2

"Yâ, Sîn. Kur'ân-ı Hakim'e yemin olsun ki...".

(Bazı sûrelerin başında yer alan bu şekildeki), hecâ harfleri hakkında, Ankebût Sûresinin başında, birtakım külli (genel) hususları ele almış ve Allahü teâlâ'nın, bu harflerle başladığı her sûrenin evvelinde, zikir, kitap ve Kur'ân gibi konuların yer aldığını söylemiştik. Şimdi burada da bazı diğer hususlardan bahsedeceğiz:

Birinci Bahis: Bazı sûrelerin basında bu harflerin bulunmasında, bu harflerin hikmetten (manadan) uzak ve halî olmadıklarını gösteren bazı şeyler vardır. Fakat insanın İlmi, bunları tam olarak kavrayamıyor. Binâenaleyh diyoruz ki: Bunlarda bulunan genel mana ve hikmet nedir? Bunlardaki hikmeti anlatan şeyi izah şöyledir: Allahü teâlâ, hecâ harflerinin yananı, yani ondört harfi bu şekilde zikretmiştir. Harflerin tamamı ise, eğer hemzenin, harekeli bir elif olduğunu nazar-ı itibara alırsak, yirmisekizdir. Arap dilindeki harflerin tamamı bundan ibarettir. Cenâb-ı Allah, bu harfleri üç kısma ayırmıştır. Birinci kısım, eliften zal'a kadar olan 9 harftir. İkinci kısım da, elifbâ'nın, son dokuz harfini teşkil eden fa'dan ya'ya kadar olan dokuz harftir. Üçüncü kısım ise, bu ikisinin ortasında yer alan, râ'dan gayn'a kadar olan on harftir. Allahü teâlâ, birinci kısımdan iki harfi, yani elif ile hâ'yı, sûre başlarındaki hurûf-u hecâ'dan olarak getirmiş, bu kısımdan geriye ise, sadece fâ ile vâv harflerini almamış, geriye kalan yedisini zikretmiştir. Birinci kısımda, "hurûf-u halk" (boğaz harfleri)nden sadece, hî'yı zikretmemiştir. Son kısımda da, şefevî (dudaktan çıkan) harflerden sadece mîm'i zikretmiştir. Orta kısımdaki on harften ise, bir harf zikretmiş, bir harf bırakmış, meselâ, râ'yı zikretmiş, ze'yi bırakmış; sin'i zikretmiş, şın'î bırakmış; sâd'ı zikretmiş, dâd'ı bırakmış; tı'yı zikretmiş zî'yi bırakmış ve ayn'ı zikretmiş, gayn'ı bırakmıştır. Bütün bunlar tesadüfi olmayıp bir maksada yöneten bir sıradır. Öyle ise bütün bunlar, bir hikmetten ötürü yapılmıştır.

Bu hikmetin bizzat kendisinin bizce bilinmediği açıktır. Farzet ki birisi bu hususta birşey iddia etse, bu kimse, bazı sûrelerin, meselâ nün, kâf ve sâ'd gibi iki harfle; bazılarının, "elif, lâm, mîm", "elif, lâm, râ" gibi üç harfle; bazılarının, "Elif, lâm, mîm, râ", "elif. lâm, mîm, sâd" gibi dört harfle; bazılarının da, "hâ, mîm, ayn, sîn, kâf", "kâf, hâ, yâ, ayn, sâd" gibi beş harfle başlamaları hususunda ne diyebilir? Farzedelim ki birisi, "Bütün bunlar, sözün (kelimenin) ya harf, ya fiil yahut da isim olduğuna işarettir. Çünkü harflerden (edatlardan) genel olarak, atıf vâv'ı, tâkibiyye fâ'sı, istifham hemzesi, teşbih kâfi, ilsâh bâ'sı gibi, tek harf üzere olanlar vardır. Kimileri de, "teb'iz" için olan,muhayyerlik ifade eden,araya giren ve istifham manası taşıyan,şart için olan gibi, iki harf üzere olurlar. İsim, fiil ve harf de, mesela harfte ve gibi isimde, ve fiilde de, gibi, üç harf üzere gelenler vardır. İsim ve fiil, dört harf üzere de olurlar. Özellikle isim, "turp"; "defter-kayıt" ve gibi, üç dört ve beş harf üzere gelir. Kur'ân'da bulunan bu hurûf-u mukatta'alar, bu harflerden meydana gelen, Arapça terkiblerin (kelimelerin) bu kalıplarda geldiklerine bir işarettir. Fakat bunu söyleyen kimse, sûrelerin bazısına bir harfin, bazısının başına da birden fazla harfin getirilmesine ne diyecektir? Dolayısıyla bu husustaki tam sırrı, ancak Allahü teâlâ ve O'nun bunları öğrettiği kimseler bilebilir.

