ZÜMER SÛRESİ

Bu sûre Mekkî'dir ve yetmışbeş ayettir.

Allah'ın Birliği

1

Âyetin tefsiri için bak:4

2

Âyetin tefsiri için bak:4

3

Âyetin tefsiri için bak:4

4

"Kitabın indirilmesi, o aziz ve hakîm Allah'dandır. Şüphesiz biz o kitabı sana hak olarak indirdik. O halde Allah'a, dini O'na has kılarak ibadet et. Gözünü aç, hâlis din Allah'ındır. Onu bırakıp da, kendilerine birtakım dostlar edinenler, "Biz bunlara ancak, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" dediler. Şüphe yok ki Allah onlarla (mü'minler) arasında, ihtilaf edegeldikleri şeyler hakkında hükmünü verecektir. Muhakkak ki yalancı, tam kâfir olan o kimseleri, Allah doğruya iletmez. Eğer Allah, bir evlad edinmek isteseydi, elbette yaratacaklarından dilediğini seçerdi. Fakat O, münezzeh ve yücedir! O, eşi ve benzeri olmayan Allah'dır, birdir ve herşeye hakimdir"

Bil ki bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

I'rab

Ferrâ ve Zeccfic, tenzilu kelimesinin merfû okunuşu hususunda şu iki izahı yapmışlardır:

a) Bu kelime mübtedâ, ise haberdir.

b) Kelamın takdiri, "Bu, o kitabın indirilirdir" şeklindedir. O halde buna göre, ayetin başında mahzûf bir mübteda vardır. Bu tıpkı, (Nur. 1) ayeti gibidir. Bunun takdiri de, "Bu, indirdiğimiz bir sûredir" şeklindedir.

Bazıları şu sebeplerden ötürü birinci izahın öaha tercihe şayan olduğunu söylemişlerdir:

1) Takdirde bulunmak, aslolanın aksine yapılan bir hareket tarzıdır. Dolayısıyla ancak bir zaruret bulunduğu zaman takdire başvurulur. Burada ise bir zaruret yoktur.

2) Biz, bu ifadenin mübteda ve haberden meydana gelmiş tam bir cümle olduğunu söylediğimiz zaman, önemli bir mana ifade etmiş olur. Bu önemli mana da, bu kitabın, başkasından değil, Allah'dan gelmiş olmasıdır. Binâenaleyh bu hasr (sadece) manası, nazar-ı dikkate alınması gereken bir manadır. Ama bu cümlenin başına bir mübteda takdir edersen, bu önemli mana elde edilemez.

3) Biz, cümlenin başına bir mübteda getirdiğimizde, "Bu, Allah'dan olan o kitabın indirilişidir" takdirinde olur. Bu durumda da, bizim bir mecazî mana vermemiz gerekir. Çünkü "bu" ifadesi, sûreye işarettir. Sûre ise, indirilişin kendisi indirilen şeydir. Bu durumda, "tenzil" masdarından ism-i mef'ûl (indirilmiş şey) manasının kastedildiğini söyleme ihtiyacı duyarız. Yine bu da, bir zaruret yok iken, üstlendiğimiz bir mecaz olur.

Kur'an Mahluk Değil

Kur'ân'ın mahlûk (yaratılmış) olduğunu söyleyenler, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ Kur'ân'ı, indirmek ve indirilmiş olmakla nitelemiştir. Böyle bir nitelik (sıfat) ise, ancak muhdes ve mahluk olan şeylere uygun düşer." Buna karşı vereceğimiz cevap, "Biz, bu lafızları kalıplar ve harfler manasına alıyoruz" şeklinde olur.

Üçüncü Mesele

Pek çok ayet, Kur'ân'ın, tenzil sıfatı bazı ayetler de, münzel veya münezzel sıfatı nitelendiğine delâlet etmektedir. Birincisi, meselâ, "Hiç şüphesiz o, âlemlerin Rabbinin bir tenzilidir" (Şuara. 192), "O, (Kur'ân), Hakîm ve Hamîd'den bir tenzildir" (Fussilet, 2) ve "O rahman verahîm (Allah'tan) bir tenzildir" (Fussilet,2) ayetlerinde olduğu gibidir. İkincisi de, "Biz, zikri inzal ettik" (Hicr, 9) ve "Onu gerçek olarak inzal ettik ve o da hak ile indi" (isra, 105) ayetlerinde olduğu gibidir. Sen, Kur'ân'ın münzel (indirilmiş) oluşunun, mecazî manaya değil hakiki manaya, onun bir tenzil (indiriliş) olmasından daha yakın olduğunu bilmektesin. Dolayısıyla münzel de mecazdır. Çünkü eğer Kur'ân ile, Cenâb-ı Hakk'ın zâtıyla kâim olan (zatında bulunan kelâm sıfatı) kastedilince, bu sıfat, zattan ayrılmayı ve inmeyi kabul etmez birşeydir. Yok eğer Kur'ân ile, harfler ve sesler kastedilirse, bunlar da, ayrılmayı ve inmeyi kabul etmeyen vasıflardır. Dolayısıyla nüzul (inme) ile kastedilen, bunları Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tebliğ eden o meleğin inmesidir.

Allah Müstağnidir

Mu'tezile şöyle der: "Azîz", mağlub olmayan kadir demektir. Dolayısıyla bu sıfat, Cenâb-ı Hakk'ın sınırsız kudrete sahip olduğuna delâlet eder. "Hakim", işlerini, his ve iştahına göre değil, hikmete göre yapan demektir. Bu manalar ise, ancak Hak teâlâ'nın herşeyi bilen bir âlim ve herşeyden müstağni bir ganî olduğu sabit olduğu zaman tam olur." Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, Allah'ın azîz ve hakîm olması, O'nun şu üç sıfatına, yani bütün herşeyi bilmesine, bütün mümkinâta kadir olmasına ve herşeyden müstağni oluşuna (hiçbirşeye ihtiyacı olmadığına) delâlet eder. Dolayısıyla böyle olan bir varlık, çirkin şeyleri yapmaktan ve çirkin şeye hükmetmekten kaçınır. Durum böyle olunca da, O'nun her yaptığı şey bir hikmet ve bir doğru olmuş olur.

Kur'ân'ın Mahiyeti

Bunun da böyle olduğu sabit olduğuna göre, diyoruz ki, Kur'ân'dan faydalanmak, şu iki esasa dayanır:

a) Kur'ân'ın ilahî kelam olduğunun bilinmesi... Bunun delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğru (sâdık) oluşunun, mucizelerle isbat edilmiş olması ve onun, "Kur'ân Allah'ın sözüdür" dediğinin mütevatir olarak sabit olmasıdır. Dolayısıyla bu iki mukaddimenin toplamından Kur'ân'ın, Allah'ın kelâmı olduğu neticesi çıkar.

b) Allahü teâlâ, bu lafızlarla, ya o lafızların konulmuş oldukları manaları; ya lügat açısından (sonradan) kazandıkları manaları; ya da örfî veya şer'î karine ve emarelere göre kazandıkları manaları kastetmiştir. Çünkü eğer Cenâb-ı Hak bu manaları kastetmemiş olsaydı, bu, karışıklığa sebebiyet verme olurdu. Bu ise, hakîm olan zata yakışmaz. Anlattıklarımız ile, Kur'ân'dan istifade etmenin, ancak bu iki esası kabul etmekle olacağı ve bu iki esasın isbat edilmesinin yolunun da, Cenâb-ı Hakk'ın, hakîm oluşuna dayandığı; Allah'ın hakîm oluşunun isbatının yolu ise, meseleyi O'nun "azîz" olmasına dayamakla olacağı anlaşılır. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Kitabtn tenzili (indirilmesi), o azîz ve hakîm Allah'dandır" buyurmuştur.

İnzal ve Tenzîl

Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphesiz biz kitabı sana hak olarak indirdik" ayetiyle Iğılı iki soru var:

Birinci Soru: "Tenzil" kelimesi, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân'ı, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, tedrici bir biçimde, parça parça indirdiğine; "inzal" kelimesi de, toptan indirdiğini düşündürmektedir. Böyle olunca, bu iki ifade nasıl bağdaştırabilir?

Cevap: Eğer, bahsettiğimiz tarzda "tenzîl" ile "İnzal" arasında bir fark bulunduğu doğru ise, bu iki ifadeyi, telif etmenin yolu, "Biz, sana o kitabı, küllî bir hüküm olarak indirmeye ve ulaştırmaya, kesinkes karar verdik." Bu, "inzâl"in manası; "daha sonra da onu sana, maslahatlara uygun olarak parça parça indirdik" - ki bu da tenzilin manasıdır-" şeklinde denilmesidir.

İkinci Soru: Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz biz o kitabı sana hak olarak indirdik" ifadesinden ne kastedilmiştir?

Cevap: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Bununla, "Kur'ân'da, tevhîdin, nübüvvetin, âhiretin ve çeşitli mükellefiyetlerin isbâtına dair koymuş olduğumuz herşey, amel edilip benimsenmesi gerekli olan hak ve gerçektir" manasında olmak üzere, "Biz, sana, o kitabı gerçek olarak indirdik" anlamı kastedilmiştir.

b) Bununla, bu kitabın, Allah katından indirildiğine delâlet eden, hak bir delile binâen, "Biz sana o kitabı indirdik" manası kastedilmiştir. Bu delil de, fasîh kimsenin, Kur'ân'a muaraza etmekten âciz oluşlarıdır. Binâenaleyh, şayet Kur'ân mu'cîz bir kelâm olmasaydı, onlar ona muaraza etmekten âciz kalmazlardı.

İhlâs

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O halde Allah'a, dini O'na has kılarak, ibadet et" buyurmuş olup, bu cümle ile ilgili birkaç mesele vardır:.

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz biz kitabı sana hak olarak indirdik" cümlesinde bu kitabın, hakkı, gerçeği, doğruluğu ihtiva ettiğini beyan buyurunca, işte bu noktada, onda yer alan o gerçeklerden birisini zikretmiştir ki bu da, insanın, ihlaslı olarak, Allah'a ibadetle meşgul olup O'ndan başkasına ibadetten tamamen uzak kalmasıdır. İnsanın, ihlaslı ve samimi bir biçimde Allah'a ibadetle meşgul olması, Hak teâlâ'nın "O halde Allah'a, ihlasla ibadet et" emrinden; insanın, Allah'tan başkasına ibadet etmekten kesinlikle uzak kalmasının gerekliliği de, "Gözünü aç, halis din Allah'ındır" ifadesinden anlaşılmaktadır. Çünkü, ayetteki lafzı, hasr ifade eder. "Hasr, hükmü, mezkûr olana vermek, mezkûr olmayandansa nefyetmek" demektir.

İhlasın Şartlan

Bil ki, ibadetin ihlasla yapıldığı, hakikatte anlaşılamaz. Ancak, ne var ki biz, ibadetin, İhlasın ve ihlâsa aykırı olan şeylerin ne olduğunu anladığımız zaman, bunu bilebiliriz. Şu halde, bunlar, kendilerinden mutlaka bahsedilmesi gerekli olan üç şeydir.

İbadete gelince, bu, yapmak veya söylemek; veyahut da yapmamak veya söylememektir. Ve bu, sırf o emrin mutlaka kabul edilmesi gerekli olan yüce bir buyruk olduğuna inanıldığı için ifâ edilir.

fhlasa gelince, bu da, o fiili yapmaya veya yapmamaya kişiyi sevkeden şeyin, sırf (bu emre) inkıyâd ve imtisâlden ötürü yapılmasıdır. İmdi, eğer bundan başka bir sebep sözkonusu olursa, bu durumda, kişiyi taate sevkeden bu sebep, diğer sebepten ya üstün olur, ya ona denk olur veyahut da ondan aşağı olur. Ulemâ, bu sebebin, o sebebe denk veya ondan aşağı olabileceği ihtimalinin kabul edilmeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Kişiyi Allah'a taate sevkeden bu sebebin, o sebebe baskın çıkmasına gelince, ulema bunun bunu ifade edip etmeyeceği hususunda ihtilaf etmiştir Biz, bu meseleyi defalarca ele aldık. Kur'ân'ın lafzı, ibadetlerin ihlaslı bir biçimde yapılmasının farz olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde Allah'a, dini O'na has kılarak ibadet et" buyruğu, ibadetleri, ihlaslı bir biçimde yapmanın gerekliliği hususunda açık bir ifadedir. Bu husus, "Halbuki onlar Allah'a, O'nun dininde ihlâs erbabı ve muvahhidler olarak, ibadet etmelerinden başkasıyla emrolunmamışlardır" (Beyyine, 5) ayet-i kerimesiyle de kuvvet kazanır.

İhlâsa Aykırı Şeyler

İhlasa ters düşen şeylerin izahına gelince, bunlar, şerîki tedai ettiren, çağrıştıran şeyler olup, şunlardır:

1) İbadetin gösteriş için yapılması... Bunun, kahramanlık duygusuyla yapılmış olması da riyaya girer.

2) Kişinin, taatta bulunuş maksadının, cenneti elde etmek ve cehennemden kurtulmak arzusu olması...

3) Onun bu ibadetleri yaparken, bunların, mükâfaatı gerektirmede veya cezayı gidermede tesirleri olduğuna inanması.

4) O taatların makbul olabilmeleri için, kişinin, büyük günahlardan beri olması. Bu son görüş, Mutezilenin görüşüne binâen nazar-ı dikkate alınacak olan görüştür.

İhlasın Başı Tevhid

Bazı kimseler, Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde Allah'a, dini O'na has kılarak, ibâdet et" emrinden, Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet etmenin; (Yani, Lâ ilahe illallah demenin) kastedildiğini ileri sürerek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in söylediği rivayet edilen, "Lâilahe illallah, benim kale'mdir. Kim benim bu kaleme girerse, azabımdan emin olur" Kenzûl- Ummal 1/156. hadis-i kudsisiyle istidlal etmişlerdir ki, bu, "küfür bulunduğu sürece, taat fayda vermediği gibi, iman olduğu sürece, günahlar da zarar vermez" diyen kimselerin görüşüdür. Ekseri ulemâ ise, bu ayetin, Cenâb-ı Hakk'ın, emir ve yasaklar namına, teklif ettiği herşeyi içine aldığını söylemişlerdir ki, evlâ olan da budur. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde, Allah'a ibadet et" ifadesi, genel bir ifadedir.

Hasan el-Basrî İle Ferazdak

Rivayet olunduğuna göre, Ferezdak'ın hanımının vefatı yaklaşınca, namazını Hasan el-Basrî'nin kıldırmasını vasiyyet eder. Hasan el-Basrî, kadının namazını kıldırıp, kadın kabre defnolununca, Hasan el-Basrî, el-Ferazdak'a, "Ey Ebû Firâs, bu iş (ölüm) için ne hazırladın?" dedi. Bunun üzerine Ferazdak, "Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdeti..." cevabını verdi. Bunun üzerine Hasan el-Basrî (radıyallahü anh), "Bu, (bu işin) direği. Peki bunun ipleri nerde?" buyurdu ve böylece, çadırdan istifade edilebilmesi için, çadırın direğinden, ancak ipler sayesinde yararlanılabileceğini beyân buyurdu.

Mu'tezile'nin Amel Anlayışı

Kâdî şöyle der: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Muâz ve Ebû'd-Derdâ'ya, "Ebû'd-Derdâ'ya rağmen, zina etse ve hırsızlık yapsa bile (cennete girecek)" dediği sahîh ise, bu, bu manaya, tevbe etmenin şart koşulması ile hamledilebilir. Aksi halde, bu haberi kabul etmek caiz olmaz. Çünkü bu, bir kere Kur'ân'a muhaliftir. İnsanın, zina ve hırsızlıktan men edilmemesini doğurur. Bir de, böylesi kimse bu fiilleriyle haddi aşmamış olur. Çünkü, bu kimse, çirkin şeylere alabildiğine arzu duyarken, kelime-i şehâdete tutunması halinde, bu günahların ona zarar vermeyeceğini zanneder ve bu, o kişiyi, o çirkin fiilleri yapmaya bir nevi teşvik etmiş olur. Halbuki, bütün bunlar, Allah'ın (emir ve yasaklarındaki) hikmetine aykırı düşer.

Bundan günahların zararının tevbe ile zail olup silinmesi de, yine kişiyi o kötü şeyler yapmaya bir teşvik sayılmaz mı?" neticesi çıkarılmasın! Çünkü biz diyoruz ki, günahların zararının tevbe ile zail olacağına inanan kimse, aynı zamanda o kötü şeylerin yapılmasının zararlı olduğuna da inanmakla beraber, ne var ki, tevbenin o zararları silip süpüreceğine de inanmıştır. Ama, "Kelime-i şehâdeti söylediğin müddetçe, çirkin şeyleri yapmak zarar vermez" diyen kimsenin sözü böyle değildir." Kadî'nin sözünün tamamı bundan ibarettir.

Mu'tezile'ye Cevap

Kâdî'ye şöyle cevap verilebilir: Senin, "(Hadisle alakalı olarak) onların bağışlanacağına dair söz, Kur'ân'a muhaliftir" şeklindeki sözüne gelince, bu hiç de böyle değildir. Tam aksine Kur'ân, buna delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışmdakileri, dilediği kimseler için bağışlar" (Nisa, 48) ve "Rabbin, zulümlerine rağmen, insanlar için mağfiret sahibidir" (Rad, 6) buyurmuştur ki bu son ayet, "zulüm yapmalarına rağmen..." demek olup, bu tıpkı, "yerken, içerken" manasında olarak, "Emiri, yerken ve içerken gördüm" denilmesi gibidir. Ve yine Cenâb-ı Hak, "Ey kendilerinin aleyhinde haddi aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Allah bütün günahları dilerse affeder" (zümer. 53) buyurmuştur.

Kadî'nin, "Bu, (o kişiyi), o çirkin şeyleri yapmaya teşvik etmeyi gerektirir" şeklindeki sözüne gelince, ona şöyle denilir: Eğer durum böyle olsaydı, o zaman, Cenâb-ı Hakk'ın, (günahkâr kişileri) bağışlamasının da, aklen çirkin olması gerekirdi. Halbuki bu görüş, Bağdatlı Mu'tezilîlerin görüşüdür. Sen ise bunu demezsin. Çünkü Basralı Mu'tezile'nin görüşüne göre, günahkâra azab etmek, aklen caizdir. Hem bu durumda, kişinin tevbesi ile de bağışlanmaması gerekir. Çünkü kişi, günah işleyip, tevbe ettiğinde, Allah'ın kendisini bağışlayacağını bildiği an, bu da o kötü şeyleri yapmaktan men edici olmaz. Kadî'nin ileri sürdüğü farka gelince, bu haktan uzak bir şeydir. Çünkü kişi, o günahtan o anda tevbe etmeye azmettiği an, bu günahın kendisine artık kesinlikle zarar vermeyeceğini anlar. Sonra biz diyoruz ki:

Biz ehl-i sünnetin görüşü şudur: Biz, genel olarak, büyük günahların da affedileceğine kesin olarak hükmediyoruz. Ama bunun, bütün herkes hakkında söz konusu olması meselesi şüphelidir. Çünkü Allahü teâlâ, "Bunun dışmdakileri, dilediği kimseler için bağışlar" (Nisa, 48) buyurmuş, genel olarak mağfiretin olabileceğini kesinkes belirtmiştir. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hak, bu bağışlamanın herkes hakkında olacağını kesin olarak belirtmemiş, tam aksine, kendisinin dilediği kimseler hakkında sözkonusu olduğunu belirtmiştir. Böyle bir korku kişide mevcut olduğu sürece, günahları işlemeye teşvik etme diye birşey sözkonusu olamaz! Allah en iyisini bilendir.

Farklı Kıraat

Keşşaf sahibi şöyle der: "Ed-dîn" kelimesi, (şâz olarak) ref ile de okunmuştur. Bunu ref ile okuyanların hakkı ve görevi, Cenâb-ı Hakk'ın, (zûmer, 3) ifadesine uygun olabilmesi için, (Nisa, 146)

ifadesinden dolayı ayetteki (......) kelimesini de lâm'ın fethası ile muhlasan okumalarıdır. Çünkü, "hâlis" de, "muhles" de aynıdır. Ancak ne var ki, ed-dîn kelimesi, "mecâz-i isnadı" olarak, sahibinin (dini yaşayanın) sıfatı ile vasfedilmiş olur ve bu tıpkı, Arapların, "Şair olan şiir" demelerine benzer.

Şirkin Masum Yüzü

Bil ki, Allahü teâlâ, ibâdetlerin başının tevhîd konusunda samimiyyet ve ihlas olduğunu beyan edince, bunun peşinden, müşriklerin tuttukları yolu kınayan ayeti getirerek, "O'ndan başka kendilerine birtakım dostlar edinenler, "Biz bunlara ancak, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" dediler" buyurmuştur ki, bu ifadenin takdiri, "Allah'ın dışında dost edinenler, "Biz onlara ancak, onlar bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" derler" şeklindedir. Takdirin böyle olması halinde, ayetteki ed-dîn kelimesinin haberi mahzûf olup, bu da "derler" kelimesidir.

Putlaştırılan Nesneler

Bil ki, ayetteki, "..onlara... "zamiri, Allah'ın dışında, kendisine tapınılan mabutlara ait olup, bunlar da, akıllı ve akılsız diye ikiye ayrılırlar. Akıl sahibi olan mabutlara gelince, birtakım kimseler, meselâ Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya, Hazret-i Üzeyr (aleyhisselâm)'e ve meleklere tapınışlardır. Pekçok kimse de, güneşe, aya, yıldızlara tapmışlar ve fakat bunların düşünebilen, konuşabilen canlılar olduklarına inanmışlardır. Kendilerinde hayat ve akıl bulunmadığı halde, tapınılan mabutlara gelince, bunlar da putlardır. Bunu iyice kavradığın zaman biz diyoruz ki: (Haydi diyelim ki), kâfirlerin ileri sürdüğü bu söz, akıl sahibi olan bu mabutlar hakkında uygun bir sözdürl Ama bu söz, aklı olmayanlar için, hiç de uygun düşmez. Bunu şu iki açıdan izah edebiliriz:

a) (......) ifâdesindeki hum zamiri, akıllılara râci olan bir zamirdir. Dolayısıyla putlara râci olması uygun düşmez.

b) O kâfirlerin, Hazret-i İsa (aleyhisselâm), Üzeyr (aleyhisselâm) ve melekler hakkında, Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklarına inanmış olmaları uzak ihtimal değildir (inanmış olabilirler). Ama, insanın, putların ve cansız şeylerin, kendilerini Allah'a yaklaştıracağına itikad edip inanması, akıldan uzak bir şeydir. Bu takdire göre, onların maksatları, onlara ibadet etmenin, kendilerini Allah'a yaklaştıracağına inanmalarıdır.

Şöyle de denebilir: İnsan, o putlar bir ağaç ya da bir taş olmaları itibariyle, onlara tapmaz. Onlar onlara ancak, onların, ya yıldızların, ya semavî ruhların, veyahut da gelmiş geçmiş peygamber ve salih kimselerin heykelleri olduklarına inandıkları için ibadet ederler ki, o insanların bu putlara ibadet ediş maksatları, ibadetleri, bu heykelleri kendilerinin birer suretleri (sembolleri) kabul ettikleri o varlıklara yöneltmektir.

Netice olarak diyebiliriz ki: Putperestler şöyle diyebilirler: "En büyük ilah, beşerin kendisine ibâdet etmesinden yüce ve münezzeh olan bir zâttır. Beşere düşen, meselâ yıldızlar, semavi ruhlar (ve Hazret-i İsa (aleyhisselâm), Üzeyr (aleyhisselâm), melekler...) gibi, Allah'ın kullarından ve yaratıklarından en büyüklerine ibadet etmektir. Onlara düşen ise en büyük ilâha ibâdet etmekle meşgul olmalarıdır." İşte onların, ayetteki, "Biz bunlara ancak, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" şeklindeki sözlerinden kastedilen budur.

Şirke Red

Bil ki Allahü teâlâ, onların bu inançlarını nakledince, buna şu birkaç açıdan cevap vermiştir:

1) Allah, cevap verme hususunda sadece tehditle yetinerek, "Şüphe yok ki Allah onlarla (mü'minler) arasında, ihtilaf edegeldikleri şeyler hakkında hükmünü verecektir" buyurmuştur. Bil ki, batıldan yana olan bir kimse, bâtıl bir görüş ileri sürüp, onda ısrar ettiğinde, buna müdahale etmenin yotu, bu ısrarını onun kalbinden silip süpürecek bir yol araştırmaktır. Binâenaleyh, böylece, adamın kalbindeki ısrarı zail olup, müteakiben, beriki de ona, görüşünün batıl olduğuna dair deliller işittirince, bu metod, maksada daha fazla ulaştırıcı olur. İşte bundan dolayı tabipler, mundıc (olgunlaştırıcı) ilacın, müshil (ishal edici)den mutlaka önce verilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü, olgunlaştırıcı olması suretiyle içteki bozuk maddeler yumuşar ve dışarıya çıkabilecek hale gelir. Böylece, sen ona, işte bundan sonra ishal edici ilacı içirdiğinde tam bir temizlenme (boşalma) sağlanır. Aynen bunun gibi, burada da, karşı taraf ilk önce o korkutma ve o tehditdleri duyunca, bu, aynen, doktorun hastasına ilk defa olgunlaştırıcı ilacı vermesi gibi; ikinci olarak da, görüşünün batıl olduğuna dair o delilleri ona duyurmak da doktorun, o hastaya ikinci olarak ishal edici ilacı vermesi gibi olur. Binâenaleyh, ayetteki bu tehdidin öncelikle ifade edilmesinin faydası, işte budur,

Hidayetten Mahrum Olanlar

Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Muhakkak ki yalancı, gerçekten kâfir olan o kimseleri Allah, doğruya iletmez" buyurmuştur ki bu, "Kim, yalanda ve küfürde ısrar ederse, hidayetten mahrum olarak kalakalır" demek olup, buradaki yalan ile, o müşriklerin, o putları kendi elleriyle yonttuklarını, onlar üzerinde tasarrufta bulunduklarını ve onların, değersiz cansız nesneler olduklarını bile bile, onların bu putları ibadete müstehak olan ilahlar olarak tavsif etmiş olmalarıdır. Bu şeyleri, ulûhiyyetle vasfetmenin, katıksız bir yalan olduğuna dair ise, zarurî bir bilgi vardır.

Ayetteki küfür sözüyle, itikâdla ilgili olan küfrün kastedilmiş olması muhtemeldir. Burada böyledir, çünkü o müşriklerin o putları ilâhlar olarak nitelemeleri bir yalan; onların o putların ulûhiyyetine inanmaları ise, derin bir cehalet ve bir küfürdür. Yine bu ifâde ile, nimete karşı nankörlük etme, manasının kastedilmiş olması da muhtemel olup, bunun izahı şöyle yapılır: İbadet, tazimin doruk noktasıdır. Sonsuz tazim de, ancak, kendisinden sonsuz in'âm ve lütufların çıkıp südûr ettiği kimseye uygun ve lâyıktır. Nimetler veren ise, Allah (c.c)'dır. Bu putların ise, bu işte herhangi bir etki ve fonksiyonları yoktur. Bu putlara ve heykellere ibadette meşgul olmak, gerçek in'âm edicinin meşgul olmak, gerçek inam edicinin nimetini inkâr etmiş olmayı gerektirir (küfrân-ı nimet).

Allah'ın Evlâdı Yoktur

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer Allah, bir evlâd edinmek isteseydi, elbette yaratacaklarından dilediğini seçerdi. Fakat O, münezzeh ve yücedir. O, eşi ve benzeri olmayan Allah'dır, birdir ve herşeye hakimdir" buyurmuştur. Bu sözün maksadı, kendisinin, çocuktan münezzeh ve berî olduğuna dair kesin birtakım deliller getirmektir. Ki, bunun izahı, şu birkaç açıdan yapılabilir:

1) "Şayet O, bir çocuk edinmiş olsaydı, ancak, çocukların en mükemmeli olan, erkek evlâd edinmekten hoşnut olurdu. Durum böyle olunca, nasıl olur da siz O'na, kızları nisbet edebilirsiniz?" demektir.

2) Allah, gerçek birdir, tektir. Gerçek tek olanın ise, çocuğunun olması imkânsızdır. O'nun gerçek tek oluşuna gelince, bu şöyledir: Şayet O, mürekkeb bir varlık olsaydı, O kendisini meydana gtıiren her bir parçaya muhtaç olurdu. Halbuki parcası, kendisinden (bütünden) başkadır. Şu halde, bu demektir ki O, başkasına muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan ise, zâtı gereği "mümkin" varlıktır. Zâtı gereği mümkin olan ise, zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olamaz.

"Gerçekte tek olanın, çocuğu olmazr meselesine gelince, bunun delilleri şunlardır:

a) Çocuk, bir şeyin kendisinden ayrılan, sonra da, çocuk suretine denk olan bir suretin oluştuğu bir kısım ve parça demektir. Bu ise ancak, kendisinden bir parçanın ayrılabileceği şeyler hakkında düşünülebilir. Mutlak tek olan varlık hakkında ise, böyle bir şey söylenemez.

b) Çocuğun şartı, mahiyetinin tamamı bakımından, babasına denk olmasıdır. Bu demektir ki bu şeyin hakikati bu iki şahıs için de geçerli olan bir hakikat-i nev'iyye (nev' ile ilgili bir hakikat) olmuş olur. Bu ise imkânsızdır. Çünkü onlardan herbirinl tayin etmek eğer o mahiyetin ayrılmaz vasıflarından ise, o zaman o mahiyyetten ancak ve ancak, tek bir şahsın meydana gelmesi gerekir. Eğer, bu tayin etmek, o mahiyetin ayrılmaz vasıflarından değilse, o zaman bu tayin etme işi, o şeyin ayrılması sebebiyle bilinir hale gelmiş olur. Dolayısıyla da o şey, zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olan bir ilâh olmuş olmaz. Bu sebeple O'nun zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olan bir ilâh olmasının, kendisinin gerçekte tek bir fert olmasını gerektirdiği sabit olmuş olur. O'nun, hakiki manada tek olması ise, kendisinin bir çocuğunun bulunmasına manidir. Böylece, O'nun tek oluşunun, çocuğunun olmasına mani olduğu kesinlik kazanmış olur.

c) Çocuk ancak, bir çiftten meydana gelir. Çiftlerin ise, mutlaka, aynı cinsten olmaları gerekir. Şayet O'nun çocuğu olmuş olsaydı, o tek olmaz, tam aksine O'nun eşi, hanımı(!) da, O'nun cinsinden olurdu.

Allah'ın kahhâr olmasının, O'nun çocuğunun olmasına mani olmasına gelince, bu da şöyledir: Çocuğa muhtaç olan, ölen, böylece de, yerini tutabilecek bir çocuğa muhtaç olan kimse demektir. Şu halde, çocuğa muhtaç olan, ölüme yenilmiş kimsedir. Kendisi kahhâr olup da, hiçkimsenin, kendisine hükmedemediği zât hakkında ise, çocuk düşünülmesi imkânsız olur. Bu sebeple "O, eşi ve benzeri olmayan Allah'dır, birdir ve herşeye hakimdir" ayetinin, Cenâb-ı Hakk'ın çocuğu olmadığını gösterme hususunda, kesin delillere şamil olan lafızlar olduğu sabit olmuş olur.

Yaratıcı Kudret

5

Âyetin tefsiri için bak:7

6

Âyetin tefsiri için bak:7

7

"Sizi bir kişiden yarattı. Sonra ondan da, eşini meydana getirdi. Sizin için, davarlardan sekiz çift indirdi. Sizi, analarınızın karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışla halkedip duruyor. İşte, Rabbimiz olan Allah, budur. Mülk O'nun. O'ndan başka hiçbir Tanrı yok. Böyle iken, siz nasıl olup da (haktan) döndürülüyorsunuz? Eğer küfrederseniz, şüphesiz, Allah sizden müstağnidir. Bununla beraber O, kullarının küfrüne razı olmaz. Eğer şükrederseniz, sizin faydanız için, bundan hoşnut olur. Hiçbir günahkâr, diğerinin günahını çekmez. Nihayet, hepinizin dönüşü ancak Rabbinizedir.

Artık neler yapmakta idiniz, O, size haber verir. Çünkü O, göğüslerin içinde olan her gizliyi hakkıyla bilendir"

(Zümer, 5-7).

Bil ki, önceki ayetler, Cenâb-ı Hakk'ın, kendisinin bir, kahhâr ve gâlib, yani kudretinin mükemmel oluşu ile, kendisinin çocuk edinmiş olmaktan münezzeh olduğuna delil getirmektedir. O, bu meseleyi bu hususlara istinad ettirince, bunun peşinden, kudretinin tam müstağni oluşuna delâlet edecek şeyleri zikretmiştir. Bir de, Cenâb-ı Hak, o putların, ilâh kabul edilmelerini tenkit etmiş, bunun peşinden de, nazar-ı dikkate alındığında, ulûhiyyetin tahakkuk edeceği vasıftan getirmiştir.

Ulûhiyyetin Delilleri

Bil ki biz, bu kitabın çeşitli yerlerinde, Allah'ın, ulûhiyyeti isbât sadedinde zikrettiği delillerin ya felekî, ya da unsurî olduğunu beyan etmiştik.

Felekî semavî deliller olanlara gelince, bunlar şunlardır:

a) Göklerin ve yerin yaratılması... Bunun, kadir bir ilâhın varlığına pekçok yönden delâlet ettiğini, (......) (En'âm. 1) ayetinin tefsirinde açıklamıştık.

b) Gece ve gündüzün hallerinin değişmesi... ki bu husus burada, "O, geceyi gündüzün üstüne doluyor, gündüzü de gecenin üstüne doluyor" buyruğunda kastedilmiş olandır. Bu böyledir, zira aydınlıkla karanlık, heybetli iki ordudurlar. Her gün biri diğerine, diğeri de öbürüne galip gelir. Bu hâdise, bunlardan herbirinin mağlûp ve makhûr olduğuna ve bunların kendisinin yönetim ve hakimiyeti altında oldukları bir Kahir ve Gâlib; bulunduğuna delâlet eder, İşte bu kahir ve gâlib olan, Allah (c.c)'dır. Buradaki "tekvir"den maksat, bunların herbirinde, diğerinden noksanlaştığı kadarıyla bir artışın meydana gelmesidir. Gece ve gündüzün tekvîri ile, "Geldikten sonra, arkasını dönüp gitmesinden Allah'a sığınırım..." hadisinde ifâde edilen şey kastedilmiştir. Bil ki, Cenâb-ı Hak işte bu manayı, hem bu ifâdeyle, hem de, "Geceyi gündüze bürür" (Araf, 54), "Geceyi gündüze sokar (Hadid, 6) ve "O, iyice düşünüp ibret almak arzusunda bulunan kimseler ... için gece ve gündüzü birbiri ardınca getirendir" (furkan, 82) ayetleriyle açıklamıştır.

c) Yıldızların hallerinin nazar-ı dikkate alınması... Özellikle, güneşle ayın.. Çünkü güneş gündüzün; ay da, gecenin sultanıdır. Bu alemin pekçok faydaları bu ikisine bağlıdır.

"Herbiri muayyen bir vakit için akıp gitmektedir..." buyruğundaki muayyen vakit, Kıyamet günüdür. Çünkü bu iki şey, bu güne kadar sürüp gider. Ama bu gün tahakkuk ettiğinde, onlar da yok olur giderler. Bu ifâdenin bir benzeri de "Güneşle ay toplandı..."(Kıyame. 9) ifadesidir. Bu müsahhar kılma ile, bu feleklerin, Kıyamete değin, tıpkı, sığırın dönderdiği o dolap gibi, aynı şekilde dönmeleri, o gün geldiğinde ise, kitapların sayfalarının dürülmesi gibi (Enbiya, 104), semânın dürülmesi kastedilmiştir.

