SAFFAT SURESİ

Yüzsekseniki ayet olup, Mekkî'dir.

Bazı Melekler

1

Âyetin tefsiri için bak:5

2

Âyetin tefsiri için bak:5

3

Âyetin tefsiri için bak:5

4

Âyetin tefsiri için bak:5

5

"Saflar bağlayıp duranlara sevk-ü idare ve men-u zecr edenlere, zikri okuyanlara yemin ederim ki, sizin tanrınız hakikaten birdir. O, göklerin ve yerin ve bunların arasında ne varsa hepsinin Rabbidir. Doğuların da Rabbidir O".

Kıraat Farkları

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ebu Amr ve Hamza tâ'yı. ayetinde tâ'yı, kendisini takib eden harfe İdğâm ederek okumuşlardır ki, ve ayetleri için de aynıdır. Diğer kıraat imamları ise, izhar ile okumuşlardır. Vahidî (r.h) şöyle der: "İki harfin yakınlığından dolayı tâ'nın sâd'a idğamı güzeldir. Baksana, her ikisi de dilin ucu ile, ön dişlerin dibinden çıkar ve bunlarda, "hems" (fısıltı) sıfatı da vardır. Kendisine idğâmda bulunulan kelime ıtbak ve safir sıfatlarıyla, idğâm edilenden fazla olur. Binaenaleyh, daha noksan olanın, daha fazla olana idğâmı ise, yerindedir. Halbuki, ses bakımından daha fazla olanın daha az olana idğamı ise caiz değildir. ayetinde, ta'nın zâ'ya idğamı güzeldir. Çünkü tâ, hems sıfatına sahiptir. Zâ ise, cehr sıfatına sahiptir ve burada, sad'da olduğu gibi, fazladan olarak safir vasfı bulunur. Keza ayetinde ve ikisi de dilin ucundan ve ön dişlerin dibinden çıktıkları için, tâ'nın zel'e idğamı da yerindedir. Ama, izhar ile ve idğamsız olarak okuyanlara gelince, bu da mahreç farklılığı dolaylıyladır. Allah en iyisini bilendir.

İkinci Mesele

Kendisine kasem edilen bu üç şeyin, aynı mevtûfun (nitelenenin) üç sıfatı olması muhtemel olduğu gibi, bunların ayrı ayrı üç şey olması da muhtemeldir. Birinci duruma göre, şu izahlar yapılabilir:

a) Bunlar, meleklere ait sıfatlar olup, ifadenin takdiri, "Melekler, saf saf olarak dururlar" şeklindedir. Bunda iki ihtimal olabilir: Allahü Teâlâ'nın da o meleklerin, "Biziz o saf saf dizilenler biz" (Saffat, 165) dediklerini haber verdiği gibi, ibadetleri edâ etmek için semâda olur. Veya onların, Allah'ın emrinin kendilerine ulaşmasını gözeterek, havada kanatlarını açıp saf saf durdukları da ileri sürülmüştür. Onların, saf olmalarının şu manaya gelmesi de muhtemeldir: Onlardan her birinin, ya şeref ve fazilet bakımından yahut da zât ve yücelik bakımından, belirli mertebe ve dereceleri bulunur. İşte bu sıraya konmuş olan merâtip sürekli olup, değişmektedirler. İşte bu yönüyle bu durum, saf tutmaya benzemiştir.

Sevkeden Melekler

"sevk-ü idare ve men-ü zecr edenlere..." ayetine gelince, Leys şöyle demiştir: Sen, deveyi, yürümesi için dürttüğünde, (......) dersin. Yine, Arapça'da "Falancayı kötülükten men ettim de, o da geri durdu" denilir. Yani, "Onu nehyettim, o da vazgeçti" demektir. Buna göre, "zecr", deve için kullanıldığında teşvik edip dürtmek; insan için kullanıldığında ise, vazgeçirmek, nehyetmek gibi bir mana taşır.

Bunu İyice kavradığına göre şimdi biz diyoruz ki, meleklerin zecr ile vasfedilmesi hususunda, şu izahlar yapılabilir:

1) İbn Abbas şöyle der: Cenâb-ı Hak, "Onlar onu bir yerden bir yere götürüyorlar" anlamında, bulutları süren (götüren), bu işle görevli olan melekleri kastetmiştir.

2) Bununla, ilham yoluyla insanoğlunun kalblerinde tesirleri olan melekler kastedilmiştir. O halde bu demektir ki, melekler insanları isyanlardan, günahlardan, kötülüklerden men ederler.

3) Belki de melekler yine, şeytanı da, insanoğluna kötülük yapmaktan ve eziyet vermekten men ediyorlardır.

Varlık Nevileri

Ben diyorum ki: Akli ilimlerde şu husus yer almıştır: Varlıklar üç kısma ayrılırlar:

a) Tesir eder, fakat asla müteessir olmaz. Bu, Allah (c.c)'dır ve mevcudatın en şerefi isidir.

b) Etkilenip, fakat etki edemeyen... Bunlar da, maddeler âlemi olup, bu kısım da, varlıkların en alt seviyede olanlarıdır.

c) Bir şeye tesir eden ve bir şeyden de tesir alan varlıklardır. Bunlar da ruhlar alemidir. Çünkü ruhlar, kibriyaullah aleminden etkilenirler. Derken onlar, maddeler aleminde tesir ederler. Bil ki, kibriyaullah âleminden etkilenen ruhlar, bu açıdan, maddeler alemine hükümrân olup, onlarda tasarruf etmeleri itibariyle, başka ve farklıdırlar. O halde Cenâb-ı Hakk'ın ayeti maddeter aleminde müessir olabilmesi açısından, en şerefli olana bir işarettir. Bunun da böyle olduğunu anladığına göre, ayeti meleklerin, huşu ve hudû içinde, ubûdiyyet ve taat makamında beklediklerine bir işaret olup, bu da, o kudsî cevherlerin, çeşitli ilahî nurları ve samediyyetin kemâllerini aldıkları taraf ve cihettir.

Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ayeti, melekî cevherlerin, beşerî kudsî ruhları nurlandırmada ki ve bunu kuvveden fiile çıkarma hususundaki tesirine bir işarettir. Bu böyledir, çünkü beşerî ruhların, melekî ruhlara nisbetle durumu, bir damlanın denize, bir mumun güneşe nisbeti gibi olup, beşerî ruhların, melek cevherlerinin tesirleri ile ilahî bilgiler ve ruhanî kemalatlar hususunda kuvveden fiile geçmelerinin sübut bulmasından dolayıdır. Bunun benzeri olan bir ifade de, "O, kendi emriyle kullarından kimi dilerse ona vahy ile melekleri indirir" (Nahl. 2), "Onu Rûhu'l-Emin, senin kalbine indirmiştir" (Şuara, 193) ve "Peygambere vahiy getirenlere" (Mürselat, 5) ayetleridir.

Bunun da böyle olduğunu iyice kavradığına göre şimdi biz diyoruz ki, bu ayette şöyle bir incelik vardır: Bir şey için, mutlak manada kemâl ve mükemmellik, ancak o şey, tam o tamın üstünde bulunduğu zaman söz konusudur. O şeyin tam olmasıyla, ona layık olan bütün mükemmelliklerin bilfiil onda mevcut olması; o şeyin "tamın üstünde" olması ise, kendisinden çeşitti mükemmellikler ve mutlulukların başkasına akması manası kastedilmiştir. Bir şeyin zâtı açısından kâmil olmasının ise, başkasını kemâle erdirmesinden önce bulunacağı malumdur. Bunun böyle olduğunu da anladığına göre, şimdi biz diyebiliriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi, melek cevherlerinin, ubûdiyyet duraklarında, hizmet ve taat sayfalarında bekledikleri vakit, zâtlarını kemâle ifadesi o kudsî ruhların beşeri ruhların cevherinde bulunmaması gereken şeyleri giderme hususundaki tesirlerinin keyfiyetine ve ifâdesi de o kudsî rûhların, Cenab-ı Hakk'ın kudsiyyetinin tecellilerini ve ilahî nurlarını, beşerî ruhlara fezeyân ettirip akıtmadaki tesirlerinin keyfiyyetine bir işarettir. Binâenaleyh bunlar, bu lafızlarla tıpatıp uyan aklî münasebetler ve hakikî değerlendirmelerdir.

Melekler Yorumuna İtiraz

Ebu Müslim el-İsfehânî "Bu lafızları meleklerle ilgili kılmak, caiz değildir. Çünkü bu lafızlar, müennesliği (dişiliği) ihsas ettirmektedirler. Halbuki melekler böylesi sefatlardan uzaktırlar" demektedir. Buna şu iki açıdan cevap verebiliriz:

a) (......) kelimesi, çoğulun çoğuludur. Çünkü Arapça'da "Saf olmuş topluluk" denilir. Daha sonra bu kelime, (çoğulun çoğulu olarak) (......) şeklinde çoğul yapılır.

b) Onlar, manevî müenneslikten berî ve uzaktırlar. Lafız bakımından müenneslikten ise, berî değillerdir. Kendisinde, te'nîs alâmeti varken, üstelik onlara melâike ismi verilirken, daha nasıl böyle olmasın?

c) Bu sıfatların, yeryüzünün melekleri olan, Allah'a kulluğa yönelmiş kudsî, tertemiz, beşerî ruhlara hamledilmesidir. Bunu şu iki yönden izah edebiliriz:

1) (......) ayeti ile, cemaatla namaz edâ edilirken gerçekleşen saf durmalar murad edilmiştir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi "Eûzü billahi mine'ş-şeytâni'r-racîm" (istiâze) cümlesinin okunmasına bir işarettir. Çünkü, böylece onlar sanki şeytanı, namaz esnasında kalblerine vesvese vermekten men etmiş gibi olurlar. Cenâb-ı Hakk'ın ayeti de, namazda Kur'ân okunmasına bir işarettir. Yine, ifadesinin, Kur'ân okurken, sesin yükseltilmesine bir işaret olduğu, sesini yükseltmesi sebebiyle bu kimsenin, şeytanı kovduğu da ifade edilmiştir.

Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geceleyin ashabının evlerini dolaştı da, Hazret-i Ebû Bekr (radıyallahü anh)'i alçak sesle; Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'i de yüksek sesle Kur'ân okurken duydu. Derken, Ebû Bekr (radıyallahü anh)'e, "Niçin, böyle okudun?" diye sorduğunda, Ebû Bekr (radıyallahü anh), "Mabûd (Allah) semidir, alîmdir" dedi. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e de, "Niçin bu şekilde okuyorsun?" diye sorduğunda, o da, "Uyuyanları uyandırmam ve şeytanı kovmam için!" cevabını verdi.

"Alimler" Olarak Tefsiri

Bu ayetlerdeki bu üç lafzın tefsiri hususunda bir diğer izah şekli de şudur: Cenâb-ı Hakk'ın, ayeti ile, Allah'ın dinine davet eden, hakikata ermiş ulemâdan meydana gelen saflar kastedilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinden, böylesi ulemâ topluluğun, şüpheli ve şehevî şeylerden men etmekle meşgul olmaları kastedilmiştir. ifadesinden de, bu ulemâ topluluğunun, Allah'ın dinine davet ve Allah'ın kanunlarına göre amel etmeye teşvik ile meşgul olmaları kastedilmiştir.

"Mücahidler" Olarak Tefsiri

Bu lafızların tefsiri hususunda yapılabilecek bir üçüncü izah da bizim bu ifadeleri, Allah yolunda cihad eden gazilerin hallerine hamletmemizdir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesinden, savaşmak için tutulan saflar kastedilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak "Şüphesiz ki Allah, kendi yolunda, birbirine kenetlenmiş bir bina gibi, saf bağlayarak çarpışanları sever"(Saf,4) buyurmuştur. (......) ayetine gelince, biz deriz ki: "Zecr" ile "sayha" birdir, aynı işi görürler, ki bundan murad da, atları sevketmek için, çıkarılan naralardır. Ayetteki (......) ifadesi ile de, gazilerin düşmanla savaşa başladıklarında okudukları Kur'ânlar, yaptıkları zikirler, tehlil ve takdîsler kastedilmiştir.

Kur'ân Ayetleri Yorumu

Bu ayetlerle ilgili olarak bir dördüncü izah da, bizim, bu ifadeleri Kur'an'ın ayetlerinin vasıfları kabul etmemizdir. Binâenaleyh, ayetinden, Kur'ân'ın ayetleri kastedilmiştir. Çünkü Kur'ân'ın ayetleri çeşit çeşit ve farklı farklıdır. Bazıları, "tevhîd"in; bazıları Allah'ın "ilim, kudret ve hikmetinin"; bazıları, "nübüvvetin"; bazıları "meâd ve haşrin", "Kıyametin" delilleri; bazıları mükellefiyetin ve ilahî hükümlerin beyanı; bazıları da, üstün ahlâkın talimi ve öğretimi hakkındadır. Bu ayetler, değişmeyen, tebeddül etmeyen bir tertip ile tertip olunmuşlardır. Binâenaleyh bu ayetler, belirli saflarda duran şahıslara benzemektedirler. O halde, ifadesinden, kötü fiillerden men eden ayetler;' ifadesinden ise, iyi ve güzel amellere yönelmenin farz olduğuna delâlet eden ayetler kastedilmiştir. Ayetlerin, "okuyucu" olmakla nitelenmeleri, (şair olan şiir) ve "söyleyen söz" düsturuna göredir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Gerçekten bu Kur'ân öyle bir şeye doğrultup götürür (İsra, 9) buyurmuştur. Keza "Yâsîn. O hikmet dolu Kur'ân'a yemin ederim ki" (Yasin, 1-2) buyurmuştur. Buradaki el-hakîm'in, hâkim "hükmeden" manasında olduğu da ileri sürülmüştür.

Bütün bu muhtemel izahlar, bu cümlelerin tek bir şeyin sıfatları olması durumuna göredir. İkinci ihtimale, yani, bu üç şeyle farklı farklı şeylerin kastedilmesi haline gelince, Cenâb-ı Hakk'ın ayetiyle, "Saf saf olmuş olan kuşlara... "(Nûr, 41) ayetinden hareketle, kuşların kastedildiği; (......) kelimesiyle Allah'a isyan etmekten men eden her şeyin ve (......) kelimesiyle de, Allah'ın kitabından okunan her şeyin kastedildiği ileri sürülmüştür.

Başka İzah

Ben derim ki: Bu hususta yapılabilecek diğer bir izah da şudur: Allah'ın yarattığı şeyler, ya cismanîdir, ya ruhanîdir. Cismânî olanlar, değişmeyen birtakım derece ve tabakalara göre sıralanmışlardır. O halde yeryüzü, âlemin ortasında olup, su küresiyie; su da hava ile; hava da ateş ile; bu dördü de maddî âlemlerin son sınırına kadar felek küreleriyle kuşatılmışlardır. Binâenaleyh bütün bu maddeler, adetâ Allah'ın celal eşiği üzerinde saf tutup durmuşlardır. Ruhanî cevherlere gelince, bunlar derecelerinin farklı, sıfatlarının başka olmasına rağmen şu iki sıfat bakımından müşterek (aynı)tirler:

a) Hareket ettirmek ve evirip çevirmek suretiyle, madde âlemine tesir etme sıfatı... Hak teâlâ buna, ayetiyte işaret etmiştir. Çünkü bundan muradr "sürmek ve hareket ettirmek" manaları olduğunu söylemiştik.

b) Anlamak, bilmek ve marifetullah'a gark olup, Allah'ı medh-u sena etme sıfatı. Cenâb-ı Hak, buna da ayetiyle işaret buyurmuştur. Madde, makarr bakımından, ruhanî varlıklardan daha aşağı olduğu için, maddede tasarruf edebilme sıfatı, Allah'ı tesbîhata yönelmiş, celâlullah'ın marifetine garkolmuş ruhlardan derece bakımından aşağı olunca, ki Hak teâlâ, "O'nun yanında olanlar O'na ibadetten kibirlenerek geri durmazlar" (Enbiyâ, 19) buyurmuştur, bu durumda hiç şüphesiz işe önce maddeleri zikretmekle başlayıp, buyurdu; ikinci olarak, alemdek maddeleri idare eden ruhları, üçüncü olarak, en Üstün dereceyi işgal eden şeyle-yani tamamen Allah'ın celalinin marifetine yönelmiş, O'na medh-u senaya dalmış mukaddes ruhtan zikretti. Bunlar, gönlüme doğan birtakım ihtimallerdir. Kur'ân-Kerîm'in sırlarını ancak Allah bilir.

Allah'ın Yemini

Alimler bu konuda şu iki görüşü belirtmişlerdir:

a) "Burada kendisine yemin edilenler, bu şeylerin bizzat kendileri değil, bunların yaratıcısıdır." Bu görüşte olanlar delillerini şöyle sıralamışlardır:

1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'dan başkası adına yemin etmekten nehyetmişti. Öyle ise, Allah'ın hikmetine, zatından başkasına yemin etmesi nasıl uygun düşer"

2) Bu gibi şeyler hususunda, bir şeye yemin etmek, yemin edilen varlık için, büyük bir saygıyı ifade eder. Böyle bir saygı ise, ancak Allah'a uygun düşer.

3) Bahsettiğimiz bu husus, Hak teâlâ'nın, bazı sûrelerde açıkça belirttiği ifadeler ile de pekişir: Meselâ, "Semâ'ya ve onu yapana, yere ve onu yayıp döşeyene her bir nefse ve onu düzenleyene yemin olsun ki..." (şems, 5-7) ayetinde olduğu, gibi...

Yemin Konusu Varlıklar

b) "Bu yemin, bizzat bu şeylere yapılmıştır" diyenlerin görüşü... Bu görüşte olanlar, şu delilleri getirmişlerdir:

1) Yemin, bu lafızların zahirine göre, bizzat bunlara yapılmıştır. Binâenaleyh ayetin zahirini bırakıp, başka manaya gitmek, delilin hilafına bir hareket olur.

2) Allahü teâlâ, "Semaya ve onu yapana yemin olsun ki" deyip, kasem vâvır "semâ" kelimesinin başına getirmiş, "Onu yapma" ifadesini o kaseme atfetmiştir Binâenaleyh "semâ"ya yapılan yeminden, eğer, "onu yapana yemin" manas kastedilmiş olsaydı, aynı yerde bir tekrar yapılmış olurdu. Bu ise caiz değildir.

3) Allah'ın bu şeylere yemin edişindeki hikmetin, bu şeylerin zatlarının şerefli hakikatlerinin mükemmel olduğuna bir dikkat çekme olması da uzak bir ihtimal değildir. Hele de biz bunları melekler anlamına alırsak... Çünkü bu durumda, bunların adına yemin etmedeki hikmet, onların derecelerinin yüksekliğine ve mertebelerinin yüceliğine dikkat çekme olur. Allah en iyi bilendir.

Yeminin Akif İzahı

İmdi eğer denirse ki: "Burada yemin etmek uygun düşmez. Bunun sebepleri şunlardır:

1) Yeminden maksad, bu tür neticeyi ya mü'minin, ya kâfirin nezdinde isbat etmektir. Birinci ihtimal olamaz. Çünkü yemin edilse de edilmese de, zaten mü'min bunu kabul etmiştir. Binâenaleyh her halükârda böylesi bir yemin gereksizdir.

2) Allahü teâlâ, bu sûrenin basında, ilahın (gerçek tanrının) tek olduğuna dair yemin etmiş; Zâriyât Sûresi'nin başında da, Kıyametin hak olduğuna yemin ederek, "Tozutup savuranlara yemin olsun ki, şüphesiz ki size vaadolunan (şeylerin hepsi) elbette doğrudur" (zariyat. 1-5) buyurmuştur. Bu önemli hususun, dehriyye ve benzerleri gibi muhaliflere yemin ile isbatı, akıllılara uygun düşmez?" Evet, böyle denilirse, buna birkaç şekilde cevap verilir:

1) Allahü teâlâ, başka sûrelerde, yakınî delillerle tevhidi, dirilişin ve Kıyametin doğru olduğunu anlatmıştır. Bu deliller daha önce geçince, bunları, yeniden anlatma tuhaf birşey değildir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, daha önce geçenleri te'kid için yemin etmiştir. Bilhassa Kur'an, Arapça olarak nazil olunca, esasları yeminle te'kid ve isbat etmek, Araplarca alışılmış bir usûl olduğu için (Kur'ân'da da bunlar yer almıştır).

2) Allahü teâlâ, "Gerçekten sizin tanrınız hakikaten birdir" hükmünün doğruluğunu göstermek için, bu şeylere yemin edince, bunun peşinden, ilahın tek olduğu konusunda, yakinî bir delil gibi olan şu hususa işaret etmiştir: "(O), göklerin ve yerin ve bunların arasında ne varsa hepsinin Rabbidir. Doğuların da Rabbidir O." Bu böyledir, çünkü Hak teâlâ, "Eğer o göklerde ve yerde, Allah'dan başka ilahlar olsaydı, oraların düzenleri bozulurdu "(Enbiya, 22) ayetinde, göklerin ve yerin bir nizam içinde oluşunun, ilahın bir tek olduğuna delâlet ettiğini anlatmıştır. Bu sûrede ise, "Sizin tanrınız hakikaten birdir" buyurunca, bunun peşinden, "O göklerin ve yerin ve bunların arasında ne varsa hepsinin Rabbidir" buyurarak, âdeta "Biz, bu alemin intizamına bakıldığında, bunun ilahın tek oluşuna delil olduğunu beyan etmiştik, ûteyse sizce, benim bir olduğumun anlaşılması için, bu delili iyice düşünün" demek istemiştir.

3) Bu sözün maksadı, putperestlerin, putların ilah olduklarını iddia edişlerini reddir. Buna göre sanki, "Bu iddia, düşüklük ve zayıflık bakımından, iptal hususunda, böyle bir delilin bile yeterli olduğu bir derecededir" denilmektedir. Allah en iyi bilendir.

Dördüncü Mesele

Göklerin ve yerin hallerinin, kadir, alîm ve hakîm bir ilahın varlığına, O'nun tek olduğuna ve ortaksız olduğuna dâir delâletinin izahı... Bu tefsir defalarca ve çeşitli vesilelerle yapılmıştı.

Meşarik

Ayetteki, "Doğuların da Rabbidir O" ifadesi ile, güneşin doğuları (yani ufukta doğduğu noktalar) kastedilmiştir. Süddî şöyle der: "Meşârık" (doğular), üçyüz altmış tanedir. Meğarib (batılar, yani batış noktaları) da böyledir. Çünkü güneş, her gün doğudan doğar, batıdan batarlar." Ayetteki meşârık ile, yıldızların doğma yerleri de kastedilmiş olabilir. Çünkü her bir yıldızın, doğduğu ve battığı yerler vardır. Buna göre eğer, "Cenâb-ı Hak niçin burada sadece "Meşârık'tan bahsetmiş?" denilirse, biz deriz ki: Bunun, şöyle iki sebebi olabilir:

a) Allahü teâlâ'nın, tıpkı "Sizi sıcaktan koruyacak (elbiseler)" (Nahl, 81) ayetinde (sıcağı zikredip, bununla soğuğu da kastetmesi) gibidir.

b) Şark (doğu), batıdan daha kıymetli, daha faydalıdır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, kullarına olan lütfunun çokluğuna dikkat çekmek için, güneşin doğuşundan bahsetmiştir. İşte bu incelikten ötürü, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) de, güneşin doğuşunu delil getirip, Nemrud a, "Allah, güneşi doğudan getirir" (Bakara. 258) demiştir.

Beşinci Mesele

Ehl-i sünnet âlimleri, ayetteki "(O) göklerin ve yerin ve bunların arasında ne varsa hepsinin Rabbidir" ifadesini,

Allah'ın, insanların amellerini de yarattığına delil getirerek şöyle demişlerdir: Çünkü kulların amelleri de, gök ile yer arasında bulunan şeyler cümlesindendir. Bu ayet ise, gökler ve yerde meydana gelen herşeyin Rabbinin ve sahibinin, Allahü teâlâ olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh bu, kulun fiillerinin de, Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiğine delâlet eder." Eğer karşı taraf (yani Mu'tezile), "Arazların (sıfatların), gökler ve yer arasında yer alan şeyler cümlesinden kabul edilmesi doğru değildir. Çünkü bu, ancak bir yerde ve bir mekânda bulunanlar için söz konusudur. Arazlar ise, böyle değildir" derlerse, biz deriz ki: Arazlar, gök ile yer arasında bulunan maddelerin sıfatları olarak bulununca, bunlarda gök ve yerde imiş gibi olurlar."

Korunan Gök

6

Âyetin tefsiri için bak:10

7

Âyetin tefsiri için bak:10

8

Âyetin tefsiri için bak:10

9

Âyetin tefsiri için bak:10

10

"Hakikaten biz, en yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik ve onu her isyankâr şeytandan koruduk. Artık onlar, Mele-i A'lâ'ya kulak verip, orayı dinleyemezler. Her taraftan koğularak atılırlar. Onlar için peşpeşe gelen bir azab vardır. Ancak bir çalıp çarpan olması müstesna. Fakat onu da delip geçen bir şihab takib eder"

Birinci Mesele

Farklı Kıraat

Hamza ve Asım'ın râvisi Hafs, zînet kelimesini tenvinli, kevâkib'i de mecrur olarak okumuşlardır. ... zamanda Mesruk b. el-Ecda'ın kıraatidir. Ferrâ şöyle der: "Tıpkı (Alak, 16) ayetinde Cenâb-ı Hakk'ın, nekireyi marifeden bedel yapması gibi, bu da, marifenin nekireden bedel olması kabilindendir." Zeccâc, "Kevâkib kelimesi, "zinet'ten bedeldir. Çünkü bu tıpkı, "Ebû Abdullah'a, yani Zeyd'e uğradım" demen gibidir" der. Âsim, "zinet" kelimesini tenvin ile, "kevâkib'i ise nasbla okumuştur. Ferra, "Bu kıraata göre Cenâb-ı Hak, "Biz, yıldızları süsledik" manasını kastetmiştir" derken; Zeccâc, nasb ile okunması halinde de, "kevâkib'in yine "zinet"ten bedel olabileceğini söyleyerek, "Çünkü "zinet" kelimesi de mahallen mansubtur" der. Diğer kıraat imamları ise, izafet ile; "kevahib"i mecrur kılıp, (......) şeklinde okumuşlardır.

İkinci Mesele

Semânın Süslenmesi

Hak teâlâ, en yakın semâyı süslediğini ve bunu da şu iki hikmetten ötürü böyle yaptığını anlatmıştır:

a) Bir süs meydana getirmek için,

b) Mel'un şeytanlardan korumak için. öyleyse bizim, ayetteki üç neticeyi iyice incelememiz gerekir. Bunlardan birincisi, en yakın semânın bu yıldızlarla süslenmesidir. Birisi şöyle diyebilir: "Astronomide bu sabit yıldızların sekizinci kürede, altı gezegenin de, en yakın semâyı kuşatan altı kürede yer aldığı söylenmiştir. Dolayısıyle, "Biz, en yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik" ifadesi nasıl doğru olabilir?

Cevap: Yeryüzünde olan İnsanlar göğe baktıklarında, göğün bu yıldızlarla süslendiğini görürler. Biz, Astronomide felsefecilerin, bu yıldızların sekizinci felekte yer aldıklarına dair açıklamanın tam bir delili olmadığını beyan etmiştik. Bunu, Mülk Sûresi'ndeki, "Andolsun ki biz, en yakın semâyı birtakım lambalarla süsledik" (Mülk, 5) ayetinin tefsirinde açıkladık. Bunlardan ikincisine yani, yıldızların en yakın semânın zineti olması meselesine gelince, bu hususta iki bahis vardır:

Birinci Bahis: "Zinet", hokkaya konan yün ve pamuk manasındaki "lîkâ" kelimesi gibi, ya bizzat süsün adıdır, yahut da, "nisbet" kelimesi gibi, "süslemek" manasına masdardır. Keşşaf sahibi şöyle der: Ayetteki (......) ifâdesi hakkında şu iki ihtimal söz konusudur:

1) Eğer sen, masdar manasına alırsan, "zinet" failine muzaf olmuş olur ve "Göğü yıldızlar süsledi" manasına gelir. Yok eğer bunu mef'ûlüne muzaf kabul edersen, "Allah, yıldızları süsledi ve onları güze Deştirdi" manasına gelir. Çünkü bu durumda, göğün süsü, aslında yıldızların süslü hale getirilmesiyle olmuş olur. Eğer bu kelimenin isim olduğunu söylersen, o zaman bu izafetin şu iki izahı yapılır:

a) "Kevâkib" kelimesinin, "zinet" kelimesinin beyaniyesi olması... Çünkü zinet (süs), yıldızlarla da, başka şeylerle de elde edilebilir.

b) Bununla, yıldızların süslenildiği (zinetlendiği) şey kastedilmiştir.

İkinci Bahis: Yıldızların, gökyüzünün nasıl süsü olduklarını açıklamak için şu izahlar yapılmıştır:

1) Aydınlık ve ışık, en güzel ve en mükemmel sıfatlardandır. Binâenaleyh eğer feleğin yüzeyinde, bu aydınlatıcı yıldızlar yer alacak olursa, onların orada yer alması sebebiyle, şüphesiz o feleğin kütlesinde bir ışık olacaktır. Nitekim İbn Abbas (radıyallahü anh) ayetin bu ifadesine, "Yıldızların ışığı ile zinetlendirdik" manasını vermiştir.

2) Bununla, Cevza, Benatü Na'ş (Büyük Ayı, Küçük Ayı takım yıldızları), Süreyya gibi, şekilleri birbirine benzer farklı şeyler kastedilmiş olabilir.

3) Bu ifadeyle, yıldızların doğup batışlarının nasıl olduğu manası kastedilmiştir

4) İnsan, karanlık bir gecede, feleğin yüzeyine bakıp, bu mücevher ve çiçek gio şeyleri, bu masmavi yüzey üzerinde parlayan inciler gibi gördüğünde, şüphe yok ki bu manzara, herşeyin en güzeli, terkib ve cevher (öz) bakımından en mükemmefe olmuş olur. Bütün bunlar, yıldızların bir zinet olduklarını gösterir.

Semânın Şeytanlardan Korunması

Bu ayetteki, "Onu her isyankâr şeytandan koruduk" ' ifadesi hakkında iki bahis vardır:

Birinci Bahis: Önce meseleyi dil açısından ele alalım. Ayetteki hıfzan "koruma" kelimesi "onu koruduk" manasındadır. Müberrâ şöyle der: "Önce bir fiil getirip, sonra onun üzerine, başka bir fiilin masdarını atfettiğinde, masdarı mansub okursun. Çünkü böyle okuyuş, bu masdarın fiilinin mahzûf olduğuna delâlet eder. Meselâ (......) dersin ve sen böyle dediğinde, isimlerin fiiller üzerine affedilmeyeceği anlaşılır. Bu sebeple de, kelamın takdiri "Şöyle yapacağım ve sana bir ikramda bulunacağım şeklinde olur." İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: Allahü teâlâ, kendisine karşı isyankar davrananları kastederek, "Göğü yıldızlarla, her türlü isyankâr şeytandan koruduk" buyurmuştur. Marid kelimesinin bu manada olmasının imkansız olduğu, bu kelimenin, "pürüzsüz" manasına geldiği, (pürüzsüz bir köşk) (Neml.44) ayetinin de bu manada olduğu, "emred" (tüysüz) kelimesinin de bu kökten geldiği söylenmiştir "atirid" kelimesinin de bu kökten geldiği söylenmiştir. "Mârid" kelimesinin manasım, (Tevbe, 101) ayetinin tefsirinde izah etmiştik.

Gaybı Hırsızlayan Şeytanlar

İkinci Bahis: Bu, ayetle ilgili aklî meseleleri ihtiva etmektedir: Bu konudaki detay, Mülk, 5 ayetinde zikredilmiştir. Müfessirler şöyle derler: "Şeytanlar, göğün yakınına kadar yükselirler ve nadiren meleklerin konuşmalarını duyup dinlerler. Bu sayede bazı gaybî şeyleri, istikballe ilgili isteri öğrenirler ve bu bilgileri, dostlarına (kâfirlere-kâhinlere) haber verirler. Böylece insanlara, kendilerinin gaybı tamamen bildikleri zannını uyandırırlar. Allahü teâlâ onların, şihabları vasıtasıyla göğün yakınlarına yaklaşmalarına mâni olmuştur. Çünkü Allahü teâlâ, onlara şihabları atarak onları yakar ve yaralar." Burada, konuyla ilgili birkaç soru var:

Şihablar

Birinci Soru: Bu şihablar, Allahü teâlâ'nın, sayelerinde göğü süslediği yıldızlar cümlesinden midir, yoksa değil midir? Yıldızlardan olamazlar, çünkü bunlar yok olur, sona erer, kaybolup gider. Binâenaleyh eğer bu şihablar, gerçekten yıldızlar olsalardı, o zaman, göğün yıldızlarının sayısının çokça noksanlaşması gerekirdi. Böyle bir şeyin kesinlikle olmadığı malumdur. Çünkü gökteki yıldızların sayısı, değişmeden aynı halde kalmaktadır. Hem bu şihabları, şeytanlar için birer mermi kılmak, göğün süsünde bir eksiltmeyi meydana getirecek şeylerdendir. Şu halde bu iki gayeyi birleştirmek, iki zıd şeyi birleştirmek gibidir.

İkinci ihtimali, yani bu şihabların, felekteki yıldızlardan başka bir cins varlık olduklarını söylemek de zordur. Çünkü Hak teâlâ, Mülk Sûresi'nde, "Andolsun ki en yakın göğü lambalarla (kandillerle) süsledik ve onları şeytanlar için birer ateş taneleri (birer mermi) kıldık"(Mülk, 5) buyurmuştur. Buradaki "onları" zamiri, kandil olan o yıldızlara râcîdir. Binâenaleyh kandillerin, bizzat kendilerinin birer mermi olması gerekir. Buna şöyle cevap verilir: Bu şihablar, necm-i sâkıb (ışık saçan) olan, geriye kalan yıldızlardan farklıdır, göğün boşluğunda meydana gelen, yer alan her aydınlatıcı şey, yeryüzündekiler için birer kandildir. Fakat o kandillerden kimileri, uzun süre bozulmaktan ve değişmekten uzak ve bert olarak kalırlar. Kimileri ise böyle olmazlar. Böyle olmayanlar, Cenâb-ı Hakk'ın şeytanlar için birer "recîm" (mermi, taşlama vasıtası) kıldığı bu şihablardır. Durumun böyle olması halinde, bu problem ortadan kalkmış olur. Allah en iyi bilendir.

Helake Atılmasının Sebebi

İkinci Soru: Şeytanlar, şihabların kendilerini yakabileceğini ve maksadlarına kesinlikle ulaşamayacaklarını bildikleri halde, şeytanların oraya gitmeleri nasıl mümkün görülebilir? Böyle bir işin, akıllı bir varlıktan sâdır olması mümkün müdür? En ince hile ve çareleri bilme yetenekleri olan şeytanlardan böyle bir iş nasıl sadır olur?

Cevap: Gökte, bu durumun tahakkuk edeceği belli bir yer yoktur. Eğer böyle belli yerler olsaydı, onlar oraya yaklaşmazlardı. Onlar, meleklerin bulunduğu yerlere yaklaşmaktan menolunmuşlardır. Meleklerin yerleri ise farklı farklıdır. Bazan onlar, kendilerine şihabların isabet edeceği yerlerde bulunuyorlardı. Bazan da başka yerlerde oluyor ve meleklere rastlamadıkları için, kendilerine şihab isabet etmiyordu. Binâenaleyh onlar, göğe çıktıklarında, bazan helak olup, bazan kurtuldukları için, denize girenin kurtulacağını zann-ı galible düşündüğü yere kadar yüzmesi gibi, bu şeytanlar da, zann-ı galibleri ile, kendilerine şıhabların isabet etmeyeceği yerlere kadar gitmiş olmaları mümkündür. Bu, Ebû Ali el-Cübbaî'nin bu soruya tefsirinde verdiği cevaptır.

Birisi şöyle diyebilir: "Onlar göğe yükseldiklerinde, ya meleklerin yerlerine kadar veya başka yerlere kadar çıkarlar. Eğer meleklerin bulundukları yerlere kadar ulaşırlarsa, yanıp kül olurlar. Yok eğer meleklerin bulunmadığı yerlere çıkıyorlarsa, maksadlarına asla ulaşamazlar. Her iki halde de maksadları hasıl olmaz. Binâenaleyh böyle bir tecrübe bulunup, maksadlarını elde etmelerinin imkânsız olduğu onlarca, istikrâen (iyice tecrübe ve araştırma ile) sabit olunca, onların böylesi bir işten kaçınmaları ve asla buna yönelmemeleri gerekir. Ama denizde yüzen kimsenin durumu böyle değildir. Çünkü denizde yüzenler hakkında genel durum, salim olmak ve maksada ulaşmaktır. Fakat burada, yanmaktan kurtulan şeytan, meleklerin bulunduğu noktalara çıkmadığı için kurtulmuştur. Meleklerin bulunduğu yerlere varmayınca da maksadlarını elde etmemiş olurlar. Binâenaleyh böylesi bir işe bir daha başvurmamaları gerekir."

Buna, doğruya en yakın olarak verilecek cevap şudur: Böyle bir hâdise, nadiren olur. Belki de bu iş, şeytanlar arasında nadiren meydana geldiği için, meşhur olmamıştır. Allah en iyi bilendir.

Şihabların Bi'setten Önce Varlığı

Üçüncü Soru: Bazıları şöyle derler: "Mütevatir tarihler, şihabların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelmezden önce de var olduklarına delalet etmektedir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gelmesinden, uzun süre önce yaşamış hakîm zatlar bundan bahsetmiş ve bu şihablar hakkında konuşmuşlardır. Bu hâdisenin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gelişinden önce de mevcudiyeti sabit olduğuna göre, bunu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gelişini gösteren bir hâdise saymak imkânsızdır."

Kâdî buna şöyle cevap vermiştir: Doğruya en yakın olan, "Bu durum, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelmezden önce de vardı. Fakat Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında çoğaldı. Bu çoğalması, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir mucize oldu" denilmesidir.

Ateş Ateşi Yakar mı?

