SÂD SÛRESİSeksensekiz ayet olup Mekkî'dir. 1Âyetin tefsiri için bak:3 2Âyetin tefsiri için bak:3 3"Sâd. O şanlı şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki, (hâl), küfredenler (in iddia ettikleri gibi değildir). Bilâkis, (onların dışı boş) bir onur, (içi ise tam) bir tefrika içindedir. Biz kendilerinden evvel nice ümmetleri helak ettik. O zaman ne çığlıklar kopardılar. Halbuki, (o vakit azabtan kaçıp) kurtulma vakti değildi" Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Böylesi, "fevâtihu's-suver" ile alâkalı geniş açıklamamız, Bakara Sûresi'nde geçmiştir. Bununla beraber bazı şeyleri yeniden ele almamızda bir mahzur yoktur. 1) "Sâd" harfi, meselâ, sâdıku'l-va'd, sâniu'l-mesnûati ve samed kelimeleri gibi, başında sâd harfinin bulunduğu, Allah'ın isimlerinin anahtarıdır. 2) Bu, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'dan haber verdiği her hususta sadık oldu" anlamındadır. 3) Kâfirlerin bu dini kabul etmekten insanları sadd etmek istediklerine işarettir. Nitekim, Allahü teâlâ buyurmuştur. 4) Bu, "Kur'ân, işte böylesi harflerden meydana gelmiştir. Siz de, bu harfleri telaffuz etmenize rağmen, Kur'ân'a muarazada bulunamıyorsunuz. O halde bu, Kur'ân'ın mu'ciz bir kelâm olduğuna delâlet etmektedir" demektir. 5) Bu kelime, dâl'ın kesresiyle, müfâele babından Musâdde masdarından, emr-i hazır olup, bu masdar, muaraza, yarışmak, karşılaştırmak demektir. Nitekim (yankı) kelimesi de bu kökten olup tenha yerlerde sesin katı cisimlere çarpması sonucunda oluşur. Buna göre bu kelimenin manası, "Yaptığın işleri, Kur'ân'a vur. Dolayısıyla da, Kur'ân'ın emirlerine göre amel et. Kur'ân'ın yasakladığı şeylerden kaçın" şeklinde olur. 6) Bu sûrenin ismi olup, kelamın takdiri, "Bu Sâd, yani (Sad sûresi)'dir" şeklindedir. Buna göre, Burada, şöyle İki problem söz konusudur: a) Cenab-ı Hakk'ın, ifadesi, kasem cümlesidir. Hakkında kasem edilen durum muksem aleyh nerededir? b) Bel edatı, daha önce sabit olan hükmün kaldırılmasını, daha sonra gelen ve önceki hükme zıt olan bir başka hükmün isbat edilmesini gerektirir, öyleyse, burada bu mana nerede?" denilirse, bunlardan birincisine şu birkaç açıdan cevap verebiliriz: 1) (Biraz önce biz) sad kelimesinin manasının, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'dan haber verdiği her şey hususunda, sadık oldu" seklinde olduğunu söylemiştik. Buna göre, sad kelimesi, muksem aleyh, ifadesi de kasem olmuş olur. 2) Kaseme konu teşkil eden husus mahzuf olup, kelamın takdiri, "O şanlı şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki, Sad sûresi, mu'ciz bir kelamdır" şeklinde olur. Çünkü biz, (biraz önce) sad kelimesinin, bir meydan okumaya dikkat çekme olduğunu açıklamıştık. 3) Bu kelimenin, bu sûrenin ismi kabul edilip, buna göre kelamın takdirinin, "Bu şanlı şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki, bu Sâd'dır" şeklinde olmasıdır. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu sûrede, bu sûrenin bir mucize olduğunu iddia ettiği meşhur olunca, onun "Bu sâd'dır" demesinin, onun "Bu, mu'ciz bir sûredir" demesi mesabesinde olmuş olur ki, bu sözün bir benzen de, "Bu, Hatem'dir. Allah'a yemin ederim ki" şeklindeki sözü olup, bu, "Bu, cömertliğiyle meşhur olandır" demektir. İkincisine de şu şekilde cevap verebiliriz: Bel kelimesinden önce zikredilmiş olan hüküm, ya müessirlerin de zikrettiği gibi, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in risâletini tebliğ hususunda sâdık olması veya Kur'ân'ın veyahut da bu sûrenin mu'cize olmasıdır." Burada belden sonra zikredilmiş oları hüküm ise, Kur'ân'ın böyle olduğu hususundaki münakaşa ve çekişmedir. İşte, böylece matlub hasıl olmuş olur. Allah en iyisini bilendir. Hasan el-Basri, içtimâ-i sakineynden dolayı, dâl'ın kesresiyle, "Sadi" şeklinde okumuştur. ilefeâden şeklinde ve kasem harfini hazfedip de, fiilini doğrudan îsâl ederek (hazf ve îsâl yaparak) okumuştur, ki bu Arapların tıpkı, "Allah'a yemin ederim ki şöyle şöyle yapacağım" demeleri gibidir. Kurrâ'nın ekserisi ise, cezm ile okumuşlardır (Sad). Zira, âmillerden soyutlanmış isimler, sonlan sükûn olarak zikredilirler. (......) kelimesi hakkında şu iki izah yapılabilir: a) Şerefli, kıymetli.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki o (Kur'ân) senin için de, kavmin için de katı bir şereftir" ve "Andolsun, size öyle bir kitap indirmişizdir ki, zikir (ve şeref)iniz ondadır" (Enbiyâ, 10) buyurmuştur. Arapların sözlerinden olmak üzere, bu sözlerin mecâzı, onların, "Falancanın, şânı ve şöhreti vardır" demeleri gibi; Falancanın, insanlar içinde şânı ve şerefi vardır" ifadesidir. b) Beyân ve açıklamalar ihtiva eden Kur'ân... Yani, "Bu Kur'ân'da, evvelkilerin ve sonrakilerin kıssaları, temel ve ikinci derece olan ilimlerin beyânı vardır" demektir. Bu anlamı ihtiva eden bir ayet de, "Andolsun ki, biz Kur'ân'ı düşünmek için kolaylaştırmışadır. O halde bir düşünen var mı?" (Kamer. 17) ayetidir. Mu'tezile şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Zikir ise muhdestir. Birincisini şu şekilde izah edebiliriz: Cenâb-ı Hak meselâ, "Şüphe yok ki o (Kur'ân), senin için de, kavmin için de katî bir zikirdir" (Zuhruf, 44), "Bu, mübarek bir zikirdir" (Enbiya, 50), "O şanlı şerefli Kur'ân'a yemin ederim" (Sâd, 1) ve "Bu, ancak bir zikir ve apaçık bir Kur'ân'dır" (Yasin, 69) buyurmuştur. İkincisini de şu şekilde izah edebiliriz: Cenâb-ı Hak, "Rablerinden kendilerine muhdes (yeni) bir zikir gelmeyedursun" (Enbiya, 2) ve "Kendilerine Rahman'dan muhdes bir öğüt gelmeyedursun, onlar mutlaka bundan yüz çevirirler" (Şuara, 5) buyurmuştur. Cevap: Biz sizin bu delillerinizi, (Kur'ân okurken) çıkarılan harfler ve sesler için geçerli sayıyoruz ki, bunlar muhdestirler. (......) ayeti hasedde ve hakka inkiyâd etmekten tekebbür etmekte böylesine birleşebilen Kureyş'in önde gelen kâfirleri kastedilmiştir. Bu ayetteki "izzet" kelimesiyle de, tazîm ve insanın, başkasına tâbi olmasına mâni olan ve kendinde bulunduğuna inandığı şey, duygu kastedilmiştir. Çünkü, Cenâb-ı Hak da bu hususu ifade etmek için, "Ona, Allah'dan kork" denildiği zaman, izzeti kendisini günah İşlemeye götürür "(Bakara, 206) buyurmuştur. Şıkâk kişinin muhalif olduğu kimseye, ya eşitlik ya da ondan üstünlük iddiasıyla muhalefetini ortaya koymak olup, bu şıkk kelimesinden alınmış olur. Buna göre sanki bu kimse, karşı tarafa boyun eğmenin gerekli olduğu hususunda, kendisinin daha üstün olduğuna inanmış, böylece kendisi bir tarafta,hasmı da bir tarafta bulunmuş; kendisinin tarafında kalmayı istemiş, böylece de hasmının vereceği hükmün kendisi için geçerli olmayacağını bildirmek istemiştir. (......) masdarı da böyledir. Bu masdar da, iki kimseden birisinin, bir 'udve'de (tarafta), diğerinin de başka bir 'udve'de (tarafta) olması demektir. 'Udve, vadinin kenarı demektir. Muhâdde kelimesi de böyle olup, bu da, iki kimseden birisinin, diğerinin bulunduğu çizgiden başka bir çizgide bulunması anlamındadır. Nitekim "bir tarafta ve muhalifinin bulunduğu taraftan başka bir tarafta bulundu" manasında (Inharefe) denilir. Allah en İyisini bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak onları, izzet ve şikâkla tavsif edince, onları korkutmak üzere: "Biz kendilerinden evvel nice ümmetleri helak ettik O zaman ne çığlıklar kopardılar!" buyurmuştur ki bu, "Onlar, kendilerine dünyada azab geldiğinde çığlık kopardılar" demektir. Cenâb-ı Hak, onların ne amaçla çığlık attıklarını belirtmemiştir. Bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) En açık olan ihtimale göre, "Onlar, yardım istemek maksadıyla çığlık atmışlardır" demektir. Çünkü, başına azâb gelen kimsenin nida ve çığlığı, ancak yardım isteme şeklinde olur. b) "Onlar, azabı görünce, iman ve tevbe ederek çığlık attılar..." demektir. c) Bu kelime, "Onlar seslerini yükselttiler" anlamındadır. Nitekim, "Ses cihetinden daha üstün, daha fazla" manasında, denilir. Cenâb-ı Hak, daha sonra "Halbuki, (o vakit azabtan kaçıp) kurtulma vakti değildi" buyurmuştur. Yani "Bu vakit, azâbtan kaçmak vakti değildir" demek olup, bu, tıpkı "Onlar çetin azabımızı gördükleri zaman, "inandık" dediler" (Mü'min, 64) ve "Nihayet refah içinde olanları azab ile yakaladığımız vakit, hemen feryad ,eder ve yardım isterler" (Mü'minûn, 64) ayetleri gibidir Cu'âr, yalvarıp yakarma ve yardım talebinde bulunmak için, sesi yükseltmek demektir. Yine bu, "Şimdi mi (iman ediyorsun?) Halbuki sen daha evvel isyan etmiştin!" (Yûnus, 91) ve "Fakat hışmımızı gördükleri zaman imanları fâide verecek değildir" (Mü'min, 85) ayetleri gibidir. Burada geriye şöyle birkaç bahis kalmaktadır: Birinci Bahis: Bu, la'te kelimesinin izahı ile ilgilidir. Halil ve Sîbeveyh, bu kelimenin, (......)'ye benzeyen (......) edatı olduğunu ve kendisine, tıpkı (......) edatının sonuna bazan getirildiği gibi, tâ-ı te'nisin getirildiğini ve bunun te'kid ifade ettiğini, bu sebepten ötürü de, bu edat için yeni bazı hükümlerin (özelliklerin) ortaya çıktığını, meselâ artık bu durumda: a) Sadece zaman ifade eden kelimelerin başına geldiğini; b) İki parçasından, sadece birisinin, yani ya isminin ya haberinin açıkça geldiğini, ikisinin birden açıkça getirilmesinin imkânsız olduğunu iddia etmişlerdir. Ahfeş ise, bunun, cinsden hükmü nefyeden "lâ" edatı olduğunu, kendisine tâ-ı te'nisin getirilmiş olduğunu ve "zaman"ları nefyetmek için kullanıldığını söylemiştir. Ayetteki "kurtulma vakti" ifadesi, lâte edatı ile nasbedilmiş olup, sanki, "Onlar için kurtulma vakti yoktur" denilmektedir. Bu ifade mübteda olarak, merfû da kılınabilir. Buna göre mana, "Onlar için olan, bir kurtuluş vakti yok" şeklinde olur. İkinci Bahis: Ekseri âlimler, tâ üzerinde vakfederlerken, Kisâi bu kelime üzerinde, tıpkı müennes isimlerde olduğu gibi, hâ ile vakfe yapar ((......) lâh diye). Keşşaf sahibi şöyle der: "Ebû Ubeyde'nin, "Buradaki ta, "hîn"in başına dahil olmuştur" şeklindeki sözünün bir izahı yoktur. Ebû Ubeyde'nin, ta'nın Hazret-i Osman (radıyallahü anh)'ın mushafında bu tâ'nın "hîn" kelimesine bitişik olarak yazılmasını delil getirişi de tutarsızdır. Mushafta, yazı kurallarına uymayan nice şeyler vardır!" Üçüncü Bahis: Menâs, kurtuluş yeri ve yardım isteme manalarında olup, Arapça'da, birisi imdat istediğinde, denilir. Kurtuluş yeri (sığınma) istediğinde, fiili kullanılır. Allah en iyi bilendir. Müşriklerin Tevhidden Rahatsızlıkları 4Âyetin tefsiri için bak:7 5Âyetin tefsiri için bak:7 6Âyetin tefsiri için bak:7 7"(O kâfirler), içlerinden, tehlikeleri bildiren bir peygamberin gelmesine şaştılar: "Bu bir büyücü, bir yalana. O, (bütün) tanrıları tek bir tanrı mı yapmış! Bu, gerçekten acâib bir şey!" dediler. Onların elebaşlarından bir güruh, (birbirine) "yürüyün, ma'budlarınıza tapmakta sebat edin. Sizden beklenen işte budur" diyerek, kalkıp yürüdüler. "Biz bunu, son dinde de işitmedik. Bu, uydurma birşeyden başka birşey değil" (dediler)" Bil ki Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendilerinin bir izzet ve muhalefet içinde olduklarına inandıklarını nakledince, bunun peşinden, onların o bozuk söz ve iddialarını ortaya koyarak, "O kâfirler, içlerinden, tehlikeleri bildiren bir peygamber gelmesine şaştılar" buyurmuştur. Bu ayetteki minhum ile ilgili şu iki izah yapılabilir: a) "Onlar, "Muhammed, hem dış hilkati, hem de sîret ve ahlâkı açısından, nesebi, şekli ve sureti bakımından, bizim gibidir. Binâenaleyh, böylesi yüce bir makamın ve üstün derecenin, içimizden ona verilmiş olması nasıl düşünülebilir?" demişlerdir. b) Bu kelimenin gayesi, onların ileri derecede câhil oluşlarına dikkat çekmektir. Çünkü onlara, kendilerini Allah'ın birliğine, meleklere saygıya, âhirete teşvike, dünyadan nefrete davet eden birisi gelmiştir. Hem sonra bu şahıs, onların akrabalarından olup, onlar bunun, yalan ve töhmetten tamamen uzak bir insan olduğunu biliyorlardı. İşte bütün bunlar, onu tasdik etmeyi gerektiren şeylerdendir. Fakat bu kâfirfer, ahmaklıklarından ötürü onun sözlerine şaşıyorlar." Resulü Redlerindeki Manasızlık Bu ifadenin bir benzeri de, "Peygamberlerini tanımıyorlar mı ki, onu reddediyorlar" (Mü'minûn. 69) ayetidir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "O kâfirler, içlerinden, tehlikeleri bildiren bir peygamberin gelmesine şaştılar..." buyurmuştur. Bu, "Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) onların kendi kavimlerinden ve aşiretlerindendi. Dünyevî bakımlardan onlar gibi idi. Ama gel gör ki. onlar ona itaat edip, tekliflerine boyun eğmekten ar duymuşlar, Allah'ın peygamberliğinin, içlerinden ona verilmiş olmasına ve bu kıymetli özellikle kendilerinden onun temayüz etmesine şaşakalmalardır" demektir. Velhasıl diyebiliriz ki: Bu şaşıp kalmanın esas sebebi, hasetten başka birşey değildir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kâfirler, "Bu bir büyücü, bir yalana!" dediler" buyurmuştur. Allahü teâlâ, onların şaşmalarını iyice ortaya koymak ve böyle bir sözün, ancak tam kâfir olanlardan sâdır olacağını anlatmak için, "Onlar dediler ki..." buyurmayıp, "Kâfirler dediler ki..." buyurmuştur, Bu: "Çünkü sihirbaz, Allah'a taatten alıkoyan ve şeytana taate davet eden kimsedir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, sizce de böyle değildir. Yalancı ise, herhangi birşeyi olduğu gibi, gerçeği üzere haber vermeyen kimsedir. Halbuki Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) aklın delilleri ile, doğru oldukları kesin bilinen, kadîm, alîm ve hakîm bir yaratıcının varlığını; haşir, neşir ve şâire şeyleri haber vermektedir. Öyle ise o nasıl yalancı olabilir?" demektir. Resule Yalan İsnadının Batıllığı Daha sonra Allahü teâlâ, onların, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yalancı olduğu iddiasını isbat için dayandıkları bütün şeylerin, şu üç husustan ibaret olduğunu nakletmiştir: a) Ulûhiyyetle ilgili olanlar, b) Nübüvvetle ilgili olanlar, c) Ahiretle ilgili olanlar. Ulûhiyyetle ilgili olan husustaki iddiaları, "O, (bütün) tanrıları, tek bir tanrı mı yapmış! Bu gerçekten acâib bir şey!" şeklindeki sözleridir. Rivayet olunduğuna göre, H. Ömer (radıyallahü anh) müslüman olunca, Müslümanlar çok sevinmişler, Kureyş ise, buna çok üzülmüştür. Derken ileri gelen kâfirlerden yirmibeşi birleşip, Ebû Tatib'in yanına gitmişler ve "Sen bizim büyüğümüz ve liderimizsin. Şu akılsız müslümanların ne yaptıklarını biliyorsun. Sana, bizimle yeğenin arasını bulasın diye geldik" dediler. Bunun üzerine, Ebû Talib, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i çağırttı ve ona, "Ey kardeşimin oğlu, bunlar senin kavmindir. Senden bir istekleri var. Artık, kavmine büsbütün yüklenme" dedi. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Onlar benden ne istiyorlar?" deyince, onlar, "Bizi ve ilahlarımızı rahat bırak. Biz de seni ilahınla başbaşa bırakalım" dediler. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Söyleyin bakalım: Eğer ben sizin istediğinizi yaparsam, siz bana, sayesinde bütün Araplara hükümran olacağınız ve acemin de size boyun eğeceği tek bir kelimeyi bana verir (kabul eder) misiniz?" deyince, onlar "evet" dediler. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kelime-i tevhidi (Lâ ilâhe illâllah)'ı söyleyiniz" deyince, onlar ayağa fırlayıp, "Çok tuhaf!" manasında, "O, (bütün) tanrıları, tek bir tanrı mı yapmış. Bu gerçekten acâib bir şey" dediler. Ben derim ki: Onların bu şaşmaları şu iki şeyden kaynaklanmaktadır: 1) Bu kimseler, tefekkür ve istidlal etmiyorlardı. Aksine onların kafaları, maddi şeylere takılıp kalmıştı. Dolayısıyla görünür âlem olan bu dünyada, tek bir failin kudret ve işinin, büyük bir mahlûkatı korumaya yetmeyeceğini gördükleri için, görülmeyen âlemi de, görülene kıyas ederek, "Bu büyük âlemi korumak için, mutlaka her biri, bir tür korumayı üstlenmiş pek çok ilâhın bulunması gerekir" demişlerdir. 2) Bunca geçmişleri ve bunca akıllı kimseler, şirk üzerinde ittifak etmişler. Dolayısıyla onlar, "bunca kimselerin, akılları kuvvetli olduğu halde, câhil ve bâtılı savunan olmaları, bu tek insanın (Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in) ise, sadık ve hakkı savunan olması, şaşılacak şey" demişlerdir. Ben derim ki: Yemin ederim ki, eğer biz hiçbir delil ve hüccet olmaksızın, görünen âlemdekilerin hükmünü (durumunu), görünmeyen âleme kıyas edecek olursak, kâfirlerin birinci şüphesi, söz konusu olur. Fakat bunun yanlışlığı hususunda ittifak etmiş olduğumuza göre, görünen âlemdekilerin durumunun, görünmeyen âlemdekilere kıyas edilmesinin, kesinkes yanlış olduğunu anlarız. Bu düstur, temelden yanlış olunca, Allahü teâlâ'nın zatı ve fiilleri hususunda müşebbihe olanların sözleri de temelden bâtıl olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın zâtı hususunda müşebbihe olanlar şöyle demişlerdir: "Görünür âlemde mevcud olan herşeyin, bir cisim olması ve mutlaka bir mekânda bulunması gerektiğine göre, gayb âleminde de durumun böyle olması gerekir." Allahü teâlâ'nın fiilleri hususunda müşebbihe olan Mu'tezile ise şöyle der "Falanca iş, bize göre çirkindir. Öyleyse onun Allah hakkında da çirkin olması gerekir." Bu anlattığımız şeylerle, Cenâb-ı Hakk'ın gerek zatı, gerek fiilleri hususunda müşebbihe olanların bu sözleri doğru olacak olsaydı, o zaman bu müşriklerin şüphelerinin de doğru olduğunu söylemek gerekirdi. Bu müşriklerin sözlerinin yanlışlığı hususunda (bütün mezhebler) ittifak ettiğimize göre, Mücessimenin ve Mu'tezile'nin sözlerinin temelden yanlış ve bâtıl olduğunu anlarız. Müşriklerin ikinci şüphelerine gelince, yemin ederim ki, eğer taklid doğru birşey olsaydı, bu şüphe de doğru olabilirdi. Bu şüphe yanlış ve fasid olduğuna göre, taklidin de yanlış ve bâtıl olduğunu anlamış bulunuyoruz. Burada şöyle birkaç bahis var: Birinci Bahis: "Ucâb", acîb (şaşılacak şey) manasınadır. Ama bu kelime, "acîb"den daha ileri bir manadadır. Bu tıpkı Arapların tavît-tuval (uzun), arîz-urâz (enli), kebîr-kübâr (büyük) kelimeleri gibidir. Bu ikinci şekiller daha ileri bir mana ifade etsinler diye, bazan şeddelenirler. Mesela, "çok büyük bir hile" (Nuh, 22) ayetinde olduğu gibi. İkinci Bahis: Keşşaf sahibi bu kelimenin, şeddeli ve şeddesiz olarak okunduğunu, şeddeli olanın daha beliğ olduğunu, nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, (......) buyurduğunu söylemiştir. Cenâb-ı Allah daha sonra "Onların elebaşlarından bir güruh (birbirine), "Yürüyün, ma'budlarınıza tapmakta sebat edin (dediler)" buyurmuştur. Biz, "mele"in, "heybetlerinden ve azametlerinden ötürü, bulundukları yerlerde, kalbleri ve gözleri dolduran kimseler" manasına olduğunu anlatmıştık. Ayetteki, minhum "onların elebaşlarından" ifadesi, "Kureyş'den" demek olup, "Kureyş'in ileri gelenleri, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) onları bir hazır cevapla susturduktan sonra, birbirlerine, "Haydi yürüyün, ma'budlarınıza ibadette sebat edin" diyerek, Ebû Talibin meclisinden ayrıldılar" manasınadır. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Meşhur olan kıraat, (......) şeklindedir. İbn Ebî Able ise, bunun "en'in hazfiyle (......) şeklinde okumuştur. Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu ifadenin başındaki en edatı tefsir ifade eden ve "yani" manasına gelen manasındadır. Çünkü bu karşılıklı konuşmaların cereyan ettiği meclisten çıkanların, mutlaka ayrılırken, o mecliste olup bitenler hakkında konuşmaları gerekir. Dolayısıyla onların oradan ayrılışları, kavi manasını zımnen ifade etmektedir (şöyle şöyle diyerek yürüdüler.) Bundan dolayı bu "en" edatı gelmiştir). İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın bu ifadeyi şeklinde yorumladığı rivayet edilmiştir. İkinci Bahis: Bunun manası, "Onlar biribirlerine, "Haydi yürüyün ve sebat edin. Muhammed'in işini bertaraf etmede bir çareniz yok. İşte sizden beklenen budur" dediler" şeklindedir. Bu hususta şu üç mana verilebilir: a) Allah'ın bunu dilemesinin hâricinde, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dininin zuhurunun gitgide artmasının açık bir sebebi yok. Allah'ın, olmasını istediği şeyi ise, engelleyecek bir güç yoktur. b) Bu şey, âdeta zamanın getirdiği belâlardan bir şey gibidir. Şu halde bizim bundan kurtuluşumuz mümkün değil. c) Sizin (Kureyşlilerin) dininiz kasdedilen, yani elinizden alınmak istenen bir şeydir. Kaffal şöyle der: "Bu, tehdid veya korkutmak için söylenmiş bir söz olup, "Muhammed'in gayesi, dinini anlatmak değil, aksine onun maksadı bize hakim olup, çoluk çocuğumuz hakkında istediği gibi hükmetmektir" manasınadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların "Biz bunu son dinde de işitmedik" dediklerini nakletmiştir. "Son din" ile, hristiyanlar kastedilmiş olup, "onlar "Muhammed'in getirdiği bu tevhidi, hristiyanların dininde de görmedik" dediler" demektir. Yahut da bu ifade ile, Kureyşlilerin, atalarını üzerinde buldukları din kastedilmiştir. Daha sonra onlar, "Bu, uydurma birşeyden başka birşey değil!" demişlerdir. Velhasıl onlar, "Biz, atalarımızdan tevhid diye birşey duymadık. Öyleyse bunun bâtıl (olması gerekir)" demek istemişlerdir. Eğer taklid, hak ve doğru olsaydı, bu müşriklerin sözteri de hak ve doğru olurdu. Bu bâtıl olduğuna, kabul edilmediğine göre, taklidin de bâtıl olduğunu anlıyoruz. 8Âyetin tefsiri için bak:11 9Âyetin tefsiri için bak:11 10Âyetin tefsiri için bak:11 11"O zikir, aramızda ona mı indirilmiş!?" (dediler). Hayır, onlar benim zikrimden şüphededirler. Hayır, onlar benim azabımı henüz tatmadılar. Onların nezdinde, o yegâne galip ve vehhâb Rabbinin rahmet hazineleri mi var yoksa!? Yahut o göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin mâlikiyeti onlara mı ait? Öyle ise, sebeplerine sarılarak göğe yükselsinler. Onlar derme çatma gruplardan öyle bir ordudur ki, işte şurada hezimete uğratılmışlardır" Bil ki bu o kâfirlerin üçüncü şüpheleri olup, nübüvvet ile ilgilidir. Onlar bu şüphelerini şu şekilde ifade etmişlerdir: "Muhammed, zat, sıfat, zahirî ve batıni özellikler bakımından diğer insanlar gibi olunca, bu yüksek derecenin ve ulvî makamın ona has kılınması nasıl düşünülebilir?" İşte bu husus onların, "O zikir, aramızdan ona mı indirilmiş!" ifadesidir. Çünkü bu söz, tnkârî bir istifham ihtiva eden bir sözdür. Allahü teâlâ, Hazret-i Salih (aleyhisselâm)'in kavminin aynen böyle bir söz söylediğini ve "Bizim aramızdan zikir (vahiy) ona mı verildi? Hayır o, şımarık, aşın bir yalancıdır"(Kamer, 2S) dediklerini nakletmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavminin de, "Şu Kur'ân iki memleketin birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 31) dediklerini nakletmiştir. Bu şüphenin izahı hsusunda söyleyeceğimiz sözün tamamı şudur: O kâfirler, "Peygamberlik, insanın ulaşabileceği en yüksek derecedir. Binâenaleyh, bunun ancak insanların en şereflisi için söz konusu olması gerekir. Muhammed ise (hâşâ) insanların en şereflisi ve kıymetlisi değil. Dolayısıyla peygamberliğin onda meydana gelmemesi gerekir" diyorlardı. Bu cümleleri meydana getiren, ilk iki mukaddime doğrudur. Ama üçüncüsü yalandır. Bu demogojınin, onlarca geçerli kabul edilişinin sebebi, şerefin ancak mal ve taraftar ile elde edilebileceğini sanmalarıdır. Bu ise, geçersizdir. Çünkü saadet dereceleri üçtür ve bunların en üstünü rûhânî, ortası bedenî, en düşüğü İse, bu ikisi dışındaki haricî olan derecedir. Bu da, mal ve makamla elde edilendir. İşte o kâfirler, bu sırayı tersine çevirip, en âdî dereceyi en kıymetli olarak kabul etmişlerdir. Bu sebeple, kimin elinde mal ve makamı çok görüyorlarsa, onu Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den daha şerefli sayıyorlardı. İşte bu durumda, kafalarında o yanlış kıyas yer etmişti. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah onların bu şüphesine şu birkaç açıdan cevap verdi: 1) "Hayır, onlar benim zikrimden şüphededirler. Hayır onlar benim azabımı henüz tatmadılar" ayetinin ifade ettiği cevap... Bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Cenâb-ı Hakk'ın, "Hayır, onlar benim zikrimden (vahyimden) şüphededirler" beyanı, "aksine onlar, üzerinde düşünmeleri halinde bu şek ve şüphelerini giderecek olan deliller hususunda bir şüphe içindedirler" manasınadır. Bu böyledir. Çünkü onların ileri sürdükleri şüphelerin tamamı, tutarsız birtakım cümlelerden ibarettir. Ama Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğunu gösteren deliller ise, kati ve kesindir. Dolayısıyla onlar, söyledikleri sözler üzerinde, gerçekten düşünecek olsalardı, onun peygamberliğini iptal hususunda tutundukları şüphelerinin tutarsızlığını görecekler ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine delâlet eden delillerin doğruluğunu anlayacaklardı. Onlar bunu anlayamadıklarına göre, bunun, onların tefekkür ve istidlalde bulunmamalarından dolayı olduğu anlaşılmaktadır. Ayetteki,'"Hayır, onlar benim azabımı henüz tatmadılar" ifadesine gelince, bu sözün manası "Onlar istidlal ve tefekkürü, ben onlara azabımı tattırmadığım için terkettiler. Eğer onlar o azabı tatmış olsalardı, o zaman onlardan ancak, emredilenleri yerine getirme, nehyedilenlerden kaçınma sâdır olurdu" şeklindedir. b) "Hayır, onlar benim zikrimden şüphededirler" ifâdesindeki "zikir" ile Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) kastedilmiştir. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara küfürlerinde ısrar etmeleri halinde, ilahî azabı hatırlatıyor, bunu zikrediyordu. Ama onlar küfürlerinde ısrar ettikleri halde, başlarına böyle bir azab (hemen) gelmiyordu. Bu durum onların, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğu hususunda şüpheye düşmelerine sebep oldu ve onlar "Allah'ım, eğer bu (senin katından) bir hak ise, hemen bizim üstümüze gökten taş yağdır" dediler" (Enfal. 32). Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Hayır, onlar benim zikrimden şüphededirler" buyurmuştur. Bu ikinci izaha göre, ayetteki, "Hayır, onlar benim azabımı henüz tatmadılar" buyruğunun manası, "Bu şüphe, o azabın hemen inmemesi sebebiyle hasıl olmuştur" şeklinde olur. 2) "Onların nezdinde o yegâne galib ve vehhâb Rabbinin rahmet hazineleri mi var" ayetinin ifade ettiği cevap... Bunu şu şekilde izah ederiz: Peygamberlik mertebesi, yüce bir makam ve üstün bir derecedir. Bunu vermeye kadir olan zatın, "aziz", yani mükemmel kudret sahibi ve "vehhâb", yani alabildiğine cömert olması gerekir. Böyle olan ise ancak Allahü teâlâ'dır. Hak Sübhânehû ve Teâlâ, alabildiğine kudretli ve sehavetli olduğuna göre, bu nimeti bağışlaması kendisine bu nimetin bağışlanacağı kimsenin zengin veya fakir olmasına bağlı değildir. Yine bu, kendisine bu nimet hibe edilen şahsın düşmanlarının, onu sevip sevmemesine göre değişmez. 3) "Yahut o göklerin yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin mâlikiyeti onlara mı ait? Öyleyse sebeplerine sarılarak göğe yükselsinler" ayetinin beyan ettiği cevap... Bil ki bu sözden kastedilenin, "Onların nezdinde o Aziz ve vehhâb Rabbinin rahmet hazineleri mi var?" ayeti ile anlatılmak istenenden başka olması gerekir. Bu iki ifade arasındaki fark şudur: Allah'ın hazineleri sonsuzdur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Herşeyin hazinesi, katımızdadır" (Hicr, 21) buyurmuştur. Gökler ve yerler de, o hazineler cümlesindendir. Dolayısıyla Allah bize o hazineleri önce genel olarak zikredince, bunun peşinden, "gökler, yer ve ikisi arasında bulunan şeyler"den bahsetmiştir. Yani, "Bu şeyler de, Allah'ın hazinelerinin çeşitlerindendir. Binâenaleyh siz, bu çeşitlerden bile âciz olduğunuza göre, Allah'ın bütün hazinelerinden haydi haydi âciz olursunuz" demektir. Bu iki cümle arasındaki fark hususunda söyleyebileceğim söz bundan ibarettir. Ayetteki, "Öyleyse sebeplerine sarılarak göğe yükselsinler" cümlesi ise, "Onlar, göklerin ve yerin mülkünün kendilerine ait olduğunu iddia ettiler. İşte bu sebeple onlara, "Sebeblere tutunarak, göğe çıkın ve sayesinde Arş'a ulaşacağınız, onun üzerine oturabileceğiniz, böylece bütün âlemi ve Allah'ın mülkünü idare edebileceğiniz, vahyi istediğiniz kimselere verebileceğiniz makamlara çıkın, çıkabilirseniz!" denilmek istenmiştir. Bil ki İslâm filozofları bu ifadeye dayanarak, felekî kütlelerin ve Allah'ın onlara verdiği kuvvetlerin ve özelliklerin, süflî âlemde (dünyada) meydana gelen hâdiselerin sebepleri olduğuna, çünkü Allahü teâlâ'nın, felekiyyâtı, "sebebler" olarak adlandınşını delil getirmişlerdir. Bu da bizim söylediğimiz manaya delâlet eder. Allah en iyi bilendir. Allahü teâlâ'nın, "Onlar, derme çatma gruplardan öyle bir ordudur ki, işte şurada hezimete uğratılmışlardır" beyanıyla ilgili olarak incelenmesi gereken iki husus var: Birisi, bu ayetin lafızlarının izahı hakkında; diğeri ise, bunun daha önceki ifadelerle ilgisinin ne olduğu hakkındadır. Birincisi: Ayetteki "cünd" kelimesi mübteda, (......) edatı, müphemlik ifade eden bir edat olup, tıpkı "Herhangi bir iş için geldim" ve "Yanımda, herhangi bir yiyecek var" denilmesi gibidir. (......) kelimesi, cündün sıfatı, manzum kelimesi ise, mübtedanın haberidir. Ayette yer alan (......) kelimesinin cündün sıfatı olması ve mananın, "Orada olan ordu" şeklinde olması düşünülebileceği gibi, bunun manzum ile ilgili olup, "O gruplardan meydana gelen o ordu of ıda, yani Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini tenkid ettikleri sözleri söyledikleri o yerde hezimete uğramıştır" manasına gelmesi de mümkündür. İkincisi: Allahü teâlâ, "Eğer onlar göklerin ve yerin sahibi iseler, sebeplere tutunup göğe çıksınlar!" buyurunca, bunun peşinden, onların çeşitli gruplardan meydana gelmiş derme çatma bir ordu olduklarını, bozguna uğratılacaklarını, çok zayıf olduklarını, dolayısıyla göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin sahibi olamayacaklarını anlatmak istemiştir. Katade, ayetteki, "şurada" ifadesinin, Bedir gününe bir işaret olduğunu; Allahü teâlâ'nın, henüz müslümanlar Mekke'de iken, müşriklerin ordularının hezimete uğratılacağını haber verdiğini ve bu ayetin manasının (müjdesinin), Bedir günü gerçekleştiğini söylemiştir. Bunun Hendek günü olduğu da söylenmiştir. Ama bence doğruya en yakın olan, bu ifadeyle, Mekke fethi gününe işaret edilmiş olmasıdır. Çünkü ayetin manası bu durumda, "Onlar bu kelimeleri söyledikleri o yerde hezimete uğrayacak olan bir ordudurlar" şeklinde olup, o yer Mekke'dir. Dolayısıyla ayetten kastedilen mananın, "Onlar Mekke'de hezimete uğrayacaklardır" şeklinde olması gerekir. Bu ise, Fetih gününden başkası değildir. Allah en iyi bilendir. 12Âyetin tefsiri için bak:15 13Âyetin tefsiri için bak:15 14Âyetin tefsiri için bak:15 15"Onlardan evvel Nûh kavmi, Ad kavmi ve kazıklar sahibi Firavun kavmi, Semûd ve Lût kavimleri ile Eyke ahalisi de, peygamberlerim yalanlamışlardı. işte o grupların akıbeti... Onların herbirî, ancak o peygamberleri yalanladıkları için onlara azabım hak oldu. Bunlar da, (hayvan) sağımı aralığı kadar bile gecikmeyecek bir tek korkunç sesten başka birşey beklemiyorlar" Bil ki Allahü teâlâ, bu kavmin şüphelerine cevap verirken, kendilerine bekledikleri azabın gelmemesinden ötürü, tefekkür ve istidlale önem vermediklerini belirtince, bu ayette de, önceki peygamberlerin kavimlerinin de böyle olduklarını, ama önünde sonunda, onlara o azabın geldiğini bildirmiştir. Allahü teâlâ'nın bundan maksadı, o azabın geleceğini haber veren peygamberlerini bu hususta yalanlayan bu kâfirleri korkutmaktır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, o kavimlerden altısını burada zikretmiştir. Bu kavimlerden ilki, Nûh (aleyhisselâm)'un kavmidir. Onlar, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'u yalanlayınca, Allah onları tufan ile suda boğarak imha etti. İkincisi, Hûd (aleyhisselâm)'un kavmi Âd'dır ki, bunlar da Hazret-i Hûd (aleyhisselâm)'u yalanlayınca, Allah bunları da, bir rüzgâr (kasırga) ile imha etti. Üçüncüsü Firavun ve kavmidir. Firavun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı yalanlayınca Allah onu, ordusuyla birlikte suda boğarak yok etti. Dördüncüsü Salih (aleyhisselâm)'in kavmi Semud'dur. Bunlar, Hazret-i Salih (aleyhisselâm)'i yalanlayınca, o sayha (nâra) ile helak oluverdiler. Beşincisi, Hazret-i Lût (aleyhisselâm)'un kavmidir. Bunlar da onu yalanlayınca, yere geçirilerek helak edildiler. Altıncısı, Şuâyb (aleyhisselâm)'ın kavmi olan Eyke ahalisidir. Bunlar da, onu yalanlayınca, (bir bulutla) gölgelendirildikten o günün azabı ile cezalandırıldılar. Alimler, "Cenâb-ı Hakk'ın Firavun'u, şu sebeplerden ötürü, "Kazıklar sahibi" diye tavsif etmiştir" demişlerdir. 1) Bu "evtâd (veted)" (kazık) kelimesinin aslı, çadırın ipleri veya binanın kirişleri gibi binanın sebatına vesile olan şeylere denir. Daha sonra bu kelime, mecazî olarak izzet ve hakimiyyeti ifade için kullanılmıştır. Nitekim şâir, "Andolsun ki onlar orada, kazıkları sağlam mı sağlam olan bir mülk ve saltanatın gölgesinde, en güzel bir yaşayışla ömür sürdüler" demiştir. Kâdî şöyle der: "Bu kelimeyi, bu manaya almak daha uygundur. Çünkü peygamberleri yalanlayan Firavun'un muazzam saltanatına rağmen Allahü teâlâ tarafından gelen imha emriyle helak olmasının muhatapta uyandıracağı tesir daha büyüktür. 