3

"Sâd. O şanlı şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki, (hâl), küfredenler (in iddia ettikleri gibi değildir). Bilâkis, (onların dışı boş) bir onur, (içi ise tam) bir tefrika içindedir. Biz kendilerinden evvel nice ümmetleri helak ettik. O zaman ne çığlıklar kopardılar. Halbuki, (o vakit azabtan kaçıp) kurtulma vakti değildi"

Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Hurûf-u Mukatta'a

Böylesi, "fevâtihu's-suver" ile alâkalı geniş açıklamamız, Bakara Sûresi'nde geçmiştir. Bununla beraber bazı şeyleri yeniden ele almamızda bir mahzur yoktur.

1) "Sâd" harfi, meselâ, sâdıku'l-va'd, sâniu'l-mesnûati ve samed kelimeleri gibi, başında sâd harfinin bulunduğu, Allah'ın isimlerinin anahtarıdır.

2) Bu, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'dan haber verdiği her hususta sadık oldu" anlamındadır.

3) Kâfirlerin bu dini kabul etmekten insanları sadd etmek istediklerine işarettir. Nitekim, Allahü teâlâ buyurmuştur.

4) Bu, "Kur'ân, işte böylesi harflerden meydana gelmiştir. Siz de, bu harfleri telaffuz etmenize rağmen, Kur'ân'a muarazada bulunamıyorsunuz. O halde bu, Kur'ân'ın mu'ciz bir kelâm olduğuna delâlet etmektedir" demektir.

5) Bu kelime, dâl'ın kesresiyle, müfâele babından Musâdde masdarından, emr-i hazır olup, bu masdar, muaraza, yarışmak, karşılaştırmak demektir. Nitekim (yankı) kelimesi de bu kökten olup tenha yerlerde sesin katı cisimlere çarpması sonucunda oluşur. Buna göre bu kelimenin manası, "Yaptığın işleri, Kur'ân'a vur. Dolayısıyla da, Kur'ân'ın emirlerine göre amel et. Kur'ân'ın yasakladığı şeylerden kaçın" şeklinde olur.

6) Bu sûrenin ismi olup, kelamın takdiri, "Bu Sâd, yani (Sad sûresi)'dir" şeklindedir.

Kasemin Konusu

Buna göre, Burada, şöyle İki problem söz konusudur:

a) Cenab-ı Hakk'ın, ifadesi, kasem cümlesidir. Hakkında kasem edilen durum muksem aleyh nerededir?

b) Bel edatı, daha önce sabit olan hükmün kaldırılmasını, daha sonra gelen ve önceki hükme zıt olan bir başka hükmün isbat edilmesini gerektirir, öyleyse, burada bu mana nerede?" denilirse, bunlardan birincisine şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:

1) (Biraz önce biz) sad kelimesinin manasının, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'dan haber verdiği her şey hususunda, sadık oldu" seklinde olduğunu söylemiştik. Buna göre, sad kelimesi, muksem aleyh, ifadesi de kasem olmuş olur.

2) Kaseme konu teşkil eden husus mahzuf olup, kelamın takdiri, "O şanlı şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki, Sad sûresi, mu'ciz bir kelamdır" şeklinde olur. Çünkü biz, (biraz önce) sad kelimesinin, bir meydan okumaya dikkat çekme olduğunu açıklamıştık.

3) Bu kelimenin, bu sûrenin ismi kabul edilip, buna göre kelamın takdirinin, "Bu şanlı şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki, bu Sâd'dır" şeklinde olmasıdır. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu sûrede, bu sûrenin bir mucize olduğunu iddia ettiği meşhur olunca, onun "Bu sâd'dır" demesinin, onun "Bu, mu'ciz bir sûredir" demesi mesabesinde olmuş olur ki, bu sözün bir benzen de, "Bu, Hatem'dir. Allah'a yemin ederim ki" şeklindeki sözü olup, bu, "Bu, cömertliğiyle meşhur olandır" demektir.

Bel Edatı İle Giderilen Mana

İkincisine de şu şekilde cevap verebiliriz: Bel kelimesinden önce zikredilmiş olan hüküm, ya müessirlerin de zikrettiği gibi, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in risâletini tebliğ hususunda sâdık olması veya Kur'ân'ın veyahut da bu sûrenin mu'cize olmasıdır." Burada belden sonra zikredilmiş oları hüküm ise, Kur'ân'ın böyle olduğu hususundaki münakaşa ve çekişmedir. İşte, böylece matlub hasıl olmuş olur. Allah en iyisini bilendir.