Dördüncü Soru: Şeytan, ateşten yaratılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, İblis'in, "Sen, beni ateşten yarattın "(Araf. 12) dediğini bildirmiş ve "Cânnı da biz daha önce çok zehirleyici ateşten yarattık" (Hicr, 27) buyurmuştur. Bundan ötürü o, göklere çıkabilir. Durum böyle olunca da, daha nasıl ateşin ateşle yakılacağı düşünülebilir.

Cevap: Şeytanın, ateşten yaratılmış olmasına rağmen, ateşinin zayıf olması dolayısıyla da şihabların ateşi onlara yetişip, onlardan daha kuvvetli olduğu için, daha kuvvetli olanın zayıfı bertaraf etmesi muhtemeldir. Baksana zayıf ışıklı bir kandil güçlü bir ateşin içine düştüğünde söner, fşte buradaki durum da böyledir.

Göğü Dinlemenin Keyfiyeti

Beşinci Soru: Meleklerin yeri, feleğin en üst yüzeyidir. Şeytanlar ise, ancak feleğin en alt yüzeyine ulaşabilirler. Böylece feleğin kütlesi, şeytanların meleklere yaklaşmalarına manî olur. Belki de bu felek çok büyüktür. Bu büyük engelin bulunmasına rağmen, şeytanların melekleri duyup dinleyebil meleri nasıl düşünülebilir. Eğer siz, "Allahü teâlâ, şeytanların duyu organlarını güçlü yaratmıştır. Bundan dolayı onlar meleklerin sözlerini duyabilirler" derseniz, deriz ki: "Böyle olması halinde, Allahü teâlâ, şeytanların duyularını, meleklerin sözlerini duyabilecekleri kadar güçlü yaratmışsa, onları melekleri dinlemekten engellememesi gerekir. Eğer Cenâb-ı Hak, bundan engellememeyi murad etmiş ise, onlara şihablar atmasında ne mana vardır?" Buna şöyle cevap verilir: Bizim inancımıza göre, Allah'ın fiilleri bir sebebe bağlanamaz: Allah istediğini yapar, dilediğini hükmeder. Hiç kimsenin, Allah'ın hiçbir fiiline itiraz etme ve sebep sorma hakkı ve selahiyeti yoktur.

Bu konuyla ilgili olarak söyleyeceklerimiz bundan ibarettir. Burada yazdıklarımız, Mülk Sûresi'nde ve bu konudaki diğer ayetlerin tefsirinde yazdıklarımıza eklendiğinde, hepsi yeterli dereceye ulaşmış olur. Allah en iyi bilendir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar Mele-i A'lâ'ya kulak verip, orayı dinleyemezler" ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza, Kisâî ve Âsım'ın râvisi Hafs, sîn'in ve mîm'in şeddesiyle, (......) şeklinde okumuşlardır. Bunun aslı (......)dir. Her ikisi de "hems" sıfatına sahip oldukları için de, te harfi sîn'e idğam edilmiştir. "Tesemmû' ", duymayı-dinlemeyi istemek demektir. Nitekim Arapça'da, ister duyabilsin, ister duyamasın, kulak kabartan hakkında (......) fiili kullanılır. Diğer kıraat imamları ise şeddesiz sin ile (......) şeklinde okumuşlardır. Ebû Ubeyde, bu fiilin şeddeli okunuşunu tercih eder ve şöyle der: "Çünkü Araplar, (......) derler ve (......) der, (harf-i cer kullanmazlar). Nerdeyse onlar hiç (......) demezler." Bu kıraati desteklemek için, "Tesemmû'nun bulunmadığı ifade edilince, sem' haydi haydi nefyedilmiş olur" denilmiştir.

İkinci kıraatin delili, "Onlar senden uzaklaştırılmışlardır" (Şuara. 212) ayetidir. Mücahid, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Şeytanlar Mele-i A'lâ'ya kulak verip, orayı dinleyebiliyorlardı. Daha sonra bundan menolundular ve dinleyemez hale geldiler." Birinci kıraati tercih edenler, buna şöyle diyerek cevap verebilirler: "O şeytanların, dinlemekten uzaklaştırılmış olmalarının açıkça belirtilmesi, bu ayetin delâleti ile, onların, dinlemeyi istemekten (tesemmû'dan) da uzaklaştırılmış olmalarına manî değildir. Aksine bu, şeytanların, göğün haberlerini dinlemekten koğulmuş ve menedilmiş olmaları hususunda kuvvetli bir delildir. Çünkü dinlemek istemekten menedilen kimse, dinlemekten haydi haydi menedilmiş olur.

İkinci Mesele

Falancanın sözünü duydum" ifadesi ile "Onun sözüne kulak verdim" ifadeler arasındaki fark şudur: "Falancanın sözünü duydum" ifadesi, o sözü anlamış olma manasına gelir, "Onun sözüne kulak verdim" ifadesi ise anlamanın yanısıra kişinin o şeye kulak kesildiğini anlatır.

Üçüncü Mesele

Hak teâlâ'nın, "Onlar Mele-i A'lâ'ya kulak verip, oray. dinleyemezler" ayeti hakkında şu iki açıklama yapılmıştır:

a) Meşhur olan görüşe pöre bunun takdiri, "Onlar Mele-i A'lâ'ya kulak verip, orayı dinlemesinler diye şeklinde olup, bu nasb edatı hazfedildiği için, fiil yine merfû haline dönüşüp, şekline girmiştir. Bu tıpkı, "Saparsınız diye" (Nisa. 176) ve "Sizi sarsar diye" (Lokman, 10) ayetlerinde olduğu gibidir Keşşaf sahibi şöyle der: "En ve lâm edatlarından herbirınl tek başına hazfetmek caizdir. Ama ikisini birden hazfetmekse, Kur'ân'ın, kendisinden korunması gereken hoş olmayan durumlardandır."

b) Keşşaf sahibinin tercihi olan görüşe göre, bu ifade, öncesi ile alakası olmayan yeni bir cümle olup, semiyyâtı (vahiy ile gelen haberleri) çalmak isteyenlerin durumunu, onların melekleri dinleyemeyeceklerini, dinlemek istediklerinde de, şihat yağmuruna tutulduklarını, dolayısı ile maksadlarına erişemediklerini anlatmaktadır.

Mele-i A'lâ

Buradaki Mele-i A'lâ ile, melekler âlemi kastedilmiştir Çünkü onlar göklerde yerleşmişlerdir. İnsanlar ve cinler ise Mele-i Esfel'dirler. Çünkü bunlar, yeryüzünde yerleşmişlerdir Bil ki Allahü teâlâ, o şeytanları şu üç vasıfla nitelemiştir:

a) Dinleyememekle...

b) Her taraftan taşlanıp kovulmakla... Bu iki hususla ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Duhûr kelimesinin ne demek olduğunu, A'raf Sûresi'ndeki medhûrâ (Araf, 18) ifadesinin tefsirinde açıklamıştık. Müberred, "Duhûr, ileri derecede alçaklık ve zillet manasınadır" derken, İbn Kuteybe, "Bunun, "Onu kovup, defettim" manasındaki (......) fiilinden olduğunu" söylemiştir.

İkinci Bahis: "Duhûr" kelimesinin, niçin mansub olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:

1) Bu, manasında olmak üzere, mef'ûl-ü mutlak olarak mansubtur Bunun fiilin hazfedilmiş olduğuna, fiili delâlet etmektedir.

2) Kelamın takdiri, "Onlar, koğulmuş olarak atılırlar" şeklinde olup, harf-i cer hazfedilmiştir.

3) Mücâhid, kelamın "Tardedilmiş olarak koğulurlar" takdirinde olduğunu söylemiştir. Buna göre bu, rükû, sücûd ve huzur kelimeleri gibi mef'ûl mutlak adını alan bir hal cümlesi olmuş olur.

Üçüncü Bahis: Ebû Abdurrahman es-Sülemî, dâl'ın fethası ile bunu, (......) şeklinde okumuştur. Ferrâ şöyle der: "Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Koğulacak şeyle koğulmuş-uzaktaştırılmış olarak, koğulurlar" demek istemiştir. Ferrâ sözüne devamla şöyle der: "Gönlüm fethadan yana değil. Çünkü, bu temelde doğru olmakla birlikte, böyle olması durumunda, mutlaka bir bâ harf-i cerrinin bulunması gerekir. Nitekim "Taşla, taşlandılar" dersin, ama bunu harf-i cersiz söyleyemezsin. Fakat bu, biraz caizdir. Nitekim şâir de, "Misafirlere eti, pişmemiş, olarak getir" der. Bu, takdirindedir.

c) Üçüncü sıfat, ayetteki "Onlar için peşpeşe gelen birazab vardır" ifadesiyle anlatılan husustur. Bu, "Onlar, şihablarla taşlanır ve bu azab, devamlı olarak onlar için söz konusudur" demektir. Biz, "vâsıb" kelimesinin tefsirini, (Nahl, 52) ayetinin izahı esnasında yapmıştık. Müfessirlerin hepsi de, bu kelimenin "Devamlı olan, kesintisiz, sürüp giden" manasına olduğunu söylemişlerdir. Vahidî, "Kim bu kelimeyi, "şiddetli ve acı veren" manasına alırsa, bu dolaylı bir mana olur, ama direkt tefsir olmaz" demiştir.

Cenâb-ı Allah daha sonra, "Ancak bir çalıp çarpan olması müstesna" buyurmuştur. Hatf'ın ne demek olduğunu, Hacc Sûresi'nde anlatmıştık. Zeccâc, "Bu, birşeyi hızla kapıp almak manasınadır. Buradaki aslındamanasınadır" derken, Keşşaf sahibi şöyle der: "Bunun başındaki men edatı, fiilinin failinden bedel olarak, mahallen merfu olup, "şeytanlar ancak, tek tük kelimeleri hırsızlık yoluyla alan şeytanlardan dinlerler" manasındadır.

Ayetteki, "Onu takib eder" kelimesi "Ona isabet eder" manasınadır. Nitekim Arapça'da birisi, birinin peşisıra gittiğinde, ona ulaştığında da, denilir. Bu da temelde, "Allah o kâfirin peşine şeytanı takar" (A'raf, 175) ayetindeki manayla aynıdır. Bunun tefsiri orada geçmişti.

Ayetteki, "Delip geçen bir şihab" tabiri hakkında, Hasan el-Basrî, "Buradaki "sâkıb" kelimesi, "aydınlatan" manasınadır" demiştir. Ben de diyorum ki, "Bu, ışığı ile karanlıkları ve havayı adetâ delip geçtiği için sâkıb (delip geçen) adını atmıştır." İbn Abbas (radıyallahü anh), "necm-i sâkıb" (Tarık, 3)'ın tefsiri hakkında "Bu, bir yıldızın adıdır. Çünkü bu yıldız, ışığı ile yedi kat göğü delip geçmektedir" der. Allah en iyi bilendir.

İnsanın Yaratılışı

11

"Sor bakalım onlara; "Yaratılışça, kendileri mi daha muazzam, yoksa bizim yarattıklarımız mı? Şüphesiz biz onları, bir cıvık çamurdan yarattık"

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Önceki Kısımla Münasebet

Bu mesele, ayetin kendinden önceki ayetlerle münasebeti hakkındadır. Bil ki daha evvel, bu Kitab-ı Kerim'in birine maksadının, ulûhiyyet, âhiret, nübüvvet ve kaza ile kaderir isbatı demek olan dört temel inancın anlatımı olduğunu söylemiştik. Buna binaen diyoruz ki: Allahü teâlâ, bu sûreye, kendi varlığına ve birliğine delâlet eden şeyleri getirerek başlamıştır. Bu deliller de, göklerin, yerin, bu ikisi arasında olanların ve doğu ile battnın yaratılmasıdır. İşte Cenâb-ı Hak bu konuyu sapasağlam anlatınca, peşisıra haşır-neşir ve Kıyametin isbatını getirmiştir.

Haşri İsbat Metodu

Bil ki bu konuyla ilgili söz, şu iki tarafla alakalıdır:

a) Aklen hasrın ve neşrin mümkün oluşunun isbatı...

b) Bilfiil vâkî olacağının isbatı... Birinci hususla ilgili söze gelince, bil ki birşeye delil getirmek, şu iki şekilde olur:

1) Şöyle denilmesi: "O (Allah), daha zoruna ve daha güç olanına kadirdir". Dolayısıyla buna da kadir olması gerekir.

2) Şöyle denilmesi: "O, şu iki durumun birisinde buna kadirdir: Fail ile kabil (mef'ul) mevcuttur. Binâenaleyh, buna dâir bu kuvvetin, ikinci durumda da (tekrarında da) aynen bulunması gerekir. Allahü teâlâ, dirilişin ve Kıyametin mümkün olduğunu anlatmak için, işte bu iki yolu kullanmıştır:

Birinci Yol, "Sor bakalım onlara; yaratıhşda kendileri mi daha muazzam, yoksa bizim yarattıklarımız mı?" ifadesinden çıkarılmakta olup, bu sanki, "Ey Muhammed, şu inkarcılara sor ve de ki: "Kendilerinin yaratılması, göklerin, yerin ve bunların arasında olanların, doğunun, batının ve feleklere çıkan şeytanların yaratılmasından daha da mı zordur?" Şüphe yok ki onlar, örfen, bunların birincisinden, yani kendilerinin yaratılışından daha muazzam olduğunu itiraf edeceklerdir. Şu halde tevhidin isbatı için getirilen delillerle, daha zor ve daha güç olana Cenâb-ı Hakk'ın kadir olduğu anlaşılınca, O'nun bu bedenlere yeniden hayat vermeye haydi haydi kadir olduğu anlaşılır" demektir. Bu delilin bir benzeri de, Yâsîn'in sonundaki, "Gölden ve yeri yaratan (Allah), onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir?" (Yasin, 81) ayeti ise "Göklerin ve yerin yaratılışı, insanların yaratılışından daha muazzam (bir iştir)" (Mü'minûn, 57) ayetidir.

İkinci Yol ise, "Şüphesiz biz onları bir cıvık çamurdan yarattık" ifadesiyle anlatılmıştır. Bil ki bu bedenler, hayatı kabul etmişlerdir. Çünkü eğer onlar hayatı kabullenmemiş olsalardı, ilk defada da canlı olamazlardı. Gerçek Tanrı, bu bedenlerde hayatı yaratmaya kadirdir. Eğer Allah buna kadir olmasaydı, birinci seferinde de hayat olamazdı. Bu maddelerin hayatı kabul etme özelliğinin devam ettiğinde ve Allahü teâlâ'nın önceki kudretinin şimdi de bulunduğunda şüphe yoktur. Çünkü bu kabul ediş ve bu kadir oluş, zatî sıfatlardandır. Dolayısıyla, son bulmaları imkânsızdır. İşte bu iki yol ile, diriliş ve Kıyametin mümkün bir iş olduğu sabit olmuş olur. Cenâb-ı Hak, işte bu iki yolla, böylesi birşeyin mümkün olduğunu beyan edince, bunun bizzat vâkî olacağını da, "De ki: Evet, hem de siz (hepiniz) hor ve hakir olarak (o kıyamet olacaktır)" (Saffat, 18) ayetiyle anlatmıştır. Bu böyledir, çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğru olduğu elinde meydana gelen mucizelerle sabit olup, sâdık olan da, meydana gelmesi mümkün olan birşeyi haber verince, o şeyin olabileceğini itiraf etmek gerekir. İşte bu ayetin, daha önceki ayetlerle münasebetinin izahı bundan ibaret olup, bu, güzel bir izahtır. Allah en iyi bilendir.

Lafızların Tefsiri

Bu, ayetin lafızlarının tefsiriyle ilgilidir:,(......) kelimesi, "Allah'ın, göklerin, yerin ve ikisi arasındaki şeylerin yaratıcısı olduğu kesin delillerle sabit olunca, o münkirlere sor ve, "Siz mi yaratılma bakımından daha muazzamsınız, yoksa yaratıcılarının Allah olduğunu ortaya koyduğumuz bu şeyler mi?" de" manasınadır. Cenâb-ı Hak, bunların âdeta zarureten (kesin) bilinen şeyler gibi, çok net ve açık odukları için, bu şeylerin yaratılmasının daha zor olduğunu ikrar ettiklerini nakletmemiştir. Bunların böyle olduklarının doğruluğundan ötürü, bunları açıkça söylemeye gerek yoktur.

Çamurdan Yaratılma

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz biz onları, bir cıvık çamurdan yarattık" buyurmuştur. Yani, "Biz, onların zâtlarında ilk önce hayatı yaratmaya kadir olduğumuza göre, biraz önce de beyan ettiğimiz gibi, kabul edenin ve yaratanın durumlarının değişmesinin imkânsız olmasından dolayı, o insanlarda hayatı ikinci kez yaratmaya kadir olarak baki olmamız gerekir" demektir. Buradaki bir başka incelik de şudur: "Müşrikler, nutfe ve ana-baba olmadan insanın üreyip çoğalması nasıl düşünülebilir?" demişlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hak onlara sanki şöyle demek istemiştir: Sizler âlemin hadis olduğunu kabul edip, göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olanların, ancak Allah'ın yaratması ve tekvini ile olduğunu kabul ve itiraf ettiğinize göre, ilk insanın da, taraflar (ana-baba) olmadan meydana geldiğini mutlaka kabul etmemiz gerekir. Şu halde, siz bunu kavrayıp bunun böyle olduğunu itiraf ettiğiniz an, sizin, "İnsan, nutfe ve taraflar (ana-baba) olmadan nasıl meydana gelebilir?" şeklindeki sözünüz düşer. Hem, insanların büyük çoğunluğuna göre, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in, "cıvık bir çamur"dan yaratılmış olduğu yaygın ve meşhurdur. İmdi, cıvık çamurda hayatı yaratmaya kadir olan, bu zâtlara, hayatı yeniden vermekten nasıl aciz olur? İnsanın cıvık çamurdan nasıl yaratıldığı meselesi, bir önceki sûrede ele alınmıştı.

Bil ki yaptığımız bu izah, ancak biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz biz onları, bir cıvık çamurdan yarattık" ifadesinden, "Biz, onların ataları olan o Adem (aleyhisselâm)'i cıvık, yapışkan çamurdan yarattık" şeklinde bir mana kastedildiğini söylediğimiz zaman yerinde olur.

Bu hususta şu izahlar da yapılabilir: Bu da bu ifadeden kastedilen mananın, "Biz bu insanı cıvık çamurdan yarattık" şeklinde olup, izahı da şöyle yapılabilir: Canlı (insan), ancak menî ve hayız kanından (yumurtadan) meydana gelir. Meni de, kandan oluşur. O halde bu demektir ki canlı, ancak kandan oluşur. Kan da, gıdalardan meydana gelir. Gıdalarsa, ya hayvansal veya bitkisel olur. Bir anlamda gıda demek olan canlının meydana gelmesine gelince, bunun nasıl meydana geldiği hususundaki söz, tıpkı insanın meydana gelişindeki söz gibidir.

Böylece, gıdalarda asiolanın bitkiler olduğu ortaya çıkmış olur. Bitkiler de, yerin su ile karışımından meydana gelir ki, işte ayetteki, "cıvık çamur" budur. Durum böyle olunca, bütün mahlûkatın, "cıvık çamur"dan meydana geldikleri ortaya çıkmış olur. Bunun böyle olduğu da sabit olduğuna göre, şimdi biz diyebiliriz ki: Bu cıvık çamuru meydana getiren cüzler ve unsurlar, hayatı kabul etmektedir ve Allahü teâlâ da, onlara hayat vermeye kadirdir. Bu kabul ediş ve kadir oluşun bekası ve devamlılığı, vacibtir. Binâenaleyh bu işin, her zaman doğru olmasının devam edip gitmesi gerekir. İşte yaptığımız bu izahlar, çok net ve açık izahlardır. Ayetteki lâzib kelimesinin ne demek olduğu hususunda da şu görüşler ileri sürülmüştür:

a) Yapışkan...

b) Özlü ve esnek...

c) Kopmayan... Dil alimlerinin ekserisi ise, bu ifadenin sonundaki bâ harfinin mîm'den olduğu; Arapça'da da bu kelimenin lâzib ve lâzım şeklinde geldiği kanaatindedirler.

Muarızların Alay Etmeleri

12

"Daha doğrusu sen taaccüb ettin. Onlar da, eğlenirler"

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayeti izah için şöyle denilebilir: O münkirler, Allahü teâlâ'nın varlıkları (ilk defa) yaratmaya kadir oluşunun, hayatı bu bedenlere yeniden iade etmesinden daha zor olduğunu kabul etmişlerdir. Halbuki, daha zor ve daha çetin olana kadir olanın, daha kolay ve basit olana kadir olacağı aklen açıkça ortadadır. Bu, bedahete rağmen, o münkirler, öldükten sonra dirilmeyi ve Kıyameti inkar hususunda, ısrarlarını sürdürmüşlerdir ki, işte bu, alabildiğine şaşılacak bir durumdur. Çünkü, bu kadar net ve açık seçik delillerin varlığına rağmen, onların bu hususta ısrar edişleri nasıl düşünülebilir? O halde, ey Muhammed, sen onların bunu inkârda ısrar etmelerinden dolayı şaşsan yeridir. Onlar, inkâr tarafında bulunmalarına rağmen, senin haşr, neşr ve Kıyameti isbât sadedinde getirdiğin deliller hususunda seninle alay edecek bir dereceye ulaşmışlardır. İşte, ayetinden kastedilen mana budur.

Allah Hakkında Şaşırma Fiili

Hamza ve Kisaî, tâ'nın dammesiyle, acibtu şeklinde okurlarken, diğer imamlar, tâ'nın fethasıyla okumuşlardır. Vahidî şöyle der: Bunu dammeli okumak, İbn Abbas, İbn Mes'ûd, İbrahim (en-Nehai), Yahya İbn Vessab ve A'meş'in kıraati olup, bu, aynı zamanda Kûfe'tilerin de kıraatidir ki, Ebû Ubeyde de bunu tercih etmiştir.

Bu kelimeyi fethalı okuyanların delilleri şunlardır:

a) Bunu damme ile okumak, sapma işinin Allah'a isnat edilmesini gösterir. Halbuki bu muhaldir, olamaz. Çünkü şaşmak, o şeyin niteliği bilinmediği zaman meydana gelen bir haldir. Allah'a cehlin nisbet edilmesinin muhal olduğu ise, malumdur.

b) Allahü teâlâ, bu konuda bir başka ayette, şaşma işini Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e isnad ederek, "Eğer şaşıyorsan (bil ki) asıl şaşılacak olan onların ... demeleridir" (Rad, 5) buyurmuştur.

c) Allahü teâlâ, buyurmuştur. Onların, bu taaccübten dolayı alay ettikleri aşikârdır. Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le alay ettiklerine göre bu taaccübün de, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sadır olmuş olması gerekir.

Tâ'nın dammesiyle acibtu kıraatinin manasını tercih edenler, fetha ile acibte kıraatinin manasını tercih edenlerin birinci delillerine şu birkaç açıdan cevap vermişlerdir:

1) Bu ifadeyi dammeli okumanın taaccübü Allah'a isnâd etmeye delâlet ettiğini kabul etmiyoruz. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Bu durumda kelamın takdiri, "Ey Muhammed, "Benim şaştığımı, onlarınsa alay ettiğini söyle" şeklinde olup, bunun bir benzeri de, "Neler işitecekler, neler görecekler!" (Meryem. 38) ifadesi olup, bunun manası, "Bunlar, sizin kendileri hakkında işte bu tür sözleri söylediğiniz kimselerdir" şeklindedir. Cenab-ı Hakk'ın "Onlar ateşe karşı ne de sabırsızdırlar!" (Bakara. 175) ayeti de böyledir.

2) Biz, bunun taaccübün Allah'a nisbet edilmeyi gerektirdiğini kabul edelim. Ama siz, daha ne hakla bunun İmkânsız olduğunu sövmeyebiliyorsunuz? Rivayet edildiğine göre Şureyh, nasb ile okumayı tercih etmiş ve "Şaşma ancak, bilmeyen kimseye uygun düşer" demiştir. A'meş, "Ben bu hususu, İbrahim (en-Nehaî)'ye açtım da, o, (Şurayh) ilmini beğenmiş, gururlanmıştır. İbn Mes'ûd daha alimdir. Ve o bunu damme ile okumuştur" demiştir. Bu konuda sözün özü şudur: Kur'ân ve haber, şaşmanın Allah'a nisbet edilebileceğine delâlet etmektedir. Kur'ân'a gelince, bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer şaşıyorsan, asıl yapılacak olan onların (...) demeleridir" (Rad. 5) ayeti olup bu, "Ey Muhammed, şayet sen onların bu sözlerine taaccüb ediyorsan, bu, bence de taaccüb edilecek bir şeydir" demektir. Buna karşı şöyle cevap verilmiştir: Bu ayetten maksadın: "Eğer şaşacak isen, asıl şaşılacak şey, onların sizin nezdinizdeki sözleridir (size söyledikleri o sözdür)" şeklinde olmasına mani yoktur. Bunun hadisten delili ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Rabbimiz, sizin feryâd-u figan etmenize ve ümitsizliğe düşmenize hayret etti. Yine Rabbimiz, kendisinde zevk u safaya karşı bir eğilim olamayan gence taaccüb etmiştir (beğenmiştir)" ifâdesidir.

Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre biz diyoruz ki, Allah'ın şaşması, insanların şaşması ile aynı manada değildir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar bu tuzağı kurarlarken, Allah'da onun karşılığını yapıyordu" (Enfal, 3), "Allah onları maskaraya çevirmiştir" (Tevbe, 79) ve "Halbuki O, kendi oyunlarını başlarına geçirendir" Nisa. 143 buyurmuştur. Allah'ın mekri, Allah'ın hilesi ve Allah'ın alayı, kullardan meydan gelen bu tür işlere benzemez. Biz bu ve benzen hususlardaki temel prensibin, bu gibi lafızların, arazların başlangıçlarına değil, sonuçlarına hamledilecekleri şeklinde olduğunu daha evvel söylemiştik ki, burada da böyledir. Zira bir şeyden taaccüb eden, onu büyük görüyor, onu ululuyor" demektir. O halde, Allah hakkında söz konusu olan taaccüb, Allahü teâlâ'nın, o durumun kabîh olması ve böylece de kendisine büyük bir azabın terettüb etmesini veyahut da, o durumun güzel olmasını ve böylece de kendisine büyük bir mükâfaatın terettüp etmesini büyültüp taaccüb etmesi manasına hamledilmiştir. İşte bu konudaki münazaranın tamamı bundan ibarettir.

Kıraat Farklılığında Ölçü

Doğruya en yakın olan ise, şöyle denilmesidir. Bu kelimedeki, dammeli kıraat, eğer tevatüren sabit ise, bunu benimsemek gerekir. Buna göre ayetin yorumu, bizim bahsettiğimiz biçimde olur. Yok, eğer bu kıraat tevatüren sabit değilse, fetha ile okuma daha evla olmuş olur. Allah en iyisini bilendir.

Dini Anlamayıp Alay Edenler

13

Âyetin tefsiri için bak:18

14

Âyetin tefsiri için bak:18

15

Âyetin tefsiri için bak:18

16

Âyetin tefsiri için bak:18

17

Âyetin tefsiri için bak:18

18

"Kendilerine va'z edilince düşünüp de öğüt kabul etmezler. Bir mucize gördükleri vakit, onu eğlenceye alırlar. (Nitekim), "Bu dediler, apaçık bir sihirden başkası değildir. Biz ölüp de bir toprak ve bir yığın kemik olduğumuz vakit mi, sahiden biz mi diriltilmiş olacağız? Evvelki atalarımızda mı?" Sen de ki: "Evet. Hem de sizler, hor ve hakir olarak"

Bil ki Allahü teâlâ, öldükten sonra dirilmenin ve Kıyametin mümkün olduğunu isbat sadedinde kesin delilleri anlatınca, münkirlerden de pekçok şey nakletmiştir ki bunların birincisi şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların bu tür şeyleri inkârda ısrar etmelerinden dolayı şaşakalmış; onlar ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in isbâtta ısrar etmesinden dolayı alay etmişlerdir ki bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in o topluluğa karşı, alabildiğine uzakta ve iki zıt şeyin bir ucunda olduğunu gösterir. İkincisi, "Kendilerine va'z edilince, düşünüp de öğüt kabul etmezler" ayetinin ifade ettiği husustur. Üçüncüsü, "Bir mucize gördükleri vakit, onu eğlenceye alırlar" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ikinci ve üçüncüden kastedilen, birinciden başka olması gerekir. Çünkü atıf, muğayereti, başkalığı icab ettirir. Bir de tekrar, aslolanın hilafına bir hareket tarzıdır.

Bana göre bu konuda şöyle denilebilir: O topluluk, haşri ve Kıyameti akıldan uzak görüyor ve, "Ölüp, toprak olup, parçaları âlemin dört bir yanına dağılan kimsenin aynısının yeniden yaratılması nasıl düşünülebilir?" diyorlardı. Ve, bu imkânsız görmede böyle bir inanca sahip olan kimselerle alay edecek bir dereceye varmışlardı. Binâenaleyh durum böyle olunca, onlardan bunu imkânsız görme intibaını gidermenin yolu, ancak"şu iki şeyden geçer:

a) Onlara, haşrin ve neşrin doğruluğuna dair deliller getirilmesi ve meselâ onlara, "Sizler, gökleri ve yeri yaratmanın, insanı, ölümünden sonra yeniden yaratmadan daha zor olduğunu; ve yine sizler, en çetin olanı yaratıp ona kadir olanın, daha basit ve daha kolay olana kadir olması gerektiğini bilmiyor musunuz?" denilebilir. Binâenaleyh bu delil, her ne kadar çok net ve güçlü ise de, ancak ne var ki o münkirler bu mukaddimeleri akıllarına vurduklarında, bunu bir türlü anlayamıyor ve buna bir türlü vakıf olamıyorlardı. Yine onlara va'z-u nasihat edildiğinde, ahmaklıklarının ve cehaletlerinin şiddetinden dolayı, ondan gerekli neticeyi çıkaramıyorlardı. Dolayısıyla da hiç şüphesiz, bu tür açıklamalardan yararlanamıyorlardı.

b) Peygamberin, peygamberlik tarafını mucizelerle isbat edip, sonra da, "Benim, Allah katından görevlendirilen hak ve doğru bir peygamber olduğum kesinlik kazanınca, o zaman ben size, ölümden sonra dirilmenin ve Kıyametin hak ve gerçek olduğunu haber veriyorum" demesidir. Sonra, bu inkarcılar yine, bu açıklama ve izah biçiminden de yararlanmazlar. Zira onlar ezici bir mucize ve kahir bir ayet, delâlet gördüklerinde, bunu, onun açık bir sihir olduğu manasına hamlederler ve bunu alaya alarak istihza ederler. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir mucize (ayet) gördükleri vakit, onu eğlenceye alırlar" ayetinden kasdedilen budur. Böylece, yapmış olduğumuz açıklama ile, bu üç lafzın çok yüce manalara dikkat çektiği anlaşılmış olur.

Bil ki, insanların pekçoğu bu inceliklere vakıf olamamışlar ve "Cenâb-ı Hak önce, "Daha doğrusu sen, taaccüb ettin. Onlar da, eğlenirler" çsunı, 12); sonra da, "Bir mucize gördükleri vakit, onu eğlenceye alırlar" (Saffat, 14) buyurmuştur. Böylece. "onu eğlenceye alırlar" ayetinden murad edilenin, daha önce zikredilmiş olan, "...eğlenirler"(saffat, 12) ayetindekinden başka olması gerekir" demişlerdir. Bu sözü söyleyen kimse, yesharûn kelimesinden kastedilen, onların alay etmeye teşebbüs etmeleridir, (......) kelimesinden kastedilen ise, onlardan herbirinin, arkadaşından alay etmeye teşebbüs etmesini istemesidir" diyerek, açıklamasını sürdürmüştür. (Şüphesiz ki) bu zorlama, ancak onlar, zikretmiş olduğumuz açıklamalara vakıf olmadıkları için meydana gelmiştir.

"Sihir" Demeleri

Cenâb-ı Hakk'ın, onlardan nakletmiş olduğu hususların dördüncüsü, onların, "Bu, apaçık bir sihirden başkası değildir" demeleridir. Yani, "Onlar bir ayet ve bir mucize gördüklerinde, onu alaya alırlar" demektir. Bu alayın sebebi ise, onların bu mucizenin, bir sihir türü olduğuna inanmalarıdır. Ayetteki mubîn'in manası ise, "Onun sihir olduğu apaçık bir şeydir. Bu konuda hiç kimsenin de bir şüphesi yoktur!" şeklindedir. Sonra Allah, onları ölümden sonra dirilme sözüyle istihza etmeye, bu sözün doğruluğuna delâlet eden delillere iltifat etmemeye ve bütün mucizeleri alaya almaya sevkeden sebebi açıklamıştır. Bu da onların, "Bir insan ölüp, onun herbir cüz'ü, alemin dört bir yanına dağılıp da böylece ondaki toprağa ait unsurlar toprakla; su ve havaya ait unsurlar da, dünyadaki nem ve buharlarla karışınca, işte böyle bir insanın, yeniden bir kez daha diri ve anlayışlı bir varlık haline dönmesi nasıl düşünülebilir?!" şeklindeki görüşleridir.

İşte, daha önce geçmiş olan üç duruma ve yaklaşım biçimine onları sevkedip zorlayan, onların bu sözleridir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların bu şüphelerini zikredince, şöyle buyurur: "De ki, ey Muhammed, diriltileceksiniz. Hem de, hor ve hakir olarak..." Allah, sadece bu kadarcık cevapla yetinir. Zira daha önceki ayette yakîn ifade eden ve katî olan bir delille, bunun mümkin bir şey olduğunu anlatmıştı. O halde, kesin bir imkân sabit olunca, o şeyin kesin olarak meydana geleceğini bildirmenin yolu da ancak, sözüne güvenilir habercinin haber vermesi olur. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğu hususunda pekçok mucize bulununca, onun, sadık ve doğru sözlü bir peygamber olması vâcib ve gerekli olur. O zaman da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Evet diriltileceksiniz de..." sözü, haber verilenin vuku bulacağına dair, katî bir delil olmuş olur.

Bu ayetleri iyice düşünen bir kimse bunların, tertip biçimlerinin en güzeli üzere varid olmuş olduklarını bilir ve anlar. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak, bu işin imkânını, aklî delil ile; bu mümkünün gerçekleşeceğini ise naklî delille açıklamıştır. Şurası iyice bilinmektedir ki, artık bu beyan ve açıklamadan daha fazlasını yapmaya çalışmak, adeta imkânsız bir şey gibidir.

"atalarımız da mı?!" sözüne gelince, bu, "Atalarımız da mı diriltilecek?" anlamındadır, (......) kelimesindeki bu elif, suâl elifi olup, atıf harfinin başına gelmiştir. Nâfi ve İbn Amir, hem burada, hem de Vakıa Sûresi'nde kelimeyi, vâv'ın sükunuyla okumuşlardır. Biz bu husustaki izahı, A'râf Sûresi'ndeki (A'raf,98) ayetinde yapmıştık.

(......) ifâdesine gelince, sadece Kisâî bu kelimeyi ayn'ın kesresiyle ni'ım şeklinde okumuştur.

Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğuna gelince, bu, "Hem de sizler hor, hakir ve zelil olarak..." anlamındadır. Ebû Ubeyd, duhûr kelimesi, hor ve hakir olmanın en ileri derecesi hakkında kullanılır" demiştir. Biz bu lafzın izahını, (Nahl, 48) ayetinin tefsirinde yapmıştık.

Kabirden Çıkanların Şaşkınlığı

19

Âyetin tefsiri için bak:21

20

Âyetin tefsiri için bak:21

21

"Bütün olay, bir tek sayhadan ibarettir. Bir de bakarsın ki (kabirlerinden kalkmış) bakmıyorlar! "Eyvah bize derler, bu, ceza ve hesap günüdür." (Evet), bu sizin yalanlamakta oluğunuz ayırdetme günüdür"

Bil ki Cenab-ı Hak, önceki ayette, "ba's"in ve Kıyametin mümkün olduğuna delâlet eden şeyleri açıklayıp, sonra bunun peşinden de, Kıyametin vukuuna delâlet eden şeyleri getirince, işte bu ayetlerde de, Kıyamet hallerinin bazı tafsilatını zikretmiştir. Cenâb-ı Hak bu ayette, bu hallerin bazı nevilerini zikretmiştir ki, bunlar şunlardır:

Birinci Hâl: "İşte o, ancak bir tek sayhadan ibarettir ki, onların gözleri birden bire açüıverecektir" ayetinin ifade ettiği husus olup bununla alâkalı birkaç bahis bulunur:

Birinci Bahis: Ayetteki (fe innemâ) kısmı, takdir edilen bir şartın cevabıdır. Kelamın takdiri ise, "Durum böyle olunca, bütün olay bir tek sayhadan ibarettir" şeklindedir,

Zecre'nin Manası

İkinci Bahis:ifadesindeki zamir, tefsir edici olarak gelmiş olan bir zamir olup, kelamın takdiri ise, "O ba's ve diriltme olayı ancak bir tek sayhadır" şeklindedir.

Üçüncü Bahis: Zecre Arapça'da, meselâ sevkedilmeleri esnasında, davarlara ve develere bağırılması, nara atılması gibi, kendisiyle nara atılan, çağırılan sayha'dr nidadır. Sonra bu kelimenin kullanılışı çoğalmış da, bu ayette de olduğu gibi her ne kadar kendisinde, zecr ve men etme manası olmasa da, artık sayha anlamınca kullanılır olmuştur.

Ben derim ki: "Bu sayha, ancak, ölüleri kabirlerinde uyumaktan men ettiği, onlar kabirlerinden kalkıp kıyama durmaya ve Kıyamet duraklarında durmaya sevketti için, "zecretun" "teşvik etme, sevketme..." diye adlandırılmıştır" denilmesi akıldar uzak görülemez. Sen bunu iyice anlayınca, biz deriz ki: Buradaki zecre'den maksac "Sonra ona bir daha üfürülmüştür. O anda görürsün ki, (ölüler dirilip) ayakta bakınıp duruyorlar" (zümer, 68) ayetinde zikretmiş olduğu bu "zecre" (yani "kabirlerden kaldırma")dır. Buna göre, birinci üfürüş ile insanlar ölürler, ikincisi ile de, dirilerek ayağa kalkarlar. Burada birkaç soru bulunmaktadır...