Bunu iyice kavradığına göre şimdi diyoruz ki: Bil ki, ibadetlerin bir kısmı kalb ile, bir kısmı dil ile, bir kısmı da diğer uzuvlarla yapılır: Bunların her biri de İki kısma ayrılır. Bir kısmı, manası, hakikati ve hikmeti anlaşılabilen, bir kısmı ise anlaşılmayandır. Kalbî olarak yapılan ibadetler, şekkten ve cehaletten uzak olmalarına rağmen, içlerinde delili aklen bilinmeyen (anlaşılmayan) vardır. Bunlara, ancak naklen imân vâcib olur. Mesela kıldan ince, kılıçtan keskin sırat köprüsüne inanmak gibi... Mü'min ve yakîn sahibi kimseler, bu köprüden, bir şimşeğin çakışı gibi hızla geçerler. Yine görünürde ağırlıkları olmayan amellerin tartıldığı ilahî mîzan (terazi), cennet ile cehennemin nasıl oldukları gibi... Bütün bunların var oldukları, aklî delille bilinmez. Bunların aklen bilinen tarafı, mümkün oluşlarıdır. Bilfiil gerçekleşecekleri hususu ise, naklî delillerle kesin olarak bilinir. Kalbî ibadetlerin (inançların) bir kısmının ise delilleri aklen bilinir. Meselâ, Allah'ın birliği, peygamberlik müessesesi, Allah'ın kudreti ve peygamberlerin doğruluğu gibi... Bedenî ibadetlerden de, manası, hakikati ve hikmeti anlaşılanlar olduğu gibi, anlaşılmayanlar da vardır. Meselâ, "nisab" miktarları ve namazın rekâtlarının sayısı gibi hususlar, anlaşılamayanlardandır. Bu husustaki hikmetten bahsetmiştik. Bunun hikmeti şudur: Kul, emrolunduğu şeyi, hikmetini bilmediği halde yerine getirdiğinde, o onu sırf ibadet maksadıyla (niyetiyle) yapmış olur. Fakat fayda ve hikmetini bildiği şeyler böyle değildir. Çünkü o, çoğu kez faydasını bildiği o şeyi, faydasından ötürü yapar. Bu tıpkı, bir efendinin kölesine, kölesi ondaki faydayı anlamaksızın, "Şu taşı şuradan götür" deyip, onun da onu oradan götürmesi gibidir. Fakat efendi kölesine, "Şu taşı şuradan kaldır. Çünkü altında, senin için bir hazine var" dese, köle buna inanmasa bile, onu oradan kaldırır. Bu anlaşıldığına göre, dil ile yapılan ibadetlerde de, durum aynıdır. Yine bunlardan da bir kısmının mana ve hikmeti bilinmez. Kul, onu diliyle yerine getirdiğinde, bundan kulun sırf, emirler veren, yasaklar koyan ma'bûdunun emrine boyun eğme maksadını taşıdığından başka mana anlaşılmaz. Binâenaleyh kul, dediğinde, bundan, ya o kulun, manalarını anlamadan bunları söylediği, yahut da manalarını anladığı için, emrolunduğu şeyi yerine getirmek maksadıyla bunları telaffuz ettiği anlaşılır

Yâsin

İkinci Bahis: "Yâsîn" ifadesiyle ilgili olarak şunlar ileri sürülmüştür:

1) Bu bir nida olup, "Ey insan" demektir. Bunu şöyle izah ederiz: "İnsan" kelimesinin, ism-i tasğîri, şeklindedir. Buna göre sanki bu ism-i tasgirin başı hazfedilmiş, sonu alınarak, "Ey üneysîn" manasında, "Yâsin" denilmiştir. Buna göre, bu hitabın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapılmış olması ihtimal dahilindedir. Bunun delili bundan sonraki "Sen, hiç şüphesiz peygamberlerdensin"ifadesidir.

Üçüncü Bahis: "Yâsîn", ya mahzüf bir mübtedânın haberi olarak merfûdur. Bu mübtedâ da, "Bu" kelimesidir. Buna göre Allahü teâlâ sanki, münâdâ olarak, yahut da gibi mebnî olarak, mazmûmdur. "Yâsîn" lafzı, "Yâsîn'i oku" takdirinde, (mef'ûl olarak) mansubtur, yahut da ve gibi meftuhtur. Yine bu kelime, "Cayıl" kelimesi gibi, yâ'nın sükûnu ve makablinin meksûr oluşundan ötürü, kesre ile okunmuştur. Yasîn'in mecrûr olduğu söylenemez. Çünkü (burada) bir harf-i cerrin takdiri oaiz değildir ve burada açıkça görülen bir kasem harfi de yoktur.

Cenâb-ı Hak, "Kur'ân 'ı Hakîm'e yemin olsun ki..." demiştir ki bu, ya "rızâ" sahibi manasındaki ifadesi gibi, "hikmetli kılınmış Kur'ân" manasınadır, yahut da "hikmeti konuşan Kur'ân" manasınadır. Buna göre Kur'ân, tıpkı konuşan bir cantı gibi kabul edilmiş olur.

2 ﴿