Sad Harfinin Telaffuzu

Hasan el-Basri, içtimâ-i sakineynden dolayı, dâl'ın kesresiyle, "Sadi" şeklinde okumuştur. ilefeâden şeklinde ve kasem harfini hazfedip de, fiilini doğrudan îsâl ederek (hazf ve îsâl yaparak) okumuştur, ki bu Arapların tıpkı, "Allah'a yemin ederim ki şöyle şöyle yapacağım" demeleri gibidir. Kurrâ'nın ekserisi ise, cezm ile okumuşlardır (Sad). Zira, âmillerden soyutlanmış isimler, sonlan sükûn olarak zikredilirler.

Zikr'in Manası

(......) kelimesi hakkında şu iki izah yapılabilir:

a) Şerefli, kıymetli.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki o (Kur'ân) senin için de, kavmin için de katı bir şereftir" ve "Andolsun, size öyle bir kitap indirmişizdir ki, zikir (ve şeref)iniz ondadır" (Enbiyâ, 10) buyurmuştur. Arapların sözlerinden olmak üzere, bu sözlerin mecâzı, onların, "Falancanın, şânı ve şöhreti vardır" demeleri gibi; Falancanın, insanlar içinde şânı ve şerefi vardır" ifadesidir.

b) Beyân ve açıklamalar ihtiva eden Kur'ân... Yani, "Bu Kur'ân'da, evvelkilerin ve sonrakilerin kıssaları, temel ve ikinci derece olan ilimlerin beyânı vardır" demektir. Bu anlamı ihtiva eden bir ayet de, "Andolsun ki, biz Kur'ân'ı düşünmek için kolaylaştırmışadır. O halde bir düşünen var mı?" (Kamer. 17) ayetidir.

Mu'tezileye Cevap

Mu'tezile şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Zikir ise muhdestir. Birincisini şu şekilde izah edebiliriz: Cenâb-ı Hak meselâ, "Şüphe yok ki o (Kur'ân), senin için de, kavmin için de katî bir zikirdir" (Zuhruf, 44), "Bu, mübarek bir zikirdir" (Enbiya, 50), "O şanlı şerefli Kur'ân'a yemin ederim" (Sâd, 1) ve "Bu, ancak bir zikir ve apaçık bir Kur'ân'dır" (Yasin, 69) buyurmuştur.

İkincisini de şu şekilde izah edebiliriz: Cenâb-ı Hak, "Rablerinden kendilerine muhdes (yeni) bir zikir gelmeyedursun" (Enbiya, 2) ve "Kendilerine Rahman'dan muhdes bir öğüt gelmeyedursun, onlar mutlaka bundan yüz çevirirler" (Şuara, 5) buyurmuştur.

Cevap: Biz sizin bu delillerinizi, (Kur'ân okurken) çıkarılan harfler ve sesler için geçerli sayıyoruz ki, bunlar muhdestirler.

(......) ayeti hasedde ve hakka inkiyâd etmekten tekebbür etmekte böylesine birleşebilen Kureyş'in önde gelen kâfirleri kastedilmiştir. Bu ayetteki "izzet" kelimesiyle de, tazîm ve insanın, başkasına tâbi olmasına mâni olan ve kendinde bulunduğuna inandığı şey, duygu kastedilmiştir. Çünkü, Cenâb-ı Hak da bu hususu ifade etmek için, "Ona, Allah'dan kork" denildiği zaman, izzeti kendisini günah İşlemeye götürür "(Bakara, 206) buyurmuştur. Şıkâk kişinin muhalif olduğu kimseye, ya eşitlik ya da ondan üstünlük iddiasıyla muhalefetini ortaya koymak olup, bu şıkk kelimesinden alınmış olur. Buna göre sanki bu kimse, karşı tarafa boyun eğmenin gerekli olduğu hususunda, kendisinin daha üstün olduğuna inanmış, böylece kendisi bir tarafta,hasmı da bir tarafta bulunmuş; kendisinin tarafında kalmayı istemiş, böylece de hasmının vereceği hükmün kendisi için geçerli olmayacağını bildirmek istemiştir. (......) masdarı da böyledir. Bu masdar da, iki kimseden birisinin, bir 'udve'de (tarafta), diğerinin de başka bir 'udve'de (tarafta) olması demektir. 'Udve, vadinin kenarı demektir. Muhâdde kelimesi de böyle olup, bu da, iki kimseden birisinin, diğerinin bulunduğu çizgiden başka bir çizgide bulunması anlamındadır. Nitekim "bir tarafta ve muhalifinin bulunduğu taraftan başka bir tarafta bulundu" manasında (Inharefe) denilir. Allah en İyisini bilendir.