Bu Sayhanın Manası

Birinci Soru: "Bu sayhanın faydası nedir? Zira o saatte insanlar ölüdürler. Zira üfürüş, onların hayat bulmalarının sebebi yerine geçmiştir. Böylece de sayha, onların dirilmelerinden önce bulunmuştur. Şu halde "sayha"nın ancak, insanların ölü halde bulunduklarında meydana geldiği sabit olmuş olur. Böylece o "sayha"nın hiçbir mânası olmamış olur. Şu halde bu, bir abes iştir. Halbuki, Allah'ın fiillerinde abes bir işin bulunması caiz değildir?"

Buna şu şekilde cevap verilir: Ehl-i sünnet alimlerine gelince onlar, "Allah istediğini yapar" der ve işin içinden çıkarlar. Mutezileye gelince, meselâ bunlardan Kâdî, "Bu hususta, şu iki izah yapılabilir:

a) Bununla, meleklerin kastedilmiş olması...

b) Bunun faydası, korkutmak ve ürkütmektir" demiştir.

Üflemenin Hayatla İlgisi

İkinci Soru: Bu "sayha"nın, hayatın yeniden iade edilmesi hususunda bir tesiri var mıdır?

Cevap: Hayır. Delili ise, birinci "sayha"yı, Ölümün; ikinci "sayha"yı da, hayatın takip etmiş olmasıdır ki, bu, o "sayha"nın ne ölümde ne de hayatta bir tesiri bulunmadığına delalet eder. Bilâkis hayatı ve ölümü yaratan Allah'dır. Nitekim "(Allah), ölümü ve hayatı yaratandır" (Mülk, 2) buyurmuştur.

O Sesin Sahibi

Üçüncü Soru: O sayha, meleklerin sesi midir, yoksa Allahü teâlâ onu, (o esnada) doğrudan doğruya mı yaratmıştır?

Cevap: Her şey mümündür, ancak ne var ki, rivayet olunduğuna göre, Allahü teâlâ, İsrafil'e emir verecek de, o da, "Ey çürümüş kemikler, ey unufak olmuş deriler, ey paramparça olmuş cüz'ler, unsurlar Allah'ın izniyle bir araya geliniz diye nida

Dördüncü Bahis: Ayetteki cümlesinden maksad şunlar olabilir:

a) Onlar, başlarına gelen şeye bakarlar;

b) Birbirlerine bakarlar;

c) Yalanladıkları o ölümden sonra dirilme olayına bakarlar.

Pişmanlık

Kıyamet hadiselerinin ikincisi ise, Cenâb-ı Hakk'ın onlar hakkında haber vermiş olduğu şu husustur: Onlar kabirlerinden kalktıktan sonra, "Eyvah bize, bu, ceza ve hesap günüdür!" derler. Zeccâc şöyle der: "Veyl, hetâk olan kimsenin helak olduğu sırada söylediği bir kelimedir. Ki, ayetin maksadı, "Onlar, Kıyameti görüp müşahede ettiklerinde, "İşte din günü, yani karşılık günü" derler" şeklindeki bir mana olup, bundan maksat da Cenâb-ı Hakk'ın, kur'ân'ın pekçok ayetinde adeta, "Biz, dünyada, iyilikte bulunan, kötülük yapan, asi olan, sıddîk olan ya da zındık olan kimseler görmekteyiz ve yine biz, onlara dünyada iken hak ettikleri cezanın verilmediğini görmekteyiz. Binâenaleyh, "Kötülük edenleri yaptıklarına mukabil cezalandırması, güzel hareket edenleri de daha güzeliyle mükâfaatlandırması" (Necm. 31) için, kıyametin vuku bulması gerekir" demiş olmasıdır."

Netice olarak diyebiliriz ki: Bu da, bu cezanın ölümden sonra tahakkuk edeceğine delâlet eder. Kâfirler, her ne kadar bu kuvvetli delili dinlemiş ve duymuşlarsa da, ancak ne var ki onlar, bunu inkâr etmiş ve inkârlarını devam ettirerek isyan etmişlerdir. Daha sonra Allahü teâlâ onları Kıyamet gününde yeniden diriltip, böylece de onlar, Kıyametin vukuunu gözleriyle müşahede edince, "bu, ceza ve hesap günüdür" diyeceklerdir. Yani "Bu, Allahü teâlâ'nın, Kur'ân'da, hakkında pekçok delillerden bahsedip de, bizim kendisini inkâr ettiğimiz gündür" demektir. Bunun bir benzeri de, herhangi bir şeyle korkutulup da, bunu aldırmayan, daha sonra onu bizzat gördüğünde, "İşte bu, falanca hadisedir" diyen kimsenin durumudur. İşte, ayette de böyle bir mana gözetilmiştir.

Burada şöyle bir ihtimal de söz konusudur: Allahü teâlâ, Fatiha Sûresi'nde, "Din gününün sahibi" (Fatiha. 3) buyurup, o günün mâlikinin sadece kendisi olduğunu beyân etmiştir. Böylece onların, "Bu, karşılık ve hesap günüdür" şeklindeki sözleri, kendisinde, Allah'ın dışında hiç kimsenin hükmünün geçerli olmadığı o güne bir işaret olmuş olur. Onlar bu sözü kalblerindeki şiddetti korkudan dolayı söylemişlerdi.

Büyük Mahkeme

Cenâb-ı Hakk'ın, "(Evet), bu sizin yalanlamakta olduğunuz kesin hüküm günüdür" beyanına gelince, bu hususta şöyle iki bahis bulunur:

Birinci Bahis: Alimler, bu kısmın kâfirlerin sözünün devamı mı, yoksa onların sözünün "bu, karşılık ve hesap günüdür" demekle tamamlanıp, bu ayetin ise, başkalarının sözü olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Böylece, alimlerin bazısı, birincisini benimsemiş ve cümlesinin kâfirlerin birbirlerine söyledikleri sözler cümlesinden olduğunu iddia etmişlerdir. Ekseri ulemâ ise ikinci görüşü benimsemişler ve bu hususta şu iki delili getirmişlerdir:

a) Ayetteki, "yalanlamakta olduğunuz" ifadesi, onların birbirlerine söylemiş olduğu sözler cümlesinden olup, bütün kâfirlere yöneltilen hitaptır. Dolayısıyla, bu sözü söyleyenin mutlaka kâfirlerden başkası olması gerekir.

b) Cenâb-ı Hakk'ın, "O zulmedenleri, onlara eş olanları toplayın" (Saffat, 22) emri manaca, "(Evet), bu, sizin yalanlamakta olduğunuz ayırdetme günüdür" ifadesine matuftur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "O zulmedenleri (...) toplayın"(saffat, 22) ifadesi, kâfirlerden başkasına ait bir ifade olunca, "(Evet), bu, sizin yalanlamakta olduğunuz ayırdetme günüdür" ifadesinin de, kâfirlerden başkalarının sözü olması gerekir. Bu duruma göre, bu demektir ki, ayetteki "Bu, karşılık ve hesap günüdür" cümlesi, kâfirlerin sözlerinden; "Bu, (...) kesin hüküm günüdür" ifadesi de, onlara bir cevap olmak üzere meleklerin sözlerindendir. Bunun kâfirler için bir cevap oluşunu da şu şekilde izah edebiliriz. O kâfirler, için için, peygamberlerin davetlerini inkâr etme ve o fasit dinleri hususunda da hakka isabet etmiş olduklarına inanıyorlardı. İşte bu sebeple onlar, "bu, ceza ve hesap günüdür" demişlerdir. Yani "Bu, kendisinde taatlanmızın ve hayırlarımızın karşılığının bizi gelip bulacağı gündür" demişlerdir. İşte bu sebeple melekler de onlara, "Bu günde, işlerin zahirine bakılmaz. Çünkü bu gün, kendisinde, gerçek mükâfaatın, zahirî karşılıktan seçilip ayırdedildiği ve gerçek taatların, riya ve kahramanlık duygusuyla içice olarak yapılmış olan taatlerden seçilip ayrıldığı gündür" derler. İşte bu yolla, meleklerin bu sözü, kâfirlerin ileri sürdükleri şeye bir cevap olmuş olur.

Zalimler Cehennem Yolunda

22

Âyetin tefsiri için bak:23

23

"O zulmedenleri, onlara eş olanları ve Allah'tan başka tapmakta ısrar ettikleri şeyleri bir araya toplayın da cehennem yoluna koyun"

Ayetle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Bil ki bu sözün, meleklerin sözü cümlesinden olduğunda şüphe yoktur. Buna göre eğer, "Onlar, daha önce haşrolunup (toplanıp). Kıyamet meydana getirilip ve onlar "işte bu din günüdür" (Sâffât, 20) deyip, melekler de onlara, "(Evet), bu, kesin hüküm günüdür" demişken, bu ayette yeniden ühşurû "toplayın denilmesinin manası nedir?" denilirse, Kadi cevaben: Bu, "Onları ceza yurdunda yani ateşte toplayın" demektir. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hak, "Onları cehennem yoluna götürün", yani, "Onları o yola koyun ve oraya sevkedin" buyurmuştur" der ve kendi kendine şöyle sorar: "Bu nasıl olabilir? Çünkü Cenâb-ı Hak bundan sonra da, "Onları hapsedin (durdurun), çünkü onlar sorguya çekilecekler" (Saffât, 24) buyurmuştur. Onların cehenneme sürülüp, cehennemde toplanmalarının ancak boy bir sorgulama ve hesaptan sonra olacağı malumdur."

Kâdî sonra bu sorusuna şöyle cevap verir: "Bir cümlenin vâv (ve) edatıyi affedilmesinde, tertip (sıra) manası gözetilmez. Dolayısıyla, "Onları sevkedin ve onla hapsedin (durdurun)" denebilir. Hem sonra biz, aklen, durdurmanın cehenneme sevkten önce olacağını bilmekteyiz." Kâdî'nin izahı bundan ibarettir.

Bana göre bu hususta bir başka izah da şöyle yapılabilir: Onlar kabirlerinde kalktıklarında, Kıyametin dehşetini gözleriyle gördükleri için, kendilerini saran bu şaşkınlıkla orada kalakalmaları uzak bir ihtimal değildir. Bundan sonra Cenâb-ı Hak meleklere, "O zâlimleri toplayın ve cehennem yoluna götürün" yani "cehenne yoluna sürüp, orada durdurun" diye emretmiştir. İşte sorgulama, o durdurma yerine olur ve sonra onlar buradan cehenneme doldurulurlar. Bu izaha göre ayetin nazr (tertibi) uygun olur.

İkinci Bahis: "O zulmedenleri toplayın" emrini veren, Allahü teâlâ'dır. Şu hale meleklere, kâfirleri sorgulama yerine götürüp, orada toplamalarını Allahü teâlâ emretmiştir. O halde ayette geçen "haşr" (toplama) ile, meleklerin, zâlimleri-kâfirle o yere sevketmeleri manası kastedilmiştir.

Cehennemlik Gruplar

Üçüncü Bahis: Allah Tealâ meleklere, üç şeyi toplamalarını emretmiştir: Zalimleri, onlara eş olanları ve bunların taptıkları şeyleri... Burada birkaç önemli nokta var.

1) Hak teâlâ, "O zulmedenleri toplayın" buyurmuş ve sonra zâlimleri sıfatlarından olarak, "Allah'tan başka varlıklara tapmalarına" işaret etmiştir ki bu "zalim" kelimesinin mutlak manada "kâfir" demek olduğuna delalet ede Binâenaleyh bu, zâlim hakkında Kur'ân'da bulunan bütün va'îdlerin, kâfirler içi olduğunu gösterir. Söylediğimiz bu hususu, Hak teâlâ'nın "Kâfirler, zâlimlerin ta kendileridir" (Bakara, 264) ayeti de destekler.

2) Âlimler, ezvac'dan maksad, "onlara eş olanlar" ifadesi ile kimlerin kastedildiç hususunda şu üç değişik görüşü belirtmişlerdir:

a) Bununla, onlara benzeyenler kastedilmiş olup, onların küfür yolunda, yoldaşları, grupları ve taraftarları demektir. O halde, yahudî yahudî ile, hristiya hristiyanla eştir. "Ezvâc" kelimesinden, "eşler ve benzerler" manasının kastedimi olabileceğinin delilleri şunlardır:

Birincisi: Hak teâlâ'nın, "Siz, (Kıyamette) üç ezvâc (sınıf) olmuşsunuzdur." (vâkıa. 7) ayetidir. Bu, "Siz, üç şekil, birbirine benzer üç kısım olacaksınız" demekti

İkincisi: Meselâ sen, "Benim yanımda ezvâc vardır" dersin. Bu "emsal" (benzerler) manasınadır. Yine sen, herbiri diğerine benzediği için, "Bir çift mest" manasına, zevcânı mine'l-huf dersin. Yine nikâh hükümlerinin çoğunda, biribirine benzer oldukları, aynı durumda oldukları için, karı ile kocaya "zevç" (eş) denir. Doğal sayılarda, herbiri ikinci kısma bir rnisat teşkil ettiği için, "çift sayı" anlamında, el-adedü'z-zevc denilir. Vahidî şöyle der: "Bu görüşe göre, ayette bahsedilen "zalimle" ile, reislerin ve liderlerin kastedilmiş olması gerekir. Çünkü sen, "zalimler" kelimesini, bütün müşrikler için genel manada kabul ettiğinde, ayetteki "onlara eş olanlar" için bir mana kalmaz.

b) Bu ifadeyle, onların şeytanlardan dostları kastedilmiştir. Çünkü Hak teâlâ, "Kardeşleri, onları azgınlıkta oyalayıp durur. Sonra onlar bu (hususta) hiç kusur etmezler" (A'râf, 202) buyurmuştur.

c) Bununla, onların kendi dinlerindeki hanımları kastedilmiştir.

Hak Tealâ'nın, "Allah'tan başka tapmakta ısrar ettikleri şeyler" ifadesi ile ilgili iki görüş vardır:

a) Bununla, o müşriklerin, Allah'ı bırakıp taptıkları putlar ve tâğutlar kastedilmiştir. Bunun bir benzeri de, "Yakıtı insanlar ve taşlar olan o ateşten sakının" (Bakara, 24) ayetidir. Bu ayetin tefsirinde, buradaki "insanlar" ifadesiyle putperestler "taşlar" ile de. taşlardan yontularak yapılmış putların kastedildiği söylenmiştir.

İmdi eğer, "O taşlar cansızdırlar. Onların cehennemde toplanmalarının hikmeti ve faydası nedir?" denilirse, Kâdî buna şöyle cevap vermiştir: "Kendilerine tapan o kâfirleri iyice rezil rüsvay etmek için, bu taştan ve tunçtan putların getirilip, onlara hayat verileceği hususunda rivayetler vardır." Birisi şöyle diyebilir: "Farzet ki Allahü teâlâ, o putlara hayat verecek. Ama onlardan bir günah sâdır olmamıştır. Öyle İse Allah'ın onlara azab etmesi nasıl düşünülebilir? O halde doğruya en yakın olan şöyle denilmesidir: "Allahü teâlâ, o putlara hayat vermez. Onları oldukları gibi cansız bırakır. Ama onları cehenneme atar. Bu atmanın hikmeti, kâfirlerin utançlarını iyice artırmadır.

b) Ayetteki bu ifadeyle, putperestleri, o putlara ibadete çağırıp sevkeden şeytanlar kastedilmiştir. Çünkü o kâfirler, şeytanlardan aldıkları bu dini kabul edince, âdeta şeytana tapmış gibi oldular. Bu mana, "Ey âdemoğlu, şeytana tapmayın diye size emretmedim mi?" (Yasin, 60) ayeti ile desteklenir. Ama birinci görüş daha uygundur. Çünkü şeytanlar da, akıl sahibi varlıklardır. Dolayısıyla ayetteki mâ ism-i mevsûlünün, akıl sahibi varlıklar için kullanılmaları uygun düşmez. Allah en iyi bilendir.

Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Onlan cehennem yoluna koyun" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Bu, "Onlara yol gösterin" manasınadır. Nitekim Arapça'da birisine yol gösterip, klavuzluk ettiğinde, dersin. Burada "hidayet" kökünden olan bu fiil kullanılmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu tabiri, "cennete hidayetin" (şevkin) mukabili olarak kullanmıştır. Bu tıpkı, "Onlan, elim birazabla müjdele(!)" (Al-i İmran, 21) ayeti gibidir. Onları azabla müjdeleme işi de mü'minleri nimetlerle, cennetlerle müjdelemenin mukabili olarak getirilmiştir." Yine İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın buna, "Onları sürüp götürün" manasını verdiği de rivayet edilmiştir. Esamm, "Bu "Onları, ileri çıkarıp sunun" demektir" der. Vahidi ise: "Bu görüş bir vehimdir. Çünkü birinin ilerlemesini, Öne geçtiği bildirmek için (......) fiili kullanılır. "Hidayet" kelimesi de bu manadadır. "Hevadî" ve "hadiyât" da aslan gibi vahşi hayvanlardır. Fakat "geldi" manasına heda fiili kullanılmaz" demiştir.

Birbirlerine Sormaları

24

Âyetin tefsiri için bak:27

25

Âyetin tefsiri için bak:27

26

Âyetin tefsiri için bak:27

27

"Onlan hapsedin (durdurun) Çünkü onlar mesuldürler. Size ne oldu da birbirinize yardım etmiyorsunuz. Hayır, hayır, bugün onlar teslim olmuşlardır. Onlar birbirine yönelip, birbirlerini mesul tutmaya kalkışmışlardır"

Cenâb-ı Hakk "Onlan hapsedin (durdurun)" buyurmuştur. "Hayvanı durdurdum. O durdu" denilir. Buna göre ayetin manası, "Onları alıkoyun" demektir. Bu ayetle ilgili şu iki görüş belirtilmiştir:

1) Ayette bir takdim-tehir vardır. Buna göre mana, "Onları durdurun "ve onlan cehennem yoluna koyun" (saffat. 23) şeklindedir.

Doğrusu, ayette böyle bir takdim-tehir olduğunu söylemeye gerek yok. Aksine sanki önce: "Onları cehennem yoluna koyun" denilmiş ve onlar oraya varınca, "Onlan durdurun. Çünkü sorgulama-hesap burada olacaktır" buyurulmuştur.

Ayetteki, "Çünkü onlar mesuldürler"cümlesinin, onların dünyadaki amellerinden ve sözlerinden mesul olması manasında olduğu söylenmiştir. Onlara cehennem bekçilerinin, "Sizden peygamberler size beyyinatı getirmedi mi?" diye hesap sorup, onların da, "Evet, fakat azab kelimesi (hükmü), biz kâfirlere hak oldu" dedikleri söylenmiştir. Bu ayetten anlaşılan sorgulama, hemen bunun peşinden gelen, "Size ne oldu da birbirinize yardım etmiyorsunuz?" ifadesi de olabilir. Yani onlar, biribirilerini azarlamak ve tenkid etmek için kendilerine hesap sorarlar ve onlara, "Size ne oldu da birbirinize yardım etmiyorsunuz?" denilir. İbn Abbas (radıyallahü anh), bu ifadeye, "Dünyada yaptığınız gibi, niçin şimdi birbirinize yardımcı olmuyorsunuz?" manasını vermiştir. Bu böyledir. Çünkü Ebu Cehil, Bedir günü, "Biz, yardımlaşıp galip gelen topluluğuz" (Kamer, 44) demişti. İşte bundan dolayı, Kıyamet günü onlara, "Size ne oldu da, şimdi yardımlaşmıyorsunuz?" denilecektir. Bu ayetin manasının şöyle olduğu da söylenmiştir: "Kâfirlere, "şirk koştuğunuz şeyler, sizi azabtan kurtarmak için niçin size yardımcı olmuyor?" denilir."

Daha sonra Hak teâlâ, "Hayır hayır. Bugün onlar teslim olmuşlardır" buyurmuştur. Birisi bir şeye boyun eğip, ona İnkiyâd ettiğinde, denilir. Aslında bunun manası, "münakaşayı bırakıp, selameti istemek" demektir. Buna göre ayetten kastedilen mana, o kâfirlerin, cehennem azabından kurtulma hususunda çaresiz bir şekilde artık boyun eğip, ne tapanlardan, ne de tapılanlardan hiçbir medetler kalmadığıdır.

Cenâb-ı Allah sonra, "Onlar birbirlerine yönelip. birbirlerini mesul tutmaya kalkışmışlardır" buyurmuştur. Ayetin bu cümlesinde kâı. ler ile şeytanların birbirlerini suçlamaları kastedildiği ileri sürüldüğü gibi, idarecile-(liderler ve başkanlarla) idare edilenler (tâbi olanların) kastedildiği de ileri sürülmüştür yani bunlar birbirlerini suçlarlar. Bu suçlama, karşılıklı düşmanlık ve öfke şeklinde cereyan eder ki, bu aynı zamanda, susturmak ve utandırmak için yapılan bir suçlamadır. Yani, "Tabi olanlar, "Bizi siz aldattınız" derken, liderler, "Bizirr sözümüzü niçin kabul ettiniz, kabul etmeseydiniz" derler. Velhasıl bu, birbirlerinder birşey sorma manasında olmayıp, azarlama ve kınama manasında bir "tesâül'dür Allah en iyi bilendir.

Faydasız Suçlamalar

28

Âyetin tefsiri için bak:40

29

Âyetin tefsiri için bak:40

30

Âyetin tefsiri için bak:40

31

Âyetin tefsiri için bak:40

32

Âyetin tefsiri için bak:40

33

Âyetin tefsiri için bak:40

34

Âyetin tefsiri için bak:40

35

Âyetin tefsiri için bak:40

36

Âyetin tefsiri için bak:40

37

Âyetin tefsiri için bak:40

38

Âyetin tefsiri için bak:40

39

Âyetin tefsiri için bak:40

40

"Derler ki: "Gerçekten siz, bize sağdan (suret-i haktan) gelirdiniz." (Tapılanlar da) derler ki: "Hayır, siz (zaten) iman eden kimseler değildiniz ve bizim size karşı bir hâkimiyetimiz yoktu. Aksine siz (zaten) azgınlar güruhu idiniz. Onun için Rabbimizin (azab) hükmü bize hak olmuştur. Şüphesiz (o azabı) tadacağız. Çünkü biz de sizi baştan çıkardık. Zira biz de azgın kimselerdik." Artık şüphe yok ki bunlar o gün, azabta ortaktırlar. Biz, mücrimleri işte böyle yaparız. Çünkü onlar, "Allah'dan başka hiçbir tanrı yok" denildiğinde, büyüklük taslarlar ve "Biz, mecnun bir şâir için tanrılarımızı mı bırakacağız?" derlerdi. Hayır o, hakkı getirmiş ve bütün peygamberleri tasdik etmiştir. Sizler, elbette o acıklı azabı tadacaksınız. Yapmakta olduğunuz şeylerden başka bir şeyle cezalandırılmayacaksınız. Allah'ın, muhlis kulları müstesna.." .

"Sağdan Gelme"nin Manası

Bil ki, Allahü teâlâ, onların biribirlerine yönelerek birbirlerini suçladıklarını nakledince, onların birbirlerini nasıl suçladıklarını da açıklamak üzere: "Gerçekten siz, bize sağdan (suret-i haktan) gelirdiniz" dediklerini belirtmiştir. Bu, kendilerini sapıklığa davet eden kimselere karşı, tâbi olanların söylediği sözdür. Bu ifadede yer alan yemîn kelimesinin ne demek olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

Sağ Tarafın Üstünlüğü

a) Buradaki yemin lafzı, iyiliklerden ve mutluluklardan kinayedir. Bu kinayenin niçin yapıldığını da şu şekilde izah edebiliriz: "Sağ taraf" şu sebepten dolayı, "sol taraftan daha üstündür:

1) Herkes, iki tarafın en kıymetlisinin, "sağ" olduğu hususunda müttefiktir.

2) İnsanlar, meselâ seçkin kimselerle müsafaha etmek, yemek, içmek gibi kıymetli ve önemli işleri sağ elleriyle yaparlar. Ama bunun aksi olan şeyleri ise, sol elleriyle yaparlar.

3) Onlar, tefe'ülde bulunurlar ve sağ taraftan uğur ümit ederler. Ve buna "Sânih-uğurlu olan", derler.

4) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) her makbul işte sağ tarafı tercih etmeyi severdi.

5) Şeriat, sağ tarafın iyilikleri yazan meleklere; sol tarafın da, günahları yazan meleklere tahsis e iitmiş olduğuna hükmetmiştir.

6) Allahü teâlâ, mü'min kuluna, kitabının sağından verileceğini vaadetmiş; günahkâr kulunun kitabının ise sol tarafından verileceğini belirtmiştir. Böylece sağ tarafın sol taraftan daha üstün olduğu sabit olmuş olur.

Durum böyle olunca da hiç şüphesiz, hayır, hasenat ve taatlan anlatmak için, lı yemin fafzı, kinaye yofuyfa getirilmiştir. Binaenaleyh cümlesinin manası, "Sizler bize tuzak kurdunuz, hilekâr davrandınız. Ve bize, o dinlere davetinizin maksadının, hakka yardım, doğruluğu takviye olduğu zannım uyandırdınız" şeklindedir.

b) Arapça'da, birisi birisinin nezdinde güzel bir mevkiyi haiz olduğunda, "Falanca, falancanın sağıdır" denilir. Buna göre, tâbi olan o kâfirler, kendilerini saptıran ve onlara o küfrü hoş gösteren liderlerine, "Sizler bizi aldattınız ve bize, bizim sız -nezdinizde güzel bir yeriniz bulunduğu vehmini verdiniz. Derken size güvendik de, sizin dediklerinizi kabul ettik" derler.

c) Küfrün liderliğini yapanlar, bu mustad'âflara (kendilerine tabi olanlara), "Bizim davet ettiğimiz şey haktır" diye yemin etmişler, onlar da onların yeminlerine güvenmiş, yaptıkları anlaşmalara sımsıkı bağlanıp kalmışlardır. O halde ayetteki ifadesinin manası, "Sizler bize, güveneceğimiz taraftan ve bize yaptığınız yeminler açısından yaklaştınız" şektinde olur.

d) "Yemin lafzı, kuvveti ve ezme manasını ifade eder." Çünkü sağ taraf, ezici bir özelliğe sahiptir ve kıskıvrak yakalama işi de sağ ile olur. Buna göre mana, "Siz bize, kuvvet ve kahr ile yaklaştınız. Bize, gücünüz ve kudretiniz olduğunu söyleyerek yanaştınız. Derken, bizi sapıklığa sevkettiniz ve bizi, bu sapıklığa kurdunuz" şeklinde olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, liderlerin ve başkanların, idare ettikleri o kimselere verdikleri cevâbı şu şekilde anlatmıştır:

1) Liderler, idare edilenlere, "Hayır, siz (zaten) iman eden kimseler değildiniz" demişlerdi. Bu, "Sizler, zaten imanla muttasıf değildiniz ki, bizim sizi, o imandan uzaklaştırdığımız söylenebilsin!" demektir.

2) Onların, "Ve bizim size karşı bir hakimiyetimiz de yoktu" şeklindeki sözleri olup, bu, "Bizim sizin üzerinizde bir hakimiyetimiz yoktu ki, sizi zorlamış olalım ve sizi mecbur edelim" demektir.

3) Onların, "Aksine siz, (zaten) azgınlar güruhu idiniz" demeleridir. Yani, "Siz, zaten sapıktınız; yoldan çıkmış ve Allah'a isyana dalmış idiniz" demektir.

4) Onların, "Onun için Rabbimizin (azab) hükmü bize hak olmuştur. Şüphesiz (o azabı) tadıcılarız" demeleridir. Bu da, "Allahü teâlâ. bizim bu azaba düşeceğimizi haber vermiştir. Binâenaleyh, şayet biz bu azaba dûçaı olmazsak, Allah'ın, haberi hak değil, tam aksine bâtıl olmuş olur. Allah'ın haberi kaçınılmaz bir iş olunca, hiç şüphesiz, bu elîm azaba düşüşümüz de, gerekli ve kaçınılmaz olmuştur" demektir.

Mukâtil şöyle demiştir: "Ayetteki "Onun için Rabbimizin (azâb) hükmü bize hak olmuştur" ifadesi, O'nun İblis'e, "Andolsun, cehennemi senden ve onların içinden sana tabi olanların hepsi ile dolduracağım" (Sad, 85) şeklindeki sözüne işarettir. O halde bu ifadenin hemen peşinden gelen, (......) ifadesi "Rabimizin sözü bizin üzerimizde hak ve vacib olunca, bizim bu azabı tatmamız gerekmiştir" demektir."

5) Onların, "Çünkü biz de sizi baştan çıkardık Zira biz de azgın kimselerdik" şeklindeki sözleri olup, bu, "Biz, sizi iğvâya, aslındı azdırma işi bizde nüve halinde bulunduğu için, yönelttik" demektir.

Burada şöylesi diğer bir incelik daha vardır: Bu da, "Eğer siz, sizin azgınlığınızın bizim azdırmamız sebebiyle olduğuna inanıyorsanız, bu demektir ki, bizim azgınlığımı; da, bir başka azmış, sapmış kimsenin azdırmasıyla olmuştur. Böylece de bir teselsü gerekir. Teselsül ise, muhaldir. O halde biz, azmanın veya doğru yolu bulmanın bizin tarafımızdan değil de, tam aksine bizim dışımızdaki bir kuvvet tarafından olduğum anlamış bulunuyoruz. Bu başkası da, O'nun biraz önce bahsettiği şeydir ki, bu da ayetteki, "Rabbimizin (azâb) hükmü bize hak olmuştur" ifadesidir" denilmesidir.

Cenâb-ı Hak, tâbi olanların liderlere; liderlerin de tâbi olanlara söylemiş olduklar sözleri nakledince, bunun peşinden, "Artık şüphe yok ki bunlar o gün, azabta ortaktırlar" buyurmuştur ki, bu da "Tâbi olunan tâbi olan; hizmet olunan hizmet eden, dünyada İken nasıl azgınlıkta müşterek idiyseler, şimdi bu azâba düşme hususunda da müşterektirler" demektir.

Mücrimlerin Akıbeti

Cenâb-ı Hak, daha sonra yine, "Biz, mücrimleri işte böyle yaparız" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak bu ayetteki "el-mücrimin" sözü ile, kâfirleri kastetmiştir. Delili İse, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifadenin peşinden buyurduğu, "Çünkü onlar, "Allahdan başka hiçbir tanrı yok" denildiğinde, büyüklük taslarlardı" ayetidir. Bu ayetteki hum zamiri, bahsi geçenlere râci olup, bunlar da, biraz önce ismi geçen mücrimin lafzının ifade ettiği kimselerdir. Binâenaleyh bu, Kur'ân'da mutlak olarak getirilen "mücrim" lafzının, kâfirlere mahsus olan bir lafız olduğuna delâlet eder.

Allah'ın Hakimiyyetini Kibirlerine Yediremeyenler

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların, kendisinin birliğini ve peygamberin nübüvvetini yalanlamış olmalarından dolayı, o azabın içine düştüklerini beyan buyurmuştur. Onların, kendisinin birliğini yalanlamaları, "Çünkü onlar, "Allah'dan başka hiçbir tanrı yok" denildiğinde, büyüklük taslarlardı" ifadesinden anlaşılmış olup, yani "Onlar inkâr edenler, şirki ortaya koyma taassubuna kapılıyorlar ve benim birliğimi ikrara yanaşmıyorlardı" demektir. Peygamberin nübüvvetini yalanlamaları ise, onların, "Biz, mecnûn bir şair için tanrılarımızı mı bırakacağız?" şeklindeki sözleri olup, onlar, "mecnûn şâir" ifadesiyle, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kastetmişlerdir.

Nebî Diğer Nebileri Tasdik Eder

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onları bu sözleri hususunda yalanlamak üzere "Hayır o, hakkı getirmiş ve bütün peygamberleri tasdil etmiştir" buyurmuştur ki, bu sözün izahı şu şekilde yapılabilir: O, hak dini getirmiştir

Çünkü Allahü teâlâ'nın, eşlerden, ortaklardan, benzerlerden (endâd) münezzeh olduğu, aklen sabittir. Binâenaleyh Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), bu manaları ifade eden ayetleri okuyunca, o, böylece hak dini getirmiş olur.

İbn Kesir, bu kelimeyi medsiz olarak hemze ile, hemzeden sonra da sakin ya ile "Neden, niye, niçin, ne sebepten ki?" şeklinde okumuştur. Yine Kâlun'un rivayetine göre Nâfi, Ebû Amr, aynı manada olmak üzere, ama med ile, "eynâ" şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları medsiz olarak, iki hemze ile "e inne" şeklinde okurlar.

Enbiyayı Tasdik

Cenâb-ı Hakk, buyurmuştur. Yani, "Hazret-i Muhammed, o resullerin tevhidi getirdikleri ve şirki de temelinden söküp attıkları hususunda, onları doğrulamış ve tasdik etmiştir" demek olup, bu da, tevhid esasının bütün peygamberlerin dini olduğuna tenbihatta bulunmaktadır.

Ceza, Suçun Karşılığı

Cenâb-ı Hak, onların, kendisinin birliğini ve nübüvveti yalanladıklarını anlatınca, ifadesini, gaib sîgasından muhâtab sigasına döndürerek, "Sizler, elbette o acıklı azabı tadacaksınız" buyurmuştur. Buna göre sanki, "Fayda temininden ve zarardan etkilenmekten münezzeh olan ve kerîm, rahîm olan zâta, kullarına azâb etmesi nasıl uygun düşer?" denilmiş de, Cenâb-ı Hak bu hususa da, "Yapmakta olduğunuz şeylerden başka bir şeyle cezalandırılmayacaksınız" ifadesiyle cevap vermiştir. Bu, "Hüküm vermek, güzel ve taât olanı emretmeyi, çirkin ve günah olandan nehyetmeyi gerektirir. Emir ve nehiyden beklenen şey ise, ancak, mükâfaata teşvik, ikâb ile korkutma sayesinde mükemmelleşir. Bunun böyle olduğuna dair haber verme işi tahakkuk edince, ilahî kelâmın yalan olmaması için, haber verilenin de gerçekleştirilmesi gerekmiştir. İşte bu sebepten dolayı da onlar, o azaba gireceklerdir" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'ın, muhlis kulları müstesna" buyurmuştur. Bu, "Lakin, Allah'ın ihlaslı kulları kurtulacaklardır" demek olup, ayetteki istisna, "istisna-i munkatı' "dir.

Cennetten Bir Kesit

41

Âyetin tefsiri için bak:50

42

Âyetin tefsiri için bak:50

43

Âyetin tefsiri için bak:50

44

Âyetin tefsiri için bak:50

45

Âyetin tefsiri için bak:50

46

Âyetin tefsiri için bak:50

47

Âyetin tefsiri için bak:50

48

Âyetin tefsiri için bak:50

49

Âyetin tefsiri için bak:50

50

"Onlar böyle... Onlar için, malûm bir rızık vardır. Türlü meyveler... Onlar, ikrama mazhar kimselerdir. Naîm cennetlerinde, birbiriyle karşılıklı olan tahtlar üzerinde... Onların etrafında, kaynaktan doldurulmuş türlü kadehler dolaştırılır. Bembeyaz, içenlere bir lezzet. Orada bir sarhoşluk (başağrısı) yok, onların bundan hoşnutsuz olacakları da söz konusu değil. Yanlarında, nazarlarını yalnız zevcelerine dikmiş güzel gözlü kadınlar vardır, ki bunlar, örtülüp saklanmış yumurtalar gibidirler. Kimi kimine dönüp sorarlar"

Bil ki, Allahü teâlâ birliğini kabullenmekten tekebbür edenlerin ve nübüvveti inkârda ısrar edenlerin hallerini tavsif edince, bunun peşinden, ihlaslı ve samimi kullarının mükâfaat elde etmedeki hallerini zikretmiştir. Bu ifadelerle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Biz, Sâffât, 40 ayetinde geçen ifadesinin, lâm'ın hem fethası ve hem de kesresi ile iki şekilde okunduğunu, daha evvel geçtiği yerde anlatmıştık. Binâenaleyh, bu kelimedeki lâm'ın fetha okunması halinde mana, "Allahü teâlâ, kendi lütfü ile onları halis kıldı ve fazl-u keremi ile onları seçti..." şeklinde olur. Kesre ileyse, mana, "Onlar, taatlarını ve ibadetlerini sırf Allah için buna hiçbir şey karıştırmadılar" şeklinde olur.

Cennet Rızkı

Bil ki Allahü teâlâ, cennetliklerin rızklarını, "malum" olmakla nitelemiş, o rızkın hangi sıfatlarının malum olduğunu ise beyân buyurmamıştır. İşte bu sebepten dolayı bu husustaki görüşler farklı farklıdır. Bu cümleden olarak, bu tabirin manasının, "O rızkın vahyi malum olup, bu da, her ne kadar orada akşam-sabah diye bir şey olmasa da, akşam ve sabahtır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Orada, sabah akşam naldan da (ayaklarına gelecektir)"(Meryem, 62) buyurmuştur.

Bu kelimenin manasının, "O rızkın niteliği malumdur; çünkü Cenâb-ı Hak onu, tadının, kokusunun ve lezzetinin hoşluğu ve görünümünün güzelliği gibi hususî birtakım sıfatlarla yaratmıştır" şeklinde olduğu söylenmiştir. Yine bunun manasının, "Cennetlikler, o rızkın devam edip gideceğine yakînen inanmakta olup, bu, ne zaman tahakkuk edeceği ve ne zaman sona ereceği bilinmeyen dünya rızkı gibi değildir" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Yine, bunun manasının, "Bu rızkın miktarı, cennetliklerin dünyadaki amellerine göre hak ettikleri mükâfaat ve ikram oranındadır. Çünkü Cenâb-ı Hak, bundan fazlasını onlara bir lütuf olarak verdiğini beyân etmiştir" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür.