2) Firavun, yukarıya doğru kazıklar dikiyor, azâb edilecek şahsın, ellerini ve ayaklarını o dört kazık arasında geriyor, bu uzuvlardan her birini çiviliyor ve bu kimseyi, ölünceye kadar havada asılı bırakıyordu. 3) Azâb edilecek şahsı, yere çakılmış kazıklara bağlıyor ve bu kimsenin üzerine akrep ve yılanları salıveriyordu. 4) Katâde, bunların, Firavunun yanında bulunan ve oyun vesilesi olan birtakım kazıklar, ipler ve oyuncakların olduğunu söylemiştir. 5) Firavun'un ordusu çok sayıda idi. O geniş ordunun teçhizat ve donanımı ihtişamlı idi. Dolayısıyla, çadırlardan ötürü, çokça kazık kullanıyorlardı. Bu sebeple de, böylece meşhur oldu. 6) Ayetteki, "zu'l-evtâd" tabiri, kalabalık cemaati olan demektir. O cemaat "kazıklar" ile ifade edilmiştir, çünkü onlar, tıpkı kirişlerin ve kazıkların binayı sağlam tutması gibi, Firavun'un işini yerine getiriyor, onun memleketini ve mülkünü sapasağlam yapıyorlardı. Ayetteki, eyke kelimesine gelince, bu da, birbirine girmiş, koruluk demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İşte o grupların akıbeti" buyurmuştur ki, bu tabirle ilgili olarak birkaç görüş ileri sürülmüştür: 1) Bu, "Bahsettiğimiz bu ümmetler, peygamberlerinin aleyhine bir araya gelen ve bizim, bu sebepten dolayı kendilerini imha ettiğimiz kimselerdir. Binâenaleyh, benzerini senin kavmine de yaparız" demektir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, "Öyle bir ordudur ki işte şurada hezimete uğratılmıştır" (Sad, 11) ifadesiyle, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavminin, bu gruplardan, yani önceki gruplar cinsinden bir hizip olduğunu belirtmiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, kendisinin geçmiş gruplara, onları imha etmekle muamele ettiğini belirtince, bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavmi için adamakıllı bir tehdit ve korkutma olmuştur. 2) Bu tabirin manası, onları alabildiğince kuvvetti ve çok olmakla vasfetme olup, bu tıpkı, "Adam, falancadır" denilmesi gibidir. Buna göre mana, "O grupların bunca mükemmel kuvvetlerine rağmen akıbetleri, helak olduğuna göre, ya bu miskin, zayıf ve cılız kimselerin durumu nasıl olur?" şeklinde olur. Bil ki bu kimseler, bu haberleri tasdik etseler de etmeseler de, bu bir sakındırmadır, korkutmadır. Çünkü, bu hadiselerin neticeleri ve izleri devam ede gelmekte olup, bu kuvvetli bir zan ifade eder. Dolayısıyla da onlar, ister istemez sakınır, kendilerine çekidüzen verirler. Bir de, bu ifadenin yeniden tekrarlanması, yine sakınmayı gerektirir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onların, her biri, ancak o peygamberleri yalanladıkları için onlara azabım hak oldu" buyurmuştur ki bu, "Bu grupların her biri peygamberlerini, terğîb ve terhibleri hususunda onları yalanlayınca, bir müddet sonra olsa bile, mutlaka onların üzerine o azâb İnivermiştir" demek olup, bundan maksat, dinleyenleri kötülüklerden caydırmak, men etmektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, helakleri gecikse bile, o azabın onların başına geldiğini beyân etmek üzere"Bunlar da (hayvan) sağımı aralığı kadar bile gecikmeyecek, bir tek korkunç sesten başka birşey beklemiyorlar..." buyurmuştur. Bu sayhanın ne demek olduğu hususunda da şu iki görüş ileri sürülmüştür: 1) Bununla; onların başına, tek bir defada ve ansızın gelen bir azab kastedilmiştir. Nitekim bir topluluk toptan yok olup gittiğinde "Zaman onları silip süpürdü, toptan yok etti' deyimi kullanılır. Nitekim şair de, "Zaman Bermekoğullarına öyle bir çığlık bastı, öyle felaket getirdi ki, onlar, bunun şiddetinden çeneleri üzere kapaklandılar" demiştir. Bu kelimenin aslı, bir topluluğa hücum edildiğinde ortaya çıkan bağrışmadan, "sayha "dan da olabilir demiştir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, kendilerinden evvel geçmişlerin günleri gibi (bir gün)den başkasını mı bekliyorlar?" (Yûnus, 102) ayetidir. 2) Bu sayha, sûra ilk üflenen nefhanın sayhası ve çığlığıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Yâsîn Sûresi'nde, "Onlar birbiriyle itişip dururlarken kendilerini yakalayacak bir tek sayhadan başkasını gözetmezler" (Yâsin, 49) buyurmuştur. Buna göre mana, Onlar, dünyada her ne kadar benim azabımı tatmadıysalar da, bu azab, Kıyamette onlar için hazırdır!" şeklinde olur. Bu azabın onlara yaklaştığı manasında olmak üzere, kendilerine bu azâb gelmiş ve onları, o azabı gözetleyenler kılmışcasma, onlar bu azâb sebebiyle tıpkı, bir şeyi gözeten ve her an gelmesini bekleyen ve gözünün ucunu o yana doğru yönelten bir kimse gibi addolunmuşlardır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu sayhayı nitelemek üzere, "(hayvan) sağımı aralığı kadar bile gecikmeyecek" buyurmuştur. Hamza ve Kisâî, bu kelimeyi fâ'nın dammesiyle fuvak şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları fethayla, fevak şeklinde okumuşlardır. Kisâî, Ferrâ, Ebû Ubeyde ve Ahfeş, bu ikisinin de Arapların kullandığı deyiminden olmak üzere, iki ayrı lehçe olduğunu söylemişlerdir ki, bu deyim "devenin iki sağımı arasındaki zaman" manasında olup, temel anlamı, "dönme ve rücû etme" manasına dayanır. Nitekim, "sağlığına döndü, kavuştu" anlamında denilir. Binâenaleyh, sütün memeye dönmesi için, iki sağım arasında bulunan zamana, fâ'nın fethası veya dammesiyle fevâk veya fuvâk denilir. Bu tıpkı senin, ve "Makasın saçtaki izi-onun izi" demen gibidir. Vahidî, fevâk ve fuvâk kelimelerinin ifâka masdanndan iki isim olup, fâka (......) kelimesinin de, tıpkı, "hastanın iyileşip kendine gelmesi" manasında, dönmek ve yatışmak manasında olduğunu, ancak ne var ki, fethâ ile olan fevak'ın masdar yerinde kullanılabilen bir kelime; damme ile fuvâk'ın ise, sütün memeye dönüş süresine verilen bir ad olduğunu söylemiştir. Vahidî, el-Basît adlı eserinde, Ebû Hureyre'den, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bu ayet hakkında, "Allah, İsrafil'e emreder de, o da, yürekleri yerinden oynatan o nefhayı üfler. Derken bu nefhayı uzattıkça uzatır. Ki, işte bu nefha, Cenâb-ı Hakk'ın, buyurduğu husustur" dediğini rivayet etmiştir. Vahidî sözüne devamla şöyle der: "Bu hadîse göre, ayetteki bu tabirin manası, a) Sayhanın sona ermesi ve dinmesi yoktur. b) Onun için, bir dönüş ve sükûnet yoktur" şeklinde olabilir ki, bu da, "O sayha, dinmez ve dinme haline de dönmez" demektedir. Ve yine, aynı hal üzere kalan herkes için, "O bundan dönmez (lâ yufsiku) ve dönmek istemez (la yestefîku) denilir. Allah en iyisini bilendir." Davûd (aleyhisselâm)'un Saltanatı 16Âyetin tefsiri için bak:20 17Âyetin tefsiri için bak:20 18Âyetin tefsiri için bak:20 19Âyetin tefsiri için bak:20 20"(Şöyle) dediler: "Ey Rabbimiz, hesap gününden evvel bizim, amel defterlerimizi acele ver..." Onlar ne derlerse, sabret. Kulumuzu, o kuvvet sahibi Davud'u hatırla. Çünkü o, daima Allah'ın rızasına dönen bir zâttı. Biz ona dağları musahhar kıldık da bunlar, akşamleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte tesbih ederlerdi. Kuşları da toplu olarak onun emime bağlı kıldık. Dağlardan ve kuşlardan herbiri onun tesbihiyle devamlı tesbih ederdi. Onun mülkünü de kuvvetlendirdik. Ona hikmet ve fasl-ı hitap verdik" Bil ki biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "O kâfirler, içlerinden, tehlikeleri bildiren (bir peygamber) geldiğinde şaştılar." Bu dedi(ler), bir büyücü, bir yalancıdır" (sad, 4) ifadelerini tefsir ederken, o müşriklerin, şu üç şüpheden dolayı şaştıklarını söylemiştik: a) Ulûhiyyetle ilgili olan husus... Ki bu, onların, "o, tanrıları birtek tanrı mı yapmış?!" (sad, 5) şeklindeki sözlerinden anlaşılan husustur. b) Nübüvvet müessesesi ile ilgili olan husus... Ki, bu da onların, "O Kur'ân, aramızdan ona mı indirilmiş?" (sad, 8) şeklindeki sözlerinden anlaşılan husustur. c) Ahiret (meâd)le ilgili olan husus... Bu da onların, "Şöyle dediler: "Ey Rabbimiz, hesap gününden evvel bizim, amel defterlerimizi acele ver" şeklindeki sözlerinden anlaşılan husustur. Bu böyledir, zira bu müşrik topluluk, haşr ve dirilme fikrini alabildiğine inkâr ediyor, böylece de haşr ve neşr fikrinin yanlışlığı ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin yanlışlığına istidlal ediyorlardı. Kıtt, bir şeyin parçası, demektir. Çünkü, o onu parçaladığında, onu ondan koparmış olur. Bağış sayfasına da, "kıtt" denilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mü'minlere, cennetin vaa'dedildiğinden bahsedince, bu kâfirler alay ederek, ya, "Bizim, cennetten olan hissemizi peşin ver!" veya "bize amel defterimizi hemencecik ver de bir bakalım!" demişlerdir. Bil ki o kâfirler, "Bu, bir büyücüdür, bir yalanadır" (sad, 4) ve istihza ederek, "Bizim nasibimizi hemencecik ver" diyerek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı alabildiğine sefih ve alçakça davranınca, Allah, Peygamberine, onların bu beyinsizliklerine karşı sabretmesini emretmiş de, "Onlar ne derlerse, sabret" buyurmuştur. Dâvûd (aleyhisselâm) İle Münasebet İmdi eğer, bu emirle "Kulumuz Davud'u an" emri arasında ne münasebet vardır?" denilirse, biz deriz ki: Bu iki ifâde arasındaki münasebet birkaç yönden izah edilebilir: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sanki, "Sen bu cahillerin, Allah'a karşı cür'etlerini, -aşrı ve neşri redlerini gördün ise, Allah'ı tazimi ve haşr gününden çekinmesi örnek olan bir zatın, Dâvûd (aleyhisselâm)'un kıssasını hatırla" denilmek istenmiştir. Çünkü, iki zıt şeyden birinin elde ettiği şeref ve kıymet oranında zıddının noksanlığı ortaya çıkar. b) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e adetâ, "O müşriklerin senin sözünü ve dinini inkâr etmeleri sebebiyle, kalbin daralmasın. Çünkü onlar sana muhalefet ediyorlarsa bilesin ki, peygamberlerin uluları ve büyükleri, sana muvafakat etmektedirler" denilmek istenmiştir. c) Alimlerin, Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm) kıssasıyla ilgili olarak iki görüşleri bulunmaktadır: Kimileri, bu kıssanın onun hatasına delalet ettiğini söylerlerken, kimileri de, bu kıssanın ondan herhangi bir hata sadır olmadığına delâlet ettiğini söylemişlerdir. Birinci görüşü benimseyenlere göre, bu ikisi arasındaki münasebet şu şekilde kurulabilir: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e adetâ, "Senin kederin ve üzüntün, ancak o kâfirlerin seni yalanlamalarından kaynaklanmaktadır. Dâvûd (aleyhisselâm)'un kederi ise, bu günaha düşmesi sebebiyledir. Dâvûd (aleyhisselâm)'un kederinin daha şiddetti olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh, senin içinde bulunduğun kederin hafiflemesi için, Dâvûd (aleyhisselâm)'un kıssası ve Dâvûd (aleyhisselâm)'daki o büyük üzüntüyü bir düşün!" denilmek istenmiştir. İkinci fikri benimseyenler ise şöyle demişlerdir: Dâvûd (aleyhisselâm)'un yanına giren o iki davacı, beşer idiler. Onlar, Dâvûd (aleyhisselâm)'un yanına, ancak onu öldürmek için girmişlerdi. Derken Dâvûd (aleyhisselâm), o ikisinden korktu, buna rağmen, onlara eziyyet etmeye yönelmeti ve onların aleyhine, bedduada da bulunmayıp, -ilerde de geleceği üzere- tam aksine, onlar için mağfiret talebinde bulundu. İşte bu sebeple de, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Dâvûd (aleyhisselâm)'un bu güzel davranışı ve tutumu hususunda, ona uymasını emretti. d) Kureyşliler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanlamış, genelde, onlar, "Bu, fakir bir yetimdir" dedikleri için onu hafife almışlardı. Daha sonra Cenâb-ı Hak, ona, Dâvûd (aleyhisselâm)'un mülkünün mükemmelliğini anlatmış, dünyada, kederler ve üzüntülerden kurtulmanın imkânsız olduğunu anlaması için, Dâvûd (aleyhisselâm)'un, bunca mülküne rağmen, kederlerden, üzüntülerden ve sıkıntılardan kurtulamadığını beyân buyurmuştur. e) Cenâb-ı Hakk'ın sabır isteyen emri Dâvûd (aleyhisselâm)'a hasredilmemiş, Odvûd (aleyhisselâm)'un kıssasının peşinden, diğer peygamberlerin kıssaları da anlatılmıştır. Buna göre Cenâb-ı Hak onlardan herbirine, hususî bir kederin ve üzüntünün tahsis edilmiş olduğunu bildirmek için, peygamberine adeta, "Onların dediklerine sabret ve diğer peygamberlerin durumların nazar-ı dikkate al. işte bu durumda, sen, dünyanın, kederlerden, üzüntülerden uzak olmadığını, Allah katında elde edilen o yüce derecelerin ancak dünyada İken, çeşitli sıkıntılara ve yorgunluklara katlanmakta etde edildiğini anlamış olursun" demek istemiştir. Bizim, bu makamda yapabileceğimiz izahlar, bunlardır. Burada, öncekilerden daha kuvvetli ve daha güzel bir izah da vardır ki, bu, İnşaallah, (Sad, 29) ayetinin tefsirine geldiğimizde yapılacaktır. Bil ki, Allahü teâlâ, bundan sonra dokuz peygamberin durumundan bahsetmiş, bunlardan üçünü tafsilatlı, diğer altısını da kısaca ele almıştır. Dâvûd (aleyhisselâm)'un Kıssası Birinci Kıssa: Dâvûd (aleyhisselâm)'un kıssasıdır. Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, bu kıssade bahsettiği şeylerin temel noktaları, şu üç çeşit sözdür: a) Allah'ın, Dâvûd (aleyhisselâm)'a verdiği, uhrevî ve dünyevî mutlulukları gerektiren sıfatların tafsilatlı anlatılması. b) O iki davacının İşinden dolayı, Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'un başına gelen o hadisenin izahı. c) Bu hadisenin vukuundan sonra, Allahü teâlâ'nın, Dâvûd (aleyhisselâm)'u halifesi olarak seçmesi. Birinci nev'e yani, Allah'ın, Dâvûd (aleyhisselâm)'a verdiği mükemmel mutlulukları gerektiren o sıfatların izah edilmesine gelince bunlar on tanedir: Dâvûd (aleyhisselâm)'a Yapılan Lütuflar 1) Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "(Habibim), onlar ne derlerse, sabret. Kulumuz Davud'u hatırla" deyip, bu denli kıymetti olmasına rağmen, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Allah'a taat konusunda sabretmesini teminen, Dâvûd (aleyhisselâm)'a uymasını emretmesidir ki bu, Allah, mahlûkatın en üstünü olan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iyi ahlâk hususunda Dâvûd (aleyhisselâm)'a uymasını emrettiğinde, Dâvûd (aleyhisselâm) için alabildiğine bir şeref ve alabildiğine bir ikramdır. 2) Cenâb-ı Hak, Dâvûd (aleyhisselâm) hakkında, "Kulumuz Dâvûd" buyurmuş, Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'u, Kendisinin kulu olmakla tavsif etmiş; Kendisini de alabildiğine tazîm ve saygı ifâde eden, çoğul sigasıyla anmıştır ki, bu da son derece şeref vermedir. Baksana, Cenâb-ı Hak, miraç gecesinde Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, şerefyâb etmek isteyince, (İsra, 1) buyurarak kulluğun en yüksek mertebe olduğuna işaret etmiştir. Binâenaleyh, tefsirini yapmakta olduğumuz ayetin bu ifadesi, Dâvûd (aleyhisselâm)'un alabildiğine kıymetli bir zât olduğuna delâlet eder. Böylece de bu, aynı zamanda, Dâvûd (aleyhisselâm)'un derecesinin yüksekliğinin bir delili olmuş olur. Çünkü, Allahü teâlâ'nın, peygamberlerini kendisine kul olmakla tavsif etmesi, onların, O'na taatteki gayretleri sebebiyle kulluğu tahakkuk ettirdiklerini ihsas ettirmektedir. 3) Ayetteki, "kudret sahibi" ifadesinin anlattığı husus... Bu, "taat olan şeyleri edaya ve günahlardan kaçınmaya gücü olan" demektir. Bu böyledir. Çünkü Allahü teâlâ, Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'u, kuvvetli olmakla övünce, bu kuvvetin, övülmeyi gerektiren bir şekilde olması gerekir. Büyük övgüyü gerektiren kuvvet ise, ancak emrolunanı yapmaya ve nehyolunandan kaçmaya dair olan güç-kuvvettir. Burada gecen, "el-eyd" ifadesi, tıpkı, "Ey Yahya kitabi kuvvet ile al" (Meryem, 13) ve "Bunu kuvvet ile al" (yani, emanetleri yerine vermede gayret ile dine daveti ifada şiddet ve acizliği bırakmak suretiyle, bu levhaları al" (A'râf, 145) ayetlerindeki "kuvvet" kelimesi gibidir. Binâenaleyh "eyd" ile "kuvvet" aynı manaya gelir. Hak teâlâ'nın, (Enfal.62) (Bakara,87) ve (Zariyât. 47) ayetlerindeki kelimelerde bu manayadır. Katade'nin, ayetin bu kelimesini, "Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'a, ibadet hususunda bir kuvvet ve din hususunda bir anlayış verdi. Çünkü o, geceleri namaz kılar ve zamanının yarısını oruçlu geçirirdi" diye tefsir ettiği rivayet edilmiştir. 4) Ayetteki, "O dâima (Allah'ın rızasına) dönen bir zattı" ifadesinin anlattığı husus... Yani Dâvûd (aleyhisselâm), bütün işlerinde Allah'a taata dönerdi. Evvâb, birisi döndüğünde kullanılan fiilinin, fa'âl vezninde bir isimdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onların dönüşleri şüphesiz bizedir" (Ğaşiye, 25) buyurmuştur. Fa'âl vezni, mübalağa ifade eden bir sîgadır. Nitekim kattâl ve darrâb kelimelerinin, katil ve dâribden daha mübalağalı (ileri) bir mana ifade ettiği söylenmiştir. 5) Ayetteki, "Gerçekten biz dağları musahhar kıldık da bunlar, akşamleyin ve kuşluk vaktinde onunla birlikte tesbih ederlerdi" ayetinin ifade ettiği husus... Bu ayetin bir benzeri de, "Ey dağ, onunla birlikte (Rabbine) dön" (dedik). Kuşlara da (bunu emrettik)" (Sebe, 10) ayetidir. Bu ifade ile ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Bu ifadeyle ilgili olarak şu izahlar yapılabilir: a) Allahü teâlâ, dağın kütlesinde hayatı, aklı, kudreti ve konuşma özelliğini yarattı. Böylece o dağ, Allah'ı tesbih eder hale geldi. Bu ayetin bir benzeri de, "Rabbi dağa tecelli edince..."(Araf. 143) ayetidir. Çünkü bunun manası da, "Allah o dağda aklı, anlayışı, sonra da kendisini görme kabiliyetini yarattı" demektir. İşte tefsir ettiğimiz ayetin manası da böyledir. b) Kaffâl'ın tefsirinde rivayet ettiğine göre şöyle denebilir: Allahü teâlâ Dâvûd (aleyhisselâm)'a, sesinin şiddetli ve güzel oluşundan ötürü, dağda hoş bir yankı ve yine sesinin güzelliğinden ötürü, kuşların kendisine kulak vereceği bir özellik vermiştir. Böylece dağın yankısı ve kuşların Dâvûd (aleyhisselâm)'la beraber cıvıldayışları, adetâ bir tesbih olmuştur. Muhammed b. İshâk şunu anlatmıştır: "Allahü teâlâ, hiçbir mahlûkuna, Dâvûd (aleyhisselâm)'a verdiği gibi güzel bir ses vermemiştir, öyle ki o, Zebur'u okurken, vahşi hayvanlar, Dâvûd (aleyhisselâm)'un onları boyunlarından yakalayabileceği bir mesafeye kadar yaklaşırlardı." c) Allahü teâlâ, dağları onun emrine âmâde kılmıştır. Bundan dolayı onlar, onun istediği yöne-yere hareket ediyorlardı. İşte dağların böyle, onun istediği yere gitmeleri bir tesbihtir. Çünkü onların bu hareketi, Allah'ın kudret ve hikmetinin mükemmelliğine delâlet eder. İkinci Bahis: Keşşaf sahibi, ayetteki,"tesbih ederler" ifadesinin "müsebbihât" (tesbih edici oldukları halde) manasında olduğunu söylemiştir. Buna göre eğer, "Bu iki ifade arasında bir fark var mıdır?" denilirse, biz deriz ki: "Evet. Abdulkâhir en-Nahvî'nin (el-Cürcânî'nin) "Delâilü'l-İ'caz"ında dabeyan ettiği gibi, fiil sîgası, o işin tekrar tekrar yapıldığına; isim sîgası ise, o işin devamlı olarak (kesintisiz) yapıldığına delâlet eder. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, ayetteki bu fiil, dağların tesbihinin zaman zaman, peyderpey meydana geldiğine ve bu sesi duyanların,dağların tesbihatını dinlemek için hazır bulunduklarına delalet eder. Üçüncü Bahis: Zeccâc şöyle der: "Güneş doğduğunda, etrafı aydınlattığında, denilir." Bu İkisinin aynı manaya olduğu da söylenmiştir. Fakat, birinci şekli daha fazla kullanılır. Çünkü Araplar, "Güneş doğdu, su ortaya çıktı" ifadelerini çokça kullanır. Dördüncü Bahis: Alimler, kuşluk namazının meşru oluşu hususunda bu ayeti delil getirmişlerdir. Ümmü Hfinf (radıyallahü anhnha)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanımıza geldi, abdest suyu istedi ve abdest alıp, kuşluk namazını kıldı ve sonra, "Ey Ümmü Hânı, bu işrâk (kuşluk) namazıdır" dedi. Tâvûs Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini nakletmiştir: "Sizler, Kur'ân'da kuşluk namazından bahsedildiğini biliyor musunuz?" Yanındakiler, "Hayır" deyince o, bu ayeti okuyarak, "Dâvûd (aleyhisselâm) bu namazı kılardı. Kuşluk namazı aklıma geldiğinde, bunu bu ayette bulurum" demiştir. 6) Hak 'Teâlâ'nın "Toplanıp gelen kuşların da herbiri onun tesbihi sebebiyle tesbih ediyorlardı" ayetinin ifâde ettiği sıfat... Bu ifâdeyle ilgili birkaç bahis var: Birinci Bahis: Tayr, cibal "dağ" üzerine atıf olup, takdiri, "Kuşları da toplanmış olarak, ona musahhar kıldık" şeklindedir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Dâvûd (aleyhisselâm) tesbîhata başladığında, dağlar ona uyar, kuşlar ona doğru gelip toplanır ve onunla birlikte tesbihatta bulunurlardı. Kuşların ona doğru toplanmaları, onların "haşr"idır." Bu izaha göre, onları böyle biraraya kuşlar taplayan Allahü teâlâ olmuş olur. Eğer "akıllan olmadığı halde, kuşlar Allah'ı nasıl tesbih edebilirler?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şöyle denebilir: "Allahü teâlâ, onlarda, kendisini bilebilecekleri kadar akıl yaratmıştır. İşte bu durumda onlar Allah'ı tesbih etmişlerdir. Bütün bunlar (aslında), Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'un birer mucizesidir." İkinci Bahis: Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu ayetteki mahşûreten kelimesi, Önceki ayette geçen, "tesbih ederler" sözünün mukabili olarak getirilmiştir. Fakat tesbihde, bu işin zaman zaman meydana geldiğini anlatma gibi bir mana, bu kelimede yoktur. İşte bundan dolayı bu kelime, fiil değil, isim olarak getirilmiştir. Bunun sebebi şudur: "Eğer, "Haşrın (toplanmanın), onları toplayan tarafından bir anda meydana getirildiği" manasında, "Kuşları da, tesbih eder oldukları halde biraraya toplayarak, Dâvûd (aleyhisselâm)'un emrine âmâde kıldık" denilmiş olsaydı, bu da bir önceki ayette olduğu gibi, o tesbihin zaman zaman olduğuna delalet ederdi. Allah en iyi bilendir. Üçüncü Bahis: Buradaki, "tayrun" ve "mahsurun" kelimeleri merfû (ötüreli) olarak da okunmuştur. 7) Ayetteki, ifadesinin anlattığı husus... Bu, "Dağlardan ve kuşlardan herbiri evvâb, yani çokça dönüp gelici idiler. Yani Dâvûd (aleyhisselâm), ne zaman tesbihe başlasa, dağlar da ona icabet eder, uyarlardı, kuşlar da dağların, tesbihatına dönerlerdi, uyarlardı" demektir. Bu sıfat ile, bundan önceki sıfat arasındaki fark şudur: Biz, önceki sıfatta dağların ve kuşların, Dâvûd (aleyhisselâm)'un tesbihi ile birlikte tesbih ettiklerini anlıyoruz. Bu sıfatta ise, bu birlikte tesbih etmenin devamlı olduğunu anlıyoruz. Lehü (ona) ifadesindeki zamirin, Allah'a râcî olduğu ve "Dâvûd (aleyhisselâm), dağlar ve kuşlar, Allah'a rücû ederlerdi, yani tesbih için O'na yönelir ve O'nu tesbih ederlerdi" manasına geldiği de söylenmiştir. 8) "Onun mülkünü de kuvvetlendirdik" ayetinin ifade ettiği sıfat... Cenâb-ı Hak bir başka ayetinde, bu fiili bu manada kullanarak "Kardeşinle senin pazunu kuvvetlendireceğiz" (Kasas, 35) buyurmuştur, fiilinin, ileri bir mana ifade ettiği de söylenmiştir. Bu kuvveti sağlayan sebepler pek çok olup, ya dünyevî, ya dinî sebeplerdir. Dünyevî olanlar ile ilgili olarak âlimler şu iki izahı yapmışlardır: a) Vahidî, Sa'îd b. Cübeyr'in, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan şunu rivayet ettiğini söylemiştir: Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'u her gece otuzaltı bin adam beklerdi. Dolayısıyla sabah olduğunda onlara, "Haydi artık gidin. Şüphesiz Allah'ın peygamberi (Dâvûd) sizden razı oldu" denilirdi." Başkaları bu sayının daha fazla olduğunu söyleyerek, kırkbin kişi olduklarını ileri sürüp, Dâvûd (aleyhisselâm)'un saltanat açısından, yeryüzü krallarının en güçlüsü olduğunu ifade etmişlerdir. İkrime, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir adam, Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'a gelerek, bir başkasının kendisinin bir sığırını gasbettiğini iddia etti. Ama o sığın gasbettiği iddia edilen şahıs bunu kabul etmedi. Bunun üzerine Dâvûd (aleyhisselâm), o iddiada bulunana, "Delilini göster" dedi. Ama o, getiremedi. Bunun üzerine Dâvûd (aleyhisselâm) rüyasında, Allahü teâlâ'nın, kendisine bu iş nisbet edilen şahsı öldürerek cezalandırmasını emretti. Dâvûd (aleyhisselâm), "Bu bir rüyadır" diyerek bekledi. Derken rüyadan sonra o adamı öldürmesi hususunda vahiy geldi. Bunun üzerine o adamı tutuklatıp getirtti ve Allah'ın, kendisine onu öldürmesini vahyettiğini o adama haber verdi. O adam da, "Allah doğrudur. Çünkü ben, o adamın babasını haksız yere öldürmüştüm" dedi. Dâvûd (aleyhisselâm) bunun üzerine onu öldürttü. İşte bu hâdise, Davud (aleyhisselâm)'un mülkünü ve hükümranlığını kuvvetlendirdi. Bu kuvvetliliği gerektiren dinî sebepler ise, onun sabrı, tam itinası ve mükemmel ihtiyatıdır. 9) "Ona hikmet verdik" cümlesinin anlattığı sıfat... Bil ki Allahü teâlâ, "Kime hikmet verilmiş ise, ona çok hayır verilmiş demektir" (Bakara, 269) buyurmuştur. Bil ki faziletler, ruhanî, bedenî ve bu ikisi dışında olmak üzere, üçe ayrılır. Ruhanî faziletler de, ilim ve amel olarak iki kısma münhasırdır. İlim, beşer takati ölçüsünde insanın, hakikî tasavvurlar ve nefsanî tasdikler ile olmasıdır. Amel de, insanın, dünya ve âhiret işlerine en uygun olanı yapması demektir, işte hikmet de budur. Hikmet bu ismi, "hikmet" kelimesinin, işlerin Ihkâm ile muhkem (sağlam) yapılıp, zayıflık sebeplerinden uzak tutulması manasında oluşundan ötürü almıştır. Sapasağlam ve isabetli inançlar, neshi (değişmeyi) ve çelişkîyî kabul etmezler. Dolayısıyla bunlar sen derece muhkem olurlar. Dünya ve âhirete uygun olan amellere riayet de vâcib olup, bunlar da yine çelişkiyi ve neshi kabul etmezler. İşte bu sebepten ötürü, bu bilgi ve amellere hikmet adını veriyoruz. 10) "Fasl-ı hitab" sıfatı... Bil ki bu âlemin cisimleri üç kısımdır: a) İdrâk ve şuurdan uzak olanlar... Bunlar, cansızlar ve bitkilerdir. b) İdrâk ve şuur sahibi olup, genelde tanıyıp bildikleri durumları başkalarına anlatamayan varlıklar... Bunlar da, insan dışındaki hayvanlardır. c) İdrâk ve şuur sahibi olup, aynı zamanda bildiği durumları başkalarına anlatabilen varlıklar. Bunlar da onların bildikleri durumları konuşarak başkalarına an'Mabilen insanlardır. İnsanlar, kafalarındakini ve kalplerindekini anlatmaya muktedir olma açısından, farklı farklıdırlar: Kimileri için düzenli bir şekilde konuşma sanki imkânsızdır. Böylesi kimselerin sözleri, birbirine karışıktır, tam anlamıyla bir laf salatasıdır. Kimileri de, bazı bakımlardan, düzenli konuşamazlar. Kimileri de, manayı kavramada ve onu ifade etmede çok ileridirler. Kendilerinde böyle bir kudret bulunan herkesin, kendisinde bulunan ruhanî natıkadan sâdır olan eserleri (sözleri), o nisbette mükemmel olur. Kendisinde bu kudret az bulunan kimselerin eserleri (sözleri) de, o nisbette zayıf olur. Cenâb-ı Hak, Dâvûd (aleyhisselâm)'daki "konuşan ruh cevherinin" halinin mükemmel olduğunu, "Ona hikmeti verdik" ifadesiyle beyan edince, bunun peşinden onun, konulmada, telaffuzda ve açıklamadaki halinin de mükemmel olduğunu izah etmek üzere "ve fasl-ı hitabı verdik" buyurmuştur ki bu, son derece güzel bir tertibtir. Bazı müfessirler ilk defa Dâvûd (aleyhisselâm)'un, konuşurken (......) dediğini söylemişler ve "fasl-ı hitab"ını onun böyle söylemesi olarak tefsir etmişlerdir. Ben derim ki, bu gibi kelimelerin peşine düşüp, bunları araştıranlar, gerçekten Allah'ın kelamının manasını anlamaktan çok mahrum kalmışlardır. Allah en iyi bilendir. Bu ifade ile, Dâvûd (aleyhisselâm)'ın, davalıların arasında hükmetmesi, yani delil isteyip, yemin ettirme usulünü bilip kullanmasının kastedildiğini söyleyenlerin görüşü de uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu, hiçbirşeyi diğer birşeye karıştırmadan, her sözün yerini diğerinden ayırdedecek bir biçimde, Dâvûd (aleyhisselâm)'un, gönlündeki ve kafasındaki fikirleri, güzel bir şekilde ifade etmeye muktedir olmasından ibarettir. İşte bizim verdiğimiz bu mana genel olup, bu husustaki herşeyi içine alır. Allah en iyi bilendir, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'u medh için zikrettiği bu on sıfat hakkındaki sözümüz burada noktalanmaktadır. Dâvûd (aleyhisselâm)'un Huzurunda Duruşma 21Âyetin tefsiri için bak:25 22Âyetin tefsiri için bak:25 23Âyetin tefsiri için bak:25 24Âyetin tefsiri için bak:25 25"Sana o davacıların haberi geldi mi? Hani onlar, duvardan mescide tırmanıp girmişlerdi. Hani Davud'un huzuruna girmişlerdi ve o bunlardan telaşa düşmüştü. Onlar: "Korkma, biz iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına tecavüz etti. Şimdi sen aramızda adaletle hükmet, aşırı gitme. Bizi dosdoğru yola ilet" dediler. (İçlerinden biri): "Şu benim kardeşim. Onun doksandokuz koyunu var. Benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken "Onu bana ver" dedi ve tartışmada beni yendi" dedi. (Dâvûd) da dedi ki: "Andolsun ki o, senin koyununu, kendi koyunlarına katmak istemesiyle sana zulmetmiştir. Gerçekten ortak iş sahiplerinin çoğu mutlaka birbirine haksızlık eder, ama iman edip, salih ameller işleyen kimseler müstesna. Bunlar da çok azdır!" Dâvûd sandı ki biz kendisini deniyoruz. Bundan dolayı o, Rabbine istiğfar etti, rükû ederek yere kapanıp, Allah'a rücû etti. Biz de bunu onun için affettik. Katımızda muhakkak onun bir yakınlığı ve akıbet güzelliği var" Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'u medhedip, ona, biraz önce bahsettiğimiz on bakımdan övgüde bulununca, sayesinde bu hâdisede meydana gelen hallerin hiçbirinin, Dâvûd (aleyhisselâm)'un medh-ü senaya müstehak oluşunu ortaya koymadığını anlatmak için, bunun peşinden bir kıssa anlatmıştır: Ayetteki, "Sana o davacıların haberi geldi mi?" sorusu, "Sana Musa'nın sözü geldi mi?" (Tahâ, 9) ayeti gibidir. Bu Sorunun hikmeti, kendisine kulak vermeye ve ibret almaya sevketsin diye, hakkında bu soru sorulan kıssanın önemine dikkat çekmektir. Ben derim ki: İnsanların, bu kıssa hakkında şu üç görüşleri var: a) Kıssanın bu şekilde anlatılması, Dâvûd (aleyhisselâm)'dan bir büyük günahın sâdır olduğunu gösterir. b) Bu, ondan, bir küçük günahın sâdır olduğunu gösterir. c) Bu kıssa, ondan, ne bir büyük günahın, ne bir küçük günahın sâdır olduğunu göstermeyecek bir biçimdedir. Birinci İhtimal: Birinci görüştekilerin bu kıssa ile ilgili sözlerinin özü şudur: Dâvûd (aleyhisselâm), Ûriyâ'nın hanımına aşık olur. Çeşitli çarelere başvurur. Neticede kocasını öldürtür ve o kadınla evlenir. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak kendisine, bu hâdiseye benzer bir hâdise hakkında, iki davalı adam kılığında iki melek gönderir. Melekler hâdiseyi hüküm vermesi için ona arzederler. Böylece Dâvûd (aleyhisselâm), kendisinin günahkâr olduğunu itiraf edeceği bir biçimde hüküm verir ve sonra bunu anlayıp, Allah'a tevbe eder. Bu husustaki inancım ve fikrim, anlatılan bu hikâyenin bâtıl olmasıdır Bunun delilleri şunlardır: 1) Bu hikâye, insanların en fâsık ve günahkârına nisbet edilecek olsa. o büe bu tür şeylerden utanç duyar. Bu hikâyeyi anlatan o lüzumsuz pis herifin kendisine, böylesine şeyler nisbet edilecek olsa, kendini bundan alabildiğine tenzih eder ve çoğu zaman, kendine böyle şeyler nisbet edene lanet eder. Durum böyle olunca, insana, masum olan bir peygambere böylesi bir şeyi nisbet etmesi nasıl uygun öüşer? 2) Bu hikâyenin neticesi, Dâvûd (aleyhisselâm)'un zulmederek bir müslümanı öldürtüp, hanımıyla evlenme gayretine girmesine varır. Birinci husus, dinen kabul edilmez bir şeydir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kim, isterse bir kelimenin yarısıyla bile olsa, bir müslümanm kanı (öldürülmesi) için gayret gösterirse, Kıyamet günü, İki kaşının arasına, "Bu, Allah'ın rahmetinden uzak kaldı" diye yazılı olarak gelir" Ibni Maca, diyat, 1(2/874) Benzer hadisi. buyurmuştur. İkinci husus da, gerçekten nahoş bir şeydir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Müslüman, diğer müslümanların dilinden ve elinden salim oldukları kimsedir Buhari, iman, 4.5. buyurmuştur. Bu hikâyeye göre ise, Ûriya, Davûd (aleyhisselâm)'dan ne canı, ne hanımı hususunda sâtim olmuştur. 