Cenâb-ı Hak, işte bu üç çeşit felekî delilden bahsedince, "Gözünü aç. O, emrinde mutlak galiptir. Çok bağışlayladır" buyurmuştur. Ki bu, "Bu büyük kütleleri yaratmak, her ne kadar O'nun aziz, yani kudretinin mükemmel olduğuna delâlet ediyorsa da, ancak ne var ki O, rahmeti, lütfü ve ihsanı büyük ve sonsuz olan, çok affedici bir Rab'dir" demektir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, kendisinin, kudretinin büyük olduğunu haber vermesi, O'ndan korkmayı ve çekinmeyi; kendisinin çok affedici olduğunu haber vermesi de, rahmetinin çokluğunu; rahmetinin çokluğu da, ümidi ve O'na karşı şevk duymayı gerektirmiştir.

Arzı Delilleri

Daha sonra Cenâb-ı Hakk, bu felekî delillere, bu süflî alemden alınan delilleri de eklemiş ve böylece bu işe, ilk önce insandan bahsederek, "O, sizi bir kişiden yarattı. Sonra ondan da, eşini meydana getirdi" buyurmuştur. İnsanın oluşumunun, hür ve irâde sahibi bir ilâha delâlet edişinin izahı, defalarca geçmişti. Buna göre şayet, "Hazret-i Adem (aleyhisselâm) insanlar yaratılmazdan evvel yaratılmışken, daha nasıl Cenâb-ı Hak, "O, sizi bir kişiden yarattı. Sonra ondan da, eşini meydana getirdi" diyebilmiştir?" denilirse, alimler işte bu soruya, birkaç şekilde cevap vermişlerdir:

1) Sümme kelimesi, iki hâdiseden birisinin diğerinden sonra olduğunu beyan etmek için kullanıldığı gibi, iki kelâmdan birisinin, diğerinden sonra söylendiğini beyan etmek için de gelebilir. Bu, meselâ bir kimsenin, "Bugün ne yaptıkların bana ulaştı. Sonra senin dün yaptığın ise, çok enteresandı" demesi gibidir. Yine birisi, "Ben sana bu gün bir şeyler verdim. Sonra sana dün verdiğim o şey ise, daha çok idi" diyebilir.

2) İfadenin takdiri, "Sizi tek başına yaratılmış bir nefisten; sonra da o nefisten onun eşini yarattı.." şeklinde olabilir.

3) Allah, Adem (aleyhisselâm)'in zürriyetini, kendi belinden, zerreler halinde çıkardı, bundan sonra da, Havva'yı yarattı.

Helâl Kılınan Sekiz Eş

Bil ki Allahü teâlâ, bir yaratıcının (kendisinin) varlığına, insanın yaratılması ile istidlalde bulununca, bu istidlalinin peşinden, yine bir yaratıcının varlığına, hayvanların varlığı ile de istidlalde bulunarak, "Sizin için, davarlardan sekiz çift indirdi" buyurmuştur ki, bunlar deve, sığır, koyun ve keçidir. Biz, bu hayvanların, bir yaratıcının varlığına nasıl delâlet ettiklerini, Nahl 5. in ayetinin tefsirinde açıklamıştık.

İnzal Tabirinin Kullanılışı

Hak teâlâ'nın, "Sizin için ... indirdi" ifadesinin tefsiri hususunda şu izahlar yapılmıştır.

a) Allah'ın hükmü, takdiri ve kaderi, Levh-i Mahfuz'da olacak herşey yazılı olduğu için, "gökten inme" ile ifade edilmiştir.

b) Her canlı, bitki ile hayatiyetini sürdürür. Bitkiler de ancak su ve toprak ile hayatiyetlerini sürdürebilirler. Su ise esas olarak gökten iner. Böylece de esas itibarıyla, bu hayvanlar da sanki gökten inmiş gibidir.

c) Allahü teâlâ bu hayvanları önce cennette yarattı, daha sonra yere indirdi.

"Sekiz çift" tabiri, "Deve, sığır, koyun ve keçi'den, birer erkek ve dişi olarak sekiz eş demektir." "Zevç", beraberinde bir diğeri bulunan herşey için kullanılır. Binâenaleyh bu, tek başına kaldığında "ferd" olur. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Velhasıl ondan, erkek ve dişi, iki zevç (sınıf) çıkarmıştır" (Kıyame, 39) buyurmuştur.

Ana Karnında Yaratılış

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sizi analarınızın karınlarında ...bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışla yaratıp duruyor" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili bir kaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Hamza, elifin ve mim'in kesresiyle Kisâî, hemze'nin fethası ve mim'in kesresiyle (immehâtikum) okurlarken; diğer kıraat imamları, elifin zammesi ve mim'in fethasıyla okumuşlardır.

İkinci Bahis: Allahü teâlâ insanları tek bir şahıstan yani Adem (aleyhisselâm)'den yarattığını anlatınca, bunun peşisıra en'âm'ı yaratışından bahsetmiştir. Cenâb-ı Hak, insandan sonra hayvanların en kıymetlileri "en'âm" olduğu için, özellikle bunlardan bahsetmiştir. Daha sonra, bu ikisinin peşinden, insan ile en'âm hayvanları arasında müşterek olan, ana karnında yaratılmış olma durumundan bahsetmiştir. Ayetteki "Bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışla" ifadesinden murad, Allahü teâlâ'nın, "Andolsun biz insanı çamurdan süzülmüş bir özden yarattık. Sonra onu sarp ve metin bir karargâhta bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir alak (rahme tutunmuş bir parça) haline getirdik. Derken bunu bir çiğnem et yaptık. O bir çiğnem eti de kemikler haline getirip, o kemiklere et giydirdik. Sonra onu bir başka yaratılışla inşâ ettik. Suret verenlerin en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir"(Mü'minûn. 12-14) ayetlerinde anlattığı şeylerdir.

Üç Karanlık

Ayetteki, "üç karanlık" tabirinin, ananın karnı, rahmi ve rahimdeki, çocuk kesesi olduğu söylendiği gibi, babanın beli, ananın rahmi ve karnı olabileceği de ileri sürülmüştür ki biz, bu şeyler ile nasıl istidlal edildiğini (delil getirildiğini), al-i imrân, 6 ayetinin tefsirinde anlatmıştık.

Bil ki Allahü teâlâ, bu delilleri ortaya koyup açıklayınca, "işte Rabbiniz olan Allah budur" buyurmuştur. Bu, "Size diyorum, fiillerinin harikalığını görüp anladığınız bu varlık, Rabbiniz Allah'dır" demektir. Bu ayette, Allah Sübhanehû ve Teâlâ'nın, cüzlerden ve kısımlardan, maddelerden ve mekândan münezzeh olduğuna bir delâlet vardır. Çünkü Hak teâlâ, kullarına kendi zatını anlatmak istediğinde, bu şeyleri yaratan ve yönetenin, ancak kendisi olduğunu söylemiştir. Eğer O'nun kendisi, parçalardan ve kısımlardan meydana gelmiş bir cisim olsaydı, kendisini bu kısımlar ve parçalardan bahsederek anlatırdı. Ama O'nun kendisini fiilleri, halleri ve eserlerinden bahsederek anlatması, kendini kendi zatının dışındaki birtakım unsurlarla anlatmadır. Halbuki birinci anlatma, ikinci anlatmadan (tariften) daha mükemmeldir. Dolayısıyla şayet birinci şekil anlatım mümkün olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın ikinci şekli tercih etmesi bir noksanlık ve kusur olurdu. Bu ise, Allah hakkında caiz (doğru) olmazdı. Böylece bu ikinci şekli tercih etmenin, ancak birinci şeklin imkânsız olması durumunda makul ve yerinde olduğunu anlamış oluyoruz. Bu ise, Allah'ın cisim olmaktan ve birtakım kısımlar ile parçalardan meydana gelmekten çok yüce ve uzak olduğuna delâlet eder.

Hükümranlık O'nundur

Daha sonra Allahü teâlâ, buyurmuştur. Bu, hasr (sadece) manasını ifade eder ve "Mülk başkasının değil, ancak O'nundur" demektir. Mülkün, başkasının değil sadece O'nun olduğu ortaya çıkınca, Allah'dan başka ilahın olmadığını söylemek ve inanmak gerekir. Zira eğer bir başka ilah daha bulunsaydı, bu mülk ya onun da olur, veya olmazdı. Eğer onun da olsaydı, bu durumda onlardan herbiri malik ve kadir olurdu. Böylece de aralarında "temânû" (karşılıklı engelleme) olurdu. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususu, "Eğer o ikisinde, yani göklerde ve yerde, Allah'dan başka ilahlar olsaydı, onlar fesada uğrar, düzeni bozulurdu" (Enbiyâ, 22) ayetiyle beyan etmiştir. Bu, muhaldir. Eğer ikincisi için, bu mülkten birşey yok ise, o zaman o noksan bir varlık olur. Dolayısıyla da ilah olmaya elverişli olmaz. Bu sebeple delil, Allah'dan başka bir "melik" olmadığına delâlet edince, âlemin (kâinatın) ilahının ve bütün mahlûkâtın mabudunun ancak tek, gerçek, hiçbir şeye muhtaç olmayan, herşey kendisine muhtaç Allahü teâlâ olduğunun söylenmesi gerekir.

Bil ki Allahü teâlâ işte bu deliller ile, kendisinin hikmet-kudret ve rahmetinin tam ve mükemmel olduğunu ortaya koyunca, bunun peşisıra müşrikler ve sapıkların yollarını şu birkaç açıdan çürütme işini yapmıştır:

1) Bu, "Böyle iken siz nasıl olup da (hakdan) döndürülüyorsunuz?" cümlesi ile anlatılan husus... Bu ayeti, hem ehl-i sünnet, hem Mu'tezile delil olarak kullanmıştır. Ehl-i sünnet âlimlerimizin bunu delil getirişleri şu şekildedir: Bu, onların bunca açık seçik şeylerden, kendi kendilerine sapmayıp, aksine onları bu hakikatlerden başkalarının vazgeçirdiği, o başkasının ise ancak Allah olduğu hususunda net bir ifadedir ki aklî delil de bunu destekler. Çünkü herkes, gerçeğe ve doğruya ulaşmak ister. İnsan buna ulaşamayıp, kendinde cehalet ve sapıklık tahakkuk edince, bu işin onun kendisinden değil, başkasından olduğunu anlıyoruz." Mu'tezile'nin istidlal şekli ise şöyledir: "Hak teâlâ'nın bu beyanı, bu döndürmüşten ötürü duyduğu hayreti ifade eder. Binâenaleyh eğer bu döndürme (saptırma) işinin faili Allah olsaydı, bu teaccüb manasız birşey olmuş olurdu."

Allah'ın İhtiyaçsızlığı

Daha sonra Allahü teâlâ, "Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz Allah sizden müstağnidir" buyurmuştur ki bu, "Allah, menfaat elde etmek yahut kendisinden bir zararı gidermek için insanları mükellef tutmamıştır. Çünkü Allahü teâlâ, herşeyden müstağnidir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O'nun hakkında, bir menfaat elde etme ve bir zararı giderme gibi şeyleri düşünmek imkânsızdır" demektir. Şu hususlardan ötürü, Allah'ın herşeyden müstağnî olduğunu söylüyoruz:

1) O, hem zâtı, hem de bütün sıfatları bakımından vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu) olandır. Böyle olan bir varlık ise, mutlak olarak, hiçbir şeye muhtaç olmaz.

2) Eğer O bir şeye muhtaç olsaydı, bu ihtiyaç ya ezelî, ya sonradan çıkma bir ihtiyaç olurdu. Birinci ihtimal bâtıldır. Aksi halde ezelde, muhtaç olduğu şeyin kendisi tarafından yaratılmış olması gerekirdi ki bu imkânsızdır. Çünkü yaratılmış olma ile ezelî olma birbirine zıddırlar. İkinci ihtimal de olamaz. Çünkü ihtiyaç, bir noksanlıktır. Hakîm olan varlığı, herhangi bir şey, kendisinin noksanlığını gerektirecek bir işi yapmaya sevkedemez.

3) Farzedelim ki Allahü teâlâ hakkında, şehvet, nefret ve ihtiyaç gibi şeylerin söz konusu olup olamayacağı konusunda bir şüphe vardır. Fakat gökleri, yeri, güneşi, ayı, yıldızları, Arş'ı, Kürsî'yi. dört ana elementi (unsuru) ve bunlardan çıkan üç esas varlık çeşidini yaratmaya kadir olan bir ilahın, (meselâ) Zeyd'in namazından, Amr'ın orucundan istifade etmesinin ve Zeyd'in namazt kılmayışından, Amr'ın oruç tutmamasından zarar görmesinin imkânsız olduğu açık ve kesin olarak malumdur. Böylece, bu anlattığımız şeyler vasıtasıyla, bütün âlemin kâfir olması ve cehaletlerini sürdürmeleri halinde bile, Allah'ın onlara hiçbir ihtiyacı olmadığı, müstağnî olduğu anlaşılır.

Küfre Razı Değil

Daha sonra Allahü teâlâ, "Bununla beraber O, kullarının küfrüne razı olmaz" yani "O, her ne kadar hiç kimsenin imanı kendisine fayda, ve hiç kimsenin inkârı kendisine zarar vermediği halde, yine de küfre razı olmaz, onun olmasını istemez" buyurmuştur. Cübbâî bu ayeti şu iki açıdan kendine delil getirmiştir:

a) Cebriye (Ehl-i sünneti kastediyor), "Kulların küfrünü de Allah yaratmıştır. Binâenaleyh bu küfür (inkâr), Allah'ın yarattığı bir şey olması açısından doğru ve haktır" demektedirler. Eğer durum onların dediği gibi olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak, onu kendisi yarattığı için, küfre razı olmuş olurdu. Bu mana ise, bu ayete zıttır.

b) Eğer küfür, Allah'ın takdiri ve kazası ile olmuş olsaydı, o zaman bizim de küfre razı olmamız gerekirdi. Çünkü "Allah'ın kazasına rızâ" vaciptir. Ümmet, "küfre razı olmanın küfür" olduğu hususunda müttefik olduğuna göre, bu işin Allah'ın kazasıyla olmadığı ve Allah'ın rızasına uygun olmadığı sabit olmuş olur."

Cübbâî'ye Cevap

Ehl-i sünnet âlimlerimiz, Cübbâî'nin bu istidlallerine cevap vererek şunları söylemişlerdir:

a) Kur'ân'ın âdeti, "kullar" ifadesini mü'minler için kullanma şeklinde cereyan eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yeryüzünde ağırbaşlı olarak yürüyen Rahmanın kullan..."(Furkan,63); "Allah'ın kullarının içtiği bir göze..." (İnsan,6) ve "Benim kullanm üzerinde senin (ey şeytan) bir tesirin olamaz" (Hicr, 42) buyurmuştur. Buna göre, "O, kullarının küfrüne razı olmaz" cümlesi, "O, mü'min kulları için küfre razı olmaz" manasında olur. Bu mana ise, biz ehl-i sünnetin inancına zarar vermez.

b) Küfrün, Allah'ın iradesiyle olduğunu söylüyoruz. Ama küfrün, Allah'ın rızası ile olduğunu söylemiyoruz. Çünkü "rızâ" o şeyi övmek, yapılışını medh-ü sena etmek demektir. Zira Hak teâlâ, "Şüphesiz Allah mü'minlerden razı oldu..." (Fetih, 18) buyurmuştur ki bu, "Allah o mü'minleri över, medh-ü sena eder" demektir.

c) Allah kendisine rahmet etsin, babam Ziyâüddîn Ömer şöyle derdi: "Rızâ, kınamamak ve karşı gelmemek demektir. Bu ise irâde etmek demek değildir. Bunun delili, İbn Düreyd'in sözüdür. O, bu şiirinde rızanın, zorlama ile birlikte bulunacağını kabul etmiştir. Bu da, bizim dediğimiz hususa delâlet eder.

d) Farzedelim ki "rızâ", bir şeyi irâde etmek (istemek) manasınadır. Ama ayetteki "O, kullarının küfrüne razı olmaz" ifadesi genel bir ifadedir. Binâenaleyh bu, Allahü teâlâ'nın, kâfirin küfrünü irâde ettiğine delâlet eden ayetlerle tahsis edilir (sınırlandırılır). Bu tıpkı, "Siz ancak Allah'ın dilediği şeyleri dilersiniz" (insan, 30) ayetinde olduğu gibidir. Allah en iyi bilendir.

Şükre Razı Olur

Daha sonra Cenâb-ı Allah "Eğer şükrederseniz, sizin için Landan hoşnud olur" buyurmuştur. Allah küfre rızası olmadığını bildirince, şükürde." razı olduğunu beyan etmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Kıraat âlimleri, (......) kelimesinde "hû" zamirini şu üç değişik şekilde okumuşlardır:

1) Nâfî, Ebû Amr, İbn Âmir, Âsim, Hamza, bunu zammeli olarak ve "ihtilas" ile okumuşlardır.

2) Bir diğer rivayete göre Ebû Amr ve Hamza, tahfif (kolaylık için), bunu sükûn ile okumuşlardır.

3) Yine bir diğer rivayete göre Nâfî ve İbn Kesir, İbn Âmir, Kisâî. bunu zamme ve "işba' " ile okumuşlardır. Vahidî (r.h) şöyle der: "Kıraat imamlarından, bu zamire vâv ekleyecek kadar, bunu işba ile okuyanlar var. Çünkü "hû"dan önceki harf harekeli olunca, tıpkı daki hfi'lar gibi olur. Dolayısıyla bunlar, bütün kıraat imamlarınca işba ile okunduğuna göre, bu "hâ" da böyle okunabilir. Yine kıraat imamlarından hâ'yı harekeli okuyup, bunu sanki önünde vâv varmış gibi çekmeyenler de vardır. Çünkü bu kelimenin aslı, şeklindedir. Cezmden ötürü hazfedilen elifin, bu hazfi vacip değildir. Dolayısıyla sanki var gibi hükmündedir. Elif varken nasıl vâv getirmek caiz değilse, işte burada da böyledir.

İkinci Mesele

"Şükr", söz, inanç ve amelden mürekkeb bir haldir. Söz, nimetin olduğunu ikrar etmek; inanç, o nimetin, nimeti veren O zattan çıktığına inanmaktır.

Suçun Şahsîliği

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hiçbir günahkâr diğerinin günahım çekmez" buyurmuştur. Cübbâî şöyle der: "Bu, Allahü teâlâ'nın hiç kimseye, başkasının fiilinden ötürü azâb etmeyeceğine delâlet etmektedir. Eğer kâfirlerin fiilini Allah yapmış ve yaratmış olsaydı, onlara bu fiillerden ötürü azabetmesi caiz olmazdı. Yine atalarının günahı yüzünden torunlara azab etme de caiz değildir. Ama ehl-i sünnet bunun aksini söylüyor. Âkilenin (yani suçlunun akrabalarının), diyeti ödemesini kabul etmeyenler de bu ayeti delil getirmişlerdir.

Dönüş Allah'adır

Allahü teâlâ sonra, "Nihayet, hepinizin dönüşü ancak Rabbinizedir" buyurmuştur. Bil ki biz, insan için en önemli şeylerin, mümkün olduğu kadar yaratanını tanıması, bu dünya hayatında kendisine zararlı ve faydalı şeyleri, ölümden sonraki hallerini öğrenmek olduğunu defalarca anlattık. Dolayısıyla bu ayette, gerek ulvî âlem, gerek süflî âlemden olmak üzere, Allah'ın kudretinin, ilminin ve hikmetinin mükemmelliğine delâlet eden pek çok deliller vardır. Cenâb-ı Hak, daha sonra şükretmeyi emretmiş ve küfrü nehyetmiş; peşisıra da, "Nihayet, hepinizin dönüşü ancak Rabbinizedir" buyurarak, insanın ölüm sonrası hallerini anlatmıştır. Bu ifadeyle ilgili bir kaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Müşebbihe, ilâ edatına tutunarak, âlemin ilahının bir cihette bulunduğu görüşüne yol bulmaya çalışmıştır ki, biz buna defalarca cevap vermiştik.

İkinci Mesele

Bir topluluk da, bu ruhların bedenlerden önce de var olduğunu iddia etmiş ve bu ayet ile diğer ayetlerde bulunan "rücû-geri dönmek" kelimesine tutunmuştur.

Üçüncü Mesele

Bu ayet, ba's ile Kıyametin isbâtına, vaki olacağına delâlet etmektedir. .

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Artık neler yapmakta idiniz, O, size haber verir" buyurmuştur. Bu ifade, günahkâr için bir tehdit, mutî için ise bir müjdedir. Cenâb-ı Hakk'ın "Çünkü O, göğüslerin içinde olan her gizliyi hakkıyla bilendir" cümlesi ise, önceki ifadenin bir illeti de (sebebi) gibidir. Yani, "Amellerinizi size haber vermesi, O'nun için mümkündür. Çünkü O, bütün malûmatı bilendir. Binâenaleyh O, sizin kalplerinizdeki davet edici sebeplerle alıkoyucu şeyleri de bilir" demektir. (Nitekim) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah sizin hizmetlerinize ve sözlerinize bakmaz; fakat O, sizin kalplerinize ve amellerinize bakar. " Müslim, birr, 33,34 (4/1987).

Farz Olan Bilgi

8

Âyetin tefsiri için bak:9

9

"İnsana bir zarar dokunduğu zaman o, Rabbine, bütün (varlığı ile) O'na dönerek, yalvarır. Sonra ona kendinden bir nimet verdiği vakit ise, evvelce O'na yalvardığını unutur. Allah'a, O'nun yolundan saptırmak için, eşler katmaya başlar. De ki: "Küfrünle biraz eğlenedur! Çünkü sen, muhakkak cehennemliklerdensin!" Ahiret (azabı)ndan korkarak, Rabbinin rahmetini umarak gecenin saatlerinde secdeye kapanır, kıyamda durur bir halde taat ve ibadet eden kimsenin durumu böyle midir? De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak temiz akıl sahipleridir ki, hakkıyla düşünür"

Bil ki, Cenâb-ı Hak şirkin çürüklüğünü bildirip, kendisine ibadet edilmesi gerekenin Allah olduğunu açıklayınca, bu ayette de, putlara tapan o kâfirlerin yolunun tutarsız olduğunu beyan etmiştir. Bu böyledir, çünkü, onlara herhangi türden bir zarar dokununca onun izalesi için ancak Allah'a yönelirler. Bu sıkıntı ve zarar onlardan zail olup gidince de, yeniden putlara tapmaya başlarlar. Şu bilinmektedir ki onlar, zarar bulunduğu zaman Allah'a yönelirler; zira, hayır ve zarar iletmeye kadir olan ancak O'dur. Bazı durumlarda durumun böyle olduğunu bilince, onların, bütün durumlardan bunun böyle olduğunu itiraf etmeleri vacib olur. İşte böylece, onların bu konudaki yollarının çelişik olduğu sabit olmuş olur.

Musibet Zamanında Rabbe Dönüş

Cenâb-ı Hakk'ın, "insana... dokunduğu zaman" ifadesine gelince, buradaki, "insan" ile, Utbe b. Rebîa, vb. muayyen kimselerin kastedildiği söylendiği gibi, yine bu ayette, daha önce zikredilmiş olan kâfirin kastedildiği de söylenmiştir. Çünkü ifade, daha önce geçmiş olan malûm bir şey hakkında varid olmuştur.

Ayetteki durr, ister bedeni, ister malı, ister ailesi, isterse çocukları hakkında olsun, hoşlanılmayan bütün durumlar bunun kapsamına dahildir. Zira lafız, mutlak olup, onu kayıtlamanın anlamı yoktur, "O, Rabbine... yalvarır" ifadesi ise, "Rabbine sığındı ve O'na nida etti. O sıkıntıyı O'ndan başkasının kaldırabileceğini de ummadı" anlamındadır. İşte bundan dolayı, "O'na dönerek" buyurmuştur. Yani, "Bu zararın ve sıkıntının izâlesi hususunda sadece O'na dönerek ve rücû ederek" demektir. Zira, ibâne masdarı, dönmek ve rücû etmek anlamına gelir.

(......) ayetindeki (havvelehû) kelimesi, "ona verdi" anlamındadır. Keşşaf sahibi şunu demiştir: "Bu kelimenin hakikatine dair iki izah şekli bulunur:

1) Bu, "Allah onu, bir malın gözeticisi ve sahibi kıldığında" demektir. Bu deyim Arapların, bir kimse, malı iyice görüp gözetmeyi, ona bakmayı taahhüt edip taahhüdünü ifa ettiği zaman, onun hakkında kullanılan, O, malı iyi koruyup gözeten, ıslah edendir" deyiminden alınmıştır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilen şu haber de bunun gibidir: "O, ashabına Öğüt vermek için elverişli durumlarım kollardı.".

2) Bu, "onu, gururlanır ve iftihar eder duruma getirdiği zaman" demektir ki, o zaman kelime, "iftihar etti ve kendinde bir şeyler vehmetti" anlamında olan (......) kelimesinden iştikak etmiş olur. Nitekim bu manada olmak üzeredir ki, Araplar şunu demiştir: "Muhakkak ki zenginin etekleri yerde sürünür ve o, gururlanarak yürür."

Nisyan'dan Maksad

Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Evvelce ona yalvardığını unutur" buyurmuştur. Yani, "Daha önce kendisine yalvarıp yakardığı Rabbini unutur" demektir. Buradaki ma edatı (Leyl,3) (Kafirûn,3) ve (nisa, 3) ayetlerindeki mâ gibi, men anlamındadır. Mananın, "izale etmesi için kendisinden ötürü Allah'a yalvarıp yakardığt o sıkıntı ve belâyı unuttu" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Ayetteki (nesiye) "unuttu" kelimesinden maksad, "Daha önce hiç O'na yönelmemiş gibi, O'na duâ etmeyi terketti" manasıdır. Bununla şayet, hakiki anlamda unutmak manasını kastetmiş olsaydı, bundan ötürü onu kınamazdı. Bundan muradın, "Feryat etmemesi gerektiğimi, O'ndan başka ilâh olmadığını unuttu da, böylece, Allah'la beraber başka ortaklar edinmeye başladı" manasının olduğu da söylenmiştir.

Daha sonra "Allah'a, O'nun yolundan saptırmak için, eşler katmaya başlar" kısmı ile ilgili birkaç mesele vardır:

Kıraat Farkı

Ibn Kesir, Ebû Amr, yâ'nın fethasıyla (li yadılle); geriye kalanlar da, "başkasını saptırmak için" anlamında yâ'nın dammesiyle, li yudille şeklinde okumuşlardır.

İkinci Mesele

Maksad şudur: Allahü teâlâ, aklı başında olan bu kimselerin, bu iki durumdaki çelişkilerin ne denli şaşırtıcı olduğuna dikkat etmelerini ister. Onlar, bir sıkıntı anında, Allah'tan başka iltica makamı olmadığına inanırlar, ama kendilerine nimetler verildiği zaman ise, O'nunla beraber, başka ilâhlar edinmeye dönerler!... Şurası malumdur ki, Allah Tealâ hayra ve şerre sadece o kadir ve muktedir olduğu için, sıkıntı ve belâ anlarında sadece kendisine iltica edilen olduğunda, bu hal ve manâ, rahatlık ve huzur vakitleri için de geçerlidir. Onların bu iki vakitteki durumlarının anlatılmasında, onların çelişki içinde bulunduklarını ve akıllarının kıt olduğunu, ortaya koymayı gerektiren bir maksat bulunur

Üçüncü Mesele

(......) ifadesinin manası, "O, sadece kendisini saptırmakla yetinmez. Bilakis, ister fiiliyle olsun, ister sözle, o, başkasını da kendisine ortak olmaya, ona katılmaya çağırır. Böylece, günahı arttıkça artar"şeklindedir (......) kelimesindeki lâm (Kasas, 8) ayetindeki lâm gibi, "akıbet lâmı"dır. Cenâb-ı Hak, onların bu çelişkili fiilini nakledince, onları tehdit etmek üzere şöyle buyurdu: "De ki: "Küfrünle biraz eğlenedur." Bundan kastedilen, emir manası değildir. Bilâkis, men ve nehiy olup, dünyadaki menfaatlenmesinin az olup, varacağı yerin de cehennem olduğunu ona anlatmak ve bildirmektir.

Allahü teâlâ, müşrikler ile sapıkların sıfatlarını ve onların, Allah'dan başkalarına tutunmalarını anlatınca, bunun peşinden, ancak Allah'a rücû eden, Allah'ın lütfundan başkasına itimat etmeyen hak ehli, mü'minlerın durumunu anlatmak üzere "Yoksa, o, "... gecenin saatlerinde secdeye kapanır, kıyamda durur bir halde taat ve ibâdet eden kimsenin durumu böyle midir?" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Nafî, Ibn Kesîr ve Hamza, bu ifadeyi şeddesiz mim ile (e men..); geriye kalanlar da, şedde ile (em men) diye okumuşlardır. Şeddesiz okunması halinde bunun iki izah şekli vardır:

1) Buradaki elif, istifham elifi olup, men'in başına gelmiştir.

Cevap: Mahzûf olup takdiri, "Şöyle şöyle olan, böyle olmayan gibi midir?" şeklindedir. Cevâbın, "Allah'a ortaklar tutan gibi midir?" şeklinde olduğu, ancak, daha önce zikri geçmiş olan ifâde ile yetinildiği de söylenmiştir.

2) (......)'deki elifin nida elifi olması... Buna göre sanki, "Ey, cennet ehlinden olan, itaatkâr kimse!.." denilmiştir. Şeddeli okunmasına gelince, Ferrâ şöyle demiştir: "İfadenin aslı, şeklinde olup, mîm mîm'e idğâm edilmiştir." Buna göre buradaki em edatı, senin "Zeyd mi daha faziletlidir, yoksa Amr mı?" sözündeki em edatı gibi olmuş olur.

Kunût

Kânit farz olan tâat ve ibadetleri yapan kimsedir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Namazın en efdali içinde kunût olan namazdır"', bu, namazda, kıyamda durmaktır. Sabah namazında kunûtta bulunmak da, bu manadadır. Çünkü kişi, ayakta bulunduğu halde, duâ eder. İbn Ömer (radıyallahü anh): "Ben kunût'un manasının Kur'ân okuma, uzun uzun kıyamda durmadan başka manaya geldiğini bilmiyorum" dediği, sonra da, bu ayeti okuduğu; İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara, 116) ayetinden dolayı, "kunût, Allah'a tâatte bulunmaktır" ve Katâde'den de, deyiminin, "Gece saatleri; onun başı, ortası ve sonu boyunca.." manasında olduğu rivayet edilmiştir.

Gece ibadetinin Fazileti

Bu lafızda, gece ibadete durmanın faziletine ve onun, gündüz ibadete durmaktan daha üstün olduğuna bir dikkat çekme bulunur. Bazı açıklamalar da bunu teyit eder:

1) Gece ibâdeti, gözlerden daha saklıdır. Bu sebeple, riyadan da çok uzak olur?

2) Karanlık, görmeyi engellerken, insanların uykuda olmaları da, duyulmaya mani olur. Kalb, haricî hallerle meşgûliyyetten uzak olunca, esas arzu edilmesi gereken (aslî matluba) döner ki bu da, Marifetullâh ve O'na kulluk hizmetidir.

3) Gece, uyku zamanıdır. Uykuyu terketmekte, ağır ve zor olur. Bu vakitte yapılan ibadetin sevabı da, daha çok olur.

4) Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz, gece kalkışı (kalb ile uzuvlar arasında) tam bir uyuma ve sağlam bir kıraata daha elverişlidir" (Müzemmil. 6) buyurmuştur. Ayetteki, sâciden kelimesi, hâl'dir. Bu kelimeler, peşpese gelen iki haber olmak üzere, sâcidun ve kâimun şeklinde de okunmuştur. Aradaki vâv İse, iki sıfatın arasını birleştirmek için gelmiştir.

Bil ki bu ayet, pekçok acîb sırlara delâlet etmektedir:

Ayetteki Bazı Sırlar

1. Bu ayete, amel'in zikredilmesine başlanmış, ilmin zikredilmesiyte de bitirilmiştir. Amel'e gelince, bu, kişinin itaatkâr, sâcid ve kâim olmasıdır. İlme gelince, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hiç, bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" buyruğudur. Bu ifade, İnsanın kemâlinin bu iki maksûdun gerçekleşmesine bağlı olduğunu gösterir. Çünkü amel, başlangıç; ilim ve mükaşefe ise, nihayet ve sonuçtur.

2) Allahü teâlâ, amelden yararlanmanın, ancak insan, ona devam ettiği sürece meydana geleceğine dikkat çekmiştir. Çünkü kunût, kişinin, kendisine vâcib olan tâatleri yapmasını ifade eder. Bu da, amelin ancak, insan ona devam ettiği sürece faydalı olacağını gösterir. Ayetteki, kelimeleri amellerin çeşidine; "ahiret (azabın)dan korkarak, Rabbinin rahmetini umarak (...)" ifadesi de, insan amellere devam ettiğinde ona önce, kahr ve korku makamının tecellî ettiğine işarettir. "Ahiret (azabı)ndan korkarak.." ifadesi, bunu gösterir. Bundan sonra ise rahmet makamı gelir ki, "Rabbinin rahmetini umarak" ifadesi de bunu gösterir. Sonra da, mükaşefe nevileri meydana gelir ki, "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" ayeti de bunu gösterir.

Reca'nın Havf'a Galibiyeti

3) Cenâb-ı Hak, korku makamından da, "ahiret azabından korkarak..." diyerek bu korkuyu kendisine nisbet etmemiştir. Ümit makamında ise, "Rabbinin rahmetini umarak" buyurmuş ve bu ümidi kendisine nisbet etmiştir ki Allah'ın huzurunda olmaya, recâ (ümid) tarafının daha uygun olduğuna delâlet eder.

Üçüncü Mesele

"Gecenin saatlerinde secdeye kapanan... kimse (gibi)midir?" ayeti ile, Hazret-i Osman (radıyallahü anh)'ın kastedildiği, çünkü onun tek bir rekâtla bütün geceyi ihya ettiği ve tek rekâtta bütün Kur'ân'ı okuduğu söylenmiştir. Ama doğru olan, bu ifade ile, böyle olan herkesin kastedilmiş olmasıdır. Buna böyle mana verilmesi halinde, içine hem Hazret-i Osman (radıyallahü anh), hem de başkaları girmiş olur. Çünkü ayet, Hazret-i Osman (radıyallahü anh)'a hasredilmemiştir.

Dördüncü Mesele

Bu ayette bir hazfın bulunduğunda bir şüphe yoktur. Buna göre kelamın takdiri, "taat ve ibadet eden kimse, başkası gibi midir?" şeklindedir. Sözden anlaşıldığı için bu kısmın hazfi makul ve yerindedir. Zira Allahü teâlâ, bundan önce kâfirden bahsetmiş, bunun peşinden de, "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" buyurmuştur. Buna göre ayetin manası, "sıfatları ve özellikleri, gecenin saatlerinde secde ve kıyam etmek suretiyle itaatkârlık olan, bilen kimseler, ancak belâ ve korku anında Allah'ın birliğine inanan, rahat ve boş zamanlarında ise müşrik olanlar hiç bir olur mu?" şeklindedir. Dolayısıyla bu takdiri yaptığında, ayetten kastedilen mana ortaya çıkmış olur Cenâb-ı Hak, kâfirleri "bilmeyenler" diye tavsif etmiştir. Çünkü onlara her nekadar bilme vasıta ve organlarını vermiş ise de, onlar ilim elde etmekten, bilmekten yüz çevirmişlerdir. İşte bu sebepten ötürü Hak teâlâ onları, akılları ve kalplerinden istifade etmedikleri için sanki akıl sahibi olmayanlar sırasına koymuştur.