Fevâkih

Daha sonra Cenâb-ı Hak, cennetlikler için bir rızık olduğunu belirtince bu rızkın ne olduğunu da beyan etmek üzere fevâkih "türlü meyveler..." buyurmuştur. Bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) "Fâkihe" ihtiyacı karşılamak için değil de, zevk almak için yenilen şeyler demektir. Çünkü, cennetliklerin rızıklarının hepsi, bu türdendir. Zira onlar, sıhhatlerini azıklar ve yiyeceklerle koruma ihtiyacı duymamaktadırlar. Çünkü onlar, sonsuz için yaratılmış muhkem cisimler ve bedenlerdir. Binâenaleyh, onların yedikleri her şey, haz alma kabilindendir.

b) Ayette, fâkihe (meyve)'den bahsedilmesinin maksadı, en düşük şeyle en üstününe dikkat çekmektir. Yani, meyve her zaman mevcut olduğuna göre, katık ve yiyecek haydi haydi her zaman bulunur. Birinci görüş, gerçeğe daha yakındır.

Bil ki Allahü teâlâ, "yemek"den bahsedince, bu yemenin ikram ve tazîm ile içice olduğunu beyan ederek, "Onlar ikrama mazhar olmuş kimselerdir" buyurmuştur. Çünkü, izzet ve ikramdan uzak olan yeme, ancak hayvanlara yakışır ve uygun düşer.

Cennet Meskenleri

Cenâb-ı Hak, onların yiyeceklerini ve yedikleri yeri anlatınca, meskenleri de vasfederek, "Naîm cennetlerinde, biribiriyle karşılıklı olan tahtlar üzerinde..." buyurmuştur ki, bu, "Cennetliklerin birbirleriyle karşılaşmaları ve konuşmalarında, onlar için hiçbir külfet yoktur" demektir. Bazı haberlerde, "Cennetlikler birbirlerine yaklaşmak istediklerinde, altlarında olan tahtlarının harekete geçtiği..." yer almıştır. Onların, ancak zihnen ve gönül bakımından karşı karşıya olmaları caizdir. Onlar ancak, alanın ve sahanın geniş olması durumunda bu şekilde olabilirler. Biribirlerinin hitaplarını uzakta iken duymaları ve birbirlerini görmeleri, ancak Allah'ın, onların gözlerini, kulaklarını ve seslerini kuvvetlendirmesiyle mümkün olur.

Allahü teâlâ yemenin, oturmanın vasıflarından bahsedince, bundan sonra da içmenin vasıflarını ele alarak, "Onların etrafında kaynaktan doldurulmuş türlü kadehler dolaştırılır" buyurmuştur. İçerisinde içki bulunan cam kaba, ke's ismi verilir; içkinin bizzat kendisine de bu ad verilir. Nitekim şair,

"Bana lezzef veren nice ka 'seler (içkiler) içtim! (...)" demiştir. Ahfeş'in, "Kur'ân'da geçen ke's kelimesi, içki manasındadır" dediği rivayet edilmiştir.

Maîn'in Manası

Maîn, akan su veya nehir demektir. (suyun gözesi) deyiminden alınmıştır. Yani, "Tıpkı suyun fışkırması gibi, o içki, gözelerden çıkar" demektir. Fışkırdığı ve ortaya çıktığı için buna, denilmiştir. Nitekim su, açıktan akıp gittiğinde, denilir. Bunu Sa'leb söylemiştir. Binâenaleyh bu kelime, tıpkı (satılmış), (ölçülmüş) kelimeleri gibi, ayn masdarından ism-i mef'ûldür. Bunun, açık olarak aktığı için, main adını aldığı da ileri sürülmüştür. Binâenaleyh, bu kelimenin, kökünden "feîl" vezninde olması mümkündür. Maîn, şiddetli akan su demektir. Bir kimse koştuğunda, (......) denilmesi de böyledir.

Ayetteki, (......) kelimesi, "hamr" “içki”nin sıfatıdır. Ahfeş, "Cennetin içkileri, sütten daha beyazdır" demiştir.

Lezzet'in Manası

Ayetteki, (......) kelimesine gelince, bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

a) Bu içki, lezzetin bizzat kendisi ve aynısı imişçesine, serapa lezzet ile vasfedilmiştir. Nitekim insanlar, birisini şu iki vasıfla tavsif etmek istediklerinde, "Falanca, sırf cömertlik ve sırf keremdir" derler.

b) Zeccâc, bu ifadenin "lezzet sahibi, lezzetli" takdirinde olduğunu söylemiştir. Bu izaha göre demektir ki, bu kelimenin başındaki (......) kelimesi hazfedilmiştir.

c) Leys şöyle der: El-lezzu ve el-lezîzu ifadeleri, sıfat olma bakımından aynıdırlar. Nitekim, (......) denilir. Cenâb-ı Hakk da "Bembeyaz.. İçenlere bir lezzet" buyurmuştur. Ve yine Cenâb-ı Hak, "İçenler için lezzetin ta kendisi olan bir içkiden... " (Muhammed, 5) buyurmuştur. İşte bu sebepten dolayı, lezzetinden dolayı, uyku da lezz denilmiştir. Yaptığımız bu izaha göre, lezze, lezize manasınadır demektir. Yapılan açıklamalardan doğruya en yakın olanı ise, birincisidir.

Sarhoş Etmeyen Lezzet

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Orada bir sarhoşluk (başağrısı) yok" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Ferra şöyle der: "Araplar aynı anlamda olmak üzere, "Onda sarhoşluk yoktur" derler. Ebû Ubeyde ise, gavl kelimesinin, insanların akıllarını giderme manasında olduğunu söyler ve Muti Ibn Iyas'ın şu beytini şahid getirir:

"İçki onların akıllarını başlarından almayı sürdürüyor. Böylece, kadehler birbirini izliyor."

Leys de, "gavl, başağrısı demektir" demiştir. Buna göre mana, "Bu içkilerde, dünya içkilerinde olduğu gibi başağrısı yapma mahzuru yoktur" şeklinde olur.

el-Vahidî (r.h) ise, "Bu, aslında helak etmek ve yok etmek anlamındadır. Çünkü Arapça'da birisi, birisini yok ettiğinde, denilir. O halde gavl ve gail "yok eden" anlamındadır. Baş ağrısı da helak olmaya götürdüğü için, ona gavl ismi verilmiştir" demiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onların bundan hoşnutsuz olacakları da söz konusu değildir" buyurmuştur. Bu kelime, zâ'nın kesresiyle yunzifûn şeklinde de okunmuştur.

Ferra şöyle der: "Bu kelimeyi zâ'nın kesresiyle okuyanlara göre, bunun iki manası vardır:

a) İçkisi bittiğinde, "adamın içkisi bitti" denilir.

b) Sarhoşluktan dolayı, aklı zâif olduğunda da yine, denilir. Zâ'nın fethasıyla okuyanlara göre ise bunun manası, "Onların akılları gitmez, yani onlar sarhoş olmazlar" demek olur. Nitekim "sarhoş oldu, sarhoş" manasında denilir."

Buna göre ayetin manası, "Cennet içkilerinde, içki içmekten dolayı meydana gelen başağrısı, aklı bürüme ve rahatsız etme gibi, bozuk hallerden hiçbirisi bulunmaz ve onlar, sarhoş da olmazlar" demektir. İçki içmedeki fesâhatların en büyüğü bu olduğu için, Allahü teâlâ özellikle onun bu vasfına yer vermiştir.

Huriler

Cenâb-ı Hak, cennetliklerin içeceği şeylerin vasıflarından bahsedince, bunun akabinde, onların hanımlarının vasıflarını da şu üç bakımdan zikretmiştir:

1) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Yanlarında, nazarlarını yalnız zevçlerine dikmiş güzel gözlü kadınlar vardır" ayetinin ifade ettiği husustur. Kasr, "hapsetmek" anlamına gelir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Çadırlar içinde ehl-i perde huriler vardır" (Rahman. 72) ayeti de bu manadadır. Buna göre ayetin manası, "O kadınlar bakışlarını hapsetmişler ve kocalarından başkalarına bakmazlar" şeklinde olur.

2) Ayetteki, (......) lafzının ifade ettiği husus... Zeccâc, "Büyük göz, gözlerin en güzelidir. Bu kelimenin müfredi, (aynâ'u) lafzıdır" demiştir.

Bid-ı Meknûnun

3) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Ki bunlar, örtülüp saklanmış yumurtalar gibidirler" ayetinin ifade ettiği husus... Meknûn "örtülü, kapalı" demektir. Nitekim, örttüm, gizledim ve sakladım manasında, denilir. Ayetteki bu benzetmenin manası şudur: Yumurtanın dış yüzeyi, sarıya çalan bir beyazlıktadır. Binâenaleyh yumurta örtülüp saklandığında, tozdan topraktan ve dumandan korunmuş olur. Bu renk, son derece güzeldir. Araplar da kadınlara, "saklı, örtülü yumurtalar" adını verirlerdi.

Cenâb-ı Hak, cennetliklerin vasıflarını bitirince "Kimi kimine dönüp sorarlar" buyurmuştur. Şayet, "Bu cümle neye atfedilmiştir?" diye sorulursa, biz deriz ki: Bu, ayetteki ifadesine atfedilmiştir. Buna göre mana, "Onlar içerler. Bu içki içme sırasında da, birbirleriyle karşılıklı olarak konuşur, sohbet ederler" şeklinde olur. Nitekim şair:

"Lezzet ve haz namına geriye ancak, içki meclisinde, âlî ve kıymetli kimselerle sohbet kalmıştır" demiştir. Buna göre mana, "Onlar birbirlerine yönelir ve dünyada iken, lehlerine ve aleyhlerine olarak cereyan eden şeyleri sorarlar" şeklinde olur.

Cennetten Cehenneme Bakış

51

Âyetin tefsiri için bak:61

52

Âyetin tefsiri için bak:61

53

Âyetin tefsiri için bak:61

54

Âyetin tefsiri için bak:61

55

Âyetin tefsiri için bak:61

56

Âyetin tefsiri için bak:61

57

Âyetin tefsiri için bak:61

58

Âyetin tefsiri için bak:61

59

Âyetin tefsiri için bak:61

60

Âyetin tefsiri için bak:61

61

"İçlerinden bir sözcü der ki: Sahi, benim (dünyada) bir arkadaşım vardı. (Bana): "Gerçek sen de kati inananlardan mısın?" derdi. "Biz öldüğümüz ve bir toprak, bir yığın kemik olduğumuz zaman gerçekten hesaba çekilecek miyiz?" (Bu sözü söyleyen zât, kardeşlerine) der ki: "Siz onun durumuna vâkıf olmak ister misiniz?" Derken o bakıp, bunu o çılgın ateşin ta ortasında gördü ve ona dedi ki: "Vallahi, sen az kaldı beni de helak edecektin! Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı ben de, (seninle beraber cehennemde) hazır bulundurulanlardan olacaktım. (Bak), biz ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek, biz azaba da uğratılmayacak değil miymişiz?" Muhakkak ki bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Artık çalışanlar da bunun gibi bir ödül için çalışmalıdır"

Ayette ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki, cennetlikler hakkında, Allahü teâlâ, onların içki meclislerinde bir araya gelip birbirleriyle konuştuklarından bahsetmiştir. Zira aklı başında kimselerin İçerken yaptıkları sohbet tatlıdır. Keza tehlike sebepleri biraya gelmişken onlardan kurtulma yolunu bulmak da lezzet veren şeylerdendir. İşte Allahü teâlâ bunu zikrettiği gibi, bu ayette de, cennetliklerin içki içmek için bir araya gelip karşılıklı konuşmaya ve birbirlerine sorular sormaya başladıklarında, onların konuşacakları şeylerin, dünyada iken kendileri için, ilahî azaba düşmeyi gerektiren şeylerin bulunduğunu; ama şükür ki, bu şeylerden kurtulmuş olduklarını ve ebedî saadeti elde ettiklerini hatırlamaları olduğunu belirtmiştir, ki, bunların dile getirilmesinin maksadı, cennetliklerin sevinçlerinin ve sunarlarının doruk noktaya çıktığını belirtmektir.

İki Arkadaşın Akıbeti

Ayetteki "İçlerinden bir sözcü der ki: "Sahi, benim (dünyada) bir arkadaşım vardı" ifadesine gelince, bu, "Cennetliklerden birisi, "Benim dünyada bir arkadaşım vardı. O, bana, "Gerçekten sen de, kati inananlardan mısın?" derdi. Yani, "öldükten sonra dirilmeyi ve Kıyameti tasdik ettiğim için beni azarlar ve buna taaccüb ederek, "Biz öldüğümüz ve bir toprak, bir yığın kemik olduğumuz zaman gerçekten hesaba çekilecek miyiz?" derdi" demiştir. Buna göre mana, "o arkadaşım bu sözleri, benim bu inancımı yadırgama üslubuyla söylerdi" demektir. Daha sonra, cennetliklerden olan bu adam, o arkadaşını görüp ve ona, "Siz (onun durumuna) vâkıf olmak ister misiniz?" Derken o, bakıp, bunu... gördü" şeklinde hitap ettiği için, kendisiyle beraber oturanlara, bu kimsenin ateşte olduğunu göstermek suretiyle, kendi sürûrlarını arttırmayı onları davet ederek, böyle söyler. Doğruya en yakın olanı bu kimsenin muttali olmak için biraz gayret gösterdiğini düşünmektir. Çünkü o, eğer külfetsiz bir biçimde bu işe muttali olmuş olsaydt onun böyle bir İttilâ'ya, böyle bir külfete ihtiyacı kalmazdı. İşte bundan dolayı bazı alimler, bu kimsenin, cennetin çevresine kadar gittiğini, böylece de ona, o cehennemde muttali olduğunu; derken onu, cehennemin ta ortasında gördüğünü ve azarlayarak ona, "Vallahi, sen az kaldı beni de helak edecektin!" yani, "Seni beni, öldükten sonra dirilmeyi ve Kıyameti inkâra çağırman sebebiyle, az kalsın beni de helak edecektin. Şayet, hakka iletmek ve bâtıldan da korumak suretiyle Rabbimin bana olan lütfü olmasaydı, "Ben de, senin gibi, elbette ateşte hazır bulundurulanlardan olacaktım" dediğini söylemişlerdir. Bu cennetliğin, şu anda, cehennemliklerden olan dünyadaki dostuna karşı söylediği söz bitince, sözü tekrar, cennetliklerden olan beraber oturduğu kimselere yönelterek,"Biz bir daha ölmeyecek değil miymişiz?" demiştir. Bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Cennetlikler, cennete girdikleri sırada kendilerinin ölmeyeceklerini bilemiyorlardı. Binâenaleyh, ölüm, beyaza çalan bir koç biçiminde getirilip kesildiğinde, artık bundan sonra hiç ölmeyeceklerini anlamışlardır. İşte bundan dolayı, belki de onların, "Biz bir daha ölmeyecek değil miymişiz?" şeklindeki sözleri, "Ölümün boğazlanmasından" önce söylenmiş bir sözdür.

b) Her ne kadar insan, bu işin, yaşamanın devam edeceğini kesinkes bilseler bile, iyilikleri ve mutlukları doruğa ermiş kimselerin, her husustaki taaccübleri artınca, o bazan, "Bu devam eder mi? Bu şekilde kalır mı?" demiş olabilir. Daha sonra onlar, bu karşılıklı konuşmayı bitirince, "Muhakkak ki bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir" demişlerdir. Ayetteki, "Artık çalışanlar da bunun gibi bir ödül için çalışmalıdır" sözünün cennetliklerin sözünün devamı olduğu ileri sürüldüğü gibi, bu sözün, Allah'a ait olduğu ve yeni başlamış bir cümle olduğu da söylenmiştir. Bu, "İşte bu gibi mutlulukları elde etmek için, çalışanların çalışması gerekir" demektir.

İki Arkadaşın Kim Olduğu?

Bazı kimseler de, ayette geçen bu sözcü ile, "karin" ifadesinden kastedilenin, Allahü teâlâ'nın Kehf Sûresi'ndeki "Onlara iki adamı misal getir" (Kehf, 32) ayetlerinde bahsettiği kimseler olduğunu söylemişlerdir. Rivayet olunduğuna göre iki adam, ortak idiler. Derken, sekizbin dinar biriktirdiler. Bunun üzerine onlardan birisi diğerine, "Parayı taksim edelim" dedi ve bunu yaptı. Derken, bin dinara bir ev satın aldı, bu evi arkadaşına gösterdi ve "Nasıl, beğendin mi?" dedi. O da, "Ne kadar da güzel" dedi ve dışarı çıkınca, "Allah'ım, arkadaşım bu evi, bin dinara satın almış. Ben Senden, cennet evlerinden bir ev istiyorum" dedi ve bin dinar tasadduk etti. Derken arkadaşı, bin dinara güzel bir kadınla evlendi. Beriki de, Allah'ın, kendisini güzel gözlü hurilerle evlendirmesi için, bin dinar daha tasadduk etti. Daha sonra arkadaşı, ikibin dinara bağ-bahçe satın aldı. Berikisi ise, ikibin dinarı tasadduk etti. Daha sonra da Allah, berikisine cennette istediği her şeyi verdi. İşte o esnada o, "Sahi, benim (dünyada) bir arkadaşım vardı (...). Derken o, bakıp, bunu o çılgın ateşin ta ortasında gördü" dedi.

Kıraat Farkları

"Gerçekten sen de kati inananlardan mısın? Biz öldüğümüz ve bir toprak, bir yığın kemik olduğumuz zaman, gerçekten biz hesap verecek miyiz?" ayetinde kıraat imamları, bu üç istifham hakkında değişik okuyuşlar göstermişlerdir: Nâfî, birinci ve ikinci istifhamı, medsiz olarak, sırf istifham hemzesiyle, üçüncüsünü de, istifhamsız olarak, elifin kesresiyle okumuştur. Kisâî de aynı şekilde okumuştur, fakat üçüncüsünü iki hemzeyle okumuştur. İbn Âmir, birincisini ve üçüncüsünü iki hemzeyle, istifhamla; üçüncüsünü de istifhamsız olarak, elifin kesresiyle okumuştur. Diğer kıraat imamları ise, her üçünü de istifham ile okumuşlardır. Böyle okuyanlar arasında da, değişik okuyuşlar vardır. Meselâ, İbn Kesir, med etmeden, sonrasında sakin bir yâ ile tek hemzeli okurken; Ebû Amr, bu hemzeleri med ile okumuştur.

Âsim ve Hamza, bu istifhamları iki hemzeyle okumuşlardır. Ayetteki, "beni de muhakkak helak edecektin" ifadesini, Verş'in rivayetine göre Nâfî, vasıl halinde ya'lı olarak, (......) şeklinde; diğerleri vasıl halinde de yâ'sız okumuşlardır.

Hidayetin Gerçek Sebebi

(Ehl-i sünnet) âlimlerinin, hidayet ve dalaletin Allah olduğuna, "Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı, ben de (senin gibi cehennemde) hazır bulundurulanlardan olacaktım" ayetini delil getirerek şöyle demişlerdir: "Muarızımız (olan Mu'tezile'nin) görüşü, "Allah, mü'mine olan çeşitli in'âmları, kâfir için de yapmıştır. İn'âmlarda müştereklik olunca, bunun mü'minin hidayetine, kâfirin de, küfürden ve helakten kurtulmasına sebep sayılması imkânsız olur. Binâenaleyh bu belli nimetlerin, müşterek olan nimetlerden ayrı nimetler olması gerekir. Bu ise. ancak kişiyi imana sevkeden ve küfürden alıkoyan sebeplerin kuvvetli ve mükemmel olmasıyla sağlanır" şeklindedir."

Beşinci Mesele

Kabir azabının olmadığını söyleyenler, cennetliklerden olan o adamın, "(Bak), biz ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek miymişiz?" şeklindeki sözünü delil getirerek şöyle demişlerdir. "Bu, insanın bir defa öleceğini gösterir. Eğer kabirde de yenider dirilme olsaydı, ölüm İki kez tahakkuk etmiş olurdu." Buna şu şekilde cevap verebiliriz "Ayetteki "ilk ölümümüzden başka" ifadesi ile, dünyada olan ölümlerin hepsi birden kastedilmiştir. Allah en iyi bilendir.

Cehennemliklerin Hali

62

Âyetin tefsiri için bak:74

63

Âyetin tefsiri için bak:74

64

Âyetin tefsiri için bak:74

65

Âyetin tefsiri için bak:74

66

Âyetin tefsiri için bak:74

67

Âyetin tefsiri için bak:74

68

Âyetin tefsiri için bak:74

69

Âyetin tefsiri için bak:74

70

Âyetin tefsiri için bak:74

71

Âyetin tefsiri için bak:74

72

Âyetin tefsiri için bak:74

73

Âyetin tefsiri için bak:74

74

"Böyle konmak (ağırlanmak) mı iyi, yoksa zakkum ağacı mı? Hakikaten, biz onu zalimler için bir fitne yaptık. Şüphesiz ki o, çılgın ateşin dibinde çıkacaktır. Tomurcukları şeytanların başları gibidir. Onlar bundan yiyecekler ve karınlarını bununla dolduracaklar. Sonra bunun üzerine, onlar için çok sıcak suyla karıştırılmış şarap vardır. Sonra vanp gidecekleri yer şüphesiz yine cehennemdir. Çünkü onlar atalarını, sapkın kimseler olarak bulmuşlardı ve onların izleri üzere koşturmuşlardı. Andolsun ki, onlardan önce geçenlerin çoğu da sapmıştı. Yemin olsun ki, biz, onların içine uyarıcılar göndermiştik. Bak, o uyarıcıların akibeti nice oldu! Allah'ın muhlis kulları müstesna"

Bil ki Allahü teâlâ, cennetliklerden bahsedip, onları "Amel edenler, işte bunun gibi birşey için amel etsinler" (Sâftât. 61) buyurunca, bunun peşinden, "Bu mu iyi, yoksa zakkum ağacı mı?" ayetini getirmiş ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Bu, kâfirleri küfürlerinden caydırıcı birşey olsun" diye, bunu kavminin kâfirlerine söylemesini emretmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, daha önce cennetliklerin yiyip-içtikleri şeyleri anlattığı gibi, burada da cehennemliklerin yiyecekleri ve içecekleri şeyi anlatmıştır.

Ayetteki ifadesinin manası, "cennetlikler için olduğu belirtilen bu rızık mı iyi, yoksa zakkum ağacı mı?" şeklindedir. "Nüzul" kelimesinin asıl manası, "ol yiyecek"tir. Nitekim "Bol bulunan yiyecek" denilir. Binâenaleyh bu kelime (mevcut) var olan manasında, mecazî olarak kullanılmıştır. Yine Arapça'da, "Emîr falancaya nüzul gönderdi" denilir. O halde "nüzul", "misafirin, nezdinde konakladığı kimsenin durumuyla mütenasip olan şey" demektir.

Bunu iyice kavradığına göre, diyoruz ki: Cennetlikler için takdir edilmiş olan rızıkların neticesi, lezzet ve sürürdür; zakkum ağacının neticesi ise, elem ve kederdir. Hayırlı ve iyi olma açısından, bu iki şeyin birbirine kıyas bile edilemeyeceği malumdur. Fakat bu ifade, ya cehennemliklerle alay etmek için, yahut da mü'minlerin, kendilerini bu güzel rızka ulaştıran şeyi, kâfirlerin ise kendilerini bu elem verici azaba götürecek şeyi tercih etmiş olmalarından ötürü söylenmiştir. İşte bu sebeple kâfirleri, kötü tercihlerinden dolayı azarlamak için böyle söylenmiştir.

Zakkum

"Zakkum" hakkında Vahidi (r.h) şöyle der: "Kelbî hariç, müfessirlerden hiçbiri, zakkum hakkında bir açıklama yapmamıştır. Çünkü, rivayet olunduğuna göre, bu ayet nazil olduğunda, İbnü'z-Ziba'ra, "Allah evlerinizde zakkumu çoğaltsın" demiştir. Çünkü Yemenliler, hurmaya ve kaymağa "zakkum" derlerdi. İşte bu sebeple, Ebû Cehil, cariyesine, "Bizi zakkumlarıdır" dediğinde, o ona hurma ve kaymak getirmiş. Ebû Cehil (arkadaşlarına), "Buyurun zakkumlarım" demiştir. Allahü teâlâ'nın ayetteki zakkum ile, bu manayı kastetmediği açıktır." İbn Düreyd, "Zakkum", "tezakkûm" kökünden değildir. Çünkü zakkum, birşeyi hoş olmayan şekilde aşın derecede yemek demektir. Nitekim,,"Falanca geceleyin zakkûmlandı" denilir. Kur'ân'ın lafzının zahiri, bunun, kokusu hoş olmayan, alabildiğine sert ve onu yiyip-içen herkesin alabildiğine şiştiği bir ağaç olduğuna delâlet eder. Daha sonra Hak teâlâ, onun bir kısmını yemelerinden ötürü, cehennemliklerin durumlarının pek içaçıcı olmayacağını belirtmiştir.

Zakkum Kâfirler İçin Fitne

Ayetteki, "Hakikaten, biz onu zâlimler için bir fitne yaptık" ifâdesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:

1) O zakkum, kâfirler-zâlimler için bir fitne olmuştur. Çünkü kâfirler bu ayeti duyunca, "Ateş ağacı yaktığı halde, cehennemde ağacın bitebileceği nasıl düşünülebilir" demişlerdir.

Buna şu şekilde cevap verilir: Cehennemi yaratan, ateşin, o ağacın yakmasına mani olmaya da kadirdir. Bir de, ateşte zebaniler vardır. Allahü teâlâ, ateşin onları yakmasına da manî olmuştur. Binâenaleyh aynı şeyi bu ağaç için niçin yapamasın?" Bu soruyu ve cevabını iyice anladığına göre, zakkum ağacının zalimler için fitne olmasının manası şudur: Onlar, bu ayeti duyunca, kalblerine böyle bir şüphe düştü ve onların küfürde saplanıp kalmalarına sebep oldu. İşte, bunun zalimler için bir fitne oluşundan kastedilen budur.

2) Bunun ikinci bir izahı da şöyledir: Ayetin anlatmak istediği şey, bu ağacın cehennemde o kâfirler için bir fitneye dönüşeceğidir. Çünkü onlar bundan yemekle mükellef tutulacak ve bu onlara zor gelecek, işte o zaman bu, onlar için bir fitne (imtihan) olmuş olur.

3) Buradaki "fitne" ile, onların imtihan edilmeleri ve denenmeleri kastedilmiştir. Çünkü bu, örften, âdetten uzak, alışılmış ve malum şeylere ters bir şeydir. Dolayısıyla, mü'minler bunu duyunca, nasıl olduğunu Allah'a havale edip (hemen inanmışlardır); zındıklar duyunca ise, bunu Kur'ân'ı tenkid için bir fırsat olarak görmüşlerdir.

Zakkumun Sıfatları

Daha sonra Hak teâlâ, bahsettiği bu ağacı, şu üç sıfatla nitelemiştir:

Birinci Sıfat: "Şüphesiz o, çılgın ateşin dibinde çıkacaktır." Bu ağacın, cehennemin dibinde bitip, dallarının da cehennem derekelerine (tabanlarına) doğru yükseleceği söylenmiştir.

İkinci Sıfat: "Tomurcukları şeytanların başları gibidir." Keşşaf sahibi şöyle der "Aslında "tal' " sözü, hurma tomurcuğu için kullanılır. Lafzî veya manevî bir istiare (tesbih) ile, bu kelime zakkum ağacının filizlenip çıkan kısmı hakkında kullanılmıştır." Ibn Kuteybe ise, ona bu adın, her sene adetâ yeniden tulü ettiği için verildiğini söyler. Bundan ötürü, hurmanın meyvesinden ilk çıkan şeye tal'un-nahl denilmiştir.

Meçhule Benzetme

Bu tomurcukların, şeytanların başlarına benzetilmesi ile ilgili olarak şöyle bir soru söz konusudur: "Biz, şeytanların başlarını hiç görmedik. Binâenaleyh herhangi birşeyi buna benzetmek nasıl mümkün olabilir?" denilebilir. Buna birkaç yönden cevap verilmiştir:

1) En doğru görüşe göre, insanlar, meleklerin şekil ve gidişat bakımından faziletlerinin mükemmelliğine, şeytanların da şekil ve gidişat bakımından son derece çirkin ve çarpık olduklarına inanıp, "Bu ancak şerefli bir melek olabilir" (Yusuf, 31) ayetinde, bir insanın kemal ve faziletlerini anlatmak İstediğinde, onun meleğe benzetilmesinin yerinde oluşu gibi, çirkinlik ve çarpıklık bakımından da, şeytanların başlarına teşbihin de aynı derecede makul ve yerinde olması gerekir. Velhasıl diyebiliriz ki: Bu, görünen-maddî birşeye benzetme babından değil, düşünülen (muhayyel) birşeye teşbih babındandır. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Vehim ve hayallerinizde, en çirkin şey, şeytanların başlarıdır. Binâenaleyh işte bu ağaç da, manzarasının çirkinliği ve şeklinin çarpıklığı hususunda, şeytanların başlarına benzer." Bu izahı, şu husus da te'kid eder: İnsanlar, alabildiğine çarpık, şekli bozuk, manzarası çirkin birşey gördüklerinde: "Bu, şeytan"; ama şekli ve gidişatı güzel birşey gördüklerinde, "Bu bir melek" derler. İmru'u'l-Kays da, beytinde, kılıçları, hayalî varlık olan gulyabanîlerin azı dişlerine benzetmiştir.

2) Şeytanlar, başları ve ibiği (boynuzu) bulunan bir yılan şeklinde olup, bu şekildeki yılanlar, en çirkin olanlarıdır. İşte kötü ve çirkin şeyler, bu yılanlara benzetilirler. Araplar, çirkin bir manzara gördüklerinde, "Bu, sanki Himâta şeytanına benziyor" derler. Himâta, meşhur bir ağacın adıdır.

3) "Şeytanların başları" ifadesi, başı çirkin olan meşhur bir bitkidir. Bunların en doğrusu birinci izahtır.

Bil ki Allahü teâlâ, bu ağaçtan bahsedip, sıfatlarını belirtince, kâfirlerin, bu ağaçtan yeyip, karınlarını cehennemde bununla dolduracaklarını haber vermiştir. Bil ki onların bu ağaçtan yemeleri, şu iki manada olabilir:

1) Onlar, son derece acıkacaklar, bu ağaçtan yemek mecburiyetinde kalacaklardır. Buna göre eğer, "Onlar, son derece sert, alabildiğine pis kokan ve tadı da o nisbette acı olan bir ağaç olduğu halde, nasıl bundan yerler?" denirse, biz deriz ki: Şüphesiz, büyük bir zarar içine düşen bir kimse bazan ondan, bu onu zarara yaklaştıracakken, sükunet ve itminan duyar. İşte Allah onları şiddetli bir açlıkla acıktırdığı zaman, onlar da bu açlığı gidermek için, her ne kadar sizin zikrettiğiniz vasıfta da olsa, o şeyden almaya yönelirler. İkinci izah şekli ise, onların azablarını tamamlamak üzere, zebanilerin onları bu ağaçtan yemeye zorlayacaklarının söylenmesidir.

Cehennem İçeceği

Bil ki, onlar doyduğunda, o zaman susuzlukları şiddetlenir ve su içmeye ihtiyaç duyarlar, işte bu durumda Allahü teâlâ onların içeceklerini vasfetmiş ve "Sonra bunun üzerine, onlar için çok sıcak suyla karıştırılmış şarap vardır" buyurmuştur. Zeccâc şunu söylemiştir: Şevb, başka bir şeyle karışmış olan her şey hakkında kullanılan umumî bir İsimdir. Hamîm ise, son derece sıcak kaynar sudur. Buna göre mana, "Bu aşırı susuzluk ona baskın çıkınca, onlar bu kaynar sudan icirılirler. O zaman da, zakkum, bu kaynar su ile karışır." Her ikisinden de Allah'a sığınırız.

Bil ki, Allahü teâlâ onların içeceklerini Kur'ân'da birkaç şeyle vasfetmiştir. Bunlardan bir tanesi, bunun irin olması... Diğeri, Cenâb-ı Hakk'ın, "..Bağırsaklarını parça parça eden kaynar sudan içirilen kimse" (Muhammed, 15) ayetinin ifade ettiği; bir başkası da, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayette zikrettiği husus...

İmdi, eğer, "Sonra bunun üzerine, onlar için çok sıcak suyla karıştırılmış şarap vardır" ifadesindeki "sonra" kelimesi neyi ifade eder?" denilirse, biz deriz ki: Bu iki şekilde izah edilir:

1) Onlar karınlarını zakkum ağacından doldururlar. Bu ise, karınlarını yakar, böylece susuzlukları daha da artar. Sonraysa onlar, ancak uzun bir müddet geçtikten sonra sulanırlar. Bundan amaç ise, azaplarını iyice arttırarak tamamlamaktır.

2) Allahü teâlâ yiyeceklerini, böylesi bir çirkinlik ve nefret uyandırıcı bir vasıfla zikretmiştir. Sonra, içeceklerini ise, bundan daha çirkin olan bir vasıfla nitelemiştir. Binâenaleyh, sümme "sonra" kelimesinden kastedilen, İçilen şeyin durumunun, yenilen şeyin durumundan daha çirkin olduğunu beyan edip açıklamaktır.

Sonra Cenâb-ı Hakk, "Sonra varıp gidecekleri yer şüphesiz yine cehennemdir" buyurmuştur. Mukatil şöyle der: "Yani, "zakkumdan yenildikten ve kaynar sudan içildikten sonra, (...)" demektir. Bu da onların, kaynar suyu içtiklerinde, cehennemde olmadıklarına delâlet eder. Bu ise, kaynar suyun, cehennemin dışındaki bir yerde bulunması, tıpkı devenin su içmeye getirilmesi gibi, onların da, içmek amacıyla kaynar suyun başına getirilmeleri biçiminde olur. Sonra ise onlar, yeniden cehenneme sürülürler." Bu, Mukatil'in görüşüdür. O, bu görüşün doğruluğuna, Cenâb-ı Hakk'ın, "işte bu, o günahkârların yalan saydıkları cehennemdir. Onlar bununla kaynar su arasında (bocalayıp) dolaşacaklar" (Rahman. 43-44) ayetiyle istidlal etmiştir. Bu, bizim zikrettiğimiz şeyin doğruluğuna da delalet eder.

Sonra Cenâb-ı Hak onların yeme ve içme konusundaki azâblarını vasfedince, "Çünkü onlar atalarım sapkın kimseler olarak bulmuşlardı ve onların izleri üzere koşturmuşlardı" buyurmuştur. Ferra şöyle demiştir:" (Ihrâ') kelimesi, hızlıca koşmak anlamına gelir: Bir kimse, teşvik edilip, hızlıca koştuğunda, denilir. Buna göre mana, "Onlar, öylesi bir suretle atalarına tâbi olurlar ki, adeta onlar, atalarına uymaya zorlanıyor ve teşvik ediliyorlardır!" şeklinde olur. Ayetten maksat ise şudur: "Cenâb-ı Hak, onların bütün bu sıkıntılar içine düşmeye, din konusunda atalarına uyup, delili terketmeleri sebebiyle müstahak olduklarını açıklamış oluyor." Şayet Kur'ân'da, taktiri' zem konusunda, bundan başka bir ayet bulunmasaydı bile, bu ayet yeterdi.

Nebi (aleyhisselâm)'yi Teselli

Sonra Cenâb-ı Hak, küfürleri ve yalanlamalarına mukabil, Resulünün teselli olmasına yarayacak olan açıklamalarda bulunmuş ve "Andolsun ki onlardan önce geçenlerin çoğu da sapmıştı. Yemin olsun ki, 'Biz, onların içine uyarıcılar göndermiştik" buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, daha önce de peygamberler göndermiş olduğunu; aynı şekilde daha önceki o ümmetlerin de yalanladıklarını, binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için, onlardan bir örneğin bulunması gerektiğini, bunun için de onların sabrettiği gibi, onun da sabredip, serkeşlik etseler bile, Allah'a davet etmeye devam etmesi gerektiğini; zira ona düşenin sadece tebliğ olduğunu beyan etmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Bak, o uyanlanların akıbeti nice oldu!" buyurmuştur. Zahirde bu hitap her ne kadar peygambere ise de, ancak ne var ki, bundan kastolunan, kâfirlere hitap etmektir. Çünkü onlar, haberler vasıtasıyla, Nûh, Âd, Semûd ve diğer kavimlerin başına gelen muhtelif azâblan duymuşlardır. Şayet bunu bilip anlamamışlar ise, en azından, onları küfürlerinden men etmeye elverişli bir korku ve zan bulunmaktadır. "Allah'ın muhlis kulları müstesna" istisnasına gelince, bu ifade hakkında iki görüş bulunur:

1) Bu, "Andolsun ki onlardan önce geçenlerin çoğu da sapmıştı" ayetinden bir istisnadır.

2) Bu, "Bak, o uyarılanların akıbeti nice oldu!" ayetinden bir istisnadır. Zira, böyle bir akıbet, Allah'ın muhlis kullarının akıbeti müstesna, akıbetlerin en çirkini ve korkuncudur. Muhlis kulların akıbeti ise, hayırlar ve rahatlıklarla iç içedir.

1- Nûh (aleyhisselâm)'un Kıssası

75

Âyetin tefsiri için bak:82

76

Âyetin tefsiri için bak:82

77

Âyetin tefsiri için bak:82

78

Âyetin tefsiri için bak:82

79

Âyetin tefsiri için bak:82

80

Âyetin tefsiri için bak:82

81

Âyetin tefsiri için bak:82

82

"Nuh bize niyaz etmişti de, ne güzel icabet eylemiştik! Biz hem onu, hem ehlini o büyük sıkıntıdan kurtardık. Zürriyetini (yeryüzünde) baki kıldık. Sonra gelenler arasında da ona (iyi bir nâm) bıraktık. Alemler içinde, Nuh'a selâm. Şüphesiz biz iyi hareket edenleri böyle mükâfaatlandırınz. Hakikat o, bizim mü'min kullarımızdandı. Nihayet ötekileri boğduk".

Bil ki Allahü teâlâ, bundan önce "Andolsun ki, onlardan evvel geçenlerin çoğu da sapmıştı" (Sâffât, 71) ve "Bak, o uyarılanların akıbeti nice oldu!" (Saffât, 73) buyurunca, bunun peşinden, peygamberlerin kıssalarının şerhini ve açıklamasını getirmiştir:

Birinci kıssa, Nûh (aleyhisselâm)'un halini anlatmaktadır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Nûh bize niyaz etmişti de, ne güzel icabet eylemiştik!" ifadesine gelince, bunda birkaç bahis bulunmaktadır:

1) (......) cümlesindeki lâm mahzûf bir kasemin cevabı olup, medhe konu olan şey ise mahzuftur. Yani, "Ne güzet icabet edenleriz biz!" demektir.

