet edilen durumunda olmayıp, tam aksine davet eden durumundadır. Halbuki, tefsirini yapmakta olduğumuz ayette bahsedilen şahıs ise, İmana davet edilen kimselerdendir. İşte bu sebeple bu şahıs, "Bu, benden istenirken, bana ne oluyor da ben O'na ibadet etmeyecek misim?" demiştir. 3) Ayetteki, "beni yaratan" ifadesi, (bu ibadeti) gerektiren bir muktezî ve bir sebebin mevcudiyetine bir işarettir. Çünkü ayetteki "Bana da ne oluyor" ifadesi, bir engel bulunmadığına bir işarettir. Halbuki, muktezî (sebep) bulunmadığı sürece, engel bulunmasa bile, fiil bulunmayabilir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "beni yaratan" ifadesi, ibadeti gerektiren bir sebebin bulunduğunu bildiren bir tabirdir. Çünkü, doğrudan doğruya yaratan zât, mâliktir. Kendisine mâlik olunana düşen görev ise, mâlike ikram ve tazimde bulunmaktır. Yine yaratan, îcâd etmesi sebebiyle, in'âmda bulunandır. Kendisine nimet verilenlere düşen görev ise, O'nun nimetlerine şükretmektir. 4) Fiili gerektiren şey bulunup da, o fiilin meydana gelmesine bir engel bulunmadığı zaman, fiil meydana geleceği için, daha uygun ve güzel olanı, sebebin başa alınması iken, bu zât, manianın bulunmayışını, sebebin bulunmasından önce zikretmiştir. Çünkü, fiilin meydana gelmesini gerektiren şeyin müstakil olarak beyan edilmesi gerekmez. Binâenaleyh burada, kendisine ihtiyaç duyulduğu için, en azından açıklanması eviâ olan şey başa alınmıştır. 5) Bu zât, (Cenâb-ı Hakk'ın varlığına dair delillerden), kendisinin yaratılışı delilini tercih etmiştir. Çünkü bu şahıs, ibadet etmeyi kendisine izafe ederek, "Bana da ne oluyor ki ibadet etmeyeyim?!" deyince, ibâdet etmesini gerekli kılan en yakın delili tercih etmiştir. Bunu şu şekilde beyan edebiliriz: Amr'ı yaratan zata, Zeyd'in de ibadet etmesi gerekir. Çünkü, Amr'ı yaratan zât ancak tam bir kudrete sahip, ilmi her şeyi kapsamış ve vâcibu'l-vücûd olan bir zât olur. O halde bu zât, bütün mükelleflere nisbetle ibadete lâyık ve müstehaktır. Ancak ne var ki, Zeyd'i yaratması sebebiyle, Zeyd'in ibadet etmesi, onun için daha gerekli ve aşikâr bir vazifedir. Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın (......) kelimesi hakkında meşhur olan mana, "Beni Icad ederek ve bir örneğe göre olmaksızın yarattı" şeklindedir. Bu konuda ilginç olan mana ise, "Beni fıtrat Üzere kıldı. Nitekim Allah da, "Sen yüzünü, Allah'ın o fıtratına çevir ki o, İnsanları bunun üzerine yaratmıştır" (Rûm, 30) buyurmuştur" den ilmesidir. Buna göre ayetteki, "Ben O'na niye ibadet etmeyecekmişim?!" ifadesi, "Benden yana bir engel yoktur. Çünkü ben, Rabbimin fıtratı üzereyim. Gerek şehâdet, gerekse ibadet hususlarında fıtrat yeterlidir" anlamındadır. İmdi eğer: "Sizin yaptığınız bu izaha göre, Cenâb-ı Hakk'ın, (fatır) ifadesindeki "Fatır" kelimesinin anlamı farklı olur" denilirse, biz deriz ki: Buradaki "Fâtır" kelimesinin, yarmak anlamına olan fatr kökünden geldiği söylenmiştir. O halde, aynı mahzur burada da söz konusudur. Yahut da şöyle deriz: Bu iki yerde de mana aynıdır. Buna göre Cenâb-ı Hak, "Mükellef kendi fıtratı üzere yaratıldı. Gökler de kendi fıtratları üzere yaratıldı" demek istemiştir. Birinci izah, daha açıktır. Ayetteki, "Siz (hepiniz) ancak O'na döndürülüp götürüleceksiniz" ifadesi, "korku ve ümit"e işaret olup, bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ona, korkarak ve umarak duâ edin "(A'raf, 56) buyurması gibidir. Çünkü nihaî varış kendisine olan zâttan hem korkulur, hem de ümitlenilir. Burada da şöyle bir nükte vardır: İbâdet edenler, daha önce, defaatla zikrettiğimiz gibi, üçe ayrılırlar: a) İster in'âmda bulunsun isterse bulunmasın bir ilâh ve bir mâlik olduğu için Allah'a ibadet edenler... Bu tıpkı, efendisi kendisine ister iyilik isterse kötülükte bulunsun, efendisine hizmeti kendisine vâcib kılan kölenin durumu gibidir. b) Kendisine ulaşan nimetlerden dolayı Allah'a ibadet edenler... c) Korktuğu için, Allah'a ibadet edenler... Bunlardan birincisinin misali, cömert bir zâta hizmet eden kimse; ikincisinin misali, zâlim bir kimseye hizmet eden kimsedir. İşte bu sebeple, mevzubahs ayetimizde bu sözü söyleyen zât, kendisini en üst kısımdan addederek, "Ben, beni yaratana neden kulluk etmeyecek misim?" demiştir. Yani, "O, benim mâlikimdir, sahibimdir. Ben O'na, bana vereceklerini ve bana azâb etmeyeceğini nazar-ı dikkate almaksızın ibadet ederim" demektir. Bu zât onları, bu mertebenin aşağısında görerek, "Siz (hepiniz) ancak O'na döndürülüp götürüleceksiniz" demiştir, ki bu da, "Sizin korkunuz O'ndan, ümidiniz de O'ndandır. O halde daha nasıl O'na ibadet etmeyeceksiniz" anlamındadır. İşte bundan dolayı bu zat, "Beni yarattı" dediği gibi, "O'na döndürüleceğim" dememiştir. Çünkü bu zât, İlk kısma giren âbidlerdendir. Binâenaleyh, onun Allah'a varışı, ancak ikram için olacaktır. Dolayısıyla onun, ibâdet sebebi bu değil, başka bir şeydir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, tevhidi tamamlamak için, 23"Ben, O'ndan başka tanrılar edinir miyim? Eğer o, Rahman, bana bir zarar vermeyi dilerse, onların şefaati, bana hiçbir surette fayda vermez. Onlar, beni asla kurtaramazlar" buyurmuştur. Çünkü tevhîd, "ta'tîl" (Allah'ı tanımama) ile, "işrâk" yani şirk koşma arasında bir noktadır. İşte bu sebeple, bahsedilen zât, bir İlâhın varlığına işaret olmak üzere "Ben, beni yaratana neden kulluk etmeyecek mişim?" (Yâsin,21); başkasının olmadığına bir işaret olmak üzere de, "Ben, O'ndan başka tanrılar edinir miyim?" demiştir ki, böylece, "Allah'tan başka tanrı yoktur" ifâdesinin manası tahakkuk etmiştir. Bu ayetle ilgili olarak, güzel olan başka nükteler de vardır: a) Cenâb-ı Hak bu ifadeyi istifham üslubuyla zikretmiştir ki, bu üslûbda, o işin çok açık ve net olduğu manası yatmaktadır. Zira, bir şeyden bahsedip de, meselâ, "edinmem" diyen kimsenin bu sözünü duyan kimse, ona, "Niçin edinmezsin?" der, ve ona, bunun sebebini sorar. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, "edinir miyim?" buyurunca, onun bu sözü, haber verme anında, talep edilen o sebebi beyana gerek bırakmaz. Buna göre sanki bu şahıs, "Sana danıştım, o halde bana yol göster" der, bunun üzerine kendisine danışılan kimse, düşünmeye başlar. Böylece o ona sanki, "O İş hususunda düşün. Böyle yaparsan sen meseleyi ben sana haber vermeksizin anlarsın" demiş olur. b) Ayetteki, (......) ifadesi de şöylesi ilginç bir hususiyet taşımaktadır: Bu zât, "Beni yaratan " ifadesiyle, Allah'a ibâdet ettiğini beyan edince, O'ndan başkasına ibadet etmenin caiz olmayacağını beyan etmiştir. Çünkü eğer bu zât, Allah'dan başkasına ibadet etmiş olsaydı, o zaman, Allah'dan başka mâbud edinmiş olduğu bütün şeriklere ibadet etmesi gerikirdi. Çünkü her şey, muhtaçtır; fânidir, sonradan meydana gelmedir. Binâenaleyh şayet bu zât, "Ben ilâhlar edinmem" demiş olsaydı, o zaman ona, "Bunda iki farklı durum muhtemeldir: "Seni yaratandan başkasını tanrı edinirsen, hadsiz sayıda tanrı edinmen gerekir. Yok eğer senin İlahın senin rabbin ve halikın ise, bu takdirde senin başka ilahlar edinmen caiz değildir" denirdi. c) Ayetteki, (......) tabiri O'ndan başkasının ilâh olmadığına bir işarettir. Çünkü, tanrı edinen, ilah olmaz, işte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Ne eş ne de oğul edindi" (cin, 3) ve "Hamd, oğul edinmemiş olan Allah'a mahsustur" (İsrâ, 111) buyurmuştur. Çünkü Allah'ın hakiki anlamda oğlu olmaz, bu caiz de değildir. Hristiyanlar ancak, "Allah İsa'yı oğul edindi" demişler ve İsa'ya "oğul" adını vermişlerdir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Allah oğul edinmedi" (Isrâ, 111) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, kendisi hakkında, "O'nu bir vekil edin" (Müzzemmil, 9) buyurmuştur. Çünkü O, "(O), doğunun da batının da Rabbidir. O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur. O halde, güvenek ve dayanak olarak O'nu tut" (Müzzemmil, 9) buyurmuştur da denilemez. Çünkü biz diyoruz ki bu, yeni bir şeydir: Zira insanın, başlangıçta sabrı az ve gücü kuvveti ise yetersizdir. Binâenaleyh, insanın dünyevî sebepleri bir kenara iterek, "Ben tevekkül ettim" demesi caiz değildir. Çünkü içimizden herhangi bir kimsenin, artık hiçbir şeyle meşgul olmayacağını; çocuklarını ihtiyaç içinde bırakacağını; ailesine, nafakalarını iletmeyeceğini; ümidi de, Zeyd ve Amr'ın bağışlarına bağlı olduğu halde mescidde oturacağını söylemesi hiç de güzel değildir. Ama ne zaman ki kalbi ibadetle güçlenir, başkası şöyle dursun kendini de unutur, bütün kalbi ile Rabbinin ibadetine yönelir, dünyayı ve dünyevî sebepleri bırakır da işini Allah'a havale ederse, işte bu durumda ebrârdan ve ahyârdan olur. İşte bu sebeple Allah, Resulüne, "Sen bütün işlerin, Allah'ın kudret elinde olduğunu bildin. Allah'ı gerçek manada tanıdın. Doğunun, batının, doğuda batıda ve İkisi arasında bulunanların Allah'ın emriyle olduğuna ve ihtiyaçların giderilmesinin kendisinden istendiği yegâne ilahın O olduğuna kesinkes inandın. Öyleyse O'nu vekil edin ve bütün işlerini O'na havale et. Çünkü sen, daha önce de, helâl kazanç elde edenlerden olduğun halde, artık şimdi helâl kazançla emredilenlerin derecesinden daha yükseğe yükseldin" demiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde, dayanak olarak O'nu tut" (Müzzemmil, 9) emri, "bütün işlerinde..." demektir. Ayetteki, "bana hiçbir surette fayda vermez" ifadesi hakkında şu iki izah yapılabilir: a) Bu ifade tıpkı bir vasıf gibi olup, sanki o zât, "Rahman, bana bir zarar vermek istediğinde, bana hiçbir faydası dokunmayan ilâhlar edinir miyim hiç?!" demek istemiştir. b) Bu ifade, müste'nef bir cümle olup, buna göre bu şahıs sanki, "Allah'ın dışında ilâhlar edinmem" demek istemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer Rahman, bana bir zarar vermeyi dilerse, onların şefaati hiçbir surette fayda vermez. Onlar, beni asla kurtaramazlar" buyurmuştur. Bu ifadeyle alâkalı birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hak, buyurmuş da, dememiştir. Yine "Allah bana herhangi bir zarar dilerse sizin Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun bu zararını giderebilirler mi?" (Zümer, 38) buyurmuş, ama dememiştir. Niçin? Biz diyoruz ki: Fiil, tek bir mef'ûl aldığında, tıpkı lâzım fiilin, meselâ Arapların "Onu götürdü; onu çıkardı" sözlerinde olduğu gibi, harf-i cerle müteaddi olması gibi, ikinci mef ûlü harf-i cerle alır. Sonra, belagat ehli olan, konuşan kimse, harf-i cersiz olan mef'ulü ötekinden öne alır; harf-i cerli olanı ise sonraya alır. Binâenaleyh meselâ bir kimse, "Falancanın durumu nasıldır?" dediğinde, karşı taraf, "Ona, hükümdar hassaten ikram etmiş ve nimetlerini vermiştir" der. Beriki, "Hükümdarın ikramı nasıl?" dediğinde, ötekisi, "Hükümdar, o ikramını Zeyd'e tahsis etmiştir, (başkasına değil)" der, böylece, sorulan şeyi harf-i cersiz olarak getirmiş olur. Çünkü esas amaç budur. Bunu iyice anladığına göre, şunu bil ki, şu anda tefsirini yapmakta olduğumuz ayetin maksadı, kulun, Cenâb-ı Hakk'ın tasarrufu altında olduğunu; onu dilediği gibi evirip çevirdiğini; dilerse sıkıntılara sokacağını ve yine dilerse bolluklara gark edeceğini beyân etmektir. Yoksa esas maksat, zararın beyânı değildir. Nasıl böyle olmasın ki? Bu sözü söyleyen, Allah'ın vaadinin hükmüne İman etmiş olduğu için, O'nun rahmet ve nimetini uman, halis bir mü'min kimsedir. Bu hususu, o zâtın daha önceki, "Beni yaratan zâta" şeklindeki sözü de destekler. Çünkü bu zât da, kendisini, fıtratın (fatara fiilinin) mef'ûlü yaparak, "Beni yarattı" demiştir. Aynen bunun gibi, yine kendisini "İrâde" fiilinin mef'ûlü yaparak, "bana... dilerse" demiştir. Ayetteki, "zarar" kelimesi ikinci derecede zikredilmiştir. Allahü teâlâ'nın, (zümer, 38) ifadesinde de durum aynıdır. Çünkü maksat, halin, Allah'ın dilediği gibi olduğunu belirtmektir; yoksa burada esas maksat olarak zarar zikredilmemiştir. Bu ayetteki (Zümer, 38) mananın böyle olduğunu, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetten önce getirdiği, "Allah kuluna yetmez mi?" (Zümer, 36) ifadesi desteklemekledir ki bu da, "O, benim iradem altındadır" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Size bir fenalık dilerse Allah'dan sizi koruyacak kimdir?" (Ahzab, 17) ayeti de desteklemektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, burada bu sıraya muhalefet etmiş, zarar demek olan "es-sû'u" kelimesini harf-i cersiz mef'ûl yapmış, mükellefi yani (......) ifadesini de harf-i cerli olarak getirmiştir. Bu böyledir, zira buradaki maksat, korkutmak için zararı zikretmek ve onların da bu zarara mahal olduklarını, (yani bunu hak ettiklerini) belirtmektir. Nasıl böyle olmasın ki? Onlar, küfürleri sebebiyle o azabı hak etmiş ve ona müstehak olmuşlardır. Böylece burada, onları men etmek için, esas maksat olarak zarar zikredilmiştir. İmdi eğer, "Allah, rahmeti de bu şekilde zikretmiştir. Çünkü "Yahut size bir rahmet dilerse" (Ahzâb, 17) buyurmuştur" denilirse, biz deriz ki: Burada da esas maksat, "rahmet" kelimesinin zikredilmesidir. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, bundan hemen sonra, "Onlar, Allah'dan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulamayacaklar" (Ahzab. 17) buyurmuş olmasıdır. Cenâb-ı Hak burada rahmeti, hasr üslubuyla yapılan taksimatla hasıl olan şeyi ve durumu tamamlamak için zikretmiştir. Durum, "Onlar kalblerinde olmayan şeyi dilleriyle söylerler. Sen de ki: "Allah size bir zarar diler, yahut size bir fayda dilerse Allah(ın kazasından) herhangi bir şeyle sizi kim koruyabilir?" (Fetih, 11) ayeti hakkında düşündüğünde de böyledir. Çünkü burada esas maksat, kâfirlerle konuşmaktır. Fayda ise, taksimatla meydana gelen hasr işine tabi olarak ondan ötürü zikredilmiştir. Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın, "Doğrusu Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" (Fetih, 11) ayetidir. Çünkü bu, korkutmak için getirilmiş olan bir ifâdedir. Bütün bunlar Cenâb-ı Hakk'ın, "Her halde ya biz, ya siz mutlak bir hidayet, yahut apaçık bir sapıklık üzerindeyiz" (sebe, 14) ayeti gibidir ki, bu ayette denilmek istenen, "Ben hidayet üzerindeyim, siz ise, sapıklıktasınız" manasıdır. Binâenaleyh, şayet bu zat da, herhangi bir engelin mani olmasından ötürü böyle söyleyecek olsaydı, o zaman sözünü, böyle bir taksimatla yapardı da şöyle derdi: "Burada maksadım, başınıza gelen zararı belirtmektir" İşte bu engeli savuşturmak için, burada hem zararı hem de faydayı ifade etmiştir. Burada, Zümer Sûresi'nde ise, (Zümer, 38) buyurulmuştur. Binâenaleyh, orada, mazî sîgasını ("diledi"); burada, muzarî sığasını ("dilerse") tercih etmesinde; burada, dileyen zâtı "Rahmin" ismiyle; orada ise, "Allah" ismiyle getirmiş olmasındaki hikmet nedir? Biz deriz ki: Mazi ve muzari meselesine gelince, şart cümlesindeki maziyi muzari haline getirir. Bu böyledir, ara burada daha önce bahsedilen şey, meselâ (Yasin, 23; Yasin, 22) ifadelerinde olduğu gibi, muzari sığalardır. Orada daha önce zikredilen ise, meselâ (zümer,38) ifadesinde olduğu gibi, mazi sîgasıdır. Cenâb-ı Hakk'ın, kendisinden önce zikredilenin muzari sîgasıyla, (Enam, 16) kelimesi olmasından dolayı, yine aynı ayetin peşinden "Allah sana bir zarar dokundurursa" (En'am. 17) ayetinde ve "Eğer asî olursam, korkarım " (En'am, 15) ayetinde de böyledir. Bunun hikmeti şudur: Kâfirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, kendilerinin taptıkları o sutlardan ona bir zarar isabet edeceğini söyleyerek, tehdit ediyorlardı. Buna göre Habibu'n-Naccâr sanki, "Sizden korkutma sâdır olmuştur. Bu ise, sizden daha önce de sudur etmiş olan sözdür. Bu sizin âdetinizdir" demiştir. Burada ise bir gerçeği iyice belirlemek için bir mü'minin söylediği yeni bir cümle sözkonusudur. Bunun cevabı şudur: Bu, onlardan sudur etmesi mümkün olan şeydir. Binâenaleyh, bu iki durum, birbirinden farklıdır. Orada (zümer. 36), irâde eden zâtın, Allah ismiyle getirmesi meselesine gelince, biz diyoruz ki: Biz daha önce, vâcibü'l-vücûd olan zâta mahsus iki isim bulunduğunu, bunların da Allah ve Rahmin kelimeleri olduğunu zikretmiştik. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "De ki: "Gerek Allah diye çağırın, gerek Rahman diye çağırın. Hangisi ile dua ederseniz edin, en güzel isimler O'nundur" (İsra. 110) buyurmuştur. "Allah" kelimesi, heybet ve azamet ifade eder. "Rahmin" kelimesi ise, şefkat ve merhamet manaları tedaî ettirir. Burada, Cenâb-ı Hak kendisini, "Allah intikam sahibi, mutlak bir galib değil midir?" (zümer, 37) diyerek, İzzet ve intikam sahibi olmakla da tavsif etmiş, "Onlara, "o gökleri, o yeri kim yarattı..." (Zümer. 38) ifadesiyle de, kendisinin ululuğuna delâlet eden hususu zikretmiş, böylece de kendisinin azametine'delâlet eden ismi getirmiştir. Burada ise, "Beni yaratan zât" ifadesiyle, rahmetine delâlet eden şeyi getirmiştir. Çünkü yaratılma işi, diğer nimetler için öncelikle olması gereken bir nimettir. İşte bu sebeple o zât önce, "Eğer Rahman, bana bir zarar vermeyi dilerse" demiş, daha sonra da, insanlardan sudur eden tertibe göre, "Onların şefaati, bana hiçbir surette fayda vermez. Onlar beni asla kurtaramazlar" demiştir. Bu böyledir, zira, kendisine bir şahsın zarar verebildiği şahıstan zararı def etmek isteyen kimse, bunu en güzel bir biçimde savuşturur. Böylece de, önce ona, aracı olmak ister. Eğer kabul ederse ne alâ, aksi halde, onu ister de, "Bana onların şefaati lazım değil; onlar beni herhangi bîr şekilde kurtaramazlar" der. Bu ayetlerde, Cenâb-ı Hak tarafı nazar-ı dikkate alındığında, Allah'ın, her yönden mâbûd bir zât oluşunun beyanı söz konusudur. Çünkü O, yaratandır, Rab'dır. Mâlik'tir, ihsan da ister bulunsun isterse bulunmasın, her halükârda ibâdete müstehaktır. İhsanına nisbetle Rahmân'dır; O'ndan duyulan korkuya nazaransa, o zararları def edendir. Böylece, O'nun dışında kalanların hiçbir surette ibâdete müstehak olmadıklarının beyânı ortaya çıkmış olur. Çünkü, ibâdeti gerektiren sebeplerin en aşağısı, bu ibadetin, kötü bir günde kişinin lehine ve yararına olacağı için yapılmasıdır. Halbuki Allah'ın dışındakiler, Allah dilemediği müddetçe, hiçbir şeyi savuştu ram azlar. Yok, eğer Allah dilerse, zaten def ediciye de ihtiyaç kalmaz. 24Âyetin tefsiri için bak:27 25Âyetin tefsiri için bak:27 26Âyetin tefsiri için bak:27 27"Şüphesiz ben, o takdirde mutlaka apaçık bir sapıklık içindeyimdir. Gerçek, ben Rabbinize iman ettim. İşte bunu benden duyun. (Ona) "gir cennete" denildi. (O da) "Ne olurdu, kavmim bilselerdi..." dedi, Rabbimin beni bağışladığını ve beni, (cennetle) ikram olunanlardan kıldığını!" Ayetteki, "Şüphesiz ben, o takdirde mutlaka apaçık bir sapıklık içindeyimdir" cümlesi, "Eğer ben bunu yaparsam, ben apaçık bir biçimde sapıtmış olan bir kimse olmuş olurum" demektir. Buradaki, "mübîn" kelimesi, "fail" manasındadır. Bu tıpkı, aksinin yani "fail"in, meselâ "etim" ifâdesinin "mü'ftm" manasında olması gibi, "müfit" manasına gelmesi gibidir. Şöyle de denebilir: "Dalal-I mübîn", "bakanlara, durumu apaçık ortaya koyan, anlatan" demektir ki, doğru olan birinci izahtır. Daha sonra "Gerçek, ben Rabbinize iman ettim. İşte bunu, benden duyun" buyurulmuştur. Buradaki, "Rabbiniz" ifadesiyle kime hitap edildiği hususunda şu izahlar yapılmıştır: a) Bunlar, gönderilen o elçilerdir. Müfessirler şöyle demişlerdir: O müşrik topluluk, o zâtı öldürmek için ona hücum ettiler de, bunun üzerine o da, o elçilerin yanına sokularak, "Ben sizin Rabbinize iman ettim. O halde şimdi benim sözümü duyun da, bana şahit olun" dedi. b) Bunlar, o kâfir topluluktur. Buna göre sanki bu zât, onlara nasihat edip de, nasihat onlara tesir etmeyince, "Ben, iman ettim. Şimdi beni dinleyin" demiştir. c) Bununla, bu sözü dinleyenler ve duyanlar kastedilmiştir. Buna göre bu zât, genel anlamda, "şimdi beni dinleyiniz" demiştir ki, bu tıpkı bizim bir vaiz efendinin: "Ey miskin, ne kadar da tûl-i emel sahibisin ve amelin de ne kadar azdır" dediğinde, onun, bu sözüyle, bunu duyan herkesi kastettiğini söylememiz gibidir. O zâtın, "İşte bunu, benden duyun" ifadesinde şu incelikler bulunur: a) Bu, teennî ile hareket eden ve tefekkürde bulunan bir kimsenin diyeceği bir sözdür. Çünkü o, "Beni dinleyiniz" demiştir. Zira konuşan kimse, kendisinin sözünü dinleyen bir grubun bulunduğunu bildiği zaman o zaman, (rastgele konuşmayıp) düşünür. b) O, kavmin dikkatini çekmiş ve "Ben size yaptığınızı haber verdim ki, "Niçin, durumunu bizden gizledin? Şayet açıktan açığa hareket etseydin, biz de seninle beraber iman ederdik" demeyesiniz diye" demiştir. c) Buradaki, "dinleme" ifadesiyle, kabul etmek anlamı kastedilmiştir. Nitekim bir kimse, "Falancaya nasihat ettim de, sözümü dinledi, yani kabul etti" der. Buna göre sen şayet, "O zât, daha önce, "Ben niye beni yaratana ibadet etmeyecek misim?" demiştir. Burada ise, "Rabbime iman ettim" dememiş, "Rabbinize iman ettim" demiştir. Niçin? Cevap: Biz diyoruz ki, buradaki hitabın o elçilere olması halinde, mana açıktır. Çünkü o zât, "Ben sizin Rabbinize iman ettim" deyince, o zaman o elçilerce, bu zâtın onların sözünü kabul ettiği ve kendisine davet ettikleri o Rabbe iman etmiş oldukları anlaşılmış olur. Binâenaleyh şayet bu zât, "Rabbime" demiş olsaydı, belki de elçiler, "Her kâfir, benim Rabbim vardır. Ben, Rabbime iman ettim" derdi. Ama, buradaki hitabın, kâfirlere olması durumunda, bu ifadede Cenâb-ı Hakk'ın birliğini beyân bulunmaktadır. Zira bu zât, önce "Ben niye beni yaratana ibadet etmeyecek misim?" deyip, sonra da, "Rabbinize iman ettim" deyince, onun bu sözünden, "Benim ve sizin Rabbiniz tektir ve bu Rab, beni yaratan zâttır ki O, aynı zamanda sizin de Rabbinizdir" demek istediği anlaşılmış olur. Ama bu zât şayet, "Rabbime iman ettim" demiş olsaydı, o zaman kâfir de, "Ben de benim Rabbime iman ettim" derdi. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah hem bizim hem de sizin Rabbinizdir" (Şûra, 15) ayeti de böyledir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Ona) "gir cennete" denildi"buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak iki izah yapılır: a) O önce öldürüldü, sonra da ölümünü müteakip kendisine, "gir cennete" denildi. b) Onun, "iman ettim" demesinin peşinden, ona, "gir cennete" denildi. Birinci izaha göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "(O da) Ne olurdu kavmim bilselerdi..." ifadesi, o zâtın bu sözü ölümünden sonra söylediği; Allah'ın, onun bu sözünü haber verdiği manasına gelir. İkincisine göre ise o bu sözü hayatta iken söylemiş olur. Buna göre o sanki, kendisinin cennete gireceklerden olduğunu o elçilerden duymuş, onları tasdik etmiş, buna kesinkes inanmış ve bunun böyle olduğunu bilerek, "Keşke kavmim de, benim bildiğimi bilselerdi, böylece de, benim iman ettiğim gibi, iman etselerdi!" demiştir. Ayetteki "denildi" ifadesinin manası hususunda, o vaktin ne zaman olduğu hususunda iki izahın yapılması gibi, iki izah yapılmıştır: a) Bu kelime, kavl masdarındandır. b) (Bu), "gir cennete" demektir. Ki bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın "Onun emri, bir şeyi dilediği zaman, ona sadece, "ol" demesinden ibarettir. O da oluverir" (Yasin. 82) ayetindeki gibidir. Çünkü burada, "söylemek" manası kastedilmemiştir. Tam aksine, bununla fiil kastedilmiştir. Yani "O, o işi hemen o anda, araya hiçbir zaman girmeksizin yapar" demektir. Durum, "Denildi ki: "Ey arz, suyunu yut" (Hud. 44) ayetinde de böyledir ki, bu, arzın o suyu yutar hale gelmesi demektir. (Yani burada, demek işi söz konusu değildir). Ayetteki, "Rabbimin beni bağışladığını..." ifadesi hususunda şu izahlar yapılmıştır: a) Buradaki mâ, istifhamiyyedir. Buna göre sanki o zât, "keşke kavmim, Rabbimin beni neden ötürü bağışladığını bilselerdi de, böylece onlar da onunla meşgul olsalardı!" demek istemiştir. Bu görüş zayıftır. Aksi halde, (istifham olması halinde), en güzel olan hal mâ'nın elifinin hazfedilmesi hali olurdu. Çünkü Arapça'da, "neden?" "ne hususunda?" neden?" denilir. b) Bu mâ haberiyyedir. Buna göre sanki, "Ah kavmim, Rabbimin beni kendisinden dolayı bağışladığı şeyi bilselerdi!" demiştir. c) Buradaki mâ masdariyyedir. Buna göre o zât sanki, "Ah, kavmim Rabbimin bana olan mağfiretini bilselerdi!" demek istemiştir. Tercihe şayan olan son iki izahtır. Daha sonra O, "Beni ikram olunanlardan kıldığını (bilselerdi)" demiştir. Biz, iman ve amel-i sâlihin, iki şeyi, yani ilahi mağfiret ve İlahî İkramı sağladıklarını daha önce söylemiştik. Bu, "İman eden ve salih ameller işleyenler var ya, işte bunlar için bir mağfiret ve kerîm bir rızık vardır" (Hacc, 50) ayetinde de böyledir. Burada bahsedilen zat da, sâlih ve mü'min kimselerdendir. İkram olunan kimse ise, hor ve hakir kılınan gibi değildir. Kişiyi ihtiyaç içerisinde bırakmak, onu hor ve hakir kılmak; kişiyi zengin kılmak da ona ikram etmektir. Böylece Allah, sâlih kullarını, hiç kimseye muhtaç etmez, onun bütün ihtiyaçlarını kendisi giderir. Cenâb-ı Hak, bu zâtın durumunu anlatınca, kavminden ona karşı çıkanların ve imandan uzak duranların hallerini de, onların çok hızlı bir şekilde helak olunduklarına işaret olarak, şöyle buyurup anlatmıştır: 28Âyetin tefsiri için bak:29 29"Ondan sonra kavminin üzerine gökten bir ordu (bile) indirmedik, indiriciler de değildik. Bir tek sayhadan başka birşey değildi bu. Artık hemen sönüverdiler" Bu böyledir, çünkü Allahü teâlâ'nın, onları helak etmek için, bir ordu göndermeye ihtiyacı yoktur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hak burada, "indirme" fiilini kendisine isnad ederek, "indirmedik" buyurmuştur, Mü'minlerin durumunu beyan ederken ise, "demek" fiilini, meçhul olarak getirerek, "Ona cennete gir" denildi" buyurmuştur. Çünkü azab etme, heybeti gerektiren şeylerdendir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, o azabtan bahsederken, saygı ifade eden bir üslûpla, "Biz indirmedik" buyurmuştur. Diğer ifadede ise, "denildi" buyurmuştur. Böylece onun melekler tarafından tebrik edildiğine işaret edilmiştir. Çünkü o zâta, her gören melek ve sâlih, "Orada ebedî kalmak üzere haydi cennete gir" demiştir. Kur'ân'ın pek çok yerinde, "Haydi gir" denildi" ifadesi kullanılmıştır. Bu, o girişin bir ikram ve törenle olan bir giriş olduğuna İşaret etmektedir ve tıpkı bir gelinin, herkesin gözü önünde ve herkesin tebrikleriyle, o süslü gelin odasına girmesi gibidir. O zat, oradaki cemaatin, kendilerinin kavmi olmasına elçiler daha uygun iken, niçin oradakileri kendine nisbetle, "ey kavmim" demiştir? Çünkü bir insanın kavmini, kendi sülâlesi ve arkadaşları teşkil eder. Resul (elçi) ise, gönderilen bir elçi olduğu için, bütün insanlar ve kendilerine gönderildiği herkes, onun kavmi sayılır. Bu, şu iki sebepten ötürüdür: a) Bu, aynı kabileden olan ve biri iman etmiş olması sebebiyle, son derece izzet ve ikram gören, diğeri ise inkarı sebebiyle, alabildiğine hor ve hakir kılınan iki kimsenin arasındaki farkı ortaya koymak içindir. Çünkü bu iman eden zat da, neseb bakımından o kavimdendi. b) Bu İlahi azab, o zatın akrabalarının başına geldi. Çünkü o elçilerin kavmi olan başka kimseler, onlara İman etmişlerdi. Dolayısıyla bu azab, onların başına gelmedi. Allahü teâlâ, daha önce de hiç kimseye, bir (gök) ordusu indirmediği halde, bu indirmeyişi, bu zatın ölümünden sonrası için zikretmiştir, bunun hikmeti nedir? Cevap: Diyoruz ki: Onların bu azabı hakedişleri, o zâtın ölümünden sonra olmuştur. Çünkü onlar, küfürde ısrar edip, ki bir gösterdiler. Böylece Cenâb-ı Hak, o helak edişin bir ordu ile olmadığını beyan buyurmuştur. Hak teâlâ onlara, gökten hiçbirşey indirmediği ve yerden de bir ordu göndermediği halde, ayette "gökten" buyurmuştur. Bunu gökle kayıtlamanın hikmeti nedir? Cevap: Buna şu iki yönden cevap verilebilir: a) Burada kastedilen mana, "Biz onların üzerine gökten gelen bir emir ile, bir ordu göndermedik" şeklinde olabilir, böylece de (hem göğü, hem yeri içine alan) genel bir ifade olur. b) Bu azab onlara gökten indi. Bundan dolayı, Hak teâlâ, inen şeyin azameti olan bir ordu değil, ancak onların ocaklarını söndüren, memleketlerini alt-üst eden bir sayha olduğunu bildirmişir. Ayetteki, "indirmedik" ifadesi de, o azabın gökten inmiş olmadığını gösterdiği halde, yeniden, "indiriciler de değildik" denilmesinin hikmeti nedir? Diyoruz ki: Hak teâlâ'nın, "Değildik" ifadesi, "İndirmemiz uygun da olmaz. Çünkü durum, bu olmaksızın da yerine gelir. Bundan dolayı indirmedik, indirmeye ihtiyaç da duymadık" manasınadır. Yahut şöyle deriz: "Ayetteki "indirmedik", "indiriciler de değildik" ifadeleri, "Bu hadisede indirmedik" ve "Diğer hadiselerde de indirmiş değildik" manasınadır. İmdi eğer, "Allah Bedir savaşında ve diğer bazı savaşlarda ordular indirmiştir. Çünkü, "(Allah) sizin görmediğiniz ordular indirdi" (Ahzab, 9) buyurmuştur" denilirse, deriz ki: Bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şerefinin yüceliğinden dolayıdır. Aksi halde, o Mekke müşriklerinin kökünü kazımak için, bir tek meleğin kanadının, tek tüyünü hareket ettirmesi bile yeterdi. Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın elçileri ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) derecesinde değillerdi. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Olay, bir tek sayhadan başka birşey değildi" ifadesi ile, olanları anlatmıştır. Zemahşeri bu ifadenin, "Bu şey ancak bir tek sayha idi" şeklinde olduğunu, fiilin müzekker olmasının asıl olduğunu, ama fiilin, kendinden sonra gelen ve açıklayan kelime olan, "sayha" kelimesinden ötürü müennes getirildiğini söylemiştir. Ayetteki, "bir tek" ifadesi, bu işin Allah'a çok kolay olduğunu te'kidle gösteren bir ifadedir. Cenâb-ı Hakk'ın "Artik hemen sön üverdiler" ifadesinde, bu helakin çok hızlı olduğuna bir işaret vardır. Çünkü onların sönüp mahvolmaları, o sayha ile anında, derhal meydana gelmiştir. Onların halinin "sönme" olarak anlatılması çok güzeldir. Çünkü canlı olanda, çokça hararet (sıcaklık) vardır. Ne zaman bu (umûd) harareti fazla olursa, gazab (öfke) ve şehvet de o nisbette artar ve ileri olur. Onlar da böyle ateşli idiler, öfkeli oluşları, kendilerine nasihat eden mü'min bir kimseyi öldürmelerinden de anlaşılmaktadır. Şehvetli oluşları da, o andaki bazı (geçici) dünya lezzetlerini elden kaçırmama gayretiyle, devamlı olan (ahiret) azabını hesaba katmamalarından anlaşılmaktadır. Binâenaleyh onlar, cayır cayır yanan ateş gibi, hararetli İdiler. Bir de, onlar tıpkı ateş ve ateşten yaratılan varlıklar (şeytanlar) gibi, zorba ve kibir taslayan kimselerdi. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Onlar hemen sönüverdiler" buyurmuştur. Burada, şöyle bir başka izah da yapılabilir: Dört ana unsurun bazısı, varlığın, Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı şekildeki tabiatından kaynaklanır, bazıları ise, Allah'ın iradesiyle oluşur. Binâenaleyh taşlar, su olabilir, sular taş olabilir. Aynen bunun gibi, kaynadığında su, hava (buhar) olur, hava da soğuduğunda su (yağmur) olur. Fakat bu, bir müddet için âdeten böyle olur. Ama hava, ateş; ateş de kısa zamanda yanıp-sönme ile hava hâlini alır. İşte bu sebeple, Allahü teâlâ, "onlar o sayha sebebiyle söndüler" demiştir. Binâenaleyh hız bakımından büyük bir ateşin sönmesi, bir kandilin ve alevin sönmesi gibi olur. 30"Ey kulların (gönlüne) çöken pişmanlık! Onlar, kendilerine ne zaman bir peygamber gelse, mutlaka onunla istihza ederlerdi" Bu, "İşte şimdi hasret vaktidir. O halde ey hasret (pişmanlık) haydi gel, tam zamanınl" demektir. "Hasref'in nekire oluşu, pişmanlığın çokluğunu gösterir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: İbâd (kullar) kelimesinin elif-lamı, şu iki manaya gelebilir: a) Ahd (belirlilik) ifade edip, "O sayha tarafından mahvedilen kullar" demektir. Buna göre mana, "Ey bu kullar için olan pişmanlık!" şeklindedir. b) Bu, cins ifade eder ve "Yalanlayan bütün kâfir kullar cinsi" kastedilmiş olur. "Bu pişmanlığı duyanlar kimlerdir?" Diyorum ki bu hususta şu izahlar yapılabilir; a) Burada gerçekte pişmanlık duyan yok. Çünkü bu ifadeden maksad, o azab gerçekleştiğinde, bir pişmanlık da gerçekleştiği için, o ânın, böyle pişmanlığı davet etme vakti olduğunu beyân etmektir. Burada gramer (nahiv) bakımından şöyle bir inceleme yapılabilir: Herhangi bir maksad taalluk etmediği zaman, bazan mef'ûl zikredilmeyebilir. Nitekim, "Falanca verir, vermez" denilir. Burada verilen birşey yoktur. Çünkü maksad, onun verip vermeme gücünü göstermektir. Mef'ûlün böyle hazfi çoktur. Bizim konumuzda ise, fail hazfedilmiştir. Failin hazfi ise azdır. Bu hususun izahı, işte biraz önce bahsettiğimiz gibi, burada hasret (pişmanlık) duyanı zikretmenin, esas anlatılmak istenen şey olmamasıdır. Aksine burada esas anlatılmak istenen şey, böyle bir pişmanlığın, o vakitte olmasıdır. b) Bu sözü, mecazî olarak, o işin vehametini belirtmek için, Allahü teâlâ söylemiştir. Bu durumda bu ifade, Allah hakkında diğer ayetlerde kullanılan, gülme, unutma, alay etme, şaşma ve temenni etme gibi lafızlar cümlesinden (mecazî manada) olmuş olur. Yahut da diyoruz ki: Bu gibi ifadeler bunu söyleyenin pişmanlık duyması manasına değil, aksine böyle bir pişmanlığın olduğunu haber verme manasınadır. Bu durumda, Hak teâlâ'nın bu sözü mecazî manada söylediğini belirtmeye ihtiyaç kalmaz. Deriz ki: O, münâda (sesleniş) olması hariç, hakiki manada olmak üzere, bir haber vermektedir. Çünkü bu ifade, nida olması halinde, bu Cenâb-ı Hak için mecaz olup, esas maksad haber vermedir. c) Bu pişmanlığı duyanlar, üzülen müslümanlar ve meleklerdir. Baksana, anlatıldığına göre, Habibü'n-Neccâr, kendisi öldürülürken, "Allah'ım, kavmime hidayet ver" demiş, öldürüldükten sonra ve "Haydi gir cennet" denildikten sonra da, "Ah, keşke kavmim bilebilselerdi ki..." demiştir. Binâenaleyh bir müslümanın, bir kâfire bile üzülmesi ve onun aleyhine olan şeylere hayıflanması mümkündür. "Hasret" kelimesi, tenvinle veya alâ harf-i cem olmaksızın, izafetle, şeklinde de okunmuştur. Yine, vaslı vakıf (duruş) gibi yaparak, hâ ile şeklinde de okunmuştur. Buradaki "kullar" ile kimler kastedilmiştir? Diyoruz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) Bunlar, o üç elçidir. Sanki kâfirler, meşakkat ve sıkıntı başgösterince, o elçiler için, "Vah yazık oldu! Keşke şu anda olsaydılar, onlara iman ederdik" demişlerdir. b) Bunlar, Habib'in kavmidirler. c) Bunlar, kâfir olup, küfürde ısrar eden ve kibir taslayan herkestir. Birincisine göre, "kullar" mü'minler için kullanılmış olup, tıpkı, "Senin benim kullarım özerinde bir hükümranlığın (nüfuzun) yok, (ey şeytan)" (Hicr, 42) ve "Ey kendilerine karşı müsrif olan kullarım" (Zümer, 53) ayetlerindeki "kullar" gibidir. İkincisine göre ise bu, kâfirler için kullanılmış olur. Mutlak manadaki kul ile, Allah'a nisbet edilen kullar arasında fark vardır. Çünkü şerefli olana nisbet edilme, nisbet edilene şeref kazandım-. Nitekim mesela "Beytullah" (Allah'ın evi) dersin. Bu izâfetli ifâdedeki şeref, sırf "el-Beyt" (o ev) cenilmesinde yoktur. Buna göre, "Rahmân'ın kullan" (Furkan, 63) ifadesi, tıpkı, "kullarım"(hicr, 42) gibi olur. "Allah'ın kulları" ifadesi de böyledir. Cenâb-ı Allah, bundan sonra, onların pişmanlıklarının sebebini de, "O "Onlar kendilerine ne zaman bir peygamber gelse, mutlaka onunla istihza ederlerdi" buyurarak açıklamıştır. O nedametin sebebi, budur. Çünkü bir padişah çöle gelip kendisini bir şahsa tanıtsa ve ondan çok kolay bir hizmet istese, ama o, padişahı "Sen padişah değilsin" diye yalanlasa ve istediği hizmeti yapmasa, sonra da o padişah tahtına geçip otursa ve bu şahıs huzuruna varıp, onun gerçekten padişah olduğunu anlasa, onun duyacağı bu pişmanlıktan daha büyüğü yoktur. İşte o elçilerin durumu da böyledir: Bunlar da birer padişah gibi idiler. Hatta Allah'ın, onları şereflendirip, padişahları onların kapıcısı kılması bakımından, padişahlardan daha büyüktürler. Çünkü Allah, "Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tabî olun ki, Allah da sizi sevsin ve bağışlasın" (Al-i İmrân, 31) buyurmuştur. Bu elçiler de gelmişler, kendilerini tanıtmışlar. Ama üzerlerinde görülecek maddî bir büyüklük alameti yoktu. Kıyamet günü veya o sıkıntı başgösterdiğinde, onların Allah nazarında büyüklükleri, davet ettikleri şeyin de, menfaati kutlara raci olacak olan, ibâdet gibi kolay bir şey olduğu, üstelik bu davetlerine karşılık hiçbir ücret de istemedikleri iyice ortaya çıkınca, kâfirler tam bir nedamet duyarlar. Nasıl böyle olmasın ki? Çünkü onlar, bu elçilerin dediklerinden yüzçevirmekle kalmayıp, onlarla alay etmiş, işkenceye uğratmış, onları hafife almış ve küçümsemişlerdir. Hak teâlâ'nın, "kendilerine geldiğinde" ifadesindeki zamirin, Habibü'n-Neccâr'ın kavmine ait olması mümkündür. Yani, "Onlar, üç peygamberden birisi geldiğinde, hasret ve nedametin onların üzerine olacağını söylediğimizden dolayı, mutlaka onunla istihza ederlerdi" demektir. Bu zamirin, küfürde ısrar eden kâfirlere raci olması da muhtemeldir. Sonra, Cenâb-ı Hak birincilerin halini beyan edince, o andaki muhataplara şöyle buyurmuştur: 31Âyetin tefsiri için bak:32 32"Kendilerinden evvel nice nesilleri imha ettiğimizi, bunların bir daha onlara dönmez olduklarını görmediler mi? Hepsi de muhakkak, toptan bizim karşımıza ihzâren getirilmişlerdir (getirileceklerdir)" Yani, "Geride kalanlar, onlardan öncekilerin başına gelenleri görmezler" demektir. "Haklarında" "ey pişmanlık" denilen kimselerin haklarında, "görmediler mi?" denilen kimseler olduğunu söylemek de mümkündür. Bunun manası; "Vaki olan her helakten önce, hakkı yalanlayan bir toplum vardır ve bu Nuh (aleyhisselâm) kavmine ve daha öncesine kadar çıkmaktadır" şeklinde olur. (......) cümlesi, mana bakımından "helak ettik" ifadesinden bedeldir. Çünkü mana, "Ne de çok helak ettik, onlar helak edişimizin çokluğunu görmediler mi?" şeklindedir ki, bunda, "Onlar, bizim çokça imha etmiş olduğumuz o kimselerin, onlara dönemez olduklarını görmediler mi?" anlamı yatmaktadır. O zaman da bu, "bedel-i istimal" gibi olmuş olur. Zira, "Bunların bir daha onlara dönmez olduklarını..." ifadesi, helak edilenlerin hallerinden bir haldir. Yani, "Onlar, artık onlara bir daha geri dönmeleri mümkün olmayacak biçimde helak edildiler" demektir. O zaman bu ifade, senin, "Zeyd'e bakmaz mısın? Onun terbiyesine ve edebine!" sözün gibi olmuş olur. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Bunların bir daha onlara dönmez oldukları..." ifadesinde iki izah şekli bulunur: a) Bu, "Onlar, artık dünyada bulunanlara bir daha geri dönüşü olmayan bir helak edişle helak oldular" anlamındadır. b) Bunun anlamı, "Onlar onlara geri dönmezler" şeklindedir. Yani, "Geride kalanlar, artık ne neseb cihetinden ne de doğum yoluyla o helak olmuş olanlara varıp dayanmazlar" demektir ki, bu da, "Biz onları imha ettik ve nesillerini kestik" anlamındadır. Nesli kesmekle birlikte, meydana gelen helak etmenin, daha tam ve daha mükemmel olduğunda şüphe yoktur. Birinci izahın, nakil bakımından daha meşhur olmasına mukabil, ikinci açıklama da aklen daha açık ve aşikârdır. Cenâb-ı Hak daha sonra "Hepsi de muhakkak, toptan bizim karşımıza ihzâren getirilmişlerdir" buyurmuştur. Allahü teâlâ, imha ettiğini beyan edince, kendisinin helak ettiği kimseleri o hal üzere bırakmayacağını, aksine helakten sonra bir araya getirme, hesaba çekme, medhetme-hapsetme, cezalandırma gibi şeylerin de bulunduğunu; şayet helak ettiklerini o hal üzere bıraksaydı, Ölümün ve helakin bir rahatlık olacağını" açıklamıştır. Bu anlamda olmak üzere söylenmiş olan şu söz ne de güzeldir: "Şayet biz öldüğümüzde öylece bırakılmış olsaydık, ölüm, her dirinin rahatlığı olurdu. Fakat ne var ki biz öldüğümüzde diriltildik (diriltileceğiz) ve bundan sonra, her şeyden sorgulanacağız." Hak teâlâ'nın, ifadesindeki İn edatı hakkında iki açıklama yapılmıştır. a) Bu nün, şeddeli olan "inne"den muhaffeftir. Lemmâ'daki lâm ise, bu nün ile olumsuzluk nûnunu ayıran lâmu'l fârikadir. Lemmâ'daki "mâ" ise zait olup, manayı kuvvetlendirmektedir. O halde lemmâ kelimesi, şeddesiz olarak lemâ şeklinde okunur. b) Bu in olumsuzluk ifade etmekte olup, lemmâ da, (illâ: ancak) anlamındadır. Sibeveyh şöyle demiştir: Arapça'da, denilir ki, bunun anlamı, "Senden Allah aşkına (ne) istedimse, sen de onu hemen yaptın" şeklindedir. Buradaki "ancak" anlamındadır. O halde, buradaki kıraat, şeddeli olarak şeklindedir. Ubeyy İbn Ka'b'ın bu ifadeyi, (......) şeklinde okumuş olması da, bu manayı teyid eder. Sibeveyh'in, "lemmâ" kelimesi, illâ anlamında varid olur" şeklindeki açıklaması uygun bir manadır. Şöyle ki lemmâ sanki, bir araya getirilmiş iki nefy harfi olup; bunlar da lem ile mâ'dır. Böylece de olumsuzluk kuvvetlenmiş olur. İşte bundan dolayıdır ki, "(O), muhakkak ki yaptı" diyen kimseye cevap verirken, "Hayır, şu ana kadar yapmadı"; yaptı" diyen kimseye cevap verirken de, "yapmadı" denilir. (illa) edatı ise, sanki (......) ve (......) dan meydana gelmiş olan bir nefy edatıdır. Buna göre, nefy edatlarından birisi diğerinin yerine kullanılmış olur. Zemahşerî şöyle demiştir: "Eğer birisi, (......) ile (......) aynı anlamdadır. O halde daha nasıl olur da, başına tâm harfini getirerek (......) kelimesi (......) kelimesinin haberi tutulabilir? Zira bu ifadenin takdiri şeklî, şeklindedir?" derse, cevaben deriz ki: Buradaki (......) kelimesi ism-i mef'ûl sîgasında olup, (bir araya getirilmiş, toplanmış) anlamındadır. Küllün kelimesi ise, hiç kimse hüküm dışı kalmamak üzere, "Herbir fert" anlamındadır. Böylece ifadenin anlamı, "Herbir fert diğeriyle bir araya getirilir ve ona eklenir" şeklinde olur. (......) ifadesi" onun söylediği şeye gerek bırakmaz" denilmesi de mümkündür. Bu böyledir, çünkü, Cenâb-ı Hak demiş olsaydı, söz doğru olmuş olur ve Zemahşeri'nin zikrettiği cevaba da gerek kalmamış olurdu. Daha doğrusu sahih olan, burada muhdarûn kelimesinin, cemî kelimesinin sıfatı olmasıdır. Buna göre sanki "Hepsi de, ihzâren getirilmiş olan bir yığın ve topluluktur" demiştir. Nitekim Arapça'da "O adam, alîm bir adamdır"; "O nebi, resul olan bir nebidir" denilir. (......)'deki vâv, hikayeyi başka bir hikayeye atfetmek için getirilmiş olan bir atıf harfidir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Zikrettiğimi sana açıkladım. Yine sana, onların herbirinin, ihzâren huzurumuza getirileceklerini de açıklayayım" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın müteakip ayetindeki vâv da böyledir. 33Âyetin tefsiri için bak:35 34Âyetin tefsiri için bak:35 35"Ölü toprak -ki biz onu canlandırdık, içinden dane çıkardık da, ondan yeyip duruyorlar- onlar için bir ibrettir. Biz orada, hurmalıklardan, üzüm bağlarından nice bostanlar yaptık, içlerinde nice pınarlar fışkırttık, mahsulden ve kendi ellerinin yaptıklarından yemeleri için. Hâlâ şükretmeyecekler mi?" Cenâb-ı Hak sanki, "Yine diyorum ki: Ölü arz da onlar için bir ayet ve ibret levhasıdır" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Ayetin, Önceki ifadelerle münasebeti nedir? Deriz ki: Münasebet, iki yondendir; a) Cenâb-ı Hak, buyurunca, bu ifade, haşre bir işaret olmuş olur. Bunun üzerine Allah Tealâ, onların inkârını, imkansız görmelerini, inâd ve ısrarlarını kırmak için, haşrin mümkün olduğuna delalet eden şeyi zikretmiş ve "ölü toprak, onlar için bir ibrettir. Biz onu diriltiyoruz. Aynen bunun gibi, ölüleri de dirilteceğiz" buyurmuştur. b) Cenâb-ı Hak, resullerin hallerini, yalanlayanların hetak edilmesini anlatıp, (o resullerin) meşgaleleri de tevhid olunca, Cenâb-ı Hak buna delâlet edeni zikretmiş ve yeryüzünü de, ister hareket isterse sükun halinde olsun, kendisinden ayrılamayacakları mekânları olduğu için, Cenâb-ı Allah söze yeryüzüyle başlamıştır. Yeryüzü, mutlak anlamda bir ayettir. O halde niçin, "Onlar için bir ibrettir" buyurarak, oranın ayet olmasını, onlara tahsis etmiştir? Cevaben deriz ki: (Söz konusu olan) şeyi bilmeyen kimseye, en beliğ ve etkili bir biçimde ayetler tâdâd olunur, ona devamlı anlatılır. Ama, o şeyi görme yoluyla bilen ve tanımış olan kimseye gelince, ona delil zikredilmez. Çünkü, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Allah'ın ihlaslı kulları, Allahü teâlâ'yı, yerden ve gökten önce tanımışlardı. O halde yeryüzü onlar için, Allah'ı tanıtıcı değildir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın,"Biz onlara, hem dış dünyada, hem kendi varlıklarında delillerimizi göstereceğiz. Ta ki böylece, Kur'ân'ın hal olduğunu anlayacaklar" (Fussilet, 53) ve "Rabbinin her şeye şahit olduğu (sana) yetmez mi" (Fuussilet. 53) buyurduğu gibidir. Yani, "Tanıtıcı olarak, Rabbin sana yeter. O'nunla bildin her şeyi. O senin için, her şey hakkında bir şahittir. Ama bunlara gelince, hak onlara, âfâk ve enfüs yoluyte zuhur etmiştir. Aynı şekilde, burada (yeryüzünde) de onlar için bir ayet ve ibret vardır" demektir. Eğer biz, "ayet, ölülerin diriitilmesinin mümkün olduğuna dair istidlalde bulunmak için zikredilmiştir" dersek, bunun için "Onu canlandırdık" ifadesi kâfi idi. Binâenaleyh, "içinden dane çıkardık" vd. demeye gerek ve ihtiyaç yoktu. Eğer biz, ayetin, Allah'ın varlığı ve birliğine istidlalde bulunmak için olduğunu söylersek, o zaman da, (......) ifadesinin bir faydası olmaz. Çünkü, arzın bizzat kendisi açık bir delil ye göz alıcı bir burhandır. Farzedelim ki, bu kâfi gelmesin; o zaman, (......) ifadesi, tevhidi vurgulamak için yeterliydi. O halde, "içinden dane çıkardık" ifadesinin faydası nedir? Deriz ki: Bu ayet, buna istidlalde bulunmak için zikredilmiştir ve Allah'ın zikrettiği her şeyin de bir anlamı vardır. Onun "İçinden dane çıkardık" ifadesine gelince, bunun, ölülerin diriltilmesini açıklamaya nisbette, ayrı bir faydası vardır. Çünkü, Allahü teâlâ arzı diriltip ondan dane çıkarınca, bu, tam bir diriltme olmuş olur. Çünkü, ekin bitirmeyen ve danelerin çıkmasına elverişli olmayan araziler, dünya hayatı bakımından, bunları bitirenden daha değersizdir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle buyurmuştur: "Arzı, tam, mükemmel ve ziraaten elverişli bir biçimde ihya edip dirilten, Ölüleri de, bütün şeyleri idrak edebilecek bir biçimde diriltir!" Bunun, Allah'ın birliğini beyan açısından faydasına gelince, bunda, nimetlerin sayılıp dökülmesi söz konusudur. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki şöyle demiştir: Arz, onlar için bir delildir. Çünkü orası, onların mekânlarıdır, hareketlerinin, sükunlarının, var oluşları ile mümkün oluşlarının kendisi sayesinde olabildiği tüm zaruri şeylerin, kendisinde olup meydana geldiği yerdir. Arz, ister akit olsun isterse olmasın, onlar için mutlaka bulunması gerekli olan bir mekandır. O halde bu demektir ki, yerin bizzat kendisi bir nimettir. Onun, her tarafı yemyeşil olacak bir biçimde diriltilmesi de, ikinci bir nimettir. Çünkü yer, böylece çok güzel ve çok nezih bir hale gelir. Daha sonra, oradan danelerin çıkartılması da, üçüncü bir nimettir. Çünkü, onların azıkları ve yiyecekleri, bulundukları yerde meydana gelir, elde edilir. Cenâb-ı Hakk'ın, onların azıklarını, gökte veya havada yaratması da mümkün idi. Ama bu durumda, onların "nimetlere dair bir güven ve emniyyetleri kalmazdı. Hem sonra, Cenâb-ı Hakk'ın, bağ-bahçeleri yeryüzünde yaratması da, dördüncü bir nimettir. Çünkü yeryüzü, her sene daneler bitirir. Ağaçların, kendilerinden meyveler toplanacak biçimde yaratılmasına gelince, bunlar, daneden sonra vücud bulurlar. Daha sonra Cenâb-ı Hak, mahsulün meydana geleceğine dair itimat ve güvenleri olsun diye, onlar için yeryüzünde pınarlar, gözeler fışkırtmıştır. Şayet yeryüzünün suyu, (sadece) gökten olmuş olsaydı, yine de mahsul elde edilebilirdi. Ama ne var ki, meselâ ağaçların nereye dikileceği, yağmurun nereye yağacağı, damlaların nereye düşeceği bilinemezdi. Daneleri çıkarmanın, ölüleri diriltmenin beyanı açısından da, bütün bunlar manidar ifadelerdir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, "içinden dane çıkardık" ifadesi, mutlaka olması kaçınılmaz olan zorunlu şeylere; "Biz orada, nice bostanlar yaptık" cümlesi, olmaması halinde, insanın kendisinden müstağni kalamayacağı, olmaması halinde durumunun bozulacağı, kendisine İhtiyaç duyulan şeylere ve "İçlerinde nice pınarlar fışkırttık" ifadesi de, olmaması halinde, insanı muhtaç bırakmayan, böylece de insanın bir İhtiyaç vartasına düşmeyeceği, ama arzulayacağı çok güzel bir biçim ve durumda da olmayacağı, fakat bulunması halinde daha iyi olacak olan şeylere bir işarettir. Buna göre insanın, dane ve hububatla olan ilgisi ve münasebeti, bazı bakımlardan ihtiyacını karşılayan, ama her bakımdan ihtiyacını gideremeyen, herhangi bir şeyi elde etmiş olan fakirin hali gibidir. İnsanın meyveler acısından hali ise, kendisine zar zor yetecek bir şeyi bulanın hali gibidir. İnsanın, kendisine dayandığı ve sayesinde, kalbinin güven içinde olduğu akar sulara olan durumu da, uzun yıllar için azık biriktirmiş zengin bir kimsenin hali gibidir. İşte böylece Cenâb-ı Hak, "Biz, ölü araziler hakkında bu şekilde işlem yaptığımız gibi, aynen bunun misâli, yerde gönüllü olan ölüler hakkında da aynı muamelede bulunacağız. Böylece onları diriltir ve onlara, hayatiyetlerini sürdürmeleri için mutlaka olması gerekli olan şeyler ile, gören göz ve görme kuvveti; işiten kutak ve işitme kuvveti vs. şeyler gibi, kendilerine ihtiyaç duydukları şeyleri veririz ve bunlara, mükemmel bir amel, kapsamlı bir idrâk gibi, en güzel zinet sayılan daha hoş şeyleri de ilave ederiz. Verdiğimiz bu manaya göre Cenâb-ı Hak sanki, "Yeryüzünü, mükemmel bir ihya edişle ihya ettiğimiz gibi, Ölüleri de tam ve mükemmel bir biçimde İhya edeceğiz" demek istemiştir. Cenâb-ı Hak, "İçinden dane çıkardık" cümlesinden sonra "Ondan yeyip duruyorlar" cümlesini getirmiş, ağaçlar ve meyvelerden bahsederken de, "Mahsulünden yemeleri için" buyurmuştur. Çünkü dane, mutlaka olması gereken bir azıktır. İşte bu sebeple Allah "Ondan yeyip duruyorlar" buyurmuştur ki, "Onlar, onu yer tüketirler" demektir. Meyvelere gelince, böyle değildir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Eğer biz o meyveleri bitirmezsek, onlar ondan yememiş olurlar. Binâenaleyh, yesinler diye, biz meyveleri çıkardık" demek istemiştir. Cenâb-ı Hak, diğer meyveleri değil de, burada özellikle hurma ve üzümü zikretmiştir. Çünkü meyvelerin en lezzetlileri, tatlı olanlarıdır. Bu tatlılık ise, hurmada daha fazladır. Bir de hurma ve üzüm, hem katık, hem meyve sayılırlar. Diğerleri ise böyle değildir. Bir üçüncü sebep de, bunların faydaları daha çoktur. Çünkü bunlar, uzak yerlere (bozulmadan) taşınabilirler. Eğer, "Allah, En'âm Sûresi'nde, nar ve zeytinden bahsetmiştir. Yine pek çok yerde de yonca, zeytin ve incirden bahsetmiştir, niçin? denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, En'âm Sûresi'nde ve diğer yerlerde bunlardan bahsetmiştir ki bundan maksadı meyveleri saymaktadır. Baksana Hak teâlâ, meselâ En'âm Sûresi'nde, "O (Allah) gökten su indirip, onunla meyveler çıkardık" (En'âm, 98) buyurmuştur. Yine "insan yiyeceğine baksın" (Abese, 24) buyurmuş ve meyve çeşitlerini tamamen zikretmiştir. Buradaki gayesi ise, yeryüzünün özelliklerinden bahsetmektedir. Dolayısıyla burada, meyvelerin en lezzetli ve en faydalılarını tercih etmiştir. En'âm Sûresi'nde, bunların faydalarını anlatmıştık. Bundan, "Meyve, hurma ve nar" (Rahman, 68) ayetinin hikmeti de anlaşılır. Allahü teâlâ, meyvelerden bahsederken hurmayı ağacı ile üzümü ise meyvesi ile zikretmiştir (temr değil nahl, kerm değil Ineb demiştir). Çünkü üzümün çubuğu, üzüme nisbetle önemsizdir ve faydası azdır. Hurma ağacı ise, meyvesine nisbetle önemlidir, çok kıymetlidir ve verimlidir. Çünkü çoğu kablar ondan oyulup yapılır, kabuğundan yararlanılır. Bu yönüyle de, tıpkı hayvanlara benzer. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, hurmanın en önemli şeyi olan meyvesini zikretmekle yetinmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın "İçlerinden nice pınarlar fışkırttık" ifadesi, büyük bir delili anlatmaktadır. Çünkü örfen, yerin altında olan şeyler yukarı çıkmazlar. Ama birtakım kaynakların ve gözelerin, yüksek yerlerden dışarı fışkırdığını görmekteyiz ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın her şeye kadir oluşunun ve hür irade sahibi oluşunun bir delilidir. Bu işin tabiat gereği olduğunu söyleyenler ise şöyle demektedirler: Dağlar, adetâ yapılmış birer kubbe gibidirler. Yer altındaki buharlar ise, tıpkı hamamın tavanına yükselir gibi, içten dağlara doğru yükselirler. Orada damlacıklar haline gelip, birleşirler. Eğer bunlar, kuvvetli (tazyikli) değilseler, tıpkı kuyularda olduğu gibi, durgun sular haline gelip, yeraltı kanallarında dolaşırlar. Eğer kuvvetli iseler, yeri delip çıkarlar ve bunlardan akarsular meydana getir. Bunlar da birleşerek büyük nehirleri meydana getirirler. Yağmur ve kar suları bunları besler. Şimdi diyoruz ki; Cenâb-ı Hakk'ın, bir kısım kaynakları dağ başlarından çıkarışı, O'nun hür irade sahibi oluşunun açık bir delilidir. Tabiatçıların ileri sürdükleri şey ise, zorlamadır. Gerçek olan Allahü teâlâ'nın suyu yüksek yerlerde yaratması ve onu, nehirlere ırmaklara sevketmesidir. Yahut da suyun, Allah'ın emriyle, aşağı yerlerden yükseklere çıkıp, böylece çaylardan, Allah'ın in'am ettiği bölge insanlarına akmasıdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Mahsûlünden ve kendi ellerinin yaptıklarından yemeleri için- Hâlâ şükretmeyecekler mi?" buyurmuştur. Ayetteki sıra (ilgi ve münasebet) açıktır. Bunun böyle oluşu, tefsirinden de anlaşılmaktadır. Bu ayetle İlgili birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hak, "Yemeleri için" ifadesi ile, niçin faydasına dikkat çekme işini, meyvelerden sonra zikretmiştir? Çünkü, "İçlerinden nice pınarlar fışkırttık" buyurmuş, tane hakkında taneden bahsettiği ifadenin hemen peşinden, "Ondan yerler" buyurmuş, ama hurma ve üzümün hemen peşinden, "yemeleri için" dememiştir, niçin? Cevap: Diyoruz ki: Tane (tahıl), azıktır. Tanenin varlığı, yağmur suları sayesinde olur. Bundan ötürü, ağaç ve yeşillik namına hiçbirşeyin olmadığı yerlerde, yağmur sularına güvenilerek, çiftçilik yapılır. Bu da Allah'ın lütfudur. Çünkü Allahü teâlâ, insanın muhtaç olduğu şeyleri daha fazla yaratmıştır. Meyveler ise, ancak nehir suları ile büyürler. Ağaçlar da meyvelerini, ancak nehir suları bulunursa, verebilirler. Bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Mahsulünden yemeleri için..." ifadesini sonra getirmiştir. "Onun meyvesinden" ifadesindeki zamir neye işarettir? Demek ki: Meşhur olan görüşe göre, bu zamir "Allah'a aittir. Buna göre mana, "Allah'ın meyvelerinden" şeklindedir Burada şöyle bir incelik vardır: Ağaçların varlığına, suların akışına rağmen, aeyveler, ancak murad ederse olur. Eğer Allah yaratmazsa, bunlar meydana ytomez. O halde, insanın, meyvenin varlığının sebebi sandığı her şeyden sonra yine meyvenin varlığı, ancak Allah ve iradesi sayesindedir. Binâenaleyh meyveler, O'nun meyvesidir. Buradaki zamirin, sadece "hurma"ya râci olması da muhtemeldir. Üzümlerin, hurma hükmünde olduğu bilindiği için, ayrıca üzümlere râcî olacak bir zamir getirilmemiştir. Bu zamirin, bahsedilen bütün şeylere birden râcî olması da muhtemeldir, yani "Bahsettiğimiz bu şeylerin mahsûlünden, meyvesinden" demektir Bu iki izahı Zemahşerî yazmıştır. Burada enteresan ve doğruya daha yakın, şöyle bir başka izah daha yapılabilir: Ayetteki, "mahsulü" ifadesiyle, neticeler kastedilmiştir. Nitekim Arapça'da, "ticaretin semeresi, kazançtır, ibadetin semeresi de, mükâfaattır" denilir. Bu durumda zamir, "Fışkırttık" ifadesinin anlattığı, o pınarlar fışkırtma işine râcî olmuş olur. Buna göre, "Biz o pınarlar fışkırtmanın neticesinden istifade edip, bu şeyleri yesinler diye, böylesine pınarlar fışkırttık" demek olur ki, "fışkırtma" işinin faydalan meyveden daha çoktur. Hatta bunun içine, "O suyu (yağmuru) döktükçe döktük. Onunla, taneler, üzümler, otlar, zeytinler, hurmalar ve birbirine girmiş bahçeler, meyveler ve çimenler çıkarttık" (Abese, 25-31) ayetinde anlatılan şeyler de girer. Hem sonra ayetteki "pınarlar fışkırtma işi", zamire hurmadan daha yakındır. Eğer zamir, "Allah'a râcî olacak olsaydı, ayette "kıldık", "fışkırttık" buyurulduğu gibi, "Bizim meyvelerimizden" denilirdi. (......) ifadesindeki mâ edatı ne çeşit bir ma'dır? Biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) Bu, nafiyedir (olumsuzluk bildirir). Buna göre sanki, Cenâb-ı Hak, "Bu fışkırtma işini onların elleri yapmadı. Aksine Allah yaptı" demiştir. b) Bu, ellezî "ki o" manasına, ism-i mevsûldür. Buna göre Allahü teâlâ sanki, "Onlar bu fışkırtma işinden sonra, elleriyle yaptıkları, ağaç dikmenin neticesinden ve gayret göstermeden, Allah'ın bitirmiş olduğu (yabani) meyvelerden yvıler" buyurmuştur ve böylece insanların elleriyle yaptıktan şeyi, insanların hiçbir katkısı olmayan Allah tarafından direkt bitirilmiş şeylere atfetmiştir. c) Bu, ayeti zamir getirmeden, (......) şeklinde okuyanlara göre. masdariyye olup, "Onlar Allah'ın ve ellerinin yaptığı şeylerden, yani onların dikip, Allah'ın bitirdiği ve meyvesini yarattığı şeylerden yemeleri için" demektir. Bu durumda insanlar, hem ellerinin yaptıklarının ve Allah'ın yarattıklarına sağladığı şeylerden yarlar. Ayeti zamirli okuyanların kıraatine göre, bu izah yapılamaz. Buradaki mâ'nın, mevsûte olması halinde, mananın, "Ellerinin yaptığı o şeyler, yani ticaretler sayesinde kazanıp yesinler" şeklinde olması da muhtemeldir. Buna göre Cenâb-ı Hak, sanki, sayesinde insanın geçimini sağladığı iki esas şeyden, yani ziraat ve ticaretten bahsetmiştir. Bitkilerden de, üzüm ve hurma gibi, insanların dahli olmadan yetişen şeyler ile insanların dahli olarak yetişen şeylerden bahsetmiştir. Bu şeyler ise, ya pişmeden yenilmeyenlerdir, yahut da bir muameleye tabî tutulduktan sonra yenilebilen, zeytin ve yağı gibi şeylerdir. Cenâb-ı Hak, bu nimetlerinden bahsedince, bunlara şükreditmesi gerektiğine, "Halâ şükretmeyecekler mi?" diye işaret etmiştir. Daha önce istifham (soru) üslûbunun faydaları hususunda söylediğimiz o şeylerden ötürü, bu ifadeyi soru şeklinde getirmiştir. 36"Yerin bitirmekte olduğu şeylerden, (insanların) kendi nefislerinden ve bilemeyecekleri nice şeylerden her türlü çifti yaratan (Allah'ın) şânı yücedir" "Sübhâne" lafzının, tesbihe (tenzihe) delâlet eden bir alem olduğunu daha önce söylemiştik. İfadenin takdiri, "Bütün çiftleri (eşleri) yaratan zâtı tam manasıyla tenzih ederim" şeklindedir. Buna göre "sebbeha", "nezzehe" "tenzih etti" manasına olup, Önceki ayetlerle bu ayetin münasebeti şudur: Hak teâlâ, "Halâ şükretmeyecekler mi?" buyurup, Allah'a şükür de, O'na ibadet etmek olup, o kâfirler de bu ibadeti yerine getirmeyip, hatta başka varlıklara tapıp şirke düşünce, "Yaratan (Allah'ın) şânı yücedir" buyurmuştur. Halbuki, O'ndan başkaları hiçbirşey yaratamazlar. İşte bundan dolayı böyle buyurdu. Şöyle de diyebiliriz: Allahü teâlâ, o kâfirlerin, ayetleri İnkâr edip şükretmediklerini anlatınca, insana yapması gerekeni bildirerek, böyle buyurmuştur. Yahut şöyle de diyebiliriz: Hak teâlâ, ayetlerinden yani delillerinden ve mucizelerinden bahsedince, "Bahsedilen bu şeyleri yaratan, ortakları bulunmasından yahut ölüleri diriltememekten, aciz olmaktan münezzehtir" buyurdu. Bu ayette ilgili birkaç mesele var: Buradaki küllehâ "hepsini" ifadesi, kulların fiillerini de Allah'ın yarattığına delâlet eder. Çünkü zevç (çif-eş), sınıf-çeşit demektir. Kulların fiilleri de çeşit çeşit olup, birbirine benzeyip, hepsi de araz cinsleri genel başlığı altında toplanırlar. Binâenaleyh bunlar, Hak teâlâ'nın, "her türlü çifti (zevci) yaratan" diye haber verdiği, bütüne dahil olurlar." Ayetteki, "Yerin bitirmekte olduğu şeyler" ifadesi, bu sözü umûmî olmaktan çıkarır. Çünkü, meselâ "Bende olan herşeyi Zeyd'e verdim" diyen kimsenin, sözü de umûm ifade eder. Binâenaleyh bu kimse bundan sonra "Elbiselerimi de verdim" dese, bu söz, Öncekini umûmî olmaktan çıkarır" denilemez. Zira biz diyoruz ki: Bu mana, buradaki min edatının, tahsis edilen şeyin "beyaniyyesi" olması halinde söz konusudur. Fakat bu, umûmî mananın te'kîdi için getirilmiş olursa, böyle olmaz. Bunun delili şudur: Bir kimse "Falancaya her şeyi (min) hayvanı, elbiseyi, köleyi, cariyeyi verdim" dediğinde, bu sözden, umûmî manayı te'kid için, çeşitleri sayıp döktüğü anlaşılmış olur. Hak teâlâ'nın "Bütün zevceleri (çiftleri) yaratan, sizin için gemilerden, hayvanlardan bineceğiniz şeyler meydana getiren Allah..."(Zuhruf, 12) şeklindeki kayıtsız-şartsız ifadesi de bunu destekler. Allahü teâlâ, bütün mahlûkatı içine alan, şu üç şeyden bahsetmiştir: 1) "Yerin bitirmekte olduğu şeyler..." Buna, bitkiler ve meyveler gibi, açıkça görülen şeyler girer. 2) "(İnsanların) kendi nefislerinden..." ifadesi. Buna da, "enfüsî" deliller girer. 3) "Bilemeyecekleri nice şeyler..." ifadesine de, göğün her yerinde olanlar ile, yeryüzünün en ücra köşelerinde bulunan şeyler girer, işte bu Allahü teâlâ'nın bütün bunları, tahsîs için zikretmediğinin delilidir. Çünkü bunun da delili, ehlî hayvanlar ile madenler de Allah'ın yarattıklarından olmasına rağmen, bunları burada zikretmeyişidir. Cenâb-ı Hak bütün bu şeyleri, biraz önce bahsettiğimiz misalde de olduğu gibi, umûmî manayı te'kid için getirmiştir. Ayetteki, "bilemeyecekleri nice şeyler" ifadesinde, şöyle ince bir mana vardır: Allahü teâlâ, kendisinin ortaktan münezzeh tutulması için, herşeyin Allah tarafından yaratıldığını söylemiştir. Çünkü yaratılan yaratana eş-ortak olamaz. Fakat hakîkî tevhid, kişinin ancak Allah'dan başka ilah olmadığını kabulü ile gerçekleşir. Bu cümleden olarak Cenâb-ı Hak sanki, "Bildiklerinizde ve bilmediklerinizde, onları Allah'a ortak koşmanıza manî şeyleri bilin. Çünkü yaratma geneldir, ortaklığa manî olan şey de yaratma sıfatıdır. Binâenaleyh Allah'a bildiğiniz şeylerden hiçbirini ortak koşmayınız. Çünkü sizler o şeylerin mahlûk olduğunu biliyorsunuz. Yine bilmediğiniz şeyleri de ortak koşmayın. Çünkü herşey mümkin varlık olduğu için, Allah'a göre mahlûkturlar. 37"Gece de, onlar için bir ayettir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırız. Bir de bakarlar ki karanlığa girmişler" Cenâb-ı Hak, küllî bir mekân olan yeryüzünün hallerini delil olarak getirince, küllî (bütün) bir zaman dilimi olan, gece ve gündüz ile de istidlal etmiştir. Çünkü hem mekânın, hem zamanın delil olmaları uygundur. Çünkü cevherler, mutlaka bir mekâna muhtaçtırlar. Arazlar da, zamandan müstağnî olamazlar. Çünkü her âraz bir zaman içindedir. Bu ayetin ifade ettiği husus, "Gece, gündüz, güneş ve ay O'nun ayetlerindendir" (Fussilet. 37) ayetinde anlatıldığı gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu ayetten sonra, "Senin gerçekten boynunu bükmüş gördüğün arz (yeryüzü): de O'nun ayetlerindendir. Fakat biz üzerinize suyu indirdiğimiz vakit o arz, harekete gelir ve kabarır" (Fussilet, 39) buyurmuştur. Çünkü burada da, hem zamanı, hem de mekânı delil getirmiştir. Fakat burada kastedilen, önce Allah'ın birliğinin isbatıdır. Bunun delili, oradaki, "Güneşe secde etmeyin" (Fussilet, 37) ifadesidir. İkinci olarak kastedilen de, haşrin isbatıdır. Bunun delili de, oradaki "Ona elbet can veren Allah, elbet ölüleri de dirilticidir" (Fussilet, 39) ifadesidir. Tefsir etmekte olduğumuz ayetlerde ilk maksad ise hasrın isbatıdır. Çünkü bu sûrede haşrdan daha çok bahsedilmiştir. Bunun delili de, bu sûrede "nazar" etme, "(bakma, düşünme)" fiilinin yer almış olmasıdır. Fussilet Sûresi'nde ise, daha çok tevhidden bahsedilmiştir. Bunuı, delili, o sûredeki "De ki: "Yeri, iki günde yaratanı siz mi İnkâr ediyorsunuz?" (Fussilet, 9) ayetidir. Her iki sûrenin sonunda da "emr" beyan edilmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Tefsir etmekte olduğumuz ayetlerde "mekân"dan bahsedilmesi, ehl-i sünnetten felsefecilerin şüphelerini; "zaman" dan bahsedilmesi de, yine ehl-i sünnetten Müşebbihe'nin şüphelerini bertaraf etmiştir. Bunlardan birincisini şu şekilde izah ederiz: Çünkü felsefeciler şöyle derler: "Eğer âlemin yokluğu varlığından önce olsaydı, âlem, yokluğu farzedilmesi halinde, önce olmuş olurdu. Halbuki öncelik-sonralık zamana göredir. O halde zaman âlemden önce vardır. Ama zaman da, "âlemler" cümlesindendir. Dolayısıyla birşeyin yok olduğu bir zamanda, var olması da gerekir. Bu ise imkânsızdır." Biz de onlara, "Siz, mekânların sonlu-sınırlı olması konusunda, bizimle aynı görüştesiniz. Çünkü buudların (boyutların), hepimizin ittifakıyla, bir sonu vardır. O halde, âlemin en üst düzeyinden öte bir yokluk vardır. Halbuki âlemin, üstünün olduğu söylenmiştir. Üst ve alt gibi sözcükler, mekâna bağlı olarak söylenebilir. Binâenaleyh âlemin üstünde de bir mekân vardır. Halbuki, mekân da âlemdendir. Dolayısıyla yokluğu anında, yine birşeyin var olması da gerekir" deriz. Eğer onlar, "Âlemin en üstünün üstünde, ne boşluk ne doluluk vardır" diye cevap verirlerse, biz de, "Âlem var olmazdan önce de, ne ân ne caman vardı" deriz. İkincisinin izahı da şöyledir: Müşebbihe "Var olan herşey, mutlaka bir mekânda odur. O halde Allah da bir mekândadır" der. Biz de cevaben deriz ki: "Sizin, aynı zamanda "Allah bir zamanın içindedir" demeniz de gerekir. Çünkü (size göre), herhangi bir mekân olmaksızın, vehim ve düşüncelerin, birşeyin var olduğunu söylemesi imkânsız olduğuna göre, yine bir zaman olmadan o şeyin mevcûd olduğunu söylemesi de imkânsızdır. Halbuki zaman denen şey hadis (sonradan olma)dır. Gel gör ki biz ve siz, Allah'ın kadîm olduğu hususunda müttefikiz." Eğer birisi, "Bundan murad, zamanı delil olarak getirmektir. Öyle ise Cenâb-ı Hak niçin, "Gece de, onlar için bir ayettir" diyerek sadece geceyi zikretmiştir?" derse, biz diyoruz ki: Cenâb-ı Hak, "yer" demek olan karanlık bir mekânı delil getirince, böyle buyurunca, Kendisinde karanlığın bulunduğu zaman dilimiyle, yani gece ile istidlal etmiştir. Şöyle bir izah da yapabiliriz: İnsanlar geceleyin sükûnete erer, sesleri kesilir ve uykuya dalarlar. Bu durum tıpkı bir ölüm haline benzer. Bundan sonra güneşin doğusu da, sûra üflenip insanların dirilişi haline benzer. Böylece insanlar ölümü hatırlarlar Nitekim Allahü teâlâ, yeryüzü hakkında da, "Ölü toprak da onlar için bir ibretti" (Yasin. 