İlmin Önemi

Allahü teâlâ'nın, "De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" hitabı ilmin fazileti ile ilgili önemli bir dikkat çekiştir. Bu hususu, "Âdem'e bütün isimleri öğretti" (Bakara, 31) ayetini tefsir ederken, alabildiğine anlattık. Keşşaf sahibi şöyle der: "Hak teâlâ, "bilenler" ifâdesiyle, bahsi geçenleri, yani "taat ve ibadet eden" kimseleri; "bilmeyenler" ifadesiyle de, böyle olmayan kimseleri kastetmiştir. Böylece, kânitu (yani taat ve ibadet edenleri) "âlimler" saymıştır ki bu, ameli olmayanın, gerçek âlim olamayacağına dikkat çekmedir." Keşşaf sahibi sözüne şöyle devam eder: "İşte bu ayette, ilimleri az olup, sonra da itaat ve ibadette bulunmayıp, hem o ilimlerinde aldanan, hem de dünya hususunda fitneye düşen kimseler için büyük bir ayıp vardır. O halde bunlar, Allah katında câhil kimselerdir."

Daha sonra Allahü teâlâ, "Ancak temiz akıl sahipleridir ki, hakkıyla düşünür" buyurmuştur ki bu, "Alimler ile cahiller arasındaki büyük farkı, yine ancak temiz akıl sahipleri anlar" demektir. Alimlerden birisine "Sizler, ilmin maldan daha üstün olduğunu söylüyorsunuz. Ama ilim adamlarını, kralların ve zenginlerin kapılarında görüyoruz. Bunların, âlimlerin kapılarına gittiklerini görmüyoruz" denilmiş. Buna o âlim, "Bu da ilmin üstün olduğuna delâlet eder. Çünkü âlimler, maldaki-zenginlikteki menfaati anlamış ve dolayısıyla bunun peşine düşmüştür. Cahiller ise, ilmin faydasını anlamadıkları için, ilmin peşine düşmemişlerdir" diye cevap vermiştir.

İhlas

10

Âyetin tefsiri için bak:16

11

Âyetin tefsiri için bak:16

12

Âyetin tefsiri için bak:16

13

Âyetin tefsiri için bak:16

14

Âyetin tefsiri için bak:16

15

Âyetin tefsiri için bak:16

16

"De ki: "Ey iman eden kullarım, Rabbinizin azabından korkun. Bu dünyada iyi hareket edenler için bir güzellik vardır. Allah'ın arzı geniştir. Elbette sabredenlere ecirleri hesapsa ödenecektir." De ki: "Ben, Allah'a, onun dininde İhlaslı olarak, ibadet etmekle emrolundum. Bana müslümanların ilki olmam emrolundu." De ki: "Eğer ben Rabbime isyan edersem, gerçekten o büyük günün azabından korkarım." De ki: "Ben, dininde O'na muhlis olarak, ancak Allah'a ibadet ederim. Artık siz de, O'nu bırakıp dilediğinize tapın!" De ki: "Gerçekten hüsrana düşenler, kendilerini de, mensublarını da ziyana uğratanlardır. Dikkat et ki bu, apaçık hüsranın tâ kendisidir. Onların hem üstlerinde, hem de altlarında ateşten tabakalar vardır (olacaktır), işte Allah, kullarını bununla korkutuyor: "Ey kullarım, benden korkun"

Bil ki Allahü teâlâ, bilenlerle bilmeyenler arasında eşitlik olmadığını beyan edince, bunun peşinden peygamberine, mü'minlere şu tür ifadelerle hitap etmeyi emretmiştir.

Birincisi: "Ey iman eden kullarım, Rabbinizden ittikâ edin" hitabıdır. Bu, "Allah, mü'minlere, imanlarına takvayı eklemelerini emrediyor" demektir Bu, kişinin günah işlediği zaman imanının kaldığına delâlet eden birinci derecede delillerdendir. Kâdî: "Allah onlara, imanlarının boşa gitmemesi için, takvaya ermelerini de emretmiştir. Çünkü onlar büyük günahlardan korundukları müddetçe, kendilerine mükâfaat verilir. Büyük günahlara yöneldikleri zaman ise, mükâfaatları silinir" der. Kâdî'ye şöyle denebilir: "Bunun, senin görüşünün zıddına delâlet etmesi daha uygun düşer. Çünkü Allahü teâlâ, mü'minlere takvayı emredince bu, o kimsenin takvası olmadığı zamanda da mü'min olmaya devam ettiğine delalet eder ki bu, fasıklığın (günahkârlığın) imanı yoketmeyeceğine delâlet eder."

Hasene (İyilik)

Bil ki Allahü teâlâ, mü'minlere ittikayı (takvayı-korkuyu) emredince onlara, bu takvanın faydalarını da bildirerek, "Bu dünyada iyi hareket edenler için, bir iyilik vardır" buyurmuştur. "Bu dünyada" kaydının, hem "iyi hareket edenler", hem de "güzellik vardır" ifadesiyle ilgili olması muhtemeldir. Birincisiyle ilgili olmasına göre ayet, "Bu dünyada iken o iyi hareket eden, muhsinlerden olan herkes için, âhirette bir hasene (mükâfaat) vardır. O mükâfaat da cennete giriştir" manası gelir. Buradaki "hasene" (iyilik) kelimesinin nekire getirilmesi, o hasenenin (mükâfaatın) büyüklüğünü anlatmak içindir, yani "Aklın, onun mükemmelliğinin künhüne ulaşamayacağı bir hasene" demektir. Bunun, ikincisiyle ilgili olmasına göre İse, "Muhsinler için, bu dünyada bir iyilik (mükâfaat) vardır" manasındadır. Bu görüşte olanlar, "O güzellik de sıhhat ve afiyettir" (huzurdur)" demişlerdir. Bence evlâ olan, bu ifadenin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Üç şeyin sonu-sınırı yoktur: Emniyet, sıhhat ve kifayet (yeterli maîşet..) " hadis-i şerifinde bahsedilen bu üç şey manasında alınmasıdır. Bazı kimseler birinci görüşün daha uygun olduğunu ileri sürerek şu delilleri getirmişlerdir:

1) "Hasene" kelimesinin nekire oluşu, sonsuzluğa, yüksekliğe ve yüceliğe delâlet eder. Bu durum ise, dünya hallerine uygun düşmez. Çünkü dünyanın her şeyi değersiz ve sonludur. Dolayısıyla bu özellikler, âhiret hallerine uygun düşer. Çünkü âhiret halleri kıymetlidir, son bulmaktan ve sona ermekten uzaktırlar.

2) Allah'ın birliğine inanıp, salih ameller işleyerek iyi hareket etmiş olan, yani muhsin olanlara verilecek mükâfaatlar ancak âhirette verilecektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İste bu gün her nefse kazandığı şey tastamam verilecektir" (Mümin, 17) buyurmuştur. Hem sonra, sıhhat, emniyet ve yeterli maîşet gibi dünya nimetleri kâfirler için de söz konusudur. Üstelik bu nimetlerin kâfirler için oluşu, mü'minlere nisbetle daha çok ve daha ileridir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Dünya mü'min için bir hapishane, kâfir için bir cennettir Müslim, zûhd, 1 (4/2272). buyurmuştur. Cenâb-ı Hak da, "Eğer insanlar bir tek ümmet haline gelmeyecek olsalardı, Rahman) inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını, çıkacakları merdivenleri... gümüşten yapardık" (Zuhruf, 33) buyurmuştur.

3) "Bu dünyanın iyilikleri ancak iyilik yapanlar (muhsinler) içindir" manasında olmak üzere, ayetteki bu kelime, hasr ifade etmiş olur. Bu ise, olamaz. Fakat bu ayetteki hasene kelimesini, ahiretteki mükâfaat manasına alırsak, ayetteki hasr yerini bulmuş olur. Dolayısıyla bunu âhiret iyilikleri manasına almak daha evlâdır.

Allah'ın Arzı Geniştir

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'ın arzı geniştir" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak şu iki görüş var:

a) Bu, "iyilik yapmada (muhsinlikte) kusur edenler için bir mazeret kapısı yoktur. Öyle ki, eğer bunlar, bu işi kendi vatanlarında ve kendi yurtlarında olmaları şartına bağlayıp, gayretleri iyi işlere sarfedememe babında, imkân bulamadıklarını ileri sürerlerse, onlara "Allah'ın arzı geniş, beldeleri çoktur. Binâenaleyh bulunduğunuz yerlerden, taat ve ibadetlerinizi tam yapabileceğiniz beldelere göçün. İyiliklerine iyilik, taatlarına taat katma maksadıyla, yurtlarını bırakıp başka yerlere göçmeleri hususunda, peygamberleri ve salihleri örnek alın" de" demektir. Bu Mekke'den Medine'ye hicrete ve vatandan ayrılmanın ızdırabına katlanmaya bir teşviktir. Ayetin bir benzeri de, "(Melekler) onlara derler ki: "Ne işte idiniz?" Onlar, "Biz yeryüzünde (dinin emirlerini tatbikten) âciz kimselerdik" derler. Melekler de, "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz orada hicret edeydiniz ya" derler" (Nisa. 97) ayetidir.

b) Ebû Müslim şöyle der: "Ayetteki "arz" (yer-toprak) sözü ile, cennetin kastedilmiş olması imkânsız değildir. Çünkü Allahü teâlâ mü'mintere takvayı, yani Allah korkusunu emretmiş, daha sonra da, takvaya eren kimsenin âhiretîe hasene elde edeceğini, yani bir daha çıkmamak üzere cennete gireceğini, daha sonra da Allah'ın arzının yani cennetinin, "Bizi cennetten, neresini dilersek konmak üzere bu yere mirasçı yapan Allah'a hamdolsun" (Zümer, 74) ve "Genişliği gökler ve yer kadar olan ve müttakiler için hazırlanmış olan cennetlere koşun" (Al-i imran, 133) ayetlerinde de anlatıldığı gibi, geniş olduğunu bildirmiştir." Bence birinci görüş daha evlâdır. Çünkü ayetteki, "Sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecektir" ifadesi, ancak bu manaya daha uygun düşer. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

"Sabr"ın ne demek olduğu hususundaki izahı, Bakara Sûresi'nde yapmıştık. Burada, "sabredenler" ile, Allah'a taat uğrunda, vatanlarından ve akrabalarından ayrılmanın verdiği acı ve kederleri yudumlayıp, belâlara katlanmaya tahammül edenler Kastedilmiştir.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ'nın sabredenlere vaadettiği bu menfaatleri, "ecir" (ücret) olarak ifade etmesi, amelin mükâfaat için yapıldığı zannını uyandırmaktadır Çünkü ecir, çalışarak hakedilen şeydir. Fakat amel ve ibadetlerin, mükâfaat için yapılmadığına dair kesin deliller vardır. Binâenaleyh ayetteki ecir (ücret) sözünü, bu mükâfaatların haketmeye göre değil, ilahî vaade göre bir ecir oluşu manasına hamletmek gerekir.

Hesapsız Mükafaat

Allahü teâlâ bu ücretin, "hesapsız", "sınırsız" olduğunu söylemiştir. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

a) Cübbâi şöyle der: "Onlara, hakettikleri şey ile birlikte, lütuf olarak fazlası verilir. Dolayısıyla bu, hesapsız bir ecir olmuş olur. Eğer onlara sadece hakettikleri verilmiş olsaydı, bu hesaplı olmuş olurdu." Kâdî, "Bu izah yanlıştır. Çünkü Allahü teâlâ bu ecri "hesapsız" diye nitelemiştir. Eğer onlara sadece hakettikleri ücret verilmiş olsaydı, o zaman ücret lütuftan başka olurdu" demiştir.

b) Bu mükâfaatın üç vasfı vardı:

1) Onlar için bunun devamlı olması... O halde ayetteki "hesapsız" ifadesi, "sınırsız, sonsuz" demektir. Çünkü hesap altına girebilen herşey sonludur. Sınırsız olanlar, hesapsız olmuş olurlar.

2) Bunun,aslında mükemmel bir menfaat olması... İtaat edenin aklı, onun künhünü kavrayamaz. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Cennette gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve hiçbir beşerin kalbinden geçmeyen şeyler vardir" Müsnet. 2 (313,370). buyurmuştur. Binâenaleyh cennetlikler görüp müşahede ettikleri her türlü mükâfaatı, tasavvur ettiklerinden ve beklediklerinden daha ileri bulurlar. İnsanın beklemediği şey hakkında, "Bu onun hesabında yoktu" ifadesi kullanılır. O halde, ayetteki "hesapsız" ifadesi işte bu manaya kullanılmıştır.

3) Belâya dûçâr edilmiş kimselerin mükâfaatı, tartılarla-ölçülerle takdir edilmez. Keşşaf sahibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allahü teâlâ Kıyamet günü teraziler kor: Namaz kılanlar getirilir ve ücretleri tartılarak kendilerine tastamam verilir. Zekât verenler getirilir, bunların da ücretleri tartılarak tastamam verilir. Sonra belâlara uğramış olanlar getirilir. Bunlar için ne bir terazi kurulur, ne de defterler açılır. Bunların ücretleri kendilerine sağanak yağmuru gibi bol bol verilir, " Deylemi,5/8829. Cenâb-ı Allah da burada, "Fakat sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecektir" buyurmuştur. Hatta dünyada sıhhatli yaşayanlar, belaya uğrayanların mazhar oldukları lütuftan görünce, bedenlerinin makaslarla doğranmış olmasını temenni ederler.

İkincisi: Allahü teâlâ, Resulüne, "Ben Allah'a O'nun dininde ihlas edici olarak ibadet etmekle emrolundum" demesini emretmiştir. Mukatil şöyle der: "Kureyş kâfirleri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Seni, bize getirdiğin bu dine sevkeden şey ne? Babanın, dedenin ve kavminin ulularının dinine baksana. Onlar, Lât'a ve Uzza'ya tapmaktalar" dediler. Allahü teâlâ bunun üzerine bu ayeti indirerek, "Ey Muhammed de ki: "Ben Allah'a O'nun dininde ihlas edici olarak ibadet etmekle emrolundum" buyurdu." Ben derim ki: İki çeşit mükellefiyet vardır:

1) Dinen caiz olmayanları yapmaktan sakınmak,

2) Dinen uygun olanları yapmak... Birincisi gerekli olan sıradan ötürü, ikincisinden önce gelir. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, diyoruz ki: Cenâb-ı Hak önce, uygun olmayan şeylerin yapılmamasını emrederek, "Rabbinizden ittika edin" buyurmuştur. Çünkü ittikâ-takvâ, uygun olmayanlardan sakınmak demektir. Daha sonra bunun peşinden, uygun olanları yapmayı emrederek, "Ben Allah'a O'nun dininde ihlas edici olarak ibadet etmekle emrolundum" de" buyurmuştur. Bu ifade, şu iki kayd-sartı ihtiva etmektedir:

a) Allah'a ibadet emrini,

b) Bu ibadetlerin, gerek açık, gerek gizli şirk şaibelerinden an ve duru olması... Cenâb-ı Allah, bu hususu başkalarının haydi haydi yerine getirmesi gerektiğine dikkat çekmek için, bu emri peygambere yönelik olarak emretmiştir. O halde bu, adetâ başkalarını teşvik eden bir ifadedir.

İlk Müslümanın Manası

Cenâb-ı Hak, "Bana, müslümanların ilki olmam emrolundu" demesini emretmiştir. Bunun, "Ben, vazifeli olarak gönderildiğim bu ifadelere sımsıkı sarılanların ilkiyim" manasında olduğunda şüphe yoktur. Bu ifadede şöyle iki incelik vardır:

Birinci İncelik: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sanki, "Ben, kendileri yapmadıkları halde, insanlara birtakım şeyler emreden zorba krallardan değilim. Aksine size emrettiğim herşeyi yapmak ve ona devam etme açısından, insanların ilkiyim ve en çok yapanım" demektedir.

İkinci İncelik: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bana, müslümanların ilki olmam emrolundu" buyurmuştur. İbadetin, biri kalp, diğeri organlarla ilgili iki esası vardır. Kalp ile ilgili olan, organlarınkinden daha kıymetlidir. Bundan ötürü Cenab-ı Hak, daha kıymetli olanı önce zikredip "Dîni (ibadeti) O'na tahsis ederek" demesini istemiştir. Bunun peşinden ise, daha az kıymetli olanı zikretmiştir. Bu da, organların amelidir, yani İslâm'dır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Cibril" hadîsinde, "İslâm"ı, zahirî ameller olarak açıklamıştır. İşte bu husus, bu ayette, "Bana, müslümanların ilki olmam emrolundu" cümlesiyle anlatılmıştır. Birisi, ayetteki "emrolundum" kelimesinin tekrar edilmesinin faydası ve gereği yoktur" diyemez. Çünkü biz diyoruz ki: Bu kelime önce, kalbin amelleri hakkında, sonra da uzuvların amelleri hakkında kullanılmıştır. Dolayısıyla bu, bir lüzumsuz tekrar değildir.

Üçüncü Bir İncelik: Ayetteki bu ifadede, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah katından gönderilmiş, itaat olunması farz bir peygamber olduğuna bir dikkat çekme vardır. Çünkü Allah'ın kanunlarına teslim olanların İlkinin, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan başkası olması mümkün değildir. Çünkü o kanun ve mükellefiyetleri tanıyıp öğrenenlerin ilki, onu tebliğ eden peygamberdir.

Kıyamet Korkusu

Cenâb-ı Allah, kalp ile ve peygambere mahsus amellerde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ihlaslı olmasını emrettiğini beyan edip, emir de, hem vücûba (farz oluşa), hem de nedbe (mendub oluşa) ihtimalli olunca, bu emrin vücûb ifade ettiğini beyan buyurarak "De ki: "Eğer ben Rabbime isyan edersem, gerçekten o büyük günün azabından korkarım" demiştir. Bu ifadeyle ilgili şöyle bir incelik var:

Birinci İncelik: Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bu hükmü önce kendi nefsine uygulamasını emretmiştir. Bundan muradı, başkalarını günahlardan alabildiğine uzaklaştırmaktır. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), bunca kıymetine ve peygamberlik şerefine rağmen, onun bile, günahlardan çekinip sakınması vacip olunca, bu, başkaları için haydi haydi gerekir.

İkinci İncelik: Bu ayet, günaha terettüp eden şeyin, cezanın tahakkuku değil, aksine cezadan korkma olduğuna delâlet eder ki bu da bizim, "Allah bazan günahkârı ve büyük günah sahibini affedebilir" şeklindeki görüşümüze uygun düşer. Binâenaleyh günah işlendiğinde gerekli olan, ilahî cezadan korkmadır, yoksa ilahî cezanın bizzat tahakkuk etmesi değildir.

Üçüncü İncellik Bu ayet, emrin zahirinin vücûb ifade ettiğine delâlet eder. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hakk ayetin başında, "Bana müslümanların ilki olmam emrolundu" demeyi emretmiş, bundan sonra da, "Eğer ben Rabbime isyan edersem, gerçekten o büyük günün azabından korkarım" de" buyurmuştur. Binâenaleyh buradaki isyanın manası, biraz önce geçen o emri yerine getirmemektir. Bu ise, o emri terkedenin isyankâr olmasını gerektirir. İsyan eden kimseye, ilahî cezadan korkmak düşer. Zaten vücûbun manası da budur:

İbadette İhlas

Üçüncüsü: "Ben dininde O'na muhlis olarak ancak Allah'a ibadet ederim" de" hitabıdır... Eğer, "Ben, dîni (ibadeti) O'na tahsis etmekle emrolundum" ifadesi ile bu ifadedeki tekrarın manası nedir?" denilirse, biz deriz ki: "Aslında bu bir tekrar değildir Çünkü birincisi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah tarafından, İbadetleri yapmakla emrolunduğunu; ikincisi ise, onun, Allah'dan başka hiç kimseye ibadet etmemekte emrolunduğunu haber vermektedir. Bu böyledir, zira, "Allah'a ibadet etmekle emrolundum" sözü hasr ifade etmez, ama "De ki:" Ancak Allah'a ibadet ederim" ayeti, hasr ifade edip, "Sadece Allah'a ibadet ederim. O'nun dışında hiçbirşeye ibadet etmem" manasınadır. Bunun delili, "De ki: "Ben dininde O'na muhlis olarak ancak Allah'a ibadet ederim" ifadesinin peşinden, "Artık siz de (ey müşrikler) O'nu bırakıp dilediğinize tapın" buyurulmuş olmasıdır. Bu ifadenin, bir emir değil, aksine bir yasaklama manasında olduğunda şüphe yoktur. Buna göre sanki Cenâb-ı Hakk şöyle demek istemiştir: "Tevhide riayet etmenin gerektiğini anlatışımız zirveye ulaşınca, artık bundan sonra sizler kendinizi daha İyi tanırsınız."

Asıl Hüsran

Daha sonra Hak teâlâ, bu ifadenin alabildiğine bir yasaklama olduğunu, "De ki: "Gerçekten hüsrana düşenler, kendilerini de, mensuplarını da ziyana uğratanlardır" ifadesiyle bildirmiştir. Çünkü bunlar, daha büyüğü tasavvur edilemez bir helake düşmüşlerdir. Yine bunlar mensuplarını, çoluk-çocuklarını da zarara sokmuşlardır. Çünkü eğer onlara tabî olan bu kimseler de cehennemliklerdense, bunlar kendilerini ziyana soktukları gibi, onları da ziyana sokmuşlar demektir. Yok eğer bunlar cennetliklerdense, bunlar, berikilerden artık kesinlikle bir daha dönüşü olmayan bir ayrılışla ayrılmışlardır. Ibn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Herkesin cennette bir yeri, çoluk-çocuğu ve hizmetçileri vardır. Eğer o, itaat edenlerden olursa, bütün bunlar kendisine verilir. Yok eğer cehennemliklerdense, bunlardan mahrum olur. Kendisi, çoluk-çocuğu ve o yeri bakımından zarar-ziyan etmiş olur ve o yere, başka müslümanlar vâris olur."

Cenâb-ı Hak, bu kimselerin ziyanlarını anlatınca, bu ziyanın son derece korkunç ve kötü olduğunu belirtmek üzere "Dikkat et ki bu apaçık hüsranın tâ kendisidir" buyurunca, bu tekrar,

1) Te'kid için olmuş olur;

2) Allahü teâlâ, bu cümlenin başında elâ edatını getirmiştir. Bu, tenbih (dikkat çekmek) içindir. Bu gibi yerlerde, tenbih edatının getirilmesi, işin ehemmiyetine delâlet eder. Buna göre sanki: "Bu iş, ululuk ve büyüklük açısından, havsalanızın alamayacağı derecededir. Dolayısıyla uyanık olun" denilmektedir.

3) Ayetteki huve zamiri, hasr (sadece) manasınadır. Sanki, "Bütün hüsranlar, bu ziyanın karşısında ziyan sayılmaz" denilmektedir.

4) Hak teâlâ'nın bu hüsranı (zarar-ziyanı) mübîn "(apaçık)" kelimesiyle nitelemesi onun korkunçluğunu gösterir. Ben derim ki: Ayetin lafzını, bunun apaçık bir hüsran olduğuna delâlet ettiğini beyan ettik. Dolayısıyla bunun apaçık bir hüsran oluşunu aklen beyan edelim:

Hüsranın Aklî İzahı

Diyorum ki: İki şeyi, yani bunun bir hüsran olduğunu ve sonra da bu ziyanın apaçık olduğunu beyan etmeliyiz. Birincisinin izahı şöyledir: Allahü teâlâ insana bu hayatı, aklı ve (maddeden) yararlanma gücünü vermiştir. İşte bütün bunlar, insanın sermayesidir. Bu hayattan maksad, ahiret için güzel bir hayatı kazanmaktır. Akıl, bedihî (açık) ilimlerden ibarettir. Keza bu ilimler, sermayenin ta kendisidir. Tefekkür ve fikir ise, birtakım ilimleri sıralamadan ibarettir ki, bu sıralamadan gaye kesbî ilimleri tahsis etmektir. Binâenaleyh akıl denen bu bedihî ilimler (bilgiler), sermayedir. Bunların belli bir tarzda ele alınıp kullanılması, tıpkı bir tacirin, sermâyede ve o sermayeyi alış-veriş ile çeşitli kalıplara sokmadaki tasarrufuna benzer. Neticede yeni ilimlerin (bilgilerin) hâsıl oluşu da âdeta kâr elde etmeye benzer. Ayrıca iş yapabilme gücü de, sermâyeye benzer. Bu kuvveti, iyi ve güzel şeyleri elde etmede kullanma, tacirin anaparasındaki tasarruflarına; iyi ve güzel şeyleri elde etme de, yine tacirin tasarrufları alış-verişleri) neticesinde elde ettiği kara benzer. Bunun böyle olduğu sabit olunca diyoruz ki: Allah bir kimseye, hayatı, aklı ve imkânı verir, sonra o bunlardan, ne hakikati öğrenmek, ne de güzel işler yapmak suretiyle istifade edemezse, kârdan tamamen mahrum kalmış olur. Öldüğü zaman, sermâye tamamen bitmiş olur. Böylece de bu, bir hüsran olmuş olur. Bunun bir hüsran (zarar-ziyan) olduğunun izahı böyledir.

İkinci hususun, yani bu hüsranın mübîn (apaçık) oluşunun izahı ise şöyledir: Bir kimse, alış-verişlerinden fazla kazanç temin etmeyebilir. Ama bunun yanısıra âfetlerden ve zararlardan emin olabilir. Bu tıpkı, fazla kâr elde etmediği gibi, fazla zarara da uğramayan durumunda olduğu gibidir. Ama bu kâfirler, sermâyeleri demek olan akıllarını, çeşitli şüpheleri ortaya atmak, cehaletlerini ve sapıklıklarını takviye etmek için kullanmışlardır Yine bunları güç ve kuvvetleri şer, bâtıl ve fâsid işlerde kullanmışlardır. Dolayısıyla bunlar, tamamen kötü olan şu gibi işleri yapmışlardır:

a) Onlar bedenlerini ve akıllarını, yanlış inançlar ve bozuk işler uğrunda harcamışlardır.

b) Öldüklerinde sermâyeleri, hiç bir kazanç getirmemiş olarak tükenmiştir.

c) Dünyada iken o sapık şeyleri desteklemeden dolayı çektikleri ileri derecede yorgunluklar, ölümden sonra büyük ceza ve belâların sebepleri olmuşlardır. İşte insanın, bu gibi hususlara vakıf olunca, onların zarar-ziyanlarından daha büyük, onların mahrumiyetlerinden daha ileri bir hüsran ve mahrumiyeti düşünemeyeceği ortaya çıkmış olur. Böylesi bir hüsrandan Allah'a sığınıyoruz.

Alttan Üstten Ateşin Sarması

Cenâb-ı Allah, onların kârdan tamamen mahrum olduklarını, nasıl zarara girdiklerini açıklayınca, onların bu mahrumiyet ve zararla da kalmayıp, buna büyük bir azab ve dehşetli bir cezayı haketmeyi de eklediklerini anlatmak üzere; "Onların hem üstlerinde hem de altlarında ateşten "Onların hem üstlerinde, hem de altlarında ateşten tabakalar vardır" buyurmuştur ki bununla cehennemin onları hertaraftan kuşatması kastedilmiştir. Bunun ruhanî haller hususundaki bir benzeri de, insanı, cehaletin, mahrumiyetin, hırsın ve diğer kötü huyların çepeçevre sarmasıdır. Buna göre şayet, "Gölge (zulel) insanın Üzerinde olana denilir. Binâenaleyh, İnsanın altında olana daha nasıl gölge denilir?" denilirse, buna şu birkaç açıdan cevap verilir:

a) Bu, iki zıddan birinin adının, diğeri için de kullanılmış olması babından olup, bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür" (Şûra, 40) ayeti gibidir.

b) Altta olan da, onun altında olan diğer bir insan için bir tabaka, gölge olur. Çünkü, ateş de, tıpkı cennetin derece derece olması gibi, dereke dereke (tabaka tabaka)dir.

c) Alttaki tabaka (gölge), hararet, yakma ve eziyyet verme açısından üsttekine benzeyince, işte bu benzeme ve denklikten dolayı, bunlardan birinin ismi, diğeri için de kullanılmıştır. Hasan el-Basrî de şöyle demiştir: "Onlar, cehennemin iki tabakası arasındadırlar. Üstlerinde olanın, altlarında olandan daha fazla olduğunu bilemezler." Bu ayetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "O günde azap onlan hem üstlerinden, hem ayaklan altından saracak..." (Ankebût, 55) ve "Onlara cehennemden döşekler, üstlerinde örtüler vardır" (A'raf, 41) ayetleridir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "işte Allah, kullarını bununla korkutuyor" buyurmuştur ki bu, "Azabın vasfına dair az önce geçen bu şey..." demektir. Binâenaleyh, ayetteki zâlike kelimesi mübtedâ, (......) cümlesi de haberdir. Ayetteki bu cümle ile alâkalı olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Kelamın takdiri, "Kâfirler için hazırlanmış olan bu azâb, Cenâb-ı Hakk'ın, kendisi ile kullarını, yani mü'minleri korkuttuğu şeydir" şeklindedir. Çünkü biz, Kur'ân'da geçen ibâd (kullar) lafzının, iman ehli için kullanıldığını, onlara has olduğunu beyan etmiştik. Bu, mü'minler kâfirlerin halinin böyle olduğunu duyup dinlediklerinde korktukları ve böylece de, Cenâb-ı Hakk'ın birliği ve O'na taat hususunda ihlâslı olduklarından, mü'minler için bir korkutma olmuştur.

b) Bu ifâde, bir soruya verilmiş olan cevap niteliğindedir. Çünkü, "Allahü teâlâ alemlerden müstağnidir. Şehvetten, intikam almaktan ve eziyyet etmekten münezzehtir. Binâenaleyh, böylesi bir zâta, bu münkirlere İşte bu şekilde azâb etmesi nasıl uygun düşer?" denilmektedir. Buna şu şekilde cevap verilir: Cenâb-ı Hakk'ın böyle buyurmaktan maksadı, kâfirleri ve sapıktan, küfürlerinden ve sapıklıklarından sakındırıp, korkutmaktır. Binâenaleyh, mükellefiyet, ancak korkutma ile tam olup, bundan yeterli miktarda yararlanma da, bu şeyi varlık âlemine sokmakla olunca, işte mükellefiyet demek olan bu neticeyi elde etmek için, işte bu tür bir azabı varlık alemine sokmak gerekmiştir. Bence, birinci izah doğruya daha yakın olup, Cenâb-ı Hakk'ın bundan sonra, "Ey kullarım, benden korkun" buyurmuş olmasıdır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey kullarım" ifadesinden açıkça kastedilenin, mü'minter olduğu ortadadır. Buna göre sanki, "Kâfirlerin azabını mü'minlere anlatmanın maksadı, mü'minleri korkutmak ve sakındırmaktır. Binâenaleyh, ey o mü'minler, korkuda sakınmada ve takvada çok ileri gidin, bunları çok yapın..." denilmek istenmiştir.

Müttakîlerin Güzel Akıbeti

17

Âyetin tefsiri için bak:20

18

Âyetin tefsiri için bak:20

19

Âyetin tefsiri için bak:20

20

"Tağût'tan, ona tapmaktan kaçınıp da Allah'a yönelenlere (gelince), onlar için de müjde vardır, O halde, kullarımı müjdele. (O kullarım ki), onlar söze, (dikkatle) kulak verirler de, onun en güzeline uyarlar. İşte bunlar, Allah'ın kendilerine hidâyet verdiği kimselerdir, işte bunlar, temiz akıl sahipleri olanların ta kendileridir. Kendisine azap hükmü hak olmuş kimseyi, (bu yüzden) ateşte bulunan kişiyi, artık sen mi kurtaracaksın? Fakat Rablerinden korkanlar (yok mu), onlar için, üzerlerinde (başka başka) konaklar bina edilmiş, altlarından da ırmaklar akan yüksek konaklar bulunur. Bu, Allah'ın vaadidir. Allah, sözünden caymaz"

Bil ki, Allahü teâlâ, vaadi, her zaman vaîdiyle (tehdidiyle) birlikte zikredilsin, böylece de mükemmel manada bir terhîb ve terğîb olsun diye, putlara ve heykellere tapanlarla ilgili olan tehditlerden bahsedince, (bunun peşinden) bunlara ibâdetten kaçınan ve şirkten korunan kimselerle alâkalı olan vaadini getirmiştir. Bu kelime ile ilgili birkaç mesele vardır:

Tâğût

Keşşaf sahibi şöyle der: Tâğût, tıpkı melekût ve rahemût vezninden olup, "tuğyan" masdanndan, feelût veznindedir. Ancak ne var ki bu kelimede, lamel fiilin ayne'l-fiil'den önce getirilmesi suretiyle, bir kalp (çevirme, değiştirme) bulunur. Lafızda şu tür mübalağalar vardır:

a) Bu husus, bizzat masdann kendisiyle ifâde edilmiştir. Buna göre bu şey, adeta o tuğyan ve azgınlığın kendisi olmuş olur.

b) Bu kalıp, mübalağa kalıbıdır. Çünkü rahemût, "geniş rahmet"; melekût da, "yaygın ve şümullü mülk" demektir.

c) Biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, bu kelimede lame'l fiil, aynelfiilden önce getirilmiştir. Bu gibi şeylere de ancak, mübalağa ifade etmek için başvurulur.

İkinci Mesele

Alimler, bu ayetteki "tâğût" kelimesi ile, şeytanın mı yoksa putların mı kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bunun, şeytan olduğu ileri sürülmüştür. Eğer, "Bu müşrikler şeytana değil, putlara tapınışlardır" denilirse, biz deriz ki: Putlara tapmaya kışkırtan şeytan olunca, putlara ibâdete yönelmek, şeytana ibâdet etmek olmuş olur.

Buradaki tâğût kelimesiyle, putun kastedildiği gibi; bu harekette bulunamadıkları için, onlara, mecazî olarak "tâğûtlar" adının verildiği de ileri sürülmüştür. O halde azgınlar (tağîler), bu putlara tapanlardır. Ancak ne var ki, tuğyan, putlar görülüp onlara yaklaşıldığında tahakkuk edince, putlar, zahir itibariyle, müsebbebin (neticenin) vasfının sebebe verilmesi kabîlindendir. İşte bu şekilde tavsif edilmişlerdir. Allah'ın dışında kendisine tapılan ve itaat edilen her şeyin, tâğût olduğu da ileri sürülmüştür.

Tarihlerde şu ifade edilmektedir: Putlara ibâdetin temeli şudur: Birtakım kimseler, ilâhın büyük bir nûr; meleklerin de, küçüklük ve büyüklük açısından, farklı farklı birtakım nurlar olduğuna inanan, ve böylece teşbih İnancını benimsemiş olan kimselerdi. Derken, bu hayallerine uygun birtakım heykeller ve şekiller icâd ettiler ve kendilerinin Allah'a ve meleklere ibadet ettikleri inancıyla, bu heykellere ve şekillere ibadet etmeye başladılar.

Ben diyorum ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "Tâğût'tan ... kaçınıp da..." ifadesinden sonuç olarak elde edilen mâna, "Allah'ın dışında kalan her şeye kulluk etmekten yüz çevirenler" şeklindedir.

Bütün Varlığı ile Allah'a Dönme

(......) cümlesi, "Bütün varlıklarıyla Allah'a yönelirler" demektir. Ben, Tevrat'ın beşinci bölümünde, "Allahü teâlâ'nın Hazret-i Musa'ya: "Ey Musa bütün kalbinle, Allah'a icabet et" buyurduğunu gördüm. Şimdi ben diyorum ki: Kişinin kalbinde, Allah'dan başkasına bir alâka olduğu sürece, bu kimse, bütün kalbiyle Allah'ına icabet etmiş olmaz. Bütün kalble Allah'a icabet, ancak taat konusunda bile, kalbin, Allah'ın dışında kalan her şeyden yüz çevirdiğinde elde edilebileceğine göre, daha nasıl kalp, bu alemde birtakım sebeplerin neticelere götürdüğünü hissi ile müşahede edip dururken, Allah'ın dışında kalan her şeyden yüz çevirebilecektir?! Biz diyoruz ki: Kalbin, Allah'ın dışında kalanlardan yüz çevirmesi ile onun bunların yokluğuna hükmetmesi kastedilmem iştir; çünkü bu, safsataya düşmek olur. Bu ise, bâtıldır. Tam aksine bundan maksat, kişinin, zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olanın tek olduğunu; O'nun dışında kalan her şeyin, zâtı gereği mümkinü'l-vücûd olduğunu ve zâtı gereği mümkin olan her şeyin, ancak vâcibü'l-vücûd'un var etmesiyle meydana geleceğini bitmesidir.

