30

"Ey kulların (gönlüne) çöken pişmanlık! Onlar, kendilerine ne zaman bir peygamber gelse, mutlaka onunla istihza ederlerdi"

Bu, "İşte şimdi hasret vaktidir. O halde ey hasret (pişmanlık) haydi gel, tam zamanınl" demektir. "Hasref'in nekire oluşu, pişmanlığın çokluğunu gösterir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:

İbâd (kullar) kelimesinin elif-lamı, şu iki manaya gelebilir:

a) Ahd (belirlilik) ifade edip, "O sayha tarafından mahvedilen kullar" demektir. Buna göre mana, "Ey bu kullar için olan pişmanlık!" şeklindedir.

b) Bu, cins ifade eder ve "Yalanlayan bütün kâfir kullar cinsi" kastedilmiş olur.

Failin Hazfi

"Bu pişmanlığı duyanlar kimlerdir?" Diyorum ki bu hususta şu izahlar yapılabilir;

a) Burada gerçekte pişmanlık duyan yok. Çünkü bu ifadeden maksad, o azab gerçekleştiğinde, bir pişmanlık da gerçekleştiği için, o ânın, böyle pişmanlığı davet etme vakti olduğunu beyân etmektir. Burada gramer (nahiv) bakımından şöyle bir inceleme yapılabilir: Herhangi bir maksad taalluk etmediği zaman, bazan mef'ûl zikredilmeyebilir. Nitekim, "Falanca verir, vermez" denilir. Burada verilen birşey yoktur. Çünkü maksad, onun verip vermeme gücünü göstermektir. Mef'ûlün böyle hazfi çoktur. Bizim konumuzda ise, fail hazfedilmiştir. Failin hazfi ise azdır. Bu hususun izahı, işte biraz önce bahsettiğimiz gibi, burada hasret (pişmanlık) duyanı zikretmenin, esas anlatılmak istenen şey olmamasıdır. Aksine burada esas anlatılmak istenen şey, böyle bir pişmanlığın, o vakitte olmasıdır.

b) Bu sözü, mecazî olarak, o işin vehametini belirtmek için, Allahü teâlâ söylemiştir. Bu durumda bu ifade, Allah hakkında diğer ayetlerde kullanılan, gülme, unutma, alay etme, şaşma ve temenni etme gibi lafızlar cümlesinden (mecazî manada) olmuş olur. Yahut da diyoruz ki: Bu gibi ifadeler bunu söyleyenin pişmanlık duyması manasına değil, aksine böyle bir pişmanlığın olduğunu haber verme manasınadır. Bu durumda, Hak teâlâ'nın bu sözü mecazî manada söylediğini belirtmeye ihtiyaç kalmaz. Deriz ki: O, münâda (sesleniş) olması hariç, hakiki manada olmak üzere, bir haber vermektedir. Çünkü bu ifade, nida olması halinde, bu Cenâb-ı Hak için mecaz olup, esas maksad haber vermedir.

c) Bu pişmanlığı duyanlar, üzülen müslümanlar ve meleklerdir. Baksana, anlatıldığına göre, Habibü'n-Neccâr, kendisi öldürülürken, "Allah'ım, kavmime hidayet ver" demiş, öldürüldükten sonra ve "Haydi gir cennet" denildikten sonra da, "Ah, keşke kavmim bilebilselerdi ki..." demiştir. Binâenaleyh bir müslümanın, bir kâfire bile üzülmesi ve onun aleyhine olan şeylere hayıflanması mümkündür.

Üçüncü Mesele

"Hasret" kelimesi, tenvinle veya alâ harf-i cem olmaksızın, izafetle, şeklinde de okunmuştur. Yine, vaslı vakıf (duruş) gibi yaparak, hâ ile şeklinde de okunmuştur.