33) buyurmuştur. Böylece Hak teâlâ, ölüm haline en çok benzeyen iki mekânı zikrettiği gibi, yine ölüme en çok benzeyen iki zamanı zikretmiştir. Gündüzün, geceden çıkarılması ne demektir? Biz deriz ki: Bu, "Onu ondan ayırırız" demektir. Nitekim Arapça'da gecenin sonu gefip, gündüz başladığında, "Gündüz geceden insilâh oldu (sıyrıldı çıktı)" denilir. Yine "Allah onu ondan ayırdı, o da ondan ayrıldı" denilir. Fakat bu ifadede, min edatı getiritmeksizin kullanıp, meselâ denildiğinde, "O,sonuna erdi" demektir. Buna göre eğer, "Gecenin bizzat kendisi de bir ayettir. O halde ayette, "Biz ondan gündüzü sıyınp çıkartırız" demesine ne gerek vardı?" denilirse, biz deriz ki: Birşeyin faydalan ye güzellikleri, o şeyin zıddı ile ortaya çıkar. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, geceden bahsettiği her yerde, gündüzü de zikretmiştir. Cenâb-ı Hak "Bir de bakarlar ki karanlığa girmişlerdir" buyurmuştur. Buradaki tza edatı, müfâce'e (ansızın oluşu göstermek) için olup, "Artık bundan sonra iş, onların elinde değil. Onlar o karanlığa ister istemez girerler" demektir. 38"Güneş de kendi karargâhında akıp gitmektedir. Bu, aziz ve alîm olan (Allah)'ın takdiridir" Baştaki vâv'ın, atıf için olup, bunun "gece"ye atfedilmiş olması muhtemeldir. Buna göre ayetin takdiri, "Kendisinden gündüzü sıyırıp çıkardığımız gece onlar için bir ayettir. Keza güneş de, hareket etmektedir. Ayı da biz takdir ettik. Bütün bunlar birer ayettir" şeklindedir. Ayetteki, "Güneş de akıp gitmektedir" ifadesi, gündüzün çıkarılışına sebeb olan şeye işarettir. Çünkü güneş, karargâhına doğru hareket etmektedir ki, bu karargâh, güneşin batma zamanıdır. Böylece gündüz de geceden sıyrılıp çıkmış olur. Sebebin zikredilmesinin faydası şudur: Allahü teâlâ, "Biz geceden gündüzü sıyırıp çıkarırız" buyurunca, herhangi bir câhilin, "Gündüzün sıyrılıp çıkarılması, Allah'dan değil, ancak güneşin batışındandır" demesi muhtemel olduğu için, "Güneş de, Allah'ın emriyle karargâhına doğru gitmektedir" buyurdu. Binâenaleyh güneşin batışı, gündüzün geceden soyulup çıkarılmasının sebebidir. Böylece sebep zikredilerek, bu iddianın doğruluğu ortaya konulmuş olur. Şöyle de denebilir: "Güneş de kendi karargâhına akıp gitmektedir" ifadesi, geceden sonra gündüz nimetine bir işarettir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Kendisinden gündüzü sıyırıp çıkardığımız gece onlar için bir ayettir" buyurunca güneşin hareket ettiğini, gece sona erdiğinde güneşin doğduğunu, gündüzün böylece, çeşitli faydalarıma yeniden geldiğini anlatmıştır. Ayetteki, (......) ifadesindeki lam'ın, tıpkı "Güneşin dulûkuna (yani kayması anma) doğru namaz kıl" (İsra 78) ve "O kadınları, iddetlerinin (bitimine) doğru boşayın" (Talak, 1) ayetlerinde olduğu gibi, vakti göstermek için olması muhtemeldir. Lâm'ın vakit manasına kullanılmasının sebebi şudur İsimlerdeki meksûr (harf-i cer olan) lâm, izafet manası içindir. Fakat fiilin, sebebine nisbet edilmesi, izafet çeşitlerinin en güzelidir. Çünkü izafet, (Zeyd'in evi) ifadesinde olduğu gibi, muzâfun ileyh sebebi ile, muzâfın tanınması için yapılır. Fiil de, o fiilin sebebi ile daha iyi bilinir. Nitekim Arapça'da "Kar "için ticaret yap, "yemek için satın al" denilir. Lâm harfinin, ta'lil (sebebi göstermek) için kullanıldığı bilindiğine göre, diyoruz ki: Birseyin vakti, onun sanki sebebi gibidir. Çünkü olacak şeyler, belli bir vakitte olur. İşler, vakitlerine bağlıdır. İşte bundan ötürü Arapça'da "Falanca şu ayın onunda yola çıktı" denilir. (......) ayetindeki lâm da böyledir. Çünkü vakit de, tıpkı birseyin sebebi gibi o şeyin iyice beni olmasını sağlayan şeydir. Buna göre (......) tabirinin manası, "Güneş karar kılacağı (duracağı) bir zaman içinde hareket ediyor" şeklindedir. Bu da, "güneş ne zaman karar kılarsa, harekete geçmesi emredilir. O da harekete geçer" demektir. Buradaki lâm'ın, İlâ manasına olması da muhtemeldir, yani "Güneş, kendisi için ayrılan o karargâha varıncaya kadar akıp gider" demektir. Bunu da şu şekilde izah ederiz: Buradaki lâm, vakit içindir. Vaktin ise bir başlangıcı, bir sonu olmak üzere iki ucu vardır. Nitekim Arapça'da, "Cumadan perşembeye kadar yürüdüm" denilir. Böylece aralarındaki çok sıkı münasebetten ötürü, bu İki zaman diliminin biri için kullanılan edat, diğeri için de kullanılabilir. Bunu, ayeti (......) şeklinde okuyanların kıraati de desteklemektedir. Bu izaha göre, buradaki "müatefcar" kelimesinin manalar için şu izahlar yapılır: a) Bu, Kıyamet günüdür, yani, güneş Kıyamet günü artık karar kılacak, duracak ve daha hareket etmeyecek. b) Bu, bir yıllık zaman dilimidir. c) Bu gecedir, yani, "Güneş geceye kadar hareket eder" demektir. d) Muetefcar, zamanla ilgili olmayıp, mekânla İlgilidir. Bu durumda da şu izahlar yapılabilir: 1) Bu, yazın güneşin en yüksek noktaya ulaşması, kışın da en aşağı noktaya inmesi demektir. Buna göre mana, "Güneş bu noktaya varıp tekrar gelinceye kadar akıp gider" demektir. 2) Bu, güneşin ufuktaki yerlerinin en uç noktalarıdır. Çünkü güneşin, altı ay tamamlanıncaya kadar, her gün ayrı bir doğum noktası vardır. Güneş altı aydan sonra, yeniden aynı noktaları dolaşır. Bu, biraz önce yükseklik hususunda söylenenin aynısıdır. Çünkü doğum yerlerinin değişmesi, güneşin ulaştığı yüksekliğin farklılığından ötürüdür. 3) Bu, güneşin başlangıç noktasına ulaşmasıdır. 4) Bu, güneşin mıntakatu'l-bürûctan, murûru'ş-şems'e meyletmesinden, üzerinde hareketini tamamladığı dâiredir (yörüngedir). Bunu ileride açıklayacağız. Şöyle de denebilir: "Bu, "Güneş, müstekarrının hareketine göre hareket eder" demektir. Çünkü astronomiciler şöyle derler: Güneş bir felek içindedir. Felek dönünce, onu da döndürür. O halde güneş, müstekarrının (feleğinin) hareketine göre hareket ediyor." Felsefeciler ise şöyle derler: "Güneş, müstekarrına, yani bulduğu takdirde artık istikrar bulacağı bir duruma doğru hareket ediyor. O şey de, mümkün olan şekillerin (konumların) çıkarılması demektir." Bu görüş son derece düşüktür. Allahü teâlâ bunlara, "Bu, aziz ve alîm olan (Allah'ın) takdiridir" yani, "Bu hareket, o feleğin döndürmesinden ötürü değil, ancak Allah'ın iradesi ve takdiri, yönetmesi ve o feleği buna uygun yaratması iledir" buyurarak cevap vermiştir: Eğer dersen ki: "Sen bu hususta pek çok izahlar yaptın. Ama tercihe şayan olanı belirtmedin. Sence tercihe sayan olan görüş hangisidir?" Evet, böyle diyecek olursan cevaben deriz ki: Bizce tercihe şayan olan görüş şudur: Buradaki "müstekar" sözü ile, mekân manası kastedilmiştir, yani, "Güneş, müstekarrına, duracağı yere ulaşıncaya kadar hareket eder. Müstekarn da, ulaşabildiği en yüksek nokta ile, inebildiği en alçak noktadır." Çünkü bu, doğuyu batıyı, değişmeyen mecrayı (yörüngeyi), yıl veya gece demek olan zamanı içine alır. O halde bu görüş, daha geniş ve tam mana ifade etmektedir. Ayetteki zalike kelimesinin, güneşin hareketine işaret olması muhtemel olup, "Bu hareket, Allah'ın takdiridir" demektir. Yine bunun, o müstekarra (karar kılma işine) işaret olması da muhtemeldir. Buna göre de, "Bu müstekar, azîz ve gâlib Allah'ın takdiridir. O, kudreti tam olduğu için gâlibtir, hükümrandır. İlmi de tamdır, yani güneşi en faydalı ve en hikmetli şekilde hareket ettirmeye kadirdir. Dolayısıyla onu bu şekilde hareket ettiriyor demektir. Bunu birkaç şekilde izah ederiz: 1) Güneş, altı ay içerisinde, her gün daha önce uğramadığı bir yerin hizasına doğru hareket eder. Eğer Cenâb-ı Hak, güneşin hareketini tek birşeyin hizasına doğru takdir etmiş olsaydı, o zaman güneşin uğrağı olan o yer yanıp kül olurdu. Diğer yerler ise, kalan kısımlara hükümran olarak (bakî olarak) kalırdı. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, kışın rutubetlerin, ağaçların ve toprağın içinde biraraya gelmesi için güneşe bir uzaklık takdir etmiştir. Daha sonra da, bitkilerin ve meyvelerin yerden ve ağaçtan çıkarılması, olgunlaşması ve kuruması için, derece derece güneşin yere yaklaşmasını takdir etmiştir. Bundan sonra tekrar, yeryüzünün ağaçları ve bitkileri yanıp kül olmasın diye, yine derece derece uzaklaşmasını takdir etmiştir. 2) Allahü teâlâ, güneşe, insanın kuvvetleri ve görme duyusu, uykusuzluk ve yorgunluk sebebiyle âtıl (çalışamaz) hale gelmesin ve devamlı karanlık olması sebebiyle, imârı terkedilerek âlem (dünya) harab olmasın diye, hergün bir doğuş, her gece bir batış takdir etmiştir. 3) Cenâb-ı Hak, o güneşin seyrini (gidişatını), ayın seyrinden daha yavaş, zuhal yıldızının hareketinden daha hızlı yapmıştır. Çünkü güneş, ışığı mükemmel olandır. Binâenaleyh eğer onun akışı yavaş olsaydı, her bir şeyin hizasında uzun müddet kalmış ve orayı yakmış olurdu. Eğer bu akışı daha hızlı olsaydı, o zaman da, bir bölgedeki meyveleri olgunlaştıracak kadar durmuş olmazdı. 39"Ay da menziller takdir ettik. Nihayet o, eski hurma salkımının eğri çöpü gibi bir hale döner". Zemahşerî şöyle der: "Sözün manasının tam anlaşılabilmesi için, burada bir takdir yapmak gerekir. Çünkü ayın bizzat kendisi, menziller kılınmamıştır. Buna göre mana, "Biz, ayın seyri için menziller takdir ettik" şeklindedir." Bu takdire göre, ayetten şu mananın kastedilmesi muhtemeldir "Ayı da menziller sahibi olarak takdir ettik, yarattık." Çünkü birşeytn sahibi o şeye çok yakındır. Bundan ötürü, "Hoşnudluk sahibi bir hayat" denilebilmiştir. Çünkü birşeyin sahibi, bizzat o şeyin kendisiyle kâim olduğu kimse gibidir. Dolayısıyla onun hakkında o sıfat kullanılır. Ayetteki, "Nihayet o, eski hurma salkımının eğri çöpü gibi bir hale döner" ifâdesi, "O ay, incelikte, ilk önceki haline döner" demektir. "Urcûn", "İn'irâc" (sağa-sola bükülmek) masdarındandır. Nitekim hurma ve üzüm salkımının çöpüne, "urcûn" denilir. "Kadîm", eski yaşlı demektir. Nitekim üzerinden bir yıl geçen şeye de "kadîm" (eski) denilir. Doğrusu bunun bizzat kendisi, "kadîm" isminin birşeye verilmesi için şart olmayıp, bunda örf-adet nazar-ı dikkate alınır. Öyle ki bir-iki yıldan beri kurulmuş bir şehir için, "O kadîm bir şehirdir" denilmez. Fakat bazı şeyler için, üzerinden bir yıl geçmese bile "kadîm" (eski) ifadesi kullanılır. İşte bundan dolayı, "kadîm ev, kadîm (eski) bina" denildiği halde, âlem hakkında, "Âlem, kadîmdir" denilemez. Çünkü evdeki ve binadaki kadîmlik, bu şeylerin üzerinden, yılların ve uzun zamanın geçmesi hükmüne göre kuttandır. Halbuki, âlem hakkında "kadim" sözünün kutlanılması, ancak, âlemin bir başlangıcının ve kendisinden önce gecen bir şeyin bulunmalına inanmanın ifadesi olur. 40"Ne güneşin aya erişip çatması, ne de gecenin gündüzü geçmiş olması uygun olmaz. Hepsi de (ayrı ayrı) birer felekte yüzerler" Bu ayet-i kerime, bahsi geçen her şeyin, O'nun hikmetine uygun olarak yaratılmış olduğuna bir işarettir. Binaenaleyh, güneş için, aya yetişecek bir biçimde hızlı hareket etmesi uygun değildir. Aksi halde, tek bir ay içinde bile, hem yaz hem kış olur, meyveler ve ürünler olgunlaşamazdı. (......) hususunda su açıklamalar yapılmıştır: a) Bu, "Gecenin sultanı olan ay, gündüzün sultanı olan güneşi geçemez" demektir. b) Bu, "Gece, gündüzü geçemez; yani, gece, gündüzün vaktine giremez, yani onun verini işgal edemez" anlamındadır. Bu ikinci mana, uzak bir ihtimaldir. Zira bu, açık olan bir şeyi açıklamak olur. Şayet benim açıkladım kastedilirse, birinci mana doğrudur. Bana göre, mana şöyle olur: "Ay, kavuşum (yeni ay) günlerinde doğu ufku üzerinde iken, güneş tam onun karşıtı demek olan, batı ufku üzerinde olur. Güneş batarken ay doğar, güneş doğarken de, ay batar. Adeta güneşin bir tek hareketi olmuş olur. Halbuki görünüş itibariyle, güneş, geceleyin belli bir miktarda ay'dan geri kalır. Binaenaleyh, şayet aytn, sayesinde güneşi geçeceği ve güneşin ise kendisine yetişemeyeceği bir biçimde tek bir hareketi olsaydı, keza güneşin de sayesinde aydan sonraya kalacağı ve aya yetişemeyeceği tek bir hareketi olsaydı, o zaman, hem ay hem de güneş, uzun bir süre aynı yerde kalakalırlardı. Çünkü güneşin hareketi, hergün bir derecedir. Allahü teâlâ'nın bütün yıldızlarda, ay ve yılı meydana getiren hareketlerden başka olan bir başka hareket yaratmıştır ki, bu da, günlük dolanımdır. İste bu günlük dolanım sebebiyle, hiçbir yıldız asla bir başka yıldızı geçemez. Çünkü, her bir yıldız, meselâ biri doğarken, onun mukabilinde olan batar; ve yine her ne zaman, bize göre bir yıldız, başka bir yıldızın bulunduğu bir yere gelirse, o yıldız oradan gider. İşte bu hareketle, ay da güneşi geçemez. Böylece gecenin sultanının, gündüzün sultanını geçemeyeceği ortaya çıkmış olur ki, bu ifadelerimizde, geceden ay; gündüzden de güneş kastedilmiştir. O halde, ayetteki, Cenâb-ı Hakk'ın "Güneşin aya erişip çatması" tabiri, güneşin, bir yıl içinde tamamlamış olduğu, yavaş hareketine; "...ne de gecenin gündüzü geçmiş olması..." ifadesi de, güneşin bir gece ve gündüz içinde, yeniden tekrar doğudan yine doğuya devredip döndüğü günlük hareketine işarettir. İmdi, bu ifadeyle alâkalı birkaç mesele vardır: “Gece” Yerine “Ay”ın Kullanılması "Gece" sözünün kullanılıp da, gecenin sultanı olan "ay"ın kastedilmesindeki hikmet nadir? Şayet Cenab-ı Hak, "Ay da güneşi geçemez" demiş olsaydı ne olurdu? Cevaben diyoruz ki: Şayet Cenab-ı Hak, "Ay da güneşi geçemez" demiş olsaydı, bundan, güneşin günlük hareketine işaret edildiği manası anlaşılamazdı. Böylece de, bir tenakuz varmış gibi, bir vehim ortaya çıkabilirdi. Çünkü görünürde ay daha hızlı iken, güneş aya yetişemeyip, Allah da, "Ay da güneşi geçemez" demiş olsaydı, o zaman, ayın geçemeyeceği vehmolunurdu da, böylece ayın hareketinin daha hızlı olduğu anlaşılamazdı. İşte bu sebeple, kendisiyle, gece ve gündüzde devrini tamamladığı hareketine İşaret olduğu ve bütün yıldızların lehine ya da aleyhine olarak, gece ve gündüzde bir doğuş ve batışın olduğu anlaşılsın diye, Cenâb-ı Hak bu ayette, "gece" ve "gündüz" buyurmuştur. Fiil sigasıyla olmak üzere, güneş için, (......), ay içinde, ism-i fail sigasıyla (......) ifadesini kullanıp, da, gece hakkında (......) ve güneş hakkında ise (......) kelimelerini kullanmayanın hikmeti nedir? Cevap: Biz diyoruz ki: Güneşe ait olan ve kendisi sebebiyle aya erişemediği günlük harekat etme işi, sadece güneşe mahsustur. Böylece Cenab-ı Hak bu hareketi, sanki sadece güneşlen sudur eden bir şey gibi addetmiş ve bunu fiil sîgasiyla beyan buyurmuştur. Çünkü fiil sfgası, kendisinden o fiil sudur etmeyenler hakkında kullanılamaz. Binaenaleyh, kendisinden dikmek işinin sudur etmediği bir kimse hakkında, "O, dikiyor" denilemez. Halbuki, ikinci hareket, herhangi bir yıldıza ait değildir. Tam aksine, hepsi de herhangi bir yıldıza ait olmayan bir feleğin hareketi sebebiyle, bu konuda müşterektirler. Dolayısıyla bu hareket, meselâ sadece ondan sudur eden bir hareket değildir. İşte bu sebeple, ism-i fail sigası kutlanılmıştır. Çünkü du sîga, fiilin fiilen sudûrunu gerektirmez. Dolayısıyla da, her ne kadar terzi olmasa da, "Falanca terzidir" denilebilir. Eğer denirse ki: "Kendisini durmayıp kovalayan gündüze geceyi o bürüyüp örter" (A'raf, 54) ayeti, sizin anlattığınızın aksine delalet etmektedir. Çünkü, gündüz gecenin peşine düştüğünde, bu demektir ki, gece ondan öndedir. Halbuki siz dediniz ki, ifadesinin manası, bizim yukarda bahsettiğimiz şeydir. İşte böylece, gece önde olmadığı halde, önde olmuş olur." Böyle denilirse, biz deriz ki: Biz bu ayetteki "gece" lafzıyla, gecenin sultanı olan "ay'ın kastedildiğini ve "ay"ın, günlük olan hızlı hareketiyle, güneşi geçemeyeceğini söylemiştik. Halbuki oradaki (A'raf, 54) "gece" ifadesiyle, gecenin bizzat kendisi ve herbiri diğerinin peşinde olduğu için de, adeta, "Onun onu takip edip izlediği manası (öncelik sonralık değil). İmdi, eğer "Peki, tamam. Ama niçin Cenâb-ı Hak burada (......) ifadesini kullanmış, orada ise, (......) buyurmuş da, (Tâlibuhû) buyurmamıştır?" denilirse, biz deriz ki: Bu, biraz önce de beyan ettiğimiz gibi, bu sûrede kastedilen "gece" ile, gecenin yıldızlarının kastedilmiş olmasındandır. Gecenin yıldızlan ise, bir hareket içindeyken, adeta hareketsiz İmişler; ne de öne geçemezlermiş, geçmek de onların işleri değilmişçesine bir durum içindedirler. Halbuki A'râf Sûresi'nde kastedilen, gece ve gündüzün bizzat kendileri olup, bunlar iki zaman dilimidirler. Zaman denen şeyin ise, durağı yoktur. İşi gücü ilerlemek olduğundan devamlı surette kovalar. (......) ifadesi de, bizim söylediklerimizi doğrulayıp, "Bu harekete nisbetle, herbiri için, birinin diğerini geçemeyeceği bir biçimde, bir gün ve bir gün zarfında, bir doğuş ve batış bulunur ve her hareket kendisine mahsus bir felek (yörünge) içinde meydana gelir" anlamındadır. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Küllün kelimesindeki tenvin, "herbiri" takdirinde olan, muzaf-un ileyh'den bedeldir, izafetten dolayı tenvinin düşürülmesi tek bir şeyde, hem nekire, hem de marifeliğin bir arada bulunmaması içindir. Binâenaleyh, muzâfun iteyh lafzen düşünce, muzâfa da, yeniden lafzen tenvin verilmiştir. Halbuki, mana bakımından, yine bu ifâde, İzafet sebebiyle marifedir. İmdi, eğer, "Peki, lafzen muzaf olması ve olmamasına göre durum değişebilir mi?" denilirse, biz deriz ki: Evet, zira bir kimsenin, "insanlardan her biri şöyledir" şeklindeki sözünde, anlayış, başkalarına kaymaz ve gitmez, böylece de bu anlayış söz konusu olan o kimselere hasredilmiş olur. Binâenaleyh bu kimse, "Hepsi şöyledir" dediğinde, ifadenin bu anlamının içine, izafet yapılması halinde elde edilen umumî manadan daha fazla bir umumîlik dahil olmuş olur. Bu tıpkı, ve kelimelerinin kullanılışı gibidir. Şayet dediğinde, muzafı hazfedip dersen, fiilin her şeyden önce yapılması gerektiği manasını ifade eder. Şayet denirse ki: ve kelimeleri arasında fark var mıdır?" Cevaben deriz ki: "Evet, senin dediğinde iş, onların tamamına hasredilmiş olur. Daha sonra, dediğinde, bu umumiliği, istidrâk yaparak (önceki manadan vazgeçerek) tahsîs etmen suretiyle, "onlardan..." demiş olursun. Ama, dediğinde ise, İş, umumilik üzere bırakılmış ve o şekilde, kesinleşmiş olur. Ayetteki küllün kelimesi, "O ikisinden herbiri" manasında olup, burada zikredilenler de, güneş ve aydır. O halde daha nasıl Cenâb-ı Hak, (çoğul sîgasıyla), "yüzerler" buyurmuştur? Biz diyoruz ki, buna birkaç açıdan cevap verilebilir: a) Biraz önce de açıkladığımız gibi; bu, umum mana ifade etmektedir. Böylece Cenâb-ı Hak sanki, her yıldızın, gökyüzünde hareketli olduğunu haber vermiştir. b) Küllün kelimesinin, lafzan, tesniye ve cemi olmaması itibariyle, müfret, tekil olması; manaca çoğul olduğu için de, çoğul kabul edilmesi mümkündür. Ama, tesniye olmasına, ne lafzı ne de manası delâlet etmez. Buna göre, bir kimsenin, "Zeyd ve Amr, hepsi geldi" veya "Hepsi geldiler" demesi uygun ve güzel olurken tesniye sigasıyla, denilmez. c) Cenâb-ı Hak, "gece de gündüzü geçmez" buyurup, gecedekiler ile de yıldızlar kastedilince, yesbehûn buyurulmuştur. "Felek" ne demektir? Biz diyoruz ki: Bu, ya, yuvarlak bir cisim veya yuvarlak ve dairesel bir yüzey, yahut da dairedir. Çünkü dil alimleri, yün eğirceğinin yörüngesinin de, yuvarlak olduğu için, "felek" diye adlandırıldığı hususunda ittifak etmişlerdir. Yine bunlar, yuvarlak bir yüzey olan ve çadırın direğinin çadırı delmemesi için direğin ucuna konan yuvarlak, bundan yapılmış düz nesneye de, "Çadırın feleği" denildiği hususunda ittifak etmişlerdir. İmdi eğer "Yaptığınız bu izaha göre, gök de dairesel olmuş olur. Halbuki müfessirlerin ekserisi, gökyüzünün, uçları olmadan, adeta çatılmış bir tavan gibi dağlar üzerine döşendiği hususunda ittifak etmişlerdir. Bunun böyle olduğuna, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yükseltilmiş tavana kasem olsun" (Tûr, 5) ayeti de delâlet etmektedir" denilirse, biz deriz ki: Nasslarda, semanın yuvarlak değil de düz ve döşenmiş olduğuna dair kesin bir delâlet bulunmamaktadır. Halbuki, maddî ve hissi delil, semânın, yuvarlak (küresel) olduğuna delâlet etmektedir. Binâenaleyh, bu neticeyi benimsemek gerekir. Birincisine gelince, bu açıktır. Çünkü, "kubbe halindeki bir tavan" (ifadesi), onu (düz) tavan olmaktan çıkarmaz. Semânın, dağlar üzerinde oluşu da böyledir. Maddî ve hissî delile gelince, bu hususta da şu izahlar yapılabilir: a) Hareket halinde iken, güney tarafa doğru iyice bakan kimse, Süheyl ve diğerleri gibi, hiçbir zaman batmayan yıldızlar görür. Öyle ki, bunları gözleyen, her zaman onları görür. Ama, bu kimse, Büyükayı yıldızlarını ve diğerlerini, hiçbir zaman göremez. Binâenaleyh, şayet gök dümdüz olsaydı, o zaman her şey, herkese görünürdü. Ama, yuvarlak olması halinde, bu durumda o herşeyin bir kısmı, yerin uçları ile örtülür de, böylece artık görülmez. b) Güneş, meselâ koç burcuna yaklaştığında batsa, biz, koç burcundan terazi burcuna kadar olan mıntıkadaki yıldızları görürüz. Gitgide, batışları güneşin satmasından sonra olan yıldızlar gizlenmeye ve görülmemeye başlar; doğuşları, güneşin doğuşundan sonra olan yıldızlar ise, görülür, zuhur eder. Aksi de böyledir ki bu, açık bir delildir. Şayet bu husus araştırılacak olsa, bu, katî bir delile de dönüşebilir. c) Güneşin ışığı, doğuşundan önce ve batışından sonra ortaya çıkar. Böylece de semâ boşluğu, bir nebze aydınlanır. Daha sonra ise, doğar. Şayet, semânın bir kısmı, güneşin bulunduğu mahal demek olan o mahal ile kaplanmış olsaydı, güneşin kütlesi görülmezdi, ama, söylediğimiz şeyden dolayı ışığı, ufka yayılırdı. Hatta, güneş tekrar görülecek noktaya getirildiğinde, bu durumda sema herkes için açık ve net bir halde, dümdüz de olduğu için, herkes güneşin hem kütlesini hem de ışığını aynı anda görür. d) Ay, meselâ, gecenin herhangi bir saatinde, doğu tarafında tutulup, batıdakilere, ayın tutulma vakti sorulduğunda onlar, bu tutulma işini, doğudakilerin onu gördüğü saatten önce olan bir saatte olarak haber verirler. Ancak ne var ki, gece farklılık arzettiği halde, ayın tutulması, dünyanın her tarafında bulunan kimselere göre, aynı zamanda olmuştur. Böylece bu, doğu tarafındakilere göre olan gecenin; batı tarafındakilere göre olan geceden önce olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh güneş, batıdakilere göre, semâda apaçık bir biçimde yüksek bir yerde iken, doğudakilere nisbetle batmıştır. Böylece, güneşin yer parçalarıyla örtüldüğü ve perdelendiği anlaşılmış oldu. Binâenaleyh, şayet, gökyüzü dümdüz olsaydı, bu böyle olmazdı. e) Şayet gökyüzü düz olsaydı, ay, bize, ufkun üzerinde olduğu zaman, nasıl ki bize en uzak bir konumda bulunuyorsa, tepemizde, yani tepe noktada bulunduğu zaman da, en yakın konumda olur. Çünkü, direk (yani güneş tepemizde iken yukarıya doğru varsayılacak bir direk ve doğru parçası), (güneş ufukta iken) oraya doğru takdiren uzatılacak doğru parçalarından daha kısadır. Güneş ve yıldızların da, daha büyük görünmeleri gerekir. Çünkü yakın olan, büyük gözükür. Halbuki aslındaysa, böyle değildir. İmdi eğer, "Güneşin, ufuktayken semânın sathında; tepe noktasında iken de, semâ denizinde oraya gömülmüş olarak bulunması caizdir. Çünkü, "semânın yırtılması caizdir" denilirse, biz deriz ki: Semânın yıkılabileceğinde münakaşa yoktur. Ancak ne var ki, bu durumda ayın hareketi, bir doğru üzerinde değil, daire içinde olmuş olur ki, bizim söylemek istediğimiz de budur. Biz de diyoruz ki: Şayet böyle olmuş olsaydı, ay, doğudakitere göre, gündüzün ortasında, miktar bakımından daha büyük olmuş olurdu. Zira ay, onun, en yakın semânın sathında bulunmasının farzedilmesi zaruretinden dolayı, doğudakilerin tepe noktasına yakındır. Bizim bulunduğumuz bu mahalle göreyse, semânın denizi içindedir. Netice olarak diyebiliriz ki, bunların böyle oluşunun delilleri pekçoktur. Ancak ne var ki, bunları çoğaltmak, maksadı, bu ilmi beyan edip açıklamak olan astronomi kitaplarına uygun düşer Tefsirdeki maksadımız, bunu beyan etmek değildir, ne var ki biz bu hususu, aym yuvarlak bir felek olduğunu beyan etme hususunda kâfi gelecek kadarıyla ele alıp açıkladık. (......) cümlesi, her yıldızın, bir feleği bulunduğuna delâlet etmektedir. O halde senin, bu husustaki görüşün nedir? Cevap: Biz diyoruz ki, yedi gezegene gelince, bunlardan herbiri için, bir felek bulunur. Ama diğer yıldızlara gelince, bunların topunun tek bir feleği olduğu ileri sürülmüştür. Biz bu konuda, feleğin ne demek olduğunu açıklamamız gerektiği için, çok kısa bir biçimde astronomiden bahsediyor ve şöyle diyoruz: Hareketi, diğer altı gezegenin hareketinden daha hızlı olduğu için, ayın başlı başına bir feleği bulunduğu ileri sürülmüştür. Hareketleri hızlı, yavaş ve uğrama şeklinde farklı farklı olduğu için, her yıldızın da bir feleği vardır. Çünkü onların bir kısmı, bir devirde seyrederken, bir kısmı da başka bir devirde seyretmektedir. Öyle ki, bazı zamanlarda da, onların bir kısmı bir kısmına uğrar, ama onu kapamaz. Bazı vakitlerde ise, onu tutar. O halde bu demektir ki, her yıldızın bir feleği vardır. Ayrıca, astronomlar, "Her felek, küre olan bir şeydir, maddedir" demişlerdir ki, bu gereksiz bir şeydir. Gerekli olan, bizim, her yıldızın küre, yahut düz bir alan veyahutda, o yıldızın hareketiyle meydana getirdiği daire biçiminde olan bir feleğin bulunduğunu söylememizdir. Allahü teâlâ, yıldızı, tıpkı içi boş bir kürenin kütlesinin içersine toplanmış olan bir büyük çivinin (mısmâr) varlığı gibi, varlığı içinde bulunan bir kürede yaratmaya ve o küreyi döndermeye, böylece de, kürenin dönmesiyle yıldızı döndürmeye muktedirdir. Astronomi alimlerince de, gezegen yıldızların hareketi, işte bu biçimdedir. Aynen bunun gibi, Allah, kendisiyle birbirinin hizasında bulunan dört yüzeyi sarıp kuşattığı bir halka yaratmaya da kadirdir. Çünkü bunlar, bir değirmen taşının ortasını yuvarlak bir şekilde oyup, o değirmen taşının ortasından el değirmenleri çıkarıp, daha evvel de bahsettiğimiz gibi, o taşı, kendisiyle birtakım yüzeylerin ve dairelerin kuşatıldığı bir halka halinde bıraktığımızda, birbirinin karşısında dört daire olur. İşte yıldızlar da, böyle bir feleğin içindedir. Derken o felek halkası döner, böylece de o yıldızı döndürür. Bu şekilde bir hareket tarzı her ne kadar düşünülse bile, ne var ki, sözüne itibar edilen hiç kimse bu fikri benimsememiştir. Aynen bunun gibi, Allah yine, yıldızları, semâyı delecek ve böylece de, var olduğu düşünülebilecek bir daire meydana getirebilecek bir biçimde yaratmaya da kadirdir. Bu senin tıpkı, suda, dairesel bir hareketle bir taraftan suyun sathına İnen, diğer taraftan da, bir vere doğru yükselen bir balık farzetmen haline benzer. Cenâb-ı Hakk'ın "Hepsi de (ayrı ayrı) birer felekte yüzerler" ifadesinden anlaşılan husus da budur. Görünen odur ki, yıldızların hareketi de işte bu tarzdadır. Ama astronomlar, bunu kabul etmeyerek şöyle demişlerdir: Bu biçimde bir hareket olmaz. Çünkü yıldızın bir kütlesi vardır. Binaenaleyh, semâyı delip ve yarıp hareket ettiği zaman, bu durumda, onun döndüğü o mahal, tıpkı, içinde balığın hareket ettiği bir su gibi yarılır, tekrar kapanır. Veyahut da, ne yarılma ne de kapanma işi olmaz, tam aksine orada, içinde yıldızın deveran edip döndüğü bir boşluk vardır. Ne var ki, boşluğun bulunması imkânsızdır. O halde gök, yarılıp kapanmayı kabul etmez. İşte astronomların, itimat ettikleri görüş budur. Halbuki biz diyoruz ki: Bu her ikisi de mümkündür. Boşluğun bulunması meselesinin izahına, şimdilik burada İhtiyaç yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın, "yûzerler" ifadesinden, o semanın, açılıp kapandığı anlaşılmaktadır. Açılıp kapanma işinin imkansızlığına dair, onların delili yoktur. Onların şüpheleri, yönleri sınırlayan şey hakkındadır. Orada, onların bu tür şüpheleri de zayıftır. Oaha sonra onlar daha önce de açıkladığımız üzere şöyle demişlerdir: Hareketler ortaya çıkar, bu sayede de yıldızların tutulmalarını biliriz. Şayet o yıldızların farklı farklı hareketleri olsaydı, küsûflarına ve husuflarına hükmedildiği o vakitte, tutulmanın meydana gelmesi zorunlu olmazdı. Bu böyledir, zira biz diyoruz ki: Güneşin iki feleği vardır: a) Merkezi âlemin merkezi olan felek... b) Merkezi, alemin merkezinin üstünde olan felek. Bu tıpkı, yumurtanın, sarısıyla kabuğu arasında kalan beyazı gibidir. Güneş, merkezi dışta olan felekte, o feleğin deveran edip dönmesiyle, devrini bir yılda tamamlayan bir küredir. Binâenaleyh güneş, en üst tarafta bulunduğunda yere uzak olur. Ve işte bundan ötürü, "Güneş, en tepededir; en uçtadır" denilir. Güneş, en alt tarafta olduğu zaman, yere yakın o'up, böylece de, "en dipte, en alt merkezde" olmuş olur. Aya gelince, onun, bütün çözlerini ve feleklerini içine alan bir feleği ile, tıpkı soğanın en üstündeki kabuğu misali, kendisini saran ve ilk feleğin bir parçası olan bir diğer feleği vardır. Bir üçüncü felek de, güneş feleğinde merkezi dışta olan felekte olduğu gibi, alttaki felektedir. Merkezi dışta olan felekte, tıpkı güneşin kütlesi gibi bir küre vardır. Bu felek, ay küresinde tıpkı, kürenin içine gömülmüş olan bir mismar (çivi) gibi, merkûzdur. Üstteki feleğe, Cüzeher; merkezi dışta olan feleğe hâmil; kendisinde ef-feleku'l-hamil'in bulunduğu alttaki feleğe el-feleku'l-mail; hâmilde bulunan feleğe de, feleku't-tedvîr ismi verilir. Astronomlar, gezegen yıldızların geriye kalan diğer beş tanesi hususunda da, aynı şeyi söylemişlerdir. Ne var ki, feleku'l-cuzeher adını verdikleri üstteki o feleğin ay küresi için olduğunu ispat edememişlerdir. Böylece onlar, yirmidört tane feleğin varlığından bahsetmişlerdir. Felekul-A'la, Feleku'l-Burûc, yine Zuhal yıldızının, mümessel, hâmil ve Feleku't-Tedvîr felekleri; Müşteri yıldızının üç feleği; Zuhal yıldızının üç feleği; Merih yıldızının üç feleği; güneşin Mümessel ve Haricu'l-Merkez olarak adlandırılan iki feleği; Zühre'nin üç feleği; Ulviyyat'ın üç feleği; Utarid'in dört feleği ki, bunlardan üçünü biz, Ulvîyyat'ta zikretmiştik. el-Müdir ismi verilen bir başka felek de bulunur. Ayın dört feleği vardır: Dördüncüsüne, Feleku'l-cüzeher adını vermişlerdir. Halbuki Müdir, cüzeher gibi değildir. Çünkü Müdîr, Utarid yıldızının çevresini kuşatmamıştır. Güzeher feleği ise kuşatmıştır. Astronomlardan, geriye kalan bu beş yıldız hususunda, her bir feleğe diğer iki feleği de ilave edip, bunların deveranlarının üç felekten meydana gelmiş olduğunu söyleyenler de vardır. Onlar şöyle demektedirler: Bu kütleler sebebiyle, yıldızların hareketleri farklılık arzeder ve onların bir enine geçişleri, dönüşleri, dümdüz gidişleri olduğu gibi, yavaşlamalar ve hızlanmalar da söz konusudur. Bu, onların iktibas edilmiş ve kısaca anlatılmaya çalışılmış olan sözleridir. Biz, Allah'ın kudreti açısından bu tür şeyleri yaratmasının uzak bir ihtimal olmayacağını söylemekteyiz. Ama bu işin, otomatik bir biçimde olduğunu da kabul etmiyoruz. Bunların geri dönüşleri de, dümdüz gidişleri de, Allah'ın iradesiyledir. Bunların enine boyuna hareketleri; yavaş veya hızlı oluşları; yaklaşmaları veya uzaklaşmaları da böyledir. Sözün tamamı budur. Müneccimler, Cenâb-ı Hakk'ın, yesbehûn "yüzerler" ifadesinden dolayı, yıldızların hayat sahibi olduklarını söyleyerek, "Zira bunlar da, ancak akıllılar hakkında kullanılır" demişlerdir. Biz diyoruz ki: Eğer sizler (ey müneccimler), sayesinde tesbîhatın yapılabileceği kadarını kastediyorsanız, biz de aynısını söylüyoruz. Çünkü herşey Allah'ı hamdetmek suretiyle O'nu tesbih eder. Yok eğer başka birşey kastediyorsanız, bu mümkün değil. Lafzın kullanılışı da buna delâlet etmez. Bu tıpkı, Hak teâlâ'nın putlar hakkındaki, "Size ne oldu da, konuşmuyorsunuz?" (Saffat, 92), "Konuşmaz mısınız?" ifadeleri gibidir. 