Allah'ın Yaratma Mekanizması

Daha sonra. Cenâb-ı Hak, eşyayı yaratmasını iki kısma ayırmıştır.

a) Vasıtasız olanlar, ki bunlar, gökler âlemi ile, ruhanî alemlerdir.

b) Vasıtalı olanlar ki, bunlar da unsurlar âlemi ile süflî alemdir. Eşyanın işte bu tarzda olduğunu anladığın an, bütün her şeyin Allah için, Allah'dan, Allah ile olduğunu ve O'ndan başka herhangi bir müdebbirin ve O'nun dışında herhangi bir müessirin olmadığını anlarsın. İşte bu durumda kişinin bakışları, mümkin varlıklardan kesilir, kalbi, ilk müessir ve ilk mûcid ile meşgul hale gelir. Çünkü bu kimse şayet, böylesi bir neticeye ulaştıracak bir biçimde maddî-manevî sebepleri araya sokarsa, o zaman bu durum gerçekleşir. Eğer kişi, böylesi bir neticeye ulaştıracak bir biçimde bu şeyleri kullanmazsa, o zaman bu netice meydana gelmez. İşte bu yolla da, bu noktada onun bakışları her şeyden uzaklaşır, kalbinde, sadece ilk mûcid (Allah) hariç, hiçbir şeye karşı ilgi ve alâka kalmaz.

Tevekkülün Manası

Bir gün ben, ırz, namus, malı ve canı koruma hususunda çocuklardan birisine nasihat ediyordum. Derken çocuk bana karşı geldi ve "Çalışıp çabalamaya; sa'y ü gayrete değil, tam aksine Allah'ın kaderine dayanmak gerekir" dedi. Bunun üzerine ben de, "Senin söylediğin bu söz, doğrudur, ancak ne var ki, sen bunun ne manaya geldiğini bitmiyorsun" dedim. Çünkü, her şeyin Allah'dan olduğunda şüphe yoktur. Ancak ne var ki Allah, eşyayı şu iki şekilde idare etmektedir:

a) Bunların bir kısmının meydana gelmesini ve gerçekleşmesini, bilinen birtakım sebeplere bağlamıştır.

b) Bir kısmını da, bu sebepleri vasıta kılmaksızın yaratır. Birinci kısım, süflî alemde meydana gelen hadiselerdir. İkinci kısım da, ulvî alemde meydana gelen hadiselerdir. İmdi, biz diyoruz ki: Kim, süflî alemde meydana gelen bu hadiseleri, Cenâb-ı Hakk'ın tayin edip belirlediği o sebeplerden hareketle elde etmek istemezse, bu kimse Cenâb-ı Hakk'a hikmeti hususunda karşı koymuş, yönetimi hususunda muhalif olmuş olur. Çünkü Allahü teâlâ, süflî alemdeki şeylerin, o belli, malûm sebeplere binâen meydana gelmelerine hükmetmiş; sen ise, bunları o sebepler olmaksızın elde etmek istiyorsun. İşte, Allah'tan başkasından yüz çevirmenin ve tamamiyle Allah'a yönetmenin hakikati hususundaki sözümüz budur. Şu halele, ayetteki ifadesi, kişinin, Allah'dan başka her şeyden yüz çevirmesine; cümlesi de, kişinin bütün varlığıyla Allah'a yönelmesine bir işarettir.

Müjde

Daha sonra Cenâb-ı Hak, işte bu kimselere birtakım şeyler vaadetmiştir:

a) "Onlar için de müjde vardır" cümlesinin ifade ettiği husustur. Bil ki bu husus, şöylesi birtakım cihetleri alâkadar etmektedir:

1) Bu müjde ne zaman tahakkuk edecek? Biz deriz ki: Bu, kişinin ölümü yaklaştığında; kabre konulduğunda; Kıyamet meydanında durduğunda; bir kısım cennete bir kısım da cehenneme gittiğinde ve mü'minler cennete girdiğinde olacaktır. İşte bu duraklardan herbirinde, hayır, huzur, rahatlık ve genişlik gibi bir müjde meydana gelir.

2) Bu müjde, ne ile elde edilecektir? Biz diyoruz ki, bu müjde, kötülüklerin ortadan kalkması ve kişinin muradını elde etmesiyle olacaktır. Başa gelmesinden hoşlanılmayan şeylerin ortadan kalkmasına gelince, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Korkmayın ve hüzünlenmeyin...diye..." (fussilet, 30) ayetinden anlaşılmaktadır. Korku, ilerde olacak şeylerden ötürü duyulur. Hüzün ise, geçmiş şeyler sebebiyle olur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "korkmayınız ... diye" buyurması, "İlerde Kıyametin hallerinden korkmayın; dünyada elde edemediğiniz o güzel şeyleri elde edemediğinizden dolayı da üzülmeyiniz..." anlamındadır.

Allahü teâlâ, başlarına gelmesini istemedikleri bu şeyleri onlardan izâle edince, onlara, hayırlar ve mutluluklar meydana geleceği müjdesini vererek, "cennetle sevinin..." (Fussilet, 30) buyurdu. Yine Cenâb-ı Hak bir başka ayette, "O günde ki, erkek mü'minlerle kadın mü'minleri, nurları önlerinden ve sağlarından koşar bir halde görürsün. (Melekler onlara), "Bugün sizin müjdeniz, içlerinde ebedî kalacağınız, altlarından ırmaklar akan cennetlerdir" (diyeceklerdir)" (Hadid, 12) buyurmuş, başka bir yerde ise (aynı şekilde), "Canlarının isteyeceği, gözleri aydın edecek ne varsa, oradadır ve siz, içinde ebedî kalacaksınız" (Zuhruf, 71) buyurmuştur.

3) Müjdeyi veren kimdir? Biz diyoruz ki: Bunların, melekler olması muhtemeldir. Onlar ya ölüm sırasında bu müjdeyi verirler, -ki nitekim Cenâb-ı Hak, "Ki bunlar, meleklerin, pâk ve âsûde olarak canlarını alacakları kimselerdir. "Selâm size..." derler" (Nahl, 32) buyurmuştur-, yahut da, onlar cennete girdikten sonra bu müjdeyi verirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sabrettiğiniz şeylere mukabil, sizlere selâm! Dâr(-ı dünya)nın ne güzel sonucudur bu!" (Ra'd,24) buyurmuştur. Bu müjdeyi verenin, Allahü teâlâ olması da muhtemeldir. Nitekim O, "Kendisine kavuşacakları gün onlara edeceği mutluluk dileği, selâmdır" (Ahzâb. 44) buyurmuştur.

(......) daki Te'kîd Üslûbu

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinde, şu tür tekîdler bulunmaktadır:

a) Bu, hasr ifâde eder. Çünkü bu cümle, "başkaları için değil, onlar için müjde vardır!" manasındadır ki bu da, bu müjdenin, herhangi bir kimse hakkında, bu kimsenin, Allah'dan başkasına ibadet etmekten kaçınıp, tamamen Allah'a yöneldiğinde, tahakkuk edeceğini ifade eder.

b) el-Büşrâ kelimesinin başındaki eliflâm, mahiyeti ifade eder. Binâenaleyh bu etiflâm, bu mâhiyetin tamamının, işte bu kimselere ait olduğunu ifade eder. Dolayısıyla da, bu müjdeden, başkaları için bir pay söz konusu olmaz.

c) Haber verme ile müjdeleme arasında bir fark yoktur. O halde, müjde, o iyiliklerin tahakkuk ettiğine dair verilen, ilk haberdir.

Bunu iyice kavradığında şimdi biz diyoruz ki: Bu kimseler, dünyada iken, çeşitli mükâfaat ve hayırlara dair duydukları her şeyi, işte bunlar ölürken veya kabirde iken duyduklarında, bu bir haber vermek olur. Binâenaleyh, bu müjdenin, ancak, onların bu dünyada iken duyup bildikleri şeyin üzerinde, başka çeşitli mutlulukların gerçekleşeceğine dair bir haber hasıl olduğu zaman vaki olacağı sabit olmuş olur. Biz, Allah'dan, bunu elde edebilmeyi isteriz. Nitekim Cenâb-ı Hak da,"...gözlerin aydın olacağı (nimetlerden) kendilerine neler gizlenmiş bulunduğunu kimse bilmez...(Secde. 17) buyurmuştur.

d) ifadesiyle, (bu müjdeyi veren), Allah'dır. Allah ise büyükler büyüğü ve mevcudatın en mükemmelidir. Bu müjdenin tahakkuk etmesinde nazar-ı dikkate alınan şart da büyük olup, bu da, Allah'ın dışında kalanlardan içtinap ederek, bütün varlığıyla O'na yönelmedir. Büyük bir hükümdar ortaya büyük bir şart koyup, sonra da, "Bu büyük şartı yerine getirenlere (şunu) müjdelerim" dediğinde, bu büyük şarta bağlanmış olan ve bu büyük hükümlerden sâdır olacak olan bu müjde, müjdelenen o şeyin, mükemmellik ve üstünlük bakımından, akılların ve fikirlerin açıklayamayacağı bir dereceye ulaştığına delâlet eder. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın ifadesinin, işte bu bakımlardan sonsuz mükemmellik ve sonsuz mutluluğa delâlet ettiği sabit olmuş olur. Allah en iyisini bilendir.

Müjdelenenlerin Sıfatı

Bil ki Allahü teâlâ, "Onlar için de müjde vardır" deyip, bu da, adeta mücmel bir ifade gibi olunca, bunun peşinden onu açıklayacak bir kelâmı getirerek, "O halde, kullarımı müjdele. (O kullarım ki), onlar söze, (dikkatle) kulak verirler de, onun en güzeline uyarlar..." buyurmuş ve, "Sözü İyice dinleyip de, böylece o sözün en güzeline tâbi olan" bu kulları ile, başkalarını değil, tâğûtlardan uzaklaşarak, büsbütün Allah'a yönelenleri kastetmiştir. İşte bu da, saadetlerin başının, hayır kaynaklarının, iyilik madenlerinin, Allah'dan başkasından yüz çevirip ve tamamen kendini Allah'a tâate vermek olduğunu gösterir ki, bu ifadenin maksadı, tâğûtlardan uzaklaşıp bütünüyle Allah'a yönelen o kimselerin, işte sözü iyice dinleyip de, o sözün en güzeline tâbi olanlar diye nitelenenlerin bu kimseler olduğuna dikkat çekmektir! Böylece, işte bu metoda dikkatleri çekmek için, zahir isim, zamirin yerine konulmuştur.

Sözün En Güzeli

Ulemâdan bazıları da şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hak, tâğûtlardan uzaklaşıp, tamamen Allah'a yönelenler için müjde olduğunu beyân edip, bu da, sadece evvelkilerin kendisine ulaşıp elde ettiği yüce bir derece olup, ayrıca saadet ve mutlulukları sadece onlara tahsis etmek de, büyük bir çoğunluğun bundan mahrum olmasına yol açıp, bu da, tam ve mükemmel bir rahmete uygun düşmeyince, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak, hükmü daha genel tutmuş ve "Bütün her hususta ve her şeyde, en güzelini seçen herkes, mutlular zümresine dahildir!" buyurmuştur." Bil ki bu ayet, şöyle birtakım incelikleri gösterir:

Birinci İncelik: Tefekkür ve istidlalde bulunmanın farz olması... Bu böyledir, zira Allahü teâlâ, hidâyet ve felahın, insanın, dinlemiş olduğu o pekçok şeylere bağlı olduğunu beyan buyurmuştur. Çünkü insan bu durumda, dinlediği bu şeylerden, en güzelini ve en doğrusunu seçip alır. En güzelini ve en doğrusunu diğerlerinden seçip almanın ise, ancak duyup dinleme ile olmayacağı malûmdur. Çünkü duyup dinleme, herkes için müşterek olan bir husustur. Zira, Allahü teâlâ'nın, "(O kullarım ki), onlar söze, (dikkatle) kulak verirler..." ifadesi, okuyup dinlemenin, herkes için müşterek olduğuna delâlet etmektedir. Böylece, en güzelini diğerlerinden seçip almanın, duyup dinleme değil de, aklî deliller ve tefekkür ile olacağı sabit olmuş olur. Bu da, övgü ve medhe mazhar olmayı gerektirenin, aklın delillerine tâbi olmak ve işi, düşünmeye, tefekkür etmeye ve istidlalde bulunmaya bağlamak olduğuna delâlet eder.

İkinci İncelik: Mezhepleri ve dinleri doğru kabul etmenin yolu, şu iki şeyden geçer:

a) Dini elde etmek amacıyla, onun doğruluğuna dair, deliller ve hüccet getirmek... Bu ise ancak, (o dinin) bütün meselelerine dair tafsilatlı bir izaha girmekle elde edilmesi mümkün olan bir şeydir.

b) Biz, bu dinin delillerini araştırmaya, onları İzah etmeye, şüphelerini gidermeye ve o şüphelerin asılsızlığını ortaya koymaya girmeden önce, bu görüşler ve dinler ile, bunların zıtlarım aklımıza vururuz. Aktın daha ilk bakışta, daha üstün ve daha mükemmel olduğuna hükmettiği her şey, kabul edilmeye daha uygun ve daha evlâ olur. Bunu şöyle bir misâl ile açıklayalım: Akıl, açıkça, âlemin ilâhının, Hayy, Atim, Kadir, Halım, Hakîm ve Rahîm olan bir ilâh olduğunu kabul etmenin, bunları inkâr etmekten daha makul olduğuna şehâdet etmektedir. Binâenaleyh, bu yol ve bu din, daha evlâ olmuş olur.

Yine, Allah'ın, mülkünde ve hükümranlığında, ancak O'nun meşîetine uygun olan şeylerin olabileceğini ikrar ve kabul etmek, Allah'ın hükümranlığında meydana gelenlerin çoğunun, O'nun irâdesinin aksine olarak meydana geldiğini söylemekten daha uygundur. Allah'ın tek, hiçbir şeye muhtaç olmayıp, aksine her şeyin kendisine muhtaç olduğu Samed olup, mürekkeb olmaktan ve uzuvlara sahip olmaktan münezzeh olduğunu söylemek, O'nun, cüzlerinin ve parçalarının bulunduğunu ve bunlardan meydana geldiğini söylemekten daha uygundur.

Yine, O'nun zamandan ve mekândan azade bir zât olduğunu söylemek, O'nun, zamana ve mekâna muhtaç olan bir zât olduğunu söylemekten daha evlâdır. Yine, Allah'ın Rahim, Kerîm olduğunu; bazan, vereceği cezadan vazgeçtiğini söylemek, O'nun, asla affetmeyen bir zât olduğunu söylemekten daha evlâdır Binâenaleyh, işte bütün bu hususlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Okullarım ki), onlar söze, dikkatle kulak verirler de, onun en güzeline uyarlar..." ayetinin muhtevasına girer. Bu sebeple diyoruz ki, işte bunlar, itikâd konularında sözün en güzelini seçmeyi ilgilendiren hususlardır.

Mükellefiyetle ilgili olanlarına gelince, bunlar da iki kısma ayrılır:

a) İbâdetlerle ilgili olanlar...

b) Muamelâtta ilgili olanlar...

İbadetle ilgili olanlara gelince, bu meselâ, bizim, "Girişinde, Allahu Ekber, denilen; bu tekbirle beraber niyet edilen; Fatiha sûresi okunan; beş durakta tadîl-i erkân yapılan; teşehhüd okunulan ve "es-Selâmü aleyküm..." ifadesiyle kendisinden çıkılan namaz, hiç şüphesiz bu, kendisinde bu tür kurallara riayet edilmeyen namazdan daha güzeldir. Akıllı kimseye, işte böylesi namazı tercih etmesi, bunun dışındakileri terk etmesi gerekir" şeklindeki sözümüzdür. Bütün, ibâdet konularında hüküm, aynıdır.

Muamelâtla ilgili olanlara gelince, bu da böyledir. Çünkü Allahü teâlâ, kısası, diyeti ve affetmeyi meşru kılmış; ne var ki bu arada, (insanları), affetmeye teşvik ederek, "Affetmemiz, takvaya daha yakındır.."(Bakara,237) buyurmuştur. Ibn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bununla şu kastedilmiştir: Kişi, bir toplulukla beraber oturur; oradaki iyi, güzel, ya da kötü sözleri dinler, ama sonunda, dinlediği şeylerin, en güzelini anlatır; diğerlerini ise terkeder (unutur)."

Akıl-Hidayet İlişkisi

Bil ki Allahü teâlâ, sözü dinleyip de, böylece o sözün en güzeline tâbi olanlar hakkında, 'işte bunlar, Allah'ın kendilerine hidâyet ettiği kimselerdir İşte bunlar temiz akıl sahiplerinin ta kendileridir" demek suretiyle hükmetmiştir ki, burada şöyle ilginç bir incelik vardır: Akılda ve ruhta hidayetin meydana gelmesi, sonradan olan (muhdes) bir iştir. Binâenaleyh bu iş için, mutlaka bir fail; ve bu işi kabullenen bir varlığın bulunması gerekir. Binâenaleyh faile gelince, işte bu, Allah (c.c) olup, bu mânâ O'nun "işte bunlar Allah'ın kendilerine hidayet ettiği kimselerdir" cümlesinden kastedilendir. Bunu kabul eden varlığa da, O'nun, 'İşte bunlar, temiz akıl sahiplerinin ta kendileridir" cümlesiyle işaret edilmiştir. Çünkü insan, akıllı ve kâmil manada anlayışlı olmadığı müddetçe, bu tür gerçek bilgilerin, onun kalbinde meydana gelmesi imkânsız olur. Biz, "Bu hidâyetin faili, Allah'dır!" dedik, zira, ruh cevheri, hem kendisindeki aklın nuru ile birlikte, gerçek ve bâtıl inançları kabul edebilecek bir konumdadır. Birşey, iki zıd şeyi de kabullenebilecek biçimde olursa, onu üstlenebilecek olanın bu iki duruma nisbeti, eşit seviyededir. Durum böyle olunca, bu kabul edenin, iki taraftan birisinin ağır basmasına sebep olması imkânsız olur. Baksana, madde, aynı derecede hareket ve sükûnu kabul edici olduğunda, maddenin bizzat kendisinin bu iki taraftan birinin diğerine üstün olmasına sebep olması imkânsız olur.

İmdi, şayet onlar, "Biz, ruhun ve aklın bizzat kendisinin, böyle bir üstünlüğü gerektirdiğini söylemiyoruz. Tam aksine biz, onun bu iki taraftan birisini elde etmeyi istediğini söylüyoruz... Dolayısıyla da, işte bu istek, bu tercihin sebebi olmuş olur, diyoruz.." derlerse, biz deriz ki: "Bu da bâtıldır. Çünkü, ruhun bizzat kendisi, böylesi bir irâdeyi üstlenebileceği, kabul edebileceği gibi; aktın bizzat kendisi de nefsin üstlendiği bu irâdeye taban tabana zıt bir iradeyi izhâr edebilir. Böylece de, nefis cevherinin, bu irâdenin sebebi olması, imkânsız olur. Dolayısıyla, hidâyetin tahakkuk etmesi için, mutlaka ve mutlaka, bir fâilin ve o hidâyeti üstlenecek bir kâbil'in (varlığın) bulunması gerektiği sabit olmuş olur. Failin, nefsin bizzat kendisi olması imkânsızdır. Tam aksine fail, Allah'dır. Kabile, benimseyene gelince, işte bu, nefis cevheridir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "İşte bunlar, Allah'ın kendilerine hidâyet ettiği kimselerdir. İşte bunlar, temiz akıl sahiplerinin ta kendileridir.." buyurmuştur.

İstifham Cümlesinin İzahı

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Kendisine azap hükmü hak olmuş kimseyi, (bu yüzden) ateşte bulunan kişiyi, artık sen mi kurtaracaksın?" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetin lafzıyla alâkalı bir soru vardır ve şöyledir: "Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Halbuki Arapça'da, aynı anda, hem isim hem de haberin başına istifham harfinin, hemzenin getirilmesi doğru olmaz. Meselâ "Zeyd'i mi, onu öldürüyor musun?" denilmez. Tam aksine burada, bir başka şey vardır ki bu da şudur: İstifham harfi, şart ve şartın cevâbının başına gelebildiği gibi, aynı anda fâ harfi de, her ikisinin başına gelir ki bu da, ayetteki ifadesiyle ifadesidir. İşte böyle bir sorudan dolayı nahiv âlimleri ihtilaf etmiş ve bu hususta şu izahları yapmışlardır:

a) Kisâî şöyle der: "Ayet, iki cümle olup, ifadenin takdiri, "Kendisine azâb hükmü hak olmuş kimseyi mi, sen mi onu himaye ediyorsun? Onu sen mi, ateşten kurtaracaksın?" şeklindedir.

b) Keşşaf sahibi şöyle der: "İfadenin aslı, "Kendisine azâb hükmü hak olmuş kimseyi, onu sen mi kurtaracaksın? -...onu kurtaracaksın)" şeklinde olup, bu, başına, inkâr için olan hemze ile, ceza için (şartın cevabı) olan fâ'nın geldiği bir şart cümlesidir. Daha sonra ise bunun başına, hitabın kendisine delâlet ettiği mahzûf bir şeye atfedebilmek için fâ gelmiştir ki, kelamın takdiri, "Sen mi onların işini üstlenmişsin? Bir kimseye azâb hükmü hak olmuşsa, onu sen mi kurtaracaksın?!.." şeklindedir. İkinci hemze, birincinin aynısı olup, "yadırgama ve inkâr" manalarını tekîd için, tekrarlanmıştır. ifadesi de,'deki huve zamirinin yerine konulmuştur. Bu izaha göre ayet, tek bir cümledir.

c) Bu istifham harfinin, burada inkâr manasını ifade için getirildiği söylenebilir. Cenâb-ı Hakk'ın işte bu hususu yadırgaması tam ve mükemmel olunca, hiç şüphesiz bu inkârı alabildiğine yapabilmek için, hem şartta, hem de cezada (azab) da, istifham edatını getirmiştir.

İkinci Mesele

Alimlerimiz, hidayet ve dalalet meselesinde bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, "Kendisine azab hükmü hak olmuş kimseyi ... sen mi kurtaracaksın?" buyurmuştur. Binâenaleyh, o kimse hakkında azab hükmü kesinleşince, artık ondan iman ve ibadetin sâdır olması imkânsızdır. Aksi halde "Allah'ın doğru olan haberi yalana, İlmi de cehle dönüşmüş olur ki, bu imkânsızdır." Bu hususta ikinci bir izah da şöyledir: Allahü teâlâ, azab hükmünün, kişiden iman ve taatın sâdır olması hususunda tam bir yadırgamayı gerektirdiğini bildirmiştir. Eğer aksi mümkün olsaydı ve azab hükmünün hak oluşu, o kişiden imânın sâdır olmasına engel teşkil etmeseydi, o zaman bu yadırgamanın ve bu işi uzak görmenin bir manası kalmazdı."

Büyük Günaha Şefaat

Kâdî, bu ayet ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, büyük günah sahiplerine şefaat etmeyeceğine dâir istidlalde bulunarak "Çünkü bunlar için artık ilahî azap kesinleşmiş hak olmuştur. Dolayısıyla şefaat, onları cehennemden kurtarma demek olur. Halbuki Allahü teâlâ, bunun olamayacağını belirtmiştir" der. Kâdı'ye şöyle cevap verilebilir: "Biz, büyük günah sahipleri için ilahî azabın hak olduğunu kabul etmiyoruz. Allahü teâlâ, "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ama bunun dışında kalanları, dilediği kimseler için bağışlayabilir" (nisa, 48) ve "Allah bütün günahları bağışlar" (zümer, 53) buyurmuşken, büyük günah sahipleri için azâb nasıl hak olur? Allah en iyi bilendir."

Cennette Yüksek Konaklar

Allahü teâlâ'nın tâğütlardan kaçınıp, tamamen (ihlasla) Allah'a yönelen bu kimselere vaadettiği şeylerden ikincisi de "Fakat Rablerinden korkanlar (yok mu)? Onlar için, üzerlerinde (başka başka) konaklar bina edilmiş, yüksek konaklar bulunur" ayetiyle ifade edilen husustur. Bu, Hak teâlâ'nın, kâfirlerle ilgili, "Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında tabakalar vardır" (Zümer. 16) ayetinin mukabili gibidir. Buna göre eğer, "Ayetteki "mebniyyetün" kelimesi ne demektir?" denilirse, biz deriz ki: Bir konak, bir diğer konağın üzerine bina edildiğinde, üstte olan, altta olandan, yapı açısından daha zayıf olur. Dolayısıyla bu kelimenin manası şudur: "Her nekadar bu konaklar, başkalarının üzerinde ise de, kuvvet ve sağlamlık açısından, altta olana eşittir. Velhasıl, hem üstte, hem de altta olan konakların herbirinde bir bakıma üstünlük, bir bakıma noksanlık vardır: Üstte olanın üstünlüğü, yüksekliği ve üstte oluşudur. Noksanlığı ise, gevşekliği ve zayıflığıdır. Altta olan ise bunun zıddıdır. Ama cennet konakları, her bakımdan üstünlüğe sahip konaklardır. Yani onlar yüksektirler, yücedirler, alabildiğine muhkem ve sağlamdırlar."

İslâm filozofları şöyle demişlerdir: Üst üste yapılmış bu konakların, ruhi ve manevî bakımdan örneği şudur: Kesbî ilimler birbirine dayalıdırlar. Allah'ın zatını ve sıfatlarını bilmek demek olan, en ileri ilimler, alabildiğine kuvvetli, hatta muhkemlik ve tutarlıklık açısından, aslî-bedîhî ilimler gibidirler."

Cenâb-ı Allah sonra, "Altlarından ırmaklar akan (konaklar)" buyurmuştur. Bunun manası açıktır. Sonra sözü sona erdirerek, "Bu, Allah'ın vaadidir. Allah sözünden caymaz" buyurmuştur. Ayetteki, "Bu, Allah'ın vaadidir" ifadesi, "Onlar için konaklar vardır" cümlesini, te'kideden bir mefûl-i mutlaktır. Çünkü bu, "Allah onlara, bunu vaadetti"demektir.

Vaad İle Vaid'in Farkı

Ayette, şöyle önemli bir incelik vardır: Allahü teâlâ, vaadleri bulunan pek çok ayette, "Bu, Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden dönmez" gibi açık ifâdeler kullanmıştır. Halbuki vaîd (tehdid)leri bulunan ayetlerinde böylesi net ve te'kidli ifadeler kulanmamıştır. Bu, Mu'tezile'nin söylediğinin aksine, vaad tarafının vaîd tarafından daha tecihe sayen olduğuna delâlet eder. Eğer onlar, "Cenâb-ı Allah, va'îd ile ilgili olarak, "Allah'ın katında söz değiştirilmez ve ben (Allah) kullanma zulmedici değilim" (Kaf, 29) buyurmuştur. (Bu da kesin ifadedir)" derlerse, biz deriz ki: Bu ayet, vaîd ile ilgili olan bir ifade olmayıp aksine, hem vaadi hem valdi içine alan genel bir ifadedir. Dolayısıyla biz (ehl-i sünnetin) tercihi olan görüşün hak olduğu sabit olur.

Kaynaklar ve Bitkiler

21

"Görmedin mi ki Allah gökten bir su indirdi ve onu yerde kaynaklara soktu .Sonra onunla çeşit çeşit ekinler çıkardı. Daha sonra onları kupkuru hale getirdi. Böylece sen onlan sapsarı halde görürsün. Sonra onları, kuru bir kırıntı yapar. Şüphesiz bunda temiz akıl sahipleri için mutlaka bir ibret vardır"

Bil ki Allahü teâlâ, âhireti akıl sahipleri için büyük bir arzu ve iştahı çekecek bazı sıfatlarla nitelemiştir. Ahireti bu şekilde nitelemede, aynı nisbette dünyadan nefreti gerektiren bir mana da vardır. Çünkü Allahü teâlâ, gökten bir su yani yağmur indirdiğini beyan etmiştir. -İşte bundan dolayı, yerde olan herşeyin gökten olduğu söylenmiştır- Sonra o yağmuru bazı yerlere indirip, taksim ettiği ve yerin altındaki kaynaklara sokarak, gözeler, tıpkı bedenlerdeki damarlar gibi, bazı kanallar ve yollar haline koyduğunu, sonra bu sayede, yeşil, kırmızı, sarı, beyaz ve benzeri çeşitli renklerde ekinler veya arpa, buğday, susam vs. gibi çeşit çeşit bitkiler çıkardığını, daha sonra bütün bu bitkilerin sararıp kuruduğunu beyan etmiştir. Bu şöyle olur. Bir bitkinin kuruma işi tamamlanınca yerinden ayrılması mümkün olur, ama parçaları dağıtmayabilir. İşte bu cüzler, dağılmak üzere kurur, sonra da elle ufalanacak kuru kırıntı haline gelir. Ayet bunu ifade eder.

Bitkilerdeki Ders

"Elbette bunda alınacak ders vardır." Yani kim bitkilerin bu hallerini görüp müşahede ederse, hayvanlar ile insanların hallerinin de neticede böyle olacağını anlar. Çünkü ömrü ne kadar uzun olursa olsun, insanın mutlaka renginin sararıp solacağı, kemiklerinin ve uzuvlarının adetâ kuruyacağı bir noktaya gelecek, sonra da ölecektir. Binâenaleyh bitkiler üzerinde böyle bir gözlem yapıldığında, bu insana, aynı şeylerin kendisi ve hayatı için sözkonusu olduğunu hatırlatır. Bu durumda da, kendisinin dünya ve lezzetlerine karşı nefreti (isteksizliği) artar. Velhasıl Allahü teâlâ önceki ayetlerde, kişileri dünyadan nefret ettirecek şeyleri zikretmiş, Kıyametle ilgili özellikleri, insanı daha çok taata sevkedecek; dünya ile ilgili sıfatları da, insanı daha çok dünyadan nefret ettirecek bir şekilde açıklamıştır. Ahirete teşvik işini, dünyadan nefret ettirmeden önce yapmıştır. Çünkü ahirete teşvik, bizzat maksad olan bir şeydir. Dünyadan nefret ettirmek ise, dolaylı olarak maksad olan bir şeydir. Bizzat maksad olan, dolaylı olarak maksad olandan önce gelir. Bu ayetin tefsiri ile ilgili sözümüzün hepsi bundan ibarettir.

Geriye, ayetteki bazı lafızların açıklanması kalmıştır: Vahidî şöyle der: (......) kelimesi (......) lafzının çoğulu olup, bu kelime (......) ve (......) fiillerinden, (......) vezninde bir isim olup, bunlar, Kisâî ve Ferra'nın bahsettiği üç değişik kullanım şeklidir. Bu kelime, ayette, harf-i cerrin hazfiyte mansubtur. Çünkü (......) takdirindedir. Ayetteki (......) kelimesi, "yeşerir" manasına da gelir. Hutâm ise, kuruyup, kırıntı haline gelen bitki demektir.

Kur'ân Hidayeti

22

Âyetin tefsiri için bak:28

23

Âyetin tefsiri için bak:28

24

Âyetin tefsiri için bak:28

25

Âyetin tefsiri için bak:28

26

Âyetin tefsiri için bak:28

27

Âyetin tefsiri için bak:28

28

"Öyle ya, Allah'ın göğsünü İslâm'a açtığı, dolayısıyla onun da Rabbisinden bir nûr üzere olduğu kimse, hiç (kalbi mühürlenmiş kimse gibi olur mu?) Artık kalpleri Allah'ın zikrinden bomboş ve kaskatı kalmış olanların vay haline! Onlar apaçık bir dalâlet içindedirler. Allah kelâmın en güzelini, ayetleri birbiriyle ahenktar, katmerli, (tıklım-salkım hakikatlerle dolu) bir kitap halinde indirmiştir. Rablerine derin saygı göstermekte olanların derileri onun karşısında ürperir. Sonra da hem derileri hem kalpleri Allah'ın zikrine (yatışıp) yumuşar. İşte bu (kitap) Allah'ın gönderdiği bir rehberdir. O, dilediğine bununla hidayet eder. Allah kimi de saptınrsa, artık onun için hiçbir hidayet edici yoktur. Zalimlere, "Tadın, kazandığınız şeyin azabını" denilirken, kıyamet günü onun yüzünü, o kötü azaptan kim koruyacak? Onlardan evvelkiler de peygamberlerini yalanladılar ve hiç akıllarına gelmeyecek bir önden kendilerine azab geldi. Böylece Allah onlara dünya hayatında üsvayhğı taddırdı. Ahiret azabı ise elbet daha büyüktür, eğer bilseler!.. ndolsun ki biz, bu Kur'ân'da insanlar için, va'z-u nasihat alsınlar diye, her misalden örnekler gönderdik ve onu her türlü tenakuz ve ihtilaftan uzak, dosdoğru, Arapça bir Kur'ân olarak indirdik. Umulur ki onlar ittika ederler"

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bil ki Allahü teâlâ, kendisine taat ve ibadet edip, dünyadan yüz çevirmenin gerekliliği hususundaki delilleri iyice ortaya koyunca, bunun peşinden, o apaçık delillerden, ancak Allah'ın, göğüsleri açıp, kalpleri nurlandırması ile mükemmel olarak istifade edileceğini beyan buyurmak üzere, "Öyle ya, Allah'ın, göğsünü İslâm'a açtığı, dolayısıyla onun da Rabbisinden bir nur üzere olduğu kimse, hiç kalbi mühürlenmiş kimse gibi olur mu?" demiştir.

Göğsü Açmanın Manası

Bil ki biz, En'am Sûresi'nde 125. ayetin tefsirinde, göğse inşirah vermenin ve hidayetin ne demek olduğunu iyice anlatmıştık. Burada bunları kısmen tekrar etmekte bir beis yoktur. Dolayısıyla diyoruz ki: Allahü teâlâ, "nefis" cevherlerini mahiyet olarak farklı farklı yaratmıştır: Bir kısmı hayırlı, nurlu, kıymetli, ilahî meselelere meyyal ve ruhanî varlıklarla beraber olmaya alabildiğine istekli; bir kısmı da kötü, bulanık, âdi ve maddeye düşkündür, işte bu farklılıktan, beşerî ruhların (nefislerin) cevherlerinde (özünde) mevcut birşeyin olduğu anlaşılmaktadır. İstikvâ (işi iyice incelemek) da bu işin böyle olduğunu göstermektedir. Bunu iyice anladığında, biz deriz ki: Ayette bahsedilen "inşirah" (göğsü açma) ile kastedilen, işte nefsin yaratılışında mevcut olan, ileri derecedeki istidâddır, Böyle ileri derecede bir istidâd (kabiliyet) mevcut olunca, tıpkı ufacık bir ateş ile hemen tutuşan kibrit misali, bu hâlin, ufacık bir sebep ile, kuvveden fiile çıkmasına yeter. Nefsin, kudsî ve parlak şeyler ile ruhanî halleri kabulden uzak olup, aksine maddi şeyleri elde etmeye gömülmesi, ilahî şeylere uygun düşen durumlardan pek az tesir almasına gelince, bu durumda nefis, katı, bulanık ve zulmânî olmuş olur. Ne zaman yakînî ve açık deliller, böyle nefislere çokça getirilse, bunların katılıkları ve zulmetleri o nisbette azalır. Bu kaideyi anlayınca, diyoruz ki: Göğsün inşirahı, anlattığımız bu husustur.