2) Allahü teâlâ, Nûh (aleyhisselâm)'un niyazda bulunduğunu bildirmiş, ama bu yakarışın hangi vakitte olduğunu zikretmemiştir. Pek yerinde olarak bu konuda iki görüş bulunmaktadır:

a) Cumhûr-ı ulemâ nezdinde en meşhur olan görüşe göre, Nûh (aleyhisselâm), Allahü teâlâ'ya, kendisini boğulma azabından ve bu olayın sıkıntısından ve belâsından kurtarması için duâ etmiştir.

b) Nûh (aleyhisselâm), kavmini hak dine davetle meşgul olunca, kavmi ona işkence etmede çok ileri gitti ve onu öldürmeye niyetlendi. Sonra Nûh (aleyhisselâm) da, Rabbine yakararak. O'ndan, kâfirlere karşı kendisine yardım etmesini talep etti. Allahü teâlâ da duasına icabet buyurdu ve onların Nûh (aleyhisselâm)'u öldürmelerini ve işkence etmelerini engelledi. Bu görüş sahibi, birinci görüşün zayıf olduğuna dair, Nûh (aleyhisselâm)'un, Allah'ın onu ve ailesini kurtarması için o kâfirlere beddua etmiş olduğunu, Allah'ın da onun bu husustaki duasına icabet etmiş olduğunu, binâenaleyh bu kurtuluşun onun duasından anlaşılır, malûm ve kesin olduğunu, bunun ise, bu niyazdan maksadın, böyle bir kurtuluşun hasıl olmasını temin etmek olduğunu söylemeye mani olduğunu öne sürerek istidlalde bulunmuştur.

Sonra Cenâb-ı Hak, Nûh (aleyhisselâm)'un kendisine duâ ettiğini nakledince, bundan sonra da, "Ne güzel icabet eylemiştik" buyurmuştur. Bu ifade, o icabetin, büyük nimetlerden olduğuna delâlet eder. Bu da, birkaç bakımdan izah edilebilir:

a) Allah, kendi zâtından çoğul sîgasıyla bahsederek, "Nûh, bize niyaz etmişti de" buyurmuştur. Kadir-i Azîm'e ise, ancak azîm ve yüce ihsanlar yaraşır.

b) O, çoğul sığasını "Ne güzel icabet eylemiştik (biz)" ifadesinde tekrarlamıştır. Bu da yine, o nimetin ne derece büyük olduğunu gösterir. Hele hele, Cenâb-ı Hak o icabeti, "ne güzel oluş" ile vasfedince!

c) (......) ifadesindeki fâ harfi, bu icabetin meydana gelmesinin, bu nida ve yakarışa bağlı olduğuna delâlet eder. Uygun bir vasfa bağlı olan hükmün, o vasıfla muallel olması, (onun sebebiyle meydana gelmesi) iktizâ eder. Bu da, kurtuluş için yalvarıp yakarmanın, duâ'ya icabetin sebebi olduğunu gösterir.

Sonra Cenâb-ı Hak, genel bir ifadeyle ne güzel icabet edici olduğunu beyan edince, bundan sonra, birkaç bakımdan olmak üzere, bu icabette in'ârtıda bulunmanın meydana geldiğini açıklamıştır.

1) "Biz hem onu, hem ailesini o büyük sıkıntıdan kurtardık" cümlesi... Bu, daha önce geçmiş olan birinci görüşe göre boğulmaktan korkma sebebiyle meydana gelmiş olan büyük sıkıntıdır. İkinci görüşe göreyse, kavminin eziyyetinden meydana gelen sıkıntıdır.

Nûh (aleyhisselâm)'ın Zürriyeti

2) "Zürriyetini (yeryüzünde) baki kıldık" cümlesi, bir"hasr" ifade eder. Bu da, ondan ve onun neslinden başka herkesin yok olmuş olduğuna delâlet eder. İbn Abbas şöyle demiştir "Onun zürriyeti, üç oğludur: Sâm, Hâm ve Yâfes. Sâm, Arapların, Parsların ve Rumların atasıdır; Hâm, Sudanlıların; Yâfes de, Türklerin..."

3) "Sonra gelenler arasında da ona (iyi bir nâm) bıraktık. Alemler içinde Nuh'a selâm" ayetinin ifade ettiği husus... Yani, "Onlar bu sözü (selâm olsun Nuh'a sözünü) söylerler" demektir.

Eğer, "Alemler içinde" kelimesinin manası nedir?" denilirse, biz deriz ki: "Bunun manası, bu selâmın bütün alemler içinde sübût bulup yayılmasını talep edip istemedir. Yani, "Onlardan hiç kimse, bu selâmdan hâlî kalmaz, onu söyler" demektir. Buna göre sanki şöyle denilmiştir: "Allah, selâmı Nûh (aleyhisselâm)'a sabit kılsın ve bu selâmı, melekler ve ins-cin alemi içinde de devam ettirsin de, onlar da hep birlikte ona selâm etsinler."

Sonra, Cenâb-ı Hak Nûh (aleyhisselâm)'a olan nimetlerinin tafsilatını açıklayınca, "Şüphesiz biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfaatlandınnz" buyurmuştur. Bunun manası şudur: "Biz, Nûh (aleyhisselâm)'a, dünyayı onun zürriyeti ile doldurman ve onun güzel yâdını bütün insanların diline yerleştirmek gibi güzel ve yüce hususiyetleri, ancak o bir muhsin kişi olduğu için tahsis ettik." Daha sonra onun muhsin oluşu, onun Allah'ın mü'min bir kulu olmasına bağlamıştır ki, bundan maksat da derecelerin en büyüğünün ve makamların en kıymetlisinin, Allah'a iman edip O'na taat için inkıyat etmek olduğunu beyan edip açıklamaktır.

2- İbrahim (aleyhisselâm)'in Kıssası

İkinci kıssa, İbrahim (aleyhisselâm)'in kıssasıdır.

83

Âyetin tefsiri için bak:94

84

Âyetin tefsiri için bak:94

85

Âyetin tefsiri için bak:94

86

Âyetin tefsiri için bak:94

87

Âyetin tefsiri için bak:94

88

Âyetin tefsiri için bak:94

89

Âyetin tefsiri için bak:94

90

Âyetin tefsiri için bak:94

91

Âyetin tefsiri için bak:94

92

Âyetin tefsiri için bak:94

93

Âyetin tefsiri için bak:94

94

"Şüphesiz İbrahim de, onun fırkasındandı. Çünkü o, Rabbine tertemiz bir kalb ile gelmişti. Hani o kavmine ve babasına demiştiki: "Siz, nelere tapıyorsunuz? Yalancılık etmek için mi, Allah'dan başka düzme tanrılar diliyorsunuz? Alemlerin Rabbi hakkında zannınız nedir?" Derken, yıldızlara baktı da, "Doğrusu ben hastayım" dedi. O vakit, arkalarını dönüp ondan uzaklaştılar. Bunun üzerine o da, gizlice, onların düzme tanrılarına vanp, "Haydi, yesenize (neden yemiyorsunuz?!) Ne oluyor da size konuşmuyorsunuz?!" (dedi). Nihayet gizlice, onları sağ eliyle, bir vuruşta kırdı. Derken, (kavmi) koşarak onun önüne çıktılar"

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele var:

Zamirin Kime Ait Olduğu?

Ayetteki Onun fırkasından" ifadesindeki zamir neye râcîdir! Bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:

1) Daha açık ve kuvvetli görüşe göre, bu zamir Nûh (aleyhisselâm)'a râcî olup, "Nuh'un fırkasından" yani, "İbrahim de, Nuh'un ehl-i beytinden (sülâlesinden) ve onun dini, onun yolu üzere olanlardandır" demektir. Bu görüşte olanlar, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) ile Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) arasında, Hûd ve Sâlih (aleyhisselâm) gibi sadece iki peygamber bulunduğunu söylemişlerdir. Keşşaf sahibi ise, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) ile Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) arasında 2640 (ikibin altıyüz kırk) yıl olduğunu rivayet etmiştir.

2) Kalbt bu zamirin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e râcî olduğunu ve her nekadar önce olsa bile kastedilen mananın, "İbrahim (aleyhisselâm) de, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dini ve yolu üzere idi. O halde, İbrahim (aleyhisselâm) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in fırkasındandır" şeklinde olduğunu söylemiştir. Birinci görüş daha açıktır. Çünkü zamirden önce, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'dan bahsedilmiştir, ama Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bahsedilmemiştir. Binâenaleyh zamirin, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'a râcî olması daha evlâdır.

İkinci Mesele

Ayetteki iz zarfının edatının âmili ifadesinin delâlet ettiği "müşaya'a" (onun fırkasında olma) manasıdır, yani, "İbrahim, Rabbine selîm bir kalble geldiğinde, Nûh (aleyhisselâm)'a dini ve takvası hususunda destek oldu" demektir.

Kalb-i Selim

Ayetteki, "Rabbine tertemiz bir kalb ile gelmişti" ifadesi ile ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

"Sefîm bir kalb"in ne demek olduğu hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Mukâtil ve Kelbî buna "Şirkten uzak olan kalb" manasını vermişlerdir, fiuna göre mana, "Şirkten tertemiz olup, Allah'a ortak koşmaması" şeklinde olur.

b) Kelâmcılar, bununla, "O, yaşadı ve bütün günah kirlerinden kalbi temiz olarak öldü" manasının kastedildiğini söylemişlerdir. Bu ifadenin içine, onun hem şirkten uzak olması, hem de kin, hased, öfke ve dinen caiz olmayan her şeyden temiz olması girer. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "O, kendisi için arzu ettiği şeyi, insanlar için de arzu edendir ve bütün insanlar, onun hasedinden, kininden ve zulmünden berî olmuşlardır. Allah onu işte böylece selîm (temiz) kılmış ve ona hiç bir şeyi denk tutmamıştır.

Birinci görüşü benimseyenlerin delili şudur: "Allahü teâlâ, bu ifadenin hemen peşinden, İbrahim (aleyhisselâm)'in kavminin müşrik oluşlarını yadırgamasından bahsetmiştir ki bu da, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, babasına ve kavmine, "Siz nelere tapıyorsunuz?" demesidir."

İkinci görüşü benimseyenlerin delili ise şudur: "Lafız mutlak olarak zikredilmiş, herhangi bir sıfatla kayıtlan mam ıştır. Bu husus, "Allah, risâleti kime vereceğini daha iyi bilir" (En'am, 124) ve "iste böylece ibrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu, yakîn sahiplerinden olsun diye gösterdik" (En-âm, 75) buyurulmasına rağmen, "Andolsun ki İbrahim'e daha önce rüşdünü vermiştik ve biz onu pek iyi biliyorduk" (Enbiyâ, 51) ayetiyle de kuvvet kazanır.

Kalb-i Selimle Gitmek

İmdi eğer, "Onun, Rabbine kalb-i selimi ile gelmesi ne demektir?" denilirse, biz deriz ki: "Bu, "O, kalbini sırf Allah'a has kıldı" demek olup, adetâ, "O, bu kalbini Allah'ın "huzuru"na sundu" manasınadır. Ben, Tevrat'ta Allah'ın Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, "Tanrına bütün kalbinle icabet et, itaat et" dediğini gördüm.

Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in Rabbine selîm bir kalble geldiğini söyleyince, babasını ve kavmini, Allah'ın birliği inancına davet etmesinin ve "Siz nelere tapıyorsunuz?" demesinin, bu selimliğin izlerinden olduğunu belirtmiştir. Bundan murad, babasının ve kavminin yolunu tenkid etmek ve çirkinliğini göstermektir.

Daha Sonra "Yalancılık etmek için mi Allah'dan başka düzme tanrılar istiyorsunuz?" demiştir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu ifadedeki, "itken" kelimesi mefûl-ü leh olup, takdiri "Sizler, ifk (iftira) olsun diye mi Allah'ın dışında ilahlar istiyorsunuz" şeklindedir. Mef'ûl (âlihe kelimesi) kendisine verilen önemden ötürü, fiilinin önüne geçirilmiştir. Mefûl-ü leh de, bu mef'ûl'den önce getirilmiştir. Çünkü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e göre daha önemlisi, onlar nezdinde, şirk koşuşlarında bir yalan ve bâtıl üzere olduklarının vurgulanmasıdır." "İfken" kelimesinin mef'ûl'ûn bih olması da mümkündür, yani, "Onlar, itki (iftira etmeyi) mi istiyorlar" manasındadır. Daha sonra, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bu iftirayı, aslında bir ifk olmasından ötürü, "Allah'dan başka düzme tanrılar edinmek" ile tefsir etmiştir. Bu kelimenin, "Sizler, iftiracılar olarak Allah'dan başka, düzme ilahlar mı istiyorsunuz" manasında, "hal" olması da mümkündür.

Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) daha sonra, "Alemlerin Rabbi hakkında zannmiz nedir?" demiştir. Bu hususta da şu iki izah yapılabilir:

a) "Sizler, bu cansız varlıkların, ma'bûd olmada, âlemlerin Rabbine ortak olabileceklerini mi sanıyorsunuz?"

b) "Alemlerin Rabbinin, bu maddeler cinsinden olduğunu sanıp da mı, o putları ma'bud olmada ona denk kılıyorsunuz." Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) bu sözüyle Allah'ın misti olmadığına dikkat çekmiştir.

İbrahim (aleyhisselâm)'in Hastalığını Söylemesi

Daha sonra, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) "Derken, yıldızlara bir nazar atfetti de, "Doğrusu ben hastayım" dedi" buyurmuştur. Ibn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Onlar, ilm-i nucûma (yıldızlar ilmine) itibar ediyorlardı. Dolayısıyla, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) onlara bu âdetlerine göre davranmıştır. Çünkü o, putların ma'bûd olmadıkları konusunda, onlara tapanları ilzam etmek (böyle olmadığını kabule onları mecbur etmek) için, putlar hususunda onlara bir tuzak kurmak istedi. Ertesi gün, kutlayacakları bir bayram günüydü: Dolayısıyla, puthânede yapayalnız kalıp, o putları kırmak için, o insanlardan geri kalmak istiyordu." Burada şöyle iki soru sorulabilir:

a) İlm-i nücûma bakmak caiz değildir. Öyle ise, İbrahim (aleyhisselâm), bunu nasıl yapabilmiştir?

b) İbrahim (aleyhisselâm) hasta değildi. Öyle ise, "Ben hastayım" deyince, bu bir yalan olmuş olur?

İlm-i Nücûm Caiz mi?

Bil ki âlimler bu iki soruya cevap olarak şu izahları yapmışlardır:

1) ibrahim (aleyhisselâm) gece ve gündüz vakitlerinde yıldızlara bakıyordu. Derken gece ve gündüzün belli bir saatinde, tıpkı humma gibi, bir rahatsızlık duyuyordu. İşte bundan dolayı, bu rahatsızlığın zamanının gelip gelmediğini anlamak için, yıldızlara bakıp, "Ben hastayım" dedi. Böylece bunu, onların bayram gününde, onlardan geri kalma konusunda bir mazeret olarak ileri sürdü. O, bu sözünde doğru idi. Çünkü bu rahatsızlık ona o anda gelmişti. O, onların putlarını kırmak için geri kalmıştı.

2) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in kavmi yıldızlara perestiş ediyordu. Yıldızlara saygı duyuyor ve onlara bakarak gayblar hakkında hüküm veriyordu. İşte bundan ötürü, İbrahim (aleyhisselâm) de, ilm-i nucûma ve manalarına bakıp araştırdı. Yoksa bu ifade, "O bizzat yıldızlara baktı" manasında değildi. Bu, tıpkı "Falanca fıkha, nahve baktı" denilmesi gibidir. İbrahim (aleyhisselâm) onlara, kendisinin de, onların bildiklerini bildiği ve öğrendikleri yönden kendisinin de öğrendiği vehmini vermek istemiştir ki, böylece "Ben hastayım" dediğinde, sözünü kabullenip seslerini çıkarmasınlar. Ayetteki "Doğrusu, ben hastayım" ifadesi, tıpkı "sen ölüsün" ifadesinin, "öleceksin" manasına olması gibi, "Hasta olacağım" manasınadır.

3) "Derken yıldızlara bir nazar atfetti" ifadesiyle, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Kendisini gecenin karanlığı bürüyünce, bir yıldız gördü..." (En'am,76-78) ayetlerinde bahsedilen hali kastedilmiştir. Bu bakış, yıldızların hallerinin ezelî-ebedî mi, yoksa sonradan olma mı olduğunu anlamak için olmuştur. Bu izaha göre, "Ben hastayım" cümlesi, "Kalbim hasta, Rabbimi tanımadı" manasında olur. Bu, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in buluğa ermeden söylediği sözdür.

4) İbn Zeyd şöyle der: "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in belli bir yıldızı vardı. O yıldız her nezaman o belli şekliyle doğarsa, İbrahim (aleyhisselâm) hastalanırdı. İşte bu tesbitten ötürü, o yıldızın o şekilde doğduğunu görünce, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), "Ben hastayım" yani, "Mutlaka hastalanacağım" demiştir.

5) Onun, "Ben hastayım" ifadesi, "Bu kadar çok insanın küfür ve şirk üzere olması yüzünden, kalbim hastadır, hüzünlüdür" manasınadır. Nitekim Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de, "Neredeyse kendini helâk edeceksin" (Şuâra, 3) demiştir.

6) Biz, ilm-i nucûma itibar etmenin ve onun prensipleriyle istidlal etmenin haram olduğunu kabul etmiyoruz. Zira herhangi bir şahıs, bu yıldızlardan herhangi birine muayyen bir kuvvet ve hasiyyet verdiğine ve bundan ötürü de ondan muayyen bir tesir meydana geleceğine inandığı takdirde, bu şartla bu ilim bâtıl sayılmaz. Bu sözün yalan olup-olmamasına gelince, bunun yalan olması şart değildir. Çünkü Hazret-i İbrahim, insanın ya bedeninde veya kalbinde genel olarak mutlaka bir rahatsızlığın olduğuna tariz ederek, "Ben hastayım" demiştir. Bu rahatsızlıkların herbiri hastalıktır.

7) Bazı kimseler, İbrahim (aleyhisselâm)'in bu sözünün yalan olduğunu ve bu hususta, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "ibrahim, ancak üç yalan söylemiştir" buyurduğunu rivayet etmişlerdir. Ben bu kimselere bu hadisin kabul edilmemesi gerektiğini, çünkü, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e yalan nisbet etmenin caiz olamayacağını söylediğimde, bu kimse, "Sen nasıl olur da âdil râvinin yalan söylediğini söylüyorsun?" deyince, ben de dedim ki: "Yalanın, râvi ile Allah'ın dostu İbrahim (aleyhisselâm)'e nisbet edilmesi hususunda bir tereddüt meydana geldiğinde, bu yalanın râviye nisbet edileceği zarureten bilinen bir husustur. Hem sonra, hadisteki "yatan" ile, "yalana benzer bir haber" manasının kastedilmiş olması niçin söz konusu olmasın?"

8) Ayetteki, "Derken yıldızlara bir nazar atfetti" sözünden, "o kâfirlerin darmadağınık olan, tutarsız sözlerine ve cümlelerine baktı" manası kastedilmiştir. Çünkü parça parça dağınık olan şeyler hakkında, dağınık manasında, "Bunlara müneccem" denilir. "Kitabetin nücûmu" da bu manadadır. Buna göre, ayetteki bu ifâde, "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in onların bölük-pörçük, darmadağınık sözlerini dinleyince, kendisinin, onlardan geride tek başına kalmak için, -bir zaruret ileri sürmek için- o sözlerden bir yol bulmak gayesiyle, bu sözlere baktı ve "Ben hastayım" demekten daha iyi bir mazeret bulamadı. Bunun ile, tıpkı sefere gidilecek zaman, "Sen yolcusun" demen gibi, "Benim hasta olmam gerekir" manası kastedilmiştir.

İbrahim (aleyhisselâm)'in Yalnız Kalması

Bil ki İbrahim (aleyhisselâm), "Ben hakikaten hastayım" deyince, onlar onu bıraktılar ve kendi haline terkettiler. O gün, kendileriyle beraber çıkmaması hususunda, onu mazur gördüler ki zaten Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in elde etmek istediği de buydu. "Bunun üzerine o da gizlice, onların düzme tanrılarına varıp dedi ki: "Hani yemek yemiyor musunuz?" dedi" yani "Onlara yöneldiğinde, gizlice, yöneldi. ifadesi de, bunun gibi, tilkinin kurnazlığı manasınadır. Ayetteki, "Haydi, yesenize! (Neden yemiyorsunuz?)" ifadesi, "şu önünüze konanları yemiyor musunuz?" demektir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) bunu, onlarla alay etmek için söyledi.

Gizilce Putları Kırması

Ayetteki, "Ne oluyor da size konuşmuyorsunuz?" (dedi). Nihayet gizlice onları sağ eliyle bir vurup kırdı" tabiri de, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in onlara gizlice yönelmesi manasınadır. Bütün bunların neticesi, "Onlara öyle bir vurup kırdı ki" manasıdır. Çünkü dövdü-vurdu manasınadır. Yahut da, deyimi, "Dövücü olarak onlara yöneldi" manasındadır.

Ayetteki, ifadesi hususunda da şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu, "kuvvetle ve şiddetli bir şekilde..." demektir. Çünkü yemin (yani sağ el) iki elden daha kuvvetli olanıdır.

b) Bu, "O, bu işi bu hususta yemin ettiği için yaptı" demektir. Bu yemin, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Allah'a yemin olsun ki, sizin putlarınıza bir tuzak kuracağım"

(Enbiya. 57) ifadesindedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Derken (kavmi) koşarak onun önüne çıktı" buyurmuştur. Hamza bunu, ya'nın zammesiyle, yüziffûn; diğer kıraat İmamları ise, fethayla yaziffûn diye okumuşlardır. Her ikisi de, iki ayrı lehçedir. Ibn Arefe. "Kim bu kelimeyi yâ'nın fethasıyla okursa, bu, babında; kim de yâ'nın zammesiyle okursa, bu da babından olur" demiştir. Zeccâc da, "Bu kelime "koşmak" manasına olup, aslında deve kuşunun koşmaya başlaması manasındaki, deyiminden alınmadır. Hamza'nın kıraatına göre bu kelime, "Onlar (birilerini) koşmaya sevkettiler" manasına gelir. Nitekim Esmaî, "Deveyi koşmaya zorladığında dersin" demiştir ki bu, hızlıca adım atmak, süratlice yürümek manasınadır. Bu kıraate göre, mef'ûl mahzûf olup, onlar sanki hayvanları mahmuzlayıp, hızlıca yürümeye teşvik etmişlerdir. Buna göre eğer, "Ayetin neticesi, "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), o putları kırınca onlar koşuşturup, hemen onu yakaladılar" şeklinde olur. Halbuki Cenâb-ı Hak, aynı hâdise hakkında bir başka surede, o kâfirlerin, "Bu işi ilahlarımıza kim yaptıysa, muhakkak o, zalimlerdendir" dediklerini ve içlerinden bazılarının, "Kendine İbrahim denen bir delikanlının onlardan bahsettiğini duyduk" (Enbiyâ, 59-60) dediklerini bildirmiştir. Bu, onların işin başında Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i tesbit edemediklerini düşündürür. Binâenaleyh bu iki ayet arasında bir terslik var?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu izah yapılabilir: Bazıları, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i tanıdılar ve ona doğru koştular. Çoğunluk ise, onu tanımıyorlardı. Derken putkıranın kim olduğunu öğrenmek istediler. Allah en iyi bilendir.

Müşrikleri Sıkıştırması

95

Âyetin tefsiri için bak:101

96

Âyetin tefsiri için bak:101

97

Âyetin tefsiri için bak:101

98

Âyetin tefsiri için bak:101

99

Âyetin tefsiri için bak:101

100

Âyetin tefsiri için bak:101

101

"(ibrahim) dedi ki: "Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki sizi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır." (Onlar) dediler ki: "Onun için bir bina yapın ve onu alevli ateşe atın." Bunun üzerine ona bir tuzak kurmayı arzu ettiler. Biz ise, onları sefil kimseler ettik, (ibrahim) "Ben, doğrusu Rabbime gidiciyim. O bana yol gösterir. Ya Rabbi, bana salih bir oğul ihsan et" dedi. Biz de ona çok uysal bir oğul müjdeledik"

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki o topluluk, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i, putları kırmasından ötürü tenkid edip, azarladıklarında bile, o onlara, putlara ibadetin yanlışlığını gösteren delilleri getirerek, "Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki sizi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır" demiştir. Bu ifadelerle nasıl istidlal edildiği açık olup, şöyledir: Kütükler ve taşlar, yontulmazdan ve bir şekle sokulmazdan önce, insan için kesinlikle tapılan şeyler değillerdi. Binâenaleyh onu insanın kendisi yontup bir şekle soktuğunda, onda meydana gelen şey, sadece insanın o taş ve kütükte yaptığı tasarrufun izleridir. Binâenaleyh onlar bu sayede mâbudluğa dönüşmüş olsaydı, o zaman bu, ma'bûd olmayan şeylerde, insanın tasarruf izleri meydana geldiğinde, o şeylerin ma'bûd haline dönüşmeleri neticesini verir. Bunun böyle olmadığı, aklın bedahetiyle malumdur.

Kulların Fiilleri

Ehl-i sünnet âlimlerimizin çoğu, ayetteki, "Halbuki sizi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır" ifadesini, kulun fiillerinde Allah'ın yarattığına delil getirerek şöyle demişlerdir: Nahivciler, buradaki mâ edatının, kendisinden sonra gelen fiille birlikte masdar manasında olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. O halde bu ifadesi, "Sizin amellerinizi de o yarattı" manasındadır. Bu durumda ayetin manası, "Hem sizi, hem de sizin amellerinizi Allah yarattı" şeklinde olur. İmdi eğer, denirse ki; "Bu ayet, şu bakımlardan siz (ehl-i sünnetin) aleyhine de delildir:

a) Allahü teâlâ, "Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" demiş, ibadeti ve yontma işini, tıpkı bir fiilin failine nisbet edilişi gibi, o kâfirlere nisbet etmiştir. Binâenaleyh eğer, bu iş Allah'ın yaratmasıyla olmuş olsaydı, bunların kulun fiili olması imkânsız olurdu.

b) Allahü teâlâ bu ayeti ancak onların putperest olmalarından ötürü, onları azarlamak için getirmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, kendisinin, hem putperestlerin hem de o putların yaratıcısı olduğunu beyan etmiştir. İbadete müstehak olanlar ise, yaratılanlar değil, yaratandır. Binâenaleyh onlar, kendilerini Allah yaratmış olduğu halde, Hak teâlâ'ya ibadet etmeyip putlara tapınca, pek yerinde olarak, Allah Sübhânehû ve Teâlâ, onları işte bu büyük suçlarından ötürü azarlayarak, "Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki sizi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır" buyurur. Binâenaleyh eğer onlar, kendi fiillerinin yaratıcısı olmasalardı, bu fiillerinden ötürü onları azarlayıp tenkid etmek caiz olmazdı. Biz bu ayetin, siz ehl-i sünnetin aleyhine bir hüccet olmadığını kabul etsek bile, mâ edatı ile birlikteki fiilin masdar manasında oluşunun, sizin için bir delil olduğunu kabul edemeyiz." Evet, böyle denilecek olursa cevap şudur:

Biz deriz ki: Bu kabul edilemez. Bunun izahı şöyledir: Sîbeveyh ve Ahfeş, yani "Senin ayağa kalkman beni hayrete sevketti" denilip den ilemeyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdi. Sîbeveyh bunu caiz görürken, Ahfeş buna karşı çıkmış ve bunun ancak müteaddi fiillerde caiz olduğunu iddia etmiştir. İşte bu durum, mâ edatı ve kendinden sonra gelenin, Sibeveyh'e göre, ism-i mef'ûl manasında olduğuna delâlet eder. Biz, bunun masdar manasında olduğunu bazan da ism-i mef'ul olur. Bunun delilleri şunlardır:

1) Ayetteki, (......) ifadesi ile, yontma fiili değil, yontulmuş şeyler kastedilmiştir. Çünkü o kâfirler, yontmaya değil, yontulmuş şeylere ibadet ediyorlardı. Binâenaleyh ayetteki, (......) ifadesi ile de, amel değil "ma'mul"un (yapılmış şeylerin) kastedilmiş olması gerekir. İşte böylece, ayetteki bu iki ifade birbirine uygunluk arzetmiş olur.

2) Allahü teâlâ, "Bir de ne görsünler, bu, onların bütün uydurup düzdüklerini yakalayıp yutuyor" (A'raf. 117) buyurmuştur. Bu ayetle, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın asasının, uydurma işini değil, uydurulan şeyler olan âsâ ve ipleri yuttuğu anlatılmak istenmiştir. Mevzubahis ayette de durum aynıdır.

3) Araplar, işin yapıldığı yeri de "iş" olarak adlandırmaktadırlar. Kapı ve yüzük hakkında, "Bu, falancanın işidir" deyip, bu ifadeyle o işin yapıldığı mahalli kastederler. Yaptığımız bu üç izahla, mâ lafzının, kendisinden sonra gelen fiille birlikte, masdar manasına gelebildiği gibi, ism-i mef'ûl manasına da gelebildiği ortaya çıkar. Binâenaleyh bunu, bu ayette ism-i mef'ûl (yapılmış işler) manasına hamletmek daha uygun olur. Çünkü ayetin maksadı, onların kendi fiillerini bile yaratamadıklarını anlatmak değil, putlara tapmadaki hallerinin saçmalığını göstermektir. Çünkü ayetin başından buraya kadar geçen mesele, fiillerin yaratılması konusu değil, putlara tapma konusudur. Bil ki bu tür karşı sorular kuvvetlidir. Oysa biz Ehl-i Sünnetin başka çok delilleri vardır. Binâenaleyh münasip olan tutum, bu ayeti delil getirmekten vazgeçmektir. Allah en iyi bilendir.

Ateşe Atılması

Bil ki Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), onlara böylesi üçlü deliller getirip, onlar da bunlara cevap veremeyince onlar, İbrahim (aleyhisselâm)'e işkence yoluna başvurarak, "Onun için bir bina yapın ve onu alevli ateşe atın..." dediler. Bil ki Kur'ân'ın lafzı, bu binanın ne şekilde olduğunu anlatmamaktadir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Onlar, yüksekliği otuz zira, eni yirmi zira olan taş duvarlar yaptılar, bu dört duvarın içini ateşle doldurdular ve Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i oraya attılar. İşte ayetteki, "Onu alevli ateşe atın" ifadesiyle bu kastedilmiştir. "Cahîm" "büyük ateş" demektir. Zeccâc. "üst üste yığılmış her ateş, "cahîm"dir" der. Bu kelimenin başındaki elif-lâm, nihayete (mesafenin sonuna) delâlet edip, "onun hacmince", yani, "yapılan o binanın hacmince, bütün her tarafını dolduracak şekilde bir ateş" manasınadır.

Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Bunun üzerine ona bir tuzak kurmayı arzu ettiler. Biz ise onları sefil kimseler ettik" buyurmuştur. Bu, "Delil getirmede üstünlük Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'de idi. Onlar onu ateşe attıklarında da, Cenâb-ı Hak, ondan o ateşin zararını bertaraf etmiştir. Binâenaleyh böylece yine İbrahim (aleyhisselâm) onlara üstün gelmiştir" demektir.

Hicret Hakkında

Bil ki bu hâdise sona erince, İbrahim (aleyhisselâm) demiştir. Bu ayetin bir benzeri de, "Ben doğrusu Rabbime hicret ediciyim"(Ankebût.26) ayetidir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bu ayet, düşmanların çok olduğu yerden hicret etmenin farz olduğuna delâlet eder. Çünkü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), Hak teâlâ'nın kendisine böylesine yardım etmesine rağmen, onların ileri derecede düşmanlık yapacaklarını sezince, oradan hicret ettiğine göre, bu işin, bütün inananlar için haydi haydi gerekli olduğu anlaşılır.

İkinci Mesele

(......) hakkında şu iki açıklama yapılabilir:

a) Bununla, onun o memleketi terketmesi kastedilmiş olup, "Ben Rabbimin dininin iyi yaşanabileceği yerlere gideceğim" manasındadır.

b) Kelbî, "Bu, "Ben, ibadetim ile Rabbime yöneldim" manasınadır" der. Binâenaleyh birinci görüşe göre bu ifadeyle, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in o memleketten hicret ettiği manası kastedilmiştir. İşte bu işe, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) da ihtida etmiştir. Çünkü o da, "Hayır, hayır. Rabbim benimledir. O, bana yol gösterecektir" (Şuara, 62) demiştir.

İkinci görüşe göre, kalblerin durumlarının gözetilmesi manası kastedilmiş olup, bu da Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in (yani insanın) herşeyini sırf Allah için yapması manasınadır. Nitekim Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) "Yüzümü (bütün benliğimi), gökleri ve yeri yaratana çevirdim" (Enam. 76) demiştir. Birinci görüşün daha evlâ olduğu; çünkü ayetin maksadının, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in Şam diyarına hicretini anlatmak olduğu ve ayeti dindeki "hidayet" manasına almanın güç olduğu; çünkü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in o esnada zaten dini yaşadığı; binâenaleyh bunun dinde sebat manasına alınabileceği, yahut da dinî konulardaki yüksek derece ve makamlara ulaşma manasına bir hidayete hamledilebileceği söylenmiştir.

Üçüncü Mesele

Ayetteki, "O, bana hidayet eder" ifadesi, ehl-i sünnet âlimlerimizin dediği gibi, hidayetin ancak Allah'dan olduğuna, bunun, "hidayetin delillerini koyup, dalâletin mazeretlerini ortadan kaldırma" manasına hamled ilemeyeceği ne delâlet eder. Çünkü bütün bunlar, geçmişte zaten olup bitmiş şeylerdir. Ayetteki bu ifade ise, o hidayetin, ileride olacağını göstermektedir. Binâenaleyh ayetin bu ifadesinin delalet ettiği hidayeti, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in kalbinde ilmin ve marifetullah'ın meydana getirilmiş manasına hamletmek gerekir. Buna göre eğer, "İbrahim (aleyhisselâm), bu ayette Allahü teâlâ'nın kendisini hidayete erdireceğine kesin gözle bakmıştır. Musa (aleyhisselâm) ise, bunu kesin ifade etmeyip, "Rabbimin beni, yolun en ortasına (en doğrusuna) hidayet etmesini umarım" (Kasas, 22) demiştir. Binâenaleyh bu iki söz arasındaki fark nedir?" denilirse biz deriz ki: Kula, Allah'ın rahmetinin makamları tecellî ettiğinde, o bazan maksadın tahakkuk edeceğini kesin olarak bilir. Ama kula, Cenâb-ı Hakk'ın, âlemlerden müstağni oluşunun makamları tecellî ettiğinde, kul kendini hakîr görüp, kesin konuşmaz, hatta sadece recâ ve umma sıfatı onda hâsıl olur.

Müşebbihe'ye Reddiye

(......) ifadesi, Müsebbihe'nin "Güzel kelimeler Allah'a yükselir" (Fâtır, 10) ayetine tutunmalarının yanlışlığına delâlet eder. Çünkü ilâ edatı, tefsir ettiğimiz bu ayette de var. Fakat bundan, Allah'ın gidilen o yerde olduğu manası çıkmaz. Durum o ayette de böyledir.

Bil ki Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), Arz-ı Mukaddes'e hicret edince, bir çocuğu olmasını dileyerek, "Ya Rabbi, bana salih evlat ihsan et" demiştir. Bu, "Hazret-i İbrahim bir çocuk dileyerek, "Bana salihlerden birisini bağışla" diye dua etti" demektir. Çünkü "hibe" (bağış) lafzı, "Ona rahmetimizden, kardeşi Harun'u bir peygamber olarak hibe ettik" (Meryem, 53) ayetinde olduğu gibi, kardeş için de kullanılmış ise de, genelde, çocuk ihsan etme manasında kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz o (ibrahim'e), Ishâk'ı ve Ya'kûb'u hibe ettik" (Enbiyâ, 72) ve "O (Zekeriyyâ'ya), Yahya'yı hibe ettik" (Enbiya, 90) buyurmuştur. Hazret-i Ali, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ı, oğlu Ali Ebu'l-Emlakın doğumu sebebiyle tebrik ederken, "Sana bunu hibe edene hamdolsun. Hibe edilen bu çocuk senin için mübarek olsun" demiştir, işte bundan ötürü, "Hibetullah", "Hibetü'l-Vehhâb", "Mevhûb" ve "Vehb" gibi isimler kullanılmıştır.

Bil ki Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bu duası, şu üç şeyi ihtiva etmektedir:

a) O çocuğun, erkek çocuk olması,

b) Buluğa ermesi,

c) Uysal (halim) olması... Babası kendisini keseceğini bildirdiğinde, "İnşaallah beni sabırlılardan bulacaksın" (saffat, 102) deyip, kurban edilmek için kendini teslim etmekten daha büyük sabır olur mu? Hem sonra İbrahim (aleyhisselâm) de, halîm olarak tavsif edilmiştir. Nitekim Hak teâlâ, "Şüphesiz ibrahim, evvâh ve halîm idi"(Tevbe. 114) ve "Şüphesiz ibrahim, halîm, evvâh ve münîb idi" (Hûd, 75) buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, onun çocuğunun da halîm ve şeref-fazilet özellikleri bakımından onun yerini tutabilecek bir zat olduğunu anlatmıştır. Bil ki en güzel sıfat, "salâh"tır. Bunun delili ise, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in kendisi için salâhı (sâlih olmayı) isteyerek, "Rabbim, bana hükmü hibe et ve beni salihlere kat" (Şuarâ. 83) demiş ve aynı şeyi çocuğu için de isteyerek, "Ya Rabbi, bana sâlih evlat ihsan et" diye duâ etmiştir. Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) da, dinî ve dünyevî hususlardaki derecesi mükemmel leşti kten sonra, "Ya Rabbi, rahmetinle beni sâlih kullarına kat" (Neml, 19) diye duâ etmiştir. Bütün bunlar, sâlihlik vasfının kulların elde edeceği makamların en kıymetlisi olduğuna delâlet eder.