41"Onlar için bir ayet de bizim onların zürriyetlerini, o dopdolu gemide taşımış olmamızdır" Bu ayetin, önceki ayetlerle şu iki açıdan münasebeti vardır: a) Allahü teâlâ, canlıların yaşadığı bir mekân olan yeryüzünü diriltmek suretiyle lütuf ve ihsanda bulununca, bununla yetinmeyip, insana denizden faydalar temin etme, denize dalabilme, yahut da tıpkı karada yürüdüğü gibi, onun üstünde de yürüyebileceği yollar edinme kabiliyeti verdiğini beyan buyurmuştur. Bu izaha göre ayet, tıpkı "Sizi karada ve denizde taşıdık" (isra, 70) ayeti gibi olur? Bunun böyle olduğunu "Kendilerine bunun gibi, binecekleri şeyleri yaratmış bulunmamızdır" (Yasin, 42) ayeti de destekler. Biz bunu "Buradaki "binecekleri şeyler" ifadesiyle, "develer" kastedilmiştir" diye tefsir ettiğimizde, develer de karanın gemileri gibi olmuş olurlar. b) Allahü teâlâ, yıldızların feleklerinde yüzdüklerini beyân edince, ona benzeyeni de zikretmiştir. Bu da geminin denizde yüzüşüdür. c) Burada şöyle bir üçüncü izah da yapılabilir: Allah'ın kullarına lütfettiği şeylerin Dir kısmı kul için zarurîdir, bir kısmı ise (zarurî olmamakla birlikte) faydalıdır. Bunlardan birincisi, kulun ihtiyacını karşılamak için, ikincisi de zîneti içindir. O halde yeryüzünün yaratılması ve canlandırılması, birinci kısımdandır. Çünkü yer, olmadığı takdirde nsanın da vücûd bulamayacağı bir yerdir. Eğer Cenâb-ı Hak, yeryüzünü böyle canlı yaşanır) hale getirmeseydi, insan yine yaşayamazdı. "Gece de onlar için bir ayettir" (Yasin, 37) ayetinde bahsedilen gece ve gündüzün yaratılışı da, birinci kısımdandır. Çünkü bunlar da, olmaması halinde, insanın olamayacağı zaman dilimleridir. Güneş, ay ve bunların hareketleri olmasaydı, yine insan yaşayamazdı. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak, ilk kısımla ilgili iki ayet getirince, ikinci kısımla ilgili olarak da iki ayet getirmiştir ki birincisi: Üzerinde gemilerin hareket ettiği ve içinden, süslenilebilecek şeylerin çıkarıldığı denizlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Siz her bir (denizden) taptaze et yersiniz ve giyeceğiniz (takacağınız) bir zinet çıkarırsınız" (Fâtır, 12) buyurmuştur. İkincisi, tıpkı denizdeki gemiler gibi olan kara hayvanlarının, "Bunun gibi binecekler" (Yasin, 42) ifadesiyle anlatılmasıdır. "Devâb" "hayvanlar" da, bir zinettir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Atı, katırı ve eşeği de binesiniz diye ve bir süs olarak yarattı" (Nahl, 8) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak "akşamleyin getirirken, sabahleyin salıverirken onlarda sizin için ne güzel bir süs ve zek var" (Nahl. 6) buyurmuştur. Böylece bu, müşriklerin aleyhine, hem zarurî olan, hem faydalı olan şeylerle delil getirme olur. "Cenâb-ı Hakk'ın, "Hurma ve üzüm bahçeleri" (Yasin, 34) ifadesinde faydalı olanlar, zinet için zikredilmiştir" denilemez. Çünkü biz diyoruz ki bu, zarurî olanlara bağlı olarak meydana gelenleri anlatmaktadır. Çünkü Allahü teâlâ, zarurî olan şeyleri defetmek için yeryüzünü bitirici özellikte yaratıp, ona böyle yağmur indirince, bunun neticesi olarak, Allah'ın kudretiyle, o bağ ve bahçelerden hurmalar ve üzümler çıkmıştır Ama gemiler, bizzat maksad olarak ele alınmıştır, başkasına bağlı olarak değil. Ayetin böyle bir münasebeti bulunduğunu anladığında, diyebiliriz ki: Bu ayetlerde, lafız ve manâ ile ilgili birtakım bahisler vardır: Lügat bakımından: Müfessirler şöyle demişlerdir: "Zürriyet" ile kastedilen, onların atalarıdır. Buna göre mana, "Sizin atalarınızı o gemide taşıdık" şeklindedir. Buna göre fülk ifadesinin başındaki elif-lâm, ta'rîf için (onun belli bir gemi olduğunu göstermek) için olup, bununla,"gemi yap" (Hûd, 37) ayetinde anlatılan, Nuh (aleyhisselâm)'un gemisi kastedilmiştir. Nûh (aleyhisselâm)'un gemisi, Araplarca malum olduğu için Cenâb-ı Hak böyle marife olarak, "el-fülk" buyurmuştur." Bu, bazı müfessirlerin görüşüdür. Ekserisinin görüşüne göre ise, "zürriyet", ancak çocuk-soy manasında kullanılır. Binâenaleyh burada ayetin izahı gerekir. Bu sebeple diyoruz ki: Ayetteki "o gemi" ifadesiyle, ya Nûh (aleyhisselâm)'un o belli gemisi kastedilmiştir, yahut da tıpkı, "O (Allah) sizin için gemilerden, hayvanlardan bineceğiniz şeyleri meydana getirmiştir" (Zuhruf, 12), "Her bir (denizde) gemilerin suları yara yara gittiklerini görürsün"(Fatır, 12), "Gemiye bindikleri zaman "(Ankebût. 66) ve bu ifadenin başındaki elif-lâm'ın cinsi tarif için kullanıldığı ayetlerde olduğu gibi, gemi cinsi murad edilmiş olur. Binâenaleyh eğer bununla, Nuh (aleyhisselâm)'un gemisi kastedilmişse, bu hususta şu izahlar yapılır: 1) Bu, "Biz sizin çocuklarınızı (soylarınızı), Kıyamete kadar o gemide taşıdık. Eğer o gemi olmasaydı, insanlığın soyu-sopu kalmazdı" demektir. Bu izaha göre ayetteki, "zürriyetlerini taşıdık" ifadesi, nimetin mükemmelliğine bir işaret olsun diye, "Biz onlan taşıdık" yerine kullanılmıştır ki bu, "Bu nimet sadece o gemiye binenlere mahsus olmayıp, kıyamete kadar gelecek olan onların bütün soyunu içine alır" demektir. Bu izahı Zemahşeri yapmıştır. Bana göre şöyle de denilebilir: Bu izaha göre, Cenab-ı Hak özellikte "zürriyet" kelimesini kullanmıştır. Çünkü o zamandakiler, varlıklarında hiçbir fayda beklenmeyen kâfirlerdi. Bundan dolayı, Allah "Onların zürriyetlerini taşıdık" buyurmuştur. Bu, "O taşıma işi aslında onlan taşıma değildir, tamamen onların soyundan gelecek olan mû'minleri taşımadır" demektir. Ayetteki bu ifade şuna benzer: Birisi içinde çeşitli mücevherat bulunan fakat kendisinin hiçbir değeri bulunmayan bir sandığı taşıyan kimseye, "Bunu niçin taşıyor ve sıkıntıya katlanıyorsun. Çünkü bu sandığın hiç bir değeri yok, alınmaz, satılmaz" dendiğinde o, "Sandığı değil, sandığın içindekileri taşıyorum" der. 2) Bu "zürriyet" ile, cins kastedilmiş olup, "Biz onların cinsini taşıdık" demektir. Bu böyledir. Çünkü canlının çocuğu da, kendi cinsinden ve türündendir. "Zürriyet" kelimesi cins ismi manasında da kullanılır. İşte bundan ötürü bu kelime, "kadınlar" manasına da kullanılmıştır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "zarurî'yi yani kadınları öldürmekten nehyetmiştir. Bu böyledir. Zira kadın, erkekten başka bir tür ise de, yine de erkeğin cinsindendirler, Nitekim Arapça'da, "Bizim emsallerimiz" manasında "Zararînâ" denilir. O halde Hak teâlâ'nın, "Onların zürriyetlerini taşıdık" beyanı, "Biz onlar gibilerini taşıdık" demek olur ki bu durumda onların ataları da, "zürriyet" sözüne dahil olmuş olur. 3) "Onlar için bir ayet" ifadesindeki "Onlar" zamiri kullara racidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bunlardan önce, "Ey kulların üzerine çöken büyük hasret" (Yasin, 30) buyurmuş. Bundan sonra da, "ölü toprak da onlar için bir ayettir. Allah gece de onlar için bir ayettir" (Yasin, 37) ve "Onlar için bir ayette, bizim onların zürriyetlerini taşımış olmamızdır" buyurmuştur. Bunun böyle olduğu bilindiğine göre, Hak teâlâ sanki "kulların zürriyetlerini taşımamız, onlar için bir ayettir" demiştir. Her iki yerdeki zamirlerle, belli şahısların kastedilmiş olması gerekmez. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kendinizi öldürmeyin"(Nisa, 30) demiş ve bununla "Birbirinizi öldürmeyin" manasını kastetmiştir. Aynen bunun gibi bir topluluk birbiriyle savaşıp, hepsi de öldüğünde, "O kavim, onlar, kendilerini öldürdüler" denilir. O hakle, her iki yerde de, belli şahıslar kastedilmeyip, aksine birbirlerini öldürmeleri kastedilerek zamir o kavme raci olmuş olur. Hak Teâla'nın, "Onlar için bir ayet de" ifadesindeki zamir de böyledir, yani, "Bu, onlardan herbirinin zürriyetini veya bir kısmının zürriyetini taşımamız, herbiri için bir ayettir" demektir. Fakat "Burada kastedilen gemi cinsidir" dediğimizde, bu, daha açık bir ifade olur. Çünkü Nuh (aleyhisselâm)un gemisi, bu ayete muhatab olanların yanında değildir ve onlar o gemide kimlerin taşındığını da bilmezter. Ama cins olarak gemi, herkes için açık bir ifadedir ve herkes tarafından bilinen bir şeydir. Hak teâlâ'nın, Hazret-i Nuh (aleyhisselâm)'un gemisi hakkındaki, "Onu, bütün alemlere bir ayet kıldık (Ankebut, 15) ayeti, "cinsini ve benzerini var etmek suretiyle, onu ayet kıldık" demektir. Hak Tealâ'nın, "Geminin, size ayetlerini göstermek için Allah'ın nimetiyle denizde hareket etmekte olduğunu görmez misin? Bunda sabreden ve şükredenler için ayetler vardır" ayeti de bunu desteklemektedir. Buna göre diyoruz ki: "Onların zürriyetlerini taşıdık" ifadesi, "kulların zürriyetlerini taşıdık" demektir. Cenâb-ı Hak burada, "Biz onları taşıdık" dememiştir. Çünkü yeryüzünde iskân etme işi, orada yerleşmiş olan herkes için genel bir durumdur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Ölü toprak da onlar için bir ayettir. O (tanelerden) yerler"(Yasin, 33) buyurmuştur. Çünkü yeme işi de geneldir. Ama gemide taşınma işine gelince, ömründe hiç gemiye binmemiş ve taşınmamış insanlar vardır. Fakat kulların zürriyetleri, mutlaka bu işi yapar. Çünkü onların içinde, gemiye binip gitmeye muhtaç olacaklar çıkacaktır. Hak teâlâ bazan "fülk" (gemi) kelimesini cemî olarak kullanmış ve meselâ, "Gemilerin sulan yara yara gittiklerini görürsün" (Fâtır, 12) buyurmuştur. Bazan da müfred olarak kullanmış ve meselâ, "O dopdolu gemide" buyurmuştur. Biz diyoruz ki: Burada lügat açısından şöyle ince bir izah yapılabilir: Bu kelimenin harekesi, şekil itibariyle o kelimenin harekesi gibidir. Ama manaca her iki kelimenin harekeleri değişiktir. Bunun misali, mesela ifadesindeki "sucûd" kelimesinin masdar olması, "Onlar secde eden bir kavimdir" ifadesindeki, "sucûd"un, "sâcîd" "secde eden" kelimesinin cemisi olması gibidir. Sen bu iki şeyin, iki ayrı manaya gelen tek bir kelime olduğunu sanırsın. Ama böyle değildir. Aksine "sucûd" kelimesinin harekesi, masdar olduğu zaman, aslî harekedir. Bunun aslî hareke olması da, "Fiil, masdardan müştaktır" şeklindeki sözümüze bağlıdır; cemî olduğu zaman ise, harekeleri, ceminin müfredden müştak (türemiş) olması açısından, değişmiş harekelerdir. Müştak olan kelimede ya harekede, ya harfde, yahut da her ikisinde bir değişiklik yapmak gerekir. Binâenaleyh meselâ "sacid" kelimesinden cem? (çoğul) yapmak istediğimizde, onu değiştirir ve "sucûd" şekline getiririz. Bu durumda, madar olan "sucûd" ile cemi olan "sucûd", aynı harekelerle, iki ayrı mana için vaz'edilmiş (yapılmış) müşterek kelimeler kabilinden olmazlar. Bunu iyice kavradığın için diyoruz ki: "Fülk" kelimesi müfred olduğunda, tıpkı "kufi" "kilit" ve "burd" "çizgili elbise" kelimeleri gibi olur. Cemî olduğunda ise, husb "odunlar", mürd "tüysüzler" gibi bir kelime olmuş olur. Binâenaleyh sen, "Bu "fülk" kelimesini cemî kabul ettiğinde, müfredi ne olur?" dersen, deriz ki: "Bunun müfredinin, tıpkı 22 nisa" (kadınlar) kelimesinin müfredinin kullanılmaması (olmaması) gibi, müfredi kullanılmamakla beraber, "feleketun" gibi bir şey olması caizdir. Hak Tealâ'nın ayetindeki "imâm" kelimesinin durumu da böyledir. Cenâb-ı Hak bir ayetinde, "Bütün insanim imamlan ile çağırırız o gün" (İsra, 71) buyururken, bu ayette aynı kelimeyi müfred olarak kullanmıştır. Bu ayette "imâm" kelimesi, zimâm ve kitap kelimeleri gibi müfreddir, İsrâ Sûresi'nde ise, sihâm, kiram, Ol"? kelimeleri gibi cemîdir. Bu, sarfın inceliklerindendir. Mana bakımından: Bu konuyu bir kaç mesele içinde ele alacağız: Cenâb-ı Hak burada, "Biz onların zürriyetlerini taşıdık" buyurmuş ve onlara, zürriyetlerini taşıma lütfunda bulunduğunu açıklamıştır. Yine Cenâb-ı Hak, "Su kabarıp yükselince, biz onları o akıp giden gemide taşıdık (koruduk)" (Hakka. 11) buyurmuştur ve bu ayette de, bizzat kendilerini taşıma lütfunda bulunduğunu da belirtmiştir, niçin? Cevap: Çünkü başkasıyla ilgisi bulunan kimseye fayda veren, ona da faydalı olmuş olur. Fakat başkasıyla ilgili olandan zararı defeden kimse, bu zararı sadece o başkasından defetmiş olmaz, aksine ona faydalı olmuş olur. Bunun bir örneği de şudur: Bir kimse, birisinin çocuğuna iyilikte bulunup o çocuğu sevindirdiğinde, bu sevince babası da ortak olur. Fakat birisi, birisinin çocuğunun bir acısını ve bir zararını defettiğinde, o çocuğun babası yine sevinmiş olur. Halbuki gerçekte o kimse, bu acıyı babadan gidermiş değildir. İşte bu sebeple, (Nuh Tufanı'nda) sular yükselince, zarar o insanların bizzat kendisine dokunmuştur. Bundan dolayı Hak teâlâ bu ayette, "Zararı sizden defettim" demiştir. Cenâb-ı Hak eğer, "Çocuklarınızdan o zararı giderdim" demiş olsaydı, onların kendilerinden de zararın defedildiği açıklanmış olmazdı. Tefsir ettiğimiz ayette ise, verilen menfaati açıklamak istediği için, "Biz onların zürriyetlerini taşıdık" buyurmuştur. Çünkü onların zürriyetlerine yapılan menfaat ile bizzat onlar da menfaat elde etmiş olurlar. Mananın böyle olduğunu ayetteki, "dopdolu gemi" ifadesi de gösterir. Çünkü geminin mallarla dolu olmasının belirtilmesi ile, menfaat açıklanmış olur. Ama zararın defedildiği, bundan anlaşılmaz. Çünkü gemi daha ağır olduğu zaman, onunla kurtuluş daha zor olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, el-Hakka Sûresi'ndeki ayette, zarardan kurtarmasını anlatan ifadeyi kullanmıştır. Bu, onun akıp giden bir gemi olmasıdır. Burada ise, menfaatin mükemmelliğini gösteren ifadeyi kullanmıştır ki bu da, o geminin mallarla dopdolu oluşudur. imdi eğer, "Her iki yerde de maksad, aslında zararın defini anlatmak değil, nimetin beyanı olduğu halde, Cenâb-ı Hak niçin, "Biz onları karada ve denizde taşıdık" (isra, 70) buyurmuş, ama "Biz onların zürriyetlerini karada ve denizde taşıdık" buyulmamıştır?" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, "Karada ve denizde" buyurunca, bu, bütün mahlûkatı içine alır. Çünkü herkes ve herşey, ancak karada veya denizde taşınır. Fakat denizde taşıma işi, herkesi kapsamaz. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Sizi bizzat taştmadıysak da, durumları sizi yakından alâkadar eden, zürriyetinizi, akrabalaranızı, kardeşlerinizi ve dostlarınızı taşıdık" demek istemiştir. Ayetteki, "meşhûn" "dopdolu" kelimesi, bahsettiğimizden başka, şu hususu da ifade etmektedir: İnsanoğlu suya batar ve boğulur. Binâenaleyh onu gemide taşıma işi, Allah'ın kudretiyle meydana gelmiştir. Fakat tabiatcıtardan şöyle diyenler vardır: "Hafif olan şey suya batmaz. Çünkü o, devamlı üste çıkar." İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, batan şeylerin en ağırlarından olduğunu bildirmek üzere, "dopdolu gemi" buyurdu. Buna rağmen Allah, insanları o gemide taşımıştır. Eğer o tabiatcılar, "Bu bir boşluğun olmaması imkânsızlığından ötürü olmuştur" derlerse, biz de deriz ki: "Boşluğun (halâ) olabileceğini gösteren delilleri, akliyyât (felsefe) ile ilgili kitaplarımızda anlattık. O halde suyun üzerinde ağır şeyi, batmaktan koruma işi, ancak Allah'ın iradesiyle olmaktadır. Cenâb-ı Hak, "ölü toprak onlar için bir ayettir" (Yasin, 33) ve "Gece de onlar için bir ayettir" (Yasin, 37) buyurmuş. Ama, "O gemiyi onları taşıyacak bir şekilde yapmamızdan ötürü, gemi de onlar için bir ayettir" dememiştir. Çünkü burada dikkat çeken taraf, onların o gemide taşınmalarıdır. Fakat geminin bizzat kendisi, enteresan değildir. Çünkü gemi, sanki ağaçtan yapılmış bir ev gibidir. Ama yerin (toprağın) bizzat kendisi ve gecenin bizzat kendisi enteresandır. Zira Allah'tan başka hiç kimse bunları bu şekilde yapamaz. 42Âyetin tefsiri için bak:44 43Âyetin tefsiri için bak:44 44"Onlar için, bunun gibi binecekleri nice şeyleri yarattık. Eğer dilersek, onları suda boğarız. Bu durumda, onlar için hiçbir yardımcı yoktur. Onlar kurtarılmazlar da. Ancak bizden bir rahmet ve bir zamana kadar yaşatma olması müstesna" Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır: Bu, lügat ve mana açısındandır. Lügat açısından olan, ayetteki hüm zamirinin, o zürriyete ait olması ihtimalidir. Buna göre mana, "Biz onların zürriyetterini taşıdık ve bu taşınanlar için, binecekten nice şeyler yarattık" şeklinde olur. Bu zamirin, "Onlara dönmezler" (Yâsin. 31) ve "Onlar için (Yasin 33-37) ayetlerindeki zamirlerin racî olduğu "kullarda râcî olması da muhtemeldir. Doğru olan da budur. Çünkü zahir olan, zamirlerin tek bir şeye râcî olmasıdır. Ayetteki min edatı hakkında şu iki izah yapılabilir: a) Bu zaid olup, mana "Biz, onlara benzeri şeyleri yaptık" şeklindedir. Bu, Ahfeş'e göredir. Sîbeveyh ise şöyle der: Bu harf, ancak nefy (olumsuzluk) edalıyla birliktekullanıldığında, zaid olur. Meselâ "Bana hiç kimse gelmedi"cümlesinde böyledir. Nitekim Cenâb-ı Hak da,"Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı" (Kâf. 38) buyurmuştur. b) Bu min, min-i beyâniyye olup, "Allah sizin günahlarınızdan bağışlar" (Ahkaf, 31) ayetinde olduğu gibidir. Buna göre Cenab-ı Hak sanki, "Biz onlar için yarattık" buyurup, yaratılan şeyler pek çok olunca, onlar için yaratılanı beyan etmek için, "Bu gemi gibi" demiştir. Mislini kelimesindeki zamir, ekseri âlimlere göre, "gemi"ye râcîdir. Böylece bu tıpkı, "O şekilden başka diğer neviler de vardır" (Sad, 58) ayetindeki zamir gibi olur. Buna göre, en zahir olan, bu zamirle, onların zamanında mevcud olan başka gemilerin kastedilmiş olmasıdır. Bunun böyle olduğunu, ayetteki "Eğer dilersek, onları suda boğarız" ifadesi de te'yîd eder. Eğer, bazı müfessirlerin dediği şekilde, "Bunun gibi" ifadesiyle, develer kastedilmiş olsaydı, ayetteki, "Onlar için, bunun gibi, binecekleri nice şeyleri yarattık" cümlesi, birbiriyle sıkı sıkıya münasebeti olan, iki cümle arasına girmiş bir fasıla olmuş olurdu. Buradaki zamirin, zikredilmeyen ama malum olan birşeye ait olması da muhtemeldir. Buna göre kelamın takdiri, "Biz, onlara "Yerin bitirdiği her türlü çiftten yaratan (münezzehtir)" (Yasin, 36) ayetinde, bahsedilen yaratıklar gibi şeyler yarattık" şeklinde olabilir. Bu da, ayetteki, "Onun mahsûlünden yesinler diye" (Yasin. 35) ifadesinde bulunan "onun" zamirinin, bahsettiğimiz bu şeyler manasına olduğunun söylenmesi gibidir, ki bu da "Bahsettiğimiz şeylerin meyve ve mahsullerinden", demektir. Yapılan bu izaha göre, ayetteki, "Onlar için, bunun gibi yarattık" ifadesinde şöyle bir incelik vardır: Herkesin mutlaka, binecek bir hayvanı vardır. Ama herkes gemiye binemez. İşte bundan dolayı Hak Teâla, "Biz herne kadar onları taşımadıysak da, "zürriyetlerini o gemide taşıdık". Fakat genelde herkes için, binecekleri birşey vardır" demek istemiştir. Burada da şu iki izah yapılabilir: 1) Bu, tıpkı Nûh (aleyhisselâm)'un gemisi gibi gemilerdir. 2) Bu, karanın gemileri demek olan develerdir. Buna göre, eğer "Bu ifâde ile Nûh (aleyhisselâm)'un gemisi kastedilmiş ise, bu sözün, makabli ile münasebeti nasıl izah edilebilir?" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak onlara, Nûh (aleyhisselâm)'un kavminin durumunu, onu yalanlayanların helak olduklarını, inananların ise kurtulduklarını, aynen bunun gibi, bu müşriklerin de iman etmeleri halinde kurtulacaklarını, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanlamaları halinde ise helak olacaklarını anlatmıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, iki hususa işaret ederek, "Eğer dilersek, onlan suda boğardık" buyurmuştur. 1) Bu, nimet verilmesi halinde bile, insanların Allah'ın azabından kendilerini emin hissetmemeleri gerekir manasınadır. 2) Bu, şöyle mukadder bir sorunun cevabıdır: Tabiatçılar, "Gemi tabiatı (maddesi) gereği, bu taşıma işini yapar. Çünkü içi boş olan birşey batmaz" derler. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Durum hiç de böyle değildir. Aksine Allah isteseydi, onlan batırır ve boğardı. O halde bu, geminin tabiatı (özelliği) gereği birşey değildir. Bunu iddia edenin o bozuk fikri doğru olmuş olsaydı, birisi şöyle diyebilirdi: "Sen, bir kısım gemilerin, alabora olduğunu, parçalandığını, onu herhangibirşeyin delip batırdığını kabul etmez misin? İşte bütün bunlar, Allah'ın dilemesiyledir. Eğer Allahü teâlâ onları boğmak isteseydi, ehl-i sünnetin görüşünde olduğu gibi, bu sebeplerden biri olmaksızın veya senin kabul ettiğin sebeplerden biriyle, onları batırıp boğardı." Ayetteki, "Onlar için hiçbir yardımcı yoktur" ifadesi, "Onlan boğulmaktan kurtaracak, imdatlarına gelecek kimse yoktur" manasınadır. Onlara boğulma işi gelip çattığında, "kurtarılamazlar". Çünkü azabtan ve kötülükten kurtarma işi, ya o azabı gelmeden kökünden bertaraf etmekle, yahut da, meydana geldikten sonra ortadan kaldırmakla olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu azab gelmeden kaldıracak bir yardımcıları, yine azab başlarına geldikten sonra, kurtaracak bir kimseleri olmadığını belirtmiştir. Bu tıpkı, "Onların şefaati bana hiçbir fayda vermez. Onlar beni asla kurtaramazlar" (Yasin, 23) ayeti gibidir. Ayette belirtilen mananın dışında şöyle bir mana daha vardır: Allahü teâlâ, "Onlar için hiçbir yardımcı (sarih) yoktur" (Yasin, 23) buyurmuş, ama "Onlar için hiçbir kurtarıcı (munhiz) yoktur" dememiş (bunu fiil olarak getirmiştir). Çünkü yardım etme özelliğinde olmayan kimse, mağlub olma ve zillete düşme korkusundan ötürü, yardımcı olmaz. Yardım etme özelliğinde bulunan kimse, ancak imdada koşar. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak "Onlar için hiçbir ibdatcı yoktur" buyurmuştur. Ama işi kurtarma olmayan kimse, kendisine göre kıymetli olan birisinin, bir zarara maruz kaldığını gördüğünde, onu kurtarmak için, kendisini güvenmese ve buna ihtimal vermese bile, onu kurtarmaya koşar ve olanca gayretini sarfeder. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Onlar için hiçbir kurtarıcı yoktur" dememiş, "Onlar kurtarılamazlar da..." buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak bir istisna yaparak "Ancak Bizden bir rahmet ve bir zamana kadar yaşatma olması müstesna" buyurmuştur. Bu, şu iki manayı ifade eder: a) Kurtarma işi, hem bir rahmet, hem bir meta (yaşatma-istifade) olarak ikidir. Bu, "Allah iman edeceklerini bildiği kimseleri, bir rahmet olarak kurtarır. İman etmeyeceklerini bildiği kimselere de, bir müddet daha istifade etme ve yaşama fırsatı verip, günahlarını artırır" demektir. b) Bu, kurtarma işinin devamlı olmadığını, dünyada mutlaka bir zevalin (ölümün) olduğunu, böylece Cenâb-ı Hakk'ın bir rahmeti olarak, onları kurtarıp, bir zamana kadar yaşattırıp, sonra yeniden öldüreceğini; böylece zevalin (ölünün) kaçınılmaz olduğunu anlatmadır. 45"Onlara, "Önünüz sıra gelecek olandan da, arkanız sıra gelecek olandan da sakının, tâki böylece merhamet olunasınız" denildiğinde (yine yüz çevirdiler)" Bu ayetin, kendisinden öncekilerle münasebeti de şöyle izah edilebilir: Allahü teâlâ, "Ölü toprak onlar için bir ayettir" (Yâsin, 32), "Gece onlar için bir ayettir" (Yâsin, 37) ve "Onların zürriyetlerini taşımamız da onlar için bir ayettir" (Yâsin,41) ifadeleri ile, ayetlerini tek tek sayıp, bu ayetler de, Hak teâlâ'nın dediklerine olduğu gibi inanmayı gerektirip, ama müşrikler için böyle yakînî bir iman sağlamayınca, bu, en azından onların azabtan sakınmalarını sağlamalıydı. Çünkü azabın olacağı haberini alan kimse, haber verenin doğruluğuna kesin inanmasa bile, ihtiyaten (bir tedbir olarak), o azabtan sakınır, endişe eder. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Onlara kesin deliller getirildiğinde, o delilleri kabul etmezler. Onlara, "Korkun, sakının" denildiğinde, korkup endişe etmezler. Binâenaleyh onlar, alabildiğine cahil ve gafildirler. Onlar, ne burhan, ne delillere tabi olan boyun eğer âlimler, ne de işlerini ihtiyata göre yapan avamlar gibidirler" demiştir. Bunun böyle olduğunu, Hak teâlâ'nın temenni edatıyla, "Umulur ki merhamet olunasınız" yani "kendi ümidinize göre" buyurmuş olması da delâlet eder Çünkü delillerden istifade yolunu bilmeyen, sakınma ve ihtiyat yolunu elden bırakmamalı. (......) ifadesinin cevabı mahzuf olup, takdiri, "Onlara bu söylendiğinde, onlar ittika etmezler" şeklindedir, yahut da, "Onlara bu söylendiğinde, onlar buna aldırış etmezler" şeklindedir. Bu şartın cevabına kendisinden sonra gelen, "Onlara Rabbinin ayetlerinden herhangi bir ayet gelse, mutlaka ondan yüz çevirirler" (Yasin, 46) ayeti delâlet ettiği için, cevap hazfedilmiştir. Hak teâlâ'nın, "Önünüz sıra gelecek olandan da, arkanız sıra gelecek olandan da" ifadesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılır: 1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Önünüz sıra gelecek olan" ifâdesinde, "ahiretten korkun" manası murad edilmiştir. Çünkü onlar, ahirete yöneliktirler. "Arkanız sıra gelecek olan", "dünyadan" demektir. Çünkü onların arkası, dünyaya dönüktür. 2) "önünüz sıra gelecek olan " ifadesi, boğulma ve yanma gibi çeşitti azablardan ve "Eğer dilersek, onları suda boğarız. Bu durumda, onlar için hiçbir imdatcı yoktur..." (Yasin, 42-43) ayetiyte işaret ettiği diğer şeylerden; "arkanız sıra gekcek olan" yani, "siz bu şeylerden kurtulsanız bile, kendisinden kurtulmanızın mümkün olmadığı ve daima peşinizde olan ölümden sakının" demek olup, bu mananın böyle olduğuna Cenâb-ı Hakk'ın "bir zamana kadar yaşatma" ifadesi de delalet eder. 3) "önünüz sıra gelecek olandan" yani, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in işinden. Çünkü o. yanınızdadır." "Arkana sıra gelecek olandan", yani "Haşr işinden. Çünkü siz, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i ve haşri yalanlamaktan sakındığınızda, Allah size merhamet eder" demektir. Cenâb-ı Hak, "Ta ki böyle merhamet olunasınız" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti kesin olduğu halde, Cenâb-ı Hak, bu ayette ümîd etme ifade eden lealk kelimesini getirmiştir. Bu hususta birtakım izahlar yapılmıştır ki, biz onları defalarca anlattık. Burada buna şunu eklemek istiyoruz: Cenâb-ı Hak, "sizler, delillere binaen, bunun böyle olduğuna kesinkes inanmadıysanız..." manasında, "Korkunuz ve ittika ediniz!" deyince, "Tedbirli olabilmek için korkunuz" manasında, "Ta ki böylece merhamet olunasınız" buyurmuştur ki bu "Yakînî inanç sahibi kimseler, kesin olarak merhamet olunurlar. Tedbir erbabı olan kimselerin ise, merhamet olunmaları ümid edilebilir" demektir. Gerçek olan, şu iki açıdan bizim anlattığımızda: a) "Rahmeti ümid eden kimseler olarak korkunuz. Çünkü Allah'a, hiçbir şey farz ve vâcib değildir." b) Cenâb-ı Hakk'a nisbetle ittika, O'nun rahmetini ummayı ifâde eden bir emirdir. Binâenaleyh, eğer bir kimse, harici bir durumdan dolayı, rahmetin olacağına kesinkes inanırsa, bu yine de ümit etmeye mani değildir. Hükümdarın gönlünde, kendisine hizmet eden kimseye, hak ettiğinden kat kat daha fazla verme duygusu bulunur ve her ne kadar o kimsenin hizmeti bunu gerektirmese bile, o hükümdarın ona, "Şunu yap, sana hak ettiğin ücretin kat kat daha fazlası ulaşabilir" derse, bu doğru ve uygun olur. 46"Onlara Rablerinin ayetlerinden herhangi bir ayet gelmeyedursun, ille ondan yüz çeviricidirler" Bu ifade, daha önce geçen, "Ey kulların üzerine çöken hasret" (Yâsin, 30) ifadesiyle alakalıdır. Yani, "Onlara o peygamberler geldiğinde, onlar onları yalanladılar. O peygamberler onlara, ayetlerimizi getirdiklerinde, onlar o ayetlerden yüz çevirdiler, onlara iltifat etmediler" demektir. Bu izaha göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerinden evvel nice nesilleri imha ettiğimizi görmediler mi?" (Yâsin, 31) ayetinden, "ta ki böylece merhamet olunasınız" (Yâsin, 45) ayetine kadar olan kısım, birbiriyle alâkası bulunan iki ifadenin arasına girmiş olan bir söz olmuş olur. Bu ayetin, kendinden önceki ayet ile de, şöyle bir münasebeti olduğu söylenebilir: Allahü teâlâ, "Onlara, sakının denildiğinde..." buyurup, bu ayetteki şartın cevabı da, "yüz çevirdiler" şeklinde takdir edilince, Cenâb-ı Hak, "Onların yüz çevirmeleri, sadece buna has değildir. Tam aksine onlar, her ayetten yüz çeviricidirler” buyurmuştur. Veyahut şöyle denebilir Onlara, "Korkunuz" denildiğinde, onlar, meleğin inmesi vs. şeyler gibi, birtakım mucizeler de talep ettiler. İşte bunun üzerine Cenab-ı Hak, "Onlara Rablerinin ayetlerinden herhangi bir ayet gelmeyed ursun, ille ondan yüz çeviricidirler" buyurmuştur. Buna göre, ayetteki kânû kelimesi, mâna bakımından zaid olup, bu ifadenin anlamı, "Onlar o ayetlerden yüz çevirirler" şeklinde olup, bu da, "Onlara, ayetler falan fayda vermez. Çünkü bir kısmını yalanlayan kimseye onun hepsini yalanlamak haydi haydi kolay gelir" demektir. 47"Onlara: "Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden harcayın" denilince, o inkâr edenler, iman edenlere şöyle dediler: "Allah'ın, dileseydi doyuracağı kimseyi biz mi yedirecek misiz? Siz apaçık bir sapıklıkta bulunanlardan başkaları değilsiniz" Cenâb-ı Hakk'ın bu ayeti, onların, mükellefin yapması gerekli olan şeylerin tamamında cimri davrandıklarına bir işarettir. Çünkü her mükellefin görevi, bütün gücüyle Allah'ın cihetine saygı duymak; Allah'ın mahlûkatına da şefkat etmektir. Halbuki onlar, Allah tarafına tazimde bulunmayı bırakmışlardır. Çünkü onlara, "İttika ediniz, korkunuz" denildi de, onlar ittika etmediler. Allah'ın mahlûkatına şefkat etmeyi de terkettiler. Çünkü onlara, "İnfak ediniz" denildi de, infak etmediler. Burada şöyle birtakım incelikler bulunur: Bazı İncelikler: 1) Onlara gerek "tazim" gerekse "şefkat" hususunda olsun, emirlerin en kolayıyla hitap olundu da, ama onlar bu hususta en ufak bir şey dahi yapmadılar. Halbuki, Allah'ın ihlaslı kullarından en küçük bir şey istendiği halde, onlar bunun en ala ve en mükemmel şeklini yaptılar. Biz böyle söyledik, zira takva hususunda onlara, önleri sıra gelecek olandan, yani ya ilahî azaptan ya da ahiretten keza arkalan sıra gelecek olandan, yani ölümden veya ilahi azabtan korkmaları emrolundu. Ki bu da, ittikadan yana yapılabilecek en küçük şeydir. Ama, Allah'ın has ve samimi kullarına gelince, Allah onlara azab etmese dahi, o yüce hükümdarın tavrının, kendileri hakkında değişebileceğinden sakınırlar. Azabtan korkma işi, uzak olan kimseler hakkında caridir. Onlar, ne Allah'a isyan etmekten, ne de Allah'ın azabından sakınmadılar. Halbuki, Allah'ın ihlaslı kulları, Allah onlara azâb etsin ya da etmesin, Allah'ı sayar ve O'na muhalefet etmekten kaçınırlar. Şefkat hususunda ise, onlara, "Allah'ın size olan rızıklarından infak ediniz. Yani, elinizde Allah'a ait olan şeylerin bir kısmından infâk ediniz" denildiğinde, onlar infâkta bulunmadılar. İhlaslı olanlar ise, başkalarını kendilerine tercih ettiler, ellerinde ne varsa hepsini, hatta kendilerini dahi Allah'ın kullarına faydalı olma ve zararı onlardan giderme hususunda saffettiler, harcadılar. 2) Cenâb-ı Hakk'a saygı duyma hususundaki tazim ve saygının faydası, Allah'ın onların tazimine ihtiyacı olmadığı için, yine onlara yönelik olduğu gibi, şefkat tarafında şefkatin faydası da yine onlara râcidir. Çünkü, zenginin kendisine bir şeyler vermediği kimse de, yine eceliyle ölecektir ve rızkı ne ise, ona mutlaka ulaşacaktır. Ancak ne var ki, mutlu ve bahtiyar kimse, Allah'ın, onun eliyle rızkı başkalarına ulaştırmayı takdir ettiği kimsedir. 3) Cenâb-ı Hakk'ın, "sizi rızıklandırdığı şeylerden..." ifadesi, şu iki hususa işarettir: a) Bu hususta cimrilik yapmak, alabildiğine kötü bir şeydir. Çünkü en cimri kişi, başkasının malında cimrilik yapan kimsedir. b) Sizi bundan, fakirlik korkusunun alıkoyması uygun düşmez. Çünkü sizin rızkınızı veren Allah'dır, binâenaleyh, siz infak edip, tasaddukta bulunduğunuzda O, nasıl ki başlangıçta onu size verip sizi rızıklandırdıysa, ikinci defa da onu size verir, sizi rızıklandırır. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele daha vardır. Cenâb-ı Hak, ifadesinde şartın cevabını zikretmemiştir. Burada ise, şartın cevabını zikrettiği gibi, cevaptan daha fazlasına yer vermiştir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, "Onlara infak ediniz..." dediğinde, onlar da, "Allah'ın, dileseydi yedireceği kimseye biz mi yedirecek misiz?" demiş olsaydı, bu kâfi gelirdi. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "küfredenler, iman edenlere dediler ki (...)" buyurmasının hikmeti nedir? Cevap: Biz diyoruz ki kâfirler, yedirmenin güzel hasletlerden olduğunu söylüyor ve bununla iftihar ediyorlardı. Onlar bu sözleriyle, mü'minlere bir reddiyede bulunmayı isteyerek ve yaptıklarının bir övgü vesilesi olduğuna inanarak, "Biz, misafirleri yedirir içiririz. Şayet bizim yedirip içirmemiz olmasaydı, misafirlerin ihtiyaçları karşılanamazdı. Sizler, ilâhınızın o istediği kimseleri rızıklandıracağını söylüyorsunuz; o halde daha ne diye, bize, "infâkda bulununuz" diyorsunuz" demişlerdir. Binâenaleyh, onların maksatları yedirmekten kaçınmak değil de, mü'minlere bir reddiye olunca, Cenâb-ı Hak, onların ağzından, bu reddiyeye bir işaret olmak üzere, "küfredenler iman edenlere... dediler" buyurmuştur. Ama onlara, "önünüz sıra gelecek olandan korkun " denilmiş olan ifadede, kâfirler tarafından mü'minlere karşı bir reddiye yoktur. Böylece onlar yüz çevirdiler de, Allah da, bu hususu bildiği için onların yüz çevirmelerini zikretmekten yüz çevirmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, onların verdiği cevap hususunda, değişik bir lafzı getirmiş olmasının hikmeti nedir? Çünkü onlar, "İstese, Allah'ın rızıklandıracağı kimseler infak mı edecek" dememişlerdir. Çünkü, onlar ifadesinde infakta emrolunmuşlardır. Binâenaleyh, onların cevapları da, "infak mı eder misiz?!" şeklinde olmalıydı, öyleyse, onlar niçin "biz mi yedirecek misiz?" demişlerdir? Cevap: Biz diyoruz ki: Burada onların, alabildiğine muhalefet etmelerinin beyanı söz konusudur. Çünkü, onlara infak etmeleri emrolunup, infak etme işi içine de, yedirme vs. şeyler dahil olunca, onlar, ne o infak ne de ondan daha azı olan yedirmeyi yerine getirmişler, "yedirmeyiz..." demişlerdir. Bu tıpkı bir kimsenin bir başkasına, Zayd'e bir dinar ver!" deyip, onun da, "Ben ona bir dirhem bile vermem" demesine Denzer. Burada uygun olan, onun, "Ben ona bin dinar vermem" demesiydi. Ancak ne var ki böyle bir ifadede mübalağa sanatı daha fazla ifa edilmiş olur. İşte ayette de böyledir. Onların bu sözleri gerçekti. Çünkü Allah, istese o kimseleri yedirip içirirdi. Öyleyse Cenâb-ı Hak daha niçin, bu hususu onları kınama sadedinde zikretmiştir? Cevaben deriz ki: Onların gayeleri, ya Allah'ın kudretini veyahut da Allah'ın doyurmaya kadir olması durumunda, infakı emretmenin cevazını inkâr etmektir. Ama, bu iki husus da yanlıştır. İşte Cenâb-ı Hak bu yanlışlığı, "Sizi rızıklandırdığı şeylerden..." ifadesiyle beyan buyurmuştur. Zira bu, Allah'ın kudretine delâlet eden bir ifadedir. Ve bu, Allah'ın vermeyi emretmesinin doğru ve yerinde olduğunu gösteren bir ifadedir. Çünkü, hem başkasının elinde hem de kasasında da malı bulunan kimse, muhayyerdir. İsterse, kasasında bulunanlardan verir, İsterse, başkasındaki malından verilmesini emreder. Binâenaleyh, elinde başkasının malı bulunan bu kimsenin, "Senin kasandakiler, benim elimdekilerden daha çoktur; öyleyse sen ona ondan ver!" demesi caiz olmaz. Ayetteki, "Siz apaçık bir sapıklıkta bulunanlardan başkaları değilsiniz" ifâdesi, onların, kendilerinin mü'minleri bu sözle susturduklarına; mü'minlerin Allah'ın kudretine inanmalarıyla birlikte, kendilerinden, infakta bulunmayı isteyişlerinin apaçık bir yanlışlık olduğuna ve bunun, yanlış bir iş olduğuna randıklarına bir işarettir. Bu ifadeyle ilgili hem lügavî, hem de mana açısından birkaç bahis bulunur: Birinci bahis: Lügavî açıdan yapılacak bahse gelince, biz diyoruz ki: İn edatı, olumsuzluk ifade eden mâ manasında olmak üzere, nefy için gelmiştir. Halbuki İn edatında aslolan, şart için, mâda aslolan ise, nefy için olmalarıdır. Ancak ne var ki, bu İki edat, bazı yönlerden müştereklik arzederler. Dolayısıyla da, karşılıklı olarak birbirlerinin yerine kullanılırlar. Böylece de mâ, şartta; İn de olumsuzluk anlamında kullanılmış oldular. Bu iki harfte müşterek olan taraf, herbirinin birbirine yakın iki harften meydana gelmiş olmalarıdır. Çünkü hemze elife, mim de nûna yakındır. Binâenaleyh, "İn" ve "mâ"nın aasına gelmiş olduğu ifadelerin manasının, olumsuz olması gerekir. Bu husus, mâ'da açıktır. "ln"e gelince, bu da senin, "Eğer bana Zeyd gelirse, ona ikram ederim" şeklindeki sözünde, o Zeyd'in o anda gelmemiş olduğunu ihsas ettirmede yatmaktadır. Dolayısıyla, İn, mâ yerinde kullanılmıştır. Yine, "Zeyd ayakta değildi" "Zeyd, kaim değildir" demektir. Ayrıca, mâ edatı, şa-manasında da kullanılır. Nitekim, "Sen ne yaparsan ben de onu yapanm dersin. Bahsettiklerimizin delili, olumsuzluk için mâ'nın, in edatının kullanılmadı yerlerde kullanılmasıdır. Çünkü sen, deyip; edatını zait kabul edebilirsin. Ama, nefy, anlamında diyemezsin. Ama şart anlamında “Şayet sen görürsen..." deyip, in edatını asl; mâ'yı da zait addedersin. Bu da bize In'in şartta asl, mâ'nın İse ikinci derece; mâ'nın ise nefy'de asl, In'in ise İkine derecede asl olduğunu göstermektedir. İkinci bahse gelince, biz, (......) sözünün anlattığı şeyi, (......) ifâdesinin anlatamayacağını belirtmiştik. Çünkü ilk ifade, hasr manasını ve onların ancak dalalet içinde bulunmaları gerektiği gibi bir manayı iktizâ eder. Üçüncü bahse gelince, Cenâb-ı Hak bu sapıklığı, "apaçık olmak"la vasfetmiştir ki, biz bunun manasının, "Bu iş öylesine açıktır ki, "Bunun bizzat kendisi bile kendisinin bir sapıklık olduğunu haykırmaktadır" şeklinde olduğunu söylemiştik ki bu da, sapıklık olduğu herkesçe anlaşılan bir sapıklık içindedir" demektir. Dördüncü bahse gelince, biz, (......) lafzının, onların, dalâlete gömülmüş olduklarını, onun içine battıklarını ifade ettiğini anlatmıştık. Cenâb-ı Hakk'ın, bazı yerlerde "bir delil ve beyyine üzeredir", bazı yerlerde de "hidayet üzeredir” şeklindeki ifadeleri de, böyle olan kimselerin, dosdoğru yolun tam üzerinde olduklarına bir işarettir. Mânâ cihetinden olan bahse gelince, bu da şöyledir: Kâfirler, mü'minlerin sözünün çelişkili olduğunu; sözü çelişkili olan kimsenin de, alabildiğine sapıtmış olduğunu sandıkları için, o mü'minleri, apaçık bir sapıklık içinde olmakla vasfetmişlerdir. Biz bunun böyle olduğunu söyledik, zira kâfirler, "Allah, eğer onları yedirmek isterse, doyurur ve yedirir. Biz ise, onları doyuramayız. Çünkü bu, hâsılı yeniden elde etmek olur. Eğer Allah, onları doyurmayı dilememişse, onları hiç kimse yedirip doyuramaz. Çünkü Allah'ın dilemediği şeyin meydana gelmesi imkânsızdır. Binâenaleyh, biz onlara yediremeyiz. O halde ne diye sizler bize, onlan yedirip doyurmamızı emrediyorsunuz?" şeklinde bir manaya işaret olmak üzere de, "Allah'ın, dileseydi yedireceği kimseye biz mi yedirecek misiz?" demişlerdir. Bu hususta yapılabilecek diğer bir izah da şudur: Onlar, âdeta "Allah, onları aç bırakmayı dilemiştir. Binâenaleyh, şayet biz, onları yedirecek olsak, bu Allah'ın fiilini boşa çıkarmak için bir gayret olmuş olur ki, bu caiz değildir. Halbuki sizler ise, "onları yedirin" diyorsunuz. O halde bu bir şaşkınlık ve çelişkidir" demek istemişlerdir. Halbuki, dalâlde ve şaşkınlık içinde olanlar kendileridir. Çünkü onlar, bu konuda murâd edilene bakmışlar, emre ve talebe bakmamışlardır. Bu böyledir, zira kölesine efendi bir şeyi emrettiğinde, kölesinin o emrin sebebini araştırması, kendisi sebebiyle o emrin yapılacağı maksada muttali olmak istemesi uygun düşmez. Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Hükümdar düşmanına, hiç kimsenin muttali olmayacağı bir biçimde ani bir baskın yapmak için, bineğine binmek isteyip, kölesine, "Biniti hazırla!" dediğinde, köle bu binitin hazırlanma gayesine muttali olmak isteyip de, başını kaldırarak ona baksa, bu köle, o hükümdarın düşmanını bundan haberdar etmek ve onun sırrını ifşa etmekle itham edilir. O halde, taatte, edeb, İrfan ve usul, maksadı araştırmak değil, emre hemen tâbi olmak, onu yapmaktır. Binâenaleyh Allahü teâlâ, "Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden harcayın" dediğinde, onların, "Allah niçin hazinelerindeki şeylerden onları yedirmiyor?" demeleri caiz değildir. 48Âyetin tefsiri için bak:50 49Âyetin tefsiri için bak:50 50"Siz, doğru söyleyenlerseniz, bu tehdit ne zamandır?" derler. Onlar, birbirleriyle itişip dururlarken, kendilerini yakalayacak bir tek sayhadan başkasını gözlemezler. (işte o zaman) bunlar, bir vasiyyette bile bulunamazlar. (Hatta) ailelerine dahi dönecek halde değillerdir" Bu, onların, Cenâb-ı Hak tarafından "Onlara sakının denildiğinde..." (Yasin.45) ayetinde emredilen takva ile, "Onlara harcayın denildiğinde..." ayetinde emrolunan infâkın, hiçbir faydası olmadığı, çünkü, gerçekte böyle bir vaadin olmadığı şeklindeki inançlarına bir işarettir. Ayetteki, ifadesi, "va'dedilen şey ne zamandır?" anlamındadır. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Buradaki in, şart edatı olup, bir ceza gerektirmektedir. Halbuki, metâ'nın başına geldiği cümle bir istifham cümlesi olup, şartın cezası olmaya elverişli değildir. O halde, In'in cevabı nedir? Cevap: Biz diyoruz ki, bu cümle, lafzan istifham ifade eder, ama mana bakımından inkâr ifâde eder. Buna göre onlar sanki, "Eğer haşrin vuku bulacağı hususunda doğru söylüyorsanız, onun ne zaman olacağını söyleyiniz" demek istemişlerdir. İn küntüm ifadesiyle kime hitap edilmiştir? Cevap: Biz diyoruz ki, görünen odur ki bu, peygamberlere yapılan bir hitaptır. Çünkü o müşrikler, risâleti kabul etmeyince, "Ey risâlet iddia eden kimseler, eğer siz bu hususta doğru söylüyor iseniz, bunun ne zaman olacağını bize bildirin bakalım" demişlerdir. Burada bir vaad söz konusu değildir. O halde, ayetteki "bu vaad" ifadesiyle, hangi vaade işaret edilmiştir? Cevap: Biz deriz ki: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Kıyametin kopacağına dair beyan buyurduğu, "Onlara, "Önünüz sıra gelecek olandan da, arkanız sıra gelecek olandan da sakının denildiğinde" (Yasin, 45) ayetindeki husustur. Yahut da şöyle diyebiliriz: Bu, peygamberler, onlara devamlı bir biçimde Kıyameti, hesabı, mükâfaat ve cezayı hatırlattıkları için, bu ayette zikredilmese bile, malûm olan bir husus olup (bu da bu keyfiyete bir işarettir). Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar, bir tek sayhadan ıskasını gözlemezler" buyurmuştur ki bu, "Onlar, o malum sayha ve naradan başka hiçbir şey beklemezler" demektir. Bu ifadelerin nekire gelmiş olmaları, çokluk manası ifade etmek içindir. İmdi eğer, "Onlar, bunu gözlemek şöyle dursun, tam aksine böyle bir şeyin olmayacağı hususunda kesin kanaat sahibidirler" denilirse biz deriz ki: Bu gözleme fiilen olan bir durumdur. Çünkü onlar, yapanın helakine ve Allah'ın kudreti, hükmü ve ilmi dahilinde olmadığı takdirde, çabucak azaba duçar kılıp Kıyameti yaklaştıracak işler yapıyorlardı. Yoksa onlar bu gözlemeyi, sözle ifade etmiyorlardı. Yahut şöyle diyebiliriz: Meta "ne zaman?" kelimesi gerçek bir istifhama delalet etmediğinden, gerçek olmayan bir "gözleme"den bahsedilmiştir. (Yani burada sözle ifade edilmeyen ama fiilen olan bir durum sözkonusudur.) Çünkü "ne zaman?" diyen kimsenin bu sözüne nazaran, bu sözden bir bekleme manası anlaşılır. Alimler, burada bu "sayha"nın ne olduğu hususunda, onun dehşetine delâlet eden birtakım hususlar zikretmişlerdir. 1) Bu ifadelerin nekire getirilmiş olması... Çünkü Arapça'da "çok" anlamında, "Falancanın öyle bir malı var ki!" ve, cesur ve atılgan anlamında, "Falancanın öyle bir kalbi var ki" denilir. 2) Buradaki "bir tek" kelimesinin zikredilmesidir. Bu, "o sayha oldu mu, artık bir ikincisine ihtiyaç yoktur" anlamındadır. 3) Ayetteki, "onları yakalayacak" ifâdesidir. Yani, "O onların hepsini yakalar ve bu sayha, yerin doğusundaki ile batısındakifere kadar varıp ulaşır. Böyle olan bir şeyin büyük bir şey olduğunda herhangi bir şüphe olmaz" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, birbirleriyle itişip dururlarken, kendilerini yakalayacak bir tek sayhadan başkasını gözlemezler. (İşte o zaman), bunlar bir vasiyyette bile bulunamazlar. (Hatta), ailelerine dahi dönecek halde değillerdir" ifadesi, bu sayhanın azametini gösteren ifadelerdendir. Çünkü normal olan bir sayha, gafil bir kimsenin başına geldiğinde, onun kalbi hoplar, korkar. Zira, bir işle meşgul olan birisine birisi aniden seslendiğinde, onun kalbi aniden hoplar, ama sayhayı bekleyen böyle değildir. Binâenaleyh, bu sayhanın durumu, bahsettiğimiz şiddet ve kuvvette olup, hasmıyla meşgul olan, onunla didişen gafil bir kimsenin başına geldiğinde, onun kalbinin hoplaması son derece tam, korkutma işi de alabildiğine muazzam olur. Ayetteki, ifadesi hakkında şu izah yapılabilir: "Onlar, Ölümden sonra ba's hakkında cedelleşiyor, bunun asla olmayacağını söylüyorlardı. Böylece de bu sayhadan gafil idiler. Böyle bir sayhanın vaki olacağına inanan kimsenin durumu, bunun tam tersinedir. Bu, böyle birşey için hazır olduğu ve olacağını gözlediği için, bundan korkmaz, kalbi de hoplamaz. Bu mana, Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere, göklerde kim varsa, yerde kim varsa düşüp ölmüştür" (Zûmer, 58) ayetiyle kastedilen manadır. Bu ayetteki, "Allah'ın diledikleri müstesna" ifadesi, "sayhanın ulaşacağına İnanan ve bunun için hazır olan kimseler..." anlamındadır. Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Bir kimse, şimşeği görse ve biraz sonra, bir gök gürültüsünün olacağını anlasa. Diğer bir kimse de, şimşeğin çaktığını görmese ve sonuç olarak da, gök gürültüsü olacağını bilmese. Derken gök gürlese, bu durumda sen, şimşeğin çaktığını gören, böylece de gök gürültüsünün olacağını bilen kimseyi dimdik ayakta; habersiz olan kimseyi de, bayılarak yere düşmüş halde görürsün. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu yakalamanın şiddetini beyan etmiştir ki, bu da, o sayhanın onlara bir vasiyyette bile bulunmaya fırsat vermeyecek bir biçimde meydana gelmesidir. Ayette, onun şiddetini anlatan hususlar vardır. a) Gûç yetirememe... Çünkü bir kimsenin, "Falanca bu durumda vasiyyet bile edemez" seklindeki sözü, "O, tavsiyede bulunmaya muktedir olamaz" sözünden daha az vurguludur. Çünkü, tavsiyede bulunmayan kimse, bazan vasiyyete muktedir olabilir. b) "Tavsiyeten" ifadesi... Tavsiye sözle yapılır. Söz ise, fiilin meydana gelmesinden daha hızlı bir biçimde tahakkuk eder. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "O zaman bunlar söz söylemeye muktedir olamazlar. Nerde kaldı ki, görevleri yerine getirme ve haksız bir şekilde elde edilen şeyleri sahibine geri verme gibi uzun bir zamana ihtiyaç gösteren fiili yapabilsinler" demiştir. c) Diğer kelimeler arasından özellikle "tavsiye" kelimesinin seçilmiş olması, onun, kelimelerin en mühim olanına kadir olamadığına delâlet eder. Çünkü, Ölüm vakti, insan tavsiyede bulunmaya daha çok ihtiyaç duyar. d) "Tavsiye" kelimesinin nekire getirilmiş olması umumîlik için olup, bu, "O kimse, ufacık bir kelime dahi olsun, herhangi bir tavsiyede bulunamaz" demektir. Bir de, tavsiye, bazan işaretle olabilir. O halde, bundan aciz olan kimse, artık her şeyden aciz demektir. e) Cenâb-ı Hakk'ın, "(Hatta) ailelerine dahi dönecek halde değillerdir" ifadesi, tavsiye etmeye duyulan ihtiyacın ne derece yoğun olduğunu beyan etmek içindir. Çünkü, ailesine döneceğini uman kimse, vasiyyete ihtiyaç kalmadığı için vasiyyette bulunmayabilir. Ama, ailesine ulaşamayacağına kesin karar veren kimsenin, mutlaka vasiyyette bulunması gerekir. Binâenaleyh, o bu ihtiyaca rağmen, bunu da yapamadığına göre bu, o sayhanın çok şiddetli olduğuna delâlet eder. Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesi hakkında şu iki izah yapılabilir: a) Biraz önce de anlattığımız gibi onlar, aileleriyle bir araya geleceklerine dair herhangi bir zamanın kalmadığına kesinkes kanaat getirmişlerdir ki, bu da vasiyyette bulunma ihtiyacını doğurur. b) Bu ifade, "Öldüler, artık onların dünyaya dönmeleri söz konusu değildir. Binâenaleyh, yolculuğa çıkan ve o yolculuktan artık dönemeyeceğini, artık ailesiyle birlikte olamayacağını bilen kimse, o zaman vasiyyette bulunur" anlamındadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, birinci sayhayı müteakiben, olup bitenleri beyan etmek üzere: 51"Sûra üfürülmüştür. Artık bakarsın ki onlar, kabirlerinden, Rablerine doğru koşup gidiyorlar". buyurmuştur. Yani, "Sûra ikinci kez üfürüldüğünde" demek olup, bu, "Sonra ona bir daha üfürülmüştür. O anda görürsün ki ayakta bakmıp duruyorlar" (zümer. 68) ayetinde olduğu gibidir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır Cenâb-ı Hak (zümer, 68)böyle buyururken, burada "Artık bakarsın ki onlar, kabirlerinden Rablerine doğru koşup gidiyorlar" buyurmuştur. Halbuki, "ayakta durma", "koşma"dan farklıdır. Bir de Cenâb-ı Hak, her iki yerde de, buyurmuştur ki, bu ayakta durma ile koşmanın aynı anda bulunmalarını iktiza eder. Ne dersin? Cevap: Bunu şu iki şekilde açıklayabiliriz: a) Ayakta olmak, hızlıca koşmaya ters değildir. Yürüyen kimsenin ayakta olması da, bakıyor olmasına aykırı değildir. b) Bu ayette belirtilen sürat, işlerin adeta aynı anda yapılacağını göstermek için olup, tıpkı bir kimsenin "O savaşta dönüp dönüp hücum eden, pek çevik, aynı anda hem önden hem arkadan dalandır. Tıpkı sel sularının yüksekten yuvarladığı çakıl taşları gibi" demesi gibidir. Bu iki üfleyiş, diriltme ve öldürme gibi birbirine zıt olan iki şey hususunda nasıl müessir olabilir? Cevap: Biz diyoruz ki, Allah'dan başka müessir yoktur. Üfleme ise, bir alâmettir. Sonra o korkunç sayha, maddeleri harekete geçirir, sarsar. Binâenaleyh, varlıklar canlı iken, o canlının parçaları bir aradadır. O ses onları sallar da, böylece canlının parçalan birbirinden ayrılır. Canlıların ölmelerinden sonra ise, onların parçalan ayrı ayrı idi. Dolayısıyla o ses onları harekete geçirdi de, işte o esnada canlının parçaları bir araya geldi. O halde bu demektir ki, bu İki üfleyiş de, maddeleri harekete geçirme ve intikal ettirme bakımından, müessir olmuşlardır. Bir arada iken maddeler dağılıyor; ayrı iken bir araya geliyor. Müfacee (sürpriz) için olan Iza'nın buradaki konumu nedir? Cevap: Biz diyoruz ki: Buradaki izâ, zarf için olup, manası, "Sûra üflendi. Ona üflenince de, onlar ok gibi kabirlerinde fırladılar" şeklindedir. Ancak ne var ki, o şey, zarf olduğu bilinerek bazan bir şeyin zarfı olabilir. Konuşma esnasında, onun zarf olduğu bilinir. Görünüp müşahede edilmesi halinde de, bilgi yenilenmiş olmaz. Bu tıpkı bir kimsenin, güneş doğduğunda, "Hava aydınlandı" vb. demesi gibidir. Binâenaleyh bu kimsenin, güneş doğduğunda, havanın aydınlandığını görmesi durumunda, yeni bir bilgi söz konusu'olmamış olur. Ama sen, "Çıktım, bir de ne göreyim, bir aslan kapıda..." dediğinde, o zaman dilimi, aslanın kapıda olmasının zarfı olur. Ancak ne var ki bu, daha önce bilinmiyordu. Binâenaleyh o onu gördüğü zaman bunu bildi. Dolayısıyla bunun, onun zarfı, yani aslanın gelme zamanı olduğuna dair bilgisi, ancak onu görme anında ansızın ortaya çıkmıştır. İşte bu sebeple, (......)'ya "müfacee izâsı" denilmiştir. O "sayha" dağları harekete geçirmiş olduğuna göre, o vakitte kabirler nerede bulunur? Cevap: Biz deriz ki: Allah, her ferdin parçasını, gömüldüğü yerde bir araya getirir, dolayısıyla onu o yerden çıkarır; ki bu yer, o kimsenin kabridir. Burası, heybetten bahsedilmesi gereken bir makam olup, bu ayetten önce de, kâfirlerden bahsedilmiştir. Halbuki ayette, "Rabb" sözünün getirilmiş olması, Allah'ın merhametine delâlet eder. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, onlara nisbet edilen Rabb "Rablerine..." yerine, heybetine delâlet eden bir lafız getirmiş olsaydı, bu daha uygun olur muydu, olmaz mıydı? Cevap: Deriz ki: Bu lafzı, olabilecek şeylerin en güzelidir. Çünkü kötülük yapıp sonra da, kendisine iyilikte bulunan zâta dönmek mecburiyetinde bulunan kimse için böyle bir durum, başka bir halden, elemce daha fazla, nedametçe de daha çok olur. Kötülük eden kimse, iyilik edene yöneldiğinde, bir adım ileri, İki adım geri atar. Halbuki ayetteki yensilûn kelimesi hızlı koşmak anlamındadır. O halde onlardan bövle bir hareket nasıl sudur edebilmiştir? Cevap: Biz diyoruz ki, onlar, i'râdeleri kendi ellerinde olmaksızın, böyle yaparlar. Biz, (zümer, 68) ayetini tefsir ederken, bununla, sûra üflendiğinde, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin mükemmel olduğunu, irâdesinin geçerliliğini beyan etmek istediğini açıklayacağız. Çünkü bu vakitte, onda hem bir araya gelme, hem terkib olunma, hem dirilme, hem kıyam, hem de koşma olacaktır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi, "bir anda bu noktaya varıp dayanacaklar" demektir. Yani, "Birtakım safhalardan sonra gelen, ok gibi fırlayış noktasına varacaklardır" demektir. 52"Demişlerdir ki: "Eyvah bize! Uyuduğumuz yerden bizi kim kaldırdı? Bu, Rahmân'ın (Allah'ın) vaadettiği şey. Gönderilen (o peygamberler) doğru söylemiş" Bu, "Onlar diriltilince böyle söyleyecekler" demektir. Çünkü bir önceki ayetteki, "Sûra üfürülmüştür" ifadesi, onların yeniden diri İtildikleri ne delalet eder. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Eğer birisi, "Allah, "onlar, "Eyvah bize" diyerek kalkıp, kabirlerinden Rablerme doğru hızlıca koşuyorlar" buyurmuş olsaydı daha uygun olurdu?" diyecek olsa, biz deriz ki: Böyle söylemekten Allah'a sığınırız. Çünkü geçen ayetteki, "Artık bakarsın ki onlar, kabirlerinden, Rablerine doğru koşup gidiyorlar" ifadesi, biraz önce bahsettiğimiz gibi, Allahü teâlâ'nın, en süratli bir şekilde onların parçalarını birleştirip, onları dirilttiğine ve hareket ettirdiğine bir işarettir. Çünkü onların hızlıca koşmaları işi, mutlaka parçalarının biraraya getirilip te'lif edilmeleri gerekmesine rağmen, hemen üfienişle birlikte oluvermiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, o birisinin dediği gibi, "diyerek kalkıp..." buyurmuş olsaydı, bu, "hızlıca koşarlar" ifadesinin "hâli" gibi, yani, "Eyvah bize diyerek koşup giderler" manasında olmuş olurdu. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü onların, "Eyvah bize" demeleri, süratlice gitmelerinden öncedir. Burada bu "Koşup gitme" ifadesinin kullanılmış olması, biraz önce bahsettiğimiz sebeplerden ötürüdür. Eğer birisi, "Biz, gibi ifadelerde, nidanın ne manaya olduğunu bilmekteyiz. Fakat insanların bu şekildeki sözleriyle, Cenâb-ı Hakk'ın, hiç izafet yapmadan, (Yasin, 30) şeklindeki sözü arasında ne fark vardır ki onlar, ve demektedirler" derse, biz şöyle cevap veririz: Bu sözü söyleyen mükellef ise, onun halini veya ona yakın olanların halini hiç kimse bilemez. Buna göre sanki herkes, kendi haliyle derdiyle mesgulmuş ve herbiri, "Eyvah bize! Yazıklar olsun bizel" demekteymiş gibi olur. Onların, "Eyvah bizel" deyişleri, herbirinin, "Eyvah banal" demesi manasınadır. Ama Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadeyi kullandığı yerlerde, ilmi herkesin halini kuşattığı için, bunu umûmî şekli ile söylemiştir. Ayetteki, "Uyuduğumuz yerden bizi kim kaldırdı" ifadesinin, "Eyvah bize!" şeklindeki sözleriyle ilgisi nedir? Cevap: Diyoruz ki: Onlar, yeniden diriltilince peygamberlerin söyledikleri şeyleri hatırladılar da, böyle dediler ki bu, "Allah, bizi va'dedilen o diriliş ile mi diriltti, yoksa biz uyuyorduk da, uyandırıldık mı?" demektir. Bu da tıpkı, bir İnsana gücünün yetemeyeceği bir düşmanının, gelmesi vaad edilip, sonra da bu insan, korkunç bir adamın, kendine doğru yönelip geldiğini göres, ödünün kopması ve kendi kendine, "Bu o mu, yoksa değil mi?" demesi gibidir. Bunun böyle oluşuna onların, "Uyuduğumuz yerden" ifadesi delâlet eder. Çünkü onlar, kabirlerini uyku yeri sanmışlardı. Bu, onların uyuyup da, uyandırıldıkları mı, yoksa ölüler oldukları mı hususunda şüphe ettiklerini gösterir. Fakat zann-i gâlibleri, bu işin bir yeniden dirilme olduğu yönündedir. Çünkü onlar, bu iki ihtimali birarada düşünerek, bunun kendilerine vaadedilen o diriliş olduğunu sandıklarına bir işaret olmak üzere, "Bizi kim kaldırdı (diriltti)?": uyanmış oldukları ihtimali vehimlerine bir işaret olmak üzere de, "Uyuduğumuz yerden" demişlerdir. "Bu", (......) kelimesi neye işarettir? Diyoruz ki: Bu hususta şu iki izah yapılmıştır: a) O kelime, "uyudukları yere" işaret olup, sanki, "Bizi bu yerimizden kim uyandırdı?" demektir. Binâenaleyh "bu" kelimesi, "merkad"ın (uyunulan yerin) sıfatı olur. Nitekim Arapça'da, "Bu sözüm doğrudur" denilir. b) O kelime, "dirilişe" işarettir ve mana, "Bu diriliş, Rahman'ın vaadettiği ve gönderilen peygamberlerin hakkında doğru söylemiş olduğu şeydir" şeklindedir. Buradaki hazâ "bu" kelimesi, "merkad"in sıfatı sayılırsa, ayetteki, "Rahman'ın vaadettiği şey, gönderilen (o peygamberler) doğru söylemiş" ifadesi nasıl yerinde olabilir? Biz deriz ki: Bu durumda, ifadesi, "Rahman'ın vaadettiği haktır. Peygamberler de doğru söylemişler" takdirinde, haberi mahzûf bir mübtedadır. Yahut da, şöyle denilebilir: "Rahman'ın vaadettiği ve peygamberlerin, hakkında sâdık olduğu o şey, haktır." Fakat bu iki takdirden birincisi, daha az takdirle ifade edildiği için daha uygundur. Yahut şöyle de denebilir: Bu, takdiri, "Bu, Rahman'ın vaadettiği ba's (diriliş)tir. Yoksa uykudan uyandırma değildir. Peygamberler, size haber verdikleri o hususta, doğrudurlar" şeklinde olan, mahzûf bir mübtedanın haberidir. Eğer ayetteki hazâ "bu" kelimesinin, "merkad"e yahut "ba'se" işaret olduğunu söylersek, "Bizi kim kaldırdı (diriltti)?" sorusunun cevabı nerededir? Cevap: Diyoruz ki: Onların bu sorudan maksatları, bunun bir ba's (diriliş), yahut bir ba's (diriliş), yahut bir uykudan uyandırma olduğuna dair bilgileri bulunduğunu bildirmek olunca, Hak teâlâ'nın, "Bu, Rahman'ın vaadettiği ba'sdir, uykudan uyandırma değildir" şeklindeki sözü ile buna cevap verilmiş olur. Bu tıpkı, korkan birisinin bir başkasına, "Ne dersin, falanca beni öldürür mü?" dediğinde, o sorulanın, "Korkma" deyip maksadının onun kalbinden bu korkuyu silmek olduğunu bildiği için, susması gibidir. İşte böylece cevap verilmiş olur. 53"(Bu), bir tek sayhadan başka birşey değildir. Artık onlar toptan ve derhal, huzura getirilmişlerdir" Bu, "O nefha (üfürme), tek bir sayhadan (naradan) başka birşey değildir" demektir. Failin bu olduğuna, geçen ayetteki "Sûra üfürülmüştür" (Yâsin, 51) ayeti delâlet eder. Yahut da bu, "Hâdise, ancak bir tek sayhadan ibaret oldu" demektir. Buradaki fiili, nakıs değil "tam" kabul edilerek, "sayha" (fail olarak) merfû okunmuştur. Bu, "Tek bir sayha meydana geldi" demektir. Zemahşerî şöyle der: "Eğer bu tam fiil olsaydı, o zaman en uygun olan, değil, denilmesiydi. Çünkü bu durumda mana, "Tek bir sayhadan başka hiçbir "şey" olmadı" şeklinde olur. Fakat fiilin müennes olarak getirilmesi, zahire hamlen caizdir. "Sayha"yı merfû okuyan şöyle diyebilir: Hak teâlâ'nın "O vak'a vâkf olduğu vakit" (Vakıa, 1) ayeti, şiddet bildirmek ve mübalağa ifade etmek için, müennes fiil ile getirilmiştir. Bunun delili yine aynı suredeki, "Onun vukuunu yalanlayacak hiçbirşey yoktur" (vakıa, 2) ayetidir. Çünkü bu, mübalağa ifade etmektedir. İşte Cenâb-ı Hak burada da aynı şekilde Kıyametin dehşetini ifade etmek için, bu fiili müennes getirmiştir. Binâenaleyh haşr gününün isimleri, Kıyame, Kâria, Hakka, Tamme, Sahha gibi hep müennes olarak gelmiştir." Zemahşerî sözüne devam ederek ifadesinin, takdirinde olduğunu, hasrın isimlerinin, onun "Kıyamet" diye isimlendirilmiş olmasından ötürü müennes geldiğini söyler. Ayetteki, muhdarûn kelimesi, onların bu fırlayıp koşmalarının, kendi iradeleriyle değil, mecburî bir koşma olduğuna delalet eder. Daha sonra Cenâb-ı Hak, o günde olup bitenleri şöyle anlatmıştır: 54"İşte o gün, hiç kimseye hiçbir şekilde haksızlık edilmez. Sizler, yaptığınız şeylerden başkasının karşılığını görmezsiniz" "Hiçbir kimseye haksızlık edilmez" ifadesi, mü'mine bir emniyet vermek; "Yaptığınız şeylerden başkasının karşılığını görmezsiniz" ifadesi de, günahkâr kâfiri ümitsizliğe düşürmek için getirilmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Ayetteki, "Karşılığını görmezsiniz" ifadesi ile, mücrimin ümitsizliğine işaret edilirken, bunu hitab şeklinde getirmenin; "Haksızlığa (zulme) uğratılmaz" ifadesi ile, mü'minin ilahî azabtan emin oluşuna işaret edilirken, hitab üslubuyla, "Ey mü'minler sizler zulme uğratılmazsınız" denilmeyişinin hikmeti nedir? Diyoruz ki: "Hiç kimseye hiçbir şekilde haksızlık edilmez" ifadesi, genel bir ifadedir. Çünkü (mü'min, kâfir) hiçbir kimseye orada zulmedilmeyecektir. "Sizler, yaptığınız şeyden başkasının karşılığını görmezsiniz" ifadesi ise, sadece kâfirlere has bir ifadedir. Çünkü Allah mü'minleri cezalandırmaz. Eğer böyle yapmazsa, (biliniz ki) Allah mü'mine has olan fazlından ve genel olan adaletinden ötürü, böyle yapmamıştır. Bu ifadede, bir müjde vardır. Burada fâ-i takibiyyenin getirilmesini gerektiren şey nedir? Cevap: Deriz ki: Hak teâlâ, "muhdarûn" (huzura getirilmiş, toplanmışlardır)" (Yâsin, 53) buyurup, bu toplanma işi de, işleri halletmek ve hesapları görmek için olunca, sanki "Onlar toplandıkları zaman, ancak adalet ile işleri hall-u fasi edilsin diye böyle huzura toplandılar. Binâenaleyh adalet için toplanmada zulüm yoktur. O halde, zulmün olmayışı adalet için toplanmaya dayanır" demiştir. İşte bundan ötürü, valiye veya hakime, "Adalet için oraya oturdun. Binâenaleyh zulmetmezsin" denilir. Bu "Durumun, konumun bunu yani adaleti gerektirir. Öyleyse zulmetme!" demektir. Onlar, yaptıkları şeylerin aynısıyla karşılık (ceza) görmeyip, yaptıkları şeyler sebebiyle ve yaptıkları şeylerden ötürü bir karşılık görürler. Halbuki ayetteki, "Yaptığınız şeylerden başkasıyla karşiık görmezsiniz" ifadesi, bu cezanın, yapılan işlerin aynısıyla olacağına delalet eder. Ceza fiilinin, hem harf-i cersiz, hem de harfi cerli olarak, mûteaddi olduğu, hem hem "Onu hayırla mükâfaatlandırdım" şeklinde kullanıldığı ileri sürülmesin. Çünkü bu, bizim söylediğimiz manada değildir. Çünkü sen, "Onu hayırla cezalandırdım (mükâfaatlandırdım)" dediğinde, hayır senin yaptığın iş olmayıp, buradaki "ba," ya mukabele, ya sebebiyye içindir. Böylece sen, "onu, yaptığı hayır sebebiyle onu mükâfaatlandırdım" demiş olursun. Buna ne dersin? Buna şu iki şekilde cevap veririz 1) Ayetteki bu ifade, her halükârda bir fazla cezalandırma olmayacağına ve alabildiğine dikkatli davranılacağına bir işarettir. Çünkü birşeyin aynısına ilavede bulunulamaz. Şimdi biz diyoruz ki ayetteki bu ifade tam eşitliği ifade eder, yani "verilecek olan ceza, onların yaptıklarının aynısıdır, tam karşılığıdır" demektir. Çünki Arapça'da, "Hiçbirşeyi eksik bırakmadı" manasında, "Falanca, bana tek tek cevap verdi" denilir. Ayetteki ifade bu manasıyla tam bir ümitsizliği gerektirir. 2) Buradaki mâ kelimesi, belli birşeyi göstermeyip, cins ifade eder ve "Sizler amellerinizin cinsine göre karşılık görürsünüz. Eğer amelleriniz (yaptığınız o şeyler) güzel ise, karşılığı güzel; kötü ise karşılığı kötü olur. O halde yaptığınız kötülüklere ve iyiliklere göre karşılık görürsünüz" demektir. Bu tıpkı, "Kötülüğün karşılığı yine onun gibi bir kötülüktür" (şura, 40) ayetinde ifade edildiği gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, muhsinlerin, güzel ameller yapanların durumunu da şöyle beyan etmiştir: 55Âyetin tefsiri için bak:57 56Âyetin tefsiri için bak:57 57"Şüphe yok ki bu gün cennetlikler, mesrur ve handan bir zevk ve eğlence içindedirler. Kendileri de zevceleri de, cennetin gölgelerindedir. Tahtlarının üstüne kurulmuşlardır. Onlar için orada taze yemişler vardır. Yine onlar için, arzu ettikleri herşey vardır" Ayetteki, şuğul kelimesi, şu manalara gelebilir: 1) Bu, "Allah'ın onlara verdiği mükâfaatları elde etmiş olma sebebiyle, o gûnûn dehşetinden, "habersiz"dirler" manasınadır. Binâenaleyh onlar azab ve hesab namına hiçbir şeyden haberleri olmamıştır. Fâkihun kelimesi, onların artık selamette olduklarını tam olarak anlatan bir sözdür. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak eğer sadece, demiş olsaydı, o zaman onların Kıyamet günü ve dehşeti hususunda endişelerinden ötürü büyük bir meşguliyet içinde oldukları manası çıkardı. Zira, başına büyük bir bela gelen kimseye, Önemli bir işi sunulsa ve meselâ iflas ettiği söylense, "Ben, ondan daha önemli bir dert ile meşgulüm" der. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, fâkihûn demiştir ki bu, "Onlar, bu günde helak ile yazıklanma ile, hayıflanma ile değil, zevk-u safa ile meşguldürler" demektir. 2) Bu, onların durumunu anlatan bir ifadedir. Yoksa Cenâb-ı Hak, onların bir şeyle meşgul oldukları manasını kastetmemiştir. Hatta bu, "Onlar işinde gücündedirler" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların bu işlerinin zor olmayıp, tad veren ve hoşlanılan şeyter olduğunu belirtmiştir. 