Ayetteki "nûr" hidayet ve marifet (bilgi) demektir. Önce göğüste bir "İnşirah" meydana gelmeden, bu "nûr" tahakkuk etmez. Hasıl olan bu kuvvet, ruhtaki kuvvet olduğuna göre, elbette bu kuvvet, delilleri işitmekle elde edilmiş değildir. Hatta bazan, nakli delilleri işitmek, kasvet ve nefreti artırır. İşte bu anlattıklarım, bu ayetlerin manalarına İyice vâkıf olunması için, insan tarafından bilinmesi gereken kesin kaidelerdir. Âlimlerimizin "cebr ve kader" meselesi hususunda ve yine Mu'tezile'nin aynı konudaki söz ve delilleri, ilgili yerlerde geçmişti. Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Ayetteki men kelimesi, haberi mahzûf bir mübteda olup, tıpkı önceki ayetteki (Zümer, 10) ifadesi gibidir.

Buna göre takdiri, "Allah'ın, göğsünü İslâm için açıp, böylece hidayete eren bir kimse, Allah'ın, kalbini mühürlediği, dolayısıyla kalbinin kasvetinden ötürü hidayete eremeyen kimse gibi midir?" şeklindedir. Bu takdire göre, cevap (haber) zikredilmemiştir. Çünkü zikredilen sözlerden bu cevap anlaşılmıştır. O sözler de, "Artık kalpleri Allah'ın zikrinden bomboş ve kaskatı kalmış olanların vay haline..." ifadesidir.

Katı Kalpler Zikirden Kaçar

Ayetteki, "Artık kalpleri Allah'ın zikrinden bomboş ve kaskatı kalmış olanların vay haline.." ifadesi ile ilgili şöyle bir soru vardır: "Allah'ı zikretmek, "Dikkat edin, ancak Allah'ın zikriyle kalpler mutmain olur (sükûnet bulur)" (Rad, 28) ayetinin de ifade ettiği gibi, nurun, hidayetin ve alabildiğine bir sükûnetin (itminânın-yatışmanın) meydana gelmesine sebeptir. Öyleyse, nasıl olmuş da, Cenâb-ı Hak bu ayette, kendisinin "zikr"ini, kalplerin katılaşmasına sebep göstermiştir?

Cevap: Diyoruz ki: nefis (ruh), bozuk yapıda olur, unsurları bulanık, ruhanî şeylere ilgi duymaktan uzak, behîmî karakterlere ve kötü huylara alabildiğine meyyal olursa, işte bu nefsin Allah'ın zikrini duyması, onun katılığını ve bulanıklığını artırır. Bu sözümüzü şöyle birkaç misalle izah edelim: Tek bir failin fiilleri, bu fiilleri kabul eden (bunların tesirinde olan) varlıkların farklılığına göre farklılık arzeder. Meselâ güneşin ışığı, çamaşırcının yüzünü karartırken, çamaşırlarını beyazlatır. Güneşin sıcaklığı mumu yumuşatırken, tuzu katılaştırır. Yine biz, aynı mecliste (toplulukta) aynı sözü söyleyen bir insan düşünelim. Birisi bunun sözlerini beğenirken, bir diğeri beğenmeyebilir. Bu durum, biraz önce de bahsettiğimiz gibi, nefis cevherlerinin ve o nefsin hallerinin farklılığından başka birşeyden kaynaklanmamaktadır. Hak teâlâ'nın, "Andolsun ki biz insanı özlü bir çamurdan yarattık..." (Mü'minûn. 12) ayeti nazil olunca, orada Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) ile bir başkası vardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sonra onu bir diğer yaratılışla inşâ ettik" (Mü'minûn. 14) ayeti ile sözü bitirince, oradakilerden her biri, "Yaratıcıların en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir" dediler. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), vahiy kâtibine, "Yaz. İşte bu şekilde nazil oldu"dedi. Bu hâdise, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in imanına iman katarken, berikinin küfrünü artırmıştır. Bunu iyice kavradığına göre, Allah'ın zikrinin de, ruhanî ve temiz nefislerdeki, nuru, hidayeti ve itminanı; şeytanî ve pis nefislerde ise, kasveti ve haktan uzaklaşmayı gerektirmiş olması uzak bir ihtimal değildir.

Bu hususu da iyice kavradığına göre şimdi biz diyoruz ki: Ruhî ve manevî sıhhati sağlayan ilaçların başı ve en önemlisi Allah'ın zikridir. Binâenaleyh meselâ Allah'ı zikir, bazı nefislerin hastalığının artmasına sebep oluyorsa, onların hastalığı, artık giderilmesi umulmayan ve ilacı bulunmayan bir hastalık olmuş olur. Böylece o, alabildiğine ileri bir şer noktasında bulunmuş olur. İşte bu incelikten ötürü, Hak teâlâ, "Artık kalpleri Allah'ın zikrinden bomboş ve kaskatı kalmış olanların vay haline! Onlar apaçık bir dalâlet içindedirler" buyurmuştur. Bu, hakikati ortaya koyan mükemmel bir sözdür.

Cenâb-ı Allah, bunun böyle olduğunu beyan edince, peşisıra, Kur'ân'ın, nur, şifâ, hidâyet ve alabildiğine bir itminan sebebi olduğunu anlatan ifadesini getirmiştir. Bundan maksad şunu anlatmaktır: Kur'ân böylesi sıfatlara sahip olarak, o İnsanın kalbinin katılığının artmasına sebep olunca, bu durum o kimsenin nefis cevherinin adilik ve kötülük hususunda zirveye çıktığına delâlet etmiştir.

Kur'ân'ın Vasıfları

Binâenaleyh diyoruz ki: Allahü teâlâ Kur'ân'ı bu ayetlerde şu kemâl sıfatları ile nitelemiştir:

Birinci Sıfat: "Allah sözlerin en güzelini indirmiştir" ayetinin ifade ettiği sıfat... Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Kur'ân'ın Hadis Olması

Kur'ân'ın mahluk olduğunu söyleyenler, bu ayeti şu birkaç açıdan delil getirmişlerdir:

1) Allahü teâlâ, hem bu ayetinde, hem de şu ayetlerinde Kur'ân'ın hadis (sonradan meydana gelme, yaratılmış olma) sıfatı ile nitelemiştir. "Öyle ise şayet iddialarında doğru iseler onlar bir hadîs (söz) getirsinler" (Tûr, 34); "Bu hadisi (sözü) mü hor görüyorsunuz?" (vakıa, 81). "Hadîs"in, mutlaka hadis (mahluk) olması gerekir. Hatta, hadis olmaya delalet etme açısından, "hadîs" kelimesi, "hâdis"den daha ileridir. Çünkü Arapça'da, "Bu hadîsdir (yenidir), eski değildir"; "Bu eskidir, ama "hadis" değildir" denilir ve böylece "hadîs"in, çok yakın zamanda meydana gelmiş birşey olduğu anlaşılır. Hâdise, hadîs denmiştir, çünkü bu, harflerden ve kelimelerden meydana gelmiştir. Harfler ve kelimeler ise, an be an meydana gelir, böylece "hadis" olurlar. Kur'ân'ın mahlûk olduğunu söyleyenlerin izahı bundan ibarettir.

2) Allahü teâlâ Kur'ân'ı, "indirilen" bir kitap olarak nitelemiştir. İndirilen birşey ise, başkasının kendisinde tasarruf edebileceği bir konumdadır. Böyle olan ise, hadis (mahluk)tur.

3) Ayetteki, "Ahsenü'l-hadis" ifadesi, Kur'ân'ın, tıpkı "Zeyd'in kardeşlerinin en üstünüdür" ifadesinin, Zeyd'in "kardeş" olma bakımından ötekilerle müşterek ve onlar cinsincen olmasını gerektirdiği gibi, diğer sözler cinsinden bir söz olmasını gerektirir. Böylece Kur'ân'ın diğer sözler cinsinden olduğu sabit olur. Diğer sözler "hadis" olduğuna göre, Kur'ân'ın da hadis olması gerekir.

4) Allahü teâlâ Kur'ân'ı "kitap" diye nitelemiştir. Kitap ise, toplanmak-biraraya gelmek manasına gelen ketb masdarından türemiştir. Bu durum, Kur'ân'ın, bir toplayıcı tarafından toplanan ve bir tasarruf edicinin tasarruf mahalli bir şey olduğunu gösterir. Bu ise, Kur'ân'ın muhdes (mahluk) olduğuna delâlet eder.

Bunların hepsine birden şu şekilde cevap verebiliriz: Bu delilleri, harflerden, seslerden, lafızlardan ve satırlardan meydana gelmiş "söz" için geçerli sayıyoruz ve o manada mahluktur. Allah en iyi bilendir.

En Güzel Söz olması

Kur'ân'ın "ahsenü'l-hadîs" (sözlerin en güzeli) olması, ya lafzı, ya manası açısındandır. Birinci kısım, yani lafzı açısından, sözlerin en güzeli olması şu iki bakımdandır:

a) Bu güzelliği, Kur'ân'ın fesahati ve vecizliği bakımındandır.

b) Üslûbundaki nazmı açısındandır. Çünkü Kur'ân, ne şiir, ne hitap, ne de hitabe cinsinden bir şeydir. Aksine bu, bütün bunlardan farklı bir türdür. Şu da var ki, her selîm fıtrat sahibi, Kur'ân'ı beğenir ve ondan tad alır.

İkinci kısım, yani manası açısından, onun sözlerin en güzeli olması hususunda da şu izahlar yapılabilir:

a) Bu, tenakuzlardan uzak bir kitaptır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer bu, Allah'dan başkasının katından olsaydı, onlar bunda çok ihtilaflar (zıtlıklar) bulurlar" (Nisa, 82) buyurmuştur. Bu kadar büyük ve hacimli bir kitap, her türlü tenakuzdan uzak olunca, bir mucize olur.

b) Kur'ân'ın geçmiş ve gelecekle ilgili, pek çok gaybi haberleri taşıması...

c) Kur'ân'da bulunan ilimler gerçekten çoktur. Bu ilimleri şöyle diyerek anlatabiliriz: Faydalı ilimler, Allahü teâlâ'nın hitabında, "Mü'minlerin hepsi, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine imân ederler ve "O'nun peygamberlerinin hiçbirini diğerinden ayırmayız" (derler). Yine derler ki: "Dinledik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, senin affını isteriz. Dönüşümüz sanadır"(Bakara, 285) ayetiyle ifade ettiği husustur. Binâenaleyh faydalı ilimler için söylenebilecek en özlü tarif budur.

Allah'a İmanın Kapsamı

Birinci Nev: Birinci kısma, yani Allah'a iman meselesine gelince, bil ki bu husus, şu beş hususu kapsar: Cenâb-ı Hakk'ın zatını, sıfatlarını, fiillerini, hükümlerini ve isimlerini tanıyıp bilmek... Hak teâlâ'nın zâtını bilmek, kişinin Allah'ın varlığını, kıdemini ve bekasını bilmesi demektir. Allah'ın sıfatlarını bilme ise, iki çeşittir:

1) Kendisini tenzih etmek, gerekli olan hususları bilmek. Bu da, Cenâb-ı Allah'ın bir cevher, parça ve kısımlardan meydana gelmiş bir mürekkeb, bir yönde ve mekânda bulunan bir varlık olmadığını bilmek, böyle olmaktan O'nu tenzih etmektir. Kişinin, Cenâb-ı Hakk'ı böylesi şeylerden tenzihi anlatan lafızların şu dört tane lafız olduğunu, yani lafızları olduğunu bilmesi gerekir. Bahsedilen bu dört lafız, Kitabullah'da, Allah'ı tenzih için kullanılmıştır. Meselâ leyse, "O'nun gibisi yoktur" (Şûra, 11) ayetinde; lem "O doğurmadı, doğurulmadı ve hiçbirşey O'na denk olmadı"(ihlas. 3-4) ayetinde; mâ "Senin Rabbin unutmaz" (Meryem. 64) "Allah bir çocuk edinmez." (Meryem, 35) ayetinde ve lâ da, "Onu ne bir uyuklama, ne de bir uyku tutar"(Bakara, 255); "O, doyurur, doyurulmaz"(En'am, 14) "O, himaye eder, himaye edilmez" (Mü'minun, 88) ve Kur'ân'ın otuz yedi yerinde geçen, "Allah'dan başka ilah yoktur" ayetlerinde kullanılmıştır.

Kur'ân'da Mevcut Sıfatları Bilme

İkinci Nev'e yani Kur'ân'a göre Cenâb-ı Hakk'ın tavsif edilmesi gereken sıfatlarıdır. Bunlardan birincisi, Allah'ı bilmek ve O'nun mühdis ve halik (var edici ve yaratıcı) olduğunu bilmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gökleri ve yeri yaratan Allah'a hamdolsun" (Enam, 1) buyurmuştur. İkincisi, Allah'ın kadir olduğunu bilmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kıyâme Sûresi'nde, "Evet, biz onun parmak uçlarını bile derleyip yeniden yaratmaya kadiriz" (Kıyame, 4) ve "(Bütün bunları yapan Allah), ölüleri tekrar diriltmeye kadir değil midir?"(Kıyame. 40) buyurmuştur. Üçüncüsü, Hak teâlâ'nın âlim olduğunu bilmek... Nitekim o, "O, kendisinden başka ilah olmayan, gayb ve şehâdet âlemini bilen Allah'dır" (Haşr, 22) buyurmuştur. Dördüncüsü, O'nun herşeyi bildiğini bilmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gaybın anahtarları O'nun katındadır. Onları ancak o bilir" (En'am, 59) buyurmuştur. Yine O, "Allah, her dişinin neye gebe olduğunu bilir" (Rad, 8) buyurmuştur. Beşincisi, O'nun hayy (diri) olduğunu bilmektir. Nitekim Allah, "O, kendinden başka hiç (gerçek) tanrı olmayan hayydır. Dolayısıyla dini O'na has kılarak, O'na ibadet edin" (Mü'min, 65) buyurmuştur. Altıncısı, Allah'ın, irâde edici olduğunu bilmek... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah kime doğru yolu gösterir, imana muvaffak ederse, onun göğsünü islâm için açar..." (En'am, 124) buyurmuştur. Yedincisi, Allah'ın semî ve basîr olduğunu bilmek... Nitekim Cenâb-ı Hak, "O, semî ve basîrdir" (Şûra, 11) ve "Şüphesiz ben sizinleyim; işitiyor ve görüyorum" (Tâhâ, 46) buyurmuştur. Sekizincisi, Allah'ın konuşucu olduğunu bilmek. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer yerdeki ağaçlar kalem olsa, deniz de, arkasından yedi deniz daha kendisine yardım ederek (mürekkeb) olsa, yine Allah'ın kelimeleri tükenmez..."(Lokman,27) buyurmuştur. Dokuzuncusu, işin, külliyyen O'na ait olduğunu bilmek... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Önce de sonra da, iş, Allah'a aittir" (Rum. 4) buyurmuştur. Onuncusu, Allah'ın, Rahman, Rahîm ve Mâlik olduğunu bilmek... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rahman ve Rahîm olan.. Din gününün mâliki olan... "(Fatiha,2-3) buyurmuştur. Allah'ın, vasıflandığı sıfatları bilme ile alakalı olarak ele alınan husus, bundan ibarettir.

Allah'ın Fiillerini Bilme

Üçüncü Nev': Bunlar, Allah'ın fiillerine dairdir. Bil ki fiiller, ya manevî, ya da maddî olurlar. Manevî olanlara gelince, pek azı müstesna, bunlara vâkıf olmak mümkün değildir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbimin ordularını, kendisinden başka kimse bilemez" (Müddessir, 33) buyurmuştur. Maddî olanlara gelince, bunlar, ya ulvî âlem veya süflî âlemdir. Ulvî âlemler hakkında, şu bakımlardan söz edebiliriz:

1) Göklerin hallerinden bahsetmek..

2) Güneşin ve ayın hallerinden bahsetmek.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş üzerinde hükümrân olan Allah'dır. Kendisini durmayıp kovalayan gündüze geceyi o bürüyüp örter. Güneşi, ayı, yıldızlan -hepsi de emrine râm olarak- (yaratan O)" (A'raf, 54) buyurmuştur.

3) Işınların hallerinden bahsetmek.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah, göklerin ve yerin nurudur" (Nûr. 35) ve "Güneşi bir ziya, ayı da bir nûr kılan O'dur" (Yunus, 5) buyurmuştur.

4) Göklerin hallerinden bahsetmek... Nitekim O, "Rabbine bir bakmadın mı? Gölgeyi nasıl uzatmıştır O? Eğer dileseydi onu elbet sakin de kılardı.." (Furkan, 45) buyurmuştur.

5) Gece ve gündüzün ardarda gelmesi... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Geceyi gündüze sarar, gündüzü de geceye..."(Zümer, 5) buyurmuştur.

6) Yıldızların faydalan... Nitekim Cenâb-ı Hak, "O, karanın ve denizin karanlıkları içinde kendileriyle yollarınızı bulmanız için, sizin faydanıza yıldızlan yaratandır.." (En'am, 97) buyurmuştur.

7) Cennetin sıfatları... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Genişliği, semânın ve yerin genişliği gibi olan cennetler için (...) yarışın" (Hadid, 21) buyurmuştur.

8) Cehennemin sıfatları... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onun yedi kapısı, onlardan her kapının ayrılmış birer nasibi vardır" (Hicr. 44) buyurmuştur.

9) Arşın sıfatları... Cenâb-ı Hak, "Arşı yüklenen, bir de onun etrafında bulunan (melekler).."(Mü'min, 7) buyurmuştur.

10) Kürsînin sıfatı... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kürsîsi, gökleri ve yeri kuşattı.." (Bakara, 255) buyurmuştur.

11) Levh-i Mahfûz'un ve "kelâm"ın sıfatı... Cenâb-ı Hak, "Daha doğrusu o çok şerefli bir Kur'ân'dır ki mahfuz bir levhadır" (Burûç, 2122) buyurmuştur. Kalem'e gelince, bu da Cenâb-ı Hak'ın, "Nün. Kalem'e ve onların yazdıklarına kasem olsun..."(Kalem, 1) ayetinin beyan ettiği husustur.

Süflî âlemin hallerini izaha gelince, bunlardan birincisi, Arz'dır. Cenâb-ı Hak, arz'ı, şu pekçok sıfatlarla nitelemiştir:

1) Onu bir beşik (mehd) olmakla... Allahü teâlâ, "Ki O, arzı sizin için bir beşik (gibi) kıldı" (Taha, 53) buyurmuştur.

2) Döşek (mihâd) olmakla.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz, arzı bir döşek (gibi) kılmadık mı?" (Nebe, 6) buyurmuştur.

3) Onu bir toplantı yeri (kifât) olmakla... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz, yeri bir toplantı yeri yapmadık mı? Dirilere de ölüklere de?" (Mürselât, 25-26) buyurmuştur.

4) Zelûl (emre âmâde kılınmış, boyun eğmiş) olmakla... Cenâb-ı Hak, "O, yeri, sizin faidenize, kor (ve müsahhar) kılandır...)"(Mülk, 15) buyurmuştur.

5) Halı gibi dümdüz olmakla (bisât)... Cenâb-ı Hak, "Allah yeri sizin için bir döşek yapmıştır, onun geniş yollarından gezip dolaşınız diye..." (Nûh, 19-20) buyurmuştur. Bu husustaki söz, uzundur. İkincisi, denizdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O, denizi ondan taze et yemeniz... için (hizmetinize) ram edendir" (Nahl, 14) buyurmuştur. Üçüncüsü, hava ve rüzgârlar. Nitekim Cenab-ı Hak "O rahmetinin önünden rüzgârı müjdeci gönderendir... (Araf, 57) ve "Bir aşılayıcı rüzgâr gönderdik" (Hicr, 22) buyurmuştur. Dördüncüsü gök gürültüsü, şimşek çakması gibi göksel olayları... Nitekim Cenab-ı Hak, "Gök gürültüsü O'nu hamd ile, melekler de ondan korkusuna tesbih eder.." (Ra'd, 13) "İşte görüyorsun ki yağmur bunların arasından çıkıyor... (Nur, 43) buyurmuştur. Yıldırımların, yağmurların ve bulutların terakümünden, üstüste gelmesinden bahsetilmesi de işte bu türdendir. Beşincisi, ağaçların, meyvelerin halleri ve bunların tür ve çeşitleridir. Altıncısı hayvanların halleri. Nitekim Cenâb-ı Hak, "..deprenen her canlıyı, orada üretip yaydı.."(Bakara. 164) ve "Davadan da o yaratmıştır ki, bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu maddeler ve nice nice menfaatler vardır" (Nahl, 5) buyurmuştur. Yedincisi, insanın ilk yaratılışındaki enteresanlıklar.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Andolsun biz insanı çamurdan bir hülâsadan yarattık..." (Mü'minûn, 12) buyurmuştur. Sekizincisi, insanın gözü, kulağı, dili, aklı ve anlayışındaki harikalar... Dokuzuncusu, âlemin ilk yaratılışından Kıyametin sonuna kadar, peygamberlerin ve hükümdarların tarihi ile, insanların hallerinin ele alınması.. Onuncusu, insanların ölürken ve öldükten sonraki hallerinden; Öldükten sonra dirilmesi ve Kıyametin keyfiyetinden bahsedip, said ve şakî kimselerin hallerini izah etmek.. Böylece biz, gökler âleminde mevcut ilim çeşitlerinden on tanesi ile, unsurlar, yani arz alemindeki diğer on çeşit ilme işaret etmiş olduk. Kur'ân, işte bu denli yüksek yüce ilim çeşitlerinin izahını kapsamaktadır.

Allah'ın Hükümlerini Bilmek

Dördüncü Nev'e gelince, ki bu, Allah'ın hüküm ve tekliflerinin açıklanmasıdır. Biz diyoruz ki: Bu teklifler, ya kalbin işleri, yahut da uzuvların amelleri hususunda olurlar.. Bunlardan birincisi, ahlâk ilmi yani güzel ahlâkın kötü ahlâktan ayırdedilmesi ilmi adını alır. Kur'ân, bütün bunları kapsamaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği, akrabaya vermeyi emreder. Taşkın kötülükten, münkerden, zulüm ve tecebbürden nehyeder" (Nahl, 90) ve "Kolaylığı tut. İyiliği emret. Câhillerden yüz çevir.." (A'raf, 199) buyurmuştur. İkincisine, yani uzuvların amellerine dair olan mükellefiyetlere gelince, bu da, Fıkıh ilmi adını almaktadır. Kur'ân, bu ilmin düsturlarını en mükemmel bir biçimde kapsamaktadır.

Beşinci Nev'e, yani Allah'ın isimlerini bilmeye gelince, bu hususta da Cenâb-ı Hak, "En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na bunlarla duâ edin" (A'râf, 180) buyurmuştur. İşte bütün bunların hepsi de, Allah'ı tanıma ile ilgilidir.

Meleklere İman

İman konusunda nazar-ı dikate alınan esaslardan İkinci kısım da, meleklere inanmaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Müminlerin hepsi, Allah'a, meleklerine ... iman ederler" (Bakara, 285) buyurmuştur. Kur'ân, bazen kısa, bazen de tafsilatlı bir biçimde, meleklerin sıfatlarının açıklanmasını kapsamaktadır. İcmali açıklama, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, (bu ayette olduğu gibi), "... ve meleklerine ..." buyurmasıdır. Ayrıntılı açıklamaya gelince, bu şunlardır:

a) Onların, Allah'ın elçileri olduğuna delâlet eden ifâdeler... Nitekim Cenâb-ı Hak,

"Melekleri .... elçiler yapan Allah..." (Fatır, 1) buyurmuştur.

b) Bu âlemin görevlileri olduklarını gösteren ifadeler... Cenâb-ı Hak, "... sonra iş bölümü yapan melekler ..."(Zâriyat. 4), "bir de icra edenler..."(naziat. 5) ve "Saflar bağlayıp duranlara ... yemin ederim ..." (Saffât. 1) buyurmuştur.

c) Meleklerin, Arşın taşıyıcıları olduğunu bildiren ifadeler... Nitekim Cenâb-ı Allah, "O gün Rabbinin Arşını, üstlerinde bulunan sekiz (melek) yüklenir" (Hakka, 17) buyurmuştur.

d) Meleklerin, Arşın etrafında dönüp dolaştıklarını ifade eden ayetler... Cenâb-ı Hak, "Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arşın etrafını kuşatmışlardır" (Zümer, 75) buyurmuştur.

e) Meleklerin, cehennemin bekçileri olduğunu bildiren ayetler... Nitekim "(o ateşin) üzerinde iri gövdeli, sert tabiatlı melekler vardır..." (Tahrim, 6) buyurulmuştur.

f) Meleklerin, kerîm yazıcılar olduklarını ifâde eden husus... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Halbuki sizin üzerinizde hakiki bekçiler, çok şerefli yazıcılar vardır" (İnfitâr, 10-11) buyurmuştur.

g) Meleklerin, takipçiler olduğunu gösteren ifadeler... Cenâb-ı Hak, "Onun önünde, arkasında kendisini... takip eden (melek)ler vardır" (Ra'd, 11) buyurmuştur. Cinlerin ve şeytanların halleri de, meleklerin halleri babında zikredilir.

Kitaplara İman

İmanda, nazar-ı dikkate alınan esaslardan üçüncü kısım, kitapları tanımaktır. Kur'ân, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in kitabının hallerini açıklamayı kapsamaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Derken, Adem, Rabbinden birtakım kelimeler belleyip aldı.." (Bakara. 37) buyurmuştur. İbrahim (aleyhisselâm)'e verilen sahifelerin hallerinden bahsetmek de, bu kısma dahildir. Nitekim, "... Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan edip de o, bunları tamamen yerine getirince..."(Bakara, 124) buyurulmuştur. Tevrat, İncil ve Zebur'un hallerinden bahsetmek de, yine bu kısma dahildir.

Resullere imân

İmân konusunda, nazar-ı dikkate alınan esaslardan dördüncü kısım, peygamberleri tanımaktır. Allahü teâlâ, bir kısım peygamberlerin hallerini genişçe anlatmış, diğerlerinin hallerini ise, müphem bırakmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onların içinden, sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, sana bildirmediğimiz kimseler de var.." (Mü'min, 78) buyurmuştur.

Allah'ın İnsanlara Emirleri

Beşinci kısım: Mükelleflerin halleriyle ilgili olan kısım olup, bu da ikiye ayrılır:

a) Mükelleflerin, kendilerine yüklenen bu mükellefiyetlerin farz oluşlarını kabul etmeleridir. Ki bu, mevzûbahs, "dinledik ve itaat ettik, dediler" (Bakara, 285) şeklindeki ayetinden kastedilendir.

b) Bu ameller sırasında, kendilerinden bir takım kusurlar sâdır olduğunu İtiraf edip, daha sonra da, ilahî bağış talep etmiş olmalarıdır ki, bu da, "Ey Rabbimiz, senin bağışını isteriz.." (Bakara, 286) ayetinden kastedilendir. Sonra, kulluk duraklarındaki kusurları görmenin miktarları, rubûbiyyetin izzetini mütalâa etme nisbetinde artacağından ötürü, kulun "Ey Rabbimiz! Senin affetmeni isteriz" sözü de fazla miktarda olmuştur.

Ahiret Hakkında Bilgi

Altıncı Kısım: Ahiret, öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti bitmek... Ki bu, ayetteki, "Dönüşümüz sanadır" ifadesinden kastedilendir. Bu da, dini talep hususunda, mühim olan birtakım esasların bilinmesi gerektiğine bir işarettir. Kur'ân, bu esasların izahı, tarifi ve açıklaması hususunda, sonu olmayan bir ummandır. Sen, Kur'ân'ın bunları kapsadığı gibi, yerin ne doğusunda ne de batısında bunları kapsayan başka bir kitap göremezsin. Yaptığımız bu tefsiri iyice düşünen herkes, bizim, Kur'ân'ın faziletler denizinin sadece bir damlasından bahsettiğimizi anlar. Durum böyle olunca, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı "Allah, kelâmın en güzelini ... indirmiştir" diyerek medhetmiştir. Allah, en iyisini bilendir.

Müteşâbih

Kur'ân'ın ikinci sıfatı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ayetleri birbiriyle ahenkdar... bir kitap halinde" ayetinin ifade ettiği husustur. "Kitap'ın ne demek olduğunu, Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara. 2) ayetinin tefsirinde açıkladık. Bunun, "müteşabih ahenkdar" olmasına gelince, bil ki bu âyet, Kur'ân'ın tamamının müteşabih olduğuna delâlet etmektedir. "Sana kitabı indiren O'dur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki bunlar, kitabın anasıdır. Diğer bir kısım da mütesâbihlerdir..." (Âl-i İmran, 7) ayeti ise, bu kitabın tamamının değil, bir kısmının müteşabih olduğunu göstermektedir. Bu kitabın, bu ayette de belirtildiği gibi, tamamının müteşabih olması meselesine gelince, İbn Abbas, bunun manasının, "Bu kitabın bir kısmı bir kısmına benzer.." şeklinde olduğunu söylemiştir. Ben de diyorum ki, bu benzerlik şu hususlardadır:

Ayetlerin Benzeme Yönleri

1) Belagat sahibi bir yazar, uzunca bir kitap kaleme aldığında, onun kullandığı kelimelerin bir kısmı fasîh olur, bir kısmı ise olmaz. Halbuki Kur'ân böyle değildir. Çünkü Kur'ân, bütün cüzleriyle, alabildiğine fasihtir.

2) Edîb bir kimse, bir hâdise hakkında, fasîh lafızlarıyla bir kitap yazıp, bir başka hâdise hakkında ise bir başka kitap yazdığında genel olarak, onun ikinci kitaptaki sözleri, birinci kitaptakilerden başka olur. Halbuki, Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) kıssasını Kur'ân'ın pekçok yerinde nakletmiş, ama bütün bunlar, fesâhatta birbirine denk ve birbirine benzerdirler.

3) Kur'ân'daki ayet ve açıklamaların hepsi, birbirini takviye ve birbirini teyid eder.

4) Bahsettiğimiz ilimlerden pekçok çeşidi, hepsinin maksadı, dine davet ve Allah'ın azametini izah olması bakımından, birbirlerine benzerler. İşte bundan dolayı sen, Kur'ân'da ele alınan her kıssanın maksadının, bahsettiğimiz bu hususlar olduğunu görürsün. Binâenaleyh, Kur'ân'ın "müteşabih" olmasından maksat, iste budur. Doğruya ileten Allah'tır.

Mesani

Kur'ân'ın sıfatlarından Üçüncü sıfat, onun, "katmerli" olmasıdır. Biz, bu kelimenin tefsirini, "Andolsun ki biz sana, tekrarlanan yediyi... verdik" (Hicr, 87) ayetinde iyice anlatmıştık. Hülasa olarak, bahsettiğimiz bu şeylerin pekçoğu. emir-nehiy, umûm-husûs; mücmel-müfesser; göklerin-yerin halleri; cennet-cehennem; karanlık-aydınlık; Levh-i Mahfuz-Kalem; Melekler-Şeytan; Arş-Kürsî; vaad-vaid ve ümıt-korku... gibi çift bulunurlar. Ki bunun gayesi, Cenâb-ı Hakk'ın dışında kalan her şeyin çift olduğunu beyan etmektir. Yine bu, herşeyin, zıddı ve karşıtı ile (aynı anda bulunup) onunla mübtetâ olduğuna; gerçek Bir'in, Hak teâlâ olduğuna delâlet etmektedir.

Derileri Ürpertmesi

Kur'ân'ın sıfatlarından dördüncü sıfat, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rablerine derin saygı göstermekte olanların derileri onun karşısında ürperir. Sonra da hem derileri hem kalpleri Allah'ın zikrine (yatışıp) yumuşar... "(Zümer. 23) ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) tabirinin manası, "Onları bir ürperiş yakalar" demek olup, bu, korku esnasında insanın derisinde meydana gelen bir değişikliktir. Müfessirler, "Bu ifadenin manası, "Bunlar, rahmet, ihsan, lütuf ayetlerini dinlediklerinde, kendilerinde bir ferahlık meydana gelir de, böylece kalpleri, Allah'ın zikrine (yatışıp) yumuşar" şeklindedir" demişlerdir. Ama, ben diyorum ki: "Ariflerden muhakkik kimseler şöyle demektedirler: "Allah'ın celâlinin henüz başlangıcında yürüyen kimseler, şayet celâl âlemine bakacak olurlarsa, şaşırıp kalırlar. Eğer onlar, cemâl âleminden bir eser görürlerse, hayat bulurlar." Binâenaleyh, bizim bu konuda, iyice açıklamada bulunmamız ve bu meseleyi aydınlatmamız gerekir. Bu sebeple biz diyoruz ki:

İnsan, Allah'ın mekân ve cihetten tenzih edilmesi gerektiğine delâlet eden deliller hususunda şöyla iyice bir düşündüğünde, işte o zaman onun derisi ürperir. Çünkü alemin ne içinde, ne dışında, ne ona bitişik, ne ondan ayrı olmayan bir varlığı isbat edip kabul etmek, tasavvuru ve düşünülmesi zor olan şeylerdendir. İşte bu noktada, böyle düşünen kimsenin derisi ürperir. Ama, bu kimse, Allah'ın tek, bir olması gerektiğine delâlet eden deliller hususunda iyice düşünüp, bir mekânda bulunan her şeyin parçalanabileceği de sabit olunca, işte tam o zaman, (aynı şahsın) derisi yumuşar ve kalbi, gönlü, Allah'ın zikrine yönelir. Hem bu insanın aklı, "ezel"in ne demek olduğunu tam anlayıp ihata etmek isteyip; onun zihninde milyonlarca sene önceye gitmek, daha sonra da yine, bu müddetin her lahzasında aynı şekilde milyonlarca sene önceye gitmeyi dilese, bu hususta yollar aramaya devam etse, daha daha önceye gitme tasavvurunu devam ettirse, evet bu hususa daldıkça datıverse ve, ezelin anlamını kafasında toparladığını zannetse, yine de o kimsenin aktı, "Bu da ne ki?" der. Çünkü, kişinin kafasında tasavvur ettiği bütün bunlar, yine de sonludur. "Ezel" ise, İşte sonlu olan bu müddetten önce olan şey, varlık demektir. Dolayısıyla kişinin aklı, bu noktada dehşete kapılır, şaşar ve derisi ürperir. Ama bu tür itibar ve değerlendirmeleri bırakıp, "Burda bir varlık var.. Bu varlık ise, ya Vâcibü'l-Vücûd'dur; ya da Mümkinü'l-Vücûd'dur. Binâenaleyh, eğer Vâcibü'l-Vücûd ise, bu devamlıdır, evveli ve sonu olmaktan münezzehtir; yok eğer, Mümkinü'l-Vücûd ise, bu Vâcibü'l-Vücûd olana muhtaçtır, dolayısıyla, Vâcibü'l-Vücûd olan yine ezelî ve ebedî olur..." diyerek, aklı, "ezel"in manasını bu şekilde, anlamaya yöneldiğinde, işte bu noktada onun derisi ve kalbi, Allah'ın zikriyle yumuşar. Binâenaleyh, ayette bahsedilen bu iki makamın, azâb veya rahmet ayetlerini duymaya hasretmeyi gerektirmediği; tam aksine, bunun o mertebelerin başlangıcı olduğu, bundan sonra ise, sınırsız mertebelerin bulunduğu ve ayette bahsedilen bu iki halin bulunmasıyla sınırlanamayacağı sabit olmuş olur.