3) Allahü teâlâ, bu kıssadan önce, Dâvûd (aleyhisselâm)'u, biraz önce de anlattığımız gibi, on sıfatla nitelemiştir. Yine bu kıssadan sonra onu, pek çok sıfatlarla tavsif etmiştir. Bu sıfatların hepsi de, Dâvûd (aleyhisselâm)'un böylesi kötü bir fiil, çirkin bir işle nitelenmesine terstirler. Bu konuyu iyice anlatabilmemiz için, biraz önce bahsettiğimiz o sıfatları yeniden ele almamızda bir sakınca yok. Binâenaleyh diyoruz ki: Dâvûd (aleyhisselâm)'un Sekiz Sıfatı Birinci Sıfat: Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, sabırda üstün olma ve güçlüklere göğüs germe hususunda, Dâvûd (aleyhisselâm)'un yolunca gitmesini emretmiştir. Şimdi kalkar da, Dâvûd (aleyhisselâm)'un nefsinin muhalefetine (isteğine) dayanamayıp, şehvetini tatmin için bir müslümanın kanını akıtmaya gayret ettiğini söylersek, Ahkemü'l-hâkimîn olan Allah'ın, taatlara sabır konusunda peygamberlerin en üstünü olan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Dâvûd (aleyhisselâm)'a uymasını emretmesi nasıl uygun düşer? İkinci Sıfat: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Dâvûd (aleyhisselâm)'u, kendisinin "kulu" olarak vasfetmesidir. Bu şekilde vasfetmenin gayesinin, bu sıfata sahip kimsenin, kulluk noktasında kâmil olduğunu, taatları edada ve haramlardan sakınmada doruk noktaya ulaştığını anlatmak olduğunu açıklamıştık. Şimdi kalkar da Dâvûd (aleyhisselâm)'un böyle bâtıl işlerle meşgul olduğunu söylersek, bu durumda o, Allah'a kullukta kemâle ermiş olmak şöyle dursun, aksine hevâ-ü hevesine ve şehvetine uymada doruğa ulaşmış bir kimse olur. Üçüncü Sıfat: Bu, ayetteki, "kuvvetli" kelimesiyle anlatılan sıfattır. Bu ifadeyle, dinî açıdan kuvvetli oluşun kastedildiğinde şüphe yoktur. Çünkü dînin dışında kalan şeylerdeki kuvvet, kâfir krallarda da var. Dindeki kuvvetin manası ise, farzları yerine getirme ve haramlardan sakınma hususunda mükemmel kuvvettir. Kendisini adam öldürmekten ve bir din kardeşinin hanımına arzu duymaktan alamayan kimse için, böyle bir kuvvetten nasıl bahsedilebilir? Dördüncü Sıfat: Bu, Dâvûd (aleyhisselâm)'un Allah'a çokça rücû edişini anlatan sıfattır. Böylesi bir sıfat da, kalbi adam öldürmek ve fısk-u fücurla dopdolu olan birisi için nasıl uygun düşer? Beşinci Sıfat: Bu, "Dağlan ona musahhar kıldık" ayetinin ifade ettiği husustur. Şimdi sen, adam öldürmeye ve fısk-u fücura vesile edilmesi için, dağların onun emrine verildiğini söyleyebilir misin? Altıncı Sıfat: Bu, "Toplanmış olarak kuşları (ona musahhar kıldık)" ayetinin ifade ettiği husustur. Rivayet edildiğine göre, Dâvûd (aleyhisselâm)'a, kuşları avlamak haram kılınmıştı. Binâenaleyh kendisinden müslüman bir adamın canı ve hanımı hususunda emin olamadığı birisinden, kuşların emin olması nasıl düşünülebilir? Yedinci Sıfat: Bu, "Onun mülkünü de kuvvetlendirdik" ayetinin ifade ettiği husustur. Bununla, Allahü teâlâ'nın dünyevî sebep ve vasıtalarla, onun mülkünü kuvvetlendirmesi manasının kastedilmiş olması imkânsızdır. Aksine bununla kastedilen, Cenâb-ı Hakk'ın dini ve uhrevî saadetleri takviye eden şeylerle, onun mülkünü kuvvetlendirmeyidir. Şu halde bu ayetle, onun mülkünün hem dinî, hem de dünyevî hususlarda kuvvetlendirilmesi kastedilmiştir. Kendisini adam öldürmekten ve fısk-u fücurdan alıkoyamayan kimse için, bu nasıl münasib olur? Sekizinci Sıfat: Bu, "Ona hikmet ve fasl-ı hitab verdik" ayetinin ifade ettiği husustur. Hikmet, bilme ve amel bakımından olması gereken herşeyi içine alan bir isimdir. Dolayısıyla Dâvûd (aleyhisselâm)'un, pis şeytanın bile arkadaşlarının en seçkinine, canı ve hanımı hususunda eziyet çektirmekten utanç duyacağı bir işte ısrar etmesi durumunda, Cenâb-ı Hakk'ın onun için, "Ona hikmet verdik" demiş olması nasıl düşünülebilir? Binâenaleyh bu kıssanın anlatılmasından önce, Cenâb-ı Hakk'ın bu sıfatları zikretmesi, Dâvûd (aleyhisselâm)'un sahasının, ırz ve namusunun, böylesi hikâyelerden ve yalanlardan uzak olduğuna delâlet eder. Dâvûd (aleyhisselâm)'un On Sıfatı Ayette anlatılan kıssadan sonra, Hazret-i Dâvud (aleyhisselâm) için zikredilen sıfatlar da on tanedir: 1) "Katımızda muhakkak onun bir yakınlığı ve akıbet güzelliği var" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadenin burada getirilmesi ancak, bundan önce anlatılan kıssanın, Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'un Allah'a İtaat konusunda sebatlı olduğunu göstermesi halinde uygun düşer. Ama önceki kıssanın, Dâvûd (aleyhisselâm)'un adam öldürmeye ve fısk-u fücura gayret gösterdiğine delâlet etmesi halinde, "Katımızda muhakkak onun bir yakınlığı ve akıbet güzelliği var" ayetinin zikredilmesi uygun düşmüş olmazdı. 2) Bu, "Ey Dâvûd, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık" (Sâd, 26) ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ayette de, o hikâyenin yalan ve düzmece olduğuna şu bakımlardan delalet eder: a) Büyük bir padişah, adamlarının birinin, insanların canlarına, mallarına ve hanımlarına kastettiğini, musallat olduğunu anlatıp, bu durumu bir topluluğa anlatıp tamamladıktan sonra, o adamı için, "Ey kulum, ben halifeliğimi ve nâibliğimi sana havale ediyorum" demesi çok çirkin olur. Çünkü böylesi çirkin ve nahoş işlerin anlatılması, bunları yapanın kovulmasına ve icraattan menedilmesine yol açar. Ama bunun o padişah adına hareket ederek bir halife tarafından yapılması, kesinlikle uygun düşmeyecek bir iştir. b) Fıkıh usûlünde şöyle bir kural vardır: "Bir sıfatın peşinden getirilen bu hükmün, o sıfata bağlı (dayalı) olduğuna delalet eder" Binaenaleyh Cenab-ı Hak, Dâvûd (aleyhisselâm) için, böyle bir çirkin işten bahsedip, sonra da "Biz seni yeryüzünde bir halife yaptık” deyince, bu, halife yapmayı gerektiren şeyin, O kimsenin bu kötü fiilleri işlemiş olması olduğu hissini vermektedir. Böyle birşeyin söz konusu olamayacağı ise malumdur. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın bu kıssayı, Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'un ırz ve namusunun, günahlardan uzak alduğuna ve Allah'a taat konusunda olabildiğine sabırlı olduğuna delâlet etsin diye getirmiş olması halinde, bunun peşinden, "Biz seni yeryüzünde bir halife kıldık" demesi uygun olur. Böylece tercih ettiğimiz görüşün daha evlâ olduğu sabit olur. 3) Hem bu kıssadan önceki, hem de sonraki ayetler Davûd (aleyhisselâm)'un medhedildiğine, muhterem biri olduğuna delâlet edip, ortada kalanlar, birtakım çirkinliklere ve kusurlara delâlet etmiş olsaydı, bu, tıpkı "Falanca, Allah'a taat konusunda, derece ve mertebesi ulu bir kimsedir. Adam öldürür, zina eder, hırsızlık yapar. Allah onu, yeryüzünde halife kılmıştır. Verdiği hükümleri tasvip etmiştir" denilmesi gibi olur. Böylesi bir sözün, insan tarafından söylenilmesi bile uygun olmadığına göre, buradaki durum da aynıdır. Aşık olma ve adam öldürtme hususunda faaliyet göstermenin en büyük kusurlardan olduğu ise malumdur. 4) Bu görüşü ileri sürenler, bu rivayette, Dâvûd (aleyhisselâm)'un, meselâ ateşe atılması, kesilecek olan oğluna mukabil kurban edilmek üzere koç verilmesi gibi şeylerin Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) için büyük bir mükâfaatı gerektiren musibetlerin Yakub (aleyhisselâm) için meydana gelmesi gibi, önceki peygamberlerde bulunan bu yüce makamların, dinî konularda kendisi için de tahakkuk etmesini temenni ettiğini, derken Allahü teâlâ'nın, kendisine, "Onlar, belâya mübtelâ olduklarında sabrettikleri için bu dereceleri elde ettiler" diye vahyettiğini; bunun üzerine de Dâvûd (aleyhisselâm)'un, kendisine de bir belâ (imtihan vesilesi) vermesini istediğini; derken, Allah'ın ona, "Sen falanca gün bir belâya mübtela olacaksın" diye vahyettiğini ve Dâvûd (aleyhisselâm)'un bundan iyice sakındığını, derken o hâdisenin meydana geldiğini zikretmişlerdir. Şimdi biz diyoruz ki: Onların bu anlattıkları şeyin başı, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'u, onun şerefini arttıracak, ihlasının derecesini mükemmetleştirecek bir belâ ile mübtelâ kıldığına delâlet etmektedir. Binâenaleyh Dâvûd (aleyhisselâm)'un, haksız yere adam öldürmeye çalışması ve aşk konusunda çok ileri gitmesi, onun bu önceki haline nasıl uygun düşer? Böylece, bu adamların anlattıkları bu hikâyenin başının, sonuna ters düştüğü sabit olmuş olur. 5) Dâvûd (aleyhisselâm) "Gerçekten, ortak iş yapanların çoğu mutlaka birbirine haksızlık eder. îman edip de (...) müstesna" (Sâd, 24) demiş, iman edenleri, haksızlık yapmaktan istisna etmiştir. Şimdi biz kalkar da, onun haksızlık ile muttasıf olduğunu söylersek, bu durumda, "O, kendisinin imansız olduğuna hükmetmiştir" denilmesi gerekir ki, bu ise, olamaz ve bâtıldır. 6) Bir mecliste bulunuyordum. Derken orada, meliklerin büyüklerinden olan birisi de bulunuyordu ve bu melik, bunu gerektiren herhangi bir sebepten dolayı, bu fasit anlayışın ve bu çirkin kıssanın anlatılmasını içtenlikle istiyordu. Bunun üzerine ben, kendisine, "Dâvûd (aleyhisselâm)'un nebilerin ve resullerin ulularından olduğunda şüphe yoktur. Andolsun ki, Cenâb-ı Hak "Allah, peygamberliğini nereye (kime) vereceğini en iyi bilendir" (En'am, 124) buyurmuştur. Allah'ın, kendisini böylesi büyük övgüyle övdüğü kimseyi tenkit hususunda ileri gitmemiz, bizim için caiz değildir. Hem, bir an için, onun peygamber olmadığını farzedelim. ama onun bir müslüman olduğunda şüphe yoktur. Andolsun ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ölülerinizi ancak hayırla anınız" Tirmizi, cevâiz, 34 (3/339) Benzer hadis... buyurmuştur. Sonra, bizim bu delillerden herhangi birisine iltifat etmediğimizi düşünelim. Ancak ne var ki biz diyoruz ki, göz boyamak için bahsedilen bu kıssanın, bir an için doğru ve gerçek olduğunu düşünelim. Çünkü, bunu rivayet etmek ve bunu anlatmak, herhangi bir mükâfaatı gerektirmez. Çünkü, kötü şeyleri yaymak ikâb ve cezalandırılmayı gerektirmese bile, sevabı gerektirmeyeceğini de zorunlu olarak bilmekteyiz. Ama bu kıssanın bâtıl olması halinde, bunu anlatanların büyük bir cezaya müstehak olacakları da malûmdur. Durumu ve niteliği böyle olan bir hadise hakkında aktın sarih hükmü, susmayı gerektirir. Böylece, bizim benimsediğimiz tutumun isabetli olup, bu kıssanın anlatılmasının haram ve yasak olduğu kesinleşir" dedim. O hükümdar, bu sözleri duyunca sustu ve artık hiçbir şey söylemedi. 7) Hem bu kıssanın, hem de Yusuf (aleyhisselâm) kıssasının anlatılması, kötü şeylerin yayılmasına vesîte olabilir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk'ın "iman edenler içinde kötülüğün yayılmasını arzulayanlar..." (Nur, 19) ayetinin yasaklaması sebebiyle haram olması gerekir. 8) Dâvûd (aleyhisselâm) şayet, o adamın öldürülmesine çalışmış olsaydı, o zaman o, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kim, velev ki bir kelimenin yarısıyla dahi, bir müslümanın kanını heder etme hususunda sa'y-ü gayret gösterirse, o, Kıyamet gününde, iki kaşının arasına, "Allah'ın rahmetinden uzak kaldı"yazılmış olarak gelir" hadisinin hükmüne dahil olur. Hem, Dâvûd (aleyhisselâm) şayet, böyle bir şey yapmış olsaydı, o zaman zalim olurdu. Bu seferde o, Cenâb-ı Hakk'ın, "İyi bilin ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir" (Hud, 18) ayetinin hükmüne girmiş olurdu. 9) Saîd İbnu'l-Müseyyeb'ten, Hazret-i Ali Ibn Ebi Talib (radıyallahü anh)'ın, "Kim size, kussâsın (hikaye anlatanların) anlattığı bir biçimde, Dâvûd (aleyhisselâm)'un kıssasını anlatırsa, ona yüzaltmış değnek vururum" dediği rivayet edilmiştir ki, bu, peygamberlere karşı yapılan iftiranın cezasıdır. Şu husus da bunu desteklemektedir: Sahabeden bazıları, "Muğîre İbn Şu'be zina etti" deyip, sahabenin adillerinden üç kimse de bunun böyle olduğuna şehâdet edip, dördüncüsü, "Ben, bu işi gördüm" demeyince, Ömer İbnu'l-Hattab. o üç kişiyi yalancı saymış, iftira ettikleri için, herbirine seksen değnek vurmuştur. Sahabeden birisi hakkındaki durum böyle olunca, peygamberlerin ulularından olan Dâvûd (aleyhisselâm)'a karşı takınılacak olan tavır nasıl olur? 10) Rivayet olunduğuna göre kimileri bu kıssayı, Allah'ın kitabında yer aldığı kadarıyla ele almış ve şöyle demişlerdir: "Bundan daha fazlasını söylemek uygun olmaz. Çünkü hâdise, bahsedildiği kadarıyla olup, Cenâb-ı Hak da, bu hadisenin, Dâvûd (aleyhisselâm) üzerinde saklı kalması için, bundan bahsetmediğine göre, insanın, bin veya daha az veya daha çok yıldan sonra, bu perdeyi yeniden kaldırma hususunda gayret göstermesi caiz olmaz. Bunun üzerine Ömer "Benim bu sözü duymam, bana, üzerine güneş doğan her şeyden daha sevimli geldi" dedi. Yaptığımız bu izahlarla, masalcıların anlattıkları bu hikayenin, fasit ve bâtıl olduğu iyice anlaşıldı. İmdi şayet birisi, "Muhaddis ve müfessirlerin ileri gelenlerinden pekçoğu bu kıssayı nakletmişlerdir. O halde bu kıssa hakkındaki durum, nasıl çözülebilir?" diyecek olursa, buna karşı verilecek gerçek cevap şudur: Katî deliller ile, âhâd haberlerden herhangi birisi arasında bir çelişki ve tearuz meydana geldiğinde, katî delillere dönmek ve onları benimsemek daha evlâdır. Hem aslolan, "berâet-i zimmet"tir. Yine, haram kılan delil ile, helâl kılan tearuz ettiğinde, haram kılan delili almak daha evlâ olur. İhtiyata tutunma metodu da, bizim görüşümüzün tercih edilmesini gerektirir. Yine biz, iki kere iki dört edercesine biliyoruz ki, bu hâdisenin olduğunun farzedilmesi durumunda, Allahü teâlâ Kıyamet gününde bize, 'Bu hâdisenin teşhiri hususunda niçin gayret göstermediniz?" demeyecektir. Ama, bu hâdisenin aslı ve esasının olmaması halinde, bunun anlatılması halinde ise, bize en büyük bir ceza terettüp eder. Hem, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "(Bir meseleyi) güneş gibi berrak bir biçimde bildiğin zaman, şehâdette bulun" buyurmuştur. Halbuki, bu hikâyenin doğruluğu hususunda, ne bir ilim, ne de bir zann-ı gâlib bulunmamaktadır. Tam aksine bahsettiğimiz tarzda, (aleyhte) kesin deliller bulunur. Dolayısıyla bunun böyle olduğuna şehâdet etmenin caiz olmaması vâcib olur. Hem, bütün müfessirler bu görüşte ittifak etmemişlerdir. Tam aksine, hakkı, hakikati araştıran büyük bir grup ulemâ, bunu reddetmiş ve bunun, yalan ve fasit olduğuna hükmetmişlerdir. Yine, müfessirlerin ve muhaddislerin görüşleri birbirleriyle tearuz ettiğinde, her iki tarafın görüşü de düşer, geriye, bizim bahsettiğimiz bu delillere sarılma kalır. Bizim bu hâdise hakkındaki sözümüzün tamamı bundan ibarettir. İkinci İhtimale, yani, bu kıssanın Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'dan büyük günahın sâdır etmiş olmasını gerektirmeyip, küçük günahın sâdır olmuş olmasını gerektirdiği manasına hamledilmesi görüşüne gelince, biz diyoruz ki: Bu duruma göre, bu kıssanın keyfiyyeti hususunda şu izahlar yapılabilir: 1) Bu kadına, Uriya denilen zât dünürcü, talip oldu. Derken, kadının velileri bunu uygun buldular. Ama daha sonra, Dâvûd (aleyhisselâm) da talip olunca, bu kadının ailesi, Dâvûd (aleyhisselâm)'u tercih ettiler. Böylece, Dâvûd (aleyhisselâm)'un hatası, onca karısı olmasına rağmen, mü'min kardeşinin talib olduğu kadına talip olması olmuş oldu. 2) Dâvûd (aleyhisselâm)'un gözü o kadına ilişti; derken kalbi ona meyletti. Dâvûd (aleyhisselâm)'un bu noktada, kesin olarak günahı yoktur. Çünkü, onun o kadına herhangi bir kasti olmaksızın gözünün ilişmesi bir günah değildir. Bu bakmanın peşinden onda böyle bir meylin meydana gelmesi de, yine günah sayılmaz. Çünkü bu meyi, onun gücü dahilinde değildir. Dolayısıyla, o bundan sorumlu olamaz. Daha doğrusu, o kadının kocası tesadüfen (dahli olmaksızın) ölünce, o kadınla evlenmeyi umduğu için, onun öldürülmesi sebebiyle kendisinde büyük bir üzüntü hissetmemiştir, işte böylece bu zelle, yani bu adamın öldürülüşünün ona zor gelmeyişi meydana gelmiştir. 3) Dâvûd (aleyhisselâm) zamanındakiler, kendisi onunla evlenebilmesi için, birbirlerinden hanımını boşamasını isteyebiliyorlardı. İşte bu husustaki örfleri, alışılmış ve bilinen birşey idi. Biz de, ensârın, bu manada muhacire eşit davrandıklarını görmekteyiz. Böylece, tesadüfen Dâvûd (aleyhisselâm)'un gözünün o kadına ilişmiş olması, onu arzulaması, derken kocasından, o kadından vazgeçmesini istemiş olması, kocasının da, Dâvûd (aleyhisselâm)'ın bu talebini reddetmekten utandığı, böyle bir şeyi yaptığı ihtimal dahilindedir. Bu kadın, (hâdise eğer böyleyse), Süleyman (aleyhisselâm)'ın annesidir. Bunun üzerine Dâvûd (aleyhisselâm)'un bu talebini reddetmekten utandığı, böyle bir şeyi yaptığı ihtimal dahilindedir, yakışmaz. Çünkü ebrâra (iyi kullara) göre güzel olan şeyler, mukarreblere göre günah sayılırlar" denilmiştir. Bu, yapılmış olan üç izahtır. Şayet biz bu kıssayı, bunlardan herhangi birisine hamledersek, Dâvûd (aleyhisselâm) hakkında söylenecek en fazla şeyin, onun terk-i evlâ (en efdal olanı terketme) yaptığıdır. Üçüncü İhtimale, yani bu hadisenin, Dâvûd (aleyhisselâm) hakkında ne büyük ne de küçük günahı gerektirmeyip, tam aksine en büyük övgü ve medih çeşitlerini gerektirdiğine gelince biz diyoruz ki: Rivayet olunduğuna göre, bir grup düşman Allah'ın nebisi Dâvûd (aleyhisselâm)'u öldürmek istediler. Bir gün onu, yalnız başına ve Rabbine taat ederken buldular da, o gün fırsatı değerlendirerek, mescidin duvarına tırmandılar. Yanına girince de, yanında, Dâvûd (aleyhisselâm)'u onlardan koruyacak bir topluluğun olduğunu gördüler. Bunun üzerine çekinerek, hemen orada bir yalan uydurarak, "İki davacı(yız). Birimiz ötekinin hakkına tecâvüz etti" (sad, 22) dediler. Ku'ân'ın lafızlarında, Dâvûd (aleyhisselâm)'un günaha girdiği hususunda şu dört lafız ve cümleden başka, hüccet olabilecek hiçbir şey yoktur.: a) "Dâvûd sandı ki, biz kendisine mutlaka bir azab hazırladık" (Sad, 24) cümlesi; b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Bunun üzerine o, Rabbinden bağışlanmasını diledi" (Sad, 24) cümlesi; c) "(Allah'a) döndü" cümlesi, d) Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz de bunu, onun için bağışladık" cümlesi... Biz diyoruz ki, bu lafızlardan hiçbiri, onların (birincilerin) ileri sürdükleri şeye delâlet etmemekte olup, bunu şu birkaç açıdan izah edebiliriz: 1) Onlar; Dâvûd (aleyhisselâm)'u öldürmek maksadıyla, işte bu yolla, onun yanına girip, Dâvûd (aleyhisselâm) da onların maksatlarını anlayınca, öfkesi, Dâvûd (aleyhisselâm)'u, onlardan intikam alma düşüncesiyle meşgul etmeye sevketti. Ancak ne var ki, Allah'ın rızasını elde etmek maksadıyla onları affetmeye ve bağışlamaya yöneldi ve, "Bu hâdise, işte o fitnedir. Çünkü bu, bir deneme ve bir mübtelâ kılma gibidir" dedi, daha sonra da, Rabbinden, onlardan intikam almayı aklından geçirdiği için, bağışlanmasını istedi, bu düşüncesinden vazgeçti, Allah'a döndü ve Cenâb-ı Hak da, ondan kaynaklanan bu kadarcık azim ve niyyeti bağışladı. 2) Dâvûd (aleyhisselâm) her nekadar onların kendisini öldürmek için yanına girdiklerine zann-ı galipte bulunmuş ise de, ancak ne var ki o, bu zann-ı galibinden dolayı pişman olmuş ve "Durumun böyle olduğuna bir delâlet ve emare olmadığına göre, onlar hakkında böylesi kötü bir zanda bulunduğu için, onlar hakkında ne kötü davrandım!" demiştir ki, işte bu "Dâvûd sandı ki, biz kendisine mutlaka bir azab hazırladık.. Bunun üzerine o, Rabbinden bağışlanmasını diledi, rükû ile yere kapanıp, bu zannından döndü" ayetinden kastedilendir. Böylece de Allah bunu, Dâvûd (aleyhisselâm)'dan bağışladı. 3) Onların Dâvûd (aleyhisselâm)'un yanına girmesi, Dâvûd (aleyhisselâm) için bir fitne olmuştur. Ancak ne var ki Dâvûd (aleyhisselâm), bu giren ve kendisini öldürmeye kasteden kimselerin bağışlanmasını Allah'dan istemiştir..." ki, bu tıpkı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında Cenâb-ı Hakk'ın "Hem kendinin, hem erkek mü'minlerle kadın mü'minlerin günahının bağışlanmasını iste..." (Muhammed, 19) buyurmasına benzer. Binâenaleyh Dâvûd (aleyhisselâm) onların bağışlanmasını istemiş, kendisini öldürmeyi kafalarına koyan ve içeri giren bu kimselerin bağışlanmasını isteme hususunda Allah'a yönelmiştir. Bu izaha göre ayetteki, cümlesinin manası da, "Davud'a duyulan saygı ve hürmetten dolayı biz, onun (bu girenin günahını) bağışladık" demek olur ki bu, bazı müfessirlerin, ayetinin "Allahü teâlâ, senin hatırın için ve senden dolayı, ümmetinin geçmiş günahlarını bağışlar" anlamında olduğunu söylemesi gibidir. 4) Farzedelim ki, Dâvûd (aleyhisselâm) kendisinden südûr eden bir zelleden dolayı tevbe etmiştir. Ancak ne var ki biz, bu zellenin, o kadın sebebiyle meydana geldiğini kabul etmiyoruz. Bu zellenin, davalı olan iki şahıstan diğerinin ifadesini almadan önce, birisinin lehine olarak hükmetmiş olmasından dolayı meydana gelmiş olduğunun söylenmesi niçin mümkün olmasın? Çünkü Dâvûd (aleyhisselâm), "Andolsun ki o, senin koyununu kendi koyunlarına (katmak) istemesiyle sana zulmetmiştir" deyince, verdiği bu hüküm doğru olana uymadığı için, bir delil ve şahit bulunmadan, karşı tarafın mücerred iddiasıyla, berikinin zalim olduğuna hükmetmiş oldu. İşte bu esnada, istiğfar ve tevbe ile meşgul oldu. Ancak ne var ki, Dâvûd (aleyhisselâm)'un bu hareket tarzı terk-i evlâ (daha efdal ve uygun olanı terketmek) babındandır. Yaptığımız bu izahlarla, ayetleri bu manaya hamlettiğimizde, Dâvûd (aleyhisselâm)'a herhangi bir günahın isnad edilmesi şöyle dursun, tam aksine bu, taatların en büyüğünün ona isnad edilmesini gerektirir. Sonra biz diyoruz ki: Şu sebeplerden ötürü ayeti bu manaya hamletmek daha uygundur: 1) Müslümanın hareketleri hakkında, aslolan düşünce, o kimsenin menhiyyâttan uzak olduğunu düşünmektir. Hele de, bu kimse, nebi ve resullerin ulularındansa... 2) Bu, daha ihtiyatlı olandır. 3) Cenâb-ı Hak, bu sûrenin başlarında, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Onlar ne derlerse sabret. Kulumuzu, o kuvvet sahibi Davud'u hatırla"(Sâd, 17) buyurmuştur. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavmi, "O, sihirbazdır, yalancıdır" dedikleri için, alçaklıklarını, adiliklerini, akılsız olduklarını ortaya koyduklarından, "Ey Rabbimiz, hesap gününden evvel bizim amel defterimizi acele ver"(sad, 16) diyerek, onunla alay ettiklerinden, Cenâb-ı Hak, bu sûrenin başlarında, "Ey Muhammed, onların alçaklıklarına, beyinsizliklerine sabret, buna katlan. Akıllı ve sabırlı ol. Öfkeni ortaya koyma ve kulumuz Davud'u hatırla" demiştir. Binâenaleyh, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Dâvûd (aleyhisselâm)'u hatırlaması, ancak, Oâvûd (aleyhisselâm)'un, kendi kavminin eziyyetlerine sabretmiş olması, beyinsizleklerine katlanmış olması, akıllı davranmış olması, öfkesini ve duygularını ortaya koymamış olması durumunda mâkul olur. Böyle bir mana ise ancak, bizim, ayeti bahsettiğimiz manaya hamlettiğimizde mümkün olur. Ama, bu ayeti onların ileri sürdüğü manaya hamlettiğimizde, bu iki söz, çelişki arzeder ve fasit olur. 4) Bu rivayet, ancak, biz o iki davalının melek olduğunu kabul etmemiz durumunda geçerli olur. O iki dâvâlı, meleklerden olup, aralarında herhangi bir husumet bulunmayıp, biri de diğerine tecâvüz etmemiş olduğuna göre, o iki şahsın, "Biz, birbirimize zulmetmiş iki dâvâlıyız" şeklindeki sözleri yalan olmuş olur. Dolayısıyla bu rivayet ancak şu iki şeyle tam olur: a) O yalanın, meleklere isnad edilmesi;. b) Meleklere yalan isnad etmeyi vasıta kılarak, kabahatlerin en adisini peygamberlerin ulularından olan büyük bir zâta isnat etme çabası. Ama biz ayeti, bahsettiğimiz manaya aldığımızda, o yalanı meleklere isnat etmekten ve bu çirkin işi peygamberlere mal etmekten kurtulmuş oluruz. Şu halde, bizim görüşümüz daha evladır. İşte bu konuda, yanımızda olan bilgiler bundan ibarettir. Allah, kendi kelâmının inceliklerini en iyi bilendir. Şimdi biz, ayetlerin tefsirine dönüyoruz. "Sana o davacıların haberi geldi mi?" ifadesine gelince, Vahidî şöyle der:" "onunla davalaştım" fiilinin masdarıdır. Daha sonra bu masdar, iki ve daha çok kimseler için kullanılır olmuştur. Halbuki masdar ne tesniye ne de cemî olur. Nitekim Arapça'da, tıpkı, "O ikisi, âdildirler); onlar adildir(ler)" denilmesi gibi, "O ikisi hasımdırlar; onlar hasımdırlar" denilir. Buna göre mana, "İki davalı veya davalılar" şeklinde olur. Ayetteki hasm kelimesiyle, Dâvûd (aleyhisselâm)'un yanına giren o iki şahıs kastedilmiştir. Dâvûd (aleyhisselâm)'un Mihrabı Cenâb-ı Hak, "Hani onlar, duvardan mescide tırmanmışlardı" buyurmuştur. Sen, sûrun üzerine çıktığında, dersin, O halde lâfzının manası, "Onlar, Dâvûd (aleyhisselâm)'un yanına, o mihrabın sûrlarından geldi" demek olup, sûr, mihrabın en üst kısmı demektir. Nitekim, bir kimse evin sûru tarafından eve geldiğinde denilir. Ayetteki mihrâb kelimesiyle de, Dâvûd (aleyhisselâm)'un içine girip, Rabbine taatle meşgul olduğu ev kastedilmiştir. Bir şeyin, parçalarının en kıymetlisi ile isimlendirilmesi gibi, o evde mihrâb bulunduğu için, o eve mihrâb denilmiştir. Burada, usûl-i fıkıh ilmine dair şöyle bir mesele vardır: Bazı kimselere göre, cem'in (çokluğun), en azı, ikidir. Bunlar, işte bu ayete tutunarak, şöyle demişlerdir: "Çünkü Cenâb-ı Hak, bu ayetlerde çoğul sığasını şu dört yerde kullanmıştır: a) İz tesevveru b) İz dehalu c) Minhum d) Kâlu Binâenaleyh, onların demelerinin delaletiyle, iki kişi oldukları halde, bu dört lafzın hepsi de cemî, çoğul sîgasındadır. Dolayısıyla bu ayet cem'in en azının iki olduğuna delâlet eder." Bu görüşte olanlara şu şekilde cevap verilebilir: Bu iki hasımdan her birinin, büyük bir topluluk olmaları imkânsız değildir. Çünkü, biraz önce biz, hasm kelimesinin isim kabul edilmesi halinde, tesniye ve cemi olamayacağını açıkladık. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O vakit Davud'un karşısına girivermişlerdi" buyurmuştur ki, bu "Onlar mihraba, o eve tırmandılar da, ama Dâvûd (aleyhisselâm)'un yanına giremediler. Ama Cenâb-ı Hak, "O vakit Davud'un karşısına girivermişlerdi" deyince, bu ifâde, onların tırmandıktan sonra, Dâvûd (aleyhisselâm)'un yanına girdiklerini gösterir" demektir. Ferra şöyle der: "Bazen, İz edatı iki defa getirilir, ama bu iki İz edatının manası da, bir iz gibi olur. Bu, meselâ senin, girme ve saldırma vakti aynı olmasına rağmen, "Yanına girip de, bana saldırdığında seni dövdüm" demen gibidir. Dâvûd (aleyhisselâm)'un Telâşının Sebebi Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O, bunlardan telâşa düşmüştü" buyurmuştur. Bunun sebebi şudur: Dâvûd (aleyhisselâm) kendi, yanına onların mutâd olan yoldan gelmediklerini görünce, bir kötülük yapmak için girdiklerini anladı da, işte bundan dolayı telaşa düştü. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Korkma, dediler, biz iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına tecâvüz etti" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Ayetteki hasmâni lafzı, mahzuf bir mübtedânın haberi olup, kelamın takdiri, nahnu hasmâni şeklindedir. Gelenlerin Melek Veya İnsan Olduğu Burada, ayetle ilgili iki görüş bulunur: 1) Bunlar, gökten inen iki melek olup, Dâvûd (aleyhisselâm)'un daha önce yeltendiği o çirkin işe dikkatini çekmek istemişlerdir. 2) Bunlar, iki insan olup, Dâvûd (aleyhisselâm)'un yanına kötülük yapmak ve onu öldürmek maksadıyla girmişlerdi. Onlar, Dâvûd (aleyhisselâm)'u yapayalnız bulacaklarını sanmışlardı. Ama, Dâvûd (aleyhisselâm)'un yanında, hizmetçilerden müteşekkil bir grup görünce, ortaya çıkacak bir kötülüğü savuşturmak için işte bu yalanı uydurdular. Bu iki kimsenin melek olmadığını söyleyenler, şu şekilde istidlal etmişlerdir. Şayet onlar melek olmuş olsalardı, "Biz, iki davacıyız" şeklindeki sözleriyle, yalan söylemiş olurlardı. Çünkü melekler arasında husûmet bulunmaz. Yine onlar, "Birimiz ötekinin hakkına tecavüz etti" demelerinde ve "Şu, benim biraderimdir. Onun doksan dokuz dişi koyunu var" sözlerinde, yalancı olmuş olurlardı. Böylece, onların melek olmaları halinde, onların yalancı olmaları gerekirdi. Halbuki, "Melekler sözle, aslâ O'nun önüne geçemezler" (Enbiya, 27) ve "Ne emrolunursa, onu yaparlar" (Nahl, 50) ayetlerinden dolayı, meleklerin yalan söylemeleri caiz değildir. Birinci görüşün sahipleri, bu açıklamaya şu şekilde cevap vermişlerdir: "Melekler bu sözü, hakiki manada değil, darb-ı mesel olarak söylemişlerdir. Dolayısıyla bundan, onların yalancı oldukları neticesi çıkarılamaz." Bu görüşe de şu şekilde karşılık verilmiştir: Sizin ileri sürdüğünüz bu şey, lafzın zahirinden udûl etmeyi gerektirir. Halbuki bunun, aslolanın hilâfına bir hareket tarzı olduğu malumdur. Ama biz bu kelâmı, "O iki hasım, iki insandı. Bir kötülük maksadıyla Davûd'un yanına girmişlerdi. Daha sonra bu yalanı uydurdular" manasına alırsak, bu durumda bu yalan, fâsık iki şahsa isnad edilmiş olur. Binâenaleyh, bu, birinci görüşten daha evlâdır. Allah en iyisini bilendir. Bu iki şahsın melek olduğunu söyleyenlerin delilleri de şunlardır: 1) Müfessirlerin ekserisinin bunda ittifak etmiş olmaları. 2) Dâvûd (aleyhisselâm)'un makamının, ibâdet ederken halkının fertlerinden herhangi bir kimsenin yanına tırmanmasına İmkân vermeyecek biçimde olması... Binâenaleyh, bu işin melekler tarafından yapılmış olması gerekir. 3) "Onlar, "Korkma..." dediler" cümlesi, bu iki şahsın melek olduklarına adeta delâlet eder gibidir. Çünkü, halkından herhangi bir kimse, bu makamdaki şahsa, kolay kolay böyle bir söz söyleyemez... 4) Bu İki şahsın, "Aşırı gitme" şeklindeki sözleri de, bunların melek olduklarına delâlet eder gibidir. Çünkü, Dâvûd (aleyhisselâm)'un yönettiği kimselerden herhangi biri, ona, "zulmetme, haktan ayrılma" demek cesaretini gösteremez. Bilki, bu delillerin tutarsızlığı açık olup, bunlara cevap vermeye gerek yoktur. Allah en iyisini bilendir. Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki, bu "Haddi aştı, sınırı tecâvüz etti" demektir. Nitekim, aşırı derecede ağrı verip doruk noktaya çıktığında, kadın zina ettiğinde de, denilir. Çünkü zina, büyük günahtır ve dinen yasaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Cariyelerinizi, kızlarınızı (...) siz fuhşa mecbur etmeyin..."(Nur, 33) buyurmuştur. Hükm, "Şimdi sen aramızda adaletle hükmet..." cümlesine gelince. "Hüküm vermenin manası, o hâdise hususunda, Allah'ın teklif ve emrini,o iki şahıs üzerinde infaz etmede, o işi sapasağlam yapmak" şeklindedir. Atın, gemi almasına mani olduğu için, "Hayvanın, atın geminin ağızlığı" de bu manadadır. Yine, sapasağlam olduğunda "sağlam, muhkem yapı" denilmesi de bunun gibidir. Ayetteki, lâfzı, "hak olan hüküm ile" manasında olup, bu da, "Allah'ın verdiği hüküm.." demektir. (......) sözüne gelince; bir kimse uzaklaştığında, denilir. Yine, sen evden uzaklaştığında, "ev uzaktadır"denilmesii de böyledir. Nrtekim ayette, varid olmuş, "yani, o zaman biz, haktan uzak bir söz söylemiş oluruz" (Kehf, 14) demektir,"Vereceğin bu hükümde, haktan uzaklaşma.." demektir. Sevâu's-Sırât, yolun ortası anlamındadır. Nitekim "Derken o bakıp bunu o çılgın ateşin ta ortasında gördü..."(saffât, 55) buyurulmuştur. Bir şeyin ortası, onun en üstünü ve en mutedil olanıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Böylece sizi vasat bir ümmet yapmışızdır" (Bakara, 143) buyurmuştur. Ben diyorum ki, o hasımlar, aynı maksadı şu üç şey ile ifade etmişlerdir: a) "Hak olan hükümle hükmet." b) "Haktan ayrılma ki, bu, bâtıl şeylerden nehyi ihtiva eder.." c) "Bizi, yolun ortasına sevket..." Yani, "Senin, hakkı gerçekleştirmede ve ratıldan da sakındırma hususunda, gayret göstererek bizi, bâtıl yoldan hak yola letmen, döndürmen gerekir" demektir ki, bütün bunlar, matlûbu izahta, tam ve mükemmel ifadelerdir. Bil ki onlar, bir anlaşmazlık bulunduğunu kısaca haber verince, bunun peşinden, bu anlaşmazlığın sebebini tafsilatlı bir biçimde getirerek, "Şu benim birâderimdir. Onun doksandokuz dişi koyunu var" demişlerdir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu ayetteki "kardeşim, biraderim" kelimesi, ya hazâ kelimesinden bedeldir, ya da inne edatının haberidir ki bununla, ya din kardeşliği, veya dostluk, samimiyetten kaynaklanan kardeşlik, veyahut da "Ortak iş yapanların çoğu mutlaka birbirine haksızlık eder" ayetinden dolayı, ortaklık ve iştirak kardeşliğidir ki, bu kardeşliklerden herbiri, zulümden ve haksızlıklardan kaçınmayı gerektirir." Keşşaf sahibi şöyle der: "Tâ'nın fethasıyla, nûnun kesresiyle şeklinde de okunmuştur ki bu, lehçelerin farklılığından kaynaklanmış olup, tıpkı "sahtiyan döşek" ve ve "dişi kartal" kelimeleri gibidir." Leys, na'ce'nin vahşi sığırın, koyunun ve keçinin dişisi demek olduğunu; bunun çoğulunun, olduğunu; Arapların örfünün, ve "dişi hayvan ve ceylân" kelime lerini, kadından kinaye olarak kullanma biçiminde sürüp geldiğini söylemiştir. Adullah ibn Mes'ûd diye okumuştur ki, bu, tekîd için olup, tıpkı, (Nahl 51) ayeti gibidir. Müteakip ayeti hakkında Keşşaf sahibi şöyle der: (......) kelimesinin asıl manası, "Beni, tıpkı elimin altındakilere sahip olmam, kefil olmam gibi, ona da sahip olacak hale getir..." şeklindedir, "Beni yendi" manasında olup, "Falancayı yendi" denilir. Buna göre mana, "O bana, getirdiği delillerin aleyhine delil getiremeyeceğim bir biçimde deliller getirdi..." şeklinde olur. Yine bu kelime, (......) şeklinde okunmuş olup, masdarından gelir. Manası da, "Muğalebe, karşılıklı üstün gelme çabası gösterme" şeklindedir. Bil ki, bu iki şahsın meleklerden olduğunu söyleyenler, burada "na'ce, dişi koyun"dan bahsedilmesinin maksadının bir temsil ve teşbih olduğunu; zira Dâvûd (aleyhisselâm)'un do'ksandokuz tane karısının bulunduğunu, Uriyâ'nın tek bir karısı bulunduğunu, dolayısıyla da meleklerin bu hadiseyi bir tariz ve çıtlatma şeklinde söylediklerini iddia etmişlerdir. Dâvûd (aleyhisselâm)'un Onu Reddetmesi Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki, bu Dâvûd (aleyhisselâm) dedi ki: "O, muhakkak sana, senin, bir tek koyununu, kendi koyunlarına katmak istemesi sebebiyle zulmetmiştir" demektir. Rivayet olunduğuna göre Dâvûd (aleyhisselâm) dâvâlıya: "Eğer sen bunu istersen", senin alnını, burnunu kırarız" deyince, o, "Ey Dâvûd, sen şöyle şöyle yaptığın için, esasen bizim sana böyle yapmamız gerekir" dedi. Daha sonra Dâvûd (aleyhisselâm), etrafa bakındı, derken hiç kimseyi göremedi, durumu anladı. Sadece Davacıya Dayanarak Hükmetmesi İmdi eğer, "Dâvûd (aleyhisselâm)'un, sırf karşı tarafın sözü ile, iki dâvâlıdan birisinin aleyhine hükmetmesi nasıl caiz olur?" denilirse, biz deriz ki: İnsanlar bu hususta, şu izahları yapmışlardır: a) Muhammed b. İshâk şöyle der: Davacı sözünü bitirince, Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm), konuşmayan davalıya baktı ve "Eğer bu doğru söylüyorsa, sen şüphesiz ona zulmetmişsin" dedi. Velhasıl Dâvûd (aleyhisselâm)'un bu hükmü davacının, iddiasında doğru olması şartına bağlı bir hükümdür." b) İbnü'l-Enbâri şöyle demiştir: "Davalılardan birisi bu iddiada bulununca, ikincisi bunu kabul etti. Bunun üzerine Dâvûd (aleyhisselâm) hükmünü verdi. Allahü teâlâ, bu sözden açıkça anlaşıldığı için, karşı tarafın bunu itiraf ettiğini belirtmemiştir ki bu tıpkı senin, "Ticaret ettin ve kazandın" manasında, "Ben sana ticareti emrettim, sen de kazandın" demen gibidir. Keza Cenâb-ı Hak, (Hazret-i Musa'ya), "Asanla denize vur" dedik, deniz de yarıldı" (Şuara. 