İsmail (aleyhisselâm)'in Sadakati

102

Âyetin tefsiri için bak:113

103

Âyetin tefsiri için bak:113

104

Âyetin tefsiri için bak:113

105

Âyetin tefsiri için bak:113

106

Âyetin tefsiri için bak:113

107

Âyetin tefsiri için bak:113

108

Âyetin tefsiri için bak:113

109

Âyetin tefsiri için bak:113

110

Âyetin tefsiri için bak:113

111

Âyetin tefsiri için bak:113

112

Âyetin tefsiri için bak:113

113

"Artık o, yanında çalışma çağına girince, (babası); "Evladım, rüyamda seni boğazladığımı görüyorum. Bak artık, ne düşünürsün?" dedi. O, "Babacığım, sana verilen emir ne ise onu yap. inşaattan beni, sabredenlerden bulacaksın" dedi. Vaktaki ikisi de, (Allah'ın emrine) razı oldular, (İbrahim) onu alnı üzere yıktı. Biz ona, "İbrahim! rüyana sadâkat gösterdin. Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfaatlandırırız" dedik. Gerçekten bu, apaçık ve katı bir imtihandı. Ona, büyük bir kurbanlık fidye verdik. Sonra gelen nesiller arasında ona, (iyi bir nâm) bıraktık. Selâm İbrahim'e. Biz, iyi hareket edenleri işte böyle mükâfaatlandırırız. Gerçekten o, mü'min kullarımızdandı. Ona, saliplerden bir peygamber olmak üzere de, Ishâk'ı müjdeledik. Hem ona hem İshâk'a (feyz-ü) bereketler verdik. Her ikisinin neslinden iyi hareket edeni vardır, nefsine apaçık zulmedeni de"

Bil ki Cenâb-ı Hak, "Biz de ona uysal bir oğul müjdesini verdik" (saffât, 101) buyurunca, bunun peşinden, müjdelenen o şeyin meydana geldiğine ve onun, buluğa erdiğine delâlet edecek şeyi getirerek, "Artık o yanında koşma çağma girince..." buyurmuştur ki, bu, "O, yetişip koşabilecek çağa gelince" demektir. Bu ayetteki (......) kelimesi, hâl olan bir lafız olup, takdiri, "Onunla olduğu halde..." şeklindedir. Bu mananın nazar-ı dikkate alınmasının faydası şudur: Baba, herkesten daha fazla olarak çocuğuna şefkatlidir. Babanın dışında kalanlar çoğu kez, çocuğu çalıştırma işinde ona sert davranır da, o da henüz güç ve kuvvetini tam almadığı için buna dayanamaz. Bazı kimseler onun, o esnada onüç yaşında olduğunu söylemişlerdir. Bu sözden maksat şudur: Allahü teâlâ, 101. ayette, o çocuğun "halîm-uysal" olacağını belirtince, bu ayette, onun hilminin mükemmel olduğuna delâlet eden şeyi belirtmiştir. Zira onda, bu büyük imtihanı üstlenmeye ve böylesi güzel bir cevap vermeye dair, ona kuvvet ve cesaret verecek bir hilim ve gönül genişliği, mükemmelliği vardır.

Onu Kesme Hakkında Rüya

Ayetteki, "Seni, rüyamda boğazladığımı görüyorum" ifadesine gelince, bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ifadenin tefsiri hususunda şu iki izah yapılmıştır:

a) Süddî şöyle der: İbrahim (aleyhisselâm), İshâk (aleyhisselâm) ile müjdelenip, İshak (aleyhisselâm) henüz doğmazdan önce, "o halde bu, Allah için kurbanlıktır" dedi. Bunun üzerine İbrahim (aleyhisselâm)'e, "Sen adakta bulundun, o halde, adağını yerine getir" denildi. O da sabaha çıkınca, "Evladım, seni rüyamda boğazladığımı görüyorum" dedi.

Terviye ve Arefe'nin Menşei

Bu husus, bir başka yoldan da şu şekilde rivayet edilmiştir: Hazret-i İbrahim, Terviye gecesinde, rüyasında, birisinin kendisine, "Allah sana, şu oğlunu kesmeni emrediyor" dediğini gördü. Sabaha çıkınca, bu rüyanın Allah'dan mı yoksa şeytandan mı olduğu hususunda, sabahtan akşama kadar düşündü. İşte bundan dolayı bu güne, Terviye "Tefekkür" günü ismi verildi. Akşam yatınca, aynı rüyayı yine gördü. Böylece de bunun, Allah'dan olduğunu anladı, işte bu sebeple de o güne Arefe "Bilme, anlama" günü ismi verildi. Üçüncü gece de aynı rüyayı görünce, onu kesmeyi kafasına koydu ve işte bundan dolayı bu güne de, "Yevmu'n-nahr" denildi. Müfessirlerin görüşü bodur, ki bu, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, rüyasında uyanıkken oğlunu kesmesini gerektiren şeyi gördüğüne delâlet eder. Buna göre ayetin takdiri, "Ben, rüyamda, seni kesmemi gerektiren şeyi gördüm" şeklinde olur.

Nebilerin Rüyasının Hükmü

b) "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) rüyasında onu kesiyor olarak gördü. Peygamberin rüyaları ise, vahiy türündendir. Bu görüşe göre rüyada görülen şey, sadece Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in onu kesmesidir. Buna göre, "Rüyada görülen her şeyin hak bir delil ve hüccet olduğu peygamberler nezdinde ya delil ile sabittir veya değildir. Eğer birinci durum söz konusu ise, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) daha niçin bu hâdise hakkında oğluna başvurmuştur? Tam aksine onun vazifesi, bu işi yerine getirmekle meşgul olması, bu hususta oğluna müracaat etmemesi, ona, "Bak artık, ne düşünüyorsun?" dememesi ve bu işi, çocuğunun kendisine, "Sana emredileni yap" demesine bağlamamasıdır. Bir de siz, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in ilk gün bu işi düşünüp durduğunu söylediniz. Şayet, rüyada görülen her şeyin hak olduğu (peygamberin nezdinde) delil ile sabit olmuş olsaydı, böyle bir düşünmeye ve tefekküre ihtiyaç kalmazdı. Yok eğer, ikincisi, yani rüyada gördükleri şeyin hak olduğu, peygamberlerce delil ile sabit değilse, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, herhangi bir delilin, onun bir hüccet olduğuna delâlet etmediği, sırf bir rüya ile o çocuğu kesmeye yönelmesi, nasıl caiz olabilir?" denilirse, buna şu şekilde cevap verilebilir: "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), gördüğü bu rüyadan dolayı, bu hususta mütereddit idi. Ancak ne var ki, gördüğü bu rüya, açık bir vahiy ile desteklenmiştir" denilmesi mümkündür. Allah en iyisini bilendir.

Zebîh'în Kim Olduğu

Alimler, kesilecek olan bu şahsın kim olduğu hususunda, ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, bunun İshak (aleyhisselâm) olduğu ileri sürülmüştür ki bu, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali, Abbas İbn Abdulmuttalib, İbn Mes'ûd, Ka'bu'l-Ahbâr, Katade, Said İbn Cübeyr, Mesrûk, İkrime, Zühri, Süddî ve Mukatil (radıyallahü anh)'in görüşüdür. Bunun, Hazret-i İsmail (aleyhisselâm) olduğu da ileri sürülmüştür ki, bu da, İbn Abbas, İbn Ömer, Said İbn el-Müseyyib, Hasan el-Basrî, Şa'bî, Mücahid ve Kelbî (radıyallahü anh)'nin görüşüdür.

İsmail (aleyhisselâm) Olduğunun Delilleri

Bunun Hazret-i İsmail (aleyhisselâm) olduğunu ileri sürenlerin delilleri şunlardır:

1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ben, iki kurbanlığın oğluyum" buyurmuştur. Ve yine, bir bedevî Hazret-i Peygaber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Ey, iki kurbanlığın oğlu" demiş, o da bunun üzerine tebessüm etmiştir. Bu husus, kendisine sorulduğunda da, "Abdülmuttalib, Zemzem kuyusunu kazarken, "Şayet Allah, benim bu işimi kolaylaştırırsa, çocuklarımdan birini kurban edeceğim" diye Allah için bir adakta bulunur. Derken, kesilmek için atılan kur'a neticesinde bu iş, Abdullah'a (Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in babasına) çıkar. Neticede, Abdullah'ın dayıları buna mani olmuş ve Abdulmuttalib'e "(Bu işten dolayı) oğluna mukabil, yüz deve fidye ver!" demişler, o da bunun üzerine, yüz deve fidye vermiştir. İkinci kurbanlık şahıs ise, ismail (aleyhisselâm)'dir" buyurmuş ve olayı anlatmıştır.

2) Esmâî'nin şöyle dediği nakledilmiştir: "Ebû Amr İbn el-A'lâ'ya, zebîhin kim olduğunu sordum da, o da "Ey Esmâî, aklın nerede? İshak (aleyhisselâm) ne zaman Mekke'de bulunmuştur? Mekke'de bulunan İsmail (aleyhisselâm) olup, İsmail (aleyhisselâm), babasıyla beraber Kâ'be'yi yapan zâttır. Kesme işine teşebbüs edilen yer ise, Mekke'dir" dedi.

3) Allahü teâlâ, "İsmail'i, İdris'i, Zülküfl'i de yâdet" (Enbiyâ, 85) emrinde, İshâk (aleyhisselâm)'ı değil, İsmail (aleyhisselâm)'i sabırla vasfetmiştir. Ki, bu da Hazret-i İsmail (aleyhisselâm)'in, kesilmeye karşı gösterdiği sabırdır. Cenâb-ı Hak onu yine, "Kitap'da İsmail'i de yâdet. Çünkü o vaadinde sadıktı" (Meryem, 54) buyruğunda, vaadinde sadık olmakla nitelemiştir. Çünkü o, babasına kesilme hususunda sabredeceğine dair vaadde bulunmuş ve bunu yerine getirmiştir.

4) Cenâb-ı Hak, "Biz de ona Ishâk'ı, İshak'ın ardından da Ya'kûb'u müjdeledik" (Hûd, 71) buyurmuştur. Şimdi biz diyoruz ki: Şayet kesilecek olan şahıs İshak (aleyhisselâm) olmuş olsaydı, bu durumda bu kesilme emri, ya İshak (aleyhisselâm)'dan Ya'kûb (aleyhisselâm) dünyaya gelmeden önce, ya da sonra olmuş oturdu. Birincisi olamaz, zira Allahü teâlâ, ona İshak (aleyhisselâm)'ı müjdeleyip bu müjdenin yanında, ondan Ya'kûb (aleyhisselâm)'un dünyaya geleceği de müjdelenmiş olunca, şimdi Ya'kûb (aleyhisselâm)'un ondan meydana gelmeden önce kesilmesinin emredilmesi mümkün olamaz. Aksi halde, Allah, "İshak'ın ardından da Ya'kûb'u..." şeklindeki vaadinden dönmüş olur. İkincisi de olamaz, çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık o, yanında çalışma çağına girince, (babası), "Evladım! ben seni rüyamda, boğazladığımı görüyorum" ifadesi, ayette bahsedilen bu çocuğun, sa'ye, koşmaya ve o fiile güç yetirme noktasına gelmeden, Allah'ın, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e onu kesmesini emrettiğine delâlet eder ki, bu da, bu hadisenin bir başka zamanda meydana gelmiş olmasına ters düşer. Böylece, kesilecek olan şahsın, İshak (aleyhisselâm) olamayacağı sabit olmuş olur.

5) Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Sen doğrusu Rabbime gidiciyim. O, bana yol gösterir"(Saffat, 99) dediğini, daha sonra da kendisinden, yalnızlığında, kendisiyle ünsiyyet duyacağı bir çocuk vermesini talep ederek, "Ya Rabbi, bana salih evlad ihsan et" (saffat, 100) dediğini nakletmiştir. Böyle bir istek ise ancak, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in çocuğunun bulunmaması halinde makul ve yerinde olur. Çünkü onun, tek bir çocuğu bulunmuş olsaydı, bir çocuk talep etmezdi. Zira, olanı yeniden istemek, muhaldir. İbrahim (aleyhisselâm)'in, şeklindeki sözü, onun tek bir çocuk istediğini ifade eder. Çünkü, ifadesinin başındaki min, ba'ziyyet bildirir. Ba'ziyyetin en alt derecesi ise, tek oluştur. Buna göre sanki, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in demesi, onun, Allah'tan tek bir çocuk istediğini gösterir. Binâenaleyh, böyle bir istekte bulunmanın, ancak ortada çocuk diye bir şey olmadığında yerinde olabileceği sabit olmuş olur. Bu sebeple de bu isteğin, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in ilk çocuğu istemesi halinde yapıldığı kesinleşir. Halbuki insanlar, İsmail (aleyhisselâm)'in İshak (aleyhisselâm)'dan daha önce dünyaya gelmiş olduğu hususunda müttefiktirler. Böylece, bu duâ ve talep ile istenenin, İsmail (aleyhisselâm) olduğu sabit olmuş olur. Hem sonra, Allahü teâlâ, bu isteğin peşinden, kesilme hâdisesini zikretmiştir. Şu halde, kesilecek olan şahsın, İsmail (aleyhisselâm) olması gerekir.

6) Pekçok haber, koçun boynuzunun, Kâ'be'ye asıldığını bildirmektedir. Böylece, kesilecek olan şahsın, Mekke'de olduğu anlaşılmış olur. Binâenaleyh, şayet kesilecek şahıs İshak (aleyhisselâm) olmuş olsaydı, bu kesme işi Şam'da olmuş olurdu.

İshak (aleyhisselâm) Olduğunun Delilleri

Kesilecek şahsın İshak (aleyhisselâm) olduğunu söyleyenlerin delilleri de şunlardır:

1) Ayetin, Önü ve sonu, bunu göstermektedir. Önünün böyle olduğuna gelince, Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, bu ayetten önce, "Ya Rabbi, bana salih evlad ihsan et" (saffat, 100) dediğini nakletmiştir. Halbuki ulemâ, bununla kastedilenin, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in Şam'a hicrret etmesi olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "biz de ona uysal bir oğul müjdesini verdik" (Saffat. 101) buyurmuştur. Binâenaleyh, bu çocuğun İshâk (aleyhisselâm) olması gerekir. Bu ifadenin akabinden de, "Artık o, yanında çalışma çağına girince..." buyurmuştur. Ki bu, İbrahim (aleyhisselâm)'le beraber çalışma çağına ulaşan bu çocuktan kastedilenin, Şam'da bulunan o çocuk olmasını gerektirir. Böylece, bu ayetin önünün, kesilecek olan şahsın İshâk (aleyhisselâm) olduğuna delâlet ettiği sabit olmuş olur.

Ayetin sonu da buna delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu kesilme hadisesini bitirince, "Ona, salihlerden bir peygamber olmak üzere de, İshâk'ı müjdeledik" buyurmuştur ki, bu, "Cenâb-ı Hak İbrahim (aleyhisselâm)'i, İshak (aleyhisselâm)'ın salihlerden bir peygamber olmakla müjdeledi" manasındadır. Bu müjdenin, bu kıssanın anlatımının peşinden getirilmiş olması, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i İshak (aleyhisselâm)'ı, kesilme hadisesindeki bu sıkıntılara katlandığından dolayı, bu nübüvvetle müjdelediğini gösterir. Böylece bahsettiklerimizle, ayetin önünün ve sonunun, kesilecek olan şahsın İshak (aleyhisselâm) olduğuna delâlet ettiği sabit olmuş olur.

2) Bunun doğruluğuna, Ya'kûb (aleyhisselâm)'un Yusuf (aleyhisselâm)'a yazmış olduğu şu meşhur mektubu delâlet eder: "Halilullah olan İbrahim (aleyhisselâm)'in oğlu, zebîhullah olan İshak (aleyhisselâm)'ın oğlu, nebiyyullah olan Allah'ın kulu Ya'kûb (aleyhisselâm)'dan..," Bu konuda söylenecek söz bundan ibarettir. Zeccâc, "kesilecek olanın bunlardan hangisi olduğunu en iyi bilen Allah'tır..." der. Allah en iyisini bilendir.

Kesme Yeri

Bil ki, onların kesme yerinin neresi olduğu hususundaki ihtilafları da, bizim daha önce zikrettiğimiz hususa dayanmaktadır. Kesilecek olan şahsın İsmail (aleyhisselâm) olduğunu söyleyenler, kesme işine teşebbüsün Minâ'da yapıldığını; bunun İshak (aleyhisselâm) olduğunu söyleyenler ise, kesme işine teşebbüs edilen yerin, Şam olduğunu söylemişlerdir. Bu yerin, Beyt-i Makdis olduğu da ileri sürülmüştür. Allah en iyisini bilendir.

Rüyadan Kesme Emri Çıkar mı?

Alimler, İbrahim (aleyhisselâm)'in, rüyasında gördüğü şey sebebiyle, bu işle emrolunduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilaf, fıkıh usûlünün meselelerinden bir meseleye dayanmaktadır ki, bu da şudur: "Kendisine uyma ve ittibâ etme zamanı gelmeden önce, hükmün nesholması caiz midir?" Buna, ehl-i sünnet alimlerimiz, "Bu caizdir" diye cevap verirlerken, Mu'tezile ile Şafiî ve Hanefî fukâhasından bir topluluk ise, bunun caiz olmayacağını söylerler. Birinci görüşe göre durum şöyledir: Allahü teâlâ İbrahim (aleyhisselâm)'e, önce boğazlamasını emretmiş, sonra da bu hükmü, onun uygulama zamanından önce neshetmiştir. İkinci görüşe göre İse, Allahü teâlâ İbrahim (aleyhisselâm)'e, boğazlamayı emretmemiştir. Ona emrettiği ise ancak, boğazlama ve kesme işinin mukaddimeleri (ön hazırlıklarıdır). Bu husus, nesh konusunun meselelerinden olan önemli bir meseledir. Ehl-i sünnet alimlerimiz, uyma zamanının gelmesinden önce bir emrin nesholmasının caiz olacağı hususuna şu şekilde delil getirmişlerdir: Allah İbrahim (aleyhisselâm)'e, oğlunu boğazlamasını emretmiş, sonra da, İbrahim (aleyhisselâm) bu işe girişmeden önce bu hükmü ondan neshetmiştir. Bu ise, bizim amacımızı ifade eder.

Biz, şu iki sebepten dolayı, muhakkak ki Allah İbrahim (aleyhisselâm)'e oğlunu boğazlamasını emretmiştir dedik:

1) İbrahim (aleyhisselâm) oğluna, "Evladım, seni rüyamda boğazladığımı görüyorum" demiş, oğul da "Sana ne emredildiyse öyle yap" diye cevap vermiştir. Bu da, İbrahim (aleyhisselâm)'in, bizzat boğazlama ile değil de, boğazlamanın ön hazırlıklarını yapmakla emrolunduğuna delâlet eder. Sonra o, boğazlamanın mukaddimelerini yapmış, böylece de onları varlık alemine sokmuş gerçekleştirmiştir. O zaman da, o, bir şey ile emrolunmuş ve onu gerçekleştirmiş olur. Burada, bir "fidye"ye ihtiyaç duyulmaz. Fakat o, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ona, büyük bir kurbanlık fidye verdik" ayetinin delaletiyle, fidyeye ihtiyaç duymuştur. Bu da delâlet eder ki, İbrahim (aleyhisselâm), kendisine verilen emri yerine getirmiştir. Böylece onun, boğazlama işinin bütün ön hazırlıklarını, mukaddimelerini yaptığı sabit olmuş olur. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, ona bizzat boğazlama işini emrettiğine delâlet eder. İşte, bu sabit olunca biz deriz ki: "Cenâb-ı Hak, ifâ ve isbâtından önce, bu hükmü neshetmiştir." Bu da, bizim maksadımıza delalet eder.

Mu'tezile ise şöyle demiştir: "Biz, Allahü teâlâ'nın, İbrahim (aleyhisselâm)'e, oğlunu boğazlamasını emretmiş olduğunu kabul etmiyoruz. Bilakis biz diyoruz ki: Allahü teâlâ ona, (sadece ve sadece) boğazlamanın mukaddimelerini emretmiştir. Birçok şey de buna delâlet etmektedir:

1) İbrahim (aleyhisselâm), boğazlama işini gerçekleştirememiş, o ancak onun mukaddimelerini tahakkuk ettirmiştir. Sonra, muhakkak ki Cenâb-ı Hak, İbrahim (aleyhisselâm)'den, "Biz ona, "ibrahim! Rüyana sadakat gösterdin" dedik..." ayetinin de delâlet ettiği gibi, onun, emrolunduğu şeyi yapmış olduğunu haber vermiştir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın ona rüyada, bizzat boğazlama işini değil de, boğazlamanın mukaddimelerini emretmiş olduğuna delâlet eder. Bu mukaddimeler ise, oğulu yere yatırmaktan, bıçağı boynuna koymaktan ve (kes!) emri geldiğinde, bu işi yapmaya tam ve kesin bir azm göstermekten ibarettir.

2) Boğazlama işi, boğazı kesmekten ibarettir. Belki de İbrahim (aleyhisselâm), oğlunun boğazını kesti; ancak ne var ki o, boğazın bir kısmını kesince, Allah o kesik yeri yeniden birleştirdi. İşte bu sebepten dolayı da, ölüm hâdisesi tahakkuk etmedi.

3) Bu görüşü savunan kimselerin kendisine en çok güvenip dayandığı üçüncü izah şekli ise şudur: Allah şayet, muayyen bir şahsa, muayyen bir zamanda muayyen bir işi yapmasını emretmiş olsaydı, işte bu, o işi o vakitte yapmanın güzel olduğuna delâlet eder. Ama, onu o işten men ettiğindeyse, bu nehyetme de, bu işi o zamanda yapmanın kabîh olduğuna delâlet eder.

Eğer, bu nehiy, o emrin hemen peşinden meydana gelmiş olsaydı, iki durumdan birisinin olması lâzım gelirdi. Çünkü Cenâb-ı Hak, eğer o fiilin durumunu biliyor idiyse, O'nun, kabîh (çirkin) olan bir şeyi emrettiğinin, ya da güzel olan şeyi nehyettiğinin söylenmesi gerekir. Yok, eğer o işin durumunu bilmiyor idiyse, Allah'ın cahil olması gerekirdi ki, bu ise imkânsızdır! İşte bu konudaki sözün tamamı budur."

Birinciye cevap: Biz daha önce, Cenâb-ı Hakk'ın İbrahim (aleyhisselâm)'a ancak boğazlama işini emretmiş olduğunu delilleriyle açıklamıştık.

Asılsız Görüşe Red

Cenâb-ı Hakk'ın, "rüyana sadakat gösterdin" beyanına gelince, bu, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, bu rüya ile amel edilmesinin vacib olduğuna inanmış olduğunu gösterir, yoksa, onun, rüyasında gördüğü her şeyi yaptığına değil!

Muarızın, "ibrahim (aleyhisselâm), boğazın birkısmını kesince, Allah onu yeniden birleştirdi" şeklindeki görüşüne gelince, biz diyoruz ki: Bu, temelsiz ve asılsızdır. Çünkü, İbrahim (aleyhisselâm) şayet, kendisine emrolunan herşeyi yapmış olsaydı, "fidye"ye ihtiyaç duymazdı. O madem ki fidyeye ihtiyaç duydu, böylece biz onun emrolunduğu şeyi tamamlayamamış olduğunu anlarız.

Hüsn ve Kubûh Meselesi

Muarızın, "Bu durumda ya kabin olanı emretmiş olması, ya da cehalet gerekir" şeklindeki üçüncü görüşüne gelince, biz diyoruz ki: Bu görüş, aklın güzel gördüğünü güzel, çirkin gördüğünü de çirkin görme esâsına dayanır. Bu ise, bâtıl ve asılsızdır. Yine, farzet ki bunu kabul edelim. Ancak ne var ki biz diyoruz ki: "Bir şeyi emretmek bazen, o emredilen şey güzel olduğu için güzel olur; bazan da, her ne kadar emrolunan şey güzel olmasa bile, herhangi bir maslahatın doğruluğunu ve uygunluğunu ifade ettiği için güzel olur" denilmesi niçin caiz olmasın? Baksana, efendi, kölesini terbiye edip düzeltmek istediğinde, meselâ, "Cuma günü geldiğinde, falanca işi yap!" der. Bu iş de, zor ve ağır işler cümlesinden olur. Efendinin bu emirden maksad, kölenin bu işi yapması değil, aksine, kölenin, kendisini itaat ve boyun eğmeye alıştırmasıdır. Sonra efendi, kölenin, nefsini itaat ve inkıyada alıştırmış olduğunu anlayınca, ondan bu emri ve yükümlülüğü kaldırır. İşte burada da böyledir. Dolayısıyla, sizler bu ihtimalin yanlış olduğuna dair bir delil ve açıklama getiremediğimiz sürece, sözümüz tamam olmaz.

Dilemediği Şeyi Emretme

Alimlerimiz, Allahü teâlâ'nın, bazan vukuunu istemediği şeyi de emredebileceği hususunda bu ayetle istidlal etmişve şöyle demişlerdir: Bunun delili, Allah'ın, meydana gelmesini istemediği halde, bu boğazlamayı emretmiş olmasıdır. Cenâb-ı Hakk'ın, boğazlamayı emretmesi hususu, birinci meselede geçen izahtan dolayıdır. O'nun bu şeyin vukuunu istemediğine gelince, bize (ehl-i sünnete) göre, Allah'ın, olmasını istediği her şey olur, meydana geliri Böyle bir kesme işi tahakkuk etmediğine göre, biz Allahü teâlâ'nın, bunun meydana gelmesini istemediğini anlamış bulunuyoruz. Mu'tezile ise şöyle der: "Allah, o kesmeden nehyetmiştir. Bir şeyden nehyetmek ise, nehyedenin, o şeyin meydana gelmesini istemediğine delâlet eder. İşte böylece, Allah'ın kesmeyi emrettiği, onu irâde etmediği sabit olmuş olur. Bu da "emr"in, "irâde" olmadan da olabileceğine delâlet eder." Allahü teâlâ'nın, boğazlamayı emrettiğine dair sözün tamamı, birinci meselede geçmiş olan husustur. Allah en iyisini ibilendir.

Emrin Uykuda Gelmesinin Hikmeti

Bu mesele, bu teklifin uyanıkken değil de uykuda iken gelmesindeki hikmetin beyanı hakkında olup, bunun izahı şu birkaç açıdan yapılabilir:

1) Bu teklif, hem kesene, hem de kesilene alabildiğine ağır gelen bir tekliftir. Böylesi zor olan bir teklifin gelebileceğine dikkat çeken bir durum arzetsin diye, bu ilk defa uykuda gelmiş, daha sonra da bu uyku hali, uyanıklık halleriyle tekîd edilmiştir. Böylece de bu teklif anîden gelmemiş, tam aksine yavaş yavaş varid olmuştur.

2) Allahü teâlâ, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'İn, rüyalarını hak ve gerçek kılmıştır. Nitekim Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında, "Andokun ki Allah, Resulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etmiştir. Inşaallah (hepiniz) emniyet içinde, korkusuzca mutlaka Mescid-i Haram'a gireceksiniz" (Fetih, 27) buyurmuştur. Yusuf (aleyhisselâm)'un "Doğrusu ben rüyada onbir yıldızla güneşi ve ayı gördüm. Onların, bana secde ettiklerini gördüm "(Yusuf, 4) dediğini belirtmiş, İbrahim (aleyhisselâm) hakkında da, "Rüyamda, seni boğazladığımı görüyorum"(Saffat. 102) buyurmuştur.

Bundan maksadı, peygamberin sâdık ve doğru sözlü olduklarına delâlet eden delilleri takviye etmektir. Çünkü kişinin hali, ya uyanıklık ya da uyku halinden birisidir. Bu iki durum da onların doğruluklarına apaçık biçimde delâlet edince, bu onların bütün hallerinde sâdık olduklarının ve haktan yana olduklarının, tam ve mükemmel bir biçimde izahı olmuş olur. Allah en iyisini bilendir.

Sonra biz diyoruz ki: Peygamberler (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu husustaki makamları üç kısma ayrılır:

a) Görülen rüyaya tıpatıp uyan durum. Bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkındaki, "Mutlaka Mescid-i Harama gireceksiniz" (Fetih,27) buyurup da, daha sonra bu şeyin aynen tahakkuk etmesi gibidir.

b) Aksi tecelli eden rüya. Bu da, tıpkı Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) hakkındaki hâdise gibidir. Çünkü onun gördüğü şey kesme idi, ama tahakkuk eden şey ise, fidye ve kurtuluş idi.

c) Münasebet kurularak, bir tür yorum yapılmasıdır. Nitekim bu da, Yusuf (aleyhisselâm)'un rüyası için söz konusudur. İşte bu sebepten dolayı, rüya tabir edenler, rüyaların işte bu üç tarzda olabilecekleri hususunda mutabakat sağlamışlardır.

Kıraat Farklılığı

Hamza ve Kîsâî, tâ'nın dammesi, râ'nın kesresi ile, "mâ zfl turî" şeklinde okumuşlardır ki, buna göre mana, "Bak bakalım, sen nefsinden, sabır ve metanet gösterebilecek misin?" şeklinde olur. Bu okuyuşa göre bu ifadenin manasının "Bakalım ne işarette bulunacaksın?" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Diğer kıraat imamları ise, tâ'nın fethası ile okumuşlardır. Bundan sonra da, kimileri "imâle" yapmış, kimileri ise yapmamıştır.

Yedinci Mesele

Babanın bu konuda oğluyla yaptığı müşaverenin hikmeti,oğlunu bu hâdiseye muttali kılmaktır. Böylece de, onun, Allah'a itaat konusunda sergileyeceği sabrı görmek ve İbrahim (aleyhisselâm)'in gözünün aydın olmasını temin etmektir. Çünkü o, onun hilimde bu büyük noktaya; kötülüklere sabretmede de bu yüksek dereceye ulaştığını görecek, böylece de, oğul için, ahirette büyük bir mükâfaat, dünyada ise büyük bir nâm tahakkuk edecektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, İbrahim (aleyhisselâm)'in çocuğunun, Sana verilen emir ne ise, onu yap" dediğini nakletmiştir ki, bu, "Kendisiyle emrolunduğun şeyi yap!" takdirindedir. Tıpkı bir kimsenin, "Sana işi emrettim, binâenaleyh, kendisiyle emrolunduğunu yap!" ifadesinde harf-i cerrin hazfedilmesi gibi, burada da, câr maa'l-mecrûr hazfedilmiştir.

Daha sonra oğul, "inşaallah, beni sabredenlerden bulacaksın" demiş ve bu işi, bir bereket ve uğur umma tarzında, Allah'ın meşîetine bağlamıştır. Çünkü Allah'a isyandan, ancak Allah'ın korumasıyla korunulur; Allah'a itaata da, ancak Allah'ın muvaffak kılmasıyla imkân elde edilir.

Müteakiben Cenâb-ı Hak, "Vakta ki ikisi de, (Allah'ın emrine) razı oldular" buyurmuştur. Arapça'da, aynı manada olmak kaydıyla "Allah'ın emrine teslim oldum" denilir. Kişi, Allah'ın emrine uyup boyun eğdiğinde, işte bu şekilde söylenir ve bu ifâde, bu üç şekilde de okunmuş olup, bunun temeli, senin, bir şey birisine ait olduğunda, "Bu, falancanındır, onundur" şeklindeki sözüne dayanmakta olup, manası, "Bu şey, kendisi hakkında çekişilme ve nizâdan beri oldu" şeklindedir. Yine Araplar, şeklinde kullanmışlardır. Bu iki şey de, onlardan nakledilmiş olup, yine bunun gerçekte manası, "Kendisini Allah'a adadı ve kendisini sırf ona verdi" şeklindedir. (......)'nin manası da, "Kendisinin sadece Allah'a ait olmasını talep etti" şeklindedir. Katade, fiilin tesniye gelmesini, "Bu, oğlunu; oğlu da kendisini Allah'a teslim ettiler" şeklinde tefsir etmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(İbrahim) onu alnı üzere yıktı" buyurmuştur ki bu, "O onu, bir tarafı üzere yıktı da, böylece onun alnının iki tarafından birisi yere geldi" demektir. Çünkü, yüzün iki tarafı vardır; alın ise, bu iki taraf arasında olan şeydir. Ibnu'l-A'râbî ise, " (telîl)de de, "yıkılmış" manasındadır. ise, "onu yıkan" anlamındadır" demiştir. Buna göre mana, o onu alnının bir tarafı üzerine yıktı demektir. Mukatil ise, "O onu, cephe üzere (yüzükoyun) çöktürdü" denmiştir ki, bu, hatadır; çünkü "alın" cepheden başkadır.

Hakk'ın İbrahim'e Çağrısı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Biz ona, "Ey ibrahim, rüyana sadâkat gösterdin" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak şu iki açıklama yapılmıştır:

a) Bu ifade, Kûfelilere ve Ferrâ'ya göre, ifadesinin cevabı olup, ifadenin başındaki vâv zâiddir.

b) Basralılara göreyse, bu takdir caiz olmayıp, felemma'nın cevabı mukadder olup, takdiri de, "O bunu böyle yapıp, Allah da ona, "Dikkat, İbrahim! Sen rüyanı gercekleştirdin" diye nida edince, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) büyük bir mutluluğa ermiş, Allah ona, oğlunun peygamberliğini bahşetmiş ve mükâfaatını da bolca vermiştir" şeklindedir. Basralılar sözlerine şöyle devam ederler: "Cevabın hazfedilmesi Kur'ân'da geçmekte olup, yadırganacak bir durum değildir. Bunun faydası da, cevabın mahzûf olması halinde, o cevabın daha etkili ve azametli olmasını sağlamaktır."

Müfessirler şöyle demektedir: "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) oğlunu kesmek için yanı üstü yatırdığında, dağ tarafından, "İbrahim! Rüyanı gerçekleşirdin" diye nida edildi." Muhakkik ulemâ ise, bu teklifin sebebinin, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, Allah'ın tekliflerine en mükemmel manada boyun eğmiş olması olduğunu söylemişlerdir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, onu, böylesi zor ve çetin bir teklifle mükellef tutup, hem kendinden hem de çocuğundan mükemmel bir biçimde taat ve inkıyâd zuhur edince, pek yerinde olarak, Cenâb-ı Hak, "rüyanı gerçekleşirdin" demiştir. Yani, "Bu rüyadan elde edilmek istenen maksat elde edilmiştir" demektir.

ifadesi yeni başlayan bir söz olup, daha önceki kısımla ilgisi yoktur. Buna göre manası, "İbrahim (aleyhisselâm) ve oğlu bu mükellefiyeti yerine getirerek muhsin (iyi) kimseler oldular. Biz, bu iki muhsini mükâfaatlandırdığımız gibi, bütün muhsinleri de mükâfaatlandırınz" şeklindedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hakk, yani, "Bu, sayesinde ihlaslı olanların olmayanlardan seçildiği apaçık bir deneme yahut daha zoru bulunmayan çok çetin bir sıkıntıdır" buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak, "Ona büyük bir kurbanlık fidye verdik" buyurmuştur. "Zebh", zebeha "kesti"fiilinin masdarıdır. Zibh ise, "kesilecek şey" demektir. İşte ayette kastedilen budur. İşin kıssa tarafıyla ilgili bazı bahisler var:

Zebh Kıssası

Birinci Bahis: Bu hâdise hakkında anlatıldığına göre, İbrahim (aleyhisselâm) oğlunu kurban etmek İstediğinde, "Evladım, ip ve bıçağı al, falanca yere odun toplamaya gidelim. Onlar, kurban edilecek yerin yolunu yarılayınca, babası ona, kendisine verilen emri haber verdi. Bunun üzerine o, "Babacığım, çırpınmamam için ellerimi kollarımı iyice bağla. Kanımın sıçramaması ve annemin onu görüp üzülmemesi için, elbisemi uzağa koy. Kolay gelmesi için, bıçağını iyice bile ve boğazımı onunla hemen kes. Çünkü ölüm zor. Anneme selam söyle, eğer gömleğimi anama vermek istersen, ver. Çünkü belki de bu ona bu işi kolaylaştırır" dedi. İbrahim (aleyhisselâm) de, "Yavrum, Allah'ın emri hususunda ne güzel yardımcısın" dedi. Sonra onu bağlamış olduğu halde, her ikisi de ağlayarak onu öpmek istedi, sonra bıçağı boğazına dayadı. Bunun üzerine oğlu, "Beni yüz üstü yatır. Çünkü yüzüme baktığında, bana acıman tutar. Kalbin rikkate gelir. Böylece bu, senin Allah'ın emrini yapmana mani olur" dedi. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) de böyle yapıp, bıçağı ensesine dayadı, kesmek istedi, ama bıçak kesmedi. Bunun üzerine, "îbrahim! Rüyana sadakat gösterdin (...)" diye ona nida olundu.

Gökten Gönderilen Kurbanlık

İkinci Bahis: Alimler, o oğulun yerine verilen kurbanın, koçun ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bunun, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) oğlu Habil'in kurban olarak Allah'a sunup, Allah'ın kabul edip (göğe çektiği) koç olduğu; onu İsmail (aleyhisselâm)'e karşılık fidye olarak gönderinceye kadar, cennette otladığını söylemiştir. Bazıları da, "Allahü teâlâ, cennetten kırk yaz (yıl) otlamış bir koç gönderdi" demişlerdir. Süddî ise şöyle demiştir: "İbrahim" diye seslenildiğinde, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) geriye döndü. Bir de baktı ki dağdan aşağı inen, beyazımsı bir koç ... İsmail (aleyhisselâm)'in üzerinden Kalktı, o koçu tutup kurban etti. Oğlunun elini ayağını çözüp boynuna sarılarak, "Yavrum, sen bana işte bugün hibe edildin" dedi."

Ayetteki, "azîm" (büyük) kelimesine gelince, bu kurbanlığın iriliğinden ve semizliğinden ötürü bu ismi aldığı söylenmiştir. Bu cümleden olarak, Sa'îd b. Cübeyr, "Cennette kırk yıl otlamış bir kurbanlığın, çok iri olması onun hakkıdır" der. Yine bu kurbana "büyük" denilmesinin, onun kıymetinin büyüklüğünden dolayı olduğu; çünkü Allah'ın onu, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in oğluna bir fidye olarak kabul etmiş olduğu söylenmiştir.