3) Onlar, umdukları şeylerden ötürü bir meşguliyet içindedirler. Çünkü onlar dünyada iken, bazı şeyler tasarlamış ve "Cennete girdiğimizde, şunu şunu isteriz" demişlerdi. Fakat cennete girince, hatırlarına gelmeyenleri de görmüş ve onlarla meşgul olmaya başlamışlardır. Bu ifade hakkında zayıf olan başka izahlar da yapılmıştır. Şöyle ki: 1) Bu ifadenin, (hurilerin) bekâretlerini giderme (yani onlarla beraber olma) meşguliyeti olduğu söylenmiştir. Bu, bizim üçüncü maddede bahsettiğimizin aynısıdır. Çünkü insanın nazarında bazan, şu anda, taze dilberlerle oynaşıp eğlenme ağır basar da, bu sebeple o, "Ben, cennette onlarla zevklenip hazlanacağım” der. Sonra da Allah çoğu kez ona, kendisini onlardan alıkoyacak nimetler verir. 2) Bunun, saz çalıp eğlenmek olduğu söylenmiştir. Bu, zikrettiğimiz kabilden olup, bir vehimdir. 3) Bu, karşılıktı olarak ziyaretleşme hususundadır. 4) Bu, Allah'ın ziyafeti konusunda bir meşguliyettir. Bu, bizim söylediğimize yakındır. Çünkü Allah'ın ziyafeti, mümkün olabilecek en lezzetli şeyler olur. O zaman da bu onu, dünya hayatında iken vehmettiği, aklından geçirdiği şeylerden alıkor. Cenab-ı Hakk'ın fâkihûn kelimesi ise, inne'nin haberidir. (......) ifadesi, Onların zevk ve eğlencelerinin neden ötürü olduğunu beyan eder. Arapça'da, "Zeyd, kendini tamamiyle işine vermiştir; yüzünü tamamen ona dönmüştür, evinde oturmaktadır!" Bu sebeple câr-mecrûr olan kelime, haber olmaz. Şayet (......) kelimesini mensub kılsaydın, o durumda, câr-mecrûr olan ifade haber olurdu. Bunun gibi şayet, demiş olsaydın, o zaman bunun manası, hal olarak "Cennetlikler, eğlence içinde ve mesrur oldukları halde, meşguldürler" şeklinde olurdu. Bu kelime nasb ile (fâkihîne) şeklinde de okunmuştur. Fâkih kelimesi, zevk safa duyan ve nimetlenen kimse anlamındadır. "Meyve" anlamına gelen fâkihe kelimesi de böyledir; çünkü meyve bolluk içinde ancak, alınacak olan lezzeti için vardır ve açlığın acısını bastırmak üzere de yenilmez. Burada, çok hoş bir mana vardır. Bu da şudur: Cenâb-ı Hak, ifadesiyle, onların herhangi bir elem ve kederi olmadığına işaret etmiştir; binâenaleyh, onlar için ve onlar nezdinde hiçbir elem, acı ve keder yoktur. (......) kelimesi ile, onlar için ve onlar nezdinde hiçbir elem, acı ve keder yoktur.kelimesi ile, onların lezzetlere nail olmasını beyan etmiştir. Çünkü elemi olmayan kişi, bazan lezzetlere nail olmayabilir. Böylece onların en mükemmel hal üzere olduğunu açıklamış, sonra da bu kemâl ve mükemmelliği; "kendileri de zevceleri de..." ifadesiyle beyan etmiştir Bu böyledir, çünkü lezzet ve zevk içinde bulunan bir kimsenin yaşantısı, durumu kendisini de ilgilendiren bir başkasının halini düşünmesinden ötürü, kimi kez bozulabilir, işte böylece Cenâb-ı Hak, "kendileri de zevcelere de..." buyurmuş, böylece de o cennetliklerin kalbi, herhangi bir şeyle meşgul kalakalmamıştır. Onların ateşte olan yakınlarına ve kardeşlerine gelince, onların bunlardan yana bir tasalan yoktur; onlar sebebiyle bir elem ve hüzün de duymazlar. Onların, kendi yanlarında bulunmalarını da arzulamazlar. "zevceleri de..." ifadesi, iki manaya muhtemeldir: a) İhsan konusunda onlar gibi olanlar ile iman konusunda da, emsalleri olan kimseler... Nitekim Cenab-ı Hak, "O şekilden başka daha diğer neviler de vardır" (Sad, 58) buyurmuştur. b) "Zevceler" ifadesi, "zevcelerine, yahut sağ ellerinin malik olduklarına karşı müstesna... "(Mû'minûn, 6) ve "geride zevceler bırakanlar..."(Bakara, 234) ayetlerinde de olduğu gibi, kadının zevci (kocası) ve erkeğin zevcesi (hanımı) ifadesinden anlaşılmakta olanlardır. (Yani, karı ve kocadır.) Çünkü, murad edilen, (kişilerin) kendi benzerleri değildir. "gölgeler içinde" ifadesine gelince, bu kelime, zili kelimesiyle, zille kelimesinin çoğulu olanı zulel kelimesinin çoğuludur. Bu ifâdeyle murad edilen ise, elem verici mekânlardan korumadır. Zira, bir örtü altına oturan kimse, ne yağmurdan korkar, ne de güneşin hararetinden. Böylece bu sayede, gelebilecek elem ve acıyı savuşturmaya hazır hale gelir. Bunun gibi onlar için, onları kötü şeylerden koruyacak gölgeler vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, hiçbir elemleri olmayacağına bir işaret olmak üzere "Burada, bize hiçbir yorgunluk değmeyecek, burada bize hiçbir usanç da isabet etmeyecek" (Fâtır, 35) ve "Orada ne bir güneş, ne de bir zemheri görmeyecekler" (İnsan, 13) buyurmuştur. Burada, bir başka incelik daha vardır ki, bu da şudur: Mükellefin durumu söz konusu olduğunda, onun hali, ya onu meşgul eden şey sebebiyle huzursuz ve bozuk olur ki bu durumda o, açık bir bahçe içinde, güneşin altında yüksek bir yerde oturan kimse gibidir; yahut bu, o mekândan ötürü olur, ya da, kişiyi meşgul eden şey, meselâ, taze cennet dilberiyle oynaşma gibi, açık bir yerde talep olunur. Yahut da onun durumu, yemek yenilecek yerden dolayı bozuk olur ki bu, huzur içinde bahçede dolaşan, ama yiyeceği olmayan kimsenin durumuna benzer. Halin bozuk olması, yahut da sevgilinin bulunmayışından dolayıdır. Dinlemenin şartlarını anlatırlarken, gönül ehli, "zaman, mekân ve ihvan (dost, arkadaş)" kelimeleriyle buna işaret etmişlerdi. İşte Cenâb-ı Hak, o cennetliklerin yoğunluk içinde olmadıklarına bir işaret olmak üzere, "Mesrur ve hazdan bir zevk ve eğlence içindedirler"; ürküten bir yalnızlığın bulunmadığına işaret olmak üzere, "kendileri de zevceleri de..." mekâna işaret olmak üzere, "Cennetin gölgelerindedt. Tahtlarının üzerine kurulmuşlardır"; bütün ihtiyaçlarının giderildiğine de bir işaret olmak üzere, "Onlar için orada taze yemişler vardır. Yine onlar için, arzu ettikleri herşey vardır" buyurmuştur. "kurulmuşlar" ifadesi, burada, tam bir kuvvet ve meşgul olmamaya delâlet etmektedir. Çünkü ayakta olan kimse bazan, bir şeyden dolayı ayağa kalkar. Oturan kimse de bazan, insanlardan ötürü oturur. "Kurulup yaslanmış olan kimse"ye gelince, o ancak, meşgul olmadığı ve buna kudreti olduğu için yaslanır, kurulur. Zira hasta, yaslanmaya muktedir değildir. O ancak, ya yan üstü, ya da sırt üstü uzanır. Erâik kelimesine gelince, bu, erike kelimesinin çoğuludur. Üzerine yatak, şilte atılan sedire denilir. Gelinlik köşesinin altında bulunduğundan, ne sedir, ne de onun üzerindeki şey görülmez. Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar için orada taze yemişler vardır" ifadesi, orada herhangi bir açlığın bulunmadığına işaret eder. Yeme işi de, açlığın acısını bastırmak için değildir. Onların yedikleri şey ancak bu, taze et dahi olsa, ancak meyve gibi, hoş ve lezizedir. Buna göre "Cenâb-ı Hakk'ın, "Canlarının çekeceklerinden kuş etleri ile" (Vakıa, 22) ifadesi, bir değişmeye ve açlık anlamında olan, arzulayıp iştahlanmanın bulunduğuna delalet eder" denilemez. Çünkü biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Canlarının çekeceklerinden" (vakıa, 21) ifadesinin, herhangi bir elemin bulunmadığı manasını tekîd etmekte olduğunu söylemekteyiz. Zira bir şeyi yemek bazan, herhangi bir arzu ve iştihâ söz konusu olmaksızın, tedavî için olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Canlarının çekeceklerinden..." buyurmuştur, çünkü kuş eti, dünyada şu iki halde yenilir: a) Nimet ve zevk içinde olma hali. b) Midenin zayıf olması durumu. Bu durumda ise kişi, arzulamış olduğu kuş etini yiyemez. O ancak, kendisine uygun olan ve de doktorun emrettiği şeyleri yer. Bunun, teğayüre, değişmeye delâlet ettiğine gelince, biz diyoruz ki: Doğrudur, kabul. Zira, has ve özel olan, genel olana muhaliftir; ondan başkadır. Ne var ki bu, bizim amacımızı zedelemez. Zira biz diyoruz ki, o, pekçok yemek çeşidinden, burada "fâkihe"yi seçmiştir. Çünkü bu, nimetler içinde bulunmaya, lezzetler duymaya ve açlık halinin bulunmadığına daha çok delalet etmektedir. "Fakihetun" kelimesinin nekresi ise, bu kemâl ve mükemmelliği beyan eder ki, biz bunu birçok kereler anlatmıştık. Cenâb-ı Hak, seçimlerinin ipinin kendi ellerinde bulunduğuna, onların (kendi başlarına) mâlik ve muktedir bulunduklarına işaret olmak üzere, "yerler, yiyorlar" buyurmamıştır da, "onlar için... vardır" buyurmuştur. Cenab-ı Hakk'ın "Yine onlar için, arzu ettikleri herşey vardır" ifadesine gelince, bu hususta birkaç izah bulunmaktadır: a) Bu, "Yine onlar için, kendileri lehine arzu ettikleri herşey vardır" demektir. Yani, "Duâ ve talepleri kabul edilir," o takdirde bu fiil, "istedi, dua etti" anlamında olup, "iftial sîgasına taşınmıştır. Nitekim, hami "yüklemek, yüklenmek" anlamında olan İhtimâl kelimesi ile; yola çıkmak, seyahat etmek (rahil) anlamında olan, irtihâl kelimesi de böyledir. Buna göre denilebilir ki, bunun manası, "Onlar kendileri için bir duâ ve talepte bulunurlar da, bu talep ve istekten sonra da onların duası kabul edilir" şeklinde değildir. Aksine bunun anlamı, "Kendileri için talep edip istedikleri her şey onlarındır, onlar içindir. Yani, bu zaten onlarındır. O halde onların duâ ve talepte bulunmaya ihtiyaçları yoktur!" şeklindedir. Nitekim, memlûku (uşağı) efendiden bir şey istese de, o da ona, "Bu, senindir" dese, bundan ya, "Senin isteğin karşılanacaktır. İstediğin şeyin sana verilmesi kolay bir şeydir" manası anlaşılır, ya da bundan bazan, red anlamı anlaşılır ki, bunun beyanı da, "Bu senin için zaten vardır. Onu daha niye istiyorsun ki!?" şeklindedir. İşte Cenâb-ı Hak, "Yine onlar için, arzu ve talep ettikleri herşey vardır. Binâenaleyh onların, talepte bulunmaya ve istemeye ihtiyaçları yoktur" buyurmuştur. Bunun, iyice anlatılması şöyle olur: ifadesi, "istenmesi ve talep edilmesi yerinde olan ve uygun düşen her şey" anlamındadır, ki bu da, "İstenilebilecek her şey, istemelerinden önce onlar için mevcuttur" demektir. Veyahut da şöyle diyebiliriz: Bu ifade ile hem talep, hem de talebe icabet manası kastedilmiştir. Zira, Allah'tan talep edip istemede de bir lezzet ve haz bulunur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak şayet, cennetliklerle kendisi arasındaki sebepleri ve yolları kesilmiş olsaydı, bu, o cennetlikler için güzel bir şey olmazdı. Böylece Cenâb-ı Hak, hem isterken, hem de verilirken onlar için bir haz ve lezzet meydana gelsin diye, birtakım şeyleri onlara istediklerinde vermek üzere, vermemiştir. Çünkü kulların, ihtiyaçları hususunda meliklerine hitap edebilecek bir konumda bulunmalarında büyük bir haz ve şeref verme bulunur. Zorba olan bir hükümdar ise, bir daha kendisine hitap olunmasın dîye, maksatlı olarak tebeasmın ihtiyaç duyduğu şeyleri toptan, bir defada verir. b) Ayetin bu ifadesi, "karşılıklı olarak istedikleri şeyler" manasındadır. Bu durumda tıpkı iktitâl "vuruşmak" masdarının tekatul "karşılıklı vuruşma" anlamına gelmesi gibi, iftial sigası da, tefaul anlamında olmuş olur ki, bu da biraz önce zikrettiğimiz, "Bir kimsenin arkadaşını, kendisine davet edebileceği yahut da, bir kimsenin arkadaşından kendisini isteyeceği her şey onlar için mevcuttur, vardır" şeklindeki manadadır. c) Bu, "onların temennî ettikleri her şey" anlamındadır. d) Bu, "iddia etmek" anlamında olup, ifadenin manası, "Onlar dünyada iken, Allah'ın, kendi ilahları olduğunu; O'nun da kendi mevlâları olduğunu; kâfirlerin ise, herhangi bir mevtalarının bulunmadığını İddia ediyorlardı. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Cennette onlar için, dünyada iddia ettikleri şeyler vardır" demek istemiştir ki, bu durumda, ayetteki di-li geçmiş zaman, dünyada iken hikâye edilmiş olur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Ey mü'minler, bu gününüzde, dün iddia ettiğiniz şey, bu gün sizin içindir" demek istemiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphe yok ki bu gün cennetlikler, mesrur ve nazdan bir zevk ve eğlence içindedirler. Kendileri de zevceleri de cennetin gölgelerindedir" ifadesi, bu sözün, Kıyamette söylendiğine delâlet ediyor da denilemez! Çünkü biz diyoruz ki: Buna verilecek şöyle iki cevabımız vardır: a) zamiri mübtedâ; (......) kelimesi de buna atfedilen bir ifadedir. Binâenaleyh sözün şöyle olması muhtemeldir: Bu günümüzdeki bu sözümüz bize, mü'minlerin ve onların zevcelerinin, yarın gölgeler altında bulunacaklarını ve onlar için, talep edecekleri her şeyin bulunacağını haber vermektedir. b) Buna verilecek ikinci cevap ise, -ki bu daha uygundur- şöyledir: Biz diyoruz ki: Bu ifadenin manası, "Onların iddia edegeldikleri herşey" şeklindedir. Bunun, zaruret olmaksızın bir takdirde bulunma olduğu, bunun ise caiz olmayacağı ileri sürülmemelidir. Çünkü diyoruz ki: Bahsettiğimize göre, ayetteki "iddia" kelimesi meşhur manasında kullanılmış olur. Zira duâ, davada bulunmak demektir. Bunun daha evla olduğunu söyledik. Çünkü Hak teâlâ'nın, "Rahman Rablerinden bir de sözlü selâm vardır" (Yasin, 58) ayetindeki selâm, âhirette olup, bu âdeta "Onlar için arzu ettikleri herşey vardır" ifadesinin bir tefsiri gibidir. Bir de, "Onlar için arzu ettikleri herşey vardır" ifadesi, hepsi de âhirette olacak cümleler arasında yer almış bir ifadedir. Binâenaleyh onların arzu ettikleri şeylerin de, ahiretteki şeylerden olması gerekir. Halbuki âhirette, ehl-i subûr (helak) ile ehl-i hubûr (güzellik) arasındaki işler, hall-u fasledildiği için, ne bir dava, ne de bir beyyine kalır. Cenâb-ı Hakk'ın, 58"Rahîm Rablerinden bir de sözlü selâm vardır" İfadesi, en mükemmel ve üzerinde bir diğerinin bulunmadığı bir sözdür. Bu hususu birkaç mesele içinde beyan edeceğiz. “Selâm” Kelimesini Merfû Kılan Şey Nedir? Diyoruz ki; Bunun sebepleri şunlar olabilir: 1) ifadesinden bedeldir. Buna göre Cenâb-ı Hak "Onlar için arzu ettikleri herşey var" buyurunca, bunun "bedel"ini getirerek beyan etmiş ve "onlara, selâm" demiştir. Böylece bu ifade, haberi câr ve mecrûr olan bir mübteda gibi olmuş olur. Bu tıpkı, "Evde adam var" ve "Zeyd'in malı var" denilmesi gibidir. Nahivde, her nekadar böyle birşey olmayıp, aksine bu bir "bedel" olup, nekire bir kelimenin ise marife bir ifadeden bedel kılınması caiz olunca, bu durumda ifadesindeki mâ edatı ellezî manasında mârife, selâm kelimesi ise tekire olmuş olur. Buna göre şöyle denilebilir: Buradaki mâ edatı, ne mevsûfe, ne mevsûle olup, aksine "Onlar için arzu ettikleri bir şey var" takdirinde olan bir nekiredir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu nekire olan şeyi, "bedel"ini zikrederek açıklamış ve "selâm" demiştir. Doğru olan birincisidir. 2) "Selâm" kelimesi, (......)'nın haberi, lehum ise, selâmın cihetini açıklamak için getirilmiş olup, takdiri, "Arzu (iddia) ettikleri şey, onlar için salimdir, yani, hâlisdir" şeklindedir. Bu durumda "selâm" kelimesi, ya halis manasındaki salim veya sefîm manasınadır. Nitekim Arapça'da "ayıplardan azade" manasında, denilir ki bu tıpkı "Zeyd için şeref bolcadır" denilmesi gibidir. Bu durumda câr ve mecrûr, bu şerefin kime ait olduğunu göstermek için getirilmiş bir ifade, "şeref" mübteda, "müteveffir" onun haberi olur. 3) "Selâm" kelimesi, kendinden öncekilerle ilgisi bulunmayan bir ifadedir. "Selâm" mübtedadır, haberi mahzûf olup, "Selâm onlara olsun" takdirindedir. Böylece bu, bu günümüzde (dünyada) Allah'ın ahirette selâm vereceğini haber verme olur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki bize bunu anlatmış ve "Şüphe yok ki bu gün cennetlikler, bir zevk ve eğlence içindedirler" buyurmuş, daha sonra da cennetliklerin en mükemmel halini beyân ederek, "Selâm onlara" demiştir. Bu tıpkı, "Nuh'a selâm" (Saffât, 79) ve "Peygamberlere selâm" (saffat, 181) ayetlerinde olduğu gibidir. Böylece Allahü teâlâ mü'min kullarına, peygamberlerine lütufta bulunduğu gibi lütfetmiş olur. Yaptığım bu izah, rivayetlerin delâlet etmediği yeni ve orjinal bir izahtır. Yahut da şöyle deriz: Bu ifadenin takdiri, "selâmün aleyküm" şeklindedir. Binâenaleyh bu, bir tür "iltifat" olmuş olur. Çünkü Allah, "Onlara şunlar şunlar vardır" demiş, sonra da, "sizlere selâm olsun" buyurmuştur. Ayetteki, "kavi" kelimesi ne ile mansubtur? Diyoruz ki: Bunun sebepleri şunlar olabilir: 1) Bu, mef'ûl-ü mutlak olarak mansub olup, mananın "onlara selâm" şeklinde olmasına göre, "Onlara, Allah'ın veya meleklerin sözlü olarak söylediği bir selâm vardır" takdirindedir. Yahut da, "selâm" kelimesinin, bizim, "Onların iddia ettikleri o şey, onlara hastır (salimdir)" şeklindeki görüşümüze göre, bunun takdiri, "Allah bunu böyle söyledi ve onlara iddia ettikleri şeyin, kendilerine salimen ulaşmasını vaadetti" şeklinde olur. "Selâm" kelimesinin takdirinin, "selâm onlara" görüşümüze göre, (Onu sözlü olarak söylüyorum) şeklinde olur. Bu durumda bu selâmın, Allah'dan olduğunu anlatmak için getirilmiş bir ifade olur ki bunların takdiri, "Rahim Rab tarafından onlara selâm olsun. Bunu ben sözlü olarak söylüyorum" şeklinde olur. Bu izaha göre, "kavlen" kelimesinin "temyiz" olması da muhtemeldir. Çünkü selâm bazan söz, bazan fiil ile olur. Zira, padişahın huzuruna girip, başını eğen kimse, "padişaha selâm verdim" der. Bu durumda bu, tıpkı bir kimsenin, "Alış-veriş bizzat değil, hükmen vardır"; "Bu, zannen değil, kati olarak yasaklanmış şeydir" demesi gibidir. Cenâb-ı Hak, "selâm" ile ilgili kısımda, "Rahîm Rab'den..." buyurmuş, selâmın dışındaki diğer cennet ikramları hakkında ise, "Gafur ve rahimden bir ziyafet ve ikram olarak..." (Fussilet, 32) buyurmuştur. Bu ikisi arasında fark var mıdır? Diyoruz ki: Evet, fakat o sûrede, "nüzul" (ziyafet, ağırlama), konaklayan kimseye ilk yapılan ikramdır. Bu böyledir. Her nekadar, ayetin öncesi buna detâlet ediyorsa da, konaklayan kimseye, ilk ikramda bulunulduğunda, bu onun daha çok ikramlar göreceğine delâlet eder. Fakat ilk ikramı yapılmazsa, bu da o kimsenin, artık hor ve hakîr (değersiz) karşılanacağına bir işaret olur. Fakat bu kesinkes böyledir manasında değildir. Çünkü o padişahın (konak sahibinin) yiyeceklerinin bol olması, misafir ettiği kimseye ilk önce rızık vermesi, onu yeme-içmeden menetmemesi, başka konularda onu sıkıştırması mümkündür, işte bu itibarladır ki "O, kullarından sâdır olan suçlara karşı affedicidir" demiştir. Ta ki kul güven içinde olsun ve "bazan olur ki yemek verip açlığı gidermeden sonra can sıkıcı eziyetler gelebilir" demesin. Böylece selâm, mağfireti değil de, selâm verilenin ta'zimini gerektiren bir meziyyeti ortaya kor. İşte bu sebeple Hak teâlâ, "Rahim Rab..." buyurdu. Çünkü birşeyin Rabbi, o mâliktir ki onun yüce makamı göz önüne alındığı takdirde reayasına tazimde bulunacağı hiç mi hiç düşünülmez. Binâenaleyh, böylesi bir mâlik, ona (yani kuluna) selâm verdiğinde, buna şaşılır ve "Baksana falanca, onun efendisi olduğu halde (tevazu gösterip) ona selâm veriyor (hayret)" denilir. 59"Ey günahkârlar bugün siz ayrılın" Bu ayetle ilgili, kendisi sebebiyle yine ayetin münasebetinin de ortaya konacağı şu izahlar yapılabilir: a) Bu, "Kendinizi diğerlerinden ayınn, seçilip çıkın" demek olup, tıpkı, "Neredeyse o (cehennem) öfkesinden temeyyüz edecek (yani çatlayacak)" (Mülk. 8) ayetinde olduğu gibidir, yani, "Bir kısmı bir kısmından ayrılacak. Fakat bunların ayrılışları, hasret ve pişmanlıktan ötürüdür" demektir. Buna göre ayetler arasındaki münasebet şöyle olur: Günahkâr, mü'minin makamını ve yüceliğini, kendisinin ise alçaklığını ve düşüklüğünü görüp, pişmanlığa düşer. Bundan dolayı onlara, "Haydi bugün ayrılın. Çünkü acılarınızın ilacı, hastalığınızın şifası yoktur" denilir. b) Bu, "mü'minlerden aynim ey mücrimler" demektir. Çünkü onlar, mü'mine verilen mükâfaat ve ikramları müşahede ederler. Derken onlara, "Siz ayrılıp, cehennemdeki yerlerinize girin. Artık sizin için, bir daha onlarla biraraya gelme mümkün olmayacak" denilir. c) Mü'minlerin, Hak teâlâ'nın, "Onlar ve zevceleri" ifadesiyle işaret ettiği, dostları ve eşleriyle orada biraraya gelmelerinin aksine, birbirinizden ayrılın. Çünkü cehennemlikler için, hem elîm bir azab, hem de ayrılık azabı vardır. Ayrılığın üzerinde, daha şiddetli azab da yoktur. Bundan dolayı akıllı ve hikmetli kimseler, "Her azab, beraber olanların ayrılması ile olur. Çünkü kolu koparılan veya bedeni yanan kimse, ancak birbiriyle beraber olan şeylerin birbirinden ayrılması-koparılması yüzünden elem duyar. Fakat maddî ayrılış, aklî ayrılıştan daha hafiftir" demişlerdir. d) Bu, "şefaatçılarınızdan ve arkadaşlarınızdan ayrılın. Çünkü artık bugün sizin için ne candan bir dost, ne de bir şefaatçi vardır" demektir. e) Bu, "Umduğunuz şeylerden ayrılıp-kopun, hertürlü hayrı terkedin" demektir. Çünkü mücrim, suç işleyendir. Şöyle de denebilir: Bundan murad, Allahü teâlâ'nın '"aynim" deyip, böylece, "Mücrimler sımalarından tanınırlar" (Rahman, 41) ayetinde anlatıldığı gibi, üzerlerinde, sayesinde bilinecekleri bir işaret (sîmâ) belirir. Bu manaya göre, ayetteki, "ayrılın" ifadesi, tıpkı (......) ifadesinde olduğu gibi, tekvînî bir emir olur ve böylece, Allahü teâlâ, "ayrılın" der demez, onlar simaları ile seçiliverirler. Böylece onların alınlarında ve yüzlerinde kara lekeler belirir. 60"Ey âdemoğulları şeytana tapmayın, çünkü o sizin için apaçık bir düşmanmızdır diye sizden ahid almadım mı?" Allahü teâlâ mü'minlerin ve mücrimlerin hallerinden bahsedince, birisi "İnsan çok zâlim ve çok câhildir. Cehalet (bilmemek) ise, mazeret sayılır" diyebilir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Sizin dediğiniz bu iş, inzar olmadığı (peygamberler gönderilmediği) takdirde söz konusu olur. Halbuki önceden, peygamberlerin beyanlarıyla her yol anlatılmıştı. Üstelik siz (insanlara) tavsiyede bulunup, yapmanız uygun olan şeylerle, uygun olmayan şeyleri bildirdik" demiştir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bu, (......) kelimesinin kullanılışları hakkındadır. Bunun kullanılışları pek çoktur: 1) Hemzenin kesresiyle şeklinde... Muzarî fiillerinin başına gelen muzarât harflerinden "ya"nın dışındakilerin hepsi meksur okunabilir. Ama yâ ile, mesela denilmez. 2) İkinci babdan, he'nin kesresiyle... şeklinde. 3) Ayn'ın, hâ'ye kalbedilmesiyle... Bu, kendisinden sonra he harfi bulunan her ayn harfi için geçerlidir. 4) Ayn'ı hâ'ya çevirdikten sonra, hâ ile he'nin birbirine idğamıyia... Buna göre denilir. Yine birtakım kimselerin, "Onu onunla bırak" ifâdesini şeklinde kullandıkları görülmüştür. (......) kelimesinin manası hakkında birtakım görüşler bulunup, bunların doğruya en yakın ve en kuvvetli olanı, bunun, "Size tavsiye etmedim mi?" manasında olmasıdır. Bu and ve tavsiyenin ne olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır: 1) Bu, Allahü teâlâ'nın, "Âdem'e de ahdettik" (taha, 128) ifadesinde de belirttiği gibi, babamız (atamız) Adem (aleyhisselâm) ile yapılan ahidleşmedir. 2) Bu, Hak teâlâ'nın, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Dediler ki: "Elbette (Rabbimizsin) "(Araf, 172) ayetinde de belirttiği gibi, Adem (aleyhisselâm)'in zûrriyeti ile yapılan ahiddir. Çünkü bu da, bizim Allah'dan başkasına ibadet etmememizi gerektirir. 3) En kuvvetli görüşe göre bu, her kavme karşı bir peygamberin dilinde ifadesini bulan bir ahiddir. İşte bundan ötürü akıllı kimseler, her ne kadar hakikati ve keyfiyeti hususunda ihtilaf etseler bile, şeytanın kötülükleri emrettiği hususunda İttifak etmişlerdir. Ayetteki, "Şeytana tapmayın" ifadesinin manası, "Ona itaat etmeyin" şeklindedir. Bunun delili şudur: "Yasaklanan şey, sadece şeytana secde etmemek değildir. Aksine onun emirlerini kabul edip tutmak da yasaktır. Çünkü boyun eğmek de bir ibadettir. "Biz, emirlere (başkanlara) ibadetle emrolunduk. Çünkü Hak teâlâ'nın, "Allah'a itaat edin, Resûlullah'a ve sizden olan ulu'l-emre itaat edin" Nisa. 59) fermanı ile, onlara Kastta da emrolunduk" denilmesin. Çünkü onlara İtaat etmek, Allah emrettiği için olunca, bu yine, Allah'a ibadet ve itaat sayılır. Nasıl beyte olmasın ki, bizzat başkasına yapılan secde ve rükû bile, Allah'ın emriyle olunca, ancak Allah için bir ibadet oluyor. Baksana, melekler Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'e secde ettiler. Bu, ancak Allah'a ibadettir. Başkanlara ibadet etmek, onlara, Allah'ın emretmediği konularda itaat etmek demektir. Buna göre, şeytana itaat, Rahman'a itaattan nasıl seçilecek? Çünkü şeytandan ne bir haber duyuyor, ne de ondan bir eser (iz) görüyoruz" denilirse, deriz ki: Şeytana ibadet etmek, ya Allah'ın emrine muhalefet etme suretinde, yahut da Allah'ın emirlerini, O emrettiği için olmaksızın yapmada olur. Binâenaleyh bazan şeytan senden başka bir varlıkta iken sana emreder, bazan da senin içinde İken sana emreder. Binâenaleyh bir şahıs gelip sana birşey emrettiğinde, bir düşün. Ya o iş Allah'ın emirlerine uygundur, ya değildir Eğer uygun değilse, bu demektir ki şeytan, o şahsın ağzından sana emredeceğini emretmektedir. Kalkar da ona itaat edersen, şeytana ibadet etmiş olursun. Şayet nefsin seni birşey yapmaya çağırırsa, dur düşün: Bu iş ya şer'an müsaade edilmiş bir şeydir, yahut değildir. Eğer müsaade edilmemiş birşey ise, bu durumda nefsin şeytanın tâ kendisidir, yahut da şeytan, nefsin vasıtasıyla seni bu işe zorlamaktadır. Binâenaleyh şimdi kalkar da nefsine uyarsan, şeytana ibadet etmiş olursun. Sonra şeytan, başta açıkça Allah'a muhalefet etmeyi emreder. Binâenaleyh şeytana itaat eden kimse, ona ibadet etmiş olur. İtaat etmeyenden ise şeytan geri dönmeyip, o kimseye, "Hor ve hakîr olmayasın, insanlar katında kıymetin artsın ve sayende, dostların ve arkadaşlarının istifade etsin diye Allah'a ibadet et" der. Eğer bu kimse, şeytanın bu aldatmacasına cevap verirse, yine ona ibadet etmiş olur. Fakat şeytana ibadet etme işi, farklı farklıdır. Çünkü bazı ameller vardır ki, onu yapan kimsenin, onu yaparken kalbi, dili ve uzuvları birlik halindedir. Bazı ameller de vardır ki, kalb ile dil, uzuvlarla veya erkân ile muhalefet halindedir. Çünkü kimi insanlar, işlediği günahdan kalben hoşlanmayıp, Rabbinden mağfiret umarak, işlediği şeyin kötülüğünü itiraf eder oldukları halde günah işlemektedirler. Bu da, şeytana görünen uzuvlarla (zahiren) ibadet demektir. Kimileri de, bu suçu, kalbi tertemiz, dili yumuşak olduğu halde işler. Mesela sen, pek çok insanları zâlimlerin kapılarına, jurnal için gidip gelmelerine sevindiklerini, kendisinin padişahlarla, büyük adamlarla oturup-kalkmasını güzel şeylerden saydıklarını ve dilleriyle bu hususta öğündüklerini görürsün. Yine onların, idarecilere (krallara) zulmü emretmeleri, krallarından onların sözünü dinliyor diye sevindiklerini; yahut da krallara zulmü emretmeleri ve böylece kralların zulmetmelerine sevindiklerini görürsün. Yine onlar bu sayede kendilerine verilen emirlerle sevinçten uçarlar. Bunun böyle olduğunu iyice kavradığına göre, insanın içi (kalbi) temiz olduğu halde, zahiren (dış uzuvlarıyla) şeytana yaptığı itaatlar, çeşitli hastalık ve elemlerle silinir ve bu acılar onlara kefaret sayılıp, affolunur. Nitekim bu manada hadisler vardır. Bunlardan birisi de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Humma, cehennemin kaynamasından (şiddetli sıcağındandır) Buhari, bed'ül – halk, 10. ve "Kılıç, günahları silip süpürür" Keşfu'l-hafa, 2/184 yani "bu gibi günahları" hadis-i şerifidir. Bunun delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "hadd"ler hususunda, "Onlar, (işlenen günahın) keffaretleridir" buyurmasıdır. Kalb ile işlenen günaha gelince, bundan kurtuluşun yolu, tevbe etmek, pişman olmak ve kalbin Rabbine yönelmesidir. Dil ile yapılan günahlar da, kalben yapılan gibidir. Bir misal bu durumu anlatır. Şöyle ki: Bir padişahın, bir emtri, o emîrin de, bazı has adamları ile avam insanlardan, kendisinden uzak tabileri olsun. Bu emirden, sultanın düşmanlarıyla gizli gizli buluşmalar, birbirleriyle sır alıp-vermeler ve aralarında bir dostluk olması gibi bir şey olsa. Sultan, ancak son derece müsamahalı ise, bunu görmemezlikten gelir. Yahut da bu emîrin, o sultan yanında, ya daha önceden bir değeri var, yahut sonradan yapılan bir tevbesi bulunsun. Şimdi, emîrin has adamlarından, emîrin bilgisi dahilinde, sultana karşı bir muhalefet sâdır olur da, emir buna manî olmazsa, emirden bir muhalefet olduğu manasına gelir. Yok eğer emîr bunu kötü görüp, bundan hoşlanmadığını açıkça ifade ederse, bu emîrin, cezalandırılması değil, kınanması yerinde olur. Çünkü emîrin has adamlarının padişaha muhalefete yönelmeleri bir komplo delilidir. Yok eğer bu muhalefet, emîre uzak avam kişilerden gelir ve bu durum emîr tarafından öğrenilir, emîr de buna ses çıkarmazsa, bundan dolayı emîr kınanır. Yok eğer emîr, onlara manî olursa, bundan dolayı emîr ikram ve izzeti haketmiş olur. Padişahın da, vazgeçtiklerini bilmesi halinde, bu işten engellenen o kimselere bağışta bulunması ve lütfetmesi güzel olur. Bunu iyice kavradığına göre diyoruz ki: Kalb, emîr; dil, o emîrin has adamı, diğer uzuvlar ise, o emîrin hizmetçileridir. Binâenaleyh kalbten sâdır olan büyük günah olur. Öyle ise kalb, eğer Allah'dan başkasını sevmeye yönelirse, bu, bir büyük veyl (yazık) ve kendini elemli, hor ve hakir kılan bir azabın ve ikabın takib ettiği, apaçık sapıklıktır. Dilden sâdır olan günah ise, kalb adına kabul edilir. Eğer onun fiili bunu reddetmezse, sözü kabul edilmez. Bu günah uzuvlardan sadır olur, kalb da bunu yadırgadığını ortaya koyup, engel olmayı başarırsa, bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, şu hadis-i kudsîde naklettiği günah olmuş olur."Eğer sizler günah işlemeseydiniz, mutlaka günah işleyip, benden mağfiret isteyen ve kendilerine mağfiret edeceğim başka topluluklar yaratırdım" Müslim, Tevbe, 11 (4/2106) buyurmuştur. Burada şöyle bir İncelik var: Şeytan, Allah'ın bir kulundan bazan sevinçle döner ve böylece, aldatma konusundaki maksadının hâsıl olduğunu zanneder. Çünkü şeytan o kulu, zahiren bir günah işlemekte olduğunu görmektedir. Halbuki bu, o kulun derecesini yükseltir. Çünkü bu günah ilet, o kulun kalbi inkisara uğrar, üzülür. Böylece kul, hem kendini beğenmekten, hem de ibadetleriyle ucbe düşmekten kurtulmuş olur. Dolayısıyla da, mukarreb kullara en yakın olmuş olur. Çünkü günah işleyen de, Allah katında mukarreb olabilir. Nitekim Cenab-ı Hak, "Onların, Rahlen katında dereceleri vardır" (Enfal, 4) buyurmuştur. Tevbe edip, pişman olan günahkâr, kalbi mahzun olan kimse demektir. Allah, onun yanındadır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadis-i kudsi'de, Cenâb-ı Hakk'ın "Ben, kalbleri mahzun kimselerin yanındayım" Keşfu'l-Hafa, 1/203 buyurduğunu haber vermiştir. Allah katında olan kimse ile, Allah'ın onun katında olduğu kimse arasında fark vardır. Belki de melekler, "Biz seni hamdinle tesbîh ve takdis ederken..." (Bakara, 30) demek suretiyle, kendi yaptıkları ile sevindikleri için, bu meleklere karşı bir üstünlük (fazilet) meydana gelsin diye, peygamberlerden sâdır olduğu rakledilen günahlar bu kabildendir. Derken şeytan, kendisine bir şey emredip, emrini tutturamadığı kimseden geri döner. Bu şahıs da, şeytana galib gelip, onu hezimete uğrattığını sanır da, kendini beğenip "ucbe" düşer. Halbuki bu kimse, şeytanın kendisinden maksadını elde etmiş, kabul görmüş ve reddedilmemiş olarak döndüğünü bilemez. İşte bundan dolayı şöyle bir usûl meselesi ortaya çıkar: Alimler, günah işleyen kimsenin, imandan çıkıp çıkmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu münakaşanın sebebi, iki tarafın görüşlerinin birbirinden farklı iki noktaya bakmalarıdır. Şöyle ki: Kalble değil de, bedenle yapılan günah, insanı imandan çıkarmaz, aksine (belki de) bazan imanını artırır. Fakat kalb ile yapılan günaha gelince, işte bu günahtan ötürü insanın iman bağından kopacağı endişesi duyulur. Bu sebepten dolayı âlimler, peygamberlerin günahlardan masum olduklarında ihtilaf etmişlerdir. Görünen odur ki, bedenen yapılan günahlar, peygamberler için de düşünülebilir. Kur'ân bunun delilidir. Kalben yapılan günahlar ise, peygamberler hakkında asla düşünülemez. Daha sonra Cenâb-ı Allah, kullarını şeytana ibadet ve itaatten nehyedince, emrolunduklan şeyleri kabullenip, nehyolundukları şeylerden de vazgeçmeye sevkedecek hususu, "Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır" ifadesiyle belirtmiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var: Şeytanla insan arasındaki bu düşmanlık nereden kaynaklanıyor? Cevap: Bunun başlangıcı, şeytandandır. Sebebi ise, Allahü teâlâ'nın insana yaptığı ikramdır. İblis, Rabbinin Adem (aleyhisselâm)'e ve zürriyetine ikramda bulunduğunu görünce, onlara düşman oldu. Böylece Allah da ona düşman oldu. Bunun birincisi alçaklık, ikincisi ise Allah'ın keremidir. Birincisi, şuna benzer: Bir padişah, bir adama ihsan etse, hazinesi çok geniş olduğu için, diğer bir şahısdan da birşey esirgemese. Böylesi bir ikramda bulunan padişaha düşman olanın düşmanlığı, ancak bir alçaklık ve kıskançlık olur. İkincisine gelince; padişah ikramın ancak kendisinden olduğunu, çünkü padişahın ikramı olmaması halinde, zayıf olan o şahsın o makamların zerresine ulaşamayacağını bildiğinde, kendisine buğzeden kimsenin, onun işini yadırgadığını, yahut hazinesinin dar olduğu ithamında bulunmuş olduğu herkesçe malum