Kur'an ve Şiirin Etkisi

Vahidî, Kitâbü'l-Basît adlı eserinde, Katâde'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Kur'ân, Allah'ın velî kullarının, mükâşefe ve müşahedeler esnasında, bazan derilerinin ürperdiğine; bazan da, derilerinin ve kalplerinin, Allah'ın zikrine doğru yumuşadığına delâlet etmektedir. Bunda, onların akıllarının aradan çekildiğine, uzuvların düzeninin bozulup şaşırdıklarına dair herhangi bir delalet yoktur. Binâenaleyh, bu, bu tür hallerin (yani aklın kaybolup uzuvların çırpınmasının) bulunması halinde, mutlaka ve mutlaka şeytandan olduğunu gösterir." Ben derim ki: Burada, şöylesi bir hususu da ele almak gerekir: Allâme Ebû Hamid el-Gazalî, "İhyâu Ulûmi'd-Dîn" adlı eserinde şöyle bir mesele ele alır: "Biz, hicran ve vuslat gibi hususların izahını kapsayan şiir beyitleri dinlediğinde, pekçok kimsede, son derece etkili bir vecd halinin (kendinden geçme) görüldüğünü, ama ayetleri dinlediğinde ise, bu hallerden yana, onda hiçbir şeyin zuhur etmediğini müşahede etmekteyiz.

Gazali, bunu kabullenmiş ve bu hususta da, pekçok mazeret bulmaya çalışmıştır. Ben diyorum ki: Ben, bu tür şeyleri anlamaktan mahrum yaratıldım, (bunları sezemiyorum). Çünkü ben, Kur'ân'ın sırları hakkında, her ne zaman iyiden iyiye düşündüysem, tüylerim ürperdi, adeta aklım durdu ve kalbimde, bir dehşet ve korku meydana geldi. Ama, her ne zaman bu şiirleri düşündüysem, bunlar bana çok basit geldi ve kendimde, bunlardan dolayı kesinlikle bir etki ve tesir hissetmedim. Doğru yolun ve İsabetli metodun, şu olduğunu zannediyorum:

1) Bu şiirler, insanlara mahsus olan vuslat ve hicranı, buğz ve sevgiyi anlatan birtakım kelimelerdir. Bunların, (bu şekilleriyle) Allah'da olduğunu söylemek ise küfürdür. Bu hallerden, Allah'ın celâline uygun olan manalara geçmek ise, ancak ilimde rüsûh, derinlik sahibi ulemanın yapabileceği şeydir... Kur'ân'ın kapsadığı manalar ise, Allah'ın celâlına lâyık ve uygun olan hallerdir. Binâenaleyh, kim bu manalara vakıf olursa, aşkın tesirinden dolayı, kalbinin şaşkınlığı artar. Zira, kendisinde iman nuru bulunan bir kimsenin, "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Kendinden başkası bunları bilmez.." (En'am,59) ayetini dinlediğinde, ızdırabının büyük olması gerekir.

2) Meşayih'den birisinin şöyle dediğini duydum: Sözün tesiri bulunduğu gibi, o sözün, o sözü ruhen ve psikolojik olarak destekleyen bir kişinin ağzından çıkmasının da, bir tesiri vardır. Çünkü, o sözü söyleyenin ruhî kuvveti, bu sözün diğer ruhlarda müessir olmasında yardımcı olur. Burada, Kur'ân'da söyleyen ve konuşan ise, Cibril (aleyhisselâm)'in masum olan peygambere tebliğ etmesi yoluyla, Cenâb-ı Hak'dır. Halbuki, beri yerde söz söyleyen ise, şehvetle dolup taşan, fısk u fücura davet eden, (kimi kez) yalancı olan şairdir.

3) Kur'ân'ın hedefi, hakka davet etmeye yöneliktir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki sen, muhakkak doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun. Göklerde ne var, yerde ne varsa, hepsi kendisinin olan Allah'ın yoludur" (Şura, 52-53) buyurmuştur. Şiirin hedefi ise, (çoğunlukla) batıla yöneliktir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şairlere (gelince), onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vadide hakikaten ifrata düşegeldiklerini ve hakikaten yapmayacaklan şeyleri söyleyen kimseler olduklarını görmedin mi?" (Şuara. 224-226) buyurmuştur. Binâenaleyh, yaptığım bu izah, bu iki durum arasında açıkça mevcûd olan farklardır. Gönülde hissolunanlarla alâkalı olanlara gelince, herkes, içinde hissedip duyduğunu dile getirir. Benim içimde ve aklımda bulup hissettiklerimse, söylemiş olduğum bu şeylerdir. Allah en İyisini bilendir.

Üçüncü Mesele

Bu mesele, bu ayetteki diğer müşkil hususların izahı konusundadır. Biz bunları soru ve cevap şeklinde ele alacağız.

İkşi'rar Kelimesi

Birinci Soru: lafzının terkibi nedir, nasıl oluşmuştur?

Cevap: Keşşaf sahibi şöyle der: "Bunun terkibi, rubaî olması için kendisine ilâve edilen râ harfinin yamsıra, "kurumuş eski deri" demek olan, (......) kelimesinin harflerinden oluşmuştur. Nitekim Arapça'da, "Korkudan derisi ürperdi" "ve tüyleri dimdik oldu..." denilir. Bu ise, şiddetli korku hakkında söylenmiş olan bir darb-ı meseldir.

Fi'ilin Müteaddiliği

İkinci Soru: (......) cümlesinde fiilin İla edatı ile Cenab-ı Hakk'ın; bu fiili, (-e, -a) harf-i müteaddi kılmasının sebebi nedir?

Cevap: Kelâmın takdiri, "Onların kalpleri Allah'ın huzuruna vardığında, derileri ve kalpleri yumuşar" şeklinde olup, kişi bunu, idrâkiyle hissedip duyamaz.

Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hak, niçin "Allah'ın rahmetinin zikrine doğru..." dememiş de, doğrudan doğruya, "Allah'ın zikrine..." buyurmuştur?

Cevap: Allah'ı, rahmetinden dolayı seven kimse, Allah'ı sevmemiştir. O, ancak Allah'tan başka şeyi (rahmetini) sevmiştir. Ama Allah'ı, kendisi dışındaki bir şey için değil de, O'nu bizzat seven kimse, işte gerçek seven kişi bu olup, bu da yüksek bir derecedir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Sonra, onların derileri ve kalpleri, Allah'ın rahmetinin zikrine doğru yumuşar.." buyurmamış, tam aksine, "Allah'ın zikrine..." buyurmuştur. Allahü teâlâ bu manayı, "Allah kime doğru yolu gösterir, imana muvaffak ederse, onun göğsünü islâm için açar..."(Enam, 125) ayetiyte, "Haberiniz olsun ki, kalpler ancak zikrullâh ile kuvvetlenip tatmin olur" (Rad, 28) ayetinde açıklamıştır. Yine Cenâb-ı Hak, Musa (aleyhisselâm)'nın ümmetine, "Ey îsrâiloğulları, size ihsan ettiğim bunca nimetlerimi hatırlayın.." (Bakara, 40) ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetine de, "Öyle ise siz beni anın, ben de sizi anayım.. " (Bakara. 162) buyurmuştur.

Mükaşefe

Dördüncü Soru: Cenâb-ı Hak niçin, korkudan bahsederken, sadece derilerin ürperdiğini; ümidden bahsederken de, hem derilerin, hem de kalplerin yumuşadığını belirtmiştir?

Cevap: Çünkü, ümit makamındaki mükâşefe, korku makamındakinden daha mükemmeldir. Çünkü hayır, iyi ve güzel, bizatihi matfûbtur. Kötü ise, dolaylı olarak matlûbtur. Mükâşefelerin yeri ise, kalpler ve ruhlar, gönüllerdir. Allah, en iyisini bilendir.

Cenâb-ı Hak, Kur'an'ı işte bu şekilde niteleyince, "işte bu (kitap), Allah'ın gönderdiği bir rehberdir. O, dilediğine bununla hidayet eder. Allah kimi de saptırırsa, artık onun için hiçbir hidayet edici yoktur" buyurmuştur. Bu ayetin başında geçen za'lik kelimesi, aynı ayette geçen kitap lafzına bir işaret olup, "Bu, Allah'ın, kullarından dilediği kimseleri hidayete erdirme vesilesi kıldığı hidayet rehberi olup, bu kulları da, bu hidayete ehil olabilmeleri için, Cenâb-ı Hakk'ın herşeyden önce gönülleri açtığı, inşiraha kavuşturduğu kimselerdir. "Kimi saptırırsa", yani, kimin de kalplerini kaskatı, karanlık, anlayışsız ve bu hidâyete ehil olmaya aykırı bir halde kılarsa, "Onun için hiçbir hidayet edici yoktur." Ehl-i sünnet âlimlerimizin bu ayetle istidlalleri, Mu'tezile'nin sorulan ve âlimlerimizin verdiği cevaplar, aynen, En'âm 125 ayetinin tefsirinde geçtiği şekildedir.

Yüzü Cehennemden Kurtarma ve Tebliğ

"... Kıyamet günü onun yüzünü o kötü azaptan kim koruyacak ..." ayetine gelince, bil ki, Allahü teâlâ, kalpleri katı olan kimseler hakkında, birisi dünyevî, diğeri de uhrevî olmak üzere iki hüküm vermiştir. Onlar hakkında verilen dünyevî hüküm, tam bir sapmalarıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah kimi de saptırırsa, artık onun için hiçbir hidâyet edici yoktur" buyurmuştur. Onlar hakkında verilen uhrevî hüküm ise, şiddetli azâb olup, bu da "... Kıyamet günü onun yüzünü, o kötü azaptan kim koruyacak" ayetinden anlaşılan husustur.

Bunu şu şekilde izah edebiliriz; Uzuvların en kıymetlisi yüzdür. Zira yüz, güzelliğin ve parlaklığın mahallidir. Yüz aynı zamanda, hislerin ve duyu organlarının ambarı ve mekânıdır. İnsanlar, birbirlerinden, yüzleri sayesinde ayrılırlar. Saadet ve şekâvetin izleri de, ancak yüzde belirir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O gün yüzler vardır; parıl pani parlayıcıdır, gülücüdür, sevinicidir. O gün yüzler de vardır; üzerlerini toztoprak (bürümüştür). Onu bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır, işte bunlar kâfirler, facirlerdir" (Abese, 38-42) buyurmuştur. Yine, Arapların eşrafı ve önde geleni hakkında,

"Ey Arabın yüz akı, ve gözü gözdesi..." ve bir şeyin künhüne delâlet eden yola ve metoda da, "Bu işin özü ve künhü; aslı esası, işte şudur" denilir. Binâenaleyh, anlattıklarımızla, uzuvların en kıymetlisinin "yüz" olduğu sabit olmuş olur. Hem insan, herhangi bir azaba duçar olduğunda, o elini, yüzünü koruyan bir kalkan gibi kullanır.

Sen bunu iyice anladığında şimdi biz diyoruz ki: Korunabilen herkes, yüzünün dışında katan her şeyi, yüzü için feda edince, hiç şüphesiz, kişinin "yüzü ile korunması" ifadesinin, onun korunmaktan aciz olduğuna dair bir kinaye olması güzel ve yerinde olmuştur. Bunun bir benzeri de, Nâbiğa'nın şu şiiridir:

"Onların kılıçlarında ordularla çarpışmaktan ötürü meydana gelen, kırıklardan başka kusur yoktur", yani, "Onlarda bundan başka kusur yok. Bu ise zaten kusur sayılmaz. Binâenaleyh onların hiç bir bakımdan (vecihden) kusurları yoktur" demektir. İşte ayette de "ehl-i cehennem, "hiç bir bakımdan korunamazlar. Ancak yüzleriyle korunmaya çalışırlar. Bu ise aslında korunma değildir. O haide, korunmaya hiç kudretleri yoktur" manası kastedilmiştir. Yine, cehenneme atılanların, elleri boyunlarına bağlanmış olarak atıldıkları söylenir. Bu durumda onların ancak yüzleriyle cehennemden sakınmaya çalışacakları açıktır. Bunu iyice kavradığına göre diyoruz ki: Bu şart edatının cevabı mahzûf olup, takdiri, "Kıyamet günü, yüzü ile o azabın kötüsünden korunan kimse, hiç azaptan emin olan gibi olur mu?" şeklinde olur. Dolayısıyla benzerlerinde hazfedildiği gibi, burada da bu cevap hazfedil mistir. Azabın kötüsü, şiddetlisi demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Zalimlere, "Tadın kazandığınız şeyin azabım" denilecek" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak kalpleri katı taşanların ahiretteki azaplarını anlatınca, onların dünyada iken azaba nasıl düçâr olduklarını da anlatmak üzere; "Onlardan evvelkiler de peygamberlerini yalanladılar ve azap onlara, akıllarına gelmeyecek yönden geliverdi" buyurmuştur. Bu, o kimselerin durumlarına bir dikkat çekmektir. Çünkü, "Azab kendilerine geldi" cümlesinin başındaki "tâ" edatı, bu azabın onlara, o tekzipleri (yalanlamaları) sebebiyle geldiğine delâlet etmektedir. Binâenaleyh ortada bir tekzip bulununca, sebepten neticeye bir işarette bulunmak için, o azabın da olması gerekmiştir. Ayetteki, "hiç akıllarına gelmeyecek yönden" ifadec;, "hiç hesaba katmayıp, hatırlarına getirmedikleri yönlerden..." demektir. Çünkü belâ ve azaplar onlara işte böyle yönlerden gelir. Onlar, kendilerini ne zaman emin hissetseler, azap onlara, emin oldukları o cihetlerden gelir. Allahü teâlâ onlara, dünyada iken böyle bir azabın geldiğini beyan buyurunca, onlara zillet, rezillik, rüsvaylık ve alçaklığın geldiğini de bildirmiştir. Ayette böyle bir kaydın getirilmesinin hikmeti, tam bir azabta, rezillik ve zilletle içice olan bir acının bulunduğunu anlatmaktır.

Ahiret Azabı Daha Büyük

Cenâb-i Allah sonra, "Ahiret azabı ise elbet daha büyüktür, eğer bilseler" buyurmuştur. Bu, "işte o kimseler yok mu, onlara, biraz önce de bahsedildiği gibi, bu azap ne rezillik gelmiş ise de, Kıyamet gününe bırakılan azapları, bundan çok daha büyük ve şiddetlidir" demektir. Bundan murad, korkutma ve çekindirmedir.

Allahü teâlâ, bu hususlarda, bu üstün hikmetlerden ve güzel şeylerden bahsedince, bunun, açıklamada mükemmellik noktasına ulaştığına da işaret etmek üzere: "Andolsun ki biz bu Kur'ân'da insanlar için va'z-u nasihat alsınlar diye, her misalden örnekler gönderdik" buyurmuştur. Bunun hikmeti açıktır. Mu'tezile bu ayetin, Allah'ın fiil ve hükümlerinin bir sebebe bağlı olduğuna, "Allahü teâlâ'nın, herkesin imanını ve kendisini tanımasını istediğine delâlet ettiğine, çünkü ayetteki "Kur'ân'da insanlar için... örnekler gönderdik" ifadesinin, bir sebebi ihsas ettirdiğini, ayetin sonundaki, "va'z-u nasihat alsınlar diye..." ifadesinin de yine bir sebebi ihsas ettirdiğini, bu örneklerin maksadının, Cenâb-ı Hak'ın, düşünce ve ilmin meydana gelmesini irâde edişi olduğunu söylemişlerdir.

Kur'ân'da böylesi faydalı ve net açıklamalar bulununca, Kur'ân'ı medh-ü sena ile anmak gerektiği için Cenâb-ı Hak, "Onu her türlü tenakuz ve ihtilaftan uzak, dosdoğru Arapça bir Kur'ân olarak indirdik. Umulur ki onlar ittikâ ederler, diye..." buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Halku'l-Kur'an İddiası

Kur'ân'ın muhdes (mahluk) olduğunu söyleyenler, işte bu ayeti, şu birkaç açıdan delil getirmişlerdir:

1) Ayetteki bu ifade, Allahü teâlâ'nın bu darb-ı meselleri, insanların öğüt almaları için getirdiğine delalet eder. Bir başka şeye bağlı olarak yapılan şey ise, muhdes olur. Çünkü kadîm, ezelde zaten var olan demektir. Bu ise, "O bunu falanca maksaddan ötürü yapmıştır" denilmesine manî olur.

2) Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın Arapça olduğunu söylemiştir. Kur'ân ise ancak, lafızları, Arab'ın diline ve ıstılahlarına göre bu manalara delâlet ettiği zaman Arapça olur. Arab'ın dili ve ıstılahına göre meydana gelen şey ise, mahlûk ve muhdes olur.

3) Cenâb-ı Hak, bu Kur'ân'ı "Kur'ân" diye nitelemiştir. "Kur'ân" ise, kıraat (okuma) manasınadır. Kıraat masdardır. Masdar ise, cümlede mef'ûl-ü mutlaktır. Dolayısıyla Kur'ân, bir iş, bir mef'ûl olmuş olur."

Bunlara şöyle cevap verilir: Siz (Mu'tezile'nin) yaptığı bu izahların hepsini biz (ehl-i sünnet), harfler ve sesler manasına alıyoruz. Bunlar ise zaten (bizce de) hadis ve muhdestir.

İkinci Mesele

"Arabiyyen" kelimesi hal olarak mansubtur. Buna göre mana, "Biz insanlara, bu Kur'ân'da Arapça olarak ve Arapça açıklanmış olarak, o misalleri getirdik" şeklindedir. Bu kelimenin (medih ifade eden ve durumu düzelten) bir cümle sebebiyle mansub cinası da muhtemeldir.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, bu kitabı şu üç sıfatla nitelemiştir:

1) "Kur'ân" (okunma) sıfatıyla... Bu sıfatla, onun Kıyamete kadar, mihraplarda ve her yerde okunması kastedilmiştir.

Nitekim Hak teâlâ, "Şüphesiz o zikri biz indirdik ve onu muhafaza edecek olanlar da bizleriz" (Hicr, 9) buyurmuştur.

2) "Arapça" sıfatıyla... Bununla da, fasîh ve beliğ (edîb) kimselerin, o Kur'ân'a benzer söz söylemekten aciz kalacakları anlatılmak istenmiştir. Nitekim Cenâb-ı Allah, "De ki:" insanlar ve cinler, bu Kur'ân gibisini getirmek üzere btleşseler, birbirlerine destek olsalar bile, bunun gibisini kesinlikle getiremezler" (Isra, 88) buyurmuştur.

3) "Gayra zî ivec" "her türlü tenakuz ve ihtilaftan uzak" sıfatıyla... Bununla, Kur'ân'ın çelişki ve tenakuzdan uzak ve berî oluşu anlatılmak istenmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer Kur'ân, Allah'dan başkasının katından olmuş olsaydı, o (insanlar) onda pek çok ihtilaf (çelişki) bulurdu" (nisa, 82) buyurmuştur.

Ayetteki, "Umulur ki onlar ittikâ ederler" cümlesine gelince Mu'tezile Allah'ın hükümlerini bir sebebe bağlama görüşünde bu ifadeyi de delil getirmiştir. Burada şöyle bir incelik var: Hak teâlâ önceki ayette, "va'z-u nasihat alsınlar diye...", burada İse "ittikâ ederler diye" buyurmuştur. Bunun sebebi şudur: Vaz'u nasihat atma, ittikâ etmekten önce gelir. Çünkü insan bunlardan ibret alıp, bunları öğrenip, künhüne erip, manalarını iyice anladığında, ittikâ ve sakınma meydana gelir. Allah en iyi bilendir.

Şirkteki Çelişki

29

Âyetin tefsiri için bak:32

30

Âyetin tefsiri için bak:32

31

Âyetin tefsiri için bak:32

32

"Allahü teâlâ, üzerinde birbirine karşı sert ve geçimsiz bir çok ortakların hakkı (ortaklığı) bulunan bir köle (hizmetçi) ile, sadece bir kişinin adamı olan birisini, (müşrik ile mü'mine) bir misal olarak getirmiştir. Bu ikisinin hali bir olur mu? Bütün hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler. Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra şüphesiz siz de Rabbinizin huzurunda mahkemeye çıkarılacaksınız. Allah'a karşı yalan söyleyenden ve sıdk-u hakikati, kendisine gelir gelmez yalanlayandan daha zâlim kimdir? Kâfirler için, cehennemde bir karargâh yok mu?"

Bil ki Allahü teâlâ, kâfirlere yönelik tehdidi alabildiğine ortaya koyunca, bunun peşinden, onların gidişatlarının bozukluğunu ve yollarının yanlışlığını gösteren bir darb-ı mesel getirerek böyle buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele var:

Müteşâkis

"Müteşâkisûn" "ihtilaf edenler, huysuzluk yapanlar, problem çıkaranlar" demektir. Nitekim birisi bir problem çıkardığında, denilir. Yine problemçıkaran manasında denilir. Karşılıklı olarak birbirlerine güçlük ve zorluk çıkaranlar için fiili kullanılır. Nitekim Leys, "Teşâküa, karşılıklı çekişme ve ihtilaf çıkarmadır" demiştir. Yine biri gidip, diğeri geldiğinde, "Bu ikisi birbirine zıddır" manasında, "Gece ve gündüz müteşâkistirler" denilir. Ayetteki fîhl kelimesi, tıpkı, "Onda müşterektirler" demen gibi, şürekâ kelimesine mütealliktir.

Farklı Kıraatlar

İbn Kestr ve Ebû Amr, elif ile ve lâm'ın kesresiyle salimen okumuşlardır. Arapça'da bu, selime'nin ism-i failidir. Diğer kıraat imamları ise, bu kelimeyi elifsiz olarak, sîn ve lâm'ın fethasıyla selemen diye okumuşlardır. Yine bu kelimenin, ayne'l-fiili sakin olarak, sin'in fethası ve kesresiyle, selmen ve silmen şekillerinde okunduğu da söylenmiştir. Salim okuyanlara göre kelime, ism-i fail olup, "racülün" ve "salimim" takdirindedir. Diğer kıraatlere göre ise kelime, masdarolup, "selâmetli, kurtulmuş adam" manasındadır. sadece bir adama ait olup, üzerinde başkasının ortaklığı bulunmayan (köle) demektir (......) kelimesi, mübteda olarak merfû da okunmuştur. Buna göre mana, "Bu adam, sadece bir adama âit (olan bir köledir)" şeklindedir.

Üçüncü Mesele

Kelamın takdiri, "Kavmin için bir darb-ı mesel (benzetme) yap ve onlara, "Aralarında ihtilaf ve çekişme bulunan ve herbiri, "O benim kötemdir" diyen, bir çok ortağa ait bir köle için söyledikleri şeyleri hatırlat: Ortaklardan herbiri, o köleyi kendi hizmetinde kullanmaya çekmek ister, böylece köle ne yapacağını şaşırır. Birisini razı etse, diğerleri öfkelenir. Birinin işini yapmaya kalksa, diğerlerinden herbiri onu bir başka işe sevkeder. Dolayısıyla bu köle, hangisini razı etmesinin daha uygun olduğunu, hangisinin kendisinin ihtiyaçlarına destek olduğunu bilemez bir halde şaşkın kalır. İşte bu kimse, bu durumdan dolayı, hep bir rahatsızlık ve bitmeyen bir yorgunluk içindedir. Misal verilen diğer kölenin ise, tek bir sahibi vardır. Köle sadece ona hizmet etmektedir. Hizmet edilen sahibi ise, kölenin İsterine ve ihtiyaçlarına destek oluyor. Öyleyse; bu iki kölenin hangisinin hali daha güzel ve daha iyidir?" şeklinde olup, bununla anlatılmak istenen şey, birkaç ilahın olduğunu söyleyenlerin halini bir temsildir. Çünkü bu durumda Hak teâlâ'nın da, "Eğer yerde ve gökte Allah'dan başka ilahlar obaydı, yer ile göğün düzeni bozulurdu" (Enbiya, 22) ve "Onların bazısı bazısına üstünlük sağlardı" (Mü'minun, 91) ayetlerinde anlattığı gibi, bu İlahlar birbirleriyle çekişir ve biribirlerine baskın çıkmaya çalışırlardı. Böylece de o müşrik, şaşkın bir halde kalır, o ilahların hangisine ibadet edeceğini bilemez, hangisinin Rab olduğuna, kimden rızkını isteyeceğine, kimin şefkatine tutunacağına karar veremez. Onun şefaatçisi, tasasıdır. Kalbi ise parça parçadır. Ama sadece bir ilaha inanan, o ilahın mükellef tuttuğu şeyleri yerine getiren, onu memnun edecek ve kızdıracak şeyleri bilen kimsedir. Binâenaleyh bunun hali, kurtuluşa birincisinden daha yakındır. Bu, şirkin çirkinliğini, tevhidin güzelliğini göstermede alabildiğine hoş bir benzetmedir.

Eğer, "Bu misal, putlara ibadet etmeye tam uygun bir misal değildir. Çünkü putlar cansız olup, aralarında, böylesi bir çekişme ve geçimsizlik yoktur" denilirse, biz deriz ki: Putperestler çeşit çeşittirler. Kimileri, "Bu putlar, yedi yıldızın heykelleridir" deyip, gerçekte o yedi yıldıza taparlar. Sonra da, bu yıldızlar arasında bir çekişmenin olduğunu söylerler. Baksana, bu kimseler Zühal'in en büyük uğursuz; Müşteri'nin "en büyük uğur" olduğunu söylerler. Kimileri de bu putların, felekî ruhların heykelleri olduğunu söylerler. Bu görüşte olanlar âlemde meydana gelen her türlü hadisenin, semavî ruhlardan birisi ile ilgili olduğunu iddia etmişlerdir. Onlara göre bu ruhlar arasında çekişme ve rekabet vardır. Bu durumda, ayetteki misal, bunlara tıpatıp uyar. Kimi müşrikler de, putlarının, geçmiş âlimlerinin ve zâhidlerinin heykelleri olduklarını söylerler. O halde bunlar, o âlimler ve zâhidler kendilerine şefaatçi olsunlar diye, bu heykellere tapıyorlar. Bu inançta olanlardan her bir fırka, doğru olanın, kendi dininde olan o büyük adam olduğunu, onun dışındakilerin ise bâtıl yolda olduğunu iddia etmiş olur. Bu durumda da misal, yine uygun düşer. Böylece bu misalin, anlatılmak istenen şeye uygun olduğu anlaşılır.

Hak teâlâ'nın "Bu ikisinin hali bir olur mu?" ifadesine gelince, ifadenin takdiri, "Bu ikisi, durum ve halce bir olur mu?" şeklindedir. Buna göre (meselen) kelimesi, temyiz olmak üzere, mansubtur. İfâdenin manası, "O ikisinin sıfatı ve hâli bir olur mu? Eşit olur mu?" şeklindedir. Temyizde, cinsi beyan etmek için, müfret ifâdeyle yetinilmiştir. (meseleyni-iki mesel ve durum olarak) şeklinde de okunmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak, "Bütün hamd, Allah'a mahsustur" buyurmuştur. Manası ise, "Şeriklerin ve ortakların (endâd) bulunduğunu söylemek bâtıl olup, Vâhid, Ehad ve Hak olan o Allah'dan başka da hiçbir İlâhın bulunmadığı sabit olunca, işte o zaman, hamdın de, başkasına değil ancak O'na mahsus olduğu sabit olmuştur" şeklindedir. Cenâb-ı Hak bundan sonra, "Fakat onların çoğu bilmezler" buyurmuştur ki, "Bütün hamdin, başkasına değil de, ancak O'na mahsus olduğunu ve ibâdete müstehak olanın da, başkası değil, ancak O olduğunu bilmezler" demektir. Bununla kastedilenin, "Bu apaçık deliller ve kesin burhanlar zikredilip geçmiş olunca, Allahü teâlâ, her ne kadar insanların ekserisi bunu bilmeseler ve bunlara vakıf olmasalar bite, "Bu açıklamaların meydana gelmesi ve bu delillerin zuhur etmesi sebebiyle, Allah'a hamdolsun; bütün hamdler O'na mahsustur!" buyurmuştur" şeklinde olduğu da söylenmiştir.

Allahü teâlâ bu açıklamaları tamamlayınca, "(Habibim), muhakkak (sen de öleceksin) onlar da ölecekler,." buyurmuştur. Murad ise, "Bu topluluk var ya, onlar, dünyada kendilerini hırs ve hased istila ettiği için bu kesin delillere iltifat etmezlerse, sen sakın buna aldırma! Çünkü, sen öleceksin, onlar da ölecekler; sonra, Kıyamet gününde Allah'ın huzuruna götürülecek ve O'nun nezdinde hükümleşeceksiniz. Adil ve kak olan Allah, aranızda hükmedecek, böylece de, hakkı olan şeyi herkese iletip verecektir. İşte o vakit de, hakdan yana olan, batıldan yana olandan; doğru olan da, bozuk olan (zındîk)dan ayrılacaktır..." manasıdır, İşte ayetten hedeflenen budur. cümlesi "Her ne kadar diri olsanız da, sen ve onlar, ölüler mesabesindesiniz... Çünkü, (yakın ve) gelecek olan her şey, mutlaka vuku bulacaktır (onun için gelmiş sayılır)" demektir.

Sonra Cenâb-ı Hak, onların çirkin fiillerinden başka bir çeşidini beyan etmiştir ki, bu, doğru söyleyeni tekzibi ilave etmeleridir. Onların yalan söylemeleri ve buna da, haktan yana olup doğru söyleyeni tekzibi ilave etmeleridir. Onların yalan söyledikleri şeye gelince, bu onların, Allah'a çocuk ve ortaklar isnâd etmesidir. Onların, doğru söyleyenleri yalanlamada ısrar etmelerine gelince, çünkü onlar, nübüvvet iddiası hususunda doğru olduğuna dair kesin hüccet sabit olduktan sonra dahi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanlamaya devam etmişlerdir.

Sonra Cenâb-ı Hak bunun peşinden tehdit ve vaîdi getirmiş ve "Kâfirler için, cehennemde yer mi yok?" buyurmuştur. Bazı kimseler, ehl-i kıbleden olan kimi muhalif ve muarızları tekfir etme hususunda bu ayete sarılmışlardır. Çünkü, (bunlara göre), bütün kati meselelerde muhalif ve karşı olan kimse, sözünde yalancı olur. Aynı zamanda da, hak mezhebi yalanlamış bulunur; böylece de, bu tehdit ve vaîdin kapsamına girmiş olur...

Doğruların Hâli

33

Âyetin tefsiri için bak:37

34

Âyetin tefsiri için bak:37

35

Âyetin tefsiri için bak:37

36

Âyetin tefsiri için bak:37

37

"Sıdkı getirene ve onu tasdik edenlere gelince: İşte onlar takvaya erenlerin ta kendileridir. Rableri nezdinde dileyecekleri şeyler onlarındır. İşte bu, iyi hareket edenlerin mükâfaatidır. Çünkü Allah, onların geçmişte yaptıkları en kötü (hareketlerim bile) örtecek, yapmakta olduklarının en güzeliyle mükâfaatlarını ihsan edecektir. Allah kuluna kâfi değil mi? Seni, O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah kimi saptırırsa, onun yolunu bir doğrultucu yoktur. Allah kime de hidayet ederse, onu bir saptırıcı yoktur. Allah intikam sahibi, mutlak bir galip değil midir?"

Bil ki, Allahü teâlâ, yalancıları ve doğru olanları yalanlayıcıları konu alan tehdidini zikredince, bunun peşinden de, vaadi tehdidine bitişsin diye, doğrular ile tasdik edenlerin vaad ve mükâfaatını zikretmiştir. Konuyla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenab-ı Hakk'ın, ifadesinin takdiri, (......) şeklindedir. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:

a) Bundan murad tek şahıs olup, sıdkı getiren, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir, onu tasdik eden ise, Ebû Bekir (radıyallahü anh)'dir. Bu görüş, Ali Ibn Ebi Talib (radıyallahü anh) ile, bir grup mûfessirden (radıyallahü anh) nakledilmiştir.

b) Maksad, sıdkı getiren herkestir. O halde, sıdkı getirenler, peygamberlerdir. Onu tasdik edenler ise, onlara tâbi olanlardır. Bu görüşü savunanlar, sıdkı getirenin bir cemaat olduğunu; zira, böyle olmasaydı, "işte onlar takvaya erenlerin ta kendileridir" denilmesinin caiz olmayacağını söyleyerek, istidlalde bulunmuşlardır.

İkinci Mesele

Risalet ancak dört rükün ile tamamlanır: Gönderen (mursil). gönderilen (mursel), risâlet ve kendilerine gönderilenler (mürsel ileyh). Resul göndermeden kastedilen, kendilerine resul gönderilen toplumun, risaleti kabul ve onu tasdike yönelmesidir. Binâenaleyh, tasdikte bulunan ilk şahıs, gönderme (İrsal) işinin kendisiyle tamamlanmış olduğu kişidir. Ben, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet eden kişilerden anlatan ve bahseden birisinin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle demiş olduğunu söylerken duydum: "Ebû Bekr'e ilişmeyin, onu kendi haline bırakın; çünkü o, nübüvvetin tamamlayıcısıdır." Kenzûl Ummal 7/18790.

Bil ki: İster tasdik edenden maksad muayyen bir şahıs olsun, ister bu sıfatla muttasıf bütün şahıslar olsun, netice itibariyle Hazret-i Ebû Bekr (radıyallahü anh) buna dahildir. Birinci duruma göre olmasına gelince, Ebû Bekr (radıyallahü anh)'in de buna dahil olduğu aşikârdır. Çünkü ifade, tasdike ilk yönelmiş olan kişiyi de şümulüne alır. Ulemâ ise, ilk tasdik eden en faziletli kişinin ya Hazret-i Ebû Bekir ya da Hazret-i Ali (radıyallahü anh) olduğunda icmâ etmişlerdir. Bu lafzı Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'e hamletmek ise daha evlâdır. Zira Hazret-i Ali (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bi'seti sırasında küçük idi. Böylece de o, evdeki küçük bir çocuk gibiydi. Malumdur ki, onun tasdiki ve yönelmiş olması, öyle pek fazla bir kuvvet ve güç ifade etmez. Ebu Bekir (radıyallahü anh)'e gelince, o, hem yaşça, hem de makam ve mevkice büyük bir kimse idi. O halde, onun tasdike yönelmesi, İslâm için, bir hayli güç ve kuvvet ifade eder. Buna göre bu lafzı, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'e hamletmek daha evlâdır. İkinci duruma göre olmasına gelince, bu, bundan muradın, bu sıfatla muttasıf olan herkes olmasıdır. Bu takdire göre, Ebû Bekir (radıyallahü anh) de bunun kapsamına girer.

Üçüncü Mesele

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Bu kelime, şeddesiz olarak (sadaka) şeklinde de okunmuştur. Yani, "Onunla, insanlara doğru davrandı; onlara yalan söylemedi. Kendisine (Kur'ân) nasıl inmişse, hiçbir tahrif olmaksızın, onu insanlara iletti" demektir. Bunun manasının, "Onunla, yani onun vesilesiyle sâdık ve doğru oldu... Çünkü Kur'ân mucizedir, mucize ise, çirkin bir şey yapmayan sonsuz hikmet sahibi Allah tarafından bir te'yit ve doğrulamadır. Böylece, risâleti iddia eden kimse, bu mucize sebebiyle, sâdık, doğru olmuş oldu..." şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu ifade sudıka şeklinde de okunmuştur.

Bil ki, Allahü teâlâ, sıdkı getiren ile onu tasdik eden hakkında pekçok hükümden bahsetmiştir.

Birinci Hüküm: 'işte onlar, takvaya erenlerin ta kendileridir" cümlesinin ifâde ettiği husus olup şöyledir: Tevhîd ve şirk, birbirine zıt İki şeydir. İki zıddan birisi daha şerefti ve daha faziletli olunca, ikinci zıd da, daha değersiz ve düşük olur. Tevhîd, vasıfların en şereflisi olunca, şirk de, en değersiz şey olur. İki zıddan birisini yapan da, ikinci zıddı terketmiş olur. Binâenaleyh, en kıymetli şey olan tevhidi ıcrâ eden de, en değersiz ve âdi şey olan şirki terketmiş olur. İşte bu manadan dolayı tasdik edenler, müttakîler olmakla nitelenmişlerdir.