Mütekebbirleri Tehdid

Daha sonra Cenâb-ı Hak onları, izzet ve şikâkla tavsif edince, onları korkutmak üzere: "Biz kendilerinden evvel nice ümmetleri helak ettik O zaman ne çığlıklar kopardılar!" buyurmuştur ki bu, "Onlar, kendilerine dünyada azab geldiğinde çığlık kopardılar" demektir. Cenâb-ı Hak, onların ne amaçla çığlık attıklarını belirtmemiştir. Bu hususta şu izahlar yapılabilir:

a) En açık olan ihtimale göre, "Onlar, yardım istemek maksadıyla çığlık atmışlardır" demektir. Çünkü, başına azâb gelen kimsenin nida ve çığlığı, ancak yardım isteme şeklinde olur.

b) "Onlar, azabı görünce, iman ve tevbe ederek çığlık attılar..." demektir.

c) Bu kelime, "Onlar seslerini yükselttiler" anlamındadır. Nitekim, "Ses cihetinden daha üstün, daha fazla" manasında, denilir.

Cenâb-ı Hak, daha sonra "Halbuki, (o vakit azabtan kaçıp) kurtulma vakti değildi" buyurmuştur. Yani "Bu vakit, azâbtan kaçmak vakti değildir" demek olup, bu, tıpkı "Onlar çetin azabımızı gördükleri zaman, "inandık" dediler" (Mü'min, 64) ve "Nihayet refah içinde olanları azab ile yakaladığımız vakit, hemen feryad ,eder ve yardım isterler" (Mü'minûn, 64) ayetleri gibidir

Cu'âr, yalvarıp yakarma ve yardım talebinde bulunmak için, sesi yükseltmek demektir. Yine bu, "Şimdi mi (iman ediyorsun?) Halbuki sen daha evvel isyan etmiştin!" (Yûnus, 91) ve "Fakat hışmımızı gördükleri zaman imanları fâide verecek değildir" (Mü'min, 85) ayetleri gibidir. Burada geriye şöyle birkaç bahis kalmaktadır:

(......) Kelimesi

Birinci Bahis: Bu, la'te kelimesinin izahı ile ilgilidir. Halil ve Sîbeveyh, bu kelimenin, (......)'ye benzeyen (......) edatı olduğunu ve kendisine, tıpkı (......) edatının sonuna bazan getirildiği gibi, tâ-ı te'nisin getirildiğini ve bunun te'kid ifade ettiğini, bu sebepten ötürü de, bu edat için yeni bazı hükümlerin (özelliklerin) ortaya çıktığını, meselâ artık bu durumda:

a) Sadece zaman ifade eden kelimelerin başına geldiğini;

b) İki parçasından, sadece birisinin, yani ya isminin ya haberinin açıkça geldiğini, ikisinin birden açıkça getirilmesinin imkânsız olduğunu iddia etmişlerdir. Ahfeş ise, bunun, cinsden hükmü nefyeden "lâ" edatı olduğunu, kendisine tâ-ı te'nisin getirilmiş olduğunu ve "zaman"ları nefyetmek için kullanıldığını söylemiştir.

Ayetteki "kurtulma vakti" ifadesi, lâte edatı ile nasbedilmiş olup, sanki, "Onlar için kurtulma vakti yoktur" denilmektedir. Bu ifade mübteda olarak, merfû da kılınabilir. Buna göre mana, "Onlar için olan, bir kurtuluş vakti yok" şeklinde olur.

İkinci Bahis: Ekseri âlimler, tâ üzerinde vakfederlerken, Kisâi bu kelime üzerinde, tıpkı müennes isimlerde olduğu gibi, hâ ile vakfe yapar ((......) lâh diye). Keşşaf sahibi şöyle der: "Ebû Ubeyde'nin, "Buradaki ta, "hîn"in başına dahil olmuştur" şeklindeki sözünün bir izahı yoktur. Ebû Ubeyde'nin, ta'nın Hazret-i Osman (radıyallahü anh)'ın mushafında bu tâ'nın "hîn" kelimesine bitişik olarak yazılmasını delil getirişi de tutarsızdır. Mushafta, yazı kurallarına uymayan nice şeyler vardır!"

Üçüncü Bahis: Menâs, kurtuluş yeri ve yardım isteme manalarında olup, Arapça'da, birisi imdat istediğinde, denilir. Kurtuluş yeri (sığınma) istediğinde, fiili kullanılır. Allah en iyi bilendir.

Müşriklerin Tevhidden Rahatsızlıkları

3 ﴿