Zebîhin İsmail Oluşunun Başka Delili

Daha sonra Hak teâlâ "Doğrusu, o mü'min kullarımızdandı" buyurmuştur. Bu cümledeki "o" zamiri, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e râcîdir. Cenâb-ı Hak, "Ona salihlerden bir peygamber olmak üzere de îshak'ı müjdeledik" buyurmuştur. Bu ayetteki nebiyyen kelimesi, "hâl-i mukaddere"dir. Yani, "Bizona, peygamberliği mukadder olan İshak'ı müjdeledik" demektir. Kesilecek olan oğlan, Hazret-i İsmail (aleyhisselâm) olduğunu söyleyenler, bu ayeti delil getirebilirler. Çünkü ayetteki nebiyyen kelimesi "hâl"dir. Binâenaleyh mananın, "Biz ona, İshak peygamber olduğu halde, İshak'ı müjdeledik" şeklinde olması mümkün değildir. Çünkü bu müjde İshak (aleyhisselâm)'ın peygamber olmasından öncedir. Şu halde mananın, "Biz o İshak'ın peygamber olacağını takdir ettiğimiz ve ona bu hükmü (emri) verip, sabrettiği halde, ona Ishak'ı müjdeledik" şeklinde olması gerekir. Durum böyle olunca da, ayette İshak (aleyhisselâm)'ın verileceğine dair olan bu müjde, kesilecek olan o şahsın kıssasından sonra verilmiş olur. Böylece de, kesilecek olan oğulun, İshak (aleyhisselâm)'dan başkası olması gerekir. Bu konuda en ileri söz olarak ayet, her nekadar okunuş (sıra) bakımından, kurban edilecek oğlun kıssasından sonra geliyor ise de, meydana gelme bakımından ondan öncedir" denebilir. Fakat biz diyoruz ki, asıl olan, ayetlerin sırasına, aralarındaki irtibata riayet etmektir. Doğruyu en iyi bilen ise Allah'dır.

Onun Kutlu Kılınması

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hem ona hem de Ishâk'a bereketler verdik" buyurmuştur. Bu ayette geçen "bereket" hususunda da şu iki izah yapılmıştır:

1) Allahü teâlâ, İsrailoğullarının bütün peygamberlerini, İshak (aleyhisselâm)'ın soyundan göndermiştir. (İşte bereket budur.)

2) Cenâb-ı Hak, kıyamete kadar, hem Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), hem de Hazret-i tshak (aleyhisselâm) için güzel bir nam bırakılmıştır. Çünkü bereket, devam ve sebat manasınadır.

Daha sonra Allahü teâlâ, "Her ikisinin neslinden İyi hareket edeni de var, nefsine apaçık zulmeden de" buyurmuştur. Bu ifadede, yahudîlerin iftihar etmelerine, bu durum bir sebep teşkil etmesin diye, ataların-ecdâdın çokça faziletli olmasından onların gelenlerin de mutlaka faziletli olacağı, faziletli sayılacağı neticesi çıkarılamayacağı hususunda bir uyan var. Ayetteki, "muhsin" "iyihareket eden" ifadesine, peygamberler ve mü'minler, "nefsine apaçık zulmeden" ifadesine de kâfir ve fasıklar girer. Allah en iyi bilendir.

3- Hazret-i Musa ile Harun (aleyhisselâm)'un Kıssası

114

Âyetin tefsiri için bak:122

115

Âyetin tefsiri için bak:122

116

Âyetin tefsiri için bak:122

117

Âyetin tefsiri için bak:122

118

Âyetin tefsiri için bak:122

119

Âyetin tefsiri için bak:122

120

Âyetin tefsiri için bak:122

121

Âyetin tefsiri için bak:122

122

"Andolsun ki biz Musa'ya da, Harun'a da nimetler verdik. Hem onlan, hem kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık. Kendilerine yardım ettik de, gâlibler onlar oldular. Onlara açıklayıcı olan o kitabı verdik. Onlara doğru yolu gösterdik. Sonra gelen peygamberler ve ümmetler arasında da, onlara iyi bir nam bıraktık. Musa'ya ve Harun'a bizden selam olsun. Şüphesiz biz, muhsinleri böyle mükâfaatlandırırız. Gerçekten o ikisi mü'min kullanmızdandı".

Onlara Yapılan İhsan

Bil ki bu, bu sûredeki kıssaların üçüncüsüdür. Yine bil ki, hernekadar nimet vermenin birçok şekli var ise de, bu, menfaati celbetme ve zararı defetme şeklindeki iki çeşit nimete hasredilmiştir. Allahü teâlâ burada, bu iki kısımdan da bahsetmiştir. O halde, "Andolsun ki Biz Musa'ya da, Harun'a da nimetler verdik..." ifadesi, menfaat verme şekline; "Hem onlan, hem kavimlerini ö büyük sıkıntıdan kurtardık" ifadesi de, zararı defetme çeşidine işarettir.

Birinci kısma, yani menfaat verme şeklindeki nimete gelince, bil ki menfaatlerin, dnn"9vî ve dinî olarak iki kısma ayrıldığında şüphe yoktur. Dünyevî menfaatler var etmek, hayat vermek, akıl vermek, terbiye etmek, sıhhat vermek ve herbirinde kemal sıfatları yaratmadır. Dinî menfaatler ise, ilim ve taat (ibadet) olup, bunların en üstünü de, ezici ve net mucizelerle içice olan peygamberlik nimetidir. Cenâb-ı Hak, bu tafsilatı, diğer surelerde ele alındığı için, burada bunlara işaret etmekle yetinmiştir.

İkinci Kısma, yani zararı giderme nev'inden olan nimete gelince, bu "Hem onlan, hem kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık" cümlesiyle kastedilmiştir. Bu hususta, şu iki görüş vardır:

1) Bu, suda boğma hadisesidir. Allahü teâlâ, Firavun'u ve ordusunu suda boğmuş, İsrailoğullarını kurtarmıştı.

2) Bu, Allahü teâlâ'nın İsrailoğullarını, Firavunun zulmünden kurtarmasıdır. Çünkü onların, erkek çocuklarını kestiriyor, kız çocuklarını ise bırakıyordu.

Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve Hazret-i Harun (aleyhisselâm)'a lütfettiğinden bahsedince, bu lütfunun çeşitlerini detaylıca anlatmıştır:

1) "Onlara yardım ettik" cümlesindeki hü'm "onlar" zamiri, Musa, Harun (aleyhisselâm) ve kavimlerine râcîdir. cümlesi, "Bütün hallerinde, delil getirmekle, işin sonunda da devlet kurup, üstün olmak suretiyle, onlar gâlib geldiler" demektir.

2) "Onlara (herşeyi) açıklayıcı olan o kitabı verdik..." ayetiyle anlatılan nimet. Buradaki kitap ile, "Tevrat" kastedilmiş olup, Tevrat, dinî ve dünyevî hususlarda, İsrailoğullarının muhtaç olduğu herşeyi ihtiva eden bir kitaptı. Nitekim Hak teâlâ, "Biz, içerisinde bir hidayet ve bir nur olan o Tevrat'ı indirdik..." (Maide, 44) buyurmuştur.

3) "Onlara doğru yolu gösterdik" ayetiyle anlatılan nimet: Bu, "Onlara hem aklen, hem naklen hakkın yolunu gösterdik ve onları buna muvaffak kılıp kötülüklerden korumak suretiyle yardım ettik" demektir. Gerçek delillerin, dosdoğru yola (sırat-ı müstakime) benzetilmesini İzaha gerek yoktur.

4) "Sonra gelen (peygamberler ve ümmetler) arasında da, onlar için iyi bir nam bıraktık" ayetinin ifade ettiği nimet. Bu hususta iki görüş vardır:

a) Bu sonra gelenler, Ümmet-i Muhammed'dir ve onların, "Musa'ya ve Harun'a bizden selam olsun" demeleridir.

b) Bundan murad, Ümmet-i Muhammed'dir ve onların, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve Harun (aleyhisselâm)'u saygı ile anıp, sevmeleridir. Bu ikinci manaya göre. "Musa'ya ve Harun'a bizden selam olsun" ifadesi, Allah'ın onlara selamı olmuş olur.

İmanın Ehemmiyeti

Cenab-ı Hak lütuf ve yüceliklerden bu dört çeşidi dile getirince "Şüphesiz biz muhsinleri böyle mükâfaatlandırınz" buyurmuştur. Bu ifadenin tefsiri biraz önce geçti. Daha sonra da, "Gerçekten o ikisi mü'min kullanmadandı" buyurmuştur. Bu ifadenin anlatmak istediği de iman ile elde edilen faziletin, bütün faziletlerden daha kıymetli, daha üstün ve daha mükemmel olduğuna dikkat çökmektir. Eğer bu, bu manada olmasaydı, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve Hazret-i Harun (aleyhisselâm)'un faziletlerinin, "kendilerinin mü'minlerden olmaları" ile noktalanması yerinde olmazdı. Allah en İyi bilendir.

4- İlyas (aleyhisselâm)'ın Kıssası

123

Âyetin tefsiri için bak:132

124

Âyetin tefsiri için bak:132

125

Âyetin tefsiri için bak:132

126

Âyetin tefsiri için bak:132

127

Âyetin tefsiri için bak:132

128

Âyetin tefsiri için bak:132

129

Âyetin tefsiri için bak:132

130

Âyetin tefsiri için bak:132

131

Âyetin tefsiri için bak:132

132

"Şüphesiz İlyas da peygamberlerdendi. Hani o kavmine "Siz ittikâ etmez misiniz?" O en güzel yaratanı, sizin de, evvelki atalarınızın da Rabbi olan Allah'ı bırakıp da Ba'l'a (putuna) mı taparsınız?" dedi. Fakat bunlar onu yalanladılar. Şüphesiz bunlar da, elbette toplanıp (cehenneme) getirileceklerdir. Allah'ın muhlis kulları müstesna... Biz, ona sonra gelenler arasında iyi bir nam (şan) bıraktık. Selam Ilyas'a... Şüphe yok ki biz, muhsinleri böyle mükâfaatlandırırız. Gerçekten o, mü'min kullanmızdandı".

Bil ki bu, bu sûredeki kıssaların dördüncüsüdür. Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

Kıraat

İbn Amir, elifi vaslederek ve hemzesiz olarak, ve inne'l-vase okurken, diğer kıraat imamları hemzeyle okumuşlardır. Ebu Bekr b. Mihran, "Kim elifi vaslederken, elifi zikrederse, hata etmiş olur. Çünkü Şamlılar bunu bilmez ve yadırgarlar" demiştir. Vahidi şöyle der: "Bunun şöyle iki izahı yapılabilir:

1) Tıpkı İbn Keair'in, (Müddessir. 35) ayetinden ve şairin beytinden hemzeyi hazfetmeleri gibi, buradaki "ilyas" kelimesinden de hemze hazf edilmiştir.

2) (Enam. 86) isminde olduğu gibi, bu elif, lâm-ı tarif olan lam ile birlikte zikredilmiştir.

İlyas'ın Kim Olduğu?

Ayetteki "ilyas"ın kim olduğu hususunda iki görüş ileri sürülmüştür:

a) İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'un, bunu (......) şeklinde okuyup, "ilyas, İdris'dir" dediği rivayet olunmuştur. Bu, İkrime'nin görüşüdür.

b) Müfessirlerin ekserisi, bunun İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden bir peygamber olduğu ve Musa (aleyhisselâm)'nın kardeşi Harun (aleyhisselâm)'un soyundan gelen İlyas b. Yasin olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hani o kavmine "Siz, ittikâ etmez misiniz?" dedi" buyurmuştur. Bunun takdiri, "Ey Muhammed, kavmine, İlyas'ın kendi kavmine "Siz Allah'dan korkmaz mısınız?" dediğini hatırlat" şeklindedir. Kelbî, bu ifadeye "Allah'dan başkasına ibadetten ittikâ etmez misiniz, çekinmez misiniz?" manasını vermiştir.

Bil ki Hazret-i İlyas (aleyhisselâm), önce onları kısaca korkutunca, daha sonra bu korkunun sebebinin ne olduğunu dile getirerek, Allah'ı bırakıp da Ba'l'a (putuna) mı tapıyorsunuz?" demiştir ki, bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:

Ba'l

Birinci Bahis: Burada geçen "Ba'l"in ne demek olduğu hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:

1) Bu, tıpkı Menat ve Hübel gibi, onların bir putlarının özel ismidir. Bu putun altından olduğu; yirmi zira' uzunluğunda, dört yüzlü bir put olduğu; bununla fitneye düştükleri (yani aldanıp), alabildiğine saygı duydukları; hatta buna dört yüz tane hizmetçi tayin ettikleri; bu hizmetçilerin herbirini de peygamber kabul ettikleri; şeytanın o Ba'l'ın içine girip, sapıklığın hükümlerini onlara söyleyip, hizmetçilerin bunları ezberleyip, insanlara öğrettikleri ve bunların Şam diyarındaki Ba'lebek şehri sakinleri olduğu; işte bundan dolayı şehirlerinin bu ismi aldığı ileri sürülmüştür.

Bil ki müfessirlerin "Bu, onların bir putunun adıdır" şeklindeki sözlerinde bir mahzur yok. Fakat, "Şeytan Ba'l'in karın boşluğuna girip, dalâletin ahkâmını oradan konuşuyordu" şeklindeki sözleri müşkillik arzeder. Çünkü eğer böyle birşeyin olabileceğini söylersek, pek çok mucizeyi zedeler. Zira Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mucizeleri arasında, kurdun ve devenin onunla konuştuğu, onun için hurma kütüğünün inlediği hususları nakledilmiştir. Eğer biz, şeytanın bir maddenin boşluğuna girip, oradan konuşabileceğini mümkün görürsek, bu, kurt, deve ve hurma kütüğü için de söz konusu olur. Bu da, böylesi şeylerin mucize olmasına mâni olur,

2) Bal, Yemen lehçesine göre, eğiticinin-yöneticinin adıdır. Nitekim "Bu evin Rabbi (başkanı-reisi) kimdir?" anlamında ifadesi kullanılır. Yine bu manada olmak üzere, kadının kocasına da "ba'l" denmiştir. Nitekim Hak teâlâ, "Ba'lleri (yani kocaları), o kadınları yeniden nikâhlamaya ehaktir"(Bakara, 228) ve "Şu ba'lim (yani kocam) da bir ihtiyar" (Hud, 72) buyurmuştur. Buna göre ayetin manası, "Sizler, ba'llerinize, yani reislerinize tapıp, Allah'a ibadeti bırakıyor musunuz?" şeklinde olur.

Kul ve Fiilleri

İkinci Bahis: Mu'tezile, kulun, kendi fiillerini yarattığı hususunda bu ayetle istidlal ederek, "Eğer Allah'dan başka yaratıcılar olmasaydı, Allah kendisini "Ahsene'l-Halikîn" "Yaratıcıların en güzeli" diye tavsif etmezdi" demişlerdir. Bu husustaki cevabımız, Mü'min H.ayetinin tefsirinde geçmiştir.

Üçüncü Bahis: Reşid-i Katip lakabında birisi, "Eğer denilmiş olsaydı, bu daha güzel olurdu. Çünkü bu durumda, tahsinî (bedîi) manaya da riayet edilmiş olurdu" demiştir. Bu "Kur'ân'ın fesahati, böylesi külfetleri gözetmede değil, aksine manasının kuvvetinde ve lafızlarının ceşitliliğindedir" diye cevap veririz.

Bil ki İlyas (aleyhisselâm) onları, Allah'dan başkasına ibadet etmelerinden ötürü ayıplayıp tenkid edince, Allah'ın bir ve ortaksız olduğunu haykırarak, "sizin de, evvelki atalarınızın da Rabbi olan Allah..." demiştir. Bununla ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Bu kitabımızda, beşeriyyetin sonradan yaratılmış olduğunun, hür ve irade sahibi bir yaratıcının varlığına, ortağı olmadığına nasıl delil olduğunu anlatmıştık. Binâenaleyh bunu tekrar etmenin bir faydası yok.

Farklı Kıraat

İkinci Bahis: Hamza, Kisâî, Asım'n ravisi Hafs, bu isimlerin hepsini, bunu müste'nef cümle kabul ederek, merfû okumuşlardır. Birincisi, Ebû Hatim ve Ebû Ubeyd'in de tercihidir. Keşşaf sahibi ise, Hamza'nın, vaslettiğinde (bu ifadeyi öncesine birleştirdiğinde) mansub; vakfettiğinde (öncesinden ayırdığında ise) merfu Okuduğunu nakletmiştir.

Cenâb-ı Allah, İlyas (aleyhisselâm)'ın, kavmine Rabbin birliğini anlattığını nakledince, buyurmuştur. Bu, "Onlar yarın ihzâren (yaka-paça yakalanıp), cehennemde hazır bulundurulacaklardır" demek olup, bu husustaki açıklamayı Sâffât, 57 ayetinin tefsirinde yapmıştık.

Daha sonra Allahü teâlâ, "Allah'ın muhlis kulları müstesna" buyurmuştur. Çünkü onun kavminin hepsi İlyas (aleyhisselâm)'ı yalanlamamıştı. Onların içinde, tevhidi benimseyen kimseler vardı. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak böyle buyurmuştur ki bu, "Katıksız (şeksiz-şirksiz) olarak tevhide inananlar, cehennemde hazır tutulmayacaklar" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Biz ona sonra gelenler arasında İyi bir nam (şan) bıraktık. Selam İlyas'a" buyurmuştur. Nâfî, İbn Âmir ve Ya'kûb (aleyhisselâm) "Âl" lafzını, "Yâsîn" lafzına muzaf kılarak, "Âl-ü Yâsîn" "Yâsm ailesi" şeklinde okurlarken; diğer kıraat imamları elifin kesresi ile ve lâm'ı " Yâsîn"den ayırarak, "il-yâsin" şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraatla ilgili olarak şu izahlar yapılabilir:

a) En doğru izaha göre, biz bu peygamberin İlyas b. Yâsîn olduğunu söylemiştik. Dolayısıyla İlyas, Yâsîn'in âli, yani ehli-soyu-çocuğu olmuş olur.

b) Yâsîn'in âli (ailesi), Hazret-i Muhammed'in âli'dir.

c) Yasin, Kur'ân'ın adıdır. Buna göre sanki, "Allah'ın selamı, Yâsîn adındaki bu kitaba iman edenlere olsun" denilmek istenmiştir. Esas birincisidir. Çünkü bu, sözün siyakına daha uygundur. İkinci kıraat hususunda da şu izahlar yapılır:

a) Zeccâc şöyle der: "Mikâl"; "Mîkâîl", "Mîkâlînu" denildiği gibi, İlyas da, İlyâsin de denilebilir."

b) Ferrâ ise, "Bu cemî (çoğul) bir kelime olup, bununla İlyas (aleyhisselâm) ve ona tâbi olan mü'minleri kastetmiştir. Bu, Arapların bir aileyi tümden ifade için, "Sa'dlar, Muhallebler, (Ahmedler, Hasanlar)" demeleri gibidir. Nitekim şair de,

"Ben, Sâd'ın oğluyum, Sâ'dlerin en kerîminin!" demiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki biz muhsinleri böyle mükâfaatlandınnz. Hakikat o, mü'min kullanmızdandı" buyurmuştur. Bunun tefsiri daha önce geçti. Allah en iyi bilendir.

5- Lût (aleyhisselâm)'un Kıssası

133

Âyetin tefsiri için bak:138

134

Âyetin tefsiri için bak:138

135

Âyetin tefsiri için bak:138

136

Âyetin tefsiri için bak:138

137

Âyetin tefsiri için bak:138

138

"Lût da hiç şüphesiz peygamberlerdendi. Hani biz, hem onu, hem bütün ehlini kurtarmıştık. Geride kalanlar içinde bırakılan bir kocakarı müstesna... Sonra diğerlerini kökünden helak ettik. Elbette siz, sabah-akşam onlara uğruyorsunuz. Halâ akıllanmayacak mısınız?".

Bu ayetler, sûredeki beşinci kıssayı anlatmaktadır. Allahü teâlâ. bunu, müşrik Araplar ibret alsınlar diye zikretmiştir. Çünkü Lût (aleyhisselâm)'un kavminden kâfir olanlar helak olmuş, mü'minler kurtulmuştu. Bu kıssanın tafsilatı daha önce geçmişti. Hak teâlâ, "Elbette siz, sabah akşam oralara uğruyorsunuz" buyurarak, müşriklerin dikkatini çekmiştir. Çünkü onlar Şam'a yolculuk yaparlardı. Yolculuk yapan ise, (genelde) ya gece, ya gündüzün ilk vakitlerinde yolculuk yapar. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, bu iki vakti özellikle zikretmiştir. Sonra da "Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" yani, "İbret alabileceğiniz, kullanabileceğiniz bir aklınız yok mu?" buyurmuştur. Allah en iyi bilendir.

6- Yûnus (aleyhisselâm)'un Kıssası

139

Âyetin tefsiri için bak:148

140

Âyetin tefsiri için bak:148

141

Âyetin tefsiri için bak:148

142

Âyetin tefsiri için bak:148

143

Âyetin tefsiri için bak:148

144

Âyetin tefsiri için bak:148

145

Âyetin tefsiri için bak:148

146

Âyetin tefsiri için bak:148

147

Âyetin tefsiri için bak:148

148

"Yûnus da, hiç şüphesiz peygamberlerdendi. Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı. Derken kur'a çekmişlerdi de, mağluplardan olmuştu. O, kınanmış bir halde, kendisini hemen balık yuttu. Eğer çok tesbih edenlerden olmasaydı, insanların yeniden dirilecekleri güne kadar, o (balığın) karnında kalıp gitmişti, işte biz onu, hasta olduğu halde, açık bir araziye bıraktık. Üzerine, kökü olmayan bir ağaç bitirdik. Onu, yüzbin kişiye, hatta (bundan) artan sayıda kişiye peygamber gönderdik. Ona iman ettiler ve onları bir zamana kadar geçindirdik".

Bil ki bu da, sûrede ele alınan altıncı ve son kıssadır. Bu, şu sebepten ötürü, sonuncu kıssa olarak anlatılmıştır. Çünkü Hazret-i Yûnus (aleyhisselâm), kavminin işkencelerine sabretmeyip, bir gemiyle kaçtığı için bu sıkıntılara düştü. İşte bu husus, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kavminin eziyetlerine sabır göstermesine bir sebep olmuştur.

Gemiye Binmesi

Ayetteki, "Yûnus da hiç şüphesiz peygamberlerdendi. Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı" ifadesi ile ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Keşşaf sahibi "Yûnus'un, nûn'un zammesi ve kesresiyle okunduğunu söyler.

İkinci Mesele

Bu ayet, bu hâdisenin, Hazret-i Yûnus (aleyhisselâm)'un, peygamber olduktan sonra başına geldiğini gösterir. Çünkü ayet, "O,

gemiye giderken, peygamberlerdendi" manasındadır. Şöyle de denebilir: "Pek çok rivayette, "Hazret-i Yûnus (aleyhisselâm)'u, zamanın hükümdarı, kendisini, o kavmi Allah'a davet etmek için göndermişti. Sonra o oradan kaçmış; neticede balık kendisini yutmuştu" şeklinde bilgiler gelmişti. İşte bu sıradadır ki Allah onu resul yapmıştı. Netice olarak diyebiliriz ki: "Ayetteki "gönderilenlerdendi" ifadesi, onun o kaçtığı vakitte, Allah tarafından gönderilmiş resul olduğuna delâlet etmez." İleri sürülen bu hususa, şu şekilde cevap verilebilir: Hak teâlâ, bu sıfatı onun için, saygı duyulsun diye zikretmiştir. Böyle bir netice de, ifade sinden, onun Allah katında mürsellerden olduğu kastedildiğinde, ancak elde edilir.

Üçüncü Mesele

Ayetteki ebeka kelimesi, "kölenin ibâkı" deyiminden olup, bu, kölenin efendisinden kaçması anlamındadır. Daha sonra müfessirler ihtilâf etmişler, derken, kimileri Yûnus (aleyhisselâm)'un Allah'dan kaçtığını söylemişlerdir ki, bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu deyim, kasten Rabbine muhalefet eden kimseler hakkında kullanılır Dolayısıyla da, bu husus, peygamberler için düşünülemez. Yine alimler, Yûnus (aleyhisselâm)'un neden dolayı hatâ ettiği hususunda da ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, "Çünkü, İsrailoğullarına gitmesi emrolundu da, o, bu teklifi kabul etmedi ve Rabbine öfkelenerek çekip gitti" denilmiştir ki, bu izah da, Allah ona ister bunu vahy ile isterse bir başka peygamberin lisanıyla emretmiş olsun akıldan uzaktır, kabul edilemez.

Onun hatasının, kavmini dine daveti bırakıp bu hususta sabretmeyişi olduğu da ileri sürülmüştür. Ama, bu da uzak bir ihtimaldir. Çünkü, Allahü teâlâ ona böyle bir şeyi emredince, onun bunu yapmaması caiz olmazdı. Bu konuda doğruya en yakın olanı, şu iki izahtır:

1) Onun hatası, Allahü teâlâ'nın, kendisini yalanlayan o kavme helak cezasını indireceğini vaadetmesi, böylece de onun, bu helakin mutlaka geleceğini zannederek, Allah böyle bir azabı indirse bile, Allah'ın o azâbla onları imha etmemesi de söz konusu ve ona düşen de, o kavmi dine davet etmeye devam etmek iken, işte bu davete sabredemeyişindendir. Çünkü bu hareket tarzı, emareleri görülen bir şeye yönelme olup, her ne kadar bu gibi konularda da evlâ olan, zanna göre hareket etmemek ise de, herhangi bir günahı kasten işlemek değildir. Kavminden iman edenler çıktığı için, daha sonra Yûnus (aleyhisselâm), bu zannında hata ettiğini anlamıştır. İşte ayetteki, "Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı" ifadesinin manası, anlattığımız bu husustur.

2) Yûnus (aleyhisselâm), kavmine, azabın geleceğini vaadetmişti. Fakat, bu azâb gecikince o, adeta onlardan saklanırcasına ayrılıp gitmiş, o denize yönelmiş ve o gemiye binmiştir. İşte ayetteki, ifadesi bu manadadır. Bu ayetin müşkilliğini çözme hususundaki sözümüzün tamamını biz, Cenâb-ı Hakk'ın, Enbiyâ, 87 ayetinin tefsirinde beyan etmiştik. Ayetteki, "dolu gemi" ifadesi de, Yûnus Sûresinde açıklanmıştı. Gemi yük ve insanlar ile ağzına kadar dolduğunda, "o gemi, "meşhûn"dur; doludur" denilir.

Kur'an'ın Kendisine Çıkması

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Derken kur'a çekmişlerdi" buyurmuştu. "el-Müsahemetu", "kur'a çekmek" demektir. Nitekim Arapça'da, bir topluluk kur'a çektiğinde, (......) deyimi kullanılır. Müberred ise, bu ifadenin, kur'a için karıştırılan "sihâm-ok" lafzından alındığını söyler. Derken, "Mağluplardan olmuştu" yani, "kur'ada kaybedenlerden..." Nitekim Arapça'da, "Allah giderdi, o da gitti, kaydı" manasında "Allah onun delilini giderdi, izâle etti; o da gitti" denilir ki, bu kelimenin de kökü, "kaymak" anlamına gelen dehd kelimesidir. Nitekim Arapça'da, kaydığında, "Devenin ayağı kaydı" denilir.

Ibn Abbas, Yûnus (aleyhisselâm)'un kıssasıyla alâkalı olarak şunları anlatmıştır. "O, kavmiyle birlikte, Filistin'de oturuyordu. Derken, bir kıral onlarla savaştı, onlardan dokuzbuçuk kabile esir aldı. Sonraları geriye sadece ikibuçuk kabile kaldı. Halbuki Allahü teâlâ, İsrailoğullarına, "Düşmanınız sizi esir alır veya başınıza bir musibet gelirse, bana dua edin, kabul edeyim" diye vahyetmişti. Onlar, bunu unutup da esir düşünce, Allahü teâlâ bir müddet sonra, İsrailoğullarının peygamberlerinden birisine, "Falanca kavmin kralına git ve ona İsrailoğullarına bir elçi (peygamber) göndermesini söyle" diye vahyetti. Derken bu kral da, kuvvetinden ve emîn bir zat oluşundan dolayı Yûnus (aleyhisselâm)'u seçti. Yûnus (aleyhisselâm) da, "Allah bunu sana emretti" deyince, kral, "Hayır, ben, emin ve kuvvetli birisini göndermekle emrolundum. Sen ise, işte tam bu vasıftasın" dedi. Bunun üzerine Yûnus (aleyhisselâm), "İsrailoğulları içinde, benden daha kuvvetlileri var. O halde ne diye onları göndermiyorsun?" dedi. Kral onda ısrar edince, Yûnus (aleyhisselâm) öfkelendi, çekip gitti. Derken, Rum Denizi (Akdeniz)'ne geldi ve orada dopdolu bir gemi gördü. Derken, gemidekiler onu da gemiye aldılar. Gemi, denizin ortasına gelince, nerdeyse batacak oldu. Bunun üzerine gemiciler, "İçinizde günahkâr ve asi var. Eğer böyle olmasaydı, herhangi bir fırtına ve apaçık bir sebep olmaksızın, böyle bir manzara gemide olmazdı!" dedi. Tüccarlar da, "Bizim başımıza böylesi şeyler gelmiştir; binâenaleyh, biz böyle bir şeyle karşılaştığımızda kur'a çekeriz. Kur'a kime isabet ederse, onu, suya atar boğardık. Çünkü tek bir kimsenin boğulması, herkesin ve herşeyin suya garkolmasından daha hayırlıdır" dediler. Derken, kur'a, Yûnus (aleyhisselâm)'a çıktı. Bunun üzerine tüccarlar, "Günah işlemeye biz, Allah'ın nebisinden daha uygunuz" dediler. Bu işi ikinci, üçüncü kez tekrarladılar. Ama her defasında da kur'a, Yûnus (aleyhisselâm)'a çıktı. Bunun üzerine Yûnus (aleyhisselâm) "Durun, bu günahkâr benim" dedi, bir örtüye bürünerek, kendisini denize attı.

Derken o balık onu yuttu. Allahü teâlâ da o balığa, "Onun kemiklerini kırma ve mafsallarını birbirinden koparma!" diye variyetti. Derken bu balık, onu, önce Mısır'daki Nil nehrine, daha sonra Fars denizine, oradan el-Betâik Denizi'ne, derken Dicle'ye götürüp, derken onun yüzüne çıkararak, Nusaybin topraklarında düz ve geniş bir yere attı. Hazret-i Yûnus (aleyhisselâm) bu sırada, üzerinde tüyü ve deri bulunmayan, yolunmuş bir civciv gibiydi. Derken Allah, onun üzerine "Yaktın" ağacı bitirdi. O, hem bunun gölgesinden yararlanıyor, hem de, güçlenip kuvvetleninceye kadar onun mahsulünden istifade ediyordu. Daha sonra o toprak, ağacı yedi bitirdi. Derken, kökünden yere devrildi. Yûnus (aleyhisselâm), buna son derece üzüldü. Bunun üzerine, "Ya Rabbi, bu ağacın altında, güneşten ve rüzgârdan korunuyor, onun ürününden yiyordum. Şimdi ise, bu ağaç yere devrildi" deyince ona, "Yûnus! Sen, bir anda biten ve bir anda kökünden koparak yere yıkılan ağaca üzüldün, bu kadar kederlendin ama, yüzbine ve daha fazlası insana üzülmedin. Onları bırakıp gittin. Onlara git!" denildi." Olayın hakikatini en iyi bilen Allah'dır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O, kınanmış bir halde, kendisini hemen balık yuttu" buyurmuştur. Arapça'da aynı manada olmak üzere, kelimeleri kullanılır. (......) kelimesine gelince, bir kimse, kendisinden dolayı kınanacağı bir şey yaptığında fiili kullanılır. O halde "yaptığından dolayı, yapılacak olan kınamaya müstahak olmuş olan kimse" demektir.

Tesbîh İlham Edilmesi

Müteakiben "Eğer çok tesbîh edenlerden olmasaydı, insanların yeniden dirilecekleri güne kadar, o (balığın) karnında kalıp gitmişti" buyurmuştur. "Tesbih edenler..." kelimesinin tefsiri hususunda şu iki açıklama yapılmıştır:

a) Bununla, Allahü teâlâ'nın bir başka ayetinde, Yûnus (aleyhisselâm)'un o zulumatlar içinde, "Derken o, karanlıklar içinde: "Senden başka hiçbir tanrı yoktur"(Enbiyâ, 87) dediği kastedilmiştir.

b) Bu, "Şayet Yûnus (aleyhisselâm), balık kendisini yutmazdan önce "müsebbihînden" yani namaz kılanlardan olmasaydı ve vakitlerinin çoğunda Allah'ın zikrine ve taatına devam etmiş bulunmasaydı, o balığın karnında beklerdi ve o balığın karnı, Kıyamete değin onun kabri oturdu" manasındadır. İşte bu sebepten dolayı bazı alimler şöyle demiştir: "Geniş zamanda Allah'ı anınız ki, Allah da sizi, başınız derde girdiğinde ansın! Çünkü Yûnus (aleyhisselâm), Allah'ı çokça zikreden salih bir kul idi. Binâenaleyh o, o balığın karnına düşünce, Cenâb-ı Hak, "Eğer çok tesbih edenlerden olmasaydı, insanların yeniden dirilecekleri güne kadar, o (balığın) karnında kalıp gitmişti" buyurmuştur. Firavun ise, azgın, Allah'ı unutan bir kul idi. Boğulacağı sırada "İsrailoğullarının kendisine iman ettiği o zâttan başka ilâh olmadığına inandım" (Yûnus,90) deyince, Cenâb-ı Hak da, "Daha önce âsi idin; şimdi böyle söylüyorsun" (Yûnus, 91) buyurmuştur."

Alimler, Hazret-i Yûnus (aleyhisselâm)'un, o balığın karnında ne kadar beklediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Kur'ân'ın lafzı ise, bu süreye delâlet etmemektedir. Hasan el-Basrî "O orada çok az bekledi. Balığın onu yutmasını müteakip, balığın karnından çıkarıldı" derken, Mu kati I, İbn Hayyâm, bu sürenin üç gün olduğunu, Ata, yedi gün olduğunu; Dahhâk, yirmi gün olduğunu söylemişlerdir. Bu sürenin bir ay olduğu da ileri sürülmüştür. Ben, onların bu süreleri hangi delille tayin ettiklerini bilemiyorum. Ebû Hureyre'den rivayetle Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yunus, balığın kamında tesbihatta bulundu da, melekler, onun tesbihatmı duydular ve "Ey Rabbimiz, biz, garip bir yerden cılız bir ses duyuyoruz" deyince, Cenâb-ı Hak, 'İşte bu, benim Yûnus kulumdur. Bana isyan etti de, onu denizde balığın kamına hapsettim" dedi. Bunun üzerine melekler, "Her gün ve gece, kendisinden sana, salih amellerin yükselip geldiği o salih kul mu?" deyince, Allah, "Evet" diye cevap verdi. Bunun üzerine melekler o kula şefaatçi oldular da, Allah'da o balığa emretti, balık da onu o sahile atıverdi. işte, ayetteki "İşte biz onu, açık bir araziye bıraktık" cümlesi de bunu ifade eder." Bu ayetle ilgili birkaç bahis vardır:

Ara'

Birinci Bahis: (el-arâ'u) "ıssız, boş yer" demektir. Ebû Ubeyde, bu yerlere bu adın, kendisinde ağaç bulunmadığı ve kendisini kaplayan bir bitki örtüsü olmadığı için verildiğini söyler.

İkinci Bahis: Allahü teâlâ, "İşte biz onu, açık bir araziye bıraktık" buyurmuş, atma işi balığın hareketiyle meydana gelmiş olmasına rağmen, bu işi kendisine nisbet etmiştir, ki bu da, kulun fiilini Allah'ın yarattığına delâlet eder.

tabirinin manasının, "Tıpkı yeni doğmuş bir çocuk ve üzerinde hiç tüy bulunmayan, yumurtadan çıkmış bir civciv gibi, eti çürümüş ve bitkin, zayıf ve güçsüz hale gelmiş idi" şeklinde olduğu söylenmiştir. Mücahid ise, sakîm kelimesine, "Derisi soyulmuş" manasını vermiştir.

Yaktın Bitkisi

Daha sonra Cenâb-ı Hakk buyurmuştur. Lafzın zahiri, balığın, Hazret-i Yûnusu o ıssız yere attığında, Allahü teâlâ'nın, onun üzerinde "yaktîn" ağacını bitirdiğine delâlet etmektedir ki, bu hadise, ona ait bir mu'cize olmuş olur. Müberred ve Zeccâc, "Gövdesi olmayan, yerin yüzüne doğru uzayıp giden her bitkiye, "yaktin" denilir. Meselâ kabak, Ebû Cehil karpuzu ve karpuz gibi" derken, Zeccâc, "Ben bunun, bir şey bir yerde durduğunda söylenen (......) deyiminden alındığını sanıyorum. Çünkü bu bitkilerin yapraklarının tümü, yerin yüzüne serildiği için, işte bundan dolayı ona, "yaktın" denilmiştir" demiştir. Ferrâ da, bunun İbn Abbas'a göre, kabak bitkisinin yaprakları olduğunu rivayet etmiş ve "Kim, bitkiler arasından kabağı "yaktın" olarak anlarsa, yaprağı geniş olup ve bir şeyi örten her yaprak, işte bilsin ki, bu kimselere göre bu, "yaktîn"dir" demiştir. Vahidi (r.h) ise, "Ayet, müfessirlerin bahsetmediği şu iki şeyin söylenmesini de gerektirmektedir:

1) Bu bitki, daha önce orada bulunmuyorken, Allah onu, Hazret-i Yûnus'dan ötürü bitirmiştir.

2) Bu bitki, gölgesi meydana gelsin diye, çardaklara asılmıştı. Çünkü, şayet yere serilmiş olsaydı, gölge etmesi mümkün olmazdı" demiştir.