63) buyurmuştur. Bu da, "O asâsıyta vurdu ve deniz yarıldı" takdirindedir." c) Bunun takdiri, "Durumu böyle olan bir kimse sana zulmetmiştir" şeklindedir. Dâvûd (aleyhisselâm) "Gerçekten ortakların çoğu, mutlaka birbirine haksızlık eder" demiştir. Leys, "Halîtü'r-Reculi" deyimi, "kişinin ortağı" demektir" der. Zeccâc de "Huletâ. ortaklar manasınadır" demiştir. Eğer, "Ortaklar dışında zulmedenler de çokça bulunduğu halde Dâvûd (aleyhisselâm) neden ortakların birbirinin hakkına tecavüzünü özellikle zikretmiştir?" denilirse, buna şu şekilde cevap verilir: Ortaklığın, birçok durumda münakaşaya ve çekişmeye sebep olduğunda şüphe yoktur. Çünkü iki kişi, birbiriyle içli-dışlı yaşadığında, herbiri diğerinin hallerine muttali olur. Taraflardan birinin sahib olduğu güzel şeylerden herbirinden haberdar olduğunda, karşı tarafın o husustaki arzusu artar. Bu da, kişiler arasında yarışma ve çekişmenin artmasına sebep olur. İşte bundan ötürü, Dâvûd (aleyhisselâm) ortakları haksızlık yapma işi ile daha çok ilgili görmüştür. Daha sonra bu genel hükümden (durumdan), iman edip salih ameller işleyenleri istisna etmiştir. Çünkü böyle insanların, biribirlerine karışmaları, ancak dinî ve gerçek ruhî mutlulukları elde etme maksadıyladır. Dolayısıyla bunların ortaklığı, münakaşa, çekişme ve hasımlaşma sebebi olmaz. Bil ki bu istisna, iman edip salih ameller işleyenlerin, biribirlerine haksızlık edemeyeceklerine delâlet eder. Dolayısıyla eğer Dâvûd (aleyhisselâm), o adama (Ûriyâ'ya) haksızlık ve zulmetmiş olsaydı, verdiği bu fetva gereğince, kendisinin iman edip, salih amelde bulunanlardan olmaması gerekirdi. Onun mü'minlerden olmamasının bâtıl oluşu ise malumdur. Böylece "Ayetteki bu koyun kıssası ile, Dâvûd (aleyhisselâm)'un başından geçen kıssa kastedilmiştir" diyenlerin grüşlerinin bâtıl olduğu sübût bulmuştur. Daha sonra Dâvûd (aleyhisselâm), "Fakat bunlar da ne kadar azdır" demiştir. Bil ki, Kur'ân'da ehl-i hayrın (mü'minlerin, iyi kimselerin) azlığını bildiren ayetler pek çoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şükredici kullarım ne azdır!" (Sebe, 13) buyurmuştur. Dâvûd (aleyhisselâm) da bu ayette aynı şeyi söylemiştir. Yine Cenâb-ı Allah, İblis'in "Sen, O kulların çoğunu şükredici bulamayacaksın" (A'raf, 17) dediğini nakletmiştir. Bu azlığın sebebi, dünyaya cezbeden ve çağıran sebeplerin çok olmasıdır. Bu sebepler, bâtînî ve zahirî hisler (duyular) olup, on tanedirler. Ayrıca şehvet, gazab (öfke) ve yedi tabiî kuvvettirler. Bunların toplamı ondokuzdur. Bu ondokuz güç (adetâ cehennemin zebânîleri gibi), beden cehenneminin kapılarında beklemektedirler. Hepsi de insanı, yaratılmışlara ve dünyaya karışmaya ve maddî lezzetlere davet ederler. Hakka ve dine davet eden ise sadece akıldır. İnsanlar üzerinde, hissî ve tabiî kuvvetlerin hükümranlığı (tesiri), onlardaki aklî kuvvetin tesirinden daha çoktur, işte bu sebepten ötürü, iyiler tarafında azlık, kötüler (kâfirler) tarafında çokluk söz konusudur. Keşşaf sahibi, bu ayetteki mâ lafzının, müphemlik ifade ettiğini ve bunda, o iyi kimselerin azlığına şaşılması gerektiği manasının yattığını belirterek, "Eğer sen bu lafzın, hikmetini ve yerini öğrenmek istiyorsan, bunu, İmru'ul-Kays'ın şu beytinden anla: "Onca kısalığına karşın, herhangi bir söz; bak (nerdeyse) herhangi bir manası kalmış mı?" Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Dâvûd sandı ki Biz kendisini deniyoruz" buyurmuştur. Müfessirler, "Bu, "Dâvûd, Bizim kendisini imtihan ettiğimizi anladı" manasındadır. Buradaki "zann" kelimesinin, bilme (anlama) manasına hamledilmesinin gerekişinin sebebi şudur: Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm) o iki davalı arasında hüküm verince, onlar biribirlerine bakıp güldüler. Sonra da onun gözü önünde göğe yükseldiler. Böylece Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm), Allahü teâlâ'nın kendisini, bu şekilde imtihan ettiğini anladı. Dolayısıyla onun bunu bildiği sabit olur. Zann kelimesini ilim (bilme-anlama) manasına almak mümkündür. Çünkü istidlal yoluyla elde edilen zanna çok benzer. İşte bu benzerlik, bu zann kelimesinin ilim manasına mecazî olarak anlaşılmasının sebebidir" demişlerdir. Ben derim ki: Böyle bir söz, "O iki davalı, insan şekline girmiş iki melekti" dememiz halinde mümkün olur. Ama bunu söylemezsek, buradaki zann kelimesini "ilim" manasına almamız gerekmez. Hatta bir kimse, "Dâvûd (aleyhisselâm), Allah tarafından böyle bir imtihanın olabileceğini zann-ı galibi ile anladığı için, istiğfar ve inâbe (tevbe) ile meşgul olmuştur" diyebilir. Dâvûd (aleyhisselâm)'un İstiğfarının Sebebi Ayetteki, "Bunun üzerine Rabbine istiğfar etti" cümlesi, "Dâvûd, Rabbinden bağışlanmasını istedi" demektir. Bu cümle ile ilgili olarak şu iki izah yapılabilir: 1) Eğer Dâvûd (aleyhisselâm)'dan bir hata ve günahın sâdır olduğunu söylersek, ayetteki istiğfarın bundan ötürü yapıldığını söyleriz. 2) Yok eğer bunu söyleyemiyorsak, o zaman deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) O kimseler, Dâvûd (aleyhisselâm)'u öldürmek maksadıyla yanına girdiler. Dâvûd (aleyhisselâm) da, çok kudretli ve kuvvetli bir padişah olduğu için, onlardan intikam almaya tam gücü olmasına ve o anda hafif bir korku duymuş olmasına rağmen, onları affedip birşey soylemeyince, bundan dolayı kendine bir "ucub" (beğenme duygusu) geldi. İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Hakk'a istiğfar ve tevbede bulundu ve bu güzel hale yönelişinin, ancak Allah'ın buna muvaffak kılmasıyla olduğunu itiraf etti. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onun hatırına gelen bu güzel duygu sebebiyle, ona mağfiret etti ve bağışladı. b) Belki de Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm), önce o girenlere eziyet etmek, cezalandırmak istedi. Daha sonra kendi kendine, "Bu, onların kötü niyetli olduklarına dair bir delil bulunmayan bir durumdur" deyip, onları bağışladı. Sonra da gönlüne gelen o ilk niyetten ötürü, Rabbinden bağışlanmasını istedi. c) Belki de o iki kişi, hemen o anda Allah'a yönetip, Dâvûd (aleyhisselâm)'dan tövbelerinin kabul edilmesi için, ondan kendileri namına Allah'dan bağışlanma dilemesini istediler. Bunun üzerine Dâvûd (aleyhisselâm), Allah'dan af diledi ve yalvarıp yakararak Allah'a yöneldi. Allahü teâlâ da, Dâvûd (aleyhisselâm)'un şefaati ve duası sebebiyle onları bağışladı. Bütün bu izahlar, açık ve düşünülebilecek İzahlar olup, Kur'ân bu gibi şeylerle dopdoludur. Dolayısıyla ayetin lafzı, bütün bu izahlarımıza muhtemel olup, onların ileri sürdükleri ve dine uymayan o uydurma ve nahoş hikâyeyi kabul etmemiz için, ne kat'î, ne de zannî bir delil bulunmadığına göre, böylesine münker şeyleri kabule ve söylemeye sevkedecek şey nedir? Yaptığımız bu izahların doğruya daha yakın ve daha güçlü olduğunu, Cenâb-ı Hakk'ın bu kıssayı, "Kattmızda onun muhakkak bir yakınlığı ve bir akıbet güzelliği var" diyerek bitirmiş olması da te'kid eder. Bu gibi bitirişler, ancak Allah'a hizmet ve ibadet hususunda pek çok amel sâdır olmuş olan ve Allah'ın emirlerine boyun eğme yolunda pek çok şiddetlere katlanan kimseler hakkında güzel olur. Fakat onun yukarıda bahsedilen türden bir suça ve günaha yönelen bir kimse olduğu kabul edilecek olursa, ayeti böyle sona erdirmek, onun durumuna uygun düşmez. Melih b. Dinar şöyle der: "Kıyamet günü, yüksek bir minber getirilir ve cennete yerleştirilir. Sonra da, Allah, "Ey Dâvûd, dünyada iken beni medh-ü sena ettiğin şu tatlı ve güzel sesinle, şimdi de beni medh-ü sena et" der." Allah en iyi bilendir. Burada şöyle birkaç bahis var: 1) kelimesi, ve şekillerinde okunmuştur. Bu kıraata göre, fiillerdeki tesniye elifi, o iki meleğe râcî olur. 2) Meşhur olan görüşe göre, bu istiğfarın, o koyun davası ile ilgili olmasıdır. Yine bunun Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'un, ikincisinin sözünü dinlemeden, berikisi lehine hükmetmesi sebebiyle olduğu da söylenmiştir. Ama bu mümkün değildir. 3) Ayetteki, cümlesi, sadece rükû yapıldığını gösterir. Secde ise, haberler (hadisler) ile sabit olmuştur. Yine Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'un, kırk gün şiddetli bir şekilde ağladığı da haberlerle sabit olmuştur. 4) Şâffî (r.h)'ye göre, bu ayet, secde ayeti değildir. Çünkü Şafiî'ye göre, bir peygamberin tevbesini haber veren bir ayet, tilavet secdesini gerektirmez. 5) Ebû Hanife (radıyallahü anha), bu ayeti, tilavet secdesinde, rükünun secde yerine geçeceğine delil getirmiştir. 26Âyetin tefsiri için bak:29 27Âyetin tefsiri için bak:29 28Âyetin tefsiri için bak:29 29"Ey Dâvûd, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. Öyleyse sen de insanlar arasında adalet ile hükmet ve hevâ-ü hevesine tâbi olma ki bu seni Allah yolundan saptırır. Çünkü Allah yolundan sapanlar, hesap günüm: unuttukîan için, onlara pek çetin bir azab vardır. O göğü, o yeri ve bunların, arasında bulunan şeyleri biz boşuna yaratmadık. Bu, o kâfirlerin (yanlış) zannıdır. Bu yüzden o kâfirler için, ateşten helak vardır. Yoksa biz, iman edip Salih ameller işleyen kimseleri, yeryüzünde fesat çıkaran kimseler gibi mi sayacağız? Yahut muttakileri, facirlerle bir mi tutacağız? (Bu Kur'ân), ayetlerini insanlar iyice düşünsünler ve temiz akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır". Bil ki Allahü teâlâ, bu kıssayı anlatıp, tamamlayınca, peşisıra, yeryüzü halifeliğini Dâvûd (aleyhisselâm)'a havale ettiğini ifade ettiği ayetleri getirmiştir. Bu, bu kıssa ile ilgili o meşhur uydurma hikâyenin yanlışlığına delâlet eden en güçlü delillerdendir. Çünkü bir adamın, müslümanların kanını dökmeye gayret gösteren ve hanımlarını onlardan zorla almaya arzulu olan birisi olarak nitelendirilip, bunun hemen peşinden, Allah'ın bu kimseye yeryüzünün halifeliğini havale ettiğini söylemek, gerçekten akıl kârı olmayan bir iştir. Davûd (aleyhisselâm)'un Halifeliği Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'un halife oluşunun izahı hususunda şu iki şey söylenebilir: a) Bu, "Biz seni Allah'a çağırma ve insanları idare etme hususunda, senden önceki peygamberlere halef kıldık..." demektir. Bu böyledir, çünkü bir adamın halifesi (halefi), onun peşinden gelip, onun yerini alan kimsedir. Bu ise, yok olması (ötmesi) düşünülebilecek kimseler için söz konusu olur. Bu manada halifesi olmak, Allah hakkında muhaldir. b) Bu, "Biz seni, insanların mâliki ve onlar üzerinde hükmü geçen bir kimse kıldık..." demektir. İşte bu manada olmak üzere, ona, "Allah'ın halifesi" denilebilir. "Allah'ın yeryüzündeki halifeleri" ifadesi de, bu manadadır. Velhasıl bir kimsenin hafife olması, hükmünün, idare ettiği insanlar üzerinde geçerli olması demektir. "Halife kılma" (yapma) lafzının hakikî manada alınması, bunun Allah hakkında olması imkânsızdır. Dolayısıyla, bu, hakikî manada alınamayacağına göre, o hakikî mananın ayrılmaz vasfını ifade etmiş olur. O ayrılmaz vasıf da, halifenin hükmünün geçerliliğidir. Daha sonra Allahü teâlâ, "öyleyse sen de insanlar arasında adalet ile hükmet" buyurmuştur. Bil ki insan, tabiatı itibarıyla medenî olarak (yani toplu halde yaşama ihtiyacı içinde) yaratılmıştır. Çünkü bir insanın işleri ancak, böyle bir sistem içinde tam olarak karşılanır. Dolayısıyla bu ziraatçı, şu değirmenci, öbürü ayakkabıcı, falanca dokumacı, öteki terzi vs. olur. Netice olarak diyebiliriz ki, herbiri kendi işini yaparak, hepsinin işlerinin toplamı ile, cemiyetin düzeni sağlanır. Böylece, insanın yaratılıştan medenî bir varlık olduğu sabit olmuş olur. Onlar, bir yerde bir araya geldiklerinde, aralarında anlaşmazlıklar ve husumetler meydana gelir. Kadir ve muktedir bir kimsenin ise, bu husûmetleri sona erdirmesi gerekmektedir ki, bu da, herkes üzerinde hükmünü yürüten ve infaz eden sultandır, hükümdardır. İşte böylece, insanların işlerinin ancak, yönetimi bilen muktedir bir sultan sayosinde düzene gireceği hususu kesinlik kazanır. Sonra, bu yönetici ve muktedir sultanın hükmü, onun hevâsına göreyse, onun kendi dünyasının menfaatlerini talep etmesi, halk üzeriı. "i büyük zararlara yol açar. Çünkü o halkını, kendisine feda etmekte ve onları, kendi menfaatlerini elde etmek için araç olarak kullanmaktadır. Bu da, âlemin harap olmasını insanların anarşiye düşmesine yol açar. Bu ise sonunda, o hükümdarı helak olması neticesine götürür. Ama bu hükümdarın hüküm ve kararları, ilahî olan hak şeriata uygun olduğunda, âlemin düzeni sağlanır, en güzel bir biçimde de, hayır kapıları ardına kadar açılır. İşte "Öyleyse sen de insanlar arasında adalet ile hükmet" sözünden kastedilen budur. Yani, "İnsanlar arasınla, adalet ile, hakka göre hükmeden birisinin bulunması mutlaka gereklidir. Böylesi kirişe de, sen ol" demektir. Daha sonra "Ve heva'u hevesine tâbi olma ki, bu, seni Allah yolundan saptırır" denilmiştir. Bunun tefsiri şudur: Hevâya tâbi olmak, Allah'ın yolundan sapmaya yol açar. Allah'ın yolundan sapmak ise, azâbların en kötüsünü mûcib olur. Bu da, hevâya ıttikâ etmenin, çok kötü bir azabı gerektireceği sonucunu verir. Birincisine, yani, kişinin hevâ ve hevesine tâbi olmasının, Allah yolundan sapmış olmayı gerektirdiği hususuna gelince, bunu şu şekilde izah edebiliriz: Kişinin nevası, onu maddî lezzetlere gömülmeye ve onların içine batmaya çağırır. Bunlara gömülmek ise, bakî olan sâlih ameller demek olan, ruhanî manevî mutlulukları elde etmekle meşgul olmaktan alıkor. Çünkü bu iki şey, birbirine zıt olan iki durumdur. Bunlardan birisinin artması oranında, diğeri azalır. İkincisine, yani, Allah yolundan sapmanın, çok kötü bir azabı gerektirdiği hususuna gelince, bu, son derece açıktır: Çünkü insan, bu maddî şeylere alabildiğine ünsiyyet eder, rühânî, manevî halleri tamamıyla unutur da, böylece ölürse, mahbûbundan ve maşukundan ayrılmış olur. Böylece de, ahalisi ile hiçbir ülfet ve ünsiyyeti bulunmayan bir beldeye (ahirete) girmiş olur. Ve onun, bu memleketin nurlarını mütalâa edecek, kuvvetli bir basarı, gözü de yoktur. Böylece bu kimse, adetâ, sevgilisinden ayrılmış ve hoşlanmadığı şeylerle başbaşa kalmış olan bir kimse gibi olur. Neticede bu şahıs, pek yerinde olarak, en büyük belâ ve sıkıntılara düşmüş olur. Binâenaleyh, kişinin hevâ ve hevesine uymasının, Allah yolundan sapmış olmasını; Allah yolundan sapmasının da, o kötü azabı mûcib olduğu sabit olmuş olur ki, işte bu, mükemmel bir biçimde yapılmış olan bir izahtır: buyruğunun manası "Bu sapmanın ortaya çıkmasının temel sebebi, o hesap gününün unutulmasıdır. Çünkü bu kimseler, şayet o günün hesabını nazar-ı dikkate almış olsalardı, ahiret günü için azık hazırlama işinden yüz çevirmez, bu bozuk lezzetlere böylesine dalıp gitmezlerdi" demektir. Mervânoğulları halifelerinden birisinin, Ömer Ibn Abdilaziz'e, "Bize "Halife olan kimselerin aleyhine olarak kader kalemi hareket etmez ve onun aleyhine olarak, ona günah yazılmaz" şeklinde ulaşmış olan haberi sen de duydun mu?" dediği, bunun üzerine de, Ömer İbn Abdilaziz'in, "Ey mü'minlerin emîri, halife mi daha üstündür, yoksa peygamber mi?" deyip, daha sonra da, "Çünkü Allah yolundan sapanlar, hesap gününü unuttukları için, onlara pek çetin bir azab vardır" ayetini okuduğu rivayet edilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O göğü, o yeri ve bunların arasında bulunan şeyleri biz boşuna yaratmadık. Bu, o kâfirlerin (yanlış) zannıdır. Bu yüzden o kâfirler için, ateşten helak vardır" (sad, 27) buyurmuştur ki, bu ayetin bir benzeri de, "Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen, pâk ve münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru" (Al-i İmran, 191) ve "Allah gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunan şeyleri ancak gerçek bir gaye ile yaratmıştır.." (Rum. 8) ayetleri olup, bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Cübbaî, kulların amellerini yaratanın Allah olmadığına dair, bu ayetle istidlal ederek şöyle der: "Çünkü, kulların amelleri, küfrü ve fıskı da içine alır ki, bunların hepsi, bâtıl şeylerdir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, "Göğü, yeri ve bunların arasında bulunan şeyleri biz boşuna yaratmadık" şeklinde izahta bulununca bu, kulların amellerini yaratanın Allah olmadığına delâlet eder ki, bunun bir benzeri de, "Gökleri, yeri ve aralarındaki şeyleri biz, ancak gerçek bir gaye ile yarattık..." (Hicr, 85) ayetidir. Cebriyye'ye göre ise, Cenâb-ı Hak, küfretsin diye kâfiri yaratmıştır. Halbuki küfür, bâtıldır. O halde bu demektir ki, Allah, bâtılı yaratmıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu hususu, "Bu, o kâfirlerin (yanlış) zannıdır" diyerek pekiştirmiştir ki bu, "Bu sözü söyleyen herkes kâfirdir" demek olup, bu da, Cebriyye mezhebinin, küfrün bizzat kendisi olduğu hususunda sarîh bir ifadedir." Ehl-i sünnet alimlerimiz ise, bu ayet ile, kulların amellerini yaratanın Allah olduğuna dair İstidlalde bulunarak şöyle demişlerdir: "Bu ayet, Allahü teâlâ'nın, göklerle yer arasında bulunan her şeyin yaratıcısı olduğuna delâlet etmektedir. Kulların amelleri de, göklerle yer arasında bulunanlar cümlesindendir. Dolayısıyla Allah'ın, bunların da yaratıcısı solması gerekir." Bu ayet, haşr, neşr ve kıyametin vâkî olacağına ve doğruluğuna delâlet etmektedir. Bu böyledir, zira Allahü teâlâ, mahlûkatı bu alemde yaratmıştır. Bu durumda O'nun bunları ya zarar vermek, yahut fayda vermek için yarattığı; veyahut da, ne fayda ne de zarar amacıyla yaratmış olduğu söylenebilir. Birincisi bâtıldır; çünkü bu, rahîm ve kerîm olan Allah'a uygun düşmez. Üçüncü ihtimal de batıldır; çünkü, bu durum, onlar yok iken de mevcuttu. Öyleyse, geriye ancak "O, onları, fayda sağlamak için yaratmıştır" denilmesi kalmaktadır. Şimdi biz diyoruz ki, bu fayda verme İşi, ya dünya ya da ahiret hayatında meydana gelir. Birincisi bâtıldır, çünkü dünyanın faydalan az, zararları ise çoktur. Ancak bir menfaatten dolayı, pekçok zararı üstlenmek İse, hikmete uygun düşmez. Bu kısım da bâtıl olunca, bu dünya hayatından sonra, diğer bir dünyanın mevcudiyeti konusunda hüküm vermek sabit olur ki, bu da, haşrin, neşrin ve kıyametin mevcudiyetini kabul etmek demektir. Bil ki, bu delili, pekçok yönden izah etmek mümkün olup, biz bunları, Yûnus Sûresi'nin başında iyice özetledik. Binâenaleyh, bunları tekrarlamaya gerek yoktur. Böylece bahsettiklerimizle, Allahü teâlâ'nın, "Gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri bâtıl, boş yere yaratmadığı" sabit olmuş olur. Bu ikisinin yaratılışları bâttl olmayınca da, haşrin ve neşrin olacağını söylemek gerekir. Yine, haşrin ve neşrin olacağını kabul etmeyen kimse, Allah'ın, gökleri ve yeri yaratmasındaki hikmeti hususunda şüphe etmiş olur ki, "Bu, o kâfirlerin (yanlış) zannıdır. Bu yüzden o kâfirler için, ateşten helak vardır" ayetinden maksad da budur. Cenâb-ı Hak, haşri ve neşri inkâr etmenin, Allah'ın, gökleri ve yeri yaratmasındaki hikmet hususunda şüphe etmemeyi gerektirdiğini kısaca beyan edip açıklayınca, bunu tafsilatlı bir biçimde ele almak üzere: "Yoksa biz, iman edip salih ameller işleyenleri yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi sayacağız? Yahut müttakileri fâcirlerle bir mi tutacağız?" (sad. 28) buyurmuştur. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Biz dünyada, Allah'a itaat edip, O'na isyandan sakınan kimselerin fakirlik, müzmin hastalık, kötürümlük ve çeşitli belâların içine düştüğünü; kâfir ve fâsık kimselerin ise, alabildiğine nimet ve rahatlıklar içinde bulunduklarını görmekteyiz. Binâenaleyh, haşr, neşr ve kıyamet olmasaydı, bu durumda, itaat eden kimsenin hali, isyan edeninkinden daha düşük olurdu ki, bu, hakîm ve rahîm olan Allah'ın hikmetine uygun düşmez. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın hikmetini zedeleyeceğine göre, hasrı ve neşri kabul etmemenin, Allah'ın hikmetini inkâr etmiş olmayı gerektireceği kesinleşir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "(Bu Kur'ân), ayetlerini insanlar İyice düşünsünler ve öz akıl sahipleri ibret alsınlar diye, sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır" buyurmuştur ki, bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Mu'tezile şöyle demektedir: "Bu ayet, Allahü teâlâ'nın, Kur'ân'ı ancak, hayır (iyilik), rahmet ve hidayet için indirdiğine delâlet etmektedir. Bu ise, şu iki şeyi ifâde eder: 1) Allah'ın fiilleri, maslahatları gözetme şartına bağlıdır. 2) Allah, herkesin iman etmesini, iyiliğini (hayrını) ve taatta bulunmasını ister. Halbuki, "Allah, kâfirin küfrünü irâde etmiş, dilemiştir" diyenlerin sözü böyle değildir." Bu, ayetlerin birbiriyle olan münasebeti hususundadır. Buna göre biz diyoruz ki: Birisi şöyle bir soru sorabilir: Allahü teâlâ, bu sûrenin başında, kâfirlerden alaycı olan kimselerin, öldükten sonra dirilme ile Kıyameti inkâr etme hususunda, alabildiğince ileri gittiklerini ve "Ey Rabbimiz, hesap gününden evvel bizim amel defterimizi acele ver" (İsrâ. 16) dediklerini nakletmiştir. Allahü teâlâ, onların böyle söylediklerini nakledince, bunun cevâbını vermemiş, tam aksine, "Onlar ne derlerse sabret. Kulumuz Davud'u hatırla" (sad, 17) demiştir. Halbuki, Kıyametin hak duşu ile, Dâvûd (aleyhisselâm)'dan bahsetme arasında bir münasebetin olmadığı malûm olur. Derken, Cenâb-ı Hak, Dâvûd (aleyhisselâm) kıssasını açıklamaya geniş yer vermiş, bu kıssanın akabinde de, "Göğü, yeri ve bunların arasında bulunan şeyleri" ifadesini getirmiştir. Allah'ın hikmetini isbat etmenin, Dâvûd (aleyhisselâm) kıssasıyla bir münasebeti olmadığı da malûmdur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, gökleri ve yeri yaratmasında hikmet bulunduğundan bahsedip, haşir ve neşrin hak olduğu meselesinin isbatını da buna dayayınca, bundan sonra, Kur'ân'ın şerefli, üstün, faydası ve hayrı çok bir kitap olduğunu belirten beyana yer vermiştir. Halbuki, bu kısmın da, Önceki sözlerle ilgisi olmadığı meydandadır. Durum böyle olunca, bu bölümler birbirleriyle alâkası olmayan, birbirinden uzak birtakım bölüm ve fasıllar olmuş olur. Durum böyle olunca, burada bu noktada Kur'ân-ı kıymetli ve şerefli bir kitap olarak nitelemek nasıl yerinde olur? İşte sorunun tamamı bundan ibarettir. Buna cevap vererek şöyle deriz: Hukemâ şöyle demiştir: Bir kimse, câhil, ısrarlı, mutaassıp bir kimse ile karşı karşıya gelir ve bu kimsenin, o taassup ve ısrarına iyice daldığını görürse, bu kimsenin, o mesele ile ilgili olan sözünü yarıda kesmesi gerekir. Çünkü, bu kimse her ne zaman, o meseleyi daha çok izah etmek isterse, karşı tarafın, o meseleyi kabul hususunda duyacağı nefret de o nisbette fazlalaşır. Binâenaleyh, bu durumda uygulanacak metod, o meseleyle ilgili sözü burada kesmek ve o birinci meseleden tamamen uzak, yeni bir söze geçmek ve bu sözü, o mutaassıp kimseye, birinci meseleyi unutturacak bir biçimde uzatmaktır. Karşı tarafın zihni, bu yeni mesele ile meşgul olup, birinci meseleyi unuttuğunda, beri taraf, söz esnasında, bu yeni mesele içinde, birinci mesele ve matlûba uygun mukaddimeler sokar. Çünkü, bu mutaassıp kimse, bu esnada bu mukaddimeyi kabul edecektir. O bunu kabul edince de, beri taraf, o ilk meseleyi isbat hususunda bu uygun mukaddimeye tutunur. Böylece, o mutaassıp karşı taraf, susturulmuş ve yenilmiş olur. Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki: Kâfirler, haşri, neşri ve Kıyameti inkâr hususunda istîhzâvârî, "Ey Rabbimiz, hesap gününden evvel bizim amel defterimizi acele ver" (Sâd, 16) deme noktasına gelince, Cenâb-ı Hak, "Ey Muhammed. bu meseledeki sözü burada kes ve bu meseleden tamamen uzak olan başka bir söze başla, geç" demiştir ki, işte bu başka söz de Dâvûd (aleyhisselâm) kıssasıdır. Çünkü, bu kıssanın haşr ve neşir meselesiyle alâkası olmadığı malumdur. Cenâb-ı Hak bu kıssayı genişçe açıklayıp, kıssanın sonunda da, "Ey Dâvûd, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. Öyleyse sen de İnsanlar arasında adalet ile hükmet" (Sâd, 26) buyurmuştur. Bu sözü duyan herkes, "Ne güzel yaptı! Çünkü ona, adalet ile hükmetmesini emretti" diyecektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak sanki, "Ben sana, sadece hakkı emretmedim. Tam aksine, ben alemlerin Rabbi olmamın yanısıra, bir de, ancak adalet ile iş yaparım ve bâtıl ile hükmetmem!" demiştir. İşte bu noktada da, karşı taraf yine, "Ne güzel yaptı! Çünkü, ancak hak ile hükmetti!" diyecektir. Binâenaleyh, bu noktada (karşı tarafa) "Allah'ın hükmünün, bâtıl ile değil, adalet ile olması gerektiğini kabul ettiğine göre, senin, haşr ve neşrin vâki olacağını da kabul etmen gerekir. Çünkü, şayet böyle olmasa, o zaman, hayırlara kendisini ulaştırma hususunda kâfirin müslümana tercih edilmiş olması gerekirdi ki, işte bu durum hikmetin zıddı ve bâtılın da tâ kendisi olurdu" denilir. Binâenaleyh, işte bu güzel ve ince metodla Cenâb-ı Hak, karşı tarafın, kendisinden kurtulması mümkün olmayacak bir biçimde, haşri ve neşri inkâr edenlere karşı, kesin bir ilzam ve susturmayı murad etmiştir. Böylece, Kıyameti inkâr hususunda, onunla istihza etme derecesine çıkan bu karşı tarafı işte bu yolla susturulmuş ve ilzam edilmiş olur. Cenâb-ı Hak, "Kur'ân'da, ilzam etme hususunda işte bu ince metoddan bahsedince, pek yerinde olarak, Kur'ân'ı mükemmel ve üstün olarak tavsif ederek, "indirdiğimiz mübarek bir kitap" buyurmuştur. Çünkü düşünmeyen, tefekkür etmeyen ve ilahî muvaffakiyet kendisinin yardımına koşmayan kimseler, bu büyük Kur'ân'ın yüce sırlarına vakıf olamaz. Zira Kur'ân, gerçekte, ayetler arasındaki tertibin en mükemmelini ihtiva etmişken, o, işin zahirine bakarak, Kur'ân'da bir sıranın bulunmadığını iddia etmektedir. Bu ayetlerin tefsiri hususunda kafamızda mevcut olan şeylerin tamamı bundan ibarettir. Muvaffakiyet Allah'dandır. Süleyman (aleyhisselâm) ve Atlar 30Âyetin tefsiri için bak:33 31Âyetin tefsiri için bak:33 32Âyetin tefsiri için bak:33 33"Biz Davud'a, (oğlu) Süleyman'ı ihsan ettik. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, dâima Allah'a rücû ederdi. Hani ona öğleden sonra, bir ayağını tırnağı üzerine dikip, üç ayağı üzerinde duran süratli koşu atları gösterilmişti de, "Gerçekten ben, mal sevgisine Rabbimi zikretmek için düştüm" demişti. Nihayet bu atlar, perdenin arkasına gizlenmişlerdi. "Onları bana getirin" (dedi) ve hemen ayakları ile boyunlarını okşamaya başladı" Bil ki bu, ikinci kıssadır. Ayetteki, "O, ne güzel kul!" ifadesiyle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Diyoruz ki burada mahsûs bil-medh (övülen şahıs), mahzûftur. Bunun Süleyman (aleyhisselâm) veya Dâvûd (aleyhisselâm) olduğu ileri sürülmüştür. Birincisi daha uygundur. Çünkü Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) bahsi geçen iki zattan, bu ifadeye daha yakın olarak zikredilmiş olandır. Bir de, bu ifadenin peşinden Cenâb-ı Hak, "O, daima Allah'a rücû ederdi" buyurmuştur. Bununla, Dâvûd (aleyhisselâm)'un kasdedilmiş olması mümkün değildir. Zira bu manada Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm) daha önceki ayetlerde tavsif edilerek, "Çünkü o, dâima (Allah'a) rücû eden (evvâb) bir zat" (Sâd. 17) buyurulmuştur. Eğer biz, tefsir ettiğimiz ayetteki "evvab"ın da, Dâvûd (aleyhisselâm)'ın sıfatı olduğunu söyleyecek olursak, bir tekrar söz konusu olur. Fakat bunun, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)ın sıfatı olduğunu söylersek, o zaman, faziletteki kemâl sıfatları açısından, oğlunun, babasına benzemiş olması gerekir. Dolayısıyla bu daha uygun olur. İkinci Bahis: Allahü teâlâ, "O, ne güzel kul" buyurmuş, sonra da, "Çünkü o, dâima Allah'a rücû ederdi" demiştir. Bu ikinci cümle, birincisinin illeti (sebebi-izahı) gibidir. Binâenaleyh bu, onun ancak çokça dönen (evvâb) olmasından ötürü, güzel kul olduğunu gösterir. Böylece de, çoğu vakitlerinde ve işlerinde, Allah'a çokça başvuran herkesin, "güzel bir kul" olarak tavsif edilmesi gerekir. İşte bu şüphe olmayan gerçeğin tâ kendisidir. Zira insanın mükemmelliği, zâtı gereği, hakkı tanımada; kendisiyle amel etmek için de, hayrı bilmede yatmaktadır. Bilgilerin en önemlisi ve birincisi marifetullahtır. Taatların en önemlisi ve başı da, iyi ve güzel şeylerin ancak Allah'ın yardımıyla tam ve mükemmel olacağını itiraf etmektir. Böyle düşünen kimse, Allah'a çokça rücû eder, başvurur. Böylece de "evvâb" olmuş olur. Dolayısıyla "evvâb" olan herkesin, "güzel bir kul" olması gerektiği sabit olmuş olur. Cenab-ı Hakk'ın "Hani ona öğleden sonra süratli koşu atları gösterilmişti..." ayeti ile ilgili olarak şu izahlar yapılabilir: a) İfâdenin takdiri, "Onun amelleri şöyle şöyle olduğu zaman, o ne güzel bir kuldu" şeklindedir. b) Bu ifade, yeni bir cümle olup, "Ey Muhammed, ona bu atlar arzedildiği zamanki halini düşün" takdirindedir. " 'Aşiyy", ikindiden akşama kadar olan zaman dilimidir. Kendilerine bakıp, durumlarını görsün diye, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'a bu zamanda, atlar sunulmuştur. Sâfinâtü'l-ciyâd deyimi ile atlar kastedilmiştir. Bu atlar, iki sıfatla nitelenmiştir: 1) Sâfinât olarak.. Sıhah müellifi (Cevheri) şöyle der: Safin, ayaklarını biraraya getiren demektir. Nitekim hadiste de, "Biz (ashab), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in arkasında namaz kıldığımızda, o başını rükûdan kaldırınca, biz "sufûn" olarak, yani ayaklarımızı birleştirmiş olarak kalkardık denilmiştir. Ben derim ki: Her iki durumda da, "sufûn", atın faziletine delâlet eden bir sıfattır. 2) "Ciyâd" olarak... Müberred şöyle der: Ciyâd, cevâdın çoğulu olup, hızlı koşan manasınadır. Nitekim insanlardan, cömert olanlar (cevâd'lar) da, mallarını hızlı bir şekilde verip harcarlar. Binâenaleyh ayetin maksadı, o atların, dururlarken de, hareket ederlerken de mükemmel ve kaliteli olduklarını anlatmaktır. Onlar dururken, "sâfinât" olarak, hareket halinde iken de, "ciyâd" olarak nitelenmişlerdir. Yani, "Onlar durduklarında, en güzel bir biçimde sakin olarak dururlar. Hareket ettiklerinde de, hızlıca giderler. Dolayısıyla bazan istersin ona yetişirsin, ama bazan istediğin halde, ona yetişemezsin. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Gerçekten ben mal sevgisine Rabbimi zikretmek için düştüm" demişti" buyurmuştur. Bu lafızların tefsiri hususunda şu izahlar yapılmıştır: 1) Ayetteki, fiili, harf-i cerri ile müteaddi olan bir fiil manasını taşımaktadır ve "Ben mal sevgisini Rabbimin zikrinin yerine geçirdim " takdirindedir. 2) Bu fiil, "lüzumlu kıldım" manasındadır. Yani, "Bunun, Rabbimin zikrinden, kitabı olan Tevrat'tan lüzumlu olduğunu öğrendim" demektir. Çünkü at beslemek Kur'ân'da övülüp, tavsiye edildiği gibi, Tevrat'ta da övülmüştür. 3) İnsan bazan bir şeyi sever. Ama aslında onu sevmemesi gerekir. Meselâ, hasta birisinin, hastalığını artıracak şeyi arzu etmesi ve bir babanın, kötü evladını sevmesi gibi. Fakat birşeyi seven ve onu sevmeyi seven kimse, sevginin doruğunda olmuş olur. Buna göre ayetteki bu ifade, "atları sevmemi sevdim" manasınadır. 4) Daha sonra "Rabbimin zikrinden..." demiştir. Bu "ileri derecedeki bu sevgi, şehvetten ve hevâ-ü hevesten kaynaklanmayıp, ancak Allah'ın zikrinden ve emrinden kaynaklanmıştır" demektir. Yapılan izahların en güzeli budur. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Nihayet bu atlar perdenin arkasına gizlenmişlerdi."Onları bana getirin" dedi" buyurmuştur. Derim ki, hem hem kelimelerindeki zamirlerin, güneşe râcî olması muhtemeldir. Çünkü güneşle ilgili olan bir şeyden bahsedilmiştir. Bu da ayetteki aşiyy "öğleden sonra" kelimesidir. Yine bu iki zamirin, o atlara râcî olması da muhtemeldir. Birinci zamirin güneşle, İkincisinin atlarla ilgili olması muhtemel olması gibi, bunun tersinin olması da ihtimal dahilindedir. Dolayısıyla bütün bunlar, artık daha fazlası bulunmayan iki ihtimaldir: 1) Her iki zamirin de, atlara râcî olması ihtimaline göre, Cenâb-ı Hak sanki, "O atlar perdenin arkasına gizlenince, "onları bana getirin" dedi" buyurmuştur. 2) Her iki zamirin de güneşe râcî olması ihtimaline göre, "Güneş perdelenince "Onu bana getirin" (yeniden doğdurun)" dedi" manasında olur. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) atlarla meşgul olduğu için, ikindi namazını kaçırmış ve Allah'dan, güneşi geri döndürmesini istemiştir. O halde, ayetteki, "Onu bana getirin" ifadesi, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın güneşin geri getirilmesini istemesine bir işarettir. Bence bu ihtimal çok uzak olup, bunun delilleri şunlardır: a)Safinât (atlar), ayette açık olarak zikredilmiştir. Güneş ise bu ayette zikredilmemiştir. Zamirin, açıkça belirtilen birşeye râcî olması, mukadder birseye râcî olmasından daha evladır. b) O, "Gerçekten ben, mal sevgisine Rabbimi zikretmek için düştüm" demişti. Nihayet bu atlar perdenin arkasına gizlenmişlerdi." Bu ayetin zahiri, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın böyle söylediğine ve bu kelimeleri atlar perdenin arkasında gizleninceye kadar tekrar ettiğine delâlet eder. Binâenaleyh "Bununla, "O atlar perde gerisinde kaybolmuştur" manası kastedilmiştir" dersek, o zaman mana, "Gözü, o atlara, atlar hareket ettiğinde iliştiğinde, bu sözü söyledi ve onlar gözden kayboluncaya kadar tekrarladı" şeklinde olur ki, bu uygun bir manadır. Ama bu ifade ile "Güneş perdeleninceye, gözden kayboluncaya kadar" manasının kastedildiğini söylersek, ayet, "O bu sözleri, ikindiden akşama kadar tekrar edip durdu" manasında olur ki bu son derece uzak bir ihtimaldir. c) (......) fiilindeki zamirin (failin), güneş olduğunu söyler ve bu lafızları, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın, ikindi namazını kaçırdığı manasına alırsak, bu, onun, "Gerçekten ben, mal sevgisine Rabbimi zikretmek için düştüm" şeklindeki sözüne ters düşer. Çünkü bu sevgi, eğer Allah'ın zikrinden kaynaklanmış ise, Süleyman (aleyhisselâm), ne namazını unutabilir, ne de Allah'ın zikrini bırakabilirdi. d) Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın, güneş batıncaya, böylece de ikindi namazını kaçırıncaya kadar, o atlarla meşgul olmakla kalakaldığı farzedilse, bu İş büyük bir günah ve ileri derecede bir suç olur. Dolayısıyla bu duruma uygun düşen, tevbeyi ortaya koymak için, alabildiğine yalvarıp yakarması ve alabildiğine ağlayıp sızlaması idi. Fakat onun, hiç aldırmadan, âlemlerin Rabbine saygı duymadan, bu büyük suçun peşinden, hertürlü edebten uzak bir şekilde, "Onları bana getirin" demesi, hayır ve güzellikten tamamen uzak kimselerden bile çıkacak bir söz değildir. Dolayısıyla böylesi bir işin, o ma'sûm peygambere isnadı nasıl caiz olabilir? e) Felekleri ve yıldızları hareket ettirebilen Allahü teâlâ'dır. Binâenaleyh Hazret-i Süleyman'ın "onları bana getir" demesi ve "getiriniz" dememesi gerekir. Eğer muhalifler Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), muhatabın büyüklüğüne dikkat çekmek için cemî sigası kullanmıştır" derlerse, biz deriz ki: "Onları getirin" cümlesi, hakaretin en büyüğünü ihsas ettiren bir lafızdır. Binâenaleyh bu lafızla, onun Cenâb-ı Hakk'a hakkıyla ta'zim ettiği nasıl söylenebilir? f) Güneş şayet battıktan sonra geri dönmüş olsaydı, bütün dünyadakilerce müşahede edilirdi. Eğer böyle olmuş olsaydı, o zaman bu hâdiseyi anlatmaya sevkeden bolca sebep olmuş olurdu. Böyle birşeyi hiç kimse söylemediğine göre, bu mananın yanlışlığını anlıyoruz. g) Allahü teâlâ, "Hani ona öğleden sonra, o süratli koşu atları gösterilmiştir" buyurmuş, bunun peşinden de, "Nihayet bu atlar perdenin arkasına gizlenmişlerdi" demiştir. Zamiri, bahsedilen iki şeyden en yakın olana râcî kılmak daha evlâdır. Bahsedilen iki şeyin en yakını ise, "O atfar"dır. Aşiyy "öğleden sonra, akşamüstü" ifadesi ise, bu iki şeyden, zamire daha uzak olanıdır. Şu halde zamirin, atlara râcî olması daha evlâdır. Böylece, bu anlattıklarımızla, ayetteki, ifadesini güneşin batışına; ifadesini de, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın, Cenâb-ı Hak'tan, batmış güneşi yeniden doğdurmasını istemesi manasına hamletmenin bu ifadeler arasındaki münasebetten alabildiğine uzak bir söz olduğu sabit olmuş olur. "Süleyman (aleyhisselâm), atların ayaklarını ve boyunlarım sıvazlamaya başladı" demektir. Ekseri âlimler ise bunun, "O, o atların ayaklarını ve boyunlarını kılıçla meshetti, yani kesti" manasında olduğunu söyleyerek şöyle demişlerdir: "Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) o atlara bakmakla oyalandığı için, ikindi namazını kaçırınca, o atların tekrar getirilmesini isteyip, Allah'a yaklaşmak (kurban) maksadıyla, onların boyunlarını ve ayaklarını kesti." Bence bu da uzak bir izahtır. Bunun akıldan uzak oluşunun delilleri şunlardır: 1) Eğer bu ifade, "O onları kesti" manasında olsaydı, o zaman, "Başlarını meshedin" (Maide, 6) ayetindeki "mesh" de, kesme manasına olurdu ki, bu hiç kimsenin söylemediği birşeydir. "Kılıçla onun başını mesnetti" ifadesi kullanılsa bite, bundan o kimsenin boynunun vurulduğu manası anlaşılır. Fakat eğer, "kılıç" lafzı yer almazsa, o zaman "mesh"den, kesinlikle kesmek ve vurmak manası anlaşılmaz. 2) Bu görüşte olanlar, Süleyman (aleyhisselâm)'ın, dinen mezmûm olan şu pek çok fiili yapmış olacağı konusunda müttefiktirler: a) Namazı terk (geciktirme). b) Namazını unutacak kadar dünya sevgisinin ona hakim olması... Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Dünya sevgisi, her hatanın başıdır Keşfûl-Hafa, 1/344. buyurmuştur. c) Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın, bu büyük günahı işledikten sonra bir tevbe ve rücû etmemesi... d) Âlemlerin Rabbine, "Onları bana getirin..." diye hitab etme cür'eti. Bu ise, akıllı bir kimsenin ancak değersiz hizmetçisine hitaben söyleyebileceği bir sözdür. e) O, bütün bu günahların yanısıra, atları bacaklarından ve boyunlarından kesmiş olmaktadır. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, yemek için olmaları durumu hariç, hayvanları öldürmeyi nehyettiği rivayet edilmiştir. Binâenaleyh bütün bunlar, Kur'ân'ın lafzı, bunlardan hiçbirini delalet etmediği halde, bu kimselerin Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'a isnad etmiş oldukları büyük günah çeşitleridir. f) Bu kıssaları, Cenâb-ı Hak, "(Şöyle) dediler: "Ey Rabbimiz hesap gününden evvel, bizim amel defterimizi acele ver" (Sâd, 16) ayetinin peşinden zikretmiştir. Kâfirler, akılsızlık ve beyinsizlik hususunda, işte bu sözü söyleyecek noktaya gelince, Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Ey Muhammed, onların beyinsizliklerine sabret ve kulumuz Davud'un halini an (düşün)" deyip, bunun peşinden, Hazret-i Davûd (aleyhisselâm)'un kıssasını, daha sonra da, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın kıssasını ele almıştır ki, buna göre kelamın takdiri, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Ey Muhammed, onların dediklerine sabret, aldırma ve kulumuz Süleyman'ı da hatırla" şeklinde olur. böylesi bir söz ise, ancak Süleyman (aleyhisselâm)'ın bu kıssada üstün ve faziletli işler yaptığını, güzel ahlâk örnekleri verdiğini, Allah'a taat hususunda sabr-u sebat gösterdiğini, şehevî şeylere iltifat etmediğini söylememiz halinde uygun düşer. Ama eğer Süleyman (aleyhisselâm) kıssasında, bu ayetlerde kastedilen şeyin, onun büyük günahlara yeltenmesi ve işlemesi olmuş olsaydı, bu kıssa buraya uygun düşmezdi. Böylece Allah'ın kitabının, bu bozuk görüşleri reddedip, onların fasid ve yanlış oldukları çağrısında bulunduğu sabit olmuş olur. Şu halde, hakka, Kur'ân'ın lafızlarına ve doğruya uygun olan tefsir, şöyle dememizdir: "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dininde olduğu gibi, onların dininde de, at beslemek, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) için mendubtu. Süleyman (aleyhisselâm), savaşma ihtiyacı hissetti, tahtına oturup, atların getirilip, idman ettirilmesini emretti ve "Ben Bu atları, dünyadan ve nefsimin hoşlanışından ötürü değil, ancak Allah'ın emrinden ve O'nun dinini güçlendirmeden ötürü seviyorum" dedi ki, işte "Rabbimin zikrinden..." ifadesinden kastedilen budur. Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) sonra, o atların koşturulmasını, hareket ettirilmesini, perde ile örtülünceye kadar, yani gözden kayboluncaya kadar koşturulmasını emretti. Daha sonra da atları eğiten seyislere, o atları kendine getirmelerini emretti. Atlar getirilince de, onların bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı. Bu sıvazlamadan maksadı şunlardı: a) Atlar, düşmanı savuşturmada en büyük yardımcılar oldukları için, onların kıymetli oluşlarını göstermek. b) Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) bu hareketiyle, idaresini ve mülkünü koruma hususunda, işlerin çoğunu bizzat kendisinin yapabileceği derecelere indiğini göstermek istemiştir. c) Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), atların durumlarını, hastalıklarını ve kusurlarını en iyi bilenlerdendi. Böylece onlarda hastalık emareleri bulunup bulunmadığını anlamak için, onları böylece denedi ve bacakları ile boyunlarını sıvazladı. Razi'nin, Farklı Tefsirini İzahı Yaptığımız bu tefsir, Kur'ân'ın (bu ayetlerin) lafızlarına tıpatıp uygun düşen bir tefsirdir. Böylece dinen caiz ve uygun olmayan şeylerden hiçbirini, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'a mal etmemiş oluruz. Ben, insanların (âlimlerin), aklın ve naklin kabul etmediği ve delili olmak şöyle dursun, isbatı için bir şüphe bile bulunmadığı halde, böyle zayıf izahları nasıl kabul edebildiklerine çok şaşıyorum. Eğer, "Alimlerin çoğu, ayeti bu şekilde tefsir etmişlerdir. Dolayısıyla sen onlar hakkında ne diyebilirsin?" denilirse, biz deriz ki: Burada bizim için şu iki makam söz konusudur: Birinci Makam: Ayetin lafızlarının, o âlimlerin ileri sürdükleri bu izahlardan hiçbirine delâlet etmediğini iddia ederiz. Elhamdülillah ki bunun, bizim söylediğimiz manada olduğu da ortaya çıkmıştır. Bunun netliği ve berraklığı hususunda hiç kimse şüphe edemez. İkinci Makam: "Ayetin lafzının, bu görüşlerden hiçbirine delâlet etmediğini farzedelim. Fakat bunlar, o âlimlerin görüşleridir. Peki, senin bu husustaki sözün ne olabilir?" denebilir. Bizim buna karşı cevabımız şudur: Pek çok delil, peygamberlerin "ismet" sahibi (yani masum, günahtan uzak) olduklarına delâlet eder ve hiçbir delil, bu hikayelerin doğruluğuna delâlet etmemektedir. Halbuki âhad rivayetler, çok kuvvetli delillere muâraza edemezler (karşı delil olamazlar). Binâenaleyh kendilerine iltifat edilmeyen, sözleri muteber olmayan kimselerden nakledilen bu hikâyelerin durumunun nice olacağını var sen düşün. Allah en iyi bilendir. Süleyman (aleyhisselâm)'a Yapılan İhsanlar 34Âyetin tefsiri için bak:40 35Âyetin tefsiri için bak:40 36Âyetin tefsiri için bak:40 37Âyetin tefsiri için bak:40 38Âyetin tefsiri için bak:40 39Âyetin tefsiri için bak:40 40"Andolsun biz, Süleyman'ı imtihan da ettik ve tahtının üstüne bir cesed bırakıverdik. Sonra o, yine (Allah'a) rücû etti ve dedi ki: "Ya Rabbi, affet beni, bana öyle bir mülk ver ki, o benden başka hiçbir kimseye müyesser olmasın. Şüphesiz bütün muradlan ihsan eden sensin sen!" Bunun üzerine biz de, ona rüzgârı musahhar ettik. Bu (rüzgâr), onun emriyle, onun dilediği yere, yumuşacık akar giderdi. Şeytanları (onlardan) her bina ustasını ve her dalgıcı, (yine onlardan) zincirlerle bağlanmış olan diğerlerini de (Onun emrine râm ettik ve dedik ki): "Bu, bizim bir bağışımızdır. Artık (dilediğine) hesapsız ver, yahut tut (kıs). Şüphe yok ki katımızda, onun mutlak bir yakınlığı ve ulaşacağı güzel bir yer var" Onun İmtihanına Dair Asılsız Hikâyeler Bil ki bu ayet, Süleyman (aleyhisselâm) ile ilgili ikinci bir hâdiseyi anlatmaktadır. Alimler ayetteki, "Andolsun biz, Süleyman'ı imtihan da ettik" ifadesinden ne kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta hem hikayeci ve nakilcilerin, hem de ehl-i ilmin ve araştırmacıların ayrı ayrı görüşleri vardır: Hikayecilerin görüşlerine gelince, onlar bu hususta şu hikâyeleri nakletmişterdir: 1) Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'a, bir adada bulunan bir şehrin haberi ulaşır. Böylece o, ordusuyla birlikte, rüzgâra binerek oraya çıkar. O şehri alıp, kralını öldürür. Bu arada, insanların en güzel yüzlüsü olan, Cerâde ismindeki, kral kızını da ele geçirir ve onu kendisine ayırır. Bu kız müslüman olur. Süleyman (aleyhisselâm) onu sever. Ama kız, hep babası için ağlar. Bunun üzerine, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) bir cine emir verir ve o kız için babası şeklinde bir heykel yaptırtır. Heykele kızın babasının elbiselerinden giydirir. Kız, sabah akşam hizmetcileriyle birlikte, hep o heykelin yanına gidip, ona secde ederler. Derken Âsaf, bu durumu Süleyman (aleyhisselâm)'a haber verir. Bunun üzerine Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) o heykeli kırdırtıp, kadını cezalandırır. Daha sonra tek başına bir sahraya çıkıp, oraya kül yaydırıp, Allah'a tevbe için, külün üzerine oturur. Süleyman (aleyhisselâm)'ın, Emine adında, bir ümmü veledi (çocuğunun annesi olan bir cariyesi) vardır. Tuvalete gittiğinde, yahut hanımlarıyla yatmak istediğinde mührünü ona emanet ederdi. Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın mülkünün kuvveti de, o mühründe saklı idi. Yine bir gün mührünü o kadının yanına bıraktı. Şeytan, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) şeklinde, bir denizci kıyafetiyle kadının yanına gelip, "Emine! mührümü ver" dedi. Böylece mührü eline geçirip, Süleyman (aleyhisselâm)'ın tahtına oturdu. Kuşlar, cinler ve insanlar, ona gelip gitmeye başladı. O (sahrada), Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın görünümü değişmişti. Bu sırada mührünü almak için, Emine' nin yanına vardı. Ama Emine onu tanımadı ve kovdu. Böylece Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) bir suç işlemiş olduğunu anladı. Derken ev ev, el açıp dilenmeye başladı. "Ben Süleyman'ım" dediğinde, insanlar üzerine toprak atıp, ona sövüp sayıyorlardı. Daha sonra, balıklarını taşımak suretiyle, balıkçıların yanında çalışmaya başladı. Onlar ona her gün iki balık (ücret) veriyorlardı. Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), evinde o puta tapıldığı gün sayısınca, yani kırk gün bu hal üzere oldu. Âsâf ve İsrailoğullarının ileri gelenleri, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın kılığına girmiş olan şeytanın verdiği hükümleri ve kararları yadırgamaya başladı. Bunun üzerine Âsâf, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın hanımlarına birtakım sorular sormaya başladı. Onlar, "Bu, bizler hayızlı iken de bizlerle birleşiyor. Üstelik, cünüplükten ötürü de yıkanmıyor" dediler. -Şeytanın hükmünün bu kadınlar hariç, diğer bütün konularda geçerli olduğu da ileri sürülmüştür. - Derken uçup kaçtı ve o mührü denize attı. Mührü bir balık yuttu ve bu balık neticede, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın eline geçti. Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) balığın karnını yardı, bir de baktı ki mührü orada. Mührünü alıp, Allah'a secdeye kapandı. Böylece mülkü yeniden eline geçti. O şeytanı yakalayıp, bir kaya parçasının içine tıkayıp, o kayayı denize attı. 2) O hükümdarın kızı, bu heykele ibadete başlayınca, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) fitneye düşmüş oldu. Mührü elinden düştü ve mührü eline alamadı. Bunun üzerine Âsâf: "Sen bir günahından (hatandan) ötürü bu fitneye düşürüldün. Binâenaleyh Allah'a tevbe et" dedi. 3) Süleyman (aleyhisselâm), şeytanlardan birisine, "İnsanları nasıl fitneye düşürüyorsunuz?" dedi. Bunun üzerine şeytan, "Mührünü bana ver de, sana göstereyim" dedi. Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), mührünü ona verince, şeytan mührü denize attı. Böylece Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın elinden mülkü gitti. Şeytan böylece Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın tahtına oturdu. Bu rivayetleri anladığına göre, bu görüşte olanlar, ayetteki, "Andolsun ki biz, Süleyman'ı imtihan ettik (fitneye düşürdük)" ifadesinden, "Allahü teâlâ'nın onu bu şekilde imtihan etmesi; "ve tahtının üstüne bir cesed bırakıverdik" ifadesinden de, bu şeytanın onun tahtı üzerine oturması kastedilmiştir" derler. 4) Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın fitneye düşüşünün sebebi, üç gün insanlara gözükmemesidir. Bundan dolayı onun mülkü elinden alındı, bir ceza olmak üzere, tahtına bir şeytan oturtturuldu. Bunların Asılsızlığının İspatı Bil ki muhakkik alimler, bu rivayetleri birçok açıdan akıldan uzak görmüşlerdir: 1) Eğer şeytan, gerek şekil, gerek huy bakımından, peygamberlerin kılığına girebilseydi, bu durumda, şeriatın hiçbir hükmü hususunda bir güven kalmazdı. İnsanların, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), Hazret-i İsa (aleyhisselâm), Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) şeklinde gördüğü insanlar, bu durumda, gerçekte bunlar değil, aksine, saptırmak ve iğvâ etmek için, bunların kılığına girmiş şeytanlar olduğu iddia edilebilirdi. Bunun söz konusu olmasının ise, bütün hak dinleri kökünden bâtıl kılacağı malumdur. 2) Eğer şeytan, Allah'ın peygamberi olan Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'a bunları yapabilseydi, onun bütün alim ve zâhid kimselere karşı da bunları yapabilmesi gerekirdi. Bu durumda da, onun onları öldürebilmesi, eserlerini paramparça etmesi ve evlerini-barklarını yıkıp dökebilmesi gerekirdi. Bunun herhangi bir âlim hakkında söz konusu olması imkânsız olduğuna göre, böyle şeyler, yüce peygamberler hakkında haydi haydi imkânsız olur. 3) Allah'ın hikmet ve ihsanına, şeytanı, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın hanımlarına musallat kılması nasıl uygun düşer? Böyle birşeyin çirkin olduğunda şüphe yoktur. 4) Eğer Süleyman (aleyhisselâm)'ın, o hükümdarın kızına o heykele tapma hususunda müsaade ettiğini söylersek, bu, bizzat Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'dan kaynaklanan bir küfür olur. Yok eğer o buna kesinlikle müsaade etmemiş ise, bu günah o kadına aittir. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak, ondan kaynaklanmayan bir fiil yüzünden Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ı neden cezalandırsın? Muhakkik âlimlerin, ayetin tefsiri olarak ileri sürdükleri izahlar ise şunlardır: 1) Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın başına gelen fitne (imtihan) şöyledir: Onun bir oğlu oldu. Bunun üzerine şeytanlar, "Eğer bu yaşarsa, aynen babası gibi bize hükümran olur. Öyleyse ne yapıp edip, onu öldürmemiz gerekir" dediler. Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) bu komployu öğrenip, o oğlunu, bulutlar arasında büyütmeye başladı. Bir gün işleriyle meşgulken, o çocuk ölü olarak, tahtının önüne düşüverdi. Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) o anda, bu konuda Allah'a tevekkül etmediği için, hata etmiş olduğunu anlayıp, Rabbinden bağışlanmasını istedi ve O'na rücû etti. 2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), "Ben, herbiri Allah yolunda mücahede eden bir arslan doğursun diye, her gece yetmiş hanımımı ziyaret edeceğim" dedi. Fakat bu arada "inşâallah" demedi. Derken, bütün kadınlarını dolaştı, hiçbiri hamile kalmadı; bunlardan sadece birisi hamile kaldı ki, o da, yarım adam doğurdu. Derken bu çocuk, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) tahtında otururken, onun yanına getirildi ve kucağına verildi. "Nefsim, kudret elinde olan Allah'a yemin ederimki, şayet Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), "Înşaallah-Eğer Allah dilerse" demiş olsaydt, onların hepsi de, birer arslan gibi, Allah yolunda cihâd ederlerdi." İşte, ayetteki, ifadesinden kastedilen budur. 3) "Allah'ın, kendisine verdiği şiddetli bir hastalık sebebiyle, biz Süleyman'ı imtihan ettik ve onun kürsîsi üzerine, ondan olan bir cesed atıverdik. Bu, hastalığın şiddetinden ötürüdür" demektir. Çünkü Araplar, zayıf ve çelimsiz çocuklar hakkında, "Bu, kasabın kütüğü üzerindeki bir et ve ruhsuz bir ceseddir" derler. (......) yani, "Sıhhatli ve sağlıklı durumuna döndü" demektir. Binâenaleyh lâfız, bu tür izahlara muhtemel iken, onu, biraz önce söylediğimiz o tutarsız izahlara hamletmeye gerek yoktur. 4) Ben derim ki: Şöyle de denilebilir: Allahü teâlâ, bazı yönlerden kendisine gelebilecek olan bir belâyı bekleme ve ona bir musibet musallat kılma gibi şeylerle, Hazret-i Süleyman'ı imtihan etmiş ve işte bu korkunun şiddetinden dolayı o da, o taht üzerine atılmış olan zayıf bir ceset gibi oluvermiştir. Daha sonra Allahü teâlâ ondan bu korkuyu izâle etmiş ve onu eski güç ve kuvvetine, huzuruna tekrar döndürmüştür. "Affet beni ya Rabbi ifadesine gelince, bil ki, önceki ayetleri, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'dan zelle ve küçük günahların sudur ettiği manasına alanlar, işte bu cümleye tutunarak, "Şayet ondan bir günah südûr etmemiş olsaydı, o, bağışlanmayı talep etmezdi" demişlerdir. Buna şu şekilde cevap verilmesi mmkündür: İnsan bazan, daha iyi ve daha güzel olanı yapamayabitir. İşte bu durumda da, bağışlanma talebinde bulunabilir. Çünkü, "ebrârın hasenatı (iyilikleri), mukarrebînin seyyiesi (hatası) sayılır. Bir de, peygamberler, devamlı olarak nefsi kırma, tevazu ve huşu izhar etme makamındadır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "Ben, her gün ve her gece, Allah'dan, yetmiş kez bağışlanmamı isterim Müslim, zikir, 41 (4/2075) "Yüz ker... şeklinde. beyanından, işte böylesi bir mananın kastedilmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Allah en iyi bilendir. Daha sonraki duası (......). Bu ayet, din işlerinin dünya işlerine takdim edilmesi gerektiğine delâlet etmektedir. Çünkü Süleyman (aleyhisselâm) ilk önce affını istemiş, daha sonra da, mülk verilmesi talebinde bulunmuştur. Ayrıca bu ayet, Allah'tan mağfiret talebinde bulunmanın, dünyada çeşitli hayır kapılarının açılmasına vesile olduğuna da delâlet etmektedir. Çünkü Süleyman (aleyhisselâm), ilk önce bağışlanmasını talep etmiş, daha sonra da bunu, mülk talebinde bulunmaya vesile kılmıştır. Nûh (aleyhisselâm) da böyle yapmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, Nûh (aleyhisselâm)'un, "Artık, dedim, Rabbinizden mağfiret dileyin. Çünkü O, çok bağışlayıcıdır. O, üstünüze bol yağmur salıverir. Sizin mallarınızı, oğullarınızı da çoğaltır" (Nahl. 10-12) dediğini nakletmiştir ve, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de, "Ehline namazı emret. Kendin de ona sebat ile devam eyle. Biz senden bir rızık istemiyoruz. Seni biz rızıklandırırız" (Tâhâ, 132) demiştir. Şayet, "Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın "Bana öyle bir mülk ver ki o benden başka hiçbir kimseye müyesser olmasın" ifadesi, onun haset ettiğini ihsas ettirmektir" denilirse, buna şu şekilde cevap veririz: Şeytanın, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın mülküne hükümran olduğunu söyleyenler, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesinin manası, "Allah ona, şeytanların onun yerini asla tanımayacakları ve alamayacakları bir mülk verdi..." şeklindedir" demişlerdir. Ama, bunu kabul etmeyenler ise, buna şu birkaç yönden cevap vermişlerdir: a) "Mülk" kudret anlamındadır. Buna göre ayetin manası, "Benim onlara muktedir olmamın, peygamberliğimin ve risaletimin doğruluğuna delâlet eden bir mucize olabilmesi için, beni, benden başka hiçbir kimsenin asla kadir olamayacağı birtakım şeylere muktedir kıl" şeklinde olur. Bu izahın doğru olduğunun delili şudur ki: Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifadenin hemen peşinden, "Biz de, ona rüzgârı müsahhar ettik. Bu (rüzgâr), onun emriyle, onun dilediği yere, yumuşacık akar giderdi" buyurmuş olmasıdır. Binâenaleyh rüzgârın, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın emriyle hareket etmesi şaşılacak bir kudret ve şaşılacak bir mülktür. Bunun, onun nübüvvetine delâlet eden bir mucize olduğunda ise şüphe yoktur. Dolayısıyla beyanından kastedilen mana işte budur. Çünkü mucizenin şartı, başkasının ona muarazada bulunamamasıdır O halde Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesinin manası, "Hiçkimsenin kendisine muarazada bulunamayacağı bir mülk ver" şeklinde olur. b) Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) hastalanıp, daha sonra da iyileşince, dünyanın iyiliklerinin, veraset ya da başka bir sebeple başkalarına intikal ettiğini anladı da, Rabbinden, kendisinden başkasına intikâl etmeyen bir mülk vermesini talep etti. İşte bu, onun Cenâb-ı Hak'tan, ifadesiyle talep ettiği şey olup bu, "Benden başkasına geçmeyen bir mülk ver" demektir. c) Onları yapmaya ve yerine getirmeye kadir olduğu halde, dünyanın hoş ve leziz şeylerinden kaçınmak, yapmaya kadir olamadığı halde onlardan kaçınmaktan çok daha zordur. Böylece, adetâ Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın sanki, "Ey Allah'ım, mükâfaatımın daha tam ve daha üstün olabilmesi için, kendilerini yerine getirebilme imkânım olduğu halde onlardan kaçınabilmem için, bana beşerin sahip olduğu şeylerden tamamen uzak ve onlardan üstün olan bir mülk veri" demek istemiştir. d) Bazı kimseler şöyle demişlerdir: Dünyanın hoş ve leziz şeylerinden uzak durabilmek,çetin ve zor bir iştir. Çünkü, hazır ve mevcut olan şeylerdir. Ahiretin saadetleri ise, ileriki bir zamanda olacaktır. Halbuki, şimdiden var olanın, sonradan olacak olanla değiştirilmesi, zordur. İşte bu cümleden olarak Süleyman (aleyhisselâm), "Halk tarafından, dünyalık elde etmenin, Mevlâ'ya hizmet etmeye mani olmadığının anlaşılması için, "Ya Rabbî bana beşerin sahip olduğu mülklerin en büyüğü olan bir mülk ver ki, böylece ben, onları yapabilme imkânına sahip iken, onlardan son derece uzak kalabileyim" demiştir. e) Dünyayı elde edemeyenlerin kalbleri, daima bunlara asılı kalır. Böylece de, dünyada büyük mutlulukların ve faydalı şeylerin bulunduğunu zanneder. İşte bu cümleden olarak Süleyman (aleyhisselâm), "Ey izzet ve ululuğun Rabbi, bana, mülklerin en büyüğünü ver" demiştir. Böylece, insanlar, o mülklerin hallerinin en mükemmeline vakıf olabilsinler de, bu durumda akıl, bunlarda da bir fayda bulunmadığını anlar; kalb, bunlardan yüz çevirir, bunlara iltifat etmez, Allah'a kullukla meşgul olur, dünya ile ilgili şeylerle iştigal etmez ve nefis, böylece de itminana erer. Havanın Onun Hizmetine Verilmesi Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Biz de, ona rüzgârı müsahhar ettik. Bu (rüzgâr), onun emriyle, onun dilediği yere, yumuşacık akar giderdi" buyurmuştur, "yumuşacık biçimde" demek olup, "rehavet" kökündendir. Rüzgâr, sarsmayacak ve itmeyecek bir biçimde yumuşak olduğunda, hoş ve güzel olur. İmdi, eğer: "Cenâb-ı Hak, bir başka ayetinde, "Süleyman'a da şiddetli esen rüzgârı (müsahhar kıldık)" (Enbiyâ, 81) buyurmuştur" denilirse, biz deriz ki: Buna da şu iki bakımdan cevap verilebilir: a) Bu iki ayet arasında bir çelişki yoktur. Çünkü, bundan kastedilen mana, o rüzgârın, şiddetli esen rüzgâr kuvvetinde olduğu, ancak ne var ki, Süleyman (aleyhisselâm)'ın emriyle hareket ettiği için, hoş ve tatlı olduğu, bu sebeple de yumuşacık oluşudur. b) O rüzgâr, bazen yumuşacık, bazen de sert ve şiddetli olabiliyordu. Bu ikisi arasında bir tezat yoktur. Ayetteki ifadesine gelince, buradaki esabe "kastetti ve irâde etti" manasındadır. Nitekim el-Esmaî, Arapların, "Doğruyu kastetti, ama cevapta hata etti" dediklerini nakletmiştir. Ru'be'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Dil alimlerinden iki adam, bu kelimenin manasını sormak için, kendisine gelirler. Derken, onların yanına varır ve, "Nereyi kastediyorsunuz?" der. Bunun üzerine o ikisi, "Öğrenmek istediğimiz buydu, (......) kelimesinin anlamı" derler. Velhasıl, diyebiliriz ki, bu ayetten kastedilen, Allahü teâlâ'nın, rüzgârı Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın isteği doğrultusunda onun emriyle hareket edecek bir biçimde amrine müsahhar kılmış olmasıdır. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Şeytanları, (onlardan) her bina ustasını ve her dalgıcı..." buyurmuştur. Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki, şeyâtîn, bir önceki ayette geçen rîh kelimesine matuftur. (......) kelimesi de şeyâtîn lafzından bedeldir. (Bundan sonra gelen) kelimesine matuftur. Buradaki bedel, "bedel-i kül mine'l-kül"dür. Yani, "O şeytanlar, Hazret-i Süleyman'a dilediği binayı yapıyorlardı. Onun için denize dalıyor ve inciler çıkarıyorlardı" demektir, "O, onları iplerle bağladı" deyiminden gelir. Fiilin şeddeli kullanılması kesret ve çokluk ifade eder. Esfâd, "bukağı ve zincirler" anlamında olup, bunun tekili, safed kelimesidir. Safed aynı zamanda bağış anlamındadır. Nitekim şair Nabiğa, "Ebeyte'l-la'ne (Hep iyilikte bulunmuş olan!) Bana ikramda bulunasın diye seni kınamamış değilim" demiştir. Buna göre, safed, bağ ve bukağı anlamına gelir. Binâenaleyh, sen kimi sıkı biçimde bağlarsan, dersin. Kime de, bolca bağış verirsen, o zaman da dersin. Cinler Maharetlerini Şimdi Göstermiyorlar? Burada şöyle bir bahis vardır: Bu ayetler, şeytanların çok büyük kudret ve kuvvete sahip olduklarına delâlet eder. İşte bu kudret ve kuvvet sayesinde onlar, beşerin yapamayacağı, muhkem binalar yapmışlar, o denizlere dalabilmişler ve Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) da onları bağlama ihtiyacını hissetmiştir. Birisi, "Bu şeytanların bedenleri ya kesiftir, ya da latîftir. Eğer birincisi olursa, duyu organları (gözleri) sağlam olan kimselerin onları görmesi gerekir. Çünkü, eğer onların bedenleri kesif olmasına rağmen, biz onları göremezsek, yanımızda kendisini görüp duyamadığımız dağların ve korkunç seslerin bulunması da mümkün olur ki, bu iş "safsata"ya düşmektir. Eğer ikincisi, yani onların bedenleri kesîf değil, tam aksine şeffaf ve latîf olursa, bu gibi şeylerin "alabildiğine kuvvetli olmakla" nitelenmeleri imkânsız olur. Bir de, kuvvetli rüzgârlar sebebiyle, onların bedenlerinin dağılıp parçalanmaları ve o anda ölmeleri gerekir ki, bu da onları, güçlü ve kuvvetli binalar yapmakla nitelemeye bir engel teşkil eder. Bir de, cinler ve şeytanlar, böylesi bir kuvvete sahip iseler, daha niçin onlar, zamanımızdaki alim ve zâhid kimseleri öldürmüyor ve müslümanların alabildiğine onlara lanette bulunmalarına ve onlara olan düşmanlıklarını izhâr etmelerine rağmen, insanların bedenlerini niçin harap etmiyorlar? Bu hususlara dair herhangi bir şey görülüp hissedilmediğine göre, biz cin ve şeytanın varlığına dair ileri sürülen görüşün zayıf olduğunu anlamaktayız" diyebiliriz." Bil ki, alimlerimiz, bizim onları görmemize rağmen, onların cisimlerinin kesîf olabileceğini söylemişlerdir. Bir de, onların cisimlerinin latîf olmasının, renkleri olmadığı anlamında; yoğun ve katı olmalarının da, bölünüp parçalanmama manasında olduğu da ileri sürülebilir. Cübbâî, bunların cisimlerinin kesîf olduğunu kabul eder ve, "İnsanlar, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) zamanında onları görebiliyorlardı. Ama ne zaman ki, Süleyman (aleyhisselâm) vefat etti, Allah o zaman o cinleri ve şeytanları öldürdü ve bedenleri alabildiğine şeffaf ve latîf olan başka bir grup cin ve şeytan yarattı ki, bunların kuvvetten yana bir güçleri yoktur. Zamanımızdaki cin ve şeytanlar da işte bu türdendir" iddiasında bulunur. Daha sonra Cenab-ı Hakk, "Bu, bizim bir bağışımızda: Artık (dilediğine) hesapsız ver, yahut tut (kıs)" buyurmuştur. Bu hususta da şu iki açıklama vardır: a) Ibn Abbas (radıyallahü anh), "Bu, dilediğine hesapsız ver. Dilediğine de verme. Verip vermeme hususunda sana bir zorluk yoktur" manasındadır" demiştir. b) Bu, özellikle şeytanlar hakkındadır. Buna göre mana, "Bu, emre âmâde kılınmış şeytanlar, bizim (sana olan) bir bağışımızdır. Binâenaleyh, onlardan dilediklerine ihsan ve ikramda bulun da, onların yolunu açıp gitsinler; istediklerini de, hadsiz hesapsız biçimde işte alıkoy. Çalıştır" şeklindedir. Cenâb-ı Hak, Süleyman (aleyhisselâm)'a dünyada verdiği nimetlerden bahsedince, bunun peşinden ona ahirette vereceği nimetleri getirerek, "Şüphe yok ki katımızda, onun mutlak bir yakınlığı ve ulaşacağı güzel bir yer var' buyurmuştur. Bunun tefsiri, daha önce geçmişti. 