Dördüncü Mesele

Buradaki "kullar" ile kimler kastedilmiştir? Diyoruz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir:

a) Bunlar, o üç elçidir. Sanki kâfirler, meşakkat ve sıkıntı başgösterince, o elçiler için, "Vah yazık oldu! Keşke şu anda olsaydılar, onlara iman ederdik" demişlerdir.

b) Bunlar, Habib'in kavmidirler.

c) Bunlar, kâfir olup, küfürde ısrar eden ve kibir taslayan herkestir. Birincisine göre, "kullar" mü'minler için kullanılmış olup, tıpkı, "Senin benim kullarım özerinde bir hükümranlığın (nüfuzun) yok, (ey şeytan)" (Hicr, 42) ve "Ey kendilerine karşı müsrif olan kullarım" (Zümer, 53) ayetlerindeki "kullar" gibidir. İkincisine göre ise bu, kâfirler için kullanılmış olur. Mutlak manadaki kul ile, Allah'a nisbet edilen kullar arasında fark vardır. Çünkü şerefli olana nisbet edilme, nisbet edilene şeref kazandım-. Nitekim mesela "Beytullah" (Allah'ın evi) dersin. Bu izâfetli ifâdedeki şeref, sırf "el-Beyt" (o ev) cenilmesinde yoktur. Buna göre, "Rahmân'ın kullan" (Furkan, 63) ifadesi, tıpkı, "kullarım"(hicr, 42) gibi olur. "Allah'ın kulları" ifadesi de böyledir.

Peygamberle Alayın Cezası

Cenâb-ı Allah, bundan sonra, onların pişmanlıklarının sebebini de, "O "Onlar kendilerine ne zaman bir peygamber gelse, mutlaka onunla istihza ederlerdi" buyurarak açıklamıştır. O nedametin sebebi, budur. Çünkü bir padişah çöle gelip kendisini bir şahsa tanıtsa ve ondan çok kolay bir hizmet istese, ama o, padişahı "Sen padişah değilsin" diye yalanlasa ve istediği hizmeti yapmasa, sonra da o padişah tahtına geçip otursa ve bu şahıs huzuruna varıp, onun gerçekten padişah olduğunu anlasa, onun duyacağı bu pişmanlıktan daha büyüğü yoktur. İşte o elçilerin durumu da böyledir: Bunlar da birer padişah gibi idiler. Hatta Allah'ın, onları şereflendirip, padişahları onların kapıcısı kılması bakımından, padişahlardan daha büyüktürler. Çünkü Allah, "Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tabî olun ki, Allah da sizi sevsin ve bağışlasın" (Al-i İmrân, 31) buyurmuştur. Bu elçiler de gelmişler, kendilerini tanıtmışlar. Ama üzerlerinde görülecek maddî bir büyüklük alameti yoktu. Kıyamet günü veya o sıkıntı başgösterdiğinde, onların Allah nazarında büyüklükleri, davet ettikleri şeyin de, menfaati kutlara raci olacak olan, ibâdet gibi kolay bir şey olduğu, üstelik bu davetlerine karşılık hiçbir ücret de istemedikleri iyice ortaya çıkınca, kâfirler tam bir nedamet duyarlar. Nasıl böyle olmasın ki? Çünkü onlar, bu elçilerin dediklerinden yüzçevirmekle kalmayıp, onlarla alay etmiş, işkenceye uğratmış, onları hafife almış ve küçümsemişlerdir. Hak teâlâ'nın, "kendilerine geldiğinde" ifadesindeki zamirin, Habibü'n-Neccâr'ın kavmine ait olması mümkündür. Yani, "Onlar, üç peygamberden birisi geldiğinde, hasret ve nedametin onların üzerine olacağını söylediğimizden dolayı, mutlaka onunla istihza ederlerdi" demektir. Bu zamirin, küfürde ısrar eden kâfirlere raci olması da muhtemeldir.

İhzaren Getirilecekler

Sonra, Cenâb-ı Hak birincilerin halini beyan edince, o andaki muhataplara şöyle buyurmuştur:

30 ﴿