olur. Bu iki suçtan ötürü, onu cezalandırmak, böylece de, ikramı tamamlamak ve lütfü ikmal için ona düşman olmak normal olur. Ayrıca, insanlardan pek çoğu, İblisin yolundadır. Zira onlar birisini, bir padişahın katında itibarlı gördüklerinde, onu kıskanır ve aleyhinde faaliyete başlarlar. Böylece İblis'in sünnetini yerine getirmek, yolunu tutmak için, gayret gösterirler. Bu padişah eğer, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmamış ise, o hususta gayret gösteren kimseyi yanından uzaklaştırmaz ve onun sözüne kulak verir ve o şahsa olan ikram ve itibarını bırakır. İblis'in düşmanlığının apaçık oluşu nereden anlaşılıyor? Diyoruz ki: Allahü teâlâ, Hazret-i Âdem'e İkramda bulununca, İblis ona düşman oldu ve tıpkı o padişahın yanında, karşılıklı birbirine buğzeden iki kimse gibi, padişahın, kendisini ve Âdem (aleyhisselâm)'i olduğu yerde bırakacağını zannetti. Halbuki Allahü teâlâ, kalbleri bilendir. Böylece şeytanı Rahmetinden uzaklaştırdı ve onun içyüzünü ortaya koydu. Derken şeytan da, kendisini saklamasını gerektiren durum ortadan kalktığı için, artık içindekini açığa vurarak, "Andolsun ki onlan saptırmak için senin doğru yoluna (pusu kurup) oturacağım" (A'raf, 16) ve "Andolsun ki onun zürriyetini, birazı müstesna, mutlaka kendime bağlayacağım"(İsra, 62) demiştir. Şeytan, insan için apaçık düşman olduğu halde, insan, içki içme ve zina etme gibi onu memnun edecek şeylere niçin meylediyor, cihad ve ibadet gibi onu kızdıracak şeyleri yapmak istemiyor Cevap: Diyoruz ki: Bunun sebebi, şeytanın, insan katında bulunan yardımcıları vasıtasıyla, destek görmesi ve insanın da Allah'dan yardım istememesidir. Böylece şeytan, insanın bekasını ve türünü sürdürmesi için, Allah'ın insana verdiği şehvet gücünden destek alır ve bu şehveti, insanın durumunun bozulmasına bir vesile kılıp, bunun sayesinde, o insanı birtakım helak yollarına çağırır. Yine şeytan, fesatları defedebilmesi için Allah'ın insanda yarattığı buğz (öfke) gücünden de yararlanıp, bunu insanın günaha düşmesine ve hallerinin bozulmasına vesile edinir. O halde insanın günahlara temayülü, tıpkı bir hastanın, kendine zararlı şeylere meyli gibidir. Çünkü bu sayede, o kimsenin mizacı (dengesi) bozulur. Böylece de hummaya tutulmuş kimsenin, hasta iken soğuk su istediğini görürsün. Midesi bozuk olan kimse, az olan gıdayı hazmedemezken, çok yemeğe temayüllü olur, midesinin bozukluğunu artırmasına rağmen de, hiçbir şeyle doymaz. Halbuki, mizacı sağlam olan, ancak, kendisine faydalı olan şeyleri arzu eder. O halde dünya, mizacını bozduğu halde, insanın teneffüs etmekten geri duramadığı bozuk bir hava gibidir. Bunun, o havayı, temiz rüzgarla ve temiz şeylerle ıslah etmekten başka bir yolu yoktur. Sirke ve gülsuyu serpmek ise, havayı temizleme yollarındandır. Aynen bunun gibi, insan da dünyada iken, adeta şeytan için belirlenmiş olan birtakım şeylerden uzak kalamaz. Bundan kurtuluşun yolu ise, kişinin, heva ve hevesine uymaması, tûl-i emel peşinde olmaması ve hevâ ve hevesini, güzel zikir ve zühd ile değiştirmesidir. Binâenaleyh, bir insan, ancak aklının dengesi ve mizacı sapasağlam olunca hakka yönelir ve bu kimse üzerinde, mükellefiyetler hususunda bir külfet ve meşakkat kalmaz, bilakis o, ilahî emirlere karşı bir ünsiyet ve alışkanlık elde eder. İşte bu noktada şeytan, böylesi bir kimse üzerinde hiçbir hükümranlığının bulunmadığını itiraf eder. 61"Bana itaat edin. İşte dosdoğru yol, budur". Cenâb-ı Hak, şeytana ibâdet etmekten men edince Rahmân'a ibadet etmeye sevketmiştir. Şâri-i Hakîm, bedenlerin tabibi olduğu gibi, ruhların da tabibidir. Doktorun hastasına, hastalığının artmaması için, "Şunu yapma; şundan yeme; tedavinin başı korunma ve kendine dikkattir" deyip, sonra da ona, hastalığa karşı koyacak kuvvetleri takviye için, "Falanca ilaçlan al" demesi gibi, hakîm olan Allah da, kişiyi maddî ve manevi olarak bazı şeylerden men etmiştir ki bu, şeytana uymaktır ve kişiyi, kendisini düzelten ve ıslah eden şeylere yöneltmiştir ki, bu da Rahman olan Allah'a ibadettir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hak, şeytana ibadet etmekten men ederken, "Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır" (Yasin, 60) demiştir. Çünkü düşmanlık, şeytana uymayı men edecek en önemli şeydir. Halbuki, Rahman olan Allah'a ibadet etmeyi emrederken, O, "Ben, sizi severim" dememiştir. Çünkü muhabbet ve sevgi, sevilene uymayı iktiza etmez; tam aksine, bu iş çoğu kez, sevgiye güvenmeyi, (sevgiye aldanmayı) doğurur. Ve bu, kimse, "O, beni seviyor, binâenaleyh, onun memnun olacağı şeyleri yapma hususunda sıkıntılar üstlenmeye hacet yoktur. Tam aksine Cenâb-ı Hak kişiyi ibadete sevketme hususunda, eşyanın en ileri derecede bulunanı zikretmiştir ki, bu da ibadetin dosdoğru bir yol olarak vasfedilmiş olmasıdır. Bu böyledir, zira insan dünyada iken, korkunç bir çöl ortasındadır. Ve insan, dostlarının kendisinde bulunduğu, ikamet yurduna ve cennete doğru yol almaktadır. Halbuki, ıssız bir çölde konaklayan kimsenin, hem canı hem de malı hususunda endişe duyulur. Bu kimse için, kendisini her şeyden emin kılan ve onu maksada ileten yakın ve kestirme bir yoldan daha önemli bir şey yoktur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, "İşte, dosdoğru yol budur" buyurunca bu, onu o yola girmek için teşvik eden bir sebep ve vesile olmuş olur. Ayetteki, "Bu bir yoldur" ifadesinin muhtevasında, insanın seferi ve bir yolcu olduğuna bir işaret vardır. Çünkü insan, mukîm olmuş olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte, dosdoğru yol budur" ifadesinin bir manası kalmazdı. Çünkü mukîm olan kimse, "Ben yolu ne yapacağım, ben mukîm bir kimseyim" der. İbadetin dosdoğru bir yol olduğuna ne delâlet etmektedir? Cevap: Biz diyoruz ki insan, ya vatanına dönmek için yola İnsanın Yolculuğu çıkmış bir yolcu, veyahut da, ticaret peşinde bir tacir olarak bir yolcu durumundadır. Her iki durumda da, asıl maksad Allah'dır. Vatana dönmek için yolcu olmaya gelince, bu kimse, ancak emniyyet içinde olduğu bir yeri vatan tutar. Halbuki, mülkü son bulacak olan bir hükümdar ile emniyyet ve güven duyulamaz. Çünkü hükümdarın mülkü son bulduğu zaman, emniyet ve rahatlık diye bir şey kalmaz. Halbuki, mülkü devamlı olan, Allah (c.c)'dır. O'nun dışında kalan her şey ise, fanidir. Ticaret metâı olan bir tacir olarak yolcu olmasına gelince, ticaret yapan kimse, eşyasının revaçta olduğunu bildiği ya da duyduğu yerlere yönelir. Allahü teâlâ ise, amel-i salih'in kendisi katında kabul gördüğünü, mükâfaatlandırıldığını; hak edilenin kat katıyla mukabele göreceğini bildirmiştir. Allah, esas gaye ve maksattır. O'na ibadet etmek ise, kişiyi O'na yöneltir. Bir tarafa doğru yöneldiğinde, o tarafı maksat edinen kimsenin dosdoğru bir yol Üzerinde olduğunda ise şüphe yoktur. İbadet (bir noktada) tezellülü ve boyun eğmeyi ifade eden bir kelimedir. İşte Cenâb-ı Hak, "Şeytana ibadet etmeyin" buyurunca, insanın, Allah'ın dışında kalan şeylere karşı tekebbür etmesi; "Bana ibadet edin" buyurunca da, Allah'a karşı tekebbür etmemesi gerekir. Ancak ne var ki, Allah'ın dışında kalan şeylere karşı tekebbür etmesinin manası, bir kimsenin kendisini başkalarından daha üstün görmesi değildir. Çünkü kişinin kendisi de, Allah'ın dışında kalan şeyler cümlesindendir. Binâenaleyh, Allah'a İbadet etmekle bezenmiş olsa bile, kişinin kendi nefsine iltifat etmemesi gerekir. Bundan öte, Allah'ın dışında kalanlara karşı tekebbür etmek, Allah'ın izni olmadan herhangi bir şeye boyun eğmemek demektir. Çünkü, böylesi bir tekebbürde, alabildiğine bir tevazu söz konusudur. Çünkü, kişi bu durumda, kendi nefsine de boyun eğmez. Kişinin nefsinin arzusu ve payı, başkasına karşı üstünlük tuşlamasında bulunur. Halbuki, bu noktada ise, böyle bir üstünlük taslama yoktur. Dolayısıyla da, tam ve mükemmel manada bir tevazu gerçekleşmiş olur. Kişi, hükümdarlar ve idareciler Allah'ın emrine muhalefet ettikleri zaman, onların emirlerine de boyun eğmez. Böylece de tam bir tekebbür meydana gelmiş olur. İşte bu noktada kişi, bu tekebbürü sebebiyle, kendisini fakir yoksuldan aşağı; emîrden, idareciden de üstün görür. Daha sonra Cenâb-ı Hak, insanın, şeytanın düşmanı oluşuna dikkatini çeken şeyi beyan ederek, 62"Andolsun ki, (şeytan) sizden birçok halkı saptırmıştı. O vakit, niye aklınızı kullanmıyordunuz?" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bu ayette yer alan cibill kelimesi, şu altı değişik biçimde kullanılır: a) Lâm'ın şeddeli olmasıyla birlikte, cim ve bâ'nın kesresiyle cibillen; b) Lâm'ın şeddeli olmasıyla birlikte; cim ve bâ'nın dammesiyle cubullen. c) Lâm'da şedde olmaksızın, cim ve bâ'nın kesresiyle cibilen; d) Yine, lâm'da şedde olmaksızın, cim ve bâ'nın dammesiyle cubulen: e) Lâm'da şedde olmaksızın, cim'in dammesi, bâ'nın da sükûnuyla cublen ve; f) Lâm'da şedde olmaksızın, bâ'nın sükûnu, cim'in kesresiyle ciblen. Bu mesele cibill kelimesinin manası hakkındadır. "Cim-bâ-lam" harflerinin meydana getirdiği kelime, "toplanma ve bir araya gelme" manasından halî olamaz! Meselâ cebel (dağ) kelimesinde, pekçok maddenin kendisinde biraraya geldiği şey, kütle manası bulunur. 'Cebelu't-tîn" "Çamur dağı" ifadesinde, su ve toprak parçalarının biraraya gelmesi manası bulunur. Yine, "sütü bol, bol sütlü, sütü toplu, bol" manasında, (sütü bol, yığın yığın koyun) denilir. Bülce (sabahın ilk aydınlığı) kelimesi, sizin yaptığınız bu izahla bir çelişki teşkil eder. Çünkü bu kelime, paramparça olma, dağılma (karanlığın dağılması) anlamını haber vermektedir. Çünkü eblecu "bir araya gelmeme ve dağınık olma" anlamındadır." da denilemez. Çünkü biz diyoruz ki, bülce, mekân tutabilen şeyleri içine alan boş yerlerin bir arada bulunması manasına gelir. Çünkü bülce ile belde (belde, şehir) kelimesi, aynı manadadırlar. Beldeye de, belde ismi, ayırılmadan değil de, bir araya gelme sebebiyle verilmiştir. O halde cebel (dağ), büyük bir yığın, kütle demektir. Öyle ki, onbin (zira yükseklik)den aşağı olanlarına dağ ismi verilmez. Fakat bu, doğru değildir. Bu saptırma işi, nasıl olmaktadır? Biz diyoruz ki bu, şu iki şekilde olmaktadır: a) Saptırma, maksattan döndürmek ve ondan alıkoymaktır. O halde bu demektir ki şeytan, kimilerine, Allah'a ibadet etmeyi bırakmasını; kimilerine de, Allah'dah başkasına ibadet etmesini emretmektedir. Binâenaleyh bu, bir "döndürme"dir. Şeytan, o kimseyi Allah'a ibadetten döndürmeye kadir olamazsa, ona, Allah'ın dışında kalan liderlik, makam, mevki vs. gibi şeylerden dolayı Allah'a ibadet etmesini emreder ki, bu da "alıkoyma"dır. Bu da, netice itibariyle, "döndürme"ye götürür. Çünkü, kişinin maksadı şayet hasıl olursa, böylece Allah'ı bırakmış da, başkalarına yönelmiş olur ki, bunun akabinde de Allah'tan döndürme meydana gelir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, 63"İşte bu, tehdit edilegeldiğiniz cehennemdir" ifadesiyle, sapıklık ehlinin varacağı yeri beyan etmiştir. Sapık kimselerin durumu, düşman korkusundan dolayı vatanından çıkan, böylece de bir sıkıntıya düşen bir şahsın haline benzer. Çünkü, şayet bu kimse, kendi vatanında bulunsaydı, belki de o düşman, onu ele geçiremeyecek ya da ona acıyacaktt. Deliler gibi, meselâ, herhangi bir taat ya da isyan için hiçbir harekette bulunmayanların durumu ile, aklını kullanıp da, yolunu şaşıran kimsenin durumu da böyledir. Çünkü, deli olan kimse, her ne kadar cennette makam elde eden kimselerden olmasa dahi, kurtuluşa eren kimselerdendir. Nitekim denilmiştir ki, ahmaklık, kurtuluşa, kısır zekâdan daha çok yakındır. Bunun görünür alemde de böyle olduğu açıktır. Çünkü, gideceği yolu bilmeyen kimse, olduğu yerde kalakaldığında, yoldan fazla uzaklaşmış olmaz. Ama, gideceği yerin aksi istikametinde hareket eden (kısır zekâlı) kimse ise, oradan iyice uzaklaşır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların o cehenneme vardıklarını, oraya girdiklerini, 64"Küfür ve inkârda ısrar edişinize mukabil, bu gün, girin oraya" diyerek beyan buyurmuştur. Bu ayette, şu üç bakımdan, onların alabildiğine pişman olduklarını anlatan husus bulunmaktadır. a) Cenâb-ı Hakk'ın, "girin oraya" ifadesi... Çünkü bu, onları cezalandırma ve hor hakîr kılmayı ifade eden bir emir olup, Cenâb-ı Hakk'ın "Tad! Çünkü sen, sen çok ulu, çok şerefli idin!" (Duhan, 49) ifadesi gibidir. b) "Bu gün" kelimesinin yer alması... Yani, "Şu anda tadacağınız azâb hazırdır. Sizin duyduğunuz lezzetler ve o günler ise, gelip geçti, sona erdi. Bu gün, geriye sadece onların gerektirdiği bu azâb kaldı" demektir. c) Cenâb-ı Hakk'ın, "Küfür ve inkârda ısrar edişinize mukabil" ifadesidir. Çünkü, "küfür" ve "küfran" kelimeleri, inkâr edilen, gözardı edilen bir nimetin mevcudiyetini haber veren kelimedir. Halbuki, böylesi bir inkârda bulunan bir kimsenin, kendisine böylesi nimetleri lütfeden kimseden utanması ve haya etmesi, onun için en dehşetli elemlerdendir. İşte bundan dolayı âsî köle, "Efendimin bana yapılmasını emrettiği şeyleri bana uygulayın, ama beni onun huzuruna çıkarmayın" der. İşte "Kendisine nimet verilmiş, (lütufta bulunulmuş) bir kimseye, kötülük yapan kimsenin (kendisine) iyilik yapandan utanması suretiyle duyacağı utanç, terbiye edici olarak yetmez mi?" diyen kimse bu manaya işaret etmiştir. 65"O gün, ağızlarının üstüne mühür basarız. Ne irtikap ediyor idiyseler, bize elleri söyler, ayakları da şahitlik eder" Ayetin, daha önceki kısımla münasebeti hususunda şu izahlar yapılmıştır: 1) Onlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Küfür ve inkârdan ısrar edişine mukabil" (Yâsin, 64) ifadesini duyduklarında, bu küfürlerini inkâr etmek istemişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, onların "Biz şirk koşmadık", "Biz iman ettik" dediklerini belirtmiştir. İşte bu noktada Allah, onların ağızlarını mühürler, artık bunu inkâr edemezler. Allah, onların dilleri hariç, diğer uzuvlarını konuşturur. Böylece de onlar, günahlarını itiraf edip kabullenirler. 2) Cenâb-ı Hak onlara, "Ben sizden ahit almadım mı?" (Yâsin, 60) buyurunca, onların bu konuda herhangi bir cevabı olmadı. Sustular ve konuşamaz hale gelip lâl oldular. Derken, dilleri dışındaki uzuvları konuştu. Onların ağızlarının mühürlenmesi hususunda da birtakım izahlar yapılmıştır. Bu izahların en kuvvetlisine göre, Allahü teâlâ, onların dillerini susturur, böylece onlar o dilleriyle konuşamaz hale gelir. Ama bu sefer onların uzuvlarını konuşturur, böylece bu uzuvlar da onların aleyhine şehâdette bulunur. Bu, Allah'ın kudreti açısından, çok kolay bir şeydir. Susturma işinin izah edilecek herhangi bir tarafı yoktur. Diğer uzuvları konuşturması meselesine gelince, dil, hususî hareketlerle hareket eden bir organdır. Onun bu hareketlerle hareket etmesi mümkün olduğuna göre, dilin dışında kalan uzuvların da böylesi hareketlerle hareket etmesi mümkündür. Allahü teâlâ ise, mümkün olan her şeye kadirdir. Bir başka izah da şudur: Onlar, mazeretleri kalmadığı ve içyüzleri ortaya çıktığı için, herhangi bir şey konuşamaz hale gelirler. Böylece de, ümitsizliğe düşen, ümidini kesen kimsenin duruşu gibi, başları eğik olarak dururlar. Bir mazeret bulamazlar ki, özür beyan edeler. Tevbe etmeye mecal kalmamıştır ki, Rablerinden mağfiret talep edeler. Ellerin konuşması, yapılan şeylerin, inkâr edilemeyecek bir biçimde ortaya çıkması; derken ellerin ve gözlerin o fiilleri konuşması demek olup, bu tıpkı bir kimsenin, hüznün zuhur ettiğine bir işaret olmak üzere, "Duvarlar, ev sahibine ağlıyor" demesi gibi olur. Ama doğru olan, birinci açıklamadır. Bu ifadeyle ilgili, lafzî ve manevî olmak üzere birtakım incelikler bulunur: Birinci İncelik: Lafzî olanına gelince, bunlardan birincisi şudur: Allahü teâlâ, mühürleme işini kendisine nisbet ederek, "biz mühürleriz" buyurmuş, konuşmayı ve şehâdet etmeyi ise ellere ve ayaklara isnâd etmiştir. Zira, şayet Cenâb-ı Hak, "Ağızlarının üstüne mühür basarız. Ellerini de konuştururuz" buyurmuş olsaydı, bunda, bunun onlardan cebren ve zorla sudur etmiş olduğu ihtimali söz konusu olurdu. Oysa ki, icbar ile ikrarda bulunmak makbul değildir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Bize, elleri söyler, ayaklan da şahitlik eder" buyurmuştur. Yani, "Günahın onlardan sudur ettiğine daha çok delâlet etsin diye, onları konuşmaya kadir kıldıktan sonra, kendi iradeleriyle (...)" demektir. İkinci İncelik: İkincisi ise şudur: Allahü teâlâ, "Bize, elleri söyler, ayakları da şahitlik eder" buyurarak, konuşma işini ellere, şehâdet etme işini de ayaklara nisbet etmiştir. Çünkü, yapılan fiiller, ellere isnat edilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ve ellerinin yaptığı şey..." (Yasin, 35) buyurmuştur. Yani "Yaptıkları şey..." ve "ve ellerinizi (tehlikeye) atmayınız" (Bakara, 195); yani, "kendinizi tehlikeye atmayınız" buyurmuştur. Binâenaleyh, adetâ iş yapan gibi kabul edilmişlerdir. Yapılan işe şahit olanın ise, o işi yapandan başkası olması gerekir. Böylece Cenâb-ı Hak, yapılan işlerin kendilerine nisbet edilmesi tuhaf olduğu için, kişinin ayaklarını ve derisini, şahitler cümlesinden addetmiştir. Mana cihetinden olanına gelince, bunlardan birincisi şudur: Kıyamet gününde, şehâdeti kabul edilenler mukarreb ve sıddîklerden olurlar ki, bunların hepsi de, günahkârların mukabilinde bulunan kimselerdir. Halbuki, her ne kadar âdil şahitlerden olsalar bile, düşmanın düşmanının aleyhinde yapacağı şehâdet kabul edilmez. Kâfir fasıklar gibi, sıddîk olmayanların ise, zâten şehâdetleri kabul edilemez. İste bu sebeple Cenâb-ı Hak, onlara şehâdette bulunacak olan o şahidi, yine kendilerinden çıkarmış, onların ayakları ve derilerinden tutmuştur. "Eller ve ayaklarından da günahlar sudur etmiştir; o halde bu demektir ki, bunlar da fâsıktırlar. Binâenaleyh, bunların şehâdetlerinin de makbul olmaması gerekir" denilmesin. Çünkü biz diyoruz ki, bunların şehâdetlerini reddetmede, bunların şehâdetlerini kabul söz konusudur. Çünkü, şayet el ve ayaklar o günde yalan söyleyecek olurlarsa, onlardan o günde de günah sudur etmiş demektir. Her şey açık seçik ortada iken, o günde günah işleyen şeyin (uzvun), mutlaka dünyada da günah işlemiş olması gerekir. Yok, eğer onlar bu günde doğru söylem işlerse, artık bu demektir ki, onlardan dünyada günah sudur etmiştir. Bu tıpkı, fâsık bir kimseye şöyle diyenin durumuna benzer: Şayet sen, bu günün gündüzünde yalan söylersen, benim kölem hür olsun! Bunun üzerine fâsık da, "Ben bu günün gündüzünde yalan söyledim" dese, o köle azat ve hür olur. Çünkü fâsık kimse, "Bu günün gündüzünde yalan söyledim" şeklindeki sözünde doğru söylüyorsa, şart tahakkuk etmiştir, cezanın da tahakkuk etmesi gerekir. Yok eğer, "yalan söyledim" sözünde yalancı ise, o günün gündüzünde yalan söylemiştir. Dolayısıyla da, şart yine tahakkuk etmiştir. Ama, fâsık olan kimse, ikinci günde, "Senin kölenin azâd edilmesi, kendisinde benim yalan söylememe bağlanan o günün gündüzünde yalan söyledim" demiş olsaydı, durum böyle olmazdı. Kâfirlerin, dünyada iken, kalblerinin, ahirette de ağızlarının mühürlenmesi gerekir. Binâenaleyh, mührün kalblerine vurulmuş olduğu o vakitte (dünyada), onların sözleri ağızlarıyladır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri sözleridir" (Tevbe, 30) buyurmuştur. Binâenaleyh, Allah, onların ağızlarına da mühür basınca, onların sözlerinin, uzuvlarıyla olması gerekir. Çünkü insan kalb, dil ve uzuvlardan başka bir şeye sahip değildir. Binâenaleyh, onun kalbi, ağzı artık devreden çıkınca, bu iş için onun uzuvları ve diğer parçaları devreye girer. 66Âyetin tefsiri için bak:67 67"Eğer dileseydîk, onları gözlerinin üzerinden silme kör yapardık da, yolda koşuşup kalırlardı. Artık nasıl göreceklerdi? Yine dileseydik, onları oldukları yerde, suratlarını değiştirip bambaşka çirkin bir hale getirirdik de ne ileri gitmeye ne de geri dönüp gelmeye güçleri yetmezdi" Biz, pekçok kere sırât-ı müstakimin, "cebr" ile "kader" arası bir şey olduğunu ve bunun "orta yol" olduğunu anlatmıştık. Allahü teâlâ da, cebrîlerin tutunacakları şeyi zikrettiği her yerde, bunun peşinden, Kaderiyye mensuplarının tutunacağı şeyi zikretmiştir. Bunun aksi de variddir. İşte burada da böyledir. Cenâb-ı Hak, "Ne irtikâp ediyor idiyseler, (...) ayakları şahitlik eder" (Yasin, 65), "Küfür edişinize mukabil, girin oraya" (Yasin, 64) buyurup, O, küfrü ve kesbi insanlara isnat ettiği, hayrı ve şerri onlara havale ettiğini belirttiği için, bu da, Kaderiyye'nin (Mu'tezile'nin) tutunduğu şey olunca, bunun hemen peşinden, o intanların o küfürlerinin ye kesbterinin, Allah'ın meşfeti vo dilemesi ile olduğuna delâlet eden şeyi getirmiştir. Bu böyledir, zira küfür basireti kör eder, akli kuvveti de zayıflatır. Halbuki, baetratin kör olması, Allah'ın iradesi ve meşleti iledir. Çünkü O, istediği zaman basfretteri kör eder. Nitekim O, istedi mi, gören gözleri silme kör eder. Maddî kuvvetin giderilmesi, Onun meşîetiyle olduğu gibi, aklî kuvvetin alınması da, O'nun irade ve meşteti iledir. Öyle ki, dilediğinde, mükellefi olduğu yere çivileyip çakar ve onu, ne sağa, ne de sola hareket edemeyecek ve gidip gelemeyecek bir biçimde bırakır. Dolayısıyla, O'na göre, basireti kör etmek gözleri kör etmek; aklî kuvveti gidermek de, maddî kuvveti celbedip almak gibidir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak, onların basiretlerini kör etmek istediğinde onların şaşakalacaklarına; gözlerini de silme kör ettiğinde, apaçık olan yollarını dahi bulamayacaklarına; aklî kuvvetlerini sebbedip götürmek istediğinde, onların ayaklarının kayacağına; maddî kuvvetlerini alıp da, onları başka bir şekle döndürmek istediğinde,adım atma takatlerinin bulunmayacağına bir işaret olmak üzere, "Eğer dileseydik, onları gözlerinin üzerinden silme kör yapardık" buyurmuştur. Bu iki ayette, lafızla alâkalı birtakım bahisler bulunur: Birinci Bahis: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yolda koşuşup kalırlardı" ifadesi hakkındadır. Zemahşeri şöyle demektedir: "Bu konuda şu izahlar yapılabilir: a) Bu ifadede, İlâ harf-i cerri hazfedilmiş olup, fiil mefûlüne, harf-i cer olmadan bağlanmıştır ki, bunun aslı şeklindedir. b) Bu ifadede getirilen istibak "koşuşmak" masdarından maksat, "hızlıca koemek, yönelmek" manasıdır. Böylece Cenâb-ı Hak, bu kimselere, koşanın yapmış okkağu şeyi yaptırmış olur. c) Bu ayetteki sırat kelimesinin, "kendisine doğru müsabaka yapılan yol" manasına değil de, "üstünde müsabaka yapılan yol" anlamına alınması gerekir. Çünkü Arapça'da, "Yarıştık da, onları geçtim..." denilir. Bu durumda bu onların o yola yönelme işinde, o yarıştaki şiddeti gösterir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Onlar, yanlarında olan o yolu talep etmemişler ve ona yönelmemişlerdir. Çünkü onlar, onun üzerindedirler" buyurmuştur. Binâenaleyh, Allah, onların gözlerini silme kör yapınca, onlar o yolu göremez olmuşlardır. Artık kim bilir onlar, o yolun üzerinde olmamış olsalardı ne olurdu! Söz, derecelensin ve kısım kısım olsun diye, Allah, "silme ve kör etmek" işini, başka bir hale döndürme ve âciz bırakma işinden önce zikretmiştir. Buna göre Allahü teâlâ sanki, "Ben onları kör edersem, üzerinde bulundukları o yolu göremezler. Bu durumda da, o yola ulaşamazlar, onu elde edemezler" demek istemiştir. Buna göre birisi, "Kör olan kinişe, maddi görme olmaksızın, meselâ ses, yürüme ve dokunma gibi şeyler sebebiyle, aklî veya hissî birtakım emareler ve ipuçları vasıtasıyla o yolu bulabilir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, işi daha vahim hale getirerek, "Şayet, onları başka bir hale döndürüp, onların kuvvetlerini de tamamen çekip alırsam, onlar o zaman, katiyyen hiçbir biçimde o yolu bulamaz ve ona ulaşamazlar" buyurmuştur. Üçüncü Bahis: Bu ayette gitme işi, geri dönme işinden önce zikredilmiştir. Çünkü dönme işi, ilk defa gitmeden daha kolaydır. Zira ilk gidiş, o kimsenin, daha önce o yola gitmediğini, ama dönüş ise, bunun aksini ifade eder. Bir defa görülmüş olan bir yola sülük etmekten daha kolay ve daha basit olduğunda hiç şüphe yoktur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Onlar ne gitmeye, ne de bundan daha azma, yani, ilk defa gitmekten daha kolay olan eli dönmeye kadir olamazlar" demiştir. 68"Kime uzun ömür veriyorsak, onun yaratılışını başaşağı ederiz. (Buna da) akılları ermiyor mu?" Biz, Cenab-ı Hakk'ın, "Sizden ahid almadım mı?"(Yasin, 60) ifadesinin, daha önce peygamberler vasıtasıyla inzâr yapıldığı için, onların mazeretlerini geçersiz kılan bir beyan olduğunu belirtmiştik. Allah bu hususu iyice anlatıp tamamlayınca, bir başka mazereti neticesiz bırakmaya yönelmiştir. Bu da şudur: Kâfir, "Bizim dünyada geçirdiğimiz süre, gayet azdır. Şayet sen bize, (bizim istediğimiz kadar) ömür vermiş olsaydın, bizden herhangi bir kusurun sudur ettiğini göremezdin" der. İste bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Sizler, her ne zaman uzun ömür sürdüğünüzde, güçsüzleştiğinizi düşünmez misiniz? Biz size, araştırma ve anlamanıza imkân verecek kadar ömür verdik" buyurmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususu, "Size, iyice düşünecek kimsenin düşünebileceği, öğüt kabul edebileceği kadar ömür vermedik mi?"(Fâtır, 37) ayetinde belirtmiştir. Sonra da sizler, üzerinizden geçen zamanın, sizin acziyyetinizi ve zayıflığınızı arttırdığını anladınız. Dolayısıyla da, bu tanınmış olan süreyi de zayi ettiniz. Binâenaleyh, şayet biz size, bundan daha fazla ömür vermiş olsaydık, o zaman bundan sonra da, kötürümlük, iş yapamama zamanı çatıp gelirdi. Halbuki, fırsat elde iken tam zamanında görevini yapmayan kimse, bu görevini, kötürümlük zamanında, iş işten geçtikten sonra yapamaz. 69"Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da. O, bir öğütten ve hükümleri açıklayan bir Kur'ân'dan başkası değildir" Ayetin kendinden öncekilerle münasebeti hususunda şu iki izah yapılabilir: a) Biz daha önce, Allahü teâlâ'nın yani kendisinin birliği, risâlet müessesesi ve haşr gibi üç temel inanç esasının ikisinden bahsettiği her yerde bunların üçüncüsünden de bahsettiğini söylemiştik. Burada Cenâb-ı Hak, kendisinin birliği ve haşr gibi, iki temel esastan bahsetmiştir. Birliği (vahdaniyyeti), "Ey âdemoğulları, "Şeytana tapmayın. Bana ibadet edin..." diye size tavsiyede bulunmadım mı? (emretmedim mi?)" (Yasin, 60-61), ayetlerinde ele alınmıştır. Haşr ise, "Bugün girin oraya "(Yasin, 64), "O gün ağızlarının üstüne mühür basarız" (Yâsin.65) vb. ayetlerinde ele alınıp işlenmiştir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak bu ikisinden bahsedip gerekli açıklamalarda bulununca, üçüncü temel esas demek olan "risâlet"den de bahsederek, "Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da. O, bir öğütten ve hükümleri açıklayan bir Kur'ân'dan başkası değildir" buyurmuştur. "Biz ona şiir öğretmedik" cümlesi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah tarafından öğretildiğine, dolayısıyla da, Allah'ın dilediği şeyleri öğrendiğine, dilemediklerini de öğrenmediğine bir işarettir. Ayetin tefsiriyle ilgili birkaç bahis vardır. Kehanet ve Sihir İsnadının Anlamı Birinci Bahis: Kâfirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, içlerinde sihir ve kehânetin de bulunduğu pekçok şeyi isnad etmiş oldukları halde, Allah, "Biz ona sihri..."; "Biz ona, kehâneti öğretmedik" dememiş, özellikle "Biz ona şiir öğretmedik" buyurmuştur. Niçin? Biz diyoruz ki, kehânete gelince, onlar bunu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gaybtan haber verip, haber verdiği şeyler de söylediği gibi çıktığı için isnat ediyorlardı. Sihri ise, meselâ ayın yarılması, çakıl taşlarının ve hurma Kütüğünün konuşması vb. şeyler gibi, başkasının yapamadığı şeyleri yaptığı için isnat ediyorlardı. Şiiri de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara Kur'ân okuduğunda ona nisbet ediyorlardı. Ancak ne var ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân ile tehaddî etmiş, meydan okumuştu. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu hususu, "Kulumuza indirdiğimizden bir şüphe içinde İseniz, onun sûresi gibi olan bîr sûre getirin bakalım... " (Bakara,23) buyurarak beyan etmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Eğer benim peygamber oluşum hususunda şüphe ediyor iseniz, o kütüğü konuşturun; yahut, büyük bir kalabalığı doyurun" ve "Gaybdan haber verin" dememiştir. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in meydan okuyuşu sözle olup ve onlar da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, konuşurken "şiir söyledi" diye itham edince, Cenâb-ı Hak, şiir öğretmediğini özellikle belirtmiştir. İkinci Bahis: ne demektir? Cevaben deriz ki: Birtakım kimseler, "Bu, onun için mümkün değildir!" manasındadır" derken, diğer bazılarına göre, "Bu, onun için kolay değildir" anlamındadır. Hatta şöyle ki: "o, bir şiir beyti söylemeye kalkışsa, ondan, kafiyesi tutarsız şeyler duyulur" manasındadır" demişlerdir. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) (......) şeklinde okumuştur. Bu hususta, bundan daha güzel bir izah da, bu ifadenin, zahirî manasına göre manalandırılmasıdır ki, zahiri manası da, "şiir ona yakışmaz ve ona uygun değildir" şeklindedir. Bu böyledir, çünkü şiir, lafız ve vezne riayet için, manayı değiştirmeye sevk eder; bunu gerektirir. Binâenaleyh Şâir-i Hakim'e göre, lafız manaya tabidir. Şâire göre ise, mana lafza tabidir. Çünkü şair, şiirin vezninin veya kâfiyesinin, sıhhata kavuşacağı lafızları seçer. Böylece de işte bu lafızlardan ötürü, manalar hayal etmeye ihtiyaç hisseder. Bu izaha göre diyoruz ki: Şiir, öncelikle, vezni göz önünde bulundurularak yazılan vezinli (ölçülü) sözdür. Ama manayı ön plana alan kimseden de, bazan ölçülü ve kafiyeli sözler çıkar. Dolayısıyla bu kimse, böylece şâir olmuş olmaz. Baksana Cenâb-ı Hakk'ın, (al-i imran, 92) ayeti, (ahenkli ve ölçülü olduğu halde), bir şiir değildir. Şâirden, "fâilatün fâilatün" vezninde, ayetteki kadar hareke ve sükûnu (açık ve kapalı hecesi olan) bir söz sâdır olduğunda, bu şiir olur. Çünkü şâir, hareke ve sükûn bakımından harflerin lafızlarını bu şekilde getirmeyi ön plana almış, manayı ise ikinci derecede almıştır. Hakîm ise, manayı ön plana alır. Böylece de manayı o lafızlarla ifade eder. İşte bu izahla "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)de, bir-iki beyt şiir söylemiştir" diyenlerin sözleri cevaplanmış olur. Bu şiir de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ben peygamberim, bunda hiç yalan yok. Ben Abdulmuttalib'in oğlu (torunu)yum Buhari, Cihad, 61. şeklindeki şiiridir. Çünkü diyoruz ki: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), bunları söylerken vezni ve kâfiyeyi ön plana almadığı için, bu bir şiir değildir. Buna göre eğer, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den kafiyeli ve ölçülü uzun bir söz sâdır olsa bile, bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o sözlerinin lafızlarını ön plana almadığı ve esas maksad edinmediği için bir şiir olmaz. Bahsettiğimiz bu hususu, şu da te'yid eder. Sen, insanların çarşı-pazarda konuştukları sözleri incelediğinde, bunlar içinde de, şiir bahislerine benzer, ölçülü tekerlemeler bulabilirsin. Fakat ne o sözü söyleyen şairdir, ne de bu söz, o kimse lafzı ön plana almadığı için, bir şiirdir. Hem sonra Hak teâlâ'nın, "O, bir öğütten ve açıklayan bir Kur'an'dan başkası değildir" ifadesi de, bu hususu doğrulamaktadır. Yani, "Bu Kur'ân bir zikir (öğût)tür ve manayı esas almış bir va'z-u nasihattir." Şiir ise, kâfiye ve vezinle süslenmiş bir sözdür. Burada şöyle bir incelik vardır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hikmet de vardır" Buhari, Edeb, 80 buyurmuştur. Bu, "şâir, lafzı esas alır, lafza göre hikmetli bir mana uygun düşebilir" demek olup, tıpkı hikmetli kimsenin manayı hedef alıp, bir şiir veznine uygun düşürmesi gibi. Fakat hakîm, bu vezin sebebiyle şâir olmaz, şâir de bahsedilen bu şeyden ötürü hakîm olmaz. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onun şiirini hikmet diye adlandırdı. Allahü teâlâ, Hazret-i Peyamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şâir olmadığını bildirmiştir. Çünkü lafız, mananın kalıbıdır. Mana ise, lafzın kalbi ve ruhudur. Binâenaleyh kalb varken, kalıba bakılmaz. Böylece de sözü, ölçülü-kâfiyeli olan hakim yine hakîm olur. Sözünün ölçülü olması, onu hakîm olmaktan çıkarmaz. Sözü.