41Âyetin tefsiri için bak:44 42Âyetin tefsiri için bak:44 43Âyetin tefsiri için bak:44 44"Kulumuz Eyyûb'u da an. Ama o, Rabbine şöyle nida etmişti: "Gerçekten, şeytan beni yorgunluğa ve azaba uğrattı." Ayağınla vur. İşte hem, yıkanacak, hem içecek soğuk (bir su). Ona hem ailesini, hem onlarla beraber olan bir mislini, bizden bir rahmet ve temiz akıl sahipleri için de bir ibret olmak üzere bağışladık. "Elinle bir demet sap al da, onunla vur. Yemininde durmazlık etme" (dedik). Biz, onu hakikaten sabırlı bulduk. O, ne güzel kuldu! Gerçekten o, daima Allah'a dönen bir zât idi" Bil ki bu, bu sûrede ele alınan, kıssaların üçüncüsüdür. Yine bil ki, Dâvûd (aleyhisselâm) ve Süleyman (aleyhisselâm)'lar, Allah'ın, kendilerine çeşitli nimet ve in'âmları bolca verdiği kimselerden; Eyyûb (aleyhisselâm) ise, kendisine çeşitli belâları tahsis ettiği kimselerdendir. Bu kıssalardan tamamının maksadı, insanların ibret almalarını sağlamaktır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Ey Muhammed. kavminin beyinsizliğine sabret, Çünkü dünyada hiç kimse, nimet, mal ve makam bakımından Dâvûd (aleyhisselâm) ve Süleyman (aleyhisselâm)'dan; belâ, sıkıntı ve musibetler açısından da, Eyyûb (aleyhisselâm)'dan daha ileri değildir. Dünyanın hallerinin, hiç kimse için aynı durumu arzetmediğini ve insanın mutlaka, kötülük ve sıkıntılara karşı sabretmesi gerektiğini anlayabilmen için, işte bu kimselerin durumunu bir düşün" demek istemiştir. Bu ifadelerle ilgili birkaç mesele vardır: Keşşaf sahibi şöyle der: "Eyyûb" kelimesi, atf-ı beyândır. İz edatının başına geldiği cümle ise, bundan bedel-ı iştimâldir. (......) kelimesi, takdirinde olup, kendisi sebebiyle Cenâb-ı Hakk'a yalvarıp yakardığı Eyyûb (aleyhisselâm)'un söylediği sözü, bir hikâyedir. Eğer Cenâb-ı Hak bu ifadeyi bir hikâye (nakil) şeklinde getirmemiş olsaydı o zaman, (bunun yerine) "Ona dokunmuş olması sebebiyle" derdi. Çünkü Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm), gâib olup, üçüncü şahıstır. Ayetteki (bi nusbin) kelimesi, nasab, nusub sâd'ın sükûnu, fethası ve dammesiyle birlikte, nûn'un dammesi ve fethasıyla okunmuştur. O halde meselâ okunuşu, tıpkı resed ruşd; adem, udm ve sekam, sukm kelimeleri gibidir. nasb masdar olup, nusub, nasab kelimesinin müsakkali (ağırlaştırılmış şekli) olup, aynı manadadırlar ki, yorgunluk, meşakkat ve acı demektir." Bil ki, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'da, iki tür meşakkat ve sıkıntı bulunuyordu: a) Malının mülkünün yok olup gidip de, bunun yerini beta ve sıkıntıların alması sebebiyle meydana gelen ileri derecedeki üzüntü ve keder... b) Bedenindeki şiddetli acılar ve sızılar... Bu iki tür sıkıntı onda tahakkuk edip meydana gelince, şüphesiz Cenâb-ı Hak bunu beyan için, ayette şu iki lafzı, nusb ve azâb kelimelerini getirmiştir. Alimlerin bu mevzuda şu iki görüşleri bulunmaktadır: a) Eyyûb (aleyhisselâm)'un bedenini saran, o acılar ve hastalıklar, şeytanın fiilinden dolayı meydana gelmiştir. b) Bunlar, Allah'ın fiilinden ötürü meydana gelmişlerdir. Bu ayette şeytana mal edilen bu azâb, onun, vesvese ve kötü düşünceleri Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'un kalbine atmasından doğan azâbtır. Eyyûb (aleyhisselâm)'ın Kıssası Birinci görüşe gelince, bunun izahı şöyledir: "Rivayet olunduğuna göre İblis, Rabbine bir soru sorarak, "Kulların arasında, beni kendisine musallat etmen durumunda, benden kaçınacak ve bana yaklaşmayacak kimseler var mıdır?" der. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da, "Evet, kulum Eyyûb!" cevabını verir. Derken şeytan, Eyyûb (aleyhisselâm)'a vesvese vermeye başlar. Eyyûb (aleyhisselâm) ise, İblis'i bizzat görür ama ona iltifat etmez. Bunun üzerine İblis, "Ya Rabbi, o benden kaçınıp bana iltifat etmedi; beni, onun malına musallat et" dedi. Ve Eyyûb (aleyhisselâm)'a gelerek, "Malından, şunlar şunlar yok oldu gitti" dedi. Bunun üzerine Eyyûb (aleyhisselâm), "Allah verdi; Allah aldı" dedi ve Allah'a hamd-ü senada bulundu. Derken, şeytan, "Ya Rabbi, Eyyûb, malına da aldırış etmedi. Beni onun çocuklarına musallat et" dedi. Ve, gelerek, Eyûb (aleyhisselâm)'un evini yıktı. Bunun üzerine de, Eyyûb (aleyhisselâm)'un çocuklarının tamamı öldü. Peşinden de gelerek, durumu Eyyûb (aleyhisselâm)'a bildirdi, ama o, buna da aldırmadı. Derken şeytan, "Ya Rabbi, o malına ve çocuklarına aldırış etmedi. Beni, onun bedenine musallat kıl" dedi. Cenâb-ı Hak da buna müsaade etti. O da, Eyyûb (aleyhisselâm)'un derisine üfledi, bunun üzerine Eyyûb (aleyhisselâm)'da şiddetli hastalıklar ve yoğun acılar meydana geldi. Eyyûb (aleyhisselâm), bu belâ ve sıkıntı içinde yıllarca kaldı. Ve, o şehir halkının kendisinden tiksineceği bir hale geldi. Bunun üzerine, tenhâ bir yere götürüldü ve artık kendisine hiç kimse de yaklaşmadı.. Derken şeytan, Eyyûb (aleyhisselâm)'un hanımına gelerek, "Şayet kocan, benden yardım isterse, onu bu sıkıntıdan kurtarırım" dedi. Hanımı bu hususu kocasına anlatınca, Eyyûb (aleyhisselâm), Allah'ın kendisine sıhhat ve afiyet vermesi halinde, hanımına yüz değnek vuracağına yemin etti. İşte o zaman Eyyûb (aleyhisselâm), "Gerçekten, şeytan beni, yorgunluğa ve azaba uğrattı" dedi. Bunun üzerine Allah, duasına icabet ederek, ona, "Ayağınla vur" diye variyetti. Bunun üzerine Allah, onun ayağının altından soğuk ve güzel bir su fışkırttı. Derken, Eyyûb (aleyhisselâm), o suyla yıkandı. Bunun üzerine Allahü teâlâ da, onun içindeki ve dışındaki bütün hastalıkları ondan giderdi; ailesini ve malını ona yeniden verdi. İkinci görüş: Şeytanın, insanları hastalık ve acılara düşürme hususunda asla bir kudreti yoktur. Bunun delilleri şunlardır: a) Şayet biz, ölümün, hayatın, sıhhat ve hastalığın şeytan tarafından meydana getirildiğini kabul edecek olursak, bu durumda, meselâ bizden biri hayatını, ancak, şeytanın yapması sebebiyle elde etmiş olur ve yine meselâ, belki de elde ettiğimiz hayır ve mutlulukların tamamı şeytanın fiiliyle meydana gelmiş olur. Böyle olması halinde, hayatı-ölümü, sıhhat ve hastalığı verenin, Allahü teâlâ olduğunu bilme imkânını elde edemezdik. b) Şeytan, şayet böylesi şeye kadir ise, daha niçin, peygamberleri ve velileri öldürmek için çaba sarfetmiyor, onların evlerini barklarını harap etmiyor ve çocuklarını öldürmüyor? c) Allahü teâlâ, şeytanın, "Zaten benim, sizin üzerinizde hiçbir hükmüm, nüfuzum da yoktur. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de bana hemen icabet ettiniz" (ibrahim. 22) dediğini nakletmiştir. Böylece şeytan, kendisinin, vesvese ve bozuk fikirler verme ve telkin etme dışında, beşer üzerinde bir güç ve kuvvetinin bulunmadığını açıkça ifade etmiştir. İşte bu da, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'u o hastalığa ve afetlere mübtelâ kılanın şeytan olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin aksine delildir. İmdi eğer, birisi, "Bu halleri yapan Allah'dır, fakat Allah, bütün bunları, şeytanın talebine uygun olarak yapmıştır" demek niçin caiz olmasın?" derse, biz deriz ki: "Bu elem, acı ve hastalıkların yaratıcısının Allah olduğu mutlaka itiraf edildiğine göre, şeytanı bu hususta vasıta kılmanın faydası ve manası nedir? Tam aksine, doğru olan Eyyûb (aleyhisselâm)'un, "Gerçekten şeytan beni, yorgunluğa ve azaba uğrattı" ifadesinden kastedilen, şeytanın, bozuk vesveseler ve bâtını bazı hatıralar atması sebebiyle, onu o çeşitli azâb ve sıkıntılara düşürmüş olmasıdır. Sonra, bu görüşü benimseyenler, bu vesveselerin nasıl olduğu hususunda ihtilaf etmiş ve bu hususta şu izahları yapmışlardır: 1) Onun hastalığı, son derece acı veren bir hastalık idi. Bu hastalığın zamanı uzayıp insanlar ondan tiksinip, ona yaklaşmaktan iğrenip, mal namına hiçbir şeyi kalmayıp; hanımı insanlara hizmet etmek suretiyle onun için bir miktar azık elde edip, insanların ondan nefret ve iğrenmesi de, hanımını kendi yanına girmekten ve kendilerine hizmetten men edecek dereceye ulaşıp, bu arada şeytan da, kendisine, içinde bulunduğu önceki nimetlerle şimdi içinde bulunduğu sıkıntıları hatırlatıp, Eyyûb (aleyhisselâm) da, bu vesveseleri def etme çabasına düşüp ve bu vesveseler onun kalbinde gittikçe kuvvet kazanınca, Eyyûb (aleyhisselâm) korktu ve Allah'a yalvarıp yakararak, "Gerçekten şeytan beni, yorgunluğa ve azaba uğrattı" demiştir. Çünkü, bu tür düşünceler her ne zaman ileri safhaya varırsa, onun bunlardan ötürü kalbinin elemi de o nisbette artardı. 2) Eyyûb (aleyhisselâm)'un hastalığının süresi uzayınca, şeytan ona geldi, onu, Rabbi konusunda ümitsizliğe düşürmeye çalıştı ve sabırsızlanmayı ona süslemeye başladı. İşte bu sebeple de, Eyyûb (aleyhisselâm), kalbinde, ümitsizliğe düşme vehminin kuvvet kazanacağından endişelendi de, bunun üzerine Allah'a yalvararak, "Gerçekten, şeytan beni, yorgunluğa ve azaba uğrattı" dedi. 3) Denildiğine göre şeytan, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'un hanımına, "şayet kocan bana itaat eder, benim sözümü dinlerse, ondaki bu afetleri gideririm" deyip, hanımı da bunu ona anlatınca, şeytanın, dinine şaşacağı hususunu zann-ı galible anladı ve bu husus kendisine son derece ağır geldi de Allah'a yalvarıp yakararak, "Gerçekten şeytan beni, yorgunluğa ve azaba uğratti" dedi. 4) Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: Eyyûb (aleyhisselâm), onsekiz yıl, bu belâ içinde kalıverdi. Öyle ki, iki kişi hariç, yakını ve uzağı, herkes onu terketti. Daha sonra da, bu iki kişiden biri diğerine, "Andolsun ki, Eyyûb (aleyhisselâm), bu alemde, hiçkimsenin işlemediği bir günah işlemiştir. Şayet o böylesi bir günah işlemeseydi, bu tür sıkıntılara düşmezdi" dedi. Ve onlar bunu, Eyyûb (aleyhisselâm)'a açtılar. Bunun üzerine Eyyûb (aleyhisselâm), "Sizin ne dediğinizi bilmem, ama şu var ki, Allahü teâlâ, benim münakaşa eden ve bu arada Allah'ı zikreden iki kişiye uğrayıp, evime döndüğümde, onların, hak olan şeyler dışında Allah'ı anmalarını kerih gördüğümden dolayı onlardan nefret etmiş olduğumu bilir"dedi. 5) Denildiğine göre, Eyyûb (aleyhisselâm)'un hanımı, insanların yanında çalışıyor onlardan azık miktarı kadar ücret alıyar ve azığı da Eyyûb (aleyhisselâm)'a getiriyordu. Derken, insanlar, onu artık hiçbir zaman çalıştırmayacakları hususunda anlaştılar. Bunun üzerine kadınlardan birisi, kendisine bir miktar azık vermek mukabilinde, iki örüğünden birisini kesmesini istedi. O da, bunu yaptı. Daha sonra, ikinci günde de, aynı şeyi yaptı. Derken kendisinin, hiçbir örüğü kalmadı. Eyyûb (aleyhisselâm) yatağında yan dönmek istediğinde, o örüklere tutunurdu. Eyyûb (aleyhisselâm) örükleri bulamayınca, kalbine, kendisine eziyyet veren düşünceler yerleşti, gitgide kederi arttı da, işte bunun üzerine, "Gerçekten, şeytan beni yorgunluğa ve azaba uğrattı" dedi. b) Eyyûb (aleyhisselâm), zaman zaman, "Ya Rabbî, andolsun ki, üzerimde, iki şeyin birleştiğini biliyorum. Sen bana, o malı verdiğinde, ben, muhtaçlar için dayanak, yolcular için yardımcı, yetimler için de baba oldum" dedi. Bunun üzerine, bir buluttan, "Eyyüb! bu muvaffakiyet kimden?" diye kendisine nida edildi de, bunun üzerine Eyyûb (aleyhisselâm), yerden toprak aldı, başına saçarak, "Senden Ya Rabbî!" dedi. Daha sonra da, kalbine gelen ilk düşüncenin yeniden geleceğinden endişelenerek ve bundan korkarak, "Gerçekten, şeytan beni, yorgunluğa ve azaba uğrattı" dedi. Alimler, daha değişik görüşler de ileri sürmüştür. Allah, durumun iç yüzünü en iyi bilendir. Bir yahudinin şöyle dediğini duydum. İmrân İbn Musa'nın, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm) hâdisesi hakkında müstakil bir kitabı vardı. Bu kitapta yer alanların özeti şuydu: Eyyûb (aleyhisselâm), Allah'a alabildiğine itaat eden, ona itaata devam eden, Allah'ın emirlerine tazimde ve Allah'ın mahlûkatına duyulması gereken şefkatte, doruk noktaya çıkmıştı. Ama, derken o, böylesi zor ve büyük belâ ve sıkıntılara duçar oldu. Şu halde bu, bir hikmetten dolayı mıdır, yoksa değil midir? Eğer bu, bir hikmetten ötürü ise, onun geçmiş zamanda bir suç işlemediği ve böylece de, bu azabın o suç mukabili olmadığı malumdur. Yok eğer bu iş, onun elde edeceği mükâfaatın çoğalmasını sağlamak için ise, hakîm ve rahîm olan Allah, bu uzun ve hoş olmayan hastalıkları, kederleri, acıları vasıta kılmaksızın da, hertürlü güzel, faydalı ve iyi şeyleri ona ulaştırmaya kadirdir. Bu durumda, bu hastalık ve belâlarda, herhangi bir fayda ve hikmet yok demektir. Bunlar açık ve yüce kelimeler olup, Allahü teâlâ'nın fiillerinin, maslahat ve mefsedetlere bağlanmaktan münezzeh olduğuna delâlet etmektedir. Açık olan gerçek O'nun yaptıklarından mesul olmaması, insanların ise, yaptıklarından mesul oluştandır. Ayetin lafzı, bu yorgunluğun ve bu azabın, ancak şeytan tarafından olduğuna delâlet etmektedir. Ayette bahsedilen bu azab, birinci görüşe göre, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'un bedenindeki hastalıklardan; ikinci görüşe göre ise, şeytanın vesveselerinin artması sebebiyle, onun kalbinde meydana gelen kederlerden ve hüzünlerden ibarettir. Her iki duruma göre de, bu fiilin şeytana ait olduğunu söylemek gerekir. Ehl-i sünnet alimlerimiz (r.h), buna, "Biz, fiilin, şeytana ait olduğunu inkâr etmiyoruz. Ancak ne var ki biz, kulun fiilini de, daha evvel yaptığımız malum açıklamalara göre, "Allah'ın yarattığını söylüyoruz" diyerek cevap vermişlerdir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ayağınla vur..." ifadesine gelince, bu, "Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm) şeytandan şikayet edince, adetâ Rabbinden, bu sıkıntıyı kendisinden gidermesini istemiş, Allah da onun bu isteğine, "Ayağınla vur" demek suretiyle icabet etmiştir, rekd ayakla, kuvvetli bir biçimde itmek, tepmek demektir. Nitekim "At, seni tepti"denilmesi de bu manadadır. Buna göre kelâmın takdiri, "Biz ona, "ayağınla vur.." dedik" şeklinde olur. Denildiğine göre o, ayağıyla o yere vurunca, oradan bir göze fışkırdı. Bunun üzerine, "İşte hem yıkanacak, hem içecek soğuk (birsu)., "denildi. Yani, "Bu, kendisiyle yıkanacağın ve böylece de içini temizleyip hastalıklardan sıhhat bulacağın bir sudur.." demektir. Bu lafzın zahiri, Eyyûb (aleyhisselâm) için tek bir gözenin fışkırdığına, onun ondan içip yıkandığına delâlet etmektedir. Ama müfessirler, "Onun için iki göze fışkırdı.. Derken onlardan birisinden yıkandı, diğerinden içti. Böylece, Allah'ın izniyle, o hastalık onun içinden ve dışından temizlendi demişlerdi. Yine denildiğine göre, o, sağ ayağıyla yere vurdu. Yerden sıcak bir su fışkırdı. O, bu suyla yıkandı. Sol ayağıyla vurdu. Bundan dolayı soğuk bir su fışkırdı ve ondan içti. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Ona ailesini bağışladık" buyurmuştur. Bağışlanan bu ehlinin, ilk ailesinin aynısı olduğu ve onlar gibisinin ilaveten verildiği ileri sürüldüğü gibi, başkalarının o ehli gibi ona verildiği de söylenmiştir. Ama birincisi daha uygundur. Çünkü ayetin zahirinden anlaşılan budur. Binâenaleyh zaruret yok iken, ayetin zahirinden ayrılmak caiz değildir. Alimler bu hususta farklı izahlar yapmışlardır: Bazıları bunun manasının, "Biz onlardan o hastalığı giderdik ve yeniden sapasağlam oldular" şeklinde olduğunu söylerlerken, bazıları da bunun manasının, "Ondan ayrılmış iken, yeniden onun yanına geldiler, oradan gitmişlerken, yeniden oraya döndüler" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Kimileri de bunun manasının, "O, onlara; onlar da ona yeniden kavuşup, birlikte olma imkânı buldular" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Hak teâlâ'nın 'Ve onlarla beraber olan bir mislini (verdik)" ifadesinin manası, "Allahü teâlâ, Eyyûb (aleyhisselâm)'u, yeniden sıhhat ve mal vermek suretiyle dünya nimetlerinden faydalandırdı. Ona güç-kuvvet verdi. Böylece nesli çoğaldı. Derken, ehl-ü lyâli, evvelki halinden kat kat fazla sayıda oldu" şeklindedir. Hasan el-Basri (r.h), ayette bahsedilen "ona ehlinin bağışlanması..." ile kastedilen mananın, onların Allahü teâlâ'nın, ölmelerinden sonra yeniden diriltmesi olduğunu söylemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bizden bir rahmet olarak..." buyurmuştur. Bu, "Biz, bütün bunları bir mecburiyetten dolayı değil, bir lütuf ve ihsan olarak yaptık" demektir. Allahü teâlâ sonra, "ve temiz akıl sahipleri için bir ibret olarak" buyurmuştur. Bu, "Biz önce ona belâ verdik. O ise sabretti. Sonra ondan bu belâyı kaldırıp, sabredenin kazanacağına akıl sahiplerinin dikkatini çekmek için, ona çeşitli nimetlerimizi ve ihsanlarımızı verdik" demektir ki, bunun maksadı da yine, söze başlanılan o ilk cümleye, yani Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitaben söylediği, "Onlar ne derlerse sabret. Kulumuz Davud'u hatırla" (Sâd, 17) ayetine dikkat çekmektir. Mu'tezile, "Bizden bir rahmet ve temiz akıl sahipleri için bir ibret olarak..." ayetinin manasının, "Biz, bütün bunları işte bu maksad ve gayelerden ötürü yaptık" şeklinde olduğunu, bunun ise, Allah'ın hükümlerinin ve fiillerinin birtakım maksad ve gayelere bağlı olduğuna delâlet ettiğini söylemişlerdir ki bu konudaki sözümüz (cevabımız) defalarca geçti. Ayetteki, "Elinle bir demet sap al" ifadesi, "Ayağınla vur ifadesine atfedilmiştir. (......) kelimesi, ot, fesleğen ve benzeri şeylerden küçük bir demet manasınadır. Bil ki bu söz, daha evvel, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'dan bir yeminin sâdır olduğuna delâlet etmektedir. Bir hadiste, onun hanımına karşı yemin ettiği bildirilmiştir. Alimler, onun, hangi sebepten ötürü hanımına karşı yemin ettiği hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bu yeminin, o kadının, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'u şeytana taata meylettirmeye gayretinden dolayı olduğunu söylemek uzak bir ihtimal olduğu gibi, yine saç örüğünü kesip vermesinden ötürü olduğunu söylemek de akıldan uzaktır. Çünkü yiyecek almaya mecbur olan birisinin böylesi bir harekette bulunması mubahtır. Doğruya en yakın olan, o hanımının, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'a, bazı işlerinde muhalefet etmesinden ötürü bu yeminin olmasıdır. Çünkü o kadın, bazı işlerini görmeye gidiyor, bu yüzden gecikiyordu. Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm), iyileştiğinde ona yüz sopa vuracağına dair hasta iken yemin etti. O kadın, ona çok güzel hizmet ettiği gibi, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'un yeminini, hem kendine hem hanımına kolay olan en basit yolla çözdü. Bu ruhsat, devam etmektedir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bir cariyeyle zina eden sakat, sıska biri getirildi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): 'İçinde yüz çöpü bulunan bir hurma salkımı alıp, ona onanla bir kere vurunuz" Ebû Davut: Hudûd, 33; (Ibn. Mace Hudüd, 18) buyurdu. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Biz onu hakikaten sabırlı kıldık" buyurmuştur. Buna göre eğer, "Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm), Cenâb-ı Hakk'a serzenişte bulunup halinden şikayet etmişken, Cenâb-ı Hak onu nasıl sabırlı olarak nitelemiştir?" denilirse, buna şöyle birkaç şekilde cevap veririz: 1) O, Cenâb-ı Hakk'a şeytandan dolayı şikâyette bulunmuş, Cenâb-ı Hakk'dan ötürü hiç kimseye şikâyette bulunmamıştır. 2) O acı ve sızılar, onun bedeninde ortaya çıktığında hiç sızlanmamış, ama kalbindeki vesveseler büyüdüğü zaman, kalbi ve dini hususunda endişeye kapılarak, yalvarıp yakarmaya başlamıştır. 3) Şeytan bir düşmandır. Düşmanı sevgiliye dosta şikayet etmek, şikayet edenin sabrını zedelemez. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "O ne güzel kuldu! Gerçekten o, dâima Allah'a dönen bir zattı" buyurmuştur ki bu, güzel bir kul olan o zatın şerefinin, "evvâb" oluşundan kaynaklandığına delâlet eder. Birisinin şöyle dediğini duydum: Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) hakkındaki, "O ne güzel kuldu!" (Sad, 30) ifadesiyle, yine bir keresinde Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm) hakkında aynı ifade nazil olunca, ümmet-i Muhammed'in (ashabın) kalbindeki keder büyüdü ve "Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm) hakkındaki bu ayet, onun için büyük bir şerefi ifade eder. Böylesi bir şerefi elde edebilmemiz için, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'un mülkü gibi bir mülkü elde etmeye kalksak, buna gücümüz yetmez. Eğer Eyyûb (aleyhisselâm) gibi, bir belâyı taşımak istesek, buna da gücümüz yetmez. Şu halde böylesi bir şerefi elde etmemiz nasıl mümkün olur acaba?" dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, "O ne güzel bir mevlâdır ve ne güzel bir yardımcıdır!" (Hacc, 76) ayetini indirdi. İşte bu ayet, "Sen güzel bir kul olamazsan da, ben güzel bir mevlâyım. Dolayısıyla eğer senden lüzumsuz-hatalı şeyler sâdır olursa, lütuf ve fazl bendendir. Eğer senden bir kusur sâdır olursa, rahmet ve kolaylık benden" demektir. 45Âyetin tefsiri için bak:48 46Âyetin tefsiri için bak:48 47Âyetin tefsiri için bak:48 48"Kuvvetlerin ve basiretlerin sahibleri olan kullarımız, İbrahim'i, îshâk'i ve Yakûb'u da an. Çünkü biz onları, hâlis bir hasletle, yani yurtlarını hatırlamaları (hasletiyle) hâlis yaptık. Çünkü onlar, bizim katımızda, cidden seçkinlerden ve hayırlı zatlardandı. İsmail'i, Elyesâ ve Zülkifl'i de an. İşte bütün bunlar hayırlı insanlardı" Ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır: İbn Kesir, müfred olarak abdena şeklinde okumuştur. Bu, İbn Abbas'ın kıraatidir. İbn Kesir der ki: "Kulumuz" ifâdesi, büyük bir şerefi gösterir. Binâenaleyh bu şerefin, bu ayette bahsedilenlerin en büyüğüne verilmesi gerekir ki o da, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'dir." Diğer kıraat imamları bunu cemî olarak ibadena okuyarak şöyle demişlerdir: "Çünkü bu sıfat, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in dışındaki peygamberler için de kullanılmıştır. Meselâ Hazret-i İsa (aleyhisselâm) hakkında da, "O, kendisine in'am ettiğimiz bir kuldur" (Zuhruf, 59); Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm) hakkında, "O, ne güzel bir kuldu!" (sad, 44); Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) hakkında, "O, çok şükreden bir kuldu!" (İsra, 3) denilmiştir. Binâenaleyh, ayetteki bu kelimeyi abdena okuyan, sadece "İbrahim" kelimesini bunun atf-ı beyânı yapmış olur. Daha sonra onun zürriyeti olan İshâk ve Ya'kûb kelimelerini abdena üzerine atfetmiş olur. Kim de bunu cemî olarak İbâdenâ okursa, İbrahim, İshâk ve Ya'kûb kelimelerinin tümünü birden, bu kelimenin atf-ı beyânı yapmış olur. Ayetin takdiri şöyledir: Allahü teâlâ, ta baştan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Onların dediklerine sabret. Kulumuz Davud'u hatırla" demiş ve bu işi, "Kulumuz İbrahim'i de an" deyinceye kadar devam ettirmiştir ki bu, "Ey Muhammed! Ateşe atıldığında İbrahim'in, kesilmek istendiğinde İshâk'ın, çocuğu kaybolup, üzüntüden gözlerini yitirdiğinde Yâ'kûb'un sabrını an" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Kuvvet ve basiret sahipleri..." buyurmuştur. Bil ki el, birçok işin yapma aletidir. Göz de, idrak edilenlerin en kuvvetlisi için bir alettir. Binâenaleyh işleri el ile, idrâki (anlayışı) da göz ile ifade etmek, güzel ve yerindedir. Bunu iyice kavradığın zaman diyoruz ki, insanın ruhunun, biri çalışan (iş yapan), diğeri idrâk eden iki kuvveti vardır. Çalışan kuvvetinden sâdır olan en şerefli şey, Allah'a itaattir; idrâk eden-bilen, kuvvetinden kaynaklanan en şerefli şey de marifetullahdır. Bu ikisinin dışındaki işler ve bilgiler, adetâ boş ve bâtıl şeylerdir. Binâenaleyh ayetteki bu ifade, bu iki şeye işarettir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk "Çünkü biz onları hâlis bir hasletler yani yurtlarını hatırlamaları (hasletiyle) hâlis yaptık" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır: Hâlise, tenvinle veya izafetle okunmuştur. Binâenaleyh bunu tenvinle okuyanlara göre takdiri, "Biz onları, kendisinde hiçbir şaibe bulunmayan hâlis bir hasletten ötürü, kendimize has (kullar) kıldık. O haslet de, yurtlarını hatırlama hasletidir" şeklindedir. Bu kelimeyi izafetle okuyanlara göre ise mana, "Yurtlarını hatırlama hasletleri sebebiyle biz onları..." şeklinde olur, yani, "Yurtları hatırlama işi, bazan Allah için, bazan Allah'dan başka gayelerden dolayı olur" demektir. Bu da, "Biz onları, işte bu hatırlama hasleti sebebiyle, hâlis kıldık" demektir. Ayetteki, zikra'd-dâr "yurtlarını hatırlamaları..." ifadesiyle ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır: 1) Bununla, "Onlar âhiret yurdunu hatırlamaya gark oldular ve bu hatırlayışta dünyayı unutacak dereceye vardılar" manası kastedilmiştir. 2) Bu ifade ile, "Ahiret yurdunda onlar için yüce bir nâm olacaktır" manası kastedilmiştir. 3) Bu "Allahü teâlâ, onlar için dünyada güzel bir nam bırakıp, "Bizim için, sonradan gelecek insanlar arasında güzel bir nam nasib et" (Şuara. 84) şeklindeki dualarını kabul etmiş oldu. Hak teâlâ "Çünkü onlar bizim katımızda cidden seçkinlerden ve hayırlı zatlardandı" yani " "Onlar kendi soytarının seçkinler indendi" buyurmuştur. "Ahyâr" kelimesi "hayyir" yahut "hayr" kelimesinin çoğulu olup, tıpkı meyyit ve mevt kelimelerinin çoğulunun, emvât gelmesi gibidir. Alimler, peygamberlerin İsmet sıfatına sahip oılduklarına bu ayeti delil getirerek, şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, bunların, mutlak olarak, her halükârda iyi ve hayırlı kimseler olduklarını söylemiştir. Bu, istisna yapılabilecek ve mücmelliği giderilebilecek bir ifade olmasının delâleti ile, onların hakkında hayırlılık vasfının bütün fiil ve sıfatlarda geçerliliğini gösterir. Allahü teâlâ sonra, "İsmail'i, Elyesa'ı ve Zülkifl'i de an. İşte bütün bunlar hayırlı insanlardı" buyurmuştur. Bunlar, Allah'ın dini uğrunda sıkıntılara göğüs geren, diğer bir grup peygamberdirler. Biz, bu isimlerin izahları ve bu peygamberlerin özellikleri hususunda, Enbiyâ ve En'âm sûrelerinde gerekli açıklamalarda bulunduk. Artık onları tekrar etmeye gerek yok. Bu sûredeki peygamber kıssaları ile sözün sonu işte burasıdır. 49Âyetin tefsiri için bak:54 50Âyetin tefsiri için bak:54 51Âyetin tefsiri için bak:54 52Âyetin tefsiri için bak:54 53Âyetin tefsiri için bak:54 54"Bu, bir zikirdir. Müttakiler için bir güzel dönüp varma yeri, Adn cennetleri. Onlar için bütün kapılar tamamen açılmıştır. Orada tahtlarına kurulurlar onlar. Orada birçok yemiş ve bir içecek isterler. Yanlarında gözlerini yalnız (kocalarına) dikmiş, yaşıt birçok dilberler vardır, işte hesap günü için size vaadolunan şeyler bunlardır. Şüphesiz bu, bizim, bitip tükenmeyecek rızkımızdır" Bil ki zikr hakkında iki izah şekli bulunmaktadır: a) Buna göre Cenâb-ı Hak, bu peygamberlerin (aleyhisselâm) hallerinin zikrini, sırf Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kavminin beyinsizliğine sabretmesi için açıklamıştır. İşte bu yol tamamlanıp, bunun peşinden, cahillerin beyinsizliklerine sabretmeyi gerektiren başka bir yotu zikretmeyi dileyip ve nihayet, iki konudan birini de diğerinden ayırmayı murad edince, pek yerinde olarak "Bu, bir zikirdir" buyurmuş; sonra da, bu ikinci konunun anlatımına başlayarak, "Muttakiler için..." buyurmuştur. Nitekim, ehl-i imân olan bir kimse, bir sözü tamamladığında, "Bu birinci konu" der, sonra da, diğer konunun izahına başlar. Yine, kâtib (yazar), kitabının bir faslını bitirip de, bir başkasına başlamayı dilediği zaman, "İşte böyle. Şimdiye kadar şunları şunları görmüş olduk" der. Bunun delili ise şudur: Cenâb-ı Hak cennetlikleri anlatmayı tamamlayıp da, bunun peşinden cehennemliklerin anlatımını getirmeyi dilediğinde, "Bu, böyledir. Azgınların gideceği yer ise, muhakkak en kötü bir mercidir" (sad, 55) buyurmuştur. b) İkinci izah şekli de şudur: Bununla, "Bu, bir peygamber (aleyhisselâm) için, bir şeref ve bir yâd-ı cemildir. Onlar, ebediyyen anılırlar" manası kastedilmiştir... Sahîh olan ise, birinci izah şeklidir. Cenâb-ı Hakk'ın "Müttakîler için bir güzel dönüp varma yeridir" beyanına gelince, bil ki, Allah onu yalancı bir sihirbaz olarak nitelemeleri ve onun için, istihza yoluyla, "Ey Rabbimiz, bizim amel defterimizi acele ver (de görelim!)" (Sad, 16) demeleri suretiyle, Kureyş kâfirlerinin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı yaptıkları beyinsizlikleri naklettiğinde, işte bundan sonra Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu beyinsizliklere katlanmasını emretmiş ve şu iki bakımdan da, mutlaka sabretmek gerektiğini açıklamıştır: a) Cenâb-ı Hak, önceki o peygamberlerin sıkıntı ve musibetlere sabretmiş olduğunu beyan edince, "İşte bu sabır konusunda, ey Muhammed, senin de onlara uyman gerekir" demek istemiştir. b) Bu ayet-i kerimede, Allah'a itaat eden kimse için, şöyle şöyle mükâfaatlar; ona muhalefet eden kimse için de, şöyle şöyle ikâb ve ceza olduğunu Allah beyan etmiştir. Bütün bunlar ise, Allah'ın emirlerine sabretmeyi gerektirmektedir. İşte bu, çok güzel bir nazm ve hoş bir tertiptir. Cenâb-ı Hakk'ın ifadesine gelince, buradaki meâb, "merci dönüş yeri" anlamındadır. Ruhların kadîm olduğunu söyleyenler, bu ayet ve "rucû-(geriye dönüş)" kelimesini ihtiva eden diğer ayetlerle istidlal etmişlerdir. İstidlal biçimi ise şöyledir: "Rucû" kelimesi ancak, bu ruhların, bedenlerden önce de mevcut olmaları; Allah'ın celâlinin huzurunda bulunup da, sonradan bedene ilişmeleri halinde uygun ve yerinde olur. İşte, ruhlar bedenlerden ayrıldıklarında ise bu hal, rücû "geriye dönüş" olarak isimlenidirilir." Buna göre şöyle cevap verilir: Bu şayet bir manaya delâlet ediyorsa, bu, ruhların bedenlerden önce mevcut olduğu hususudur; yoksa bu lafız, ruhların kadîm (ezelî ve ebedî) olduklarına delâlet etmez. Ayetteki, ifadesi, ifâdesinden bedeldir. Daha sonra, gelen tabiri ile ilgili birkaç mesele vardır: Alimler, bu lafzın izahı konusunda, birkaç vecih zikretmişlerdir: a) Ferrâ şöyle demiştir: "Bunun manası, "Cennetin bütün kapıları onlar için açılmıştır" anlamındadır. Çünkü Araplar, elif-lâm'ı, izafetten bedel sayarlar. Nitekim Araplar, "Yüzü güzel olan bir adama rastladım" derler. İşte, el-vechi kelimesindeki elif-lâm, izafetten bedeldir. (Yani anlamında)." b) Zeccâc şöyle demiştir: "Bu ifadenin manası, "Onlar için, cennetten, kapılar açılmıştır..." şeklindedir. c) Keşşaf sahibi ise şöyle demiştir: ""kapılar" kelimesi, zamirden bedeldir. ifadenin takdiri ise, "Onlar için onlar, yani kapılar açılmıştır" şeklindedir. Bu, senin tıpkı, "Zeyd'e, yani eline ve ayağına vuruldu.."demen gibidir. Binâenaleyh el-ebvâb kelimesi, bedel-i istimaldir." (......) mübtedâ, kendisinin de onun haberi olarak bu kelime ref ile mufettehatun şeklinde de okunmuştur. Bu durumda, her ikisi de, mahzûf bir mübtedânın haberi olup, bu da, hüve (zamiri)dir. Bil ki, Allahü teâlâ bu ayet-i kerimede, cennetliklerin hallerine dair birkaç şey zikretmiştir: a) Onların, meskenlerinin halleri... O halde, "Adn cennetleri" ifadesi İki şeye delâlet eder: 1) Bu meskenlerin, bahçeler ve bostanlar olduğuna.., 2) Bu meskenlerin daimi olup sona ermeyeceğine... "Onlar için bütün kapılar tamamiyle açılmıştır" ifadesi hakkında birkaç izah şekli bulunur: a) Mananın şu şekilde olması: "Cennetlerde görevli melekler, o cennetin sahibini gördüklerinde, ona, o cennetin kapılarını açarlar ve onları, "selâm!" diyerek selâmlarlar. İşte böylece o da, meleklerle çevrelenmiş olarak, çok izzetli bir biçimde ve en güzel bir hâl üzere, oraya girer. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Nihayet oraya varıp kapılan açılınca (cennetin) bekçileri (şöyle) dedi(ler): "Selâm size! Tertemiz geldiniz! Artık ebedî kalmak üzere girin buraya" (Zumer, 73) buyurmuştur. b) O cennetlikler, bu kapıların açılmasını istediklerinde, onlar kendiliklerinden onlara açılırlar; kapanmasını istediklerinde de, yine onlara kendiliklerinden kapanırlar. c) Buradaki "açılma" kelimesinden kastedilen, o meskenlerin genişliğini, gözlerin onu tarayıp dolaştığını ve orada çok hoş ve leziz hallerin müşahede edildiğini (edileceğini) anlatmaktır. Daha sonra gelen hakkında birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Cenâb-ı Hak bu ayette, onların, cennette yaslanıp kurulduklarını, anlatmış, diğer ayetlerde de, bu yaslanıp kurulmanın nasıl olduğunu beyan etmiştir. Meselâ bir ayette, "Tahtların üzerine kurulup dayanmışlardır" (Yasin, 56), başka bir ayette ise, "(Zevceleri) yeşil yastıklara ve güzel döşemelere yaslanarak (nimetlenirler)" (Rahman, 76) buyurmuştur. İkinci Bahis: (......) ifadesi, kendisinde âmil olan (zîhâl olan kelime)den önce gelmiş olan bir hal ifadesidir. Bu ifadede âmil olan ise (......) ifadesidir. Mana, "Cennetlerde, onlar yaslanıp kurulmuş oldukları halde isterler" şeklinde olur. Cenâb-ı Hak sonra, (......) buyurmuştur. Bu, "Çeşit çeşit yemişler ve yine, çeşit çeşit içecekler isterler" manasındadır. İfade, "Çok yemiş ve çok içecek..." takdirindedir. Böyle bir mananın serdedilmesinin sebebi ise şudur: Arapların yurtlan çok sıcak olup, meyvesi ve içecekleri gayet az idi. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak onları (cennetteki) bu şeylere arzulandırmış, teşvik etmiştir. Cenâb-ı Hak meskenin, yenilecek ve içilecek şeylerin durumunu anlatınca, bunun peşinden nikâhlanılacak olanın halini de bildirmek üzere "Yanlarında, gözlerini yalnız (kocalarına) dikmiş dilberler vardır" buyurmuştur. Bunun tefsiri, daha önce Sâffât Sûresi'nde geçmişti. Kısaca mana, "onların, kalbleri sadece kendi kocalarına yönelerek, onların dışındakilerden yüz çevirmiş oldukları" şeklindedir. Ayetteki etrâb kelimesine gelince, bu, "aynı yaşta olan" anlamındadır. O dilberlerin aynı yaşta olmaları muhtemel olduğu gibi, onların, kocalarla aynı yaşta olmaları da muhtemeldir. Kaffâl şöyle demiştir: "Böyle bir sıfatın zikredilmesinin sebebi şudur: O dilberler, gerek görünüm, gerek yaş, gerekse süs ve nimet bakımından hep biribirine benzeyince, onlara meyil ve arzu da aynı seviyede olacaktır, ki bu da, kıskançlığın olmamasını gerektirir." Cenâb-ı Hak daha sonra "işte hesap günü için size vaadolunan şeyler bunlardır" buyurmuştur. Yani, "Allah müttakilere, bu sıfatlarla nitelenmiş olan mükâfaatlar vaadetmiştir" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu mükâfaatın devamlı olduğundan bahsetmiş ve "Şüphesiz bu, bizim, bitip tükenmeyecek rızkımızdır" buyurmuştur. 