İkinci Hüküm: Tasdik edenler hakkındaki "Rahlen nezdinde dileyecekleri şeyler onlarındır. İşte bu, iyi hareket edenlerin mükâfaahdır" cümlesidir. Bu vaadin içine, mükellefin arzu ettiği her şey girmektedir.

Cennetteki Farklılık Hüzün Verir Mi?

İmdi eğer "Kemâlin, bizzat sevildiği ve bizatihi arzu edildiği hususunda şüphe yoktur. Cennetlikler ise, akıllı kimselerdir. Onlar, nebiler ile büyük velilerin yüce makamlarını müşahede ettiklerinde, bunların yüce hayırlar ve mükemmel dereceler olduklarını anlarlar. Kemâl ve hayır olarak bir şeyi bitmek ise, ona meyli ve arzu duymayı gerektirir. Durum böyle olunca da, bu derecelerin kendileri için de hasıl olmasını arzularlar. O zaman da, bu ayetin hükmüne göre, bunların hasıl olması gerekir. Ve yine, eğer bu onlar için meydana gelmezse, o zaman da onlar keder ve yalnızlık içinde kalırlar" denilirse, buna şöyle cevap verilir: "Allahü teâlâ, cennetliklerin kalbinden kin ve hasedi izâle edecektir. Bu da, onların ahiretteki hallerinin dünyadakinin hilâfına olmasını İktizâ eder..."

Rabbi Görmek İsteyenler

Kıyamet gününde mü'minlerin Allah'ı göreceklerini söyleyenler bu ayete (de) tutunmuşlar ve şöyle demişlerdir: Kendilerinin Allah'ı göreceklerine inananlar, O'nun, 'Ve onu tasdik edene..." ifadesinin kapsamına dahildirler Çünkü onlar, nebileri (aleyhisselâm) tasdik etmişlerdir. Sonra bu şahıs, Allahü teâlâ'yı görmek diler.. (İşte o zaman) bunun, "Rableri nezdinde arzu ettikleri şeyler onlarındır" ayetinden dolayı meydana gelmesi gerekir...

Eğer muarızlar, "Biz, cennetliklerin bunu isteyeceklerini kabul etmiyoruz" derlerse, biz deriz ki: Bu, bâtıldır. Çünkü rü'yet, Allah'ı görmek hicabın (perdenin) kalkması ile tecellî vecihlerinin en büyüğüdür. Bunun, bu bakımdan, herkesçe talep edilecek bir hal olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Hatta, bu matlûbun bulunmasının varlığı bizzat imkânsız bir şey olduğu delil ile sabit bile olsa, bunu talep etmek terkedilir, ama bu, talebi gerektiren şeyin bulunmamasından değil, aksine, bir maniin bulunmasındandır ki, bu da, onun bizatihî imkânsız oluşudur. İşte böylece, bu ihtimalin kaim olduğu; nassın ise, onların dileyip istedikleri her şeyin meydana geleceğini bildirdiği, dolayısıyla bunun, Rü'yetullâhın hasıl olmasını da gerektirdiği sabit olmuş olur.

Bil ki, tabiri, cihet ve mekân anlamında, bir "yan, nezd" manasına değildir. Aksine bu "Kudret sahibi, mülkü yüce olanın yanında..."(Kamer. 55) ayetinde de olduğu gibi, samediyyet ve ihlas manasındadır. Şunu bil ki Mu'tezile Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte bu, iyi hareket edenlerin mükâfaatıdır" ayetine tutunarak, bu mükâfaatın, onların ibadetlerinde iyi davranmış olmaları sebebiyle, onlar tarafından hak edilmiş olduğunu söylerler.

Üçüncü Hüküm: "Çünkü Allah onların geçmişte yaptıkları en kötü (hareketlerini bile) örtecek, yapmakta olduklarının en güzeliyle mükâfaatlarını ihsan edecektir" buyruğudur. "Rableri nezdinde dileyecekleri şey onlarındır" cümlesi, bu mükâfaatin geleceğine delâlet etmektedir.

Hak teâlâ'nın, "Çünkü Allah onların en kötü (hareketlerini bile) örtecek" ayeti, o azabın onlardan düşeceğine en mükemmel bir biçimde delâlet etmektedir. Bununla, onların peygamberleri, Allah'dan getirdikleri şeyler hususunda tasdik etmeleri halinde Allah'ın onların amellerinin en kötüsünü, yani bu tasdik ve imanlarında önceki inkârlarını silip, onlara sevabın en güzel çeşidini vereceği manasının kastedildiği de ileri sürülmüştür.

Mukâtil, Cenâb-ı Hakk'ın onlara amellerinin güzellerine karşılık verip, kötü amellerine karşılık vermeyeceğini söylemiştir. Bil ki Mukâtil, Mürcie fırkasının önderlerindendir. Mürcie ise, küfür (inkâr) var ise, insanın taatlarının hiçbir menfaat sağlayamayacağı gibi, kişinin imanı var ise, günahlarının ona zarar vermeyeceğini iddia ederler. Mukâtil, bu ayeti delil getirerek şöyle der: "Bu ayet, peygamberleri tasdik edenlerin, Cenâb-ı Hakk'ın, kötü amellerini sileceğine delâlet eder. Ayetteki "en kötü" ifadesini, onların iman öncesi küfürlerine hamletmek caiz değildir. Çünkü ayetin zahiri, bu silme işinin, Cenâb-ı Hakk'ın bunları müttakiler olarak nitelediği zaman olduğuna delâlet eder. Bu takva ile, onların şirkten kendilerini korumaları demektir. Durum böyle olunca da bununla, İmandan sonra yapılmış olan büyük günahların kastedilmiş olması gerekir. Böylece bu ayet, Allahü teâlâ'nın, onların, iman ettikten sonra yaptıkları şeylerin en kötülerini sileceği hususunda bir nas (kesin hüküm) olur. Onların yaptıkları şeylerin en kötüleri de, büyük günahlardır.

Allah Kuluna Yeter

Dördüncü Hüküm: Örf, bâtılı savunanların, hakkı savunanları pek çok tehdidle korkuttuklarını göstermektedir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hakk, bu şüphenin belini de, "Allah kuluna kâfi değil mi?" buyurarak kırmış ve bu hususu, bir soru üslubuyla ele almıştır. Bundan maksad, bunu insanların aklına iyice yerleştirmektir. Gerçek de budur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın bütün malumatı bilen bir âlim, herşeye gücü yeten bir kadir, her türlü ihtiyaçtan müstağni bir ganî olduğu sabittir. Binâenaleyh bu demektir ki Allahü teâlâ, kullarının ihtiyacını bilir, onları gidermeye kadirdir ve o ihtiyaçları daha iyi ve rahat şeylerle değiştirmeye gücü yetendir. O cimri ve muhtaç değildir ki, cimri ve muhtaç oluşu, bu maksadı yerine getirmesine engel teşkil etsin. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Hak teâlâ'nın belâları defedip, âfetleri kaldıran, insana muradlarını veren bir zât olduğu açıkca anlaşılır. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Allah kuluna kâfi değil mi?" buyurmuştur.

Cenâb-ı Allah, bu mukaddimeyi (girişi) yapınca, buna dayanan matlub neticeyi de bildirmek üzere "Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar" buyurmuştur. Bu, "Allahü teâlâ'nın kuluna yeter olduğu sabit olunca, Allah'dan başkası ile korkutma, abes, boş ve asılsız olur" demektir. Kıraat imamlarının çoğu, ayetteki "abd" kelimesini müfred olarak okumuşlardır ki bu Ebû Ubeyde'nin de tercihidir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "abd" "kul" kelimesine işareten, "Seni korkutuyorlar" ifadesiyle, "seni" zamirini kullanmıştır. Rivayet olunduğuna göre Kureyş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Biz, ilahlarımızın seni çarpacağından korkarız" dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu ayeti indirdi. Bazıları da ayetteki "abd" kelimesini cemi olarak "ıbâd" okumuşlar. Bu kıraate göre, "kullar" ile, peygamberlerin kastedildiği ileri sürülmüştür. "Çünkü Hazret-i Nuh (aleyhisselâm)'a kavmine karşı tufan; İbrahim (aleyhisselâm)'e ateş; Yunus (aleyhisselâm)'a da, düştüğü belâdan kurtarılması yetmiştir. O halde Ey Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), ben senden önceki o peygamberlere yettiğim gibi sana da yeterim". Bununla, peygamberlerin kavimlerinin onlara kötü davranmış olduğunun anlaşıldığı da ileri sürülmüştür. Çünkü Hak teâlâ, "Her ümmet kendi peygamberlerine kastetti" (Mümin, 5) buyurmuştur. Fakat O, peygamberlerine, düşmanlarının serlerine karşı yetmiştir.

Bil ki Allahü teâlâ, vaad, va'îd, tergîb ve terhîb (korkutma ve teşvik) için, uzun uzun sözler sarfedince, sözü bir sonuçta bitirmiştir. Esas hüküm de budur. İşte bundan dolayı O, "Allah kimi saptınrsa, O'nun yolunu bir doğrultucu yoktur. Allah kime de hidayet ederse, onu bir saptırıcı yoktur" buyurmuştur. Bu, "O lütuf ve açıklamalar, ancak Allah'ın kuluna hidayet ve tevfiki nasip etmesi halinde fayda verir" demektir.

Ayetteki, "Allah, intikam sahibi, mutlak bir galip değil midir?" ifadesi, kâfirler için bir tehdiddir.

Bil ki ehl-i sünnet âlimlerimiz, kulların amellerinin yaratılması ve olacak şeylerin irade edilmesi meselesinde, Hak teâlâ'nın bu ayetini delil getirmişlerdir. Bu konuda her iki tarafın söyledikleri malumdur: Mu'tezile, bu iki meselede kendi mezheblerinin doğruluğuna dair, "Allah, intikam sahibi, mutlak bir galib değil midir?" ifadesini delil getirerek, "Eğer onlardaki küfrün yaratıcısı (kendileri değil de), Allah olsaydı, intikam ve tehdid ifade eden bu ifade, onlar hakkında kullanılamazdı" demişlerdir.

Allah Hâkim-i Mutlaktır

38

Âyetin tefsiri için bak:40

39

Âyetin tefsiri için bak:40

40

"Yemin olsun ki onlara "gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, muhakkak, "Allah" diyecekler. De ki: "O halde söyleyin bana, Allah benim için bir zarar dilerse sizin Allah'ı bırakıp taptığınız o şeyler, O'nun bu zararını giderebilirler mi? Yahut Allah benim için bir rahmet dilerse, onlar O'nun bu rahmetini engelleyebilirler mi?" De ki" Bana Allah yeter. Tevekkül edenler ancak O'na tevekkül ederler." De ki: "Ey kavmim, bulunduğunuz hal ve minval üzere (dilediğinizi) yapın. Ben de yaparım. Kendisine rüsvay edici bir azab gelecek olan ve üzerine dâim) bir azap konacak olan kim imiş, ileride anlayacaksınız"

Bil ki Allahü teâlâ, müşriklerle ilgili va'id ile, mü'minlerle ilgili va'd hususunda genişçe mâıumal vennce, putperestlerin yolunun çürük ve bozuk olduğunu göstermek için, yeniden deliller getirip, bunu şu iki esasa dayamıştır.

Allah'ın Varlığındaki İttifak

Birinci Esas: O müşrikler, kadir, âlim, hakim ve rahîm bir ilahın varlığını kabul etmekte idiler. Ayetteki, "Yemin olsun ki onlara, "gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, muhakkak, "Allah" diyecekler" ifadesi ile bu anlatılmaktadır. Bil ki bazı kimseler şöyle derler: Kadir, hakim ve rahîm bir ilahın var olduğunu bilmek, çoğu insanların, üzerinde, ittifak ettikleri bir husus olup, bu hususta onlar arasında bir münakaşa yoktur. Fıtri akıl da, bu bilginin doğruluğuna şehâdet etmektedir. Çünkü göklerin, yerin, özellikle bitkilerin ve hayvanların ve insanın bedenindeki enteresan şeyler ile insandaki harikulade çeşitli hikmetler ve acaib maslahatlar hususu üzerinde düşünüldüğünde, bu düşünen kişi, mutlaka kadir, rahim ve hakîm bir İlahın varlığını kabul edecektir.

İkinci Esas: Putların hayra ve şerre hiçbir kudretleri yoktur. Bu husus da, "O halde söyleyin bana, Allah benim için bir zarar dilerse, sizin Allah'ı bırakıp taptığına o şeyler, O'nun bu zararını giderebilirler mi? Yahut Allah benim için bir rahmet dilerse, onlar O'nun bu rahmetini engelleyebilirler mi?" ayetiyte anlatılmıştır. Böylece bu kimsenin, mutlaka kadir, hakîm ve rahîm bir ilahın varlığını ikrar etmesi gerektiği ve o putların ne hayra ne şerre bir kudretinin bulunmadığı sabit olur. Durum böyle olunca, Allah'a ibadet etmek ve O'na güvenip dayanmak yeterli olur. İşte ayetteki, "De ki: "Bana Allah yeter. Tevekkül edenler ancak O'na tevekkül ederler" ifadesi ile bu anlatılmıştır. Böyle bir esas bulunduğuna göre, insan müşriklerin korkutmalarına aldırmaz. Binâenaleyh ayetin muradı, bu ayetten önce bahsedilen, "Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar" cümlesine karşı verilecek cevaba bir dikkat çekiştir.

Aslı üzere, kelimeler tenvin ile kâşifâtûn, mumsikâtun şeklinde; kolaylık olsun diye, (tenvini düşürerek) izafetle, şeklinde; okunmuştur.

Müennesdekl İncelik

Eğer, "Ayetteki, "Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar" ifadesinden sonra niçin o korkutan şeyleri "müennes" olarak, kâşifât ve mümsikât şeklinde ifade etmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bundan maksad, o şeylerin alabildiğine güçsüz ve zayıf olduklarına dikkat çekmektir. Çünkü dişilik, zayıflığın bulunduğu farzedilen bir durumdur. Bir de müşrikler, putlarını, müennes isimlerle niteleyip, "Lât, Uzzâ ve Menât" gibi isimler veriyorlardı. Bu sebepten de olabilir.

Cenâb-ı Hak, müşriklere karşı, savuşturulmasına imkân bulunmayan böylesine güçlü deliller getirince, bunun peşinden, tehdid üslûbu ile, "De ki: "Ey kavmim, bulunduğunuz hal ve minval üzere (dilediğinizi) yapın..." yani "Sizler, son derece güçlü ve kuvvetli olduğunuza inanıyorsunuz. Öyle ise ellerinizden gelen her türlü hile ve tuzağa başvurun. Ben de, dinimi anlatmak için çalışıp çabalayacağım. Çünkü sizler o azabın ve rezilliğin, bana mı, yoksa sizin başınıza mı geleceğini göreceksiniz" buyurmuştur. Bu ifadenin maksadı, tehdid ve korkutmadır.

Hayatın Kıymeti

41

Âyetin tefsiri için bak:44

42

Âyetin tefsiri için bak:44

43

Âyetin tefsiri için bak:44

44

"Şüphesiz biz sana kitabı insanların faydası için, hak olarak indirdik. Artık kim idayete ererse, bu, kendi lehinedir. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine apmış olur. Sen, onlar üzerinde bir vekil değilsin. Allah, insanın ölümü amanında ve ölmemiş olanı uykusu zamanında ruhlarım alır. Hakkında lüme hükmettiğinin ruhunu tutar, diğerini ise, muayyen bir vakte kadar alar. Şüphe yok ki bunda iyi düşünecek kimseler için kesin ibretler vardır. Yoksa o (kâfirler), Allah'dan başka varlıkları şefaatçiler mi edindiler?" De ki: "Hiç bir şeye güç yetiremeseler, akıl erdiremez olsalar da mı (onları şefaatçi ediniyorlar)?" De ki: "Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Nihayet hepiniz ancak O'na döndürüleceksiniz"

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın da, "İman etmeyecekler diye, neredeyse kendini helak edeceksin "(Şuara, 3); "İnanmıyorlar diye, bir üzüntü duyarak arkalarından kendini adetâ tüketeceksin" (Kehf, 6) ve "O halde (habibim), nefsin onlara karşı (üzüntülerle tükenip) gitmesin" (Fatır, 8) buyurduğu gibi, onların küfürde ısrarları, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ağır geliyordu. Binâenaleyh Hak teâlâ, işte bu ayetlerinde, bazan delil ve beyyinelerle, bazan darb-ı mesellerle (benzetmeler yaparak), bazan da vaad ve va' idlerle, müşriklerin yollarının yanlışlığı hususunda detaylı malumat verince, bunun peşinden, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbinden bu büyük üzüntü ve endişeyi silip götürecek bir ifade getirerek, "Şüphesiz biz o kitabı insanların feydası için, hak olarak indirdik sana..." buyurmuştur. Bu şu manayadır: "Biz sana, insanların faydalanmaları ve sayesinde hidayete ermeleri için, kıymetli ve mükemmel bir kitap indirdik ve onun inişine hak ile birlikte kıldık." Bu hak, onun Allah katından olduğunu gösteren mucize oluşudur. Binâenaleyh kim hidayete ererse, bu hidayete erişinin faydası kendisinedir. Kim de sapıtırsa, bu sapmasının zararı kendinedir. "Sen onlar üzerinde bir vekil değilsin" yani "Sen onları zorla imana sevketmekle görevli değilsin. Kabul etmek veya etmemek onlara havale edilmiştir" demektir. Bu, onların inkârda ısrarları karşısında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i teselli etmek içindir.

Cenâb-ı Hak sonra, hidayet ve dalâletin, ancak kendisinden olduğunu beyan etmiştir. Çünkü hidayet, hayata ve uyanıklığa; dalalet ve ölüme ve uykuya benzemektedir. Hayat ve uyanıklık, Ölüm ve uyku, ancak Allah'ın yaratması ve var etmesiyle meydana geldiği gibi, hidayet ve dalalet de ancak Allah'dan olur. Binâenaleyh kim bu inceliği iyice kavrarsa, Allah'ın kader sırrını anlamış olur. Kim de Allah'ın kader sırrını iyice anlarsa, bela ve musibetler kendisine kolay gelir. Binâenaleyh işte bu inceliğe dikkat çekme, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbinden o hüznün giderilmesine sebep olur. İşte ayetin, Önceki ayetlerle münasebeti budur. Bu münasebet hususunda, şu izah da yapılmıştır: Allahü teâlâ, ibadete putlardan daha müstehak olduğunu anlatmak için, âlemin ilâhının olduğu hususunda bu delili de zikretmiştir.

İkinci Mesele

Ayetin maksadı şudur: Allahü teâlâ, ölüm esnasında ruhları alıyor. Uyurken de ölmesine hükmettiği ruhları tutup, diğerlerini, yani uyuyanı belirlenmiş zamanına, yani ölümü için biçilmiş vaktine kadar (ecelleri gelinceye kadar) salıyor. Binâenaleyh ayeti, "Allah, ölürken çıkacak olan o ruhları tutup bedenlerine geri göndermiyor" manasında, ifadesi, de, "Uyurken aldığı o ruhian, uyandıklarında bedenlerine geri gönderiyor ve bu durum belli bir zamana kadar devam ediyor. O belli zaman da o canın ölüm vaktidir" manasındadır. İşte ayetin lafzının izahı böyledir ve gerçeğe tıpatıp uymaktadır.

Ruhdaki Büyük Kabiliyet

Fakat bu hususu iyice izah etmemiz gerekir. Bu sebeple diyoruz ki: İnsanî ruhlar, ruhanî, aydınlatıcı cevherler demektir. Ruh, bedenin tamamıyla alâka kurduğunda, onun ışığı-tesiri bütün uzuvlarda ortaya çıkar. Buna hayat denir. Diyoruz ki: Ölüm esnasında bu cevherin bütün ilgi ve münasebeti, bedenin içinden ve dışından kesilir. Buna da ölüm denir. Ama uyurken, ruhun tesir ve ışığı, bazı bakımlardan, bedenin zahirinden kesilir, ama bedenin içinden kesilmez. Böylece ölüm ve uykunun aynı cins şeyler olduğu görülür. Ama ölüm, tam olarak alakayı kesmek, uyku ise bazı bakımlardan ve eksik olarak (kısmen) alakayı kesmektir.

Ruh-Beden Münasebetleri

Bunun böyle olduğu anlaşıldığına göre, kadir, âtim ve hakîm olan o yüce zatın, ruh cevherinin bedenle alâkasını şu üç şekilde idare ettiği sabit olur:

a) Ruhun ışık ve tesirinin, bedenin bütün parçalarında, içinde ve dışında gözükmesi... İşte bu uyanıklık halidir.

b) Ruh cevherinin ışık ve tesirinin, bazı bakımlardan, bedenin zahirinden alakasını kesip, bedenin batınındaki alakasını sürdürmesi... Bu da uyku halidir.

c) Ruh cevherinin ışık ve tesirinin bedenin tamamından kesilmesi... İste ölüm de budur. Böylece ölüm ve uykunun her birinin, ruh cevherinin ölümü manasına gelmede müşterek oldukları, sonra bu ikisinin birbirinden, belli özellikler sayesinde ayrıldıkları sabit olmuş olur. Böylesi acaib (enteresan) bir idare, ancak kadir, alîm ve hakîm bir zattan olur. İşte ayetteki,"Şüphe yok ki bunda iyi düşünecek bir kavim için kesin ibretler vardır" ifâdesi ile anlatılmak istenen budur. Bununla tu mana da murad edilmiş olabilir: "Deliller, insana gerekli olanın, İşte böylesi bir kudret ve hikmete sahip olan bir ilaha ibadet edilmesine, şuursuz ve İdraksiz birtakım cansız varlıklar olan putlara ibadet edilmemesine delalet etmektedir."

Şirkin Masum Yüzü

Bil ki kâfirler, bu söze karşı bir soru yönelterek, "Biz bunların zarar ve fayda veren ilahlar olduğuna inandığımız için bu putlara tapmıyoruz. Biz ancak bunlara, Allah katında mukarreb (yakın) bazı kimselerin heykelleri oldukları için ibadet ediyoruz. Binâenaleyh bu demektir ki biz bunlara, o büyük kimselerin, Allah katında bizim şefaatçilerimiz olmaları için ibadet ediyoruz" demişlerdir. Böylece Allahü teâlâ, onların bu sorusuna, "Yoksa o kâfirler Allah'dan başka varlıkları şefaatçiler mi edindiler?" De ki: "Hiçbirşeye güç yetirmeseler, akıl erdiremez olsalar da mı?" diyerek cevap vermiştir.

Şefat Yalnız Allah'ındır

Bu cevabın izahı şöyledir: O kâfirler, bu şefaati ya bu putlardan, yahut da putların, heykelleri olduğunu söyledikleri o âlim ve zahid kimselerden beklemektedirler. Birinci ihtimal olamaz, çünkü bu cansızlar, yani putlar, hiç bir şeye güç yetiremezler ve hiç bir şey düşünemezler. Binâenaleyh daha nasıl bunlardan o şefaatin olması beklenebilir? İkinci ihtimal de olamaz. Çünkü Kıyamet günü hiç kimse, hiç bir şeye sahip olamaz ve Allah'ın izni olmaksızın o şefaate de kadir değildir. Böylece, gerçek şefaatçi, o şefaatin yapılmasına müsâade edecek olan Allahü teâlâ'dır. Binâenaleyh Allah'a ibadet etmek, başkasına ibadet etmekten daha evladır. İşte Hak Teâla'nın "De ki: "Bütün şefaat Allah'ındır" ifadesi ile kastedilen budur.

Allah'ın Hükümranlığı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, kendisinden başka hiç bir kimsenin bir (gerçek) mülkü olmadığını, "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Nihayet hepiniz ancak O'na döndürüleceksiniz" buyurarak açıklamıştır. Bazı kimseler, şefaatin hiç olmayacağına dair, "De ki: "Bütün şefaat Allah'ındır" ayetine tutunmuşlardır. Çünkü Hak Teâla'nın, yapılacak şefaate müsaade etmediği sürece, hiç kimsenin şefaat edemeyeceğini biz de kabul etmekteyiz. Eğer, "Allahü teâlâ'nın, "Allah, insanın ölümü zamanında ... ruhlarınızı alır" ifadesi ile ilgili olarak şöyle bir soru sorulabilir: Bu ayet, canları alanın, ancak Allah olduğunu gösterir. Bu husus, "ölümü ve hayatı yaratan (Allah'ın) şanı yücedir" (Mülk, 2), "Benim Rabbim, dirilten ve öldürendir" (Bakara. 285) ve "Sizler ölüler iken, sizleri dirilttiği halde, Allah'ı nasıl İnkâr edebilirsiniz?" (Bakara, 28) ayetleri ile de kuvvet bulur. Ama Cenâb-ı Hak bir başka ayette, "De ki: "Sizlerin canını ölüm meleği alır" (Secde, 11); bir üçüncü ayetinde de, "Sizden birine ölüm (vakti) geldiğinde, onun canını elçilerimiz alır" (En'am. 61) buyurmuştur, (ne dersiniz?)" denilirse, buna şöyle cevap veririz: Gerçekten can alan, Allahü teâlâ'dır. Fakat O, sebepler âleminde çeşitli işlerden her birini bir meleğe havale etmiştir. Böylece de, canlan alma işini ölüm meleğine (Azrail (aleyhisselâm)'e) havale etmiştir ki o, başkandır. Onun emri altında, hizmetçisi ve tâbisi olan melekler vardır. Binâenaleyh işte bu ayette, can alma işi gerçek manada Allah'a; ikinci ayette, bu işin baş görevlisi olduğu için ölüm meleğine, diğer ayette de, ölüm meleğinin emrinde oldukları için, diğer meleklere nisbet edilmiştir. Allah en iyi bilendir.

Alay Edilen Gerçeğin Onları Sarması

45

Âyetin tefsiri için bak:48

46

Âyetin tefsiri için bak:48

47

Âyetin tefsiri için bak:48

48

"Allah, bir olarak anıldığı zaman, âhirete inanmazların kalpleri tiksinir. Ama Allah'dan başkası anıldı mı, bunların derhal yüzleri güler. De ki: "Ey gökleri ve yeri yaratan, gizliyi de, aşikârı da bilen Allah'ım, kullarının aralarında ihtilaf etmekte oldukları şeyler hakkındaki hükmü sen vereceksin. Eğer yerde ne varsa hepsi ve bunlarla birlikte bir misli daha, o zâlimlerin elinde olsaydı, Kıyamet günü uğrayacakları azabın kötülüğünden kurtulmak için elbette bunları feda ederlerdi. Halbuki (o gün) onlar için Allah'dan hiç de ummayacakları nice şeyler meydana gelecektir. Onların (dünyada) kazandıkları kötülükler o gün açığa çıkmış ve eğlence edinmekte oldukları şey onları çepeçevre sarıp kuşatmış olacaktır"

İşmi'zaz

Bil ki bu, müşriklerin o kötü işlerinden bir diğeridir. "Bir olan Allah'dan başka Allah yoktur. O birdir, ortağı ve benzeri yoktur" dediğinde, onların yüzlerinde ve kalplerinde nefret izleri belirir. Ama putlardan ve heykellerden bahsettiğinde, onların kalplerinde ve gönüllerinde sevinç izleri belirir ki bu, onların cehaletine ve ahmaklığına delâlet eder. Çünkü Allah'ı zikretme, mutlulukların başı, hayır ve güzel şeylerin en birincisidir. Âdi cansızlar demek olan o putların zikri ise, cehaletin ve ahmaklığın başıdır. Binâenaleyh onların, bir olan Allah'ı zikirden nefret etmeleri ve bu putların anılması ile sevinip ferahlamaları, onlarda çok bulunan o cehalete ve ileri derecedeki ahmaklığa delâlet eden en kuvvetli delillerdendir.

Keşşaf sahibi şöyle der: "Bazan bu iki fiil yani, "istibşar" ve "işmi'zâz", birbirinin mukabili olarak kullanılır. Çünkü bunlardan herbiri, kendi babında zirveyi ifade eder. Zira "istibşâr", kişinin kalbinin, sevincinin eserinin yüzünün beşeresinde (derisinde) görülebilecek kadar ileri olmasını ifade eder. "işmi'zâz" ise, kişinin öfke ve üzüntüsünün iyice artıp, böylece canını kalbinin içinde sıktığına, böylece de yüzünün derisinde, yerin karanlığına benzer bir karanlığın ve bir bulanıklığın belirmesini ifade eder."

Allahü teâlâ, akıl fıtratının da, yanlışlığına şehadet ettiği bu enteresan işi nakledince, bunun peşinden şu iki şeyden bahsetmiştir:

1) Büyük bir duayı zikredip, önce bu duada kendini tam bir kudret ile niteleyerek, "De ki: "Ey gökleri ve yeri yaratan Allah'ım..." buyurmuş, ikinci olarak da yine kendisini tam bir ilimle tavsif edip "Gizliyi de aşikârı da bilen Allah'ım" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak bu ayette kudretini, ilminden önce getirmiştir. Çünkü O'nun kudretini bilme, ilmini bilmeden öncedir.

2) Cenâb-ı Allah bu duayı zikredince, "Kullarının aralarında ihtilaf etmekte oldukları şeyler hakkındaki hükmü sen vereceksin" yani "Onların, Allah'ın birliğinin zikrinden nefretleri, ama şirkin bahsinden hoşlanmaları, aklın bedaheti ile, yanlışlığı bilinen bir husustur. Buna rağmen, onlar bu işte ısrar etmişlerdir. Binâenaleyh sen hariç, hiç kimse onlardan bu yanlış inancı ve batıl görüşü silmeye kadir olamaz. Ebû Seleme'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: " Aişe'ye, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gece namazına ne ile başladığını sordum. O da, şöyle dedi: "Hazret-i Peygamber şöyle dua ederek başlardı: "Ey Allah'ım, Ey Cebrail'in, Mikâil'in ve israfil'in Rabbi, Ey göklerin ve yerin yaratıcısı, gizliyi de âşikârı da bilen Allah'ım, kullarının aralarında ihtilaf etmekte oldukları şeyler hakkındaki hükmü sen vereceksin. Beni, izninle, ihtilaf edilen o hakka ilet. Şüphesiz sen, dilediğini, sırat-ı müstakime iletensin" Nesai, kryamu'l-leyl, 12 (3/213).

Kâfirlere Tehditler

Bil ki Allahü teâlâ, onlardan bu batıl görüşü nakledince, onlara yönelik va'id (tehdid) olarak şunları zikretmiştir:

1) O kâfirler şayet, yeryüzündeki malların tamamına malik olsalardı, bir o kadar da ellerinde bulunsaydı, onlar, o şiddetli azabtan kendilerini kurtarmak için, bütün bunları fidye olarak verirlerdi.

2) Cenâb-ı Hakk'ın, "Halbuki (o gün) onlar için Allah'dan hiç de ummayacakları nice şeyler meydana gelecektir" ayetinin ifade ettiği husus olup, bu, "Onlar için, hesaplarında olmayan çeşitli azaplar meydana gelecek..." demektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in cennetteki mükâfaatın vasfı hususunda, "O cennette, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin hatırından bile geçmediği şeyler vardır" Müsned, 2 / 313. buyurduğu gibi ilahî ceza hususunda da böylesi bir ceza kullanılmıştır ki, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Halbuki (o gün) onlar için Allah'dan hiç de ummayacakları nice şeyler meydana gelecektir" ayetinin ifade ettiği husustur.

3) Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların (dünyada) kazandıkları kötülükler o gün açığa çıkmış..." ayetinin ifade ettiği husustur. Bu da, "Kazandıktan o günahların neticeleri, kendilerine zuhur etti, tahakkuk etti" demek olup, bu da, "Kazandıkları o günahların neticeleri olan çeşitli azaplar, onlar için zuhur edip meydana geldi" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onların istihzalarının cezası, onları her taraftan kuşum" buyurmuş, işte bu hususlarla, onların cezalarının büyüklüğüne dikkat çekmiştir.

İnsanın Yersiz Gururu

49

Âyetin tefsiri için bak:52

50

Âyetin tefsiri için bak:52

51

Âyetin tefsiri için bak:52

52

"İnsana bir zarar dokunduğu zaman, bizi çağırır. Sonra kendisine, bizden bir nimet verdiğimiz vakit, "Bu, bana ancak, bilgimden dolayı verilmiştir" der. Hayır, bu bir imtihandır. Lakin, onların çoğu bilmezler. Bu (sözü), onlardan evvelkiler de söylemişlerdi de, kazanmakta oldukları o şeyler kendilerine hiçbir fayda vermemişti. Binnetice, o kazandıkları kötülükler, onlun musibete uğratmıştı. Bunlar içinden zulmedenlere gelince, onların kazandıkları kötülükler de, kendilerini çarpacaktır. Ve onlar da, bizim azabımızın önüne geçebilecek değildirler. Allah'ın, kimi dilerse, onun rızkını yaymakta, (kimi de dilerse onunkini) kısmakta olduğunu hâlâ anlamadılar mı? Şüphesiz bunda, iman edecek bir kavim için katı ibretler vardır"

Bil ki bu, onların o yanlış yollarından başka bir yolun anlatılışıdır. Zira onlar, fakirlik ve hastalık demek olan bir zarara düştüklerinde, Allah'a yalvarıp yakarıyortar ve bunun giderilmesinin, sadece O'nun sayesinde olacağını biliyorlardı... Ama, Allah onlara nimetler lütfedip bağışladığında ise, -ki bu nimet ya, maldaki bolluk veyahut da kişinin can sağlığı ve afiyetidir-, bunun, ancak kendi kesbi ve gayreti, çabası ile meydana geldiğini iddia ediyor; eğer verilen bu şey mal ise, "Bu benim kazancımla"; eğer sıhhat ise, "bu ancak, benim falanca ilacı kullanmam sebebi ile meydana gelmiştir" diyor ki, bu büyük bir çelişkidir. Çünkü bu kimse aciz ve ihtiyaçlar içinde kıvranıyorken herşeyi Allah'a nisbet ediyor, ama emniyyette, sıhhat ve afiyette iken bunu Allah'a nisbet etmeyerek, kendisinin kesbine isnâd ediyor ki, bu kabîh bir çelişkidir. Böylece Allahü teâlâ, onların, sıkıntı ve rahatlık içinde bulunuyorlarken, izledikleri bu tutarsız yolun kötülüğünü vecîz ve fasih bir lafızla beyân ederek, "Hayır, bu bir imtihandır" buyurmuştur ki bu, "kâfire verilen bu nimet, bir imtihan vesilesidir. Çünkü, bu nimet verildiğinde şükredilmesi, geri alındığında ise sabredilmesi gerekli olan bir nimettir. Durumu böyle olan şey ise, kendisine nimet verilen kimsenin durumu o esnada sınanıp denendiği için, "fitne" olarak nitelenebilir. Nitekim Arapça'da, özünü posasından ayırıp da miktarını belirlemek için, ateşe koyduğunda, "Altını, ateş ile fitneledim, yeni hasım potasından ayırdım" denilir.

Fa ve Vav ile Yapılan Atıf

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Lakin, onların çoğu bilmezler..." buyurmuştur. Bu, "Bizim bu verdiğimiz nimet, ancak bir deneme içindi..." demektir. Ayette geriye, soru ve cevabı sadedinde ele alacağımız şöylesi birkaç bahis kalmıştır:

Birinci Soru: Bu ayetin, fâ ile; bu sûrenin başındaki aynı manadaki ayetin (zümer, 8) vâv ile atfedılmesinin sebebi nedir?