Yûnus (aleyhisselâm)'un Görev Yeri

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onu, yüzbin kişiye, hatta (bundan) artan sayıda kişiye peygamber gönderdik" buyurmuştur. Bu ifadeyle alakalı olarak birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Bu ifâdenin manasının, "Biz, Yûnus'u, o balık kendisini yutmazdan önce peygamber olarak göndermiştik" şeklinde olması muhtemeldir. Bu izaha göre, ayette, her ne kadar gönderme işi, balığın yutmasından sonra zikredilmiş ise de, bununla, bu ifadenin ötekinden önce olduğu kastedilmiş olup, başındaki vâv da, (atıf yoluyla) cemi' etmek için gelmiş olarak vâv'dır. Bu gönderme işinin, balığın yutmasından sonra olduğunun kastedilmiş olması da muhtemeldir. Çünkü, İbn Abbas (radıyallahü anh), "Yûnus (aleyhisselâm)'un peygamberliği, o balık kendisini kıyıya attıktan sonra olmuştur" demiştir. Böyle olması durumunda, Hazret-i Yûnus (aleyhisselâm)'un, o ilk kavmin dışında, başka bir topluluğa peygamber olarak gönderilmiş olması düşünülebileceği gibi, yine aynı şeriatla, o ilk kavme ikinci kez gönderilmiş olması, onların da ona iman etmiş olması da düşünülebilir.

İkinci Bahis: Ayetteki (......) ifadesinin zahiri, bu hususta, bir şekkin bulunduğunu icâb ettirmekte olup, böyle bir şeyin Allah hakkında düşünülmesi ise, imkânsızdır. Bu ifâdenin benzerleri de (Mürselat, 6) (Taha,44) (Taha, 113) (Nahl, 77) (Necm, 9) ayetlerinde yer alır. Ulemâ, işte bu hususa, pekçok biçimde cevap vermiş olup, bunlardan en doğrusu tek bir izahtır. Bu da, takdirin "Onları gören birisi gördüğünde, "Bunlar yüzbin kişidir veya yüzbinden daha fazladırlar" dedi..." manasında olmak üzere, veya "veya bunlar, sizin takdirinize göre daha fazladırlar" şeklinde olmasıdır. İşte bu ifadeye benzer bu tür ifadelerin tümüne verilecek cevap budur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ona iman ettiler ve onları bir zamana kadar geçindirdik" buyurmuştur. Bu, "O kavim iman edince, Allahü teâlâ onların o korkularını giderdi, kendilerini o azâbtan emin kıldı ve onları bir zamana kadar, yani Allah'ın onlardan herbiri için tayin ettiği vakte kadar geçindirdi.." demektir.

Allah'a Kız Evlat İsnadının Bâtıllığı

149

Âyetin tefsiri için bak:160

150

Âyetin tefsiri için bak:160

151

Âyetin tefsiri için bak:160

152

Âyetin tefsiri için bak:160

153

Âyetin tefsiri için bak:160

154

Âyetin tefsiri için bak:160

155

Âyetin tefsiri için bak:160

156

Âyetin tefsiri için bak:160

157

Âyetin tefsiri için bak:160

158

Âyetin tefsiri için bak:160

159

Âyetin tefsiri için bak:160

160

"Şimdi sor onlara, kızlar Rabbinin de, oğullar onların öyle mi? Yoksa biz, melekleri dişi yarattık da, onlar şahit miydiler? Haberin olsun ki, onlar hakikaten yalan söyleyerek, herhalde. "Allah doğurdu!" derler. Onlar elbette yalancıdırlar. Kızları oğullara tercih mi etmiş O?! Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz? Hiç düşünmez misiniz? Yoksa (elinizde) açık bir hüccetiniz mi var? Öyleyse eğer doğru söyleyenlerseniz, getirin kitabınızı. Bir de O'nunla cinler arasında bir hısımlık uydurdular. Andolsun ki bizzat cinler dahi, onların behemehal cehenneme ihzâren getirileceklerini pekâlâ bilmektedirler. Allah, onların isnâd edegeldiklerinden yücedir, münezzehtir. Lakin Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları bunlar gibi değil"

Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki Cenâb-ı Hak, peygamberler (aleyhisselâm)'in kıssalarından bahsedince, yeniden müşriklerin inançlarını ve gidişiatlarını açıklamaya; inançlarının çirkinliğini ve tutarsızlığını beyan etmeye başladı. Müşriklerin sözlerinden birisi de, Cenâb-ı Hakk'a çocuk isnat etmeleri, böylesi bir çabaya girip, bu çocukların erkek değil, dişi olduklarını iddia etmeleridir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Şimdi sor onlara, kızlar Rabbinin de oğullar onların öyle mi" buyurmuştur ki, bu ifade, bu sûrenin başındaki (saffat, 11) ifadesine bir atıftır. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ilk önce Kureyş'in öldükten sonra dirilmeyi niçin inkâr ettiklerini sormasını emretmiş, daha sonra da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, o müşriklere, kızları Allah'a erkekleri de kendilerine tercih edişlerinin sebebini sormayı emredinceye değin, sözü birbirine ilave ederek devam ettirmiştir.

Vahidî, müfessirlerin şöyle dediğini nakletmiştir; "Kureyş ve Arabın kökü sayılan, Cüheyne, Benî Seleme, Huzâ'a ve Benî Müleyh, "Melekler, Allah'ın kızlarıdır!" demişlerdir. Bil ki bu söz, şu iki durumu kapsar:

a) Allah'a kızlar isnat etmeyi... Halbuki bu olamaz, batıldır. Zira Araplar, kızlardan dolayı ar duyuyor, utanıyorlardı. Mahlûkun (insanın) kendisinden ar duyup utandığı şey, onu yaratana nasıl isnat edilebilir?

Bilgi Kaynakları Yönünden Bâtıllığı

b) Meleklerin dişi olması... Bu da bâtıldır; çünkü ilmin (bilmenin) yolu, ya his, ya haber veya tefekkür ve düşüncedir. Hisse (duyu organlarıyla bilme) gelince, bu konuda, böyle bir şey söz konusu değildir. Çünkü onlar, Allah'ın melekleri nasıl yarattığını müşahede etmemişlerdir. Bu izah, Cenâb-ı Hakk'ın "Yoksa biz, melekleri dişi yarattık da, onlar şahit miydiler?" beyanından kastedilen husustur. Bu hususta bir haber de yoktur. Çünkü haber, doğruluğu kesinkes bilindiği zaman ancak, bir bilgi vesilesi sayılır. Halbuki, böyle bir hüküm veren bu kimseler, doğruluklarına bir delâlet ve bir emarenin delâlet etmediği, yalancı ve müfteridirler. Yaptığımız bu izah da, "Haberin olsun ki, onlar hakikaten yalan söyleyerek, herhalde, "Allah doğurdu?" derler." Onlar, elbette yalancıdırlar" ayetinden anlaşılandır.

Tefekkür de bulunmamaktadır. Bu hususu da şu iki yönden izah edebiliriz:

a) Akıl, böyle bir inancın yanlış olmasını iktizâ eder. Çünkü Allahü teâlâ, varlıkların en mükemmelidir. Adi şeyleri seçmek ise, en mükemmel olana uygun düşmez. Bu husus da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kızları oğullara tercih mi etmiş o? Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?" ayetinden kastedilen husustur. Yani, "efdal olanın, iyi olana isnadı, aklen adî olanın efdal olana nisbetinden daha doğrudur. Şu halde, eğer bu konuda aklın hükmü nazar-ı dikkate alınmışsa, bu durumda sizin sözünüz de yine bâtıl olur" demektir.

b) Biz, bir an için onların inançlarının yanlışlığına dair istidlal etmeyi bırakıp, onlardan görüşlerinin doğruluğuna delalet eden delil isteyelim. Onlar böylesi bir delil bulamayacaklarına göre, işte bu noktada, sözlerinin doğruluğuna delalet eden herhangi bir şeyin bulunmadığı ortaya çıkmış olur. Ki, söylediğimiz bu husus da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksa, (elinizde) açık bir hüccetiniz mi var? Öyleyse, eğer doğru söyleyenlerseniz, getirin kitabınızı" beyanından kastedilmiş olandır. Yaptığımız bu izahlarla, benimsemiş oldukları bu görüşün doğruluğuna, ne hissin, ne haberin, ne de tefekkür ve nazarın delâlet etmediği sabit olmuş olur. Dolayısıyla, böylece böylesi bir neticeye varmak kesinlikle batıl olmuş olur.

Bil ki Allah, onlardan, kendi inançlarının doğruluğuna delâlet eden bir delil isteyince bu, taklidin bâtıl olduğuna ve dinin, ancak delil ile sıhhat bulabileceğine delâlet eder.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk, "Kızları oğullara tercih mi etmiş O?!" buyurmuştur. Ekseriyetin kıraati, bu ifadenin başından vasi hemzesinin hazfedilmesi ve başındaki elif'in fetha okunarak, hemze-i kat' kabul edilmesi şeklindedir. Çünkü bunun başındaki elif, kınama ve başa vurma, takvî elifidir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, (Zuhruf, 16) (Tur, 39) ve (Necm, 21) ayetlerinde olduğu gibidir. Bu ayetlerin başındaki eliflerin tamamı istifham için olduğu gibi, bu ayetteki de böyledir. Rivayetlerin birine göre Nâfî, (......) kelimesini fiiline istifham hemzesi olmaksızın vaslederek okumuştur. Ama, (......) kelimesinden başlarken, elifi meksûr kılarak, bir haber tarzında (fiil olarak) "istafâ" şeklinde okunmuştur. Buna göre, nasıl ki (Duhan,49) ayetinin manası, "Sen aziz olduğunu düşünürdün" şeklinde ise, bu ifâdenin takdiri de, "Onların iddiasına göre Allah kızları oğullara tercih etti" şeklinde olur.

Allah'la Cinler Arasında Akrabalık İddiaları

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O'nunla cinler arasında bir hısımlık uydurdular" buyurmuştur. Alimler, bu ifadede geçen cinne sözüyle neyin kastedildiği hususunda ihtilaf ederek şu izahları yapmışlardır:

1) Mukatil, "Onlar, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu delilsiz olarak iddia ettiklerinde, Allah'la melekler arasında bir yakınlık ve neseb yakınlığı isbât etmeye kalkışmış oldular" demiştir. Bu görüşe göre, ayetteki cinne ile, melekler kastedilmiş olur. Meleklerin bu ismi almaları da, ya gözle görülmediklerinden, veyahut da cennetin bekçileri oluşlarından dolayıdır.

Ben derim ki, bu görüş bana göre bir problem arzetmektedir. Çünkü Allahü teâlâ, Kureyş'in, "Melekler, Allah'ın kızlarıdır" şeklindeki sözlerini çürütmüş, daha sonra da, "O'nunla cinler arasında bir nesep uydurdular" cümlesini buna atfetmiştir. Halbuki atıf, matufun, matufun aleyh'den başka olmasını gerektirir. Binâenaleyh, bu ayetten kastedilenin, öncekinden başka olması gerekir.

2) Mücâhid şöyle der: "Kureyş kâfirleri, "Melekler, Allah'ın kızlarıdır" deyince, bunun üzerine Ebû Bekr es-Sıddık (radıyallahü anh) onlara, "Peki, anneleri kimdir?!" deyince de onlar, "Cinlerin en şerefli olan dişileri" dediler. Bu da, bana göre akıldan uzak bir görüştür. Çünkü, evlilik sebebiyle meydana gelen hısımlığa, "neseb" ismi verilmez.

3) Biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, cinleri Allah'a ortak koştular" (En'âm, 100) ayetini tefsir ederken, bir grup zındığın, "Allah ve İblis, iki kardeştirler! Allah, hayırlı ve iyi olan kardeş, İblis de, âdî ve şerli olan kardeştir" dediklerini rivayet etmiştik. Binâenaleyh, buradaki "Onunla cinler arasında bir nesep uydurdular"cümlesinden, işte bu inanç kastedilmiştir.Bana göre bugörüş, doğruya en yakın olan görüş olup, Yezdan ve Ehrimen şeklinde ikili (düalist) sisteme inanan mecûsilerin görüşüdür.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki, bizzat cinler dahi, onların behemehal cehenneme ihzâren getirileceklerini pekâlâ bilmektedirler" buyurmuştur ki bu, "Andolsun ki cinler, bu sözü söyleyenlerin, ihzâren cehenneme atılacaklarını ve azâb göreceklerini bilmektedirler" anlamındadır. Bu ayetin manasının, "Andolsun ki cinler, kendilerinin azâbta hazır tutulacaklarını bilmektedirler" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Binâenaleyh, birinci görüşe göre, hum zamiri, "bu sözü söyleyenlere; ikinci görüşe göre ise, cinlerin bizzat kendilerine râcî olmuş olur.

İstisnanın İzahı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, kendisini, onların ileri sürmüş olduğu o yalan ve iftiralardan tenzih ederek, "Allah, onların isnâd edegeldiklerinden yücedir, münezzehtir. Lâkin Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları bunlar gibi değil..." buyurmuştur. Ayetteki bu istisnanın neden yapıldığı (müstesna minh'in ne olduğu) hususunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunun Kelimesinden yapılan bir istisna olduğu ileri sürülmüştür ki, buna göre mana, "Allah'ın ihlasa erdirilmiş kulları kurtulmuşlardır" şeklinde olur. Bunun, "O'nunla cinler arasında bir nesep uydurdular" cümlesinden yapılmış olan bir istisna olduğu da ileri sürülmüştür. Ve yine bunun, muhdarûn kelimesinden yapılmış olan bir İstisnâ-i munkatı' olduğu da ileri sürülmüştür. Buna göre mana, "Lâkin ihlasa erdirilmiş kimseler, Allah'ı bu şekilde tavsif etmekten beridirler" şeklinde olur. Lâm'ın kesresiyle, (muhlisin) okunması halinde, bu kelimenin manası, "ibâdetini ve inancını sırf Allah için yapmış olanlar müstesna..."; fetha ile (muhlasîn) okunması halinde ise, manası, "Allah'ın lütfü ile, kendilerini böylesi kullar kıldığı kimseler müstesna" şeklinde olur. Allah en iyisini bilendir.

Melekler

161

Âyetin tefsiri için bak:170

162

Âyetin tefsiri için bak:170

163

Âyetin tefsiri için bak:170

164

Âyetin tefsiri için bak:170

165

Âyetin tefsiri için bak:170

166

Âyetin tefsiri için bak:170

167

Âyetin tefsiri için bak:170

168

Âyetin tefsiri için bak:170

169

Âyetin tefsiri için bak:170

170

"Ne siz, ne de taptıklarınız, kimseyi Allah'a karşı kandırıp yoldan çıkaramazsınız. Ancak cehenneme girecek olanı kandırabilirsiniz. "Bizden, hiçkimse müstesna olmamak üzere, herbiri için malûm birer makam vardır. Biziz, o saf saf dizilenler, biz! Biziz o tesbih edenler, biz! Hakikaten, (müşrikler evvelce) şu katî sözü söylüyorlardı: "Eğer nezdimizde, evvelkilerden bir kitap olsaydı, elbet biz de Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kullarından olurduk." Şimdi ise O'na inanmayıp kâfir oldular. İleride, bileceklerdir ya!"

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki, Allahü teâlâ kâfirlerin inançlarının yanlışlığına dair deliller getirince, Allah'ın, haklarında azaba duçar olacaklarını, azâb göreceklerini hükmettiği kimseler hariç, kâfirlerin, hiçkimseyi saplamayacaklarına dikkat çeken ifadeyi getirmiştir. Keşşaf sahibi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ne siz, ne de tapmakta olduklarınız, siz kimseyi Allah'a karşı kandırıp yoldan çıkaramazsınız (...)" ifadesiyle ilgili olarak şu iki açıklamayı yapmıştır:

a) Aleyhi'deki zamir, Allah'a râcî olup, manası, "Sizler ve mabutlarınız, sizler ve onlar, topyekûn, Allah'ın, ilm-i ezelîsi ile cehennemliklerden olduğuna hükmettiği cehennem yârânı olanlar müstesna, Allah'ın aleyhinde fitneye sürükleyemezsiniz" şeklinde olur. Buna göre şayet, "Onlar, onları Allah'a karşı nasıl kışkırtabilirler?" denilirse, biz deriz ki, onlar onları, iğvâlarıyla Allah'a karşı kışkırtırlar. Çünkü bu, senin tıpkı, "Falanca, o kadın, ona (kocasına) karşı kışkırttı" demen gibi, "Falanca, falancanın hanımını, ona karşı baştan çıkardı" şeklindeki sözüne benzer.

b) Tıpkı Arapların, "Her adam, işiyle ve gücüyle beraberdir, uğraşır" şeklindeki sözlerindeki vav'ın (-ile) manasına gelmesi ve cümlenin bu şekilde beşinin caiz olması gibi, (......) kelimesindeki vâvda, anlamında olup, sözün biçiminde bitmesi mümkündür. Çünkü, ayetteki ifadesi, haberin yerini tutan bir ifâde olup, (esas haber vücûben hazfedilmiştir). Çünkü bunun takdiri, "Siz taptıklarınızla beraber..." şeklinde olup, manası, "Sizler ilahlarınızla berabersiniz" yani "Sizler, onların eşleri ve yaranlarısınız. Onlara tapmaktan geri durmazsınız" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani "Siz, ancak sizin gibi cehenneme girmek isteyen kimseler dışında hiç kimseyi o tapmanıza yönelemezsiniz" demektir. Hasan el-Basrî, lâm'ın dammesi ile, (Sâlu'l-cahîm) şeklinde okumuştur ki, bu okuyuş şu şekilde izah edilir. Buna göre bu kelime çoğul kabul edilip, vâv'ı, iki sakinin bir araya gelmesinden dolayı düşmüştür.

Eğer: "Ayette râcî olan (......) zamiri varken, bu ism-i fail sigasının cemî getirilmesi nasıl doğru olur?" denilirse, biz deriz ki, men'in lafzı müfred, manası ise çoğuldur. Binâenaleyh huve lafzı; salûn: (ateşe girenler) kelimesi, manasına hamledilebilir.

Şeytanın Nüfuzu Yok

Alimlerimiz, şeytanın iğvasının ve vesvesesinin bir tesiri olmadığına, müessir olanın Allah'ın kaza ve kaderi olduğuna bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Çünkü ayetteki, "Ne siz, ne de tapmakta olduklarınız, siz O'nun aleyhinde fitneye sürükleyecek değilsinizdir" ifadesi, insanları, fitneye ve sapıklığa düşürme hususunda, ne onların sözlerinin, ne de taptıkları şeylerin hallerinin bir tesiri olmadığı hususunda açık ve net bir ifadedir.

Cenâb-ı Hak, "Kendisi cehenneme girecek olan kimse müstesna..." buyurmuştur. Bu, "Allah'ın hükmüne ve takdirine göre, böyle olanlar müstesna" demek olupda, böylesi hâdiselerin meydana gelmesine sebep olan şeyin, Allah'ın hükmü olduğu hususunda açık bir ifadedir. Ömer b. Abdulaziz, işte bu neticeyi isbat için, bu ayeti delil getirmiştir. Cübbât şöyle der: "Bu ayetle, meleklere ibadet edenler kastedilmiş olup, onlar meleklerin, Allah'ın kızları olduğunu iddia ediyorlardı. Bu kimseler, Allah'ın ilm-i ezelisinde, kâfir olacakları sabit olanlar müstesna, hiç kimseyi kâfir yapamazlar. Böylece bu, Allah, şeytanı vesveseden menetmiş olsaydı bile Allah'a iman etmeyecek olanların, şeytanın çağrısı ile, dalâlete düştüklerine delâlet eder. Aksi halde Cenâb-ı Hak, şeytana manî oturdu. Böylece bununla, asî olan herkesin, kendisinden salah (hayır) namına hiçbir fiilin çıkamayacağı anlaşılmış olur."

Buna şöyle cevap verilir: Bu sözün neticesi, insan ve cin şeytanlarının iğvasının hiçbir tesiri olamayacağı şeklinde olup, bunda bir münakaşa yoktur. Fakat bu ayetten yapılacak istidlalin şekli, Allahü teâlâ'nın, fitneye düşme hususunda, bunların sözlerinin ve vesveselerinin hiçbir tesiri olmayacağını beyan etmiş olmasıdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu hükümden, "Kendisi cehenneme girecek olan kimse"leri müstesna etmiştir. Binâenaleyh ayette bahsedilen fitneye düşme ile, o kimsenin cehenneme gireceğine hükmedilmiş olmasının kastedilmesi gerekir ki bu da, "şekavet" ve "saadet"in meydana gelmesinde müessir olanın, Allah'ın o kimsenin şekavetine veya saadetine hükmetmesi olduğunda açık bir ifadedir. Bil ki âlimlerimiz, bu delili, şu meşhur hadisle izah etmişlerdir: Bu hadis, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı ziyaretini anlatan hadistir.

Kader Hakkında Adem ve Musa (aleyhisselâm) Hadisi

Kadı bu hadisi, kelâm alimlerinin kabul etmediğini, çünkü bunun, hiçbir kimsenin günahından ötürü kınanmamayt gerektirdiğini; çünkü eğer Hazret-i Âdem (aleyhisselâm), Allah'ın onu yaratmazdan önce, onun için takdir ettiği bir amelden ötürü, Musa (aleyhisselâm)'nın kendisini kınamasına izin vermemiş ise, bu, her günahkâr için söz konusu olur. Eğer böyle birşey, Hazret-i Adem (aleyhisselâm) için delil olabiliyor ise, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) niçin tokat atıp (kazaen) öldürdüğü adam hususunda, "Bu şeytanın işindendir. Çünkü şeytan, apaçık saptırıcı bir düşmandır"(Kasas. 15) ve "Günahkârlara destek olmayacağım" (Kasas, 17) demiştir? Niçin, Allah'ın kendileri için takdir ettiği bir işten ötürü, Musa (aleyhisselâm), Firavun'u ve ordusunu kınamıştır? Hem bunların (ehl-i sünnetin) durumuna şaşıyorum, kaderciliği kabul etmiyorlar. Halbuki bu hadis, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in kaderci olmasını gerektiriyor. Binâenaleyh aslında onların, bu hadisi de kabul etmemeleri gerekir. Hem sonra, Hazret-i Adem (aleyhisselâm) ve Hazret-i Havva, "Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmet etmezsen, mutlaka hüsrana uğrayanlardan oluruz' (A'raf. 23) demelerine rağmen, daha nasıl o, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya karşı, "Bundan ötürü kınanamam. Çünkü Allahü teâlâ beni yaratmazdan önce, bunu benim için takdir etmiştir" diye delil getirebilmiştir?"

Kaderi Red Eden Kadi'ye Reddiye

Kâdi'nin sözlerinin tamamı bundan ibarettir. Ona karşı şöyle denebilir: Farzet ki sen bu hadisi kabul etmiyorsun. Ama söyle bakalım, bu ayeti kabul ediyor musun, etmiyor musun? Çünkü biz, bu ayetin, açıkça vesvesenin tesir etmediğine delalet ettiğini anlattık. Çünkü herşey, Allah'ın hikmetiyle tecelli etmektedir. Bunun delilleri şunlardır:

1) Eğer kâfir, şeytanın vesvesesi sebebiyle sapmış ve şeytanın sapıklığı da başka bir şeytan sebebiyle olmuşsa, o zaman şeytanların teselsülü gerekir ki bu imkânsızdır. Yok eğer bu, daha önce bulunan bir vesvese sebebiyle olmamış olan bir sapıklığa varıp dayanıyorsa, işte biz bunun böyle olduğunu söylüyoruz.

2) Herkes kendisinde gerçek ve doğru bir itikad ve dinin olmasını ister. Bunun zıddının bulunması, bunun kulun kendisinden olmadığına delâlet eder.

3) Fiiller, sebeplere (ona davet eden şeylere) dayanır. Sebeplerin tahakkuku ise, Allah'ın yaratmasıyla olur.

4) Allahü teâlâ'nın hikmeti birşeyi gerektirip, Allah da o şeyin olacağını bildiğine göre, şimdi eğer o şey meydana gelmeyecek olsa, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın daha evvel vermiş olduğu bu hükmün yalana dönüşmesi gerekir. Halbuki o hükmü vermeyi gerektiren o ilmin yalana dönüşmüş olması imkânsızdır. Kâdi'nin delil olarak ileri sürdüğü ayetler, herşeyin Allah'dan olduğuna delâlet eden ayetler ile çelişir gibi görünür. Halbuki Kur'ân bu ayetlerle dopdolu bir deniz gibidir. Geriye, bizim bahsettiğimiz aklî deliller sapasağlam kalır. Allah en iyi bilendir.

Meleklerin Sözü

Cenâb-ı Allah daha sonra, o meleklerin 'Sizden hiçbir kimse müstesna olmamak üzere, herbiri için malum birer makam vardır" dediklerini bildirmiştir. Ekseri âlimler, bu ifadeyle, meleklerin kendilerinin ileri derecede kullar olduklarını ifade ettiklerini, çünkü namaz ve tesbih için yaratıldıklarını anlattıklarını belirtmişlerdir ki bundan maksad, meleklerin Allah'ın çocukları olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin yanlışlığına dikkat çekmektir. Çünkü onların, ileri derecede kullar oluşları, kulluklarını itiraf ettiklerine delâlet etmektedir.

Bil ki bu ayet, meleklerin üç çeşit sıfatları bulunduğunu gösterir:

1) "Bizden hiçbir kimse müstesna olmamak üzere, herbiri için malum birer makam vardır" ayetinin ifade ettiği husus... Bu, herbir meleğin, daha ilerisine geçemeyeceği ve aşamayacağı mertebe ve derecesi bulunduğuna delâlet eder. İşte bu dereceler, onların, bu âlemin maddeleri üzerinde tasarruf etmedeki ve marifetullahdaki derecelerine bir işarettir. Onların, tasarruf ve fiillerdeki dereceleri, "Biziz o saf saf dizilenler, mutlaka biz" ifadesinin anlattığı husus olup, bundan murad, onların taatları edada, hizmet ve kulluğu îfâdaki saf tutuşlarıdır. Onların marifetullahdaki dereceleri de, "Biziz o tesbih edenler de, mutlaka biziz" ayetinin anlattığı husustur. Tesbih, Allah'ı kendisine yakışmayan şeylerden tenzih etmek demektir.

Bil ki Hak teâlâ'nın bu iki ayeti, hasr (sadece) manasına olup, sanki "kutlukta başkaları değil, sadece biz saf saf oluruz, sadece biz tesbih ederiz" manasınadır. Bu, böyle bir "hasr"ın doğru olabilmesi için, insanın ibadet ve bilgilerinin, meleğin ibadet ve bilgilerine nisbetle adetâ bir hiç olmasını gerektirir. Netice olarak diyebiliriz to, bu üç ayet, meleklerin enteresan sıfatlarındaki sırlara işaret eder. O halde bu hasr bulımduğu halde, insanın meleklerden üstün olup olmadığının tartışılması bir yana, insanın derecesinin, meleğinkine yakın olması bile nasıl söylenebilir?

Ayetteki "Hakikaten müşrikler şu katt sözü söylüyorlardı: "Eğer nezdimizde, evvelkilerden bir kitap olsaydı, elbet biz de, Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kullarından olurduk" ifadesi, "Kureyş müşrikleri ve diğerleri, "Elimizde "zikir" yani, ehl-i kitab'a indirilen Tevrat ve İncil gibi, geçmiş kitaplardan bir kitap olsaydı, ibadetimizi sırf Allah için yapardık ve onlar gibi, biz tekzib etmezdik" diyorlardı. Daha sonra onlara, zikirlerin efendisi olan bir zikir, bütün kitapların şahidi ve şahı bir kitap olan Kur'ân gelince, bunu yalanladılar" demektir. Bu ayetin bir benzeri de, "Onlara bir uyana elçi geldiği zaman, bu, onların ancak nefretini (kaçışını) artırdı"(Fatır. 42) ayetidir.

Daha sonra Hak teâlâ "İleride bilecekler (onlar)" buyurmuştur. Bu, "Onlar, bu inkâr ve yalanlamalarının neticesini ileride anlayacaklar" demektir.

Allah'ın Resullere Vadi

171

Âyetin tefsiri için bak:182

172

Âyetin tefsiri için bak:182

173

Âyetin tefsiri için bak:182

174

Âyetin tefsiri için bak:182

175

Âyetin tefsiri için bak:182

176

Âyetin tefsiri için bak:182

177

Âyetin tefsiri için bak:182

178

Âyetin tefsiri için bak:182

179

Âyetin tefsiri için bak:182

180

Âyetin tefsiri için bak:182

181

Âyetin tefsiri için bak:182

182

"Andolsun ki (peygamber) olarak gönderilen kullarımız hakkında, bizim geçmiş sözümüz vardır: "Muhakkak onlar, mansur olacaklardır. Şüphesiz bizimordumuz gâlib gelecektir." Onun için, sen bir müddet onlardan yüz çevir, gözetle onları. Onlar da yakında görecekler. Şimdi onlar, bizim azabımızınhemen gelmesini mi istiyorlar? Ama bu, onların bölgesine çökünce, o korkutulanların sabahı ne kötü olacak. Sen, bir müddet onlardan yüz çevir.Gözetle onları. Onlar da yakında görecekler, izzet sahibi Rabbin, onların İsnad ettikleri sıfatlardan yüce ve münezzehtir. Gönderilen bütün peygamberlere selâm. Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun"

Galibiyetin Mahiyeti

Bil ki Allahü teâlâ, Kâfirleri, "Onlar, bu inkâr ve yalanlamalarının neticesini ileride bilip anlayacaklar" diye tehdid edince, bunun peşinden, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbini güçlendirip, ona teselli olacak şeyi getirerek, "Andolsun ki gönderilen kullarımız hakkında, bizim geçmiş sözümüz vardır. Muhakkak onlar mansur olacaklardır. Şüphesiz bizim ordumuz gâlib gelecektir" buyurmuş; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olan yardım ve destek vaadinin çok önceden takdir edilmiş olduğunu beyan etmiştir. Bunun bu manada oluşunun delili, "Allah, "Ben ve peygamberlerim, mutlaka gâlib gelecektir" diye hükmetmiştir"(Mücâdele,21) ayetidir. Hem "hayır", zâtı gereği, "şer" ise arızî olarak takdir edilmiştir. Zatî olan, arızî olandan daha kuvvetlidir. Allah'ın yardım ve desteği, bazan delilin kuvvetli oluşu, bazan devlet ve hükümranlık, bazan da devam ve sebat vermekle olur. Binâenaleyh eğer (mü'min), bazan dünyevî şartlarının zayıflığı sebebiyle mağlub olsa bile, aslında gâlibtir. Binâenaleyh "ama bazı peygamberler öldürülmüş, birçok mü'minler hezimete uğratılmıştır" diyerek, bu ayete itiraz edilemez.

Bekleyiş Süresi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, daha önce verilmiş olan hükmü ve kaderi bildirince, "Sen, bir müddet onlardan yüz çevir, geri dur" buyurmuştur. Bununla, "onlarla savaşmama ve bizim onlara vaadettiğimiz, bir müddet dünyadan yararlanmaya güvenmeleri" kastedilmiştir. Çünkü daha sonra, onların başına pişmanlık ve nedamet gelecektir. Müfessirler bu hususta ihtilaf etmişlerdir:

1) Bazıları, "bununla Bedr'e kadar bekleme,

2) Bazıları, "Mekke'nin fethine kadar,

3) Bazıları, "Kıyamete kadar bekleme" manasının kastedildiğini söylemiştir.

Daha sonra Hak teâlâ, "Gözetle onları. Onlar da yakında görecekler" buyurmuştur. Bu, "Gözetle onları ve onların bu dünyada başlarına gelecek ölüm ve esaret gibi; ahirette de azabı gözetle. Onlar bu dünyada senin için mukaddes olan zaferi ve ilahî nusreti, âhiretteki bol mükâfaatı seyredeceklerdir" demektir. Buradaki emirden murad, onların mutlaka olacak olana delalet eden o vaadi beklemeleri kastedilmiştir. Bunun meydana gelmesi yakındır, hatta seni gözetmekte olanların, hemen önüsıra olacaktır.

Ayetteki, "Onlar da yakında görecekler" ifadesi tehdid ve va'îd ifade eder. Daha sonra Hak teâlâ, "Şimdi onlar bizim azabamızm hemen gelmesini mi istiyorlar?" buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları azabla tehdit ediyordu. Ama onlar hiçbirşey görmüyorlardı. Böylece o azabın inmesi hususunda alay ederek, onun hemen gelmesini istiyorlardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, bu acele edişin bir cehalet olduğunu, çünkü Allah'ın her bir fiili için, ne öne alınabilecek, ne geri bırakılabilecek belli bir vakti olduğunu, o vakit gelip çatmadan, onu istemenin cahillik olduğunu anlatmıştır.

Daha sonra Hak teâlâ, onların hemen gelmesini istedikleri o azabı anlatarak "Ama bu (azab) onların bölgesine çökünce, o korkutulanların sabahı ne kötü olacak!" buyurmuştur. Bu manalar şüphesiz, bu afızla ifade edilmiştir. Sanki onlar, âdet üzere sabah vakti üzere geliyorlarmış gibi. Böylece de, bu vaktin zikredilmesi, bu işten bir kinaye kılınmıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onun için, sen bir müddet onlardan yüz çevir, gözetle onları. Onlar da yakında görecekler" ifadesini yeniden getirmiştir. Birinci ayette (saffat, 175), daha önce geçmiş olan dünya ahvâli; bununla (Sâffat. 179) da, Kıyametin durumu kastedilmiştir denilmiştir. Yapılan bu izaha göre bu demektir ki, ayetlerde herhangi bir tekrar söz konusu değildir. Bu ayetlerin tekrarının, alabildiğince tehdit ve alabildiğince korkutma meydana getirmek için olduğu da ileri sürülmüştür.

Hatime

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu sureyi, bütün yüksek gayeleri içine alan, son derece şerefli olan bir sonuçla hitama erdirmiştir. Bu böyledir, zira insan için mühim olan şeylerin en mühimi, şu üç şeyi bilip tanımasıdır:

a) Beşerî takat ölçülerince, kâinatın ilâhını tanıyıp bilmek... Kişinin, Allah'ın sıfatlarını tanıyabildiği en ileri derecesi, şu üç türdür:

1) Allah'ı ulûhiyyet sıfatlarına uygun olmayan her türlü şeyden tenzih ve takdis etmek, ki bu da, ayetteki "sübhane" lafzıyla temin edilmiştir.

2) Cenâb-ı Hakk'ı, ulûhiyyet sıfatlarına yakışan her türlü şey ile tavsif etmek, ki bu da, ayetteki "Rabbi'l-izzeti" vasfından elde edilmiştir. Çünkü rubûbiyyet, terbiye ve eğitmeye bir işarettir. Terbiye ise, hikmet ve rahmetinin mükemmel olduğuna delâlet eder. İzzet ise, kudretinin mükemmelliğine bir işarettir.

3) Allah'ın, ulûhiyyet vasfında, eşlerden ve ortaklardan münezzeh olması... Çünkü, ayetteki "Rabbi'l-izzeti" vasfı, O'nun bütün hâdisata kadir olduğuna delalet eder. Çünkü, izzet kelimesindeki "eliflâm" (el-) istiğrak ifade etmektedir. "Her şey O'nun mülkü ve milki" olunca, geriye, başkası için hiçbir şey kalmaz. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın ayetinin, alemin ilahını tanıma hususunda, derecelerin en ilerisini, son ve zirve noktaların en mükemmelini ihtiva eden bir cümle olduğu sabit olmuş olur.

b) İnsanın, bu dünya hayatında hem kendisine hem de bütün mahlûkata nasıl muamele etmesi gerektiğini bilip anlamasıdır. Bil ki, insanların pekçoğu, noksandır. Dolayısıyla, kendilerini kemâle erdiren bir mükemmil (kemâle erdirici), onları hakka ulaştıran bir mürşîd ve onları doğruya sevkeden bir rehberin olması gerekir. Böylesi kimseler ise, ancak peygamber (aleyhisselâm)'lerdir. İnsanın fıtratı da açıkça ve net bir biçimde, noksan olanın, kemâle erdiriciye (mükemmil olana) uyması gerektiğine şehâdet etmektedir. Binâenaleyh, işte bu hususa da "Gönderilen bütün peygamberlere selâm" cümlesiyle dikkat çekmiştir. Çünkü bu ifade, peygamberlerin, beşere uygun kemal vasıflar hususunda, kendilerinin dışında kalanlardan üstün olduklarına ve hiç şüphesiz, kendilerinin dışında kalanların, onlara uymasının gerekli olduğuna delâlet eder.

c) Kişinin, ölümünden sonraki halinin nasıl olacağını bilmesi. Bil ki, kişinin, ölmezden önce bu durumunu bilip tanıması zordur, çetin bir iştir. Binâenaleyh, bu hususta dayanılacak şey tek olup, bu da, âlemin ilahının Ganî ve Rahîm olduğunu bilmektir. Çünkü, Ganî ves Rahîm olan, azâb etmez. Böylece Cenâb-ı Hak, işte bu yola da, "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" cümlesiyle dikkat çekmiştir. Bu böyledir, zira hamde layık ve müstehak olmak, ancak büyük bir in'âm sebebiyle olur. Böylece Cenâb-ı Hak, kendisinin mun'îm olduğunu, bu ayetle beyan etmiştir. Allah'ın âlemlerden müstağni olduğu gayet açıktır. Vasfı böyle olandan, genel olarak sudur edecek şey, rahmeti, fadlı ve keremidir. İşte böylece, bu özellik de kişinin ölümünden sonraki halinin, (genel olarak) selâmet ve esenlik olduğuna dikkat çekmektedir. Bu anlattıklarımızla, bu sonucun, yıldızların incilerinden en kıymetli incileri içinde barındıran bir sedef gibi olduğu ortaya çıkmış oldu. Hak teâlâ'dan, hem dünya hem de ahirette, güzel hatimeler ve afiyetler niyaz ederiz.

Bu sûrenin tefsiri, 603 yılının Zilkade ayının onyedinci günü olan cuma gününün kuşluk vaktinde tamamlanmıştır. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a; salât ü selâm da, peygamberlerin önderi olan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, âline, ashabına, coluk-çocuğuna, hepsine olsun (Amin!).

0 ﴿