55Âyetin tefsiri için bak:64 56Âyetin tefsiri için bak:64 57Âyetin tefsiri için bak:64 58Âyetin tefsiri için bak:64 59Âyetin tefsiri için bak:64 60Âyetin tefsiri için bak:64 61Âyetin tefsiri için bak:64 62Âyetin tefsiri için bak:64 63Âyetin tefsiri için bak:64 64"Bu (böyledir). Azgınların gideceği yer ise, muhakkak, en kötü bir mercidir. Cehennem! Onlar buraya girecekler. Artık, ne kötü döşektir o! İşte o azabı, (evet) onu tatsınlar, (ki bu), kaynar su ve irindir. O şekilden başka daha diğer nevi azaplar da vardır, İşte şu, körükörüne maiyyetinize koşup giren güruhtur. Onlar, rahat (yüzü) görmesinler. Çünkü onlar, o ateşe gireceklerdir. Derler ki: "Hayır, siz, asıl rahat (yüzü) görmeyin. Bunu bizim önümüze siz getirdiniz. Ne çirkin durum!" Onlar derler: "Ey Rabbimiz, bunu bizim önümüze kim getirdiyse, onun ateş içindeki azabını katmerli olarak arttır." (Azgınlar) derler: "Kendilerini bayağılardan saydığımız adamları niye görmüyorsunuz? Biz onları eğlence edinirdik. Yoksa gözler onlardan uzaklaşıp kaydı mı?" İşte bu, ehl-i cehennemin birbiriyle davalaşması muhakkak ve kati bir gerçektir" Bil ki Cenâb-ı Hak, müttakilerin mükâfaatının durumunu vasfedince, bundan sonra, azgınların ikâbının niteliğini zikretmiştir ki, böylece, vaadin peşinden vaîd (tehdit), terğîbin peşinden de terhîb (korkutma) gelmiş olsun... Bil ki Cenâb-ı Hak, cehennemliklerin hallerinden birkaç nevi zikretmiştir: a) Onların, varacakları mercileri ve dönüş yerleri... Bu "Bu, (böyledir). Azgınların gideceği yer ise, muhakkak, en kötü bir mercidir" ayetiyle bildirilmiş olup, bu, "Müttakiler için bir güzel dönüp varma yeri vardır" (sâd, 49) ayetinin mukabilinde zikredilmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, azgınların halinin, müttakilerin halinin zıddı olduğunu beyan etmiştir. Alimler, burada geçen tâgîn (azgınlar) kelimesiyle kimlerin murad edildiği hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Müfessirlerin ekserisi bunu, "kâfirler" manasına hamletmiştir. Cübbâî, "Bu kelime, ister kâfir olsun, ister olmasın, büyük günah işlemiş olan "ehl-i kebâir"e hamledilir" demiştir. Birinciler, birkaç bakımdan istidlalde bulunmuşlardır: a) Ayetteki, (......) kelimesi onların dönüş yerlerinin, başkalarınınkilerden daha kötü ve şer olmasını iktizâ eder. Bu ise ancak, kâfirlere uygun düşer. b) Allahü teâlâ onlardan, onların, "Biz onları eğlence edinirdik" dediklerini nakletmiştir. Bu da ancak kâfirlere yakışan bir durumdur. Çünkü fâsık, mü'mini alay konusu edinmez. c) Bu, kınama için getirilmiş olan bir ifadedir. Mutlak isim ise, kemâl manasına hamledilir. Azgınlıkta kâmil olan ise, kâfirdir. Cübbâî görüşünün doğruluğuna, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sakın! Çünkü insan muhakkak azar, kendisini ihtiyaçtan vareste gördü diye.."(Alak,6-7) ayetiyle istidlal etmiştir. Bu, tuğyan ile vasfetmenin, bazan büyük günah sahibi kimse hakkında da söz konusu olduğuna delâlet etmektedir. Bir de, Allah'ın, mükellefiyetlerini çiğneyen ve o hususlarda haddi aşan, tuğyan etmiş olur. Bunu iyice kavradığına göre, şimdi diyoruz ki: İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Bu ayetin manası, "Tuğyan edip, peygamberlerimi yalanlayanlar için, en kötü bir mercî (varış yeri) vardır" şeklindedir. Daha sonra "Cehennem, onlar oraya girecekler" buyurulmuştur. Cenâb-ı Hak tuğyan edenler için, en kötü bir dönüş yeri olduğunu bildirince, bu kötü dönüş yerini bu ifadeyle açıklamıştır. Hak, Teâlâ sonra da, "Artık ne kötü döşektir o!" buyurmuştur. Bu tıpkı, "Onlar için cehennemde bir döşek vardır. Üzerlerinde (yine ateşten) örtüler vardır" (Araf, 41) ayeti gibidir. Allahü teâlâ, cehennemliklerin altında olan o ateşi, uyumak isteyenlerin altlarına döşedikleri yatağa benzetmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak, 'İşte o azabı, (evet) onu tatsınlar (ki bu), kaynar su ve irindir" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bununla ilgili olarak şu iki izah yapılmıştır: 1) Ayette bir takdim-tehir söz konusu olup, kelamın takdiri, "Bu, bir kaynar su ve irindir. İşte bunu tatsınlar" şeklindedir. 2) Ayetin takdiri, "Cehennem. Onlar oraya girerler. Ne kötü bir döşektir bul Onlar bunu tatsınlar" şeklindedir. Daha sonra söze yeniden başlayıp, "Kaynar su ve irin..." denilmiştir. (......) hem şeddeli, hem şeddesiz okunmuş olup, bu hususta şu izahlar yapılmıştır: a) Bu, cehennemliklerden akan irin, sarı su demektir. Nitekim Arapça'da göz yaşı aktığında denir. İbn Ömer (radıyallahü anh), "Bu, cehennemliklerden akan irin manasınadır. Bu irinler bir yere toplanır. Onlar da onu içerler" demiştir. b) "Hamim, sıcağı ile yakan; gassâk ise soğuğu ile yakan şey" denilmiştir. Ezherî, "Gâsik, soğuk manasınadır. Bundan ötürü, geceye, gündüzden daha soğuk olduğu için, gâsik denilmiştir" der. c) Gassâk, kokmuş ve kokuşmuş demektir. Zeccâc, "Eğer, ondan bir damla, dünyanın doğusuna düşse, bütün batıdakileri; batıya düşse, doğudakileri kokutur" demiştir. d) Kâ'b, "Gassâk, akreb ve yılan gibi, zehirli canlıların, zehirlerinin içine aktığı bir cehennem gözesidir" demiştir. Hamza, Kisaî ve Asım'in ravisi Hafs, Kur'ân'ın her yerinde bu kelimeyi, sîn'in şeddesiyle, gassâk şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları, şeddesiz olarak okumuşlardır. Ebû Ali el-Fârisî, "Benim tercihim, bunu şeddesiz okumaktır. Çünkü şeddeli okununca du kelime, ya isim, ya da sıfat olmuş olur. Eğer isim kabul edilirse, isimler çok nâdir durumlar hariç, bu vezinde gelmezler. Eğer sıfat kabul edilirse, bu demektir ki bu kelime mevsûfunun yerine geçmiştir. Binâenaleyh asıl olan bu durumda bunun caiz olmamasıdır" demiştir. Allahü teâlâ sonra, buyurmuş olup, bununla ilgili birkaç mesele vardır: Ebû Amr, "uhrâ" kelimesinin çoğulu olarak, elifin zammesi ile bunu, (......) şeklinde okumuştur. Buna göre mana, "çeşitti diğer azablar" şeklindedir. Bu aynı zamanda, Mücâhidin de kıraatidir. Diğer kıraat imamları ise bunu, müfred sîga ile, (diğer bir azab) şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraate göre mana, "Tadılan bu azabın şeklinde, tadılacak diğer azablar, yani, şiddet ve korkunçluk bakımından bunun gibi azablar..." şeklindedir. Buna göre, ayetteki ezvâc, ecnâs (aynı cinsten azablar) manasınadır. İkinci kıraate göre ise mana, "Ya diğer bir azab, yahut tadılacak diğer bir şey..." manasınadır. Bu durumda ezvâc, âher'in sıfatı olur. Çünkü bu azabın çeşitli olması mümkündür. (Dolayısıyla sıfatı cemî olarak gelmiştir.) Yahut da, her üç kelimenin, yani hamîm, gassâk ve âher kelimelerinin hepsinin birden sıfatıdır. Keşşaf sahibi, bu kelimenin, şîn'ın kesresi ile siklini diye okunduğunu ve bunun bir lehçe (kullanım şekli) olduğunu, (buna benzer olan) kelimesinin ise sadece kesre ile okunduğunu söylemiştir. Bil ki Allahü teâlâ, azgınların âhiretteki yerlerini ve yiyeceklerini anlatınca, önce onların dünyada iken dostlarıyla olan hallerini, sonra ikinci olarak da, düşmanlarına karşı hallerini ele almıştır. Birincisi, ayetteki, "İşte şu, körükörüne maiyyetinize giren güruhtur" ifadesidir. Bil ki bu, o cehennemliklerin liderlerinin, biribirlerine söyledikleri sözlerinin nakledilişidir. Bunun böyle olduğunun delili, bundan sonra, tabî olan o insanların, "Hayır, asıl siz, rahat (yüzü) görmeyin. Bunu bizim önümüze siz getirdiniz" demeleridir. Ayetteki, "işte şu, körükörüne maiyyetinize giren güruhtur" ifadesinin, cehennem bekçilerinin, küfrün liderlerine, onlara uyanlar için söyledikleri sözleri; "Onlar rahat yüzü görmesinler. Çünkü onlar o ateşe gireceklerdir" ifadesinin de, küfür liderlerinin sözü olduğu da ileri sürülmüştür. Buna göre, cümlesi, "Bu, tıpkı onların, cehalet ve sapıklık hususunda sizinle birlikte olmaları gibi, sizinle cehennemde birlikte olan, İzdihamlı kalabalık bir topluluktur" manasında olur. "Sizinle birlikte olmaları"nın manası, "size dost ve sizinle birlikte olma uğrunda, cehenneme girmişlerdir" şeklinde olur. Çünkü bir sıkıntıyı üstlenme ve o sıkıntıya razı olma demektir. Zira kuhme "şiddet" manasınadır. Ayetteki, "Onlar rahat (yüzü) görmesinler" deyimi, o liderlerin, kendilerine tabî olanlara yönelik bir beddualarıdır. Nitekim kişi, lehine dua ettiği kimselere, "merhaba" der. Bu ya "Darlık ve sıkıntı olmayan, rahat bir yere geldin" manasınadır, yahut da "Sen yurduna geldin" manasınadır. Bu kelime ile beddua etmek için, başına lâ edatı getirilir. Ayetteki bihim, kendilerine beddua edilenlerin cehenneme girdiklerini ve onların bu azaba müstehak oluşlarının sebebini bildirip, bir benzeri de, "Her ne zaman oraya bir ümmet (bir millet) girse, kardeşine (yoldaşına) lanet eder" (A'raf, 36) ayetidir. Tâbi olanlar ise, "Hayır, asıl siz rahat (yüzü) görmeyin" derler. Onlar, bu sözleriyle, "Ey liderler, bize beddua ettiğiniz bu söze siz daha layıksınız" manasını kastederler ve bunun sebebini, "Bunu bizim önümüze siz getirdiniz" diyerek açıklarlar. Bu ayetteki "bunu" zamiri, ya ayetteki "azâb"a yahut da cehenneme girişlerine râcîdir. İmdi, "onların bunlara bu azabı getirmeleri ne demektir?" denilirse, biz deriz ki: Bu getirmeyi gerektiren şey, kötü amellerdir. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Tadın bu yakıcı azabı. Çünkü bu, ellerinizle yapıp, sunduğunuz şeydir" (Enfal, 50-51) buyurmuştur. Fakat o küfür liderleri, iğvâları ile bunun esas sebebi olup, bu azab da, o iğvânın cezası olunca, işte o zaman tâbi olanlar, "Bunu bizim önümüze siz getirdiniz" diyerek reisleri, öne getirenler (sunanlar), o cezayı da sunulan şey kılmışlardır. O halde "bunu" zamiri, "Azgınların gideceği yer ise, muhakkak en kötü bir mercidir" cümlesinin delâlet ettiği o "azgınlıktan" bir kinayedir, "yani "Durulacak ve iskan edilecek bir yer olarak, cehennem ne kötü bir yerdir!" Daha sonra liderlere tâbi olanlar, E; Rabbimiz, bunu bizim önümüze kim getirdiyse, onun ateş içindeki azabını katmerli olarak arttır" demişlerdir. Ayetteki (......) kelimesi, "muzaaf" demek olup, "kat kat, katmerli" manasınadır. Bunun bir benzeri de, "Rabbimiz bizi bunlar saptırdılar. Binâenaleyh onlara kat kat azab ver" (A'raf, 38) ve "Rabbimiz biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik. Onlar da bizi saptırdılar. Ey Rabbimiz, onlara iki kat azab ver" (Ahzab. 67-68) ayetleridir. İmdi eğer, "Takdir edilmiş, biçilmiş her azab, eğer hakedilişe göre ise, buna kat kat denmez. Yok eğer, hakedilenden fazla ise, o zaman da bu zulüm olur. Zulüm ise caiz değildir?" denilirse, biz deriz ki: Bununla, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kim kötü bir yol icâd ederse, Kıyamete kadar kendi mes'ûliyeti ile beraber bu yol üzere hareket edenlerin günahı-vebali de ona olur" hadisinin manası kastedilmiş olup, buna göre mana, ikiye katlanan bu azabın bir katı saptırma, bir katı da sapma azabı olur. Allah en iyi bilendir. Burada, kâfirlerin dünyada iken, kendilerinin dostları oldukları kimselere karşı ahıretteki hallerinin anlatımı son bulmaktadır. Dünyada iken düşman oldukları insanlara karşı ahiretteki tutumları ise, "(Azgınlar) derler ki: "Kendilerini bayağı kimselerden saydığımız adamları niye görmüyoruz?" ifadesi ile anlatılmıştır. Yani o kâfirler, cehenneme bakıp araştırdıklarında böyle söylerler ve bununla, değer vermedikleri o müslüman fakirleri kastederek, onlara ya kendilerinde mal-mülk olmayan alt tabakadan, yahut da kendilerinin dininin aksine hareket eden kimseler oldukları için, şerli kabul ettiklerinden, o müslümanlara "eşrâr" (şerliler) demişlerdir. Daha sonra o kâfirler, "Biz onları eğlence edinirdik" demişlerdir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Ebû Amr, Hamza ve Kisâî, bu ayetin başındaki elifi vasledip (......) şeklinde okurlarken; diğer kıraat imamları bunu, istifham olarak, (......) şeklinde okumuşlardır. Ebû Ubeyd şöyle der: "İstifham, önce tâ ti "niye görmüyoruz?" şeklinde geçtiği için, ve müşrikler dünyada iken mü'minleri alaya aldıklarında, kendilerinden şüphe etmedikleri için, bu elif vasi ile okunmuştur, Çünkü Allahü teâlâ bu hususu, "Onları eğlence edindiniz. Hatta onlar size beni hatırlamayı unutturdu"(Mü'minûn, 110) ayetiyle haber vermiştir. Dolayısıyla onların, kendilerinin bildikleri birşeyi sormaları yerinde olmaz." Ferrâ "Bu istifhamın manası, taaccüb ve azarlamadır. Bu manada, bilinen birşeyi soru şeklinde ifade etmek caizdir" diye cevap verir. Ayetteki, (......) kelimesi kelimesine denk düşsün diye, mutlaka bunun başına istifham hemzesi getirilmesinin gerekli olduğunu söyleyenlerin görüşünün izahına göre eğer, "Birinci kıraate göre, o halde, ifadesinin dengi olan cümle nedir?" denilirse, biz deriz ki: O cümle mahzûf olup buna göre mana, "Kastedilenler onlar mıdır, yoksa gözler onlardan uzaklaşıp kaydı mı?" şeklindedir. Nâfî, sîn'in zammesiyle suhriyyen okurken, diğerleri sîn'in kesresiyle sıhriyyen okumuşlardır. Her ikisi de aynı manayadır. Kesre ile okunması halinde manasının, alay etmek; zammesiyle okunması halinde İse, zelil kılmak, aşağı kabul etmek ve musallat olmak olduğu ileri sürülmüştür. Alimler, bahsi geçen iki kıraate binâen ayetin, kendinden öncekilerle münasebeti hususunda iki görüş üzere ihtilaf etmişlerdir: Haber cümlesi olarak okunan kıraate göre, kelâmın takdiri, "Onlar, hakir oldukları için o kimseleri terkettiler, yahut da gözleri onlardan uzaklaştığı için, "Niye onları görmüyoruz?" dediler" şeklinde olup, onları hakir görüşleri, "Onları eğlence edinirdik" şeklindeki sözleriyle ifade edilmiştir. İstifham cümlesi (......) şeklinde okunmasına göre kelamın takdiri, "ya, biz onlar hiç de böyle olmadıkları ve dolayısıyla cehenneme girmedikleri halde, onlarla alay ettiğimiz için, yahut da gözler onlardan uzaklaşıp kaydığı için, "niye onları görmüyoruz?" derler" şeklinde olur. Bil ki Allahü teâlâ, onların işte bu şekilde çekiştiklerini nakledince, "onlar hakkında haber verdiğimiz bu durum, mutlaka onların başına gelmesi haktır" demiş, sonra da onlardan naklettiği o şeyi açıklayarak, İşte bu, ehl-i cehennemin birbiriyle dâvâlaşmasıdır" buyurmuştur. Hak teâlâ, bu sözleri bir davalaşma olarak isimlendirmiştir. Çünkü, liderlerin, "Onlar, rahat (yüzü) görmesinler" şeklindeki sözlerine karşılık; tâbi olanların, "Asıl siz rahat (yüzü) görmeyin" şeklindeki sözleri bir çekişmeyi itade etmektedir. 65Âyetin tefsiri için bak:70 66Âyetin tefsiri için bak:70 67Âyetin tefsiri için bak:70 68Âyetin tefsiri için bak:70 69Âyetin tefsiri için bak:70 70"De ki: "Ben, sadece gelecek tehlikeleri haber veren bir peygamberim. Tek hakim Allah'dan başka hiçbir tanrı yoktur. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidir, O Azız ve Gaffar'dir." De ki: "Bu (Kur'ân), en mühim bir haberdir. Siz ise ondan yüz çeviriyorsunuz. Mele-i A'lâ hakkında onlar aralarında münazara ederlerken, benim hiç bir bilgim yoktu. Ben ancak gelecek tehlikeleri apaçık haber verici olduğum için, bana vahyolunuyor" Bil ki Allahü teâlâ, bu sûrenin başında, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, insanları, Allah'tan başka ilah olmadığı ve kendisinin Allah katından gönderilmiş, hakkı ve hakikati açıklayan bir peygamber olup, Kıyametin vuku bulacağına inanmaya davet edince, o kâfirlerin beyinsizlik edip Resûlullah'ın sihirbaz ve yalancı olduğunu söyleyerek, onun sözüyle alay ettiklerini nakletmiş, sonra da şu iki sebepten ötürü peygamberlerin kıssalarına yer vermiştir: Birincisi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, kavminin beyinsizliklerine sabretme hususunda, bu peygamberleri kendisine örnek almaya sevkedici olması için; ikincisi; kâfirleri, inkâr ve beyinsizlikte ısrar etmekten caydırıcı, imanı kabule sevkedici olsun diye... Cenâb-ı Allah, işte bu metodu tamamlayınca, bunun peşinden bir başka metodu zikretmiştir: Bu da, cennetliklere verdiği nimetler ile cehennemliklere verdiği cezaların açıklanmasıdır. Hak teâlâ bu açıklamaları tamamlayınca, yine bu sûrenin başında ele alınan tevhid, nübüvvet ve öldükten sonra dirilme esaslarını yeniden ele alarak, "Ey Muhammed, "Ben sadece gelecek tehlikeleri haber veren bir peygamberim (münzirim) ve tek hakim olan Allah'dan başka bir ilah olmadığının ikrarı gereklidir" de" buyurmuştur. Çünkü doğru sıra, önce karşı tarafın şüphelerinin ele alınması, sonra bu şüphelere cevap verilmesi, daha sonra da bunun peşinden, isbat edilmek istenen şeyin doğruluğunu gösterecek delillerin getirilmesidir. İşte Cenâb-ı Hak da burada önce, karşı tarafın şüphelerine cevap vermiş, görüşlerinin yanlış olduğuna dikkatleri çekmiş, bunun peşisıra da, ortaya konulmak istenen şeylerin doğruluğunu gösteren delilleri zikretmiştir. Çünkü yanlış ve uygun olmayan şeyleri bertaraf etmek, uygun olanı isbattan önce gelir. Yine tahtayı-levhayı yıkayıp temizlemek, onun üzerine doğru şekil ve yazıları yazmaktan önce gelir. Bu sırayı iyice düşünen kimse, sûrenin başından sonuna kadar bütün ayetlerin, en güzel bir tertip ve münasebet (ilgi) üzere geldiğini ister istemez kabul edecektir. "De ki: "Ben, tevhidi, nübüvveti ve Kıyameti inkâr edenlere verilecek cezalar ile bunlara inanacaklara verilecek mükâfaatlan tebliğ ediyorum'" demektir. Allahü teâlâ, o kâfirlerin, "O (bütün) tanrıları bir tek tanrı mı yapmış?", (sad,5) dediklerini nakletmek suretiyle, sûrenin başında tevhid delillerini ele aldığı gibi, bu ayetlerde de, işe yine birliğinin izahı ile başlamış ve "Tek hâkim Allah'dan başka hiçbir tanrı yoktur" buyurmuştur. İşte bu cümlede, Hak teâlâ'nın ortaktan ve benzerden münezzeh olduğunu gösteren delile bir işaret vardır. Bunu şöyle izah edebiliriz: İlah olma vasfında, Allah'a ortak koşulmak istenen şey, ya mutlak manada âlemde tasarruf etmeye kadir bir varlık olur, yahut böyle olmayıp, âciz ve cansız bir varlık olur. Birinci ihtimal söz konusu olamaz. Çünkü ortağı mutlak manada tasarrufa kadir olunca, kendisi kadir ve kahir olamaz. Çünkü bu, bir şeyin olmasını, ortağı ise o şeyin zıddını irade etse, bu iki zıddan birisinin meydana gelmesi, diğerinden daha evla olmaz. Bu durumda da bu, bunlardan herbirinin diğeri ile bertaraf edilmesi neticesine götürür. Böyle olması halinde ise, o, artık kadir ve kahir değil, aksine âciz ve güçsüz bir varlık olmuş olur. Âciz olan ise, ilah olmaya elverişli değildir. O halde ayetteki, "Tek hâkim olan Allah'dan başka hiçbir tanrı yoktur" cümlesi, kendisinin tek hakim oluşuna bir işarettir. İkincisi, yani O'na ortak koşulan varlıkların, meselâ bu putların, kesinlikle hiçbırşeye kadir olamayan ortaklar olduklarının söylenmesi de yanlıştır. Çünkü akıl sarih olarak, kadir ve kahir olan ilaha ibadet etmenin, duymayan, görmeyen ve hiçbir bakımdan senden zararı gideremeyen o cansız varlıklara ibadet etmekten daha uygun olduğu hükmünü verir. Şu halde ayet-i kerime, işte anlattığımız bu iki tür delile işaret etmektedir. Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın kahhâr (hakîm) olması, kendisinden korkulması ve sakınılması gerektiğini anlatmaktadır. Binâenaleyh Hak teâlâ bu hususu önceki ifade ile anlatınca, bunun peşinden bir ümid ve teşviki ifade eden ayetini getirerek, "Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbi'dir, Azîz, Gaffâr'dir" buyurmuştur. Binâenaleyh O'nun, "Rabb" oluşu, terbiye edişini, ihsan, kerem ve cömertliğini; "Gaffar" oluşu da, teşvik ve ümidi ihsas ettirmektedir. Öyleyse O, ibadet edilmesi gerekli olan bir varlıktır. Çünkü O, azabından korkulan, fazl'ı ve mükâfaatt ümid edilen bir zattır. Bu ayetleri tefsir etmek için, başka bir yola girip şöyle diyoruz: Allahü teâlâ burada, sıfatlarından şu beşini, yani, birliğini, kahhâr oluşunu, rubûbiyyetini, azîz ve gaflar oluşunu zikretmiştir.O'nun birliği, haktan yana olanlar ile müşrikler arasında münakaşa konusudur.Hak teâlâ, birliğine yine kahhar oluşu ile istidlal etmiştir ki biz, bunun buna nasıl delil olduğunu açıkladık.Fakat O'nun kahhar oluşu, birliğinin isbatına delalet etse bile, bu sıfat aynı zamanda O'ndan alabildiğine korkulmasını gerektiren bir vasıftır.Dolayısıyla bunun peşinden, rahmetine, lutfuna ve keremine delalet eden şu üç sıfatını getirmiştir. a)Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin rabbi olması... Bunu anlamak,ancak Allah'ın, gökleri, yeri, dört ana unsuru ve onlardan doğan üç varlık çeşidini yaratışındaki hikmet ve rahmetinin neticeleri hususunda tefekkür ettiğinde, onun bütün bunlardaki sırasını iyice kavramış olursun. Bu ise büyük bir ümidi doğurur. b)O'nun aziz oluşu... Bu sıfatın bu sadedde getirilmesinin hikmeti şudur: Birisi, farzet ki O, Rabtir, eğiticidir ve kerimdir. Fakat o, her şeye kadir değildir” diyebilir.Cenab-ı Allah işte böyle bir soruya, kendisinin aziz olduğunu, yani bütün bu mümkinata kadir, her şeyin üstesinden gelen, hiçbirşeyin mağlub edemeyeceği bir zat olduğunu bildirerek cevap vermiştir. c)O'nun gaffar oluşu... Bu sıfatın burada getirilişinin hikmeti de şudur: Yine birisi, Farzedelim ki O, Rabtir ve lutuf sahibidir. Fakat O, itaat edenler ve ibadette ihlasa ermiş kimseler için böyledir” diyebilir.Cenab-ı Hak işte bu hususa da şu şekilde cevap vermiştir:Birisi, mesela yetmiş yıl küfür üzere devam etse (yaşasa), sonra tevbekar olsa ben, bu kimsenin ismini, günahkar defterinden siler, fazlım ve rahmetimle onun bütün günahlarını örter ve onu ebrarın (iyilerin) derecelerine çıkarırım.” Bil ki Allahü teâlâ, işte bu hususu beyan edince “De ki: “Bu en büyük bir haberdir.Siz ise ondan yüz çevriyorsunuz” buyurmuştur. Bu ayette bahsedilen, “en mühim haber” şunlar olabilir: Bununla, Allahü teâlâ'nın tek oluşunun, büyük bir haber olduğunun kastedilmesi mümkündür.Yine bununla, nübüvvetin (peygamberliğin) mühim bir haber oluşunun kastedilmesi de mümkündür. Yine bununla, haşr, neşr ve Kıyamet inancının mühim haber oluşunun kastedilmesi de mümkündür.Bu böyledir. Çünkü bu üç esas, surenin başında ele alınmış ve üç esastan ötürü söz, buraya kadar uzayıp gelmiştir. Yine bu “en büyük bir haber” ifadesiyle, Kur'an'ın bir mucize oluşunun kastedilmeside mümkündür. Çünkü bu surede Kur'an'dan da, “Sana indirdiğimiz feyz kaynağı (mübarek) bir kitaptır” (Sad, 29) ayetinde bahsedilmiştir. İşte bu kimseler, Allah'ın “ De ki: “ Bu en büyük bir haberdir.Siz ise ondan yüz çeviriyorsunuz.” Ayetinde bahsedilen şeyden yüz çevirmişlerdir. “Siz ise ondan yüz çeviryorsunuz.” Beyanı bütün bunlar hakkında tefekkür etmeye ve istidlalde bulunmaya bir teşvik olup, taklidden menetmektir.Çünkü bunlar,çok yüce esaslardır.İnsan bunlarhakkında gerçek üzere olması halinde, en büyük saadet kapılarını elde etmiş olur. Yine insan eğer bu hususlarda bâtıl (yanlış) üzere olursa, şekavet kapılarının en büyüğüne düşmüş olur. Dolayısıyla bu konular büyük ve önemli haberlerdir ve yüce esaslardır. Akıl sarih olarak, insanın bu hususta tam bir ihtiyat içinde olmasını, vurdum duymaz ve aldırış etmez bir kimse olmamasını gerektirir. Ayetteki, "Mele-i A'lâ hakkında onlar aralarında münazara ederlerken, benim hiçbir bilgim yoktu" ayetine gelince, bil ki Allahü teâlâ mükellefleri, bu dört meselede ihtiyatlı olmaya teşvik etmiş ve şu açılardan bu teşviki pekiştirmiştir: a) Bunlardan herbirisi "en büyük haber"dir. Büyük haberde ise, ihtiyatlı olmak gerekir. b) Mele-i A'lâ, bu hususta pekişmişlerdir. Bu konuda söylenenlerin en güzeli, bunun Cenâb-ı Hakk'ın "(Allah) ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" dedi. (Melekler) dediler ki: "Orada fesad çıkaracak ve kan dökecek kimse mi yaratacaksın? Halbuki biz, seni hamdinle tesbih ediyor ve takdis ediyoruz." (Allah) dedi ki: "Ben, sizin bilmediğinizi biliyorum" (Bakara.30) ayetinde beyan edilen husus olmasıdır. Bu, şu manayadır: O melekler, "İnsanlar, şehvetlerini yerine getirmekle meşguller iken (ki bu husus ayette, "Orada fesad çıkaracak..." ifadesiyle anlatılmaktadır) ve öfkelerini uygulamakla meşguller iken, (ki bu da ayette "kan dökecek kimse" ifadesiyle anlatılmaktadır) biz ise, seni hamdinle tesbih ederken, insanın yaratılmasında hangi hikmet ve fayda vardır?" demek istemişlerdir. Bunun üzerine Allahü teâlâ da, "Ben, sizin bilmediğinizi biliyorum" diyerek cevap vermiştir. En iyisini Allah bilir ya, bunu şu şekilde izah ederiz: Aklın yaptığı taksimata göre mahlûkat dört kısma ayrılır: a) Kendilerinde akıl ve hikmet bulunup, nefs ve şehvet bulunmayan varlıklar. Bunlar, sadece meleklerdir. b) Kendilerinde nefis ve şehvet bulunup, ilim ve hikmet yer almayanlar. Bunlar, hayvanlardır. c) Bu iki kısımdan uzak olan varlıklar. Bunlar, cansız varlıklardır. d) Bu taksime göre geriye dördüncü bir kısım kalır. Bu da, kendisinde bu iki hususun birlikte bulunduğu varlıklardır. Bunlar İnsanlardır. İnsanın yaratılış maksadı, cehalet, taktid, tekebbür ve temerrüd (inad) değildir. Çünkü bütün bunlar, hayvanların ve yırtıcı hayvanların sıfatlarıdır. Aksine insanın yaratılış maksadı, ondan ilim, hikmet ve taatın zuhur etmesidir. Şu halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben sizin bilmediklerinizi biliyorum" (Bakara, 30) ayetinin manası şudur: "Bu tür mahlûkatta (insanda), her nekadar kendisini yanlışa davet eden, şehvet ve kan dökmeye sevkeden gazab (Öfke) bulunsa bile, onu marifetullaha, muhabbetullaha, taata ve hikmete sevkedecek olan akıl da var." Allahü teâlâ'nın meleklere işte bu şekilde cevap verdiği sabit olunca, insanın, bu sıfatları elde etme hususunda gayret ve cehd sarfetmesi, cehalet, taklid, ısrar, inad ve tekebbürden sakınması gerekir. Durum böyle olunca da, bu hâdisenin keyfiyetine vâkıf olan herkesin, buna vakıf oluşu kendisini, ilahî bilgilen ve üstün huyları elde etme hususunda çalışıp çabalamaya ve kendini bunların zıdlarından menetmeye sevkedici olması gerekir. İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hak bu makamda böyle buyurmuştur. İmdi eğer, "Meleklerin, "Orada fesad çıkaracak ve kan dökecek kimse mi yaratacaksın?" şeklindeki sözleri sebebiyle, onların bu konuda karşı koyduklarının söylenilmesi caiz değil. Çünkü Allah'a karşı gelmek küfürdür?" denilirse, biz deriz ki: Bu ayette, bir soru ve bir cevabın olduğunda şüphe yoktur. Bu ise, bir hasımlaşmaya ve münazaraya benzer bir durumdur. Benzerlik ise, mecazî mananın kullanılmasının bir sebebidir. İşte bu sebepten ötürü, bu durum için, hasımlaşma (münazara) denilmesi yerinde olmuştur. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu sözü bir rumuz şeklinde (telmihli olarak) söylemesini emredince, "Ben ancak gelecek tehlikeleri apaçık haber verici olduğum için bana vahyolunuyor" demesini emretmiştir. Bu, "Ben bu münazarayı vahiy ile öğrendim. Allah bana, sizi inzar edeyim diye ve bu kıssa, sizi, taatlarınızda ihlasa, cehalet ve taklidden kaçınmaya sevketsin diye, bu kıssayı vahyetti" demektir. Âdem (aleyhisselâm)'in Yaratılışı 71Âyetin tefsiri için bak:85 72Âyetin tefsiri için bak:85 73Âyetin tefsiri için bak:85 74Âyetin tefsiri için bak:85 75Âyetin tefsiri için bak:85 76Âyetin tefsiri için bak:85 77Âyetin tefsiri için bak:85 78Âyetin tefsiri için bak:85 79Âyetin tefsiri için bak:85 80Âyetin tefsiri için bak:85 81Âyetin tefsiri için bak:85 82Âyetin tefsiri için bak:85 83Âyetin tefsiri için bak:85 84Âyetin tefsiri için bak:85 85"Rabbin, O, (münazara) zamanında meleklere demişti ki: "Ben, çamurdan bir insan yaratacağım. Artık o(nun hilkatini) tamamlayıp, içerisine de ruhumdan üfürdüğüm zaman, kendisi için derhal, (bana) secdeye kapan!." Bunun üzerine bütün melekler toptan secde etmiş, yalnız İblis kibirlenmeye yeltenmişti. (Zaten) o, (ilm-i ilahîde) kâfirlerdendi. Buyurdu ki: "Ey İblis, ellerimle (yanı bizzat) yarattığıma secde etmekten seni hangi şey menetti? Kibirlenmek mi istedin, yoksa yücelerden mi oldun?" (İblis) dedi: "Ben ondan üstünüm, beni ateşten, onu çamurdan yarattın." Allah buyurdu: "Hemen buradan çık, zira artık sen, taşlanan (rahmet-i ilâhiyeden kovulan bir mel'ûn)sun. Ve şüphesiz ki, ceza gününe kadar, lanetim senin üstünedir." (İblis) dedi: "Ya Rabbi, o halde, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar, bana mühlet ver." (Allah) buyurdu: "Haydi sen, mühlet verilenlerdensin, bence malûm olan zamanın (bir) gününe kadar." (İblis) dedi: "İzzetin hakkı için, (mutlak kudret ve kahrına andederim ki) ben de artık onların hepsini muhakkak azdıracağım. İçlerinden ihlâsa erdirilmiş (mü'min) kulların müstesna." (Allah) buyurdu: "İşte, bu doğru. Ben, şu hakikati söyleyeyim: "Cehennemi, senden, (senin cinsinden) ve onların (insanların) içinden sana tâbi olanların hepsiyle dolduracağım" Bil ki, bu kıssanın ele alınışının maksadı, hasetten ve kibirden men etmektir. Bu böyledir, çünkü İblis, düştüğü şeye ancak, hasedi ve kibri sebebiyle düşmüştür. Kâfirler or, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ancak, hasetleri ve kibirleri sebebiyle münakaşa edip, karşı koymuşlardı. Binâenaleyh, Allahü teâlâ bu kıssayı, onu dinlemek böylece de, kendilerini bu iki kötü huydan alıkoysun diye zikretmiştir. Netice olarak diyebiliriz ki, Allahü teâlâ, mükellefleri düşünmeye ve istidlalde bulunmaya, tefekkürde bulunmaya teşvik etmiş; onları inattan, ısrardan ve taklitçilikten men etmiş ve böylece de, işte bu hususun izahı sadedinde şunları zikretmiştir: a) Bu, "Önemli, büyük bir haberdir, öyleyse, bu konuda ihtiyatlı olmak gerekir." b) Meleklerin, beşerin yaratılmasındaki hikmeti sormalarının anlatılması... Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in yaratılışındaki asıl hikmetin, cehalet ve tekebbür değil, marifet ve taat olduğuna delâlet eder. c) İblis, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'le, ancak haset ve kibirden dolayı cedelleşmiş ve ona hasım olmuştur. Şu halde insanın, bu iki şeyden kaçınması gerekir. İşte bu ayetlerdeki münasebet vechinin izahı budur. Bil ki bu kıssanın izahı, pekçok sûrede geçmiştir. Dolayısıyla, söylenmesi mutlaka gerekli olanın dışındaki sözleri tekrarda fayda yoktur. Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır: (......) ifadesi hususunda şöyle birkaç soru sorulabilir: Birinci Soru: Bu, şuna benzer: Meselâ gümüş bilezik edinmek de mümkün olduğunda "Ben, altın bilezik takacağım" denilmesinin yeri vardır. Acaba çamurdan başka birşeyden beşeri yaratma imkânı var mıydı ki böyle denildi? İkinci Soru: Cenâb-ı Hak burada, beşeri, çamurdan yarattığını bildirmiş, diğer ayetlerinde de, onu, diğer şeylerden yarattığını belirtmiştir. Meselâ, Hazret-i Adem (aleyhisselâm) hakkında, onu, topraktan yaratmış olduğunu bildirmesi; yine O'nun, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'i "Kuru bir çamurdan, suretlenmiş bir balçıktan" (Hicr, 28) yarattığını bildiren ayetiyle, yine O'nun, "İnsan, aceleden yaratılmış..." (Enbiyâ.37) ayetinde olduğu gibi. Üçüncü Soru: Bu ayet, Cenâb-ı Hak meleklerine, "Ben, çamurdan bir beşer yaratacağım" diye haber verdiğinde, meleklerin hiçbir şey söylemediklerine, diğer bir ayette, yani Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben, yeryüzünde bir halife varedeceğim"(Bakara, 30) dediğini belirttiği ayette ise, o meleklerin soru sorduklarını ve kendisinin de buna cevap verdiğini beyan ettiğine delâlet etmektedir. Şu halde, bu iki ifade arasında bir çelişki olduğu düşünülebiliyor. Birincisine şöyle cevap verilir: Kelamın takdiri şöyledir: Cenâb-ı Hak onlara, ilk önce, yaratacağı bu beşerin, hayvani, yırtıcı, şeytanî ve mefekî kuvvetleri kendinde toplayan bir şahıs olduğunu anlatmıştır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, "Ben, çamurdan bir insan yaratacağım" deyince, O, adeta "İşte bu sıfattan kendinde taşıyacak bu varlığı, ben sadece çamurdan yaratacağım" demek istemiştir. İkincisine de şöyle cevap verilir: (Bu hususta), en uzak madde topraktır. Sonra, buna daha yakın olan, çamurdur. Yaratılmaya, bundan da yakın olan, suretlenmiş balçık; yine, yaratılmaya bundan daha da yakın olan salsâl (kuru, özlü çamur)dır... Böylece, bu kelimeler arasında bir tezat olmadığı kesinleşmiş olur. Üçüncüsüne de şu şekilde cevap verilir: Allah, Bakara Sûresi'nde geçen o ayette, meleklere, yeryüzünde bir halife yaratacağını beyan etmiştir. Buradaki ayet ile de, o halifenin, çamurdan yaratılmış bir beşer olduğunu beyan etmiştir. (......) ayeti, beşeri yaratmanın, ancak şu iki şeyle, yani ilk önce tesviye edip düzeltmek, daha sonra da ona ruh üflemekle tam olduğuna delâlet etmektedir. Bu doğrudur, zira insan, beden ve ruhtan meydana gelmiştir. İnsana bedeni, menî (nutfe)den, nutfe de hayız kanı gibi kirli kandan, bu da ahlât-ı erbaa (dört karışım)dan; bunlar da erkân-ı erbaa (dört rükünden) meydana gelmektedir. Binâenaleyh, böylesi bir tesviyenin meydana gelebilmesi için mutlaka, bu sayılan şeylerin her biri için, hususî bir mikdarın; bunların karışım ve terkiblerinin nasıl olacağının ve kendisinden ötürü "nefs-i natıka" (insan ruhu)nın kabul edilmesi için bir kabiliyetin meydana geldiği o mizaç ve karışımın kendisinde meydana geleceği bir müddetin bulunmasının gözetilmesi gerekir. İnsanın ruhuna ise, "içerisine de, ruhumdan üfürdüğüm zaman" cümlesiyle, işaret edilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın bu ruhu kendisine nisbet edişi, ruhun kıymetli, yüce, kudsî bir cevher olduğuna delâlet etmiştir. Hulûliyye (fırkası), bu ifadenin başında yer alan min edatının, teb'îz için olduğunu ve bunun da, bu ruhun, Allah'ın parçalarından bir parça olduğu zannını uyandırdığını iddia etmişlerdir ki, bu, son derece yanlıştır. Çünkü, hakkında, cüz'ün ve küllün (parça ve bütünün) düşünülebildiği her varlık mürekkeb, zâtı gereği "mümkinü'l-vücûd" ve "muhdes" varlıktır. Bu rûhun, o kalıba nasıl üflendiği meselesine gelince, bil ki, doğruya en yakın olanı şöyle denilmesidir: Ruhun cevheri şeffaf, nûrânî, elementleri ulvî ve cevheri kudsî olan birtakım maddelerden ibaret olup, bu, bedende tıpkı ışığın havada, ateşin de kömürdeki nüfuz ve hareketi gibi hareket edip ona sirayet eder. Binâenaleyh, bizce ancak bu kadar bilinmektedir. Ama bu üfleyişin nasıl yapıldığı meselesine gelince bu, ancak Allahü teâlâ'nın bilebileceği şeylerdendir. (......) cümlesindeki fâ, o bedenine o ruhun üftenmesi tamam olur olmaz, o meleklere, secde etmelerine dair Allah'ın emrinin teveccüh ettiğine delâlet etmektedir. Ama, bu secde ile, sadece yeryüzünün melekleri mi emrolunmuştu, yoksa, bu ifadenin içine, "O gün rûh ve melekler saf halinde ayakta duracaktır" (Nebe, 38) ayetinde bahsedilen Cebrail, Mikail ve en büyük Rûh gibi, gökyüzünün melekleri de girmekte midir meselesine gelince, işte burada, derin konular bulunmaktadır. Sûfiyyenin bir kısmı şöyle demektedirler: "Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'e secde etmekle emrolunan o melekler, bitkisel ve hissî-hareketsel hayvani kuvvetlerdir. Çünkü bu kuvvetler, insan bedeninde rûh cevherinin hizmetçileridir. Secde etmeyen İblis ise, akıl cevherine karşı gelen, vehmî kuvvettir. Bu husustaki söz, uzundur... Geriye kalan diğer meseleler, yani, meleklerin Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'e nasıl secde ettikleri; bunun, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in meleklerden üstün olup olmadığına delâlet edip etmediği; İblis'in meleklerden olup olmadığı ve onun zaten kâfir olup olmadığı gibi meselelere gelince, bütün bunların izahı, Bakara ve diğer sûrelerde geçmişti. Cenâb-ı Hakk'ın, uzuv ve organları bulunduğunu söyleyen kimseler, Allah'ın iki eli olduğunu isbat hususunda,"iki elimle, (yani bizzat) yarattığıma secde etmeden seni hangi şey men etti?" ifadesiyle istidlalde bulunarak, "Ayetin zahiri, buna delâlet etmektedir. Dolayısıyla, bunu benimsemek gerekir. Pekçok ayet de, bu ayete uygun bir şekilde gelmiştir. Binâenaleyh, kesinkes buna hükmetmek gerekir" demişlerdir. Bil ki Allahü teâlâ'nın, birtakım cüzlerden ve uzuvlardan meydana gelmiş bir cisim olmadığına delâlet eden deliller daha önce geçmişti. Ancak ne var ki, biz burada, çok net bir biçimde susturucu şöylesi birkaç nükteden bahsedelim: 1) Allah'ın, uzuvlardan ve cüzlerden meydana geldiğini söyleyenler ya sadece Kur'ân'da bahsedilen uzuvları ele almakla ve buna ilavede bulunmamakla yetinecekler; yahut da buna ilavede bulunacaklar. Binâenaleyh, eğer birincisi olursa, o zaman onların, çirkinlikte, daha fazlasının uygulanmayacağı bir biçimi ve şekli ortaya koymuş olmaları gerekir... Çünkü, onların "O'nun vechi hariç, her şey yok olucudur" (Kasas. 