ıden öğüt alınan şâir de hakîm olmuş olur. 70"(Bu), sağ olan kimseleri uyarmak ve kâfirlere o söz hak olsun içindir" Bu ifade, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir hitab olarak, tâ ile "inzar etmen için" şeklinde de okunmuştur. Yâ ile okunuşu şu iki manadadır: 1) İnzâr eden, daha önce "Biz ona şiir öğretmedik" ifadesinde işaret edilen Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. 2) Bununla, Kur'ân'ın inzâr edişi kastedilmiştir. Birincisi manaya, ikincisi ise nahiv kaidelerine uygundur. Birinci manaya gelince, bu, inzâr etme özelliğinin peygamberler için, kitapların inzâr ediciliğinden daha çok kullanılmış olmasından ötürüdür. İkincisine gelince ise, Kur'ân'ın daha önce bahsedilenler arasında, bu "inzâr" ifadesine daha yakın olmasından ötürüdür. Ayetteki, "Sağ olan kimseler için" ifadesi, "kalbi sağ, ölmemiş kimseler için..." demektir. Bunun iki manası var: 1) Bununla, "Allah'ın ezeli İlminde "sağ" olup, inzarcının onu uyarması ve böylece iman etmesi beklenen kimseler" manası kastedilmiştir. 2) Bununla, aslında sağ (bedenen ölmemiş) olanların uyarılması kastedilmiştir ve "Kim iman edene, bu inzarcı onu, yapacağı isyanlara karşılık, ikab (azab) ile, İyi amellerine karşı da mûkâtaatla inzar ve tebşir eder" demektir. Hak teâlâ, "Kâfirlere söz hakkı olsun içindir" buyurmuştur. Ayetteki "kavi" (söz) kelimesi, Allah'ın azab kelimesi yani hükmü manasınadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Cehennemi bütün cinlerden ve insanlardan mutlaka dolduracağım sözü, benden hak oldu, yani kesin bir hüküm olarak, tarafımdan verildi" (Secde, 13) ve "Fakat azab kelimesi (hükmü) kâfirler için artık hak oldu" (Zümer, 71) buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak, "Biz, bir peygamber göndermedikçe (kavimleri) azab edici değiliz" (İsra, 15) buyurmuştur. Binâenaleyh, yalanlayan kimseler için, azab hak olmuş olur. Vahdaniyyet, peygamberlik, haşr ve diğer itikadı esaslar hakkında, Kur'ân-ı Kerim'de, bunlara delil olan deliller zikredilmiştir. İşte bu cümleden olarak Cenâb-ı Hak, vahdaniyyeti ve bunun delilini yeniden zikrederek şöyle buyurdu: 71Âyetin tefsiri için bak:73 72Âyetin tefsiri için bak:73 73"Ellerimizin yaptıklarından, onlar için bunca davarlar yarattığımızı ve bu sayede onlara sahip olduklarını görmediler mi? Biz o hayvanları onların emrine âmâde kıldık, işte bunlardan binecekleri, işte bunlardan yiyecekleri.. Bunlarda onlar için, nice faydalar ve nice içecek şeyler vardır. Hâlâ şükretmiyorlar mı?" Bu, "Bunlar, Bizim bizzat ellerimizle yaptığımız, yani yarattığımız şeyler zümresindendir. Biz onları, bir yardımcı ve destekçi olmadan, kudret ve irademizle yaptık" demektir. Ayetteki, "Onlara sahiptirler" ifadesi, hayvanların yaratılmasındaki nimetleri tam olarak verdiğine bir İşarettir. Çünkü eğer Cenâb-ı Hak, o hayvanlar yaratsaydı, ama İnsanı ona hakim kılmasaydı, insan ondan istifade edemezdi. Cenâb-ı Hakk'ın "Onlan emirlerine verdik" ifadesi, ileri derecedeki bir lütfün işaretidir. Çünkü sahip olunan bu hayvanlar, diretip isyan edecek olsalar, onlardan istifade edilemez. Binâenaleyh şayet insan, kendisinden kaçan ve yararlanılmasına manî bir hayvana sahip olsaydı, her nekadar, meselâ vahş hayvanlarda olduğu gibi, insan onlan (avlayıp, etinden) yemeden istifade etse bile. onlara binme nimeti tam olmazdı. Aksine hatta onlardan yeme nimeti de, ancak bir yorulma sayesinde olabilirdi. Bu ise ancak bazı insanlar için söz konusu olurdu. Ayetteki, "İşte bunlardan binecekleri, işte bunlardan yiyecekleri..." ifadesi, o emre âmâda kılmanın sağladığı faydayı anlatmaktadır. Çünkü eğer bu emre âmâde kılma işi olmasaydı, bu iki faydadan biri bulunmazdı, diğeri de az bulunurdu. Daha sonra Cenâb-ı Hak, o hayvanlara binip, onların etinden yemenin dışındaki faydalarını da, "Bunlarda onlar için, nice faydalar ve nice içecek şeyler vardır" cümlesiyle beyan etmiştir. Çünkü bu hayvanlar içinde, koyun gibi binilmeyenler vardır. İşte bu sebeple, bu menfaatlerin daha genel olduğunu anlatmak için, "faydalar" kelimesi kullanılmıştır. Bunun peşisıra gelen "mesârib" (içecek şeyler) sözü de, yine geneldir. "Meşarib" kelimesiyle, "mişreb" kelimesinin çoğulu kastedilmiştir" dersek, bu "içecok kaplan" manasına gelir. Çünkü o hayvanların derilerinden, içine içecek koymak için, kablar (kırbalar) ve buna benzer alet-edevât elde edilir. Yok eğer "Bu kelime, "meşrûb" (içilecek şey) kelimesinin çoğulu" dersek, o zaman bununla sütler ve yağlar kastedilmiş olur ki, bunlar da dişi hayvanlardan elde edilir. Ama bu da erkek hayvanlar sebebiyle olur. Çünkü bu, hayvanın hamile olmasına bağlıdır. Binâenaleyh bu içecekler, erkekler ve dişiler sayesinde elde edilmektedir. Daha sonra Cenab-ı Hakk, "Hâlâ şükretmiyorlar mı?" buyurmuştur. Bu, "O nimetler bir şükür olarak, ibadet etmeyi gerektirir. Binâenaleyh eğer siz şükrederseniz, Allah, fazlından size danasını verir. Yok nankörlük ederseniz, nimetleri elinizden alır. Bu durumda ne dersiniz, o nimetlerin devamı ve dahası için şükretmez misiniz?" demektir. 74Âyetin tefsiri için bak:75 75"Onlar Allah'tan başka, yardım olunacaklar ümidiyle, başka tanrılar edindiler, ki bunlar, onlara asla yardım edemezler. Bilakis kendileri onlar için hazırlanmış bir ordudur" Bu ayetler, yine tevhidin - vahdaniyetin izahının peşisıra, haşre (Kıyamete) bir İşaret olup, tıpkı "Siz ve Allah'ı bırakıp taptıklarınız cehennemin odunlarısınız. Sizler mutlaka oraya gireceksiniz"(Enbiya, 96) ve "Zulmedenleri, onların eslerini ve Allah'ı bırakıp taptıkları şeyleri toplayıp getirin ve onları cehennem yoluna sevkedin" (saffat, 22-23) ve "Onlar azabta hazır tutulmuşlardır (atılmışlardır)" (Rum, 16) ayetleri gibidir. Bu ayetler şöyle İki manaya gelebilir: a) Daha önce de bahsettiğimiz gibi, tapanların ilah edindikleri şeyleri, Adetâ ordusu askeri olması. b) Putların, putperestler için sanki bir ordu olması... İkincisine göre ayette şöyle bir incelik vardır: Allah Tealâ, "Bilakis kendileri onlar için hazırlanmış bir ordudur" buyurunca, bunu, "Onlar,onlar için bir ordu ve onlara yardım için biraraya gelmiş güruh olmaları halinde bile, birbirlerine yardım edemezler demek suretiyle te'kid etmiştir. Çünkü bu ifade, yardım edilemeyeceğini göstermektedir. Zira bir yere toplanıp, sonra yardım edemeyenler, alabildiğine zayıf kimseler demektir. Fakat bu iş için hazırlanmayan ve etrafını toplanmayanların durumu böyle değildir. 76"O halde onların sözleri seni üzmesin. Şüphe yok ki biz onların (içlerinde) gizledikleri şeyleri ve açıktan söyledikleri şeyleri biliyoruz" Bu ayet de, "peygamberlik esas ve inancına işarettir. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onun kalbini teselli edecek şekilde hitab etmek, Cenab-ı Hakk'ın onu bu iş için seçip tayin ettiğine bir delildir. Ayetteki, "biz biliyoruz" ifadesi şu manalara gelebilir: a) Bu, münafık ve kâfirler için bir tehdittir. Binâenaleyh, "gizledikleri şeyler", nifakları manasına; "açıktan yaptıkları şeyler" de, şirkleri manasınadır. b) "Gizledikleri şeyler", seni bilip tanımaları; "açıktan söyledikleri şeyler" ise, seni açıktan inkâr etmeleri manasınadır. c) "Gizledikleri", bozuk inançları manasına, "açıktan yaptıktan" da, şirkin ve kötü fiilleri manasınadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ellerimizin işleyip yaptıklarından, kendileri için bunca davarlar yarattığımızı (...) görmediler mi?" (Yasin, 71) ifadesiyle kendisine ibadetin farz olduğuna, afaktan (insanın dış dünyasından) bir delil getirince, burada, insanın bizzat kendisinden de delil getirmek üzere buyurmuştur ki: 77"İnsan, kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi? Ki şimdi o, apaçık bir hasım kesilmiştir" Sebeb-i Nüzul Ayette geçen "İnsan" ile, Ubeyy b. Halef kâfirinin kastedildiği ileri sürülmüştür. Çünkü ayet onun hakkında nazil olmuştur. Zira o, çürümüş bir kemiği eline alıp, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelmiş ve "Sen, tanrının bu kemikleri yeniden canlandıracağını söylüyorsun öyle mi?" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Evet. Hem de seni cehenneme sokacak!" buyurmuştur. Fıkıh usûlünde şöyle bir esas vardır: (Ayetlerde) nazar-ı dikkate alınacak şey, sebeb-i nüzulün hususiliği değil, lafzın umûmî manasıdır. Baksana, Hak Teâla'nın, "Andolsun ki Allah, eşi hakkında seninle mücâdele eden kadının sözünü duydu" (Mücadele, 1) ayeti, bir kadın hakkında nazil olmuştur, ama Cenâb-ı Hak, bunun hükmünün herkes için olmasını murad etmiştir. İşte aynen bunun gibi, Allah'ı veya hasrı inkâr eden herkes için, tefsir ettiğimiz ayet de bir reddiyedir. Bunun umûmî (genel) olduğunu anladığına göre, şimdi diyoruz ki bu ayetle ilgili birkaç incelik vardır: Birinci İncelik: "Ellerimiz yaptıklarımızdan kendileri için bunca davarlar yarattığımızı... görmediler mi?" (Yâsin, 71) ayeti, "Allah'dan başka ilahlar edinenler, Allah'a ibadeti bırakan münkir kâfirler, en'âmın (davarların), kendileri için yaratıldığını görmüyorlar mı?" manasındadır. Bu manaya göre, "insan, kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi?" ayeti, o ayetten daha genel bir ifadedir. Çünkü bu ayet, insan cinsine hitap ediyor, o ise bir kısım insanlara, yani kâfirlere hitab ediyor. Buna göre, diyoruz ki: Bunun sebebi, enfusî delilin, daha şümullü, daha mükemmel, daha tam ve daha gerekli olmasıdır. Çünkü insan, görmediği zaman, nimetlerden ve onların yaratılışlarından gafil olabilir; ama, ne zaman ve nerede olursa olsun, kendi ile, bedeni ile beraberdir ve hiçbir zaman kendinden gefil olamaz. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak sanki, "Eğer insan, hayvanlardan ve onların yaratılışından habersiz ise, kendinden habersiz değildir. O halde ne oluyor da, en büyük nimet olan kendisini bir meniden yaratmamızı görmüyor?" demektir. Çünkü diğer nimetler, ancak insanın varlığından sonra söz konusudur. O halde ayetteki, "bir nutfeden" ifadesi, bunun hangi bakımdan delil olduğuna işarettir. Çünkü insanın yaratılması, eğer şekilleri çeşitli şeylerden olmuş olsaydı, o zaman şöyle denebilirdi: İnsanın kemiği, katı bir maddeden, eti ise yumuşak bir maddeden yaratılmıştır, insanın diğer uzuvları için de durum buna benzer. Binâenaleyh insanın, şekilleri muhtelif olduğu halde, parçaları birbirine benzeyen aynı şekildeki bir nutfeden yaratılması, bu hususta bir iradenin ve yüce bir kudretin varlığına delalet eder. İşte Cenâb-ı Hak buna, "Hepsi bir su ile sulanıyor (o meyvelerin)" (Rad. 4) ayetiyle işaret etmiştir. Ayetteki, "Şimdi o, apaçık bir hasım kesilmiştir" ifadesinde, şöyle enteresan bir incelik vardır: Allahü teâlâ sanki "Yaratılış maddesi aynı olduğu halde, insan uzuvlarının farklı oluşu, açık bir delildir. Buna rağmen, burada bundan daha açığı da vardır. O da, insanın konuşabilmesi ve anlayabilmesidir. Bu böyledir Çünkü nutfe (meni) bir maddedir. Farzet ki cahilin birisi, "Nutfe, oluşum geçirdi ve bir başka madde haline geldi" diyebilir. Fakat bu nutfe, konuşma ve anlama kuvvetin nereden gerektirmiştir. Binâenaleyh konuşma ve anlama özelliğini varetmek yaratmadan ve maddeyi varetmeden daha enteresan ve daha acaibtir. Bu iş, bu hususta bir iradenin ve yüce bir kudretin bulunduğunu göstermeye, Ötekinden daha elverişlidir" demek istemiştir. O halde ayetteki "hasım", konuşan manasınadır. Cenâb-ı Hak, "konuşan" yerine, "hasım" ifadesini kullanmıştır. Çünkü hasım olma, münakaşa etme, konuşan kimsenin, en üstün ve ileri konuşma halidir. Zira konuşan kimse, tek başına iken, başkası ile birlikte olduğu zamanki kadar konuşmaz. Başkası ile konuşan kimse de, o karşısındaki, hasmı olmadığı zaman, hasmına karşı konuştuğu zamanki gayreti göstermez ve o derecede açık konuşmaz. Ayetteki "mübîn" "apaçık" ifadesi de, insanın akfî kuvvetine işarettir. Hak teâlâ. bu kelimeyi tercih etmiştir. Çünkü insan, anlatırken, anlatmadığı zamankinden daha üstün bir derecededir. Çünkü açıklama yapanın aklında birşey zuhur etmiştir ve o, sonra bu hususu açıklamıştır. O halde ayetteki, "bir nutfeden" ifadesi, insanın en düşük haline, "apaçık bir hasım " ifadesi de en üstün haline işaret olup, tıpkı "Sonra nutfeyi bir alaka olarak yarattık. Alakayı da bir çiğnem et olarak yarattık... Sonra da onu başka bir yaratık olarak var ettik" (Müminun, 14) ayetinde anlatıldığı gibidir. Binâenaleyh meninin, "alaka"ya, "alaka"nın bir çiğnem ete; bir çiğnem etin de kemik hafine getirilmesi, o maddedeki değişikliklere; "Sonra da onu başka bir yaratık olarak var ettik" ifadesi ise, bu ayetteki, "Şimdi o, apaçık bir hasım kesilmiştir", yani "konuşan akıllı bir varlık olmuştur" ifadesi ile işaret ettiği hususa bir işarettir. Rabbine Ders Vermeye Kalkışması 78"O, kendi yaratılışını unutup, bize bir misal getirdi ve dedi ki: "Bu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?" Hak teâlâ'nın bu beyanı, haşrin anlatımına bir işarettir. Bu ayetlerden, sûrenin sonuna kadarki kısımda, bazı enteresan hususlar vardır. Bunları, inşaallah imkân ölçüsünde anlatacağız: Diyoruz ki: Hasrı inkâr edenlerden kimileri, bu inkârlar; hususunda ne bir delil, ne bir şüphe ileri sürmüşler; sadece bunun tuhaf bir iş olduğunu söylemekle yetinip, bunun kesin olmayacağını iddia etmişlerdir. Bunlar çoğunluktadır. Bunun böyle olduğuna, Cenâb-ı Hakk'ın böylesi insanlardan, Kur'ân'ın pek çok yerinde, bu görüşlerini nakletmesi de delalet eder. Nitekim Allahü teâlâ onların, "Yeryüzünde (gömülüp) kaybolduktan sonra mı, yeni bir yaratılış içinde olacağız. Öldüğümüz, toprak ve kemik haline geldiğimiz zaman mı, biz mi diriltilecek misiz?" (Saffat, 16); "Sen mi doğrulardansın? Öldüğümüz ve toprak-kemikler olduğumuz zaman mı, biz mi cezalanacağız?" (saffât, 53) dediklerini bildirmiştir. Aynen bunun gibi, Cenâb-ı Hak, yine burada, onların ağzından, bu iş akıldan uzak görme üslûbu ile, "Bu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?" demiştir. Binâenaleyh Allahü teâlâ, önce onların bu garipsemelerini, "Kendi yaratılışını unutup" ifadesiyle çürüterek işe başlamıştır. Bu, "O, bizim kendisini topraktan ve elementleri ayrı bir nutfeden yarattığımızı, sonra da ona, tepeden tırnağa çeşitli şekillerde ve çeşitli yerlerde farklı uzuvlar verdiğimizi, bununla da yetinmeyip, bunlardan tamamen farklı olan ve sayesinde ikrama müstehak oldukları konuşma ve akıl kuvvetini verdiğimizi unuttu. Binâenaleyh bu kimseler, eğer haşri, sırf akıldan uzak gördükleri için inkâr ediyorlarsa, keşke, asla kendisinden hayat beklenmeyen önemsiz bir nutfeden, konuşan ve düşünebilen bir varlığı yaratmamızı da akıldan uzak görselerdi! Yine bunlar, konuşmayı ve aklı, oldukları yere yeniden verişimizi de tuhaf görmektedirler. Onların bu garipsemeleri, haşirdeki canlıların ufanıp, dağıtıp, paramparça olması açısındandır. Çünkü onlar, 'Bu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?" demişler ve özellikle kemikten bahsetmişlerdir. Çünkü kemik, kendisinde his olmadığı için, hayattan en uzak olan şeydir. Yine onlar bunu, uzak görmelerini kuvvetlendirecek, çürüme ve parçalanma gibi hususlarla takviye etmişlerdir. Allahü teâlâ ise, onların bu uzak görmelerini, yeniden yaratacak olandaki kudret ve ilim açısından bertaraf ederek, "Bize bir misal getirdi" yani, "O, Bizim kudretimizi, kendi kudreti gibi kabul edip, enteresan olan yaratılışını ve çok ilginç başlangıcını (ilk maddesini) unuttu" buyurmuştur. Haşri inkâr edenlerden kimisi de, neticede yine akıldan uzak gördüğü için inkâr etmiş olsa da, şöyle bir şüphe ileri sürmüşlerdir. Bu da şu iki şekildedir: 1) "Yok olduktan sonra, hiçbirşey kalmaz. O halde, Cenâb-ı Hak nasıl, yok olan şeye var diye hükmedebilir?" Allahü teâlâ bu şüpheye de: 79"De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyla bilendir" buyurarak cevap vermiştir. Bu, "Nasıl ki Allah, insanı hiçbirşey değilken yaratmıştır. Aynen bunun gibi, geride insandan hiçbirşey kalmadığı zaman da, onu yenidan yaratır" demektir. 2) Parçaları, dünyanın doğusunda, batısında, kimi parçalan yırtıcı hayvanların midesinde, kimisi de dört duvarda olan insanın, bütün bu uzuvları-parçaları nasıl bir araya getirilir? Bundan daha uzak ihtimal de şudur: Bir insan, bir insanı yese ve yenilenin parçaları, yiyenin parçalarına böylece geçmiş olsa ve bunlar yeniden diriltilecek olsa, yenilenin parçaları, ya yîyenîn bedenîne verilecek, böylece de geride, yenilen için, uzuvlarının yaratıldığı parçalar kalmayacak. Yahut da, yenilenin bedenine iade olunup, geride yiyen için parça kalmayacak." Cenâb-ı Allah bu şüpheyi ibtal için, "O, her yaratmayı hakkıyla bilendir" buyurmuştur. Bunu şöyle izah ederiz: Yiyen kimsede, hem aslî, hem fazla parçalar olduğu gibi, durum yenilen için de aynıdır. Binâenaleyh bir insan, bir insanı yediğinde, yenilenin parçalarından aslî olanlar, yiyenin cüzlerinin fazlası olmuş olur. Yiyen için aslî cüzler ise, yemeden önce, ona ait olan cüzler demektir. O halde, Hak teâlâ'nın bu beyanı "Aslî olanı, fazla olandan bilip ayırır, böylece de yiyene âit olan aslî cüzleri, biraraya getirir, ona can verir; yine yenilene âit aslî cüzleri biraraya getirip, buna da can verir. Aynen bunun gibi, dünyanın dört bir tarafına dağılmış parçaları da, kapsamlı hikmet ve ilmi ve mükemmel kudretiyle bir araya getirir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların hasrı uzak görmelerini, inkâr ve inadlarını çürütme işini yeniden ele alarak, şöyle buyurur: 80"O, yemyeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarandır. İşte bakın ondan, yakıp tutuşturuyorsunuz" Bunun izahı şöyledir: İnsan hissedilen bir madde ile, o maddede aktp giden bir hayatı ihtiva etmektedir. Bu hayat tıpkı, insanda hareket eden bir hararet gibidir. Binâenaleyh eğer siz, onda bir hararet (sıcaklık) ve hayatın bulunuşunu akridan uzak görüyorsanız, bunu sakın uzak görmeyin. Çünkü kendisinden suyun damladığı yetti ağaçta ateşin yanışı, bundan daha enteresan ve daha ilginçtir. Halbuki siz, onu yakıp bizzat görüyorsunuz. Eğer insanın maddesinin yaratılmasını akıldan uzak görüyorsanız, göklerin ve yerin yaratılması, siz insanların yaratılmasından daha büyük birşeydir. Öyleyse bunu sakın uzak görmeyin. Çünkü gökleri ve yeri yaratan da Allah'dır. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetindeki incelik ortaya çıkmış olur. Gökleri Yaratan, İnsanı Diriltebilir 81"Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir? Elbette O, (kâdirdir). O, mükemmel yaratıcıdır, hakkıyla bilendir" Cenâb-ı Allah, o yeşil ağacın yanabilmesini en büyük yaratmadan önce zikretmiştir. Çünkü bu münkirlerin akıldan uzak görmeleri, açıkça haşr-yeniden diriltme, ile ilgilidir. Çünkü onlar, "Bu kemiklere kim can verecekmiş?" demişler, "O kemikleri, kim bir araya toplayacakmış" dememişlerdir. Dolayısıyla ağaçtaki ateş, can ile ilgilidir. Ayetteki, "Elbette O, kadirdir. O mükemmel yaratıcıdır" cümlesi, Allah'ın mükemmel kudretine; "hakki' fa bilendir" ifadesi de, ilminin sınırsız oluşuna bir işarettir. 82"Bir şeyi irade ettiği zaman, O'nun işi, ona ancak "ol" demesinden ibarettir. O şey de hemen oluverir" Bu, o münkirlerin teşbihlerinin ve temsillerinin yanlış olduğunu açıklamaktadır. Çünkü onlar, Allah'a karşı darb-ı mesel getirip, gaybı görünen dünyaya kıyas ederek, "Böyle birşeye hiç kimse kadir olamaz" demişlerdir. İşte bu sebeple, Allahü teâlâ da, "Görünür alemdeki yaratma, bedeni birtakım aletler ve mekânî birtakım intikallerle olur ve bu iş, ancak sürüp giden bir zaman içinde meydana gelir. Allah İse, "ol" demekte ve o şey hemen olmakla yaratıverir. O halde, anlaşılmaktan çok uzak, en üstün mesel O'nda iken, siz nasıl böyle düşük darb-ı meseller yapıyorsunuz?" demiştir. Ayetle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Mu'tezile "Bu ayet, yok olanın (ma'dûm'un), "şey" diye ifade edilebileceğini göstermektedir. Çünkü Allah, irâde ettiği şeye "ol" diyor, o şey de oluyor. Binâenaleyh o şey, Hak teâlâ ona "ol" demezden önce "ma'dûm" idi. Ama bu durumda bile onun için "şey" denilmiştir. Çünkü Hak teâlâ, "Bir şeyi murad ettiği zaman..." buyurmuştur" der. Buna şöyle cevap verilir: Bu o şeyin, Hak teâlâ'nın iradesinin ona taalluk edişinden geri kalmayışının, (yani o iradeyle birlikte derhal varoluşunun) anlatımıdır. Binâenaleyh ayetteki Iza lafzından anlaşılan, zaman ve vakittir. Ayet de Allah'ın iradesi taalluk ettiği anda, onun "şey" olduğuna delalet etmektedir. Halbuki ayette, o şeyin, Hak teâlâ'nın onu irade etmezden önce "şey" olduğunu gösteren birşey yoktur. Bu durumda, Mu'tezile'nin ileri sürdüğü şey, söz konusu olmaz. Çünkü o şey, Hak teâlâ'nın iradesi ona taalluk ettiği anda, bulunan, onu İrade etmediği zaman bulunmayan (ma'dûm olan) birşey olmuş olur. O halde "şey", "ma'dûm" (yok olan) değil, mevcud olandır. "O, mevcûd olduğu halde, Allah mevcudu nasıl irâde eder? Bu, var olanı yeniden varetme olur" denilemez. Çünkü diyoruz ki: Bu, problem ma'kûlat aklî problemlerdendir. Bu hususa yeri gelince cevap vereceğiz. Şu andaki maksadımız, Mu'tezile'nin, ayetin lafzına tutunmalarının yanlışlığını ortaya koymaktır. Bu sözden anlaşılan şey, Hak teâlâ bir şeyi irade ettiği anda, onun "şey" olduğu, ayette ise, Hak teâlâ'nın iradesi o şeye taalluk etmezden önce, onun "şey" olmadığıdır. ikinci Bahis: Kerramiyye şöyle demektedir: "Allah'ın muhdes iradesi vardır. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetteki, "dilediğinde..." ifadesidir. Bunun bu manaya delâlet etmesi de, şu iki açıdan izah edilebilir: a) Allah, irâdesine bir zaman tanımıştır. Çünkü Izâ, zaman zarfıdır. Zamanla ilgili olan her şey ise, hadistir. b) Allahü teâlâ, İradesini, kün "ol!" ile alâkalandırmıştır. Kün ise, o şeyin olması ve meydana gelişi ile ilgilidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, takibiyye fâ'sı ile, (......) buyurmuştur. Ancak ne var ki "olmak" hadistir. Hadisi kabul eden ile, hadis arasında da bir ilgi vardır." Felsefeciler de, Kerramiyye'ye bu problem hususunda bir başka açıdan muvafakat ederek, şöyle demişlerdir: "Allah'ın iradesi, emri ile alâkalıdır. Emri de, "kevn-oluş" ile ilgilidir. Ancak ne var ki, Allah'ın iradesi kadîmdir. O halde, "kevn" de kadimdir. Dolayısıyla da, "mükevvenât-oldurulmuş şeyler" kadîmdir. Dalâlet ehlinin, ayetin lafzına tutunmalarına karşılık, cevabımız şudur: Cenâb-ı Hakk'ın, "dilediğinde..." beyanından, dil açısından anlaşılan, "O'nun iradesi o şeye taalluk ettiğinde" manasıdır. Çünkü erâde "diledi", mazî bir fitidir. Mazinin başına Iza zarfı geldiğinde, onu muzari anlamına çevirir. Biz de, bizim, "diledi-diliyor" "bildi-biliyor" şeklindeki sözümüzden anlaşılanın, bunlara hudûs (sonradan oluş)un girebileceğini söylemekteyiz. Ama biz, Allah'ın kadîm bir sıfatı olduğunu söylüyoruz ki, bu da irade sıfatıdır. İşte bu sıfat bir şeye taalluk ettiğinde biz, "irade etti - irâde ediyor" deriz, ama taalluk etmezden önce, "irâde etti" demeyiz, tam aksine, "O'nun irâdesi vardır; o, bu irâde ile irâde eder" deriz. Biz, zayıf ve temelsiz vehimlere düşen bu fikri silmek için, tutarsız anlayışlara şöyle bir misal arzediyor ve diyoruz ki: Bizim, "Falanca terzidir" şeklindeki sözümüzden, o kimsenin, terzilik sanatına sahip olduğu anlaşılır. Bizim, "O, Zeyd'in elbisesini dikti" veya "Zeyd'in elbisesini dikiyor" dememiz doğru olmasa dahi, bundan şu manada olmak üzere, "o terzidir" sözünün yanlış olması gerekmez. Onun bir sanatı vardır. O bu sanatını, Zeyd'in elbisesini diktiği geçmiş bir zamanda, onun elbisesinde kullandığında, ona bu isim verilir. Yine o bu sanatını, Zeyd'in elbisesini dikeceği gelecek bir zamanda, Zeyd'in elbisesinde kullanacağı zaman da, ona bu isim verilir." En yüce misaller Allah'ındır! Her ne kadar, "varlığını diledi" yani, "onun varlığını irade ediyor" diyeceğimiz bir şeye taalluk etse de, irâdenin, Allah için sabit ve kesin bir şey olduğunu anla! Sen bunu anladığında, işte bu mana cihetinden, ehl-i sünnetin, "irâdenin taalluk etmesi hadistir" şeklindeki sözü cümlesinden olur ve zikrettiğimiz bu açıklamayla da, iki fırkanın cevabı da, dışta kalmış olur. Üçüncü Bahis: Mu'tezile ve Kerrâmiyye şöyle demişlerdir: "Allah'ın kelamı harftir, sestir ve hadistir. Çünkü, "ol" ifadesi bir söz olup, bu ifade iki harften meydana gelmiştir. Harf ise seslerden oluşur. Bu açıklamadan da, O'nun kelâmının harflerden ve seslerden olduğu neticesi çıkar. Bu kelâmın, hadis olmasına gelince, bu, daha önce geçmiş olan şu iki sebepten dolayıdır: a) O, zaman içinde olur. b) O, kevn (oluş) ile alâkalıdır. "Oluş" ise, hadistir (sonradan olmadır). Bunlara verilecek olan cevap, yukarda anlattıklarımızdan anlaşılır. Bu böyledir, çünkü, "kelâm" bir sıfat olup, bir şeye taalluk ettiğinde sen, "dedi; diyor" dersin Böylece, hitabın taalluku hadis olmuş olur. Kelâm ise kadîmdir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "O bir şeyi irade ettiği zaman, O'nun işi, ona ancak "ol" demesinden ibarettir. O şey de hemen oluverir" beyanında, bir taalluk ve nisbet edilme söz konusudur. Çünkü, "ona... demesi.." ifadesinin, nisbet ve izafe anlamını ifade eden lam ile beraber, taalluk etme hususunda olduğu gayet açıktır. Biz diyoruz ki: "Onun hadis olan şeye söylemesi hadistir, çünkü bu iradenin taalluk etmesiyle olur. Kadîm olan ise ancak, iradesi herhangi bir şeye taalluk etmediği zamanki sözü (kavi) ve kelamdır. Her kadîm ile hadisin mecmûuna baktığında, onları ezelde bulamazsın. Onları topluca ancak, lâ yezâlde bulabilirsin. O halde onda, hudûs manası anlamı vardır. Fakat bu ifadeyi kullanmak, akla muhtelif vehimler getirir. Binâenaleyh iyi düşün ve muradın ve maksadını açıklamadan, "hepsi de hadistir!" deme. Çünkü bundan bazan, "(kadîr de dahil olmak üzere) hepsi de hadistir, sonradan olmadır" manası anlaşılabilir Doğrusu, işaret ettiğin hususu iyice tahkik et ve ibareyi de iyi seç. Ve, "Mecmu. -iki tarafından birisi kadîmdir, diğeri ise hadistir. (Hadis olan) diğeri, ezelde kadîn ile bulunmuyordu" de. Muarızımızın, "ol" ifâdesi, harflerden meydana gelmiştir" sözüne gelince biz der; ki: Kelâm, iki manaya gelebilir: a) Konuşanın nezdinde olan şey. b) Dinleyenin nezdinde olan şey. Diğer taraftan bunlardan her biri ötekisini ifade etmek üzere kullanılabilir. Bundan pekçok faydalar ortaya çıkarır. Zikrettiklerimizin açıklamasına gelince: Meselâ bir kimse, başkasına, "Sana yarın söylemeyi dilediğim bir sözüm var" dese, sonra onu dinleyen kimse, yarın ona gelip de, ondan, dün nezdinde olan o kelamı sorsa, o da ona, "Bu gün yanımda bulunmanı, gelmeni istiyorum" dese, bu söz hakkında mütekellim (söyleyen) "dün" nezdinde olduğunu, ifade etmiştir. Oysa bu, muhatap nezdinde yoktu. Ve fakat sonra, muhatap nezdinde harfle, sesle meydana getdi. "Bu duyduğum var ya, işte (dûn) nezdimde olan oydu" ifadesi kullanılır. Her akıllı şunu bilir ki, dûn, konuşanın nezdinde ne ses ne de harf bulunuyordu. Zira, konuşanın, nezdinde olan kelâmı Arapça ifade etmesi mümkündür. O zaman da onun harfleri olur. Bunu, Farsça ifade etmesi de mümkündür. O zaman da onun başka harfleri olur. Şu halde, konuşan nezdinde bulunan ve kendisinin vaadettiği kelâm bir olup, harfler ise muhtelif ve çoktur. O hakle, "Bu, benim nezdimde olandır" ifadesinin anlamı, "Bu (harfler ve sesler), sana, benim nezdimde olanı iletir, ulaştırır şeklinde olur. Yine, bu da mecazdır. Çünkü onun nezdinde olan şey, ona intikal etmemiştir. O ancak bunu bilmiş ve bu konuda, okuma, yazma veya işaret gibi şeyleri dinleme ya da görme yoluyla nezdinde bir bilgi hasıl olmuştur. Sen bunu anladığında bilesin ki, Allah nezdinde olan ve O'nun sıfatı olan kelâm, daha önce de anlaşıldığı üzere, bir harf değildir. Dinleyen nezdinde hasıl olan ise, harf ve sestir. Demin zikrettiğimiz kullanma genişliği sebebiyle, bu ikisinden her biri, öbürü hakkında kullanılabilir. O halde Cenab-ı Hak "Ona der" buyurduğunda bir söyleyen ile bir dinleyen bulunur. Böylece burada, fiilin meydana gelişi, bu sözü dinleyen tarafından olduğundan, dinleyeni yani muhatabı nazarı itibara almış ve kâ nün ile "sen var ol!" buyurmuştur. İşte bu oluş işi muhatap nezdindedir ve matlub da böylece hasıl olmaktadır. 83"Demek her şeyin mülkü ve tasarrufu, kendi elinde bulunan Allah'ın şanı ne kadar yücedir, münezzehtir! Siz ancak O'na döndürüleceksiniz" Tevhîd inancı ve ölümden sonra "iade" yeniden diriltme iyice anlatılıp, buna rağmen onlar bunu inkâr ederek, "Allah'ın dışında ilah vardır" deyince, şanı yüce ve ortaktan münezzeh olan Allahü teâlâ, "Her şeyin mülkü ve tasarrufu kendi elinde bulunan Allah'tır"; her şey O'nun mülküdür. O halde daha nasıl olur da, kendisine mâlik olunan mâlikin ortağı olabilir?" buyurmuş; müşrikler, "i'âde"nin olmayacağını söyleyince de, her iki konuda da onlara bir reddiye olmak üzere, "Siz ancak O'na döndürüleceksiniz" buyurmuştur. Biz daha önce, sübhân kelimesinde nahve taalluk eden hususları açıklamıştık. Yani, yahut demektir. (fe sübhâne) kelimesi de, böylece, tesbihin özel ismi olmuş olur. Tesbih ise, tenzih etmektir. Melekût ise, mülk kökünden gelip mübalağa ifade eder. (Hakimiyet, hükümranlık, her şeye hakim ve amir olma) Rehamût "çok rahmet etmek" ye Rehebût "çok korkma" kelimeleri gibi. Bu kelime, "fealül" ya da "fealüt" sigasından olup, hakkında değişik açıklamalar yapılmıştır. Bunun "fealül" sigasından olduğunu söyleyenler ise, buradaki "tâ"nın sonradan ilave edildiğini söylemişlerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her şeyin bir kalbi vardır. Kur'ân'ın kalbi de Yasîn'dir." Müsned, 5/26 Gazali ise bu konuda şunu söylemiştir: "Bu böyledir, zira imanın sahih olması haşri ikrar etmektedir. Haşr ise, bu sûrede, en mükemmel biçimde anlatılmış, bu sebeple de Kur'ân'ın kalbi sayılmıştır." (Fahru'd-din er-Razî de bu sözü güzel bulmuştur. Ben onu, Gazall'nin bu sözü sebebiyle, ona rahmet talebinde bulunurken duydum.) Bu sûrede, yine, itikadı üç temel meselenin delillerin en kuvvettileri ile izahının bulunduğu söylenebilir. Binâenaleyh, bunun başlangıcı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki sen, gönderilmiş peygamberlerdensin" (Yâsin, 3) ifâdesi ile, risâletin beyân edilmesidir. Bunun delili ise, hem bundan önce getirdiği, "Hakim olan Kur'âna yemin olsun" (Yasin, 2) ayeti, hem de bu ifadeden sonra getirdiği, "Ataları korkutulmamış olan bir kavmi korkutasın diye"(Yasin, 6) ayetidir. Sonu ise, Cenâb-ı Hakk'ın, tevhidine bir işaret olmak üzere, "Demek her şeyin mülkü ve tasarrufu, kendi elinde bulunan Allah'ın şanı ne kadar yücedir" ifâdesiyle olmak üzere, tevhidinin açıklanmasıyla; "haşr"e bir işaret olmak üzere de, "Siz ancak O'na döndürüleceksiniz" ifadesiyle de, "haşr"in beyan edilmesiyle bitmiştir. Bu sûrede, bu üç temel inanç esaslar" delilleri ve bunlara mukabil verilen mükafaattar yer almıştır. Kur'ân'dan bu kadar bir miktarı ezberleyen kimse, kalbinin nasibini almış olur ki bu pay da, kalb ile yapılan tasdiktir. Lisanın vazifesi ise, söylemektir. Nitekim söyleme işi, Cenab-ı Hakk'ın, "Ey iman edenler, Allah'dan korkun ve doğru söz söyleyin" (Ahzab, 70), "Allah'a çağırandan daha güzel sözlü kimdir?" (Fussilet, 33), "Allah, iman edenleri sabit söz ile sağlamlaştırır" (ibrahim, 27), "Onları takva sözü üzerinde durdurdu" (Fetih, 26), "Güzel sözler O'na yükselir" (Fatır, 10) ayetleriyle, bunların dışındaki diğer ayetlerde ifade edilmiştir. Uzuvların vazifesi ise, ameldir. Bu hususda, Cenâb-ı Hakk'ın, "Namazı dosdoğru kılın ve zekât verin " (Bakara, 43), "Zinaya yaklaşmayın" (İsra, 32), "Cana kıymayın... "(İsra 33), "Ve salih ameller yapın" (Sebe, 11) ayetleriyle, bu sûrenin dışındaki diğer ayetlerde beyan edilmiştir. Böylece bu sûrede sadece kalbin amelleri bulunduğu için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sûreyi, kalb olarak nitelemiştir. İşte bundan dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ölümü yaklaşan kimseye Yasîn'in telkin edilmesini ve başucunda bu sûrenin okunmasını teşvik ettiği muhtelif haberlerde yer almıştır. Çünkü o anda, dilin kuvveti zayıflar, haricî uzuvlar da adeta çöker. Ancak ne var ki kalb, Allah'a yönelir. O'nun dışında kalan her şeyden yüz çevirir. Dolayısıyla, onun başucunda, kalbinin kuvvetini arttıracak ve üç temel itikad esasına dair tasdik ve İkrarını arttıracak olan şey okunur. Bu sûre, onun için şifâdır. Allah'ın ve Resûlüllah'ın kelamının sırtarını ise, yine ancak Allah ve Resulü bilir. Bizim söylediklerimiz ise, kesin ve katî olduklarını iddia etmeksizin, dile getirdiğimiz zann-ı galibten ibarettir. Allah'dan, nice merhamet etmesini umarız. Çünkü O, Erhamü'r-Rahimîn'dir... Bu sûrenin tefsiri bitti. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'a aittir. Salât-ü selâm, efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve O'nun, pak olan âline olsun. |
﴾ 0 ﴿