88) ayetinden dolayı, sadece bir yüz parçası bulunacak bir biçimde, O'na bir yüz kabul etmiş olmaları gerekir. Yine o parçada, "Gözlerimin önünde akıp gider"(Kamer. 14) ayetinden ötürü, pekçok gözler; (Zûmer, 56) ayetinden dolayı, (o yüzde) tek bir cenb (yan); "Ellerimizin yaptığından" (Yâsîn, 71) ayetinden dolayı, o "yan"da pekçok eller; -O'nun iki elinin olduğunun farzedilmesi halinde, bu iki elin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Hacer-i Esved, Allah'ın yeryüzündeki sağ elidir Kenzûl-Ummâl, 12/34744. hadisinden dolayı, tek bir tarafta olması gerekir Keza "O gün, baldır açılır" (Kalem, 42) ayetinden dolayı, O'nun tek bir bacağı olduğunu isbat edip kabul etmiş olmaları... gerekir. İşte (çizilen) bu şekilden, üzerinde pekçok gözlerin, tek bir yanın (böğür) ve yanın üzerinde, pekçok ellerin ve tek bir bacağın bulunduğu (sadece) bir yüz parçası meydana gelir... Halbuki, ortaya çıkan bu şeklin, en çirkin şekil olduğu malûmdur. Şayet bu, bir köle olsaydı, hiçkimse onu almak için rağbet etmezdi. Öyleyse nasıl olur da insan, âlemlerin Rabbinin bu şekilde olduğunu söyleyebilir? İkincisine, yani, Kur'ân'da ele alınan o uzuvlarla yetinmeyip, tam aksine, uygun te'villere göre, bu uzuvları arttırıp eksiltmesine gelince, bu durumda, bunun görüş ve mezhebi, ayetlerin, sadece zahirî manasına hamledilmesi halinde dahi bâtıl ve geçersiz olur. Ve onun, mutlaka er geç aklın delillerini kabul etmesi gerekir. 2) Onlar, Allah'ın uzuvları olduğunu isbâta kalkıştıklarında, bu durumda sen bak. Eğer onlar O'na, erkeğin uzvunu isbât edip verirlerse, o zaman o, erkek olur; eğer, kadının uzvunu isbât ederlerse, bu durumda o, dişi olur, Yok ikisi de değil derlerse, bu durumda o, ya burulmuş, ya da cinsî münasebetten âciz, (innîn) olur. Allah bu zalimlerin, (O'nun hakkında) söyledikleri şeylerden iyice uzak, yüce ve münezzehtir! 3) Bu delilimiz, Cenâb-ı Hakk'ın zâtıyla ilgilidir. Binâenaleyh şöyle diyebiliriz: Onun cismi, ya kesinlikle nüfuz edilmeyen, katı ve sert bir cisim olur ve böylece de, çok sert bir taş olmuş olur; yahut da, kendisine nüfuz olunabilen bir varlık olur, böylece de, bölünebilen ve parçalanabilen, yumuşak bir varlık olur. Halbuki Allah, bütün bunlardan yüce ve münezzehtir. 4) Eğer Cenâb-ı Hak, yerinden kımıldayamayacak bir biçimde ise, bu durumda O, aciz, kötürüm, oturduğu yerden kalkamaz bir varlık olmuş olur. Yok eğer O, olduğu yerden hareket edecek bir biçimde ise, bu durumda O, birtakım değişikliklere mahal olur ve böylece de, "Batıp kaybolanları sevmem "(En'am. 76) ifâdesinin muhtevasına girmiş olur. 5) Eğer O, yemiyor, içmiyor, uyumuyor ve hareket de etmiyorsa, ölü gibidir. Eğer bu işleri yapıyor ise, çok obur ve yemeye içmeye, cinsî münasebette bulunmaya muhtaç olan bir insandır, ki bu, bâtıl ve temelsizdir. 6) Onlar demektedirler ki, Allah her gece, Arş'dan dünya semasına inmektedir. Allah'ın inmesi sırasında biz onlara deriz ki: Allah, Arş'ın üzerinde iken, hem Arş'ın müdebbiri, hem de dünya semasının müdebbiri olarak kalır mı? O zaman da, O'nun inmesinde bir fayda söz konusu olmaz. Yok eğer, Arş'ın müdebbiri olarak kalmıyor ise, o zaman O'nun inmesi sırasında Arş'ın ve göklerin ilahî olmaktan uzak kalmış olması gerekir. 7) Onlar, Allahü teâlâ'nın Arş'dan daha büyük olduğunu, Arş'ın büyüklüğünün ise Kürsî'nin büyüklüğüne nisbet edilemeyeceğini, dünya semasına varıncaya değin, bunun bu tertip üzere devam ettiğini söylerler... İşte durum böyle olunca, dünya semasının Allah'ın azametine nisbeti, zerrenin denize olan nisbeti gibi olur. Allah dünya semasına indiğinde de, ya ilâh, dünya semasına sığacak bir biçimde küçülür" denilir, ya da "Dünya seması, Arş'dan daha büyük hale gelir" denilir ki, bütün bunlar batıl ve yanlıştır. 8) Alemi (dünyanın) bir küre biçiminde olduğu sabit olmuştur. Dünya eğer, bir topluluğa nisbetle üst ise, diğerine nisbetle de, alt olur. Ki bu, batıldır. Eğer o, herkese nisbette üst ise, o zaman da, bu alemi bütün yönlerden kuşatan bir cisim olur. Bu görüşe göre, bu alemin ilahı da, feleklerden bir felek olur. 9) Yeryüzü küre biçiminde, gökler de aynı biçimde küre şeklinde olunca, senin farzedip takdir edeceğin her saat, güneşi görmeyen küre sakinlerinden, belli bir topluluk hakkında gecenin üçte biri olur. Binâenaleyh, şimdi şayet Cenâb-ı Hak, gecenin üçte birinde Arş'dan inecek olsaydı, O'nun, devamlı olarak Arş'dan inmiş ve artık hiçbir şekilde Arş'a dönmemiş olması gerekirdi. 10) Biz, güneşin ve ayın, şu üç kusurdan dolayı ilâh olamayacaklarını belirtmiştik: a) Bunların, parça ve kısımlardan meydana gelmiş olmaları... b) Sınırlı ve sonlu olmaları... c) Hareket, sükûn, doğup-batma gibi özelliklerle muttasıf olmaları... Şu halde, şayet Müşebbihe'nin ileri sürdüğü ilah, kısımlardan ve parçalardan meydana gelmiş olsa, o zaman mürekkeb bir varlık olmuş olur. Arş üzerinde olsa, o zaman sınırlı ve sonlu olur. Eğer, Arş'dan inip yine oraya dönecek olsa, hareket ve sükûn ile tavsif edilmiş olur. Binâenaleyh, bu üç sıfat, şayet ulûhiyyete ters ise, Allah'ın, bütün bunlardan tenzih edilmesi gerekir. Bu da, Müşebbihe'nin görüşünü iptal eder. Yok eğer, ulûhiyyete aykırı değilse, bu durumda hiç kimse, güneşin ve ayın ulûhiyyetini, ta'n ve tenkit edemez. 11) Cenâb-ı Hak, "De ki: "O Allah, birdir" (ihlas, 1) buyurmuştur. Halbuki ehad lafzı, mükemmel bir biçimde bir vahdeti ifade eder. Bu ise, Allah'ın cüzlerden ve parçalardan meydana gelmiş olmasına ters düşer. 12) Cenâb-ı Allah, "Allah ganîdir, sizlerse fakir..."(Muhammed, 38) buyurmuştur. Şimdi, Allah şayet parça ve kısımlardan meydana gelmiş olsaydı, bu durumda O, kendisini meydana getiren bu kısımlara muhtaç olmuş olurdu ki, bu, Allah'ın mutlak manada ganî-müstağnî olmasına aykırıdır. Şu halde, yaptığımız bu izahlarla, Allah'ın uzuvlarının ve kısımlarının bulunduğunun söylenilmesinin imkânsız olduğu sabit olmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, uzuvlardan ve organlardan tenzih edilmesinin vâcib olduğu, yakînî ve kesin delillerle sabit olunca, biz diyoruz ki, ulemâ, (meselâ) Allah hakkında ifade edilen "el-yedu" (el) lafzı hakkında şu izahları yapmışlardır: 1) Yed "kudret" anlamındadır. Nitekim Araplar, "Benim gücüm ve kudretim yetmez" anlamında, derler. Cenâb-ı Hak da, "Yahut nikâh düğümü elinde bulunan kimse bağış yapmış olsun" (Bakara, 237) buyurmuştur. 2) Yed kelimesi, "nimet" manasındadır. Nitekim Arapça'da, kendisiyle nimet manası kastedilerek, "Falan hakkında, falancanın nimet ve iyilikleri, apaçıktır" denilir. O halde, Allah hakkında kullanılan, "iki el" tabiriyle ya açık ve gizli nimetler, yahut da, dinî-dünyevî nimetler kastedilmiştir. 3) Bu lafız, bazan, tekîd için getirilir. Meselâ bir kimsenin, eliyle suç işleyen kimseye "Bu, senin iki elinin kazandığı, yaptığı şeydir" demesi gibidir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Rahmetimin öncesinde bir müjdeci olarak..." (A'râf, 57) buyurmuştur. Birisi, "Burada, yed lafzını "kudret" anlamına almak caiz değildir. Bunun delilleri de şunlardır: a) Ayetin zahiri, Allah'ın, iki elinin bulunduğunu ifade etmektedir. Binâenaleyh, şimdi, yed, kudret anlamına alınacak olursa, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, iki kudretinin olduğunun söylenmesi gerekir ki, bu olamaz. b) Ayet, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in, iki el ile yaratılmış olmasının, onun üstünlüğünü ve melekler tarafından kendisine secde edilmiş olmayı gerektirmesini iktizâ eder. Binâenaleyh, şayet "el" yed "kudret" anlamında olursa, o zaman, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) kudret ile yaratılmış olur. Ne var ki, bütün eşya, Cenâb-ı Hakk'ın kudreti ile yaratılmıştır. Bu sebeple, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in Allah'ın eliyle yaratılmış olması gibi, İblis de, Allah'ın eliyle yaratılmıştır. Bu sebeple, yed'in, "kudret" anlamına alınması durumunda, bunun, Âdem (aleyhisselâm)'e İblis tarafından secde edilmesinin illeti olması, İblis'e Âdem (aleyhisselâm)'in secde etmesine illet olmasından daha evlâ olamaz Böylece de, ayetin nazmı (düzeni) bozulur ve bâtıl olur. c) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadiste, "Allah'ın her iki eli de sağ eldir" buyurmuştur. Bu vasfın, kudrete uygun düşmeyeceği malumdur. İkinci te'vîle, yani, "iki yed"in, "iki nimet" manasına alınmasına gelince, bu da şu sebeplerden dolayı olamaz: 1) Allah'ın nimetleri pekçoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, sayamazsınız" (Nahl, 18) buyurmuştur. Halbuki, ayetin zahiri el sayısının sadece iki olduğunu bildirmektedir. 2) Şayet, "yed" nimet anlamına gelseydi, bu durumda biz, şöyle diyebilirdik: Nimet, Allah tarafından mahluklar için yaratılır. Bu durumda da, Âdem (aleyhisselâm) Allah için değil, bazı mahlûkat için yaratılmış olurdu. Bu ise onun kemâlinden ziyade, noksanlığına sebep olurdu. 3) Şayet "yed" nimet anlamında olsaydı, o zaman (Mülk, 1) ayetinin manası, "Mülkü, nimetinde olan zât ne yücedir;" (Al-i imrân, mi) cümlesinin manası "Hayır senin nimetindendir" ve (Maide, 64) cümlesinin manası da, "Hayır, doğrusu, O'nun iki nimeti yayılmıştır" şeklinde olurdu ki, bütün bu mânaların bozuk olduğu malumdur. Üçüncü te'vile, yani yed lafzının bazen te'kîd için ziyâde olarak getirilmesi meselesine gelince, biz şöyle deriz: Bu lafız, hem kendisinde böyle bir uzuv bulunanlar, hem de bulunmayanlar hakkında kullanılır. Birincisine gelince, bu, meselâ Arapların, eliyle suç işleyen kimse hakkındaki, "Bu, senin iki elinin kazandığı şeydir" demeleri gibidir. Bunun sebebi şudur: Kudretin, kendisini gösterdiği yer, eldir. İşte bu sebeple, yed lafzı, kudret anlamına alınabilmiştir. Böyle olması halinde, yed lafzından kudret manası kastedilmiş olur. Halbuki, bu izahın iptal edilişi, daha önce geçmişti. İkincisine gelince, bu da, meselâ "Çetin bir azâbtan evvel" (Sebe, 46) ayeti ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Kıyamet öncesinde" ifadesi gibidir. Ancak ne var ki biz, bu lafızla bu mecazın yapıldığını söylüyor, kabul ediyoruz. Fakat, mecaza kıyas uygulanmaz ve bu, daima aynı olmaz. İşte bu sebepten elbette, bu cümlelerin manası "azabın eliyle" "saatin eliyle meydana gelmiştir" şeklindedir, denilemez. Biz, "Allah ve Resulünün önüne geçmeyiz" (Hucûrat, 1) hitabıyla, tekîd ve ziyadeliğin kastedilebileceğini kabul ediyoruz. Ama bu ayette bahsedilen, mecazî manada olarak bu lafız değil, tam aksine, "İki elimle yarattım" ifadesidir. Mecazlara kıyas etme bâtıl olunca, sizin bu iddialarınız tamamiyle sakıt olur, düşer. Bu konuda benim söyleyeceklerim bundan ibarettir" diyebiliriz. Bu konuda, bence, Özet olarak şu söylenebilir: Büyük bir hükümdar, ilgi ve alâkasını bütünüyle o işe yöneltmesi durumu hariç, herhangi birşeyi kendi eliyle yapmaz. Binâenaleyh, son derece gösterilecek ilgi ve alâka, el ile yapılacak işin ayrılmaz vasfı olunca, o zaman, kesin deliller bulunduğunda, bu kelimeyi mecazî manada almak mümkün olur. Benim bu konuda özetle söyleyeceğim şeyler bundan ibaret olup, Allah en iyisini bilendir. İblis'in Gururu Cenâb-ı Hakk'ın, hitabına gelince bu, "Şu anda mı kibirlendin, yoksa, hep eskiden beri kibirlenenlerden, yücelerden misin?" demektir. İblis bu soruya "Ben ondan üstünüm, beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın" diyerek cevap vermiştir ki, bu da, "Şayet ben, şeref ve kıymet bakımından ona denk isem, benim ona secde etmemin emredilmedi çirkin olur. Nasıl böyle olmasın ki, ben Ondan üstünüm" demek olup, daha sonra İblis, kendisinin Âdem (aleyhisselâm)'den daha üstün olduğunu şu şekilde açıklamıştır: "Benim aslım, ateştendir. Ateş ise çamurdan daha kıymetlidir. Şu halde, benim aslımın, Âdem'in aslından daha iyi olduğu ortadadır. Aslı, aslından daha iyi olan, ondan daha üstündür."İblis'in bu cümleleri, şu üç mukaddimeden ibarettir. Birinci Mukaddime: İblis, ateşten yaratılmıştır. Bunun delili ise Cenâb-ı Hakk'ın, İblis'ten naklettiği, "beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın" (A'râf, 12) ve "Cânnı da daha önce çok zehirleyici ateşten yarattık" (Hicr, 27) şeklindeki ifadeleridir. İkinci Mukaddime: Ateş, çamurdan daha üstündür. Bunun delilleri ise şunlardır: a) Felekî (göksel) kütleler, unsurî (yerel) kütlelerden kıymetlidir. Ateş, feleklere en yakın olan unsurdur. Yer ise, onlardan en uzak olan unsurdur. Öyleyse, ateşin yerden daha üstün olması gerekir. b) Ateş, battıklarında, bu alemi aydınlatma hususunda, güneşin ve ayın yerini alır. Halbuki, güneş ile ay, yerden daha kıymetlidirler. Şu halde, aydınlatma hususunda onların yerini alan şey, yerden daha üstündür. c) Aslî ve etken keyfiyyetler, ya hararettir, ya da bürûdet (soğukluk)tur. Hararet (sıcaklık), bürûdetten daha üstündür. Çünkü hararet, hayata; bürûdet ise, ölüme uygun olan vasıflardır. d) Yer, kesîf, yoğun; ateş ise, latif ve şeffaftır. Şeffaf olan ise, yoğun ve kesîf olandan daha kıymetlidir. e) Ateş, aydınlatıcılık vasfını haizdir. Yer ise, karanlıktır. Halbuki aydınlık, karanlıktan daha iyidir. f) Ateş, hafiftir. Dolayısıyla, ruha benzer. Yer ise ağırdır. Dolayısıyla bedene benzer. Rûh ise, bedenden daha üstündür. O halde ateş, yerden daha üstündür. İşte bundan dolayı tabibler, iki ağır unsurun, bedenlerin terkibinde; iki hafif unsurun da, ruhların meydana gelmesinde daha elverişli ve müsait olduğu hususunda mutabıktırlar. g) Ateş, yükselme özelliğine sahiptir. Yer (toprak) ise, İnme özelliğine sahiptir. Yükselen, inenden daha üstündür. i) Felekler burçlarının ilki, koç burcudur. Çünkü, Kuzey Ekvator noktasından ilk başlayan bu burçtur. İşte bu burç, ateş karakterindedir. Canlılardaki uzuvların en şereflisi ise, onun kalbi ve ruhudur ki bu, kalb ile rûh da, ateş karakterindedir. Canlılardaki uzuvların en değersizi ise kemiktir. Halbuki, kemik ise, soğuktur, kurudur ve yer özelliğindedir. j) Yere ait maddeler, her ne zaman daha ileri derecede nurani ve ateşe benzer özellik arzederlerse, o nisbette kıymetli olurlar. Yine bunlar, her ne zaman daha çok bulanık, yoğun, tozlu ve yer karakterinde olurlarsa, o nisbette de, değerden düşerler. Meselâ, ateşe benzeyen maddeler, altın yakut parlak kıymetli taşlar gibi. Yine bunların, giyim eşyasından misali ve örneği ise, has ipek ile, ondan yapılan elbisedir. Yer karakterinde ve tozlu topraklı olan şeyin daha değersiz olmasına gelince, bu gayet açıktır. k) Görme kuvveti şeref ve üstünlük bakımından, zirvede olan kuvvettir. Bu kuvvetin fonksiyonu ise ancak ışık sayesinde tam olur. Halbuki ışık ve ışınlar, ateşe benzeyen maddelerdir. I) Maddî alemdeki maddelerin en kıymetlisi, güneştir. Bunun, şekil, karakter ve tesir bakımından, ateşe benzediğinde şüphe yoktur. m) Pişme, olgunlaşma ve hayat, ancak hararet (sıcaklık) ile kemâl bulur, tam noksansız olur. Şayet, sıcaklık kuvveti olmasaydı, karakterler tamamlanmaz ve terkibler meydana gelmezdi. n) Enerji ve fiil kuvveti açısından, unsurların en kuvvetlisi, ateştir. İnfial (tepkilerime) kuvveti açısından, unsurların en mükemmeli ise yerdir. Fiil ve enerji, infialden daha üstündür. O halde ateş yerden (topraktan) daha üstündür. Yerin, ateşten daha üstün olduğunu söyleyenlere gelince, bunlar şu izanları yapmışlardır: a) Yer (toprak) güvenilirdir, muslih (yapıcı)dır. Çünkü sen ona bir tohum attığında, sana o tohumu meyveli bir ağaç olarak geri verir. Ateş ise hâindir. Kendisine teslim ettiğin herseyi bozar. b) Görme kuvveti eteçî övmüşse, bir de dokunma duyusunun söylediklerine kulak versin. c) Yer, ateşe hükümrandır. Çünkü o, ateşi (üzerine atıldığında) söndürür. Ateş ise, öz toprağa tesir edemez. Üçüncü Mukaddime, "Bir şeyin aslı, diğer şeyin aslından daha değerli olursa, o şey de ötekinden daha değerli olur" iddiası şeklindedir. Bil ki bu mukaddime, gerçekten yalan ve yanlıştır. Çünkü külün aslı ateştir. Güzel bahçelerin ve meyveli ağaçların aslı ise topraktır. Meyveli ağacın, külden daha hayırlı olduğu iki kere iki dört edercesine malumdur. Hem farzedelim ki, ateşin bu cihetini nazar-ı dikkate almak bir üstünlüğü gerektirmektedir... Ama bunun, üstünlüğü gerektirecek başka bir cihetle çelişki teşkil etmesi mümkündür. Meselâ, her türlü faziletten uzak ama asil bir insanın nesebinin, o kişinin üstün sayılmasını gerektirmesi gibi. Ama asil (soylu) olmayan bir kimse, ilmi ve takvası çok olursa, sınırsız derecelerle o soyludan daha üstündür. İşte İblis'in ileri sürdüğü Kıyasındaki, yalan ve yanlış olan mukaddimesi budur. Eğer birisi, "Farzedelim ki İblis, yaptığı bu kıyasta hata etmiştir. Fakat bu muhalefetinden ötürü, küfre girmesi neden gerekmiştir? diye sorabilir. Bu soruyu, şöyle birkaç yönden daha iyi ortaya koymak mümkündür: a) Ayetteki "secde edin" ifadesi bir emirdir. Emir ise her zaman, vücûbu gerektirmez. Aksine mendubluğu da ifade eder. Mendub olana muhalefet etmek, onu yapmamak ise, muhalefet edeni küfre düşürmesi şöyle dursun, âsî olmasını bile gerektirmez. Hem sonra, emrin vücûb (farziyyet) ifade ettiğini söyleyenler de, bu emrin net olarak, mendubluğu ifade etme ihtimalini inkâr etmiyorlar. Dolayısıyla böyle açık ve net bir ihtimal varken İblisin, bu küfre düşmesi şöyle dursun, âsî sayılmasını bile gerektirmemelidir. b) Farzedelim ki emir, vücûb ifade eder. Ama İblis, meleklerden değildi. Binâenaleyh meleklere, Âdem (aleyhisselâm)'e secde etmelerinin emredilmesi hükmüne İblis dahil olmaz. c) Farzedelim ki bu emir, İblis'i de içine almaktadır. Ama genel bir ifadenin, kıyas ile "tahsis" edilmesi caizdir. Dolayısıyla İblis, bu emrin umumiliğinden kendisini kıyas ile "tahsis" etmiş (hariç tutmuştur). d) Farzedelim ki kendisinin bu secde emriyle memur olduğunu bile bile, secde etmedi. Fakat bu kadar bir şey, ancak âsî olmayı gerektirir, küfrü değil. Öyleyse, İbüs'in secde etmemekle kâfir olduğu nasıl söylenebilir?" diyebilir. Buna şöyle cevap verilir: Farzedelim ki emir sîgası, vâcib oluşu göstermez. Ama bu sîgaya, vucûba delâlet eden pek çok karine eklenmiştir. Meselâ buradaki o karinelerden birisi, "Kibirlenmek mi istedin, yoksa yücelerden mi oldun?" hitabıdır. Şu halde İblis, o fâsid kıyasını yapınca, bu onun, bunu Allah'ın emirleri ve teklifleri hususunda tenkid yapabilmek için yaptığını gösterir. Bu durum ise onun kâfir olmasını gerektirir. Bunu iyice kavradığına göre, diyoruz ki: İblis bu fâsid kıyasını yapınca, Cenâb-ı Hak, "Hemen buradan defol. Zira artık sen taşlananlardan (mel'unlardan)sın" buyurmuştur. Bil ki Usûl-ü Fıkıh'da şöyle bir kaide vardır: Uygun bir vasfın peşisıra bir hüküm getirildiğinde, bu o hükmün o vasfa bağlı olduğunu gösterir. Buradaki hüküm, Hak teâlâ'nın. onun nassı (ayeti) kıyas ile tahsis ettiğini (sınırladığını) haber vermesinin peşisıra gelen, taşlanmış (ilahî rahmetten koğulmuş olması) hükmüdür. Binâenaleyh bu, nassı kıyas ile tahsis etmenin, işte bu hükmü gerektirdiğine delalet eder. Ayetteki "buradan" ifadesi, ya cennetten, yahut "göklerden" defol manasında olup, yine buradaki "racîm" kelimesi, "mercûm" (taşlanıp kovulmuş, uzaklaştırılmış) manasınadır. Bu kelime ile ilgili iki izah vardır: 1) Bu, şeytanın koğulduğunu anlatan mecazî bir ifadedir. Çünkü açıktır ki, kovulan (bazan) taşlanarak kovulur. İşte "recm" budur. Binâenaleyh "recm" (taşlama), kovmadan ayrılmaz, ondan ayrı düşünülmez bir şey olunca, bu kelime, kovma manasında mecazî olarak kullanılmış olabilir. Eğer, "Kovmak, aynı zamanda lanet etmek (uzaklaştırmak) demektir. Ayetteki "racîm" kelimesini kovma manasına alırsak, bunun hemen peşinden gelen, "lanetim senin üzerinedir" cümlesi, lüzumsuz bir tekrar olmuş olur?" denilirse, buna da şu iki şekilde cevap verilir: a) Biz "recm"i, cennetten veya göklerden kovma; laneti ise, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırma manasına alıyoruz. b) Biz, "recm"i kovma manasına; "laneti" de, bu kovmanın Kıyamete kadar sürüp gitmesi manasına alıyoruz. Binâenaleyh bu, sırf kovmadan daha fazla birşey olup, lüzumsuz bir tekrar olmaz. 2) Biz bu kelimeyi hakiki manaya, yani şeytanın gök taşlarıyla taşlanması manasına da alabiliriz. Allah en iyi bilendir. Şimdi buna göre eğer, (......) harf-i cerri, intiha-i gayeyi (mesafenin sonunu) gösterir. O halde ayetteki "ilâ yevmiddîn" "din gününe kadar" tabiri bu ilahî lanetin, Kıyamet gününün gelmesiyle son bulmasını gerektirir?" denilirse, Keşşaf sahibi buna şu şekilde cevap vermiştir: "İblis'e lanet dünya hayatında devam etmektedir. Binâenaleyh Kıyamet günü geldiğinde, bu lanetin yanısıra, tahakkukuyla, bu lanetin bile unutulacağı çeşitli ilâhî azablar olacaktır." Bil ki İblis mel'un olunca, "O halde (insanların) tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver" dedi. İblis'in, ölümden kurtulmak için, insanların diriltilecekleri güne kadar mühlet verilmesini istediği; çünkü öldükten sonra dirilme gününe kadar kendisine mühlet verilmesi halinde, o gün gelmezden önce ölmeyeceği, o gün gelince de artık zaten canının alınmayacağı, böylece de ölümden kurtulmuş olacağını düşündüğü ileri sürülmüştür. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Haydi sen, malum olan zamanın gününe kadar, mühlet verilenlerdensin" buyurmuştur. Bu, "Sen, Allah'ın bileceği, ama O'ndan başka hiç kimsenin bilemeyeceği bir güne kadar mühletlisin" demektir. Bu söz üzerine İblis, "Senin izzetine yemin ederim ki, ben de artık onların hepsini azdıracağım" demiştir ki bu, Allah'ın izzet ve hükümranlığına yapılan bir yemindir. Şeytan burada azdırma işini, kendisine nisbet etmiştir. Dolayısıyla o, bu sözüne göre, Kaderiyye'nin (Mu'tezile'nin) görüşündedir. Bir defasında ise o, "Ya Rabbi, beni azdırmana mukabil, ben de..." (Hicr, 39) diyerek, azdırma işini, Cebriyye'de olduğu gibi, Allah'a nisbet etmiştir ki bu, şeytanın bu meselede şaşkın olduğuna delâlet etmektedir. Ayetteki, "içlerinden ihlasa erdirilmiş kulların müstesna" ifadesi ile ilgili şu incelikler var: Birinci İncelik: İblis'in bu istisnadan muradının, sözünde (yemininde) bir yalan meydana gelmemesi olduğu; çünkü eğer böyle bir istisna yapmayıp, herkesi azdıracağını iddia etmiş olsaydı, o zaman Allah'ın sâlih kullarını yoldan çıkarmaktan âciz kaldığında yalanının ortaya çıkacağı söylenmiştir. Buna göre İblis adetâ, "Bu yeminimde yalan olmasın diye, işte bu istisnayı yaptım" demek istemiştir, işte bu noktada şöyle denilebilir: Yalan, İblis'in bile ar duyduğu bir şeydir. Dolayısıyla bir müslümanın yalana yeltenmesi nasıl uygun düşebilir? Eğer, "Bu ayet ile "Biz, senden evvel gönderdiğimiz her resul ve nebi, bir şey arzu ettikleri zaman, mutlaka şeytan onun dilediği hakkında (bir fitne meydana) atmış olmasın" (Hacc, 52) ayeti nasıl te'lif edilebilir?" denilirse, biz deriz ki: İblis, "Ben, Allah'ın sâlih kullarını azdırmayı kastetmedim" dememiş, aksine, "Ben onları azdırmak isteyeceğim" demiştir. Ne var ki şeytan onları azdırmak istese de, onları azdıramamıştır. İkinci İncelik: Bu ayet, İblis'in, Allah'ın muhlis kullarını azdı ram ayacağına delâlet etmektedir. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm) hakkında da, "Şüphesiz o muhlis kullanmızdandır" (Yusuf, 24) buyurmuştur. Binâenaleyh, bu iki ayetin toplamından, İblis'in (şeytanın), Yusuf (aleyhisselâm)'u azdıramadığı neticesi çıkmaktadır ki bu, Haşeviyye nin, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'a isnad ettikleri o çirkin iddialarda yalancı olduklarına delâlet eder. Bil ki İblis, işte bu sözü söyleyince, Allahü teâlâ, "İşte bu doğru. Ben şu hakikati söylüyorum: "Andolsun cehennemi senden ve onların içinden sana tabî olanların hepsi ile dolduracağız" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var: Âsim ve Hamza, birinci "hakk"ı (......) şeklinde, ikincisini nasb ile (......) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları her ikisini nasbile okumuşlardır. Bu kelimelerin merfû okunuşu, (......) "Hak olan yeminimdir" takdirindedir. Yine nasb okunuşları da "kasem"den ötürüdür, yani "hakka yemin olsun ki" takdirindedir. Bu tıpkı (Vallahi...) demen gibidir. (......) cümlesindeki "Hak" kelimesi, kendinden sonraki fiilin mef'ulü olarak mensuptur, Yani "Hakkı söylüyormu" demektir. Ayetteki minke kelimesi, "senin cinsinden" manasınadır. İblisin cinsinden olanlar ise, şeytanlardır. ifadesi de, "Adem (aleyhisselâm)'in neslinden, sana tabî olanlar" manasınadır. Eğer, "Bunun peşisıra gelen "ecma'în" (hepsi) kelimesi, neyi te'kid etmektedir?" denilirse, deriz ki: Bu kelime ile, minhum "onların" zamirinin, yahut minke ve tebiake kelimelerindeki kâf (sen) zamirlerinin te'kid edilmiş olması muhtemeldir ve "Ben, tabî olanlar ve olunanlar ile, hiçbirinin yakasını bırakmamak şartıyla, cehennemi dolduracağım" demektir. Alimlerimiz herşeyin Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğu konusunda bu ayeti, şu şekillerde delil getirmişlerdir: 1) Allahü teâlâ, İblis hakkında, "Hemen buradan çık (defol). Zira artık sen artık taşlanıp (kovulanlardansın) ve şüphesiz ceza gününe kadar lanetim senin üzerinedir" buyurmuştur. Binâenaleyh bu, Allah'ın, o şeytanın hiç iman etmeyeceğine dair bir haber; dir. Eğer İblis, farzımuhal, iman edecek olsa, Allah'ın doğru olan bu haberi yalana dönüşmüş olurdu. Bu ise imkânsızdır. Binâenaleyh iman etmekle emrolunmuş olmasına rağmen, İblis'in iman etmesi imkânsızdır. 2) O, "Senin izzetin hakkı için, ben de artık muhakkak onların hepsini azdıracağım" demiştir. Dolayısıyla Hak teâlâ şeytanın kullarını iğvâ edeceğini biliyor ve şeytanın bu iddiasını duyuyordu. Hem de İblisi bu işten men etmeye kadirdi. Men etmeye kadir olan kimse, men etmediği zaman, o işe razı demektir. İmdi eğer, "Bu men etme işi, ifsâd edecek (durumu bozacak) birşeydir" denilirse, biz deriz ki: Bu yanlış bir sözdür. Çünkü bu engelleme, hem İblis'i saptırmaktan, hem de insanoğlunu sapmaktan kurtaracaktı. Bunun ifsad edecek birşey olması bir tarafa, maslahatın tâ kendisidir. 3) Allahü teâlâ, cehennemi kâfirler ile dolduracağını haber vermiştir. Dolayısıyla eğer onlar kâfir olmasalardı, Allah'ın yalan söylemiş olması ve câhil olması gerekirdi. 4) Eğer Cenâb-ı Allah, kâfirin inkâr etmemesini dilemiş olsaydı, peygamberleri ve salihleri ebedî bırakması, İblis'i ve şeytanları öldürmesi gerekirdi. O, bu işin aksini yaptığına göre, biz, kâfirin küfrünü irade ettiğini anlıyoruz. 5) Allah'ın bu kâfirleri imanla mükellef tutması, onların, kendilerinin kesinlikle iman etmeyeceklerine delâlet eden bu ayetler ile, iman etmekle mükellef kılınmalarını gerektirir. Bu durumda da onların kesinlikle, asla, iman etmeyeceklerine inanmakla mükellef olmaları gerekir. Bu ise, teklif-i mâ-lâ yutaktır. Allah en iyi bilendir. 86Âyetin tefsiri için bak:88 87Âyetin tefsiri için bak:88 88"De ki: "Ben buna karşı sizden hiçbir ücret İstemiyorum ve ben külfet çıkaranlardan değilim." O (Kur'ân), âlemlere bir öğütten başka (birşey) değildir. Her halde onun mühim haberini bir zaman sonra bileceksiniz" Bil ki Allahü teâlâ bu sûreyi işte bu güzel sonuçla bitirdi. Çünkü Allah dinî konularda ihtiyatlı olmanın farziyyetine delâlet eden pek çok esaslardan bahsetmiş ve sonra bu sûreyi bitirirken, "İnsanları davet ettiğim bu şeyin hak mı, bâtıl mı olduğunun anlaşılabilmesi için, hem davet edenin, hem de davetin hakkında düşünülmesi gerekli olan şeydir. Davet edene gelince, o benim. Ben, bu davetime karşılık bir ücret ve mal istemiyorum. Halbuki yalancı kimselerin mal talebinden kesinlikle vazgeçmeyecekleri açıktır" buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ise dünyadan uzak olduğu, ona rağbet etmediği açıktır. Davet keyfiyetine gelince Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ben külfet çıkaranlardan değilim " demiştir. Müfessirler bu hususta pek çok izahlar yapmışlardır. Ama zannıma gâlib olan mana şudur: "Benim sizi davet ettiğim bu şey, doğruluğunu anlama hususunda ileri derecede birtakım külfetlere girmeye gerek olmayan, aksine doğruluğuna aklın sarih olarak şahadet ettiği bir dindir. Dolayısıyla ben sizi önce Allah'ın varlığını ikrar etmeye, ikinci olarak O'nu kendisine layık olmayan herşeyden tenzih ve takdis etmeye -ki bu manayı "Allah gibi hiçbirşey yoktur" (Şûra, 11) ve benzeri ayetler desteklemektedir- ;üçüncü olarak, Allah'ın ilim, kudret, hikmet ve rahmet ile mükemmel manada mevsuf olduğunu kabule; dördüncü olarak O'nun ortaklardan ve zıdlardan münezzeh olduğunu ikrara; beşinci olarak, âdî cansızlar olan ve kendilerine ibadet etmede hiçbir fayda, ibadet etmemeden dolayı hiçbir zarar bulunmayan bu putlara ibadetten vazgeçmeye; altıncı olarak, melekler ve peygamberler olan, mukaddes-tertemiz ruhlara saygı duymaya; yedinci olarak,"Kötü emeller işleyenleri, yaptıklarına göre cezalandırmak, güzel ameller işleyenleri de, en güzel (mükâfaatla) mükâfaatlandırmak için" (Necm, 31) ayetinden ötürü, öldükten sonra dirilişin ve Kıyametin olacağını ikrara ve sekizinci olarak da dünyadan yüz çevirip, ahirete yönelmeye davet ediyorum. Şu halde, işte bu sekiz esas, Allah'ın ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dini hususunda, nazar-ı dikkate alınması gerekli çok kuvvetli esaslardır. Ufacık akıl ve bir nebze fikir bile, bu sekiz esasın doğruluğuna şehadet eder. Böylece benim insanları davet ettiğim bu şeriat hususunda, külfet çıkaranlardan olmadığım, aksine doğruluğuna ve yüceliğine, bâtıl ve fasit şeylerden uzak olduğuna her akl-ı selimin ve bozulmamış fıtrat sahibinin şehâdet ettiği bir din olduğu anlaşılır." İşte bu mana ayetteki, "O (Kur'ân), âlemlere bir öğütten başka (birşey) değildir" ifadesi ile anlatılmak istenendir. Allah bu mukaddimeleri beyan edince, "Herhalde onun mühim haberini bir zaman sonra bileceksin" buyurmuştur. Bu, "Sizler, cehalet ve taklidde ısrar edip, anlattığımız bu çok net şeyleri kabule yanaşmazsanız, bir müddet sonra bu yanaşmamada isabetli mi, yoksa hatalı mı olduğunuzu anlayacaksınız" demektir. Korkutma ve sakındırma konusunda, Önceki açıklamaların peşisıra böyle sözlerin söylenilmesi, kuvvet bakımından daha fazlası olmayan ifadelerdendir. Allah en iyi bilendir. Allah rahmet etsin (ben) musannif şöyle derim: Bu sûrenin tefsiri, altiyüz üç hicrî senesinde, zilkade ayının ikinci üçtebirinin sonunda, perşembe günü tamamlanmıştır. Bütün nimet ve ihsanlarına karşılık Allah'a hamd olsun. Salat-u selâm, O'nun yerdeki ve gökteki tertemiz kullarına olsun. Yine sıfatlarına ve isimlerine uygun bir biçimde medh-ü sena Allah'a, tam ta'zîm (saygı), O'nun peygamberleri ile veli kullarına olsun ve Cenâb-ı Hak din gününe kadar, bunlara salat-u selâm etsin, rahmet etsin. |
﴾ 0 ﴿