Cevap: Allahü teâlâ, bu ayetten önce, o müşriklerin Cenâb-ı Hakk'ın birliğini duyduklarında nefrete kapıldıklarını, bozulduklarını; ama, şeriklerden bahsedildiğini duyduklarında ise sevindiklerini nakletmiş, daha sonra da, takîb için olan fâ ile, bir zarara ve bir belâya duçar olduklarında, bir olan Allah'a sığındıklarını belirtmiştir. Böylece, ilk fiilleri, ikinci hareketlerine ters düşmüştür. Bu sebeple Cenâb-ı Hak (bu ifadeyi), bu müşriklerin o anda çok açık bir çelişkiye düştüklerine; herbiri diğerine zıt olmasına rağmen, birinci ile ikinci arasında bir fasıla bulunmadığına delâlet etsin diye, fâ-i takîbiyyeyi getirmiştir. İşte burada, takîb için getirilen fâ'nın getirilişindeki fayda budur. Birinci ayetteki (Zümer. 8) gaye ise, onların o anda bir tenakuz içinde bulunduklarını beyan etmek değildir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak bu ayeti, fâ ile değil de vâv ile getirmiştir.

İkinci Soru: "Tahvil" ne demektir?

Cevap: Tahvil, lütfetmek, karşılıksız vermek demektir. Buna göre ayetin manası, "Biz, onlara lütfediyoruz, onlar ise, bunu hak ettiklerini zannediyorlar" şeklinde olur.

Kibirden Kurtulma Gereği

Üçüncü Soru: Ayetteki, "Bu, bana ancak, bilgimden dolayı verilmiştir" ifadesinden ne kastedilmiştir?

Cevap: Bununla, "Bu bana, Allah'ın benim ona müstehak olduğumu bilmesinden dolayı"; "Bu bana, benim buna müstehak olduğumu bilmemden ötürü verilmiştir..." manasının kastedilmiş olması muhtemeldir. Bu ifadeyle şöyle bir mananın da kastedilmiş olması muhtemeldir: "Bu bana, -meselâ kişinin hasta olup da kendisini tedavi etmesi gibi- İlmim, yani onu elde etmeye muktedir olabilmeyi bilmemden dolayı verilmiştir." Yani bu kimse, "Ben bu sıhhati, hastalığın nasıl tedavi edileceğini bilmemden; bu malı da, nasıl kazanılacağını bilmemden dolayı... elde ettim" demek istemiştir.

Dördüncü Soru: Ni'metu kelimesi, müennestir. (......) ifâdesindeki "hû" zamiri de, nimete râcidir. Binâenaleyh, müzezker bir zamir (-hu), müennese râcî olabilmiştir? Hatta Cenâb-ı Hak, bu ifadenin hemen ardından, buyurmuş, buradaki (nimete râcî olacak) bu zamiri de müennes getirmiştir. Binâenaleyh, bunun sebebi nedir?

Cevap: Kelamın takdiri, "Biz ona, nimete dair bir şey verdiğimizde..." şeklinde olup, böylece ni'met kelimesinin lafzı müennes, manası ise müzekker olmuş olur. İşte bu sebeple de, hiç şüphesiz bu iki husus caiz olabilmiştir.

İddialar İlahî Hükmü Değiştiremez

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bu sözü onlardan evvelkilerde söylemişlerdir de, kazanmakta oldukları o şeyler, kendilerine hiçbir fayda vermemiştir" buyurmuştur. (......) ifâdesindeki "hâ" zamiri; "el-kelimetu" veya "el-cümletu" te'vilinde olduğu için, (......) ifadesine râcidir. (......) ifadesiyle kastedilenler de, Karun ve onun kavmidir. Çünkü Karun, "Bu bana ancak, bende olan ilimle verilmiştir..." (Kasas. 78) demiş, kavmi de bunu benimsemiş, buna razı olmuştu. Dolayısıyla adetâ, sanki onlar bu sözü söylemiş gibi olmuşlardı. Geçmiş ümmetlerin içinde aynı sözü söyleyenlerin de mevcut olmuş olması mümkündür.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "... kazanmakta oldukları o şeyler, kendilerine hiçbir fayda vermemiştir" buyurmuştur ki, bu, "Bu batıl inanç ve kesbettikleri ve benimsedikleri bu yanlış görüş, Allah'ın azabından hiçbir şeyi onlardan def edememiş; tam aksine, kesbettikleri bu şeylerin cezası, başlarına gelmiştir!" demektir.

Cenâb-ı Hak, öncekilerin içinde, kazandıkları şeylerin kötülüğünün, yani batıl inançlarının ve fasit görüşlerinin azabına uğrayanlar olduğunu beyan edince, "Ve onlar da, bizim azabımızın önüne geçebilecek değildirler..." buyurmuştur ki, bu da, "Onlar beni, ne dünyada, ne de ahirette acze düşüremezler (elimden kurtulamazlar)" demektir.

Rızık Allah'ın Elinde

Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuş olup, bu, "ne kadar, Allahü teâlâ'nın, dilediği kimselerin bazan rızkını genişleten, bazan da kısan bir zât olduğunu yoksa anlamadılar mı?" demektir. Ayetteki, yakdıru kelimesinin manası, "kıt verir, daraltır" demektir.

Bunun (aklen) delili ise şudur: Biz, insanların rızkının bol ve dar oluşları açısından farklı farklı olduklarını görmekteyiz. Bunun mutlaka bir sebebi vardır. Bunun sebebi ise kişinin aklı ya da cehaleti değildir. Çünkü biz, nice akıllı ve kudretli kimselerin, geçim sıkıntısına düştüklerini ve nice cahil, hasta ve zayıf kimselerin de bolluk içinde yüzdüklerini görmekteyiz... Bu, tabiatın, yıldızların ve feleklerin tesiriyle de değildir. Çünkü kendisinde, büyük bir hükümdarın ve kahir bir padişahın doğduğu o saatte, gerek insanlardan, gerekse insanların dışındaki diğer canlılardan nice alemler de doğmaktadır. Yine o saatte, bitkilerden de bir âlem meydana gelmektedir. Binâenaleyh biz, o aynı saat içinde mutluluk ve bedbahtlık açısından farklı olmalarına rağmen, pekçok şeylerin meydana geldiğini görüp müşahede ettiğimize göre, mutluluk ve bedbahtlık hususunda müessir olanın bu doğan (yıldızlar) olmadığını anlamış oluyoruz. Bu kısımlar batıl ve geçersiz olunca da, bu hususta müessir olanın, Allahü teâlâ olduğunu anlamış oluyoruz. İşte bu kesin, aklî delil ile, ayetinin ifade ettiği mananın doğruluğu ortaya çıkmış olur. Nitekim şair de, "Ne, Müşteri yıldızının hükmettiği bir mutluluk söz konusudur, ne de Zuhal yıldızının aleyhimize olarak yazdığı mutsuzluk! Fakat bütün bunlar, semavatın Rabbi ve hakimler hakimi olan Yüce Allah'ın hükmüdür"

Affın Genişliği

53

Âyetin tefsiri için bak:59

54

Âyetin tefsiri için bak:59

55

Âyetin tefsiri için bak:59

56

Âyetin tefsiri için bak:59

57

Âyetin tefsiri için bak:59

58

Âyetin tefsiri için bak:59

59

"De ki: "Ey kendi aleyhlerine olarak haddi aşan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahtan bağışlar. Şüphesiz o, çok affedicidir. Çok merhametlidir. Size azab gelip çatmazdan önce Rabbinize dönün, O'na teslim olun. Aksi takdirde yardım edilmezsiniz. Rabbinizden size indirilenin en güzeline, kendiniz farkında olmayarak, ansızın (başınıza) azab gelmezden önce, tabî olun. Her nefsin, "Allah yanında, işlediğim taksirattan dolayı yazıklar olsun bana. Gerçekten ben, eğlenenlerdendim" diyeceği, yahut "Allah bana hidayet verseydi elbette ben de müttakîlerden olurdum" diyeceği yahut azabı görürken, "Benim için bir dönüş daha olsaydı da, iyi hareket edenlerden bulunsaydım" diyeceği gün gelmeden önce (Rabbinizden indirilene tabi olun.)" Hayır, sana ayetlerim gelmişti de, sen onları yalan saymış, kibirlenmeye kalkmış, kâfirlerden olmuştun".

Bil ki Allahü teâlâ, kâfirlerle ilgili tehdidler hususunda, genişçe bilgi verince, kulları hakkındaki rahmetinin, fazlının ve ihsanının mükemmel olduğunu da bunun peşi sıra haber vermiştir.

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

Büyük Günahların Affı

Ehl-i sünnet âlimlerimiz, Allahü teâlâ'nın, büyük günahları atfedebileceğine dair, bu ayeti delil getirerek şöyle emişlerdir: "Biz, bu kitapta, Kur'ân'ın örfünün, "kullarım" ifadesinin, mü'minler için olacak şekilde kullandığını anlatmıştık. Nitekim Hak teâlâ, "Rahman'ın yeryüzünde mütevazı olarak yürüyen kulları..." (Furkân, 63) ve "Allah'ın kullarının içeceği göze..."(insan, 6) buyurmuştur. Bir de "kullarım" lafzı, ta'zim (saygı ve değeri) gösterme sadedinde kullanılmıştır. Dolayısıyla bunun, sadece mü'minler hakkında kullanılmış olması gerekir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, bu ayetteki, "Ey kullarım" lafzının, mü'minler hakkında kullanıldığı anlaşılır. Bir de mü'min, kendisinin Allah'ın abdi (kulu) olduğunu itiraf eden kimsedir. Müşrikler ise, kendilerini Abdullât, Abduluzzâ ve Abdulmesih diye adlandırmışlardır. Böylece "ey kullarım" ifadesinin ancak mü'minlere uygun düştüğü sabit olur.

Bu da sabit olunca diyoruz ki: Allahü teâlâ, "Kendilerine karşı İsraf eden, haddi aşan kullarım..." buyurmuştur. Bu ise, bütün israf edenleri içine alan genel bir ifadedir. Cenâb-ı Hak, bundan sonra, "Çünkü Allah bütün günahları bağışlar" buyurmuştur ki bu, O'nun, mü'minterden sâdır olan günahların hepsini bağışlayıcı olmasını gerektirir. Bizim anlatmak istediğimiz de budur.

Af İçin Tevbe Şart mı?

İmdi, eğer sorulacak olursa ki: "Bu ayeti zahirî manasına almak mümkün değildir. Aksi halde, günahların bağışlanmış olduğuna kesin hükmetmek gerekir. Siz (ehl-i sünnet) ise, böyle demiyorsunuz. Dolayısıyla, bu ayetin manası, sizin söylediğiniz şey değildir. Sizin söylediğinize ise bu ayet delâlet etmemektedir. Binaenaleyh yaptığınız istidlal düşer. Bir de Allahü teâlâ, bunun peşisıra, "Size azab gelip çatmazdan önce Rabbinize dönün, O'na teslim olun ... farkında olmaksızın, ansızın (başınıza) azap gelmezden önce..." buyurmuştur. Eğer ayetin evvelinden, Allahü teâlâ'nın bütün günahtan kesinkes bağışlayacağı kastedilmiş olsaydı, bunun peşinden tevbeyi emretmez ve onları, anlamadıkları ve beklemedikleri bir yönden kendilerine gelecek bir azabla korkulmazdı. Hem sonra Cenâb-ı Hak, "Her nefsin, "Allah yanında işlediğim taksirattan dolayı vay yazıklar olsun bana..." diyeceği gün (...)" buyurmuştur. Eğer bütün günahlar affedilmiş olsaydı, insanın böyle demesine gerek kalmazdı. Ayrıca eğer, anlatılmak istenen şey, ayetin lafzının zahirinin delâlet ettiği şey olsaydı, o zaman bu, adetâ günahları işlemeye bir teşvik ve günah yapmaya bir salıverme gibi olurdu ki böyle birşey Allah'ın hikmetine uygun düşmez. Bunun böyle olduğu sabit olunca, o zaman ayetten "Günahkârın ilâhi azabtan kesinlikle kurtulamayacağı" zannına kapılmasının caiz olmayacağına dikkat çekmek olduğunu söylemek gerekir. Çünkü böyle inanan kimse, Allah'ın rahmetinden ümit kesmiş olur. Zira her günahkâr ve asî, ne zaman tevbe etse, cezası silinip, mağfiret ve rahmet ehlinden olur. Dolayısıyla ayetteki, "Allah bütün günahlan bağışlar" ifadesi, "Tevbe etmek ve O'na yönelmek şartıyla Allah günahları bağışlar" manasında olmuş olur." Evet böyle bir suale karşı şöyle cevap verilir:

Karşı tarafın (Mu'tezile'nin) "Ayet bütün günahların kesinkes affını gerektirir. Siz ise bunu söylemiyorsunuz" şeklindeki sözüne gelince, biz diyoruz ki, "Aksine biz bunu söylüyor ve benimsiyoruz. Çünkü yağfiru "affeder" fiili muzâri olup, muzârî gelecek zaman için kullanılır. Bize göre Allah, "La İlahe illallah, Muhammedü'n-Rasûlüllah" diyen herkesi, cehennemden çıkaracaktır. Böyle olması halinde büyük günah sahibi de, İster cehennem ateşine girmeden önce, ister girdikten sonra olsun, kesinlikle neticede affedilecektir. Böylece ayetin zahirinin delâlet ettiği mananın, bizim inancımızın tâ kendisi olduğu sabit olur.

Yine karşı tarafın, "Günahların tamamının bağışlanması durumunda, Allahü teâlâ tevbeyi emretmezdi" şeklindeki sözüne de şöyle cevap verebiliriz: Bize göre, insanın her zaman tevbesi vâcibtir (gereklidir). Çünkü ilahî ceza, her zaman için söz konusudur. Çünkü ilâhî cezanın hiç olmadığını söylemiyoruz. Aksine Cenâb-ı Hak kayıtsız şartsız da affedebilir, bir müddet cehennemde azab ettikten sonra da affedebilir, diyoruz. İşte aynı yol ile, onların diğer sorularına da cevap verilebilir. Allah en fyi bilendir.

Af Delilleri

Bil ki bu ayet, ilahi rahmetin olacağına, şu bakımlardan delâlet eder:

1) Allahü teâlâ günahkârı "kulum" diye adlandırmıştır. Kulluk ise, kişinin ihtiyaç içinde olduğunu, zillete düştüğünü anlatır. Rahim ve Kerîm'e uygun düşen ise, miskin ve muhtaç kuluna, hayır ve rahmetini bol bol vermesidir.

2) Allahü teâlâ, mütekellim ya'sı ile onları kendisine nisbet ederek, "Ey kendi aleyhlerine olarak israf eden kullarım " buyurmuştur. Allah'a nisbet edilme şeref ve bahtiyarlığı, ilahî azabtan emin olmayı ifade eder.

3) Cenâb-ı Hakk, "Kendi aleyhlerine olarak israf edenler..." buyurmuştur. Bu, "O günahların zararı bana değil onlaradır. Dolayısıyla, günahlardan ötürü zararın onlara yönelik olması onlara yeter. Öyleyse, bu kullara, ayrıca bir zararın verilmesine gerek yok" demektir.

4) Allahü teâlâ, "Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyin" buyurarak, kullarını, ümidsizliğe düşmekten nehyetmiştir. Binâenaleyh bu, adetâ bir ümid ve keremi (ikramı) bekleme hususunda bir emir olur. Ümidi ve keremi beklemeyi emrettiğinde Kirîm'e uygun düşen ancak keremdir.

5) Allahü teâlâ önce, "Ey kullarım..." demiştir. Binâenaleyh buna uygun olan O'nun, "Rahmetimden ümid kesmeyiniz" demesi idi. Ama o, böyle değil de, "Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyiniz" buyurmuştur. Çünkü bizim "Allah" dememiz, Allah'ın en büyük ve yüce ismidir. Dolayısıyla, böylesi yüce bir isme nisbet (izafe) edilen rahmetin de, rahmet ve lütuf çeşidlerinin en büyüğü olması gerekir.

6) Cenâb-ı Hakk, "Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyiniz" buyurunca, gerekli olan, bunun peşisıra, "Çünkü O, bütün günahları bağışlar" demesi idi. Ama O, böyle değil de, "Allah" ismini tekrarlayarak, en büyük te'kidi ifâde eden (......) edatını eklemiştir. Bütün bunlar, Rahman'ın vaadindeki mükemmelliğe delâlet eder.

7) Eğer Cenâb-ı Hak, "O, günahları bağışlar" demiş olsaydı, maksad yine anlatılmış olurdu. Ama O, buna te'kid ifade eden, "cemî'an" lafzını da eklemiştir. Bu da, rahmeti te'kid eden bir diğer husustur.

8) Allah, kendisini gafur diye tavsif etmiştir. Gafur lafzı İse, bu mağfiret hususunda çok ileri dereceyi ifade eder.

9) Cenâb-ı Allah, Kendisini "Rahîm" diye tavsif etmiştir. Rahmet ise, mağfirete ilave bir mana ifade eder. Dolayısıyla, "O, gafurdur" ayeti, ilahî cezayı gerektiren suç ve günahları sileceğine; "rahîmdir" ifadesi de, rahmeti ve mükâfaatı gerektiren şeyleri varedeceğine ve vereceğine bir işarettir.

10) Hak teâlâ'nın yani, "Gafur ve rahîm olan ancak O'dur O" sözü, hasr (sadece) manası ifade edip, "Ondan başka gafur ve rahîm yoktur" demektir. Bu, Allah'ın alabildiğine gufran ve rahmet sahibi olduğunu gösterir. Binâenaleyh işte bu on husus, ayette mevcuttur ve herbiri de Allah'ın rahmet ve mağfiretinin mükemmelliğini göstermektedir. Allah'dan, bunları elde etmemizi ve fazl-u rahmeti sayesinde cezasından kurtulmamızı temenni ediyoruz.

Ayetin Nüzul Vesilesi

Alimler, ayetin sebeb-i nüzulü hususunda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. "Bu Mekkeliler hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar, "Muhammed, putlara tapanların ve adam öldürenlerin bağışlanmayacağını iddia ediyor. Biz ise putlara taptık ve adam öldürdük. Dolayısıyla daha nasıl müslüman olabiliriz?" demişler (ayet bunun üzerine nazil olmuştur)" denildiği gibi, ayetin, müslüman olmayıp, arzu edip de, tövbesinin kabul olmayacağından korktuğu için, Hazret-i Hamza (radıyallahü anh)'nın katili Vahşî (radıyallahü anh) hakkında nazil olduğu ve ayet nazil olunca müslüman olduğu da söylenmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Bu ayet ona mı mahsustur. Yoksa bütün müslümanlar için genel midir?" diye sorulduğunda O, "Hayır, bütün müslümanlar için geneldir" buyurmuştur.

Yine bu ayetin, câhiliyye döneminde büyük günahlar işleyip, İslâmiyet gelince, Allahü teâlâ'nın tövbelerini kabul etmeyeceği korkusu ile tirtir titreyen bazı müslümanlar hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Yine bu ayetin, İyâş b. Ebî Rebî'a ile Velîd b. Velîd ve bir grup müslüman hakkında nazil olduğu söylenmiştir: Bunlar müslüman oldular, sonra fitneye düşüp (irtidâd ettiler). Müslümanlar onlar hakkında, "Artık Allah onların tövbelerini kabul etmez" demeye başladılar. İşte bunun üzerine, bu ayetler nazil oldu. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), bu ayetleri yazıp onlara gönderdi. Böylece onlar da müslüman olup, hicret ettiler. Bil ki ayetlerde nazar-ı dikkate alınması gereken şey, sebeb-i nüzulün husûsî oluşu değil, ayetin lafzının umûmî manasıdır. Dolayısıyla bu ayetlerin, işte yukarıda sayılan hadiselerden dolayı, nazil oluşu, hükmünün umûmî (genel) oluşuna manî değildir.

Farklı Kıraat

Nâfî, İbn Kesîr, İbn Âmir ve Âsim yâ'nın fethası ile yâ ibâdiye okurlarken; diğer kıraat imamları ile rivayetlerin birine göre Âsim, fethasız yâ Ibâdî okumuşlardır. Ama bütün kıraat imamları burada vakfe yaparken, yâ üzerinde vakfetmişlerdir. Çünkü bu ya, mushafın esas yazısında yer almıştır. Fakat Âsım'ın râvisi Ebû Bekr'in rivayetine göre, Âsim, burada "yâ"şız vakfedermiş. Ebû Amr ve Kisâi fiili, nûn'un kesresiyle diğerleri fetha ile, (......) şeklinde okumuşlardır. Her iki okuyuş da, kullanılan birer lehçedir. Keşşaf sahibi, İbn Abbas ve İbn Mes'ûd'un bu ayeti, "Allah, dilediği kimselerin bütün günahlarını bağışlar" tarzında okuduğunu nakletmiştir.

Cenâb-ı Hak sonra, "Rabbinize dönün..." buyurmuştur. Keşşaf sahibi, "Bu, "O'na yönelin, O'na teslim olun, yani amellerinizi sırf O'nun için yapın" tlemektir. Hak teâlâ, bir, bu işin tevbesiz olacağını hiç kimsenin ummaması, bir de tevbenin, mağfiret için ayrılmaz bir şart olduğuna delâlet etsin diye, mağfiretin peşisıra, inâbeyi, yani Allah'a dönmeyi zikretmiştir" der. Ama ben diyorum ki bu söz gerçekten tutarsızdır. Çünkü bize (ehl-i sünnete) göre, günahlardan tevbe etmek gereklidir. Dolayısıyla tevbenin emredilmesi, ilahî mağfiret vaadini zedeleyecek birşey değildir.

Eğer Mu'tezile "Şayet mağfiret va'di kesinkes bulunsaydı, insanın tevbesine hiç gerek yoktu. Çünkü tevbe ancak, ilahî cezayı kaldırmak için yapılır. Dolayısıyla, Hak teâlâ'nın kişiyi affetmesiyle, ilahî ceza kalkınca, artık kişinin tevbesine gerek kalmamış olur" derlerse, biz deriz ki: Bu da tutarsızdır. Çünkü bize göre, her nekadar Cenâb-ı Hak, günahları kesinkes affedecek ve mağfiret edecek ise de, bu af ve bağışlama, şu iki şekilde, yani bazan doğrudan, bazan da bir müddet cehennemde azab edip, sonra cehennemden çıkarıp onu affetmesi şeklinde olur. Binâenaleyh tevbenin gayesi, bu ilahî cezayı kaldırmaktır. Böylece Keşşaf sahibinin dediği şeyin tutarsız ve manasız olduğu anlaşılır.

İndirilenin En Güzeline Uyun

Cenâb-ı Allah sonra "Rabbinizden size indirilenin en güzeline ... tabi olun" buyurmuştur. Bil ki, Allahü teâlâ, mağfireti va'dedince, bu va'dden sonra bazı şeyleri emretmiştir ki, bunlar şunlardır:

1) O'na dönmeyi... Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbinize dönün..."ayetinin ifade ettiği husustur.

2) En güzel olana tâbi olmayı emretmiştir. "En güzel olan"la neyin murad edildiği hususunda birkaç izah şekli bulunur:

a) Bu, Kur'ân olup, ifadenin manası, "Kur'ân'a tâbi olun" şeklindedir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, kelâmın en güzelini... indirmiştir" (zümer,23) ayetidir.

b) Hasan el-Basrî, bunun manasının, "Allah'a taate sarılın ve O'na isyandan kaçının.." şeklinde olduğunu, çünkü, indirilenin, üç vecih üzere olup, bunların da, kendisinden kaçınılması için kabin, (çirkin) olanın; kendisine rağbet olunmaması için, en aşağı olanın ve de, kendisiyle korunulup, takvaya erişilip tâbi olunması için de, en güzel olanın zikredilmesi olduğunu söylemiştir.

c) "en güzel" ile murad edilen, mensûh değil de, nâsihtir. Çünkü nesheden hüküm (nâsih), mensûhtan daha güzeldir. Zira Cenâb-ı Hak, "Biz neshettiğimiz veya unutturduğumuz bir ayetin (yerine), ya ondan daha hayırlısını, yahut onun benzerini getiririz" (Bakara, 106) buyurmuştur. Bir de, Allahü teâlâ, bir hükmü neshedip onun yerine başka bir hüküm getirince, bizim nâsih (neshedici) olana dayanmamız, mensûh olana dayanmasından daha güzel olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kendinizi farkında olmayarak, ansızın (başınıza) azab gelmezden önce..." buyurmuştur. Bu ifadeden amaç, tehdit ve korkutmadır. Mana ise, "O azâb size, siz ondan gafil bulunduğunuz bir sırada gelir.." şeklindedir. Bilesin ki, Allahü teâlâ onları azab ile korkutunca, bundan sonra Cenâb-ı Hakk, onların başına azabın gelmesi durumunda ne söyleyeceklerini açıklamış ve bunun üzerine onlardan, üç tür söz nakletmiştir:

1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Her nefsin, "Allah yanında işlediğim taksirattan dolayı vay, yazıklar olsun bana. Gerçekten ben, eğlenenlerdenim..." ayetinin ifâde ettiği husus. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) ifadesi, "mefûlün leh" olup, manası, "Her bir nefis, Allah yanında işlediğim taksirattan dolayı vay, yazıklar olsun bana.." demesin diye ..." şeklindedir. Ayetteki "nefs" kelimesinin nekre getirilmesine gelince, bu hususta şu iki İzah yapılabilir

1) Bundan maksad fazlasıyla zarar verme hususunda diğer nefislerden ayrılıp dikkat çeken nefis olabilir.

2) Bununla, çokluk manasının murad edilmiş olması mümkündür. Çünkü, usûl-ü fıkıhta şöyle bir kural vardır: Kendisine münasip bir vasfın peşinden gelen bir hüküm, o hükmün o vasfa bağlı olduğu zannını ifade eder. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi, alabildiğine bir kedere ve bir hüzne delâlet etmektedir. Bir de, bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah yanında işlediğim taksirattan dolayı..." ifadesinin peşinden gelmiştir. Allah'a taatta kusur etmek, alabildiğine nedamet ve pişmanlık duymaya uygun düşer; ki bu da, duyulan bu hasretin, böylesi bir kusurun olması halinde olmasını iktizâ eder. Binâenaleyh bu ifade, iste yaptığımız bu İzahta, umumilik ifâde eder.

Mûşebbiheyi Red

Allah'ın uzuvları olduğunu söyleyenler, bu ayete dayanarak Allah'ın cenbinin, yanının olduğunu söylemişlerdir. Bil ki, bizim, Allah'ın uzuvları olmadığına dair getirdiğimiz deliller bir hayli fazladır. Bunları tekrarlamanın faydası yoktur. Yine de biz diyoruz ki, ayetteki cenb "yan" lafzından, Allah'a ait bir uzvun kastedifmesi halinde, bu uzuvda kusur işlemek imkânsız olur. Binâenaleyh, bu ifadeyi mutlaka te'vil etmek gerekir. Bu sebeple, ayetin bu ifadesi, yani "kusur işleme" ifâdesi hususunda müfessirferin değişik izahları vardır: Meselâ İbn Abbas, Cenâb-ı Hakk'ın bu lafız ile, "Allah'ın sevap ve mükâfaatını elde edemedim.." manasını kastetmiştir, derken, Mukâtil, "Allah'ın zikrini yitirdim, zayi ettim manası kastedilmiştir" demişlerdir. Mücahit "Allah'ın cenbi" ifadesine, "Allah'ın emri..." manasını verirken, Hatan el-Basrî, "Allah'ın taatince.."; Sald İbn Cübeyr de, "Allah'ın hakkında.." manalarını vermişlerdir.

Bil ki, bu tür ifâdelere çokça yer vermek, sadra şifâ ve derde deva olmaz. Bu sebeple biz diyoruz ki, cenb'e bu ad, onun, o şeyin taraflarından bir taraf olduğu için verilmiştir. Bir şeyin ayrılmaz vasfı ve ayrılmaz unsuru olan bu şey ise, adeta onun ordularından bir ordu, onun taraflarından bir taraf gibi olmuş olur Binâenaleyh, uzuv manasına gelen "yan, taraf" İle, bir şeyin ayrılmaz vasfı ve ayrılmaz unsuru olan şey arasında böylesi bir benzerlik meydana gelince, pek yerinde olarak, "yan" lafzının, "Hak, emir ve tâat" manalarına alınması, güzel ve yerinde olmuştur. Nitekim şair, demiştir.

Dinle Alayın Sonu

Keşşaf sahibi, "Ayetin bu ifadesi, aslı üzere hem, şeklinde, hem de, İvaz ile kendisinden İvaz kılınan, cem etmek suretiyle, şeklinde de okunmuştur" demiştir. "Gerçekten ben, eğlenenlerdendim..." cümlesine gelince bu, "O, bu kusuruyla da yetinmedi de, tam aksine, üstelik, din ile alay edenlerden oldu.." demektir. Katâde de, "Bu kimseye, Allah'ın tâatını zayi etmesi yetmemiş, kalkmış taat ehliyle de alay etmiş..." manasını vermiştir. (......) cümlesinin mahalli, hal olduğu için, mansûbtur. Buna göre, bu kimse sanki, "Ben, alay ede ede, Allah'ın taatı konusunda kusur işledim" demiştir. Yani, "Alay ederek kusur işledim” demektir.

2) Onlar, kendilerine bu azabın gelmesini müteakip, "Yahut, "Hakikaten Allah bana hidayet verseydi herhalde sakınanlardan olurdum" demişlerdir.

3) Bu, "Yuhat azâbı görürken, "Benim için bir dönüş daha olsaydı da, İyi hareket edenlerden bulunsaydım" diyeceği..." ayetinin ifade ettiği husus.

Netice olarak, kusurlu olan bu kimse, şu üç şeyi yapmıştır:

a) Taâtteki kusuruna hayıflanmak..

b) Hidayeti kaybettiğini ileri sürmek...

c) Tekrar döndürülme temennisinde bulunmak.

Özürün Geçersizliği

Daha sonra Cenâb-ı Hak onların, hidayeti bulamama mazeretlerinin bâtıl ve geçersiz olduğunu belirterek, bu sözlerine cevap vermiştir. Çünkü, hidayet mevcut idi, orada mazeret ve mani de yok idi. İşte bu mana, Cenâb-ı Hakk'ın "Hayır, sana ayetlerim gelmişti de, sen onları yalan saymış, kibirlenmeye kalkmış, kâfirlerden olmuştun.." ayetinde ifade edilmektedir. Burada, şöyle birkaç mesele vardır:

Edatının Yeri

Zeccâc şöyle der: "Ayetteki, belâ kelimesi, nefyin cevabını ifade eder. Çünkü, her ne kadar kelamda nefy olmasa dahi, bu mana burada, hasıl olmuştur. Çünkü ayetteki "Allah bana hidâyet verseydi..." ifadesi, Bana hidayet etmedi" takdirindedir. Dolayısıyla, bundan sonra, belâ lafzının getirilmesi güzel ve yerinde olmuştur.

Nefs Kelimesinin Kullanılışı

Vahidî (r.h) şöyle der: ayetinin, meşhur kıraatinde, fiiller müzekker olarak getirilmiştir. Çünkü "nefe" kelimesi, hem müzekker, hem de müennes için kullanılır. Dolayısıyla da, ayette, müzekkere hitap olunmuştur. Rebî İbn Enes, Ümmü Seleme'den, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, ayetin bu ifâdelerini müennes olarak okuduğunu rivayet etmiştir. Ebû Ubeyd şöyle der: "Şayet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in böyle okuduğu doğru olsaydı, bu, hiç kimsenin bu okuyuşu terketmesinin caiz olmayacağı bir biçimde bir delil ve hüccet olurdu. Ancak ne var ki, bu hadis, müsned hadis değildir. Çünkü, Rebt, Ümmü Seleme'ye yetişmemiş, onu görmemiştir. Müennes okunmasına gelince, nefs kelimesinin zikredilmesinden dolayıdır. "Nefs" kelimesi Kur'ân'da genellikle, müennes olarak ifade edilmiştir. Meselâ "Bunu bana nefsim hoş gösterdi.." (taha, 96), "Çünkü nefs, olanca şiddetiyle kötülüğü emredendir" (Yusuf, 53) ve "Ey itminana ermiş nefs, cân..." (Fecr, 27) ayetlerinde olduğu gibi.."

Mu'tezile'nin Kader Hakkındaki İddiası

Kâdî şöyle der: "Bu ayetler, şu bakımlardan kader görüşünün doğruluğuna delâlet eder:

1) Kınayarak, "Falanca, nefsine karşı haddi aşmış, israfta bulunmuştur" denilemez. Ama bu işin, o nefs tarafından yapılmış olması hali müstesna... Böyle olması halinde ise bu, kulların fiillerinin Allah tarafından değil, kendileri tarafından meydana getirildiğine delâlet eder.

2) Mağfiret talebinde bulunmak veya bunu ummak ya da bu hususta ye'se düşmek, ancak, yapılan o iş kulun işi olduğu zaman güzel ve yerinde olur.

3) Kendisine o azap gelip çatmadan önce "Allah'a dönme ve O'na teslim olma"nın kula nisbet edilmiş olması... Bu ise ancak, kulun o azap başına gelmeden önce, bunlara imkân bulabilmesi halinde söz konusudur. Halbuki, onların (ehl-i sünnetin) görüşüne göre, kâfir, böylesi bir şeye imkân bulamamaktadır.

4) Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbinizden size indirilenin en güzeline, ... tabi olun" ayetidir. Bu ise, ancak, tâbi olanlar için, onların lehine olan şey ile mümkün olur..

5) Cenâb-ı Hak bunları, azâb gerektirecek şeyi hissedememekle zemmetmiştir. Bu ise, ancak kul yapabilme imkânını elde ettiği zaman muteber olur.

6) Bunların, "Allah yanında işlediğim taksirattan dolayı vay, yazıklar olsun bana" şeklindeki sözleridir. Halbuki kişi, önceki bir şeye, ancak o işi yapabilme imkânına sahip iken yapmaması halinde nedamet ve hasret duyar.

7) Cenâb-ı Hakk'ın, "... Allah yanında işlediğim taksirattan dolayı..." ifadesinin kastettiği husus.. Binâenaleyh, (ehl-i sünnetin) dediği gibi; kişi imana muktedir olamaz ve iman, onun işlemiş olduğu kendi fiili olmazsa, o kimse kusur işlemiş olmaz.

8) Cenâb-ı Hak onları, "alay ediciler" olmakta kınamıştır. Bu ise ancak, alay etme işinin, onların fiili olması ve onların bunu yapmamalarının da mümkün olması halinde tam ve geçerli olur.

9) Ayetteki, "Allah bana hidayet verseydi" yani, bana bunu yapma imkânı verseydi, "elüette müttakilerden olurdum" ifadesi... Onlar, takvaya muktedir olamadıklarını ifade ettiklerine göre, Allah'ın onları kınaması nasıl doğru olur?

10) "Benim için bir dönüş daha olsaydı da, iyi hareket edenlerden bulunsaydım.." şeklindeki sözüdür. Onların, "Allah kendilerini her zaman defalarca geriye, dünyaya döndürmüş olsaydı ve bu döndürmede de, onlar sadece küfre muktedir olsalardı, o zaman onlar hiçbir zaman iyi kullardan, muhsinlerden olamazlardı.

11) Cenâb-ı Hak, onları azarlamak üzere "Hayır, sana ayetlerim gelmişti de, sen onları yalan saymış, kibirlenmeye kalkmış, kâfirlerden olmuştun" buyurmuş; delilin, onların aleyhine; kendisinin lehine olduğunu; onların lehine, kendisinin aleyhine bir delilin bulunmadığını beyan buyurmuştur. Binâenaleyh, şayet durum bunların dediği gibi olsaydı, bunlar, "Bize ayetlerin geldi, ancak ne var ki sen bizde, onda yalanlama duygusunu yarattın ve bize, onları tasdik etme kudretini vermedin" diyebilirlerdi.

12) Allahü teâlâ, zemm üslubuyla, onları, yalanlamak büyüklük taslamak ve inkâr etmekle nitelemiştir. Şayet bu fiiller onların işi olmasaydı, bu söz doğru olmazdı.

Buna, şu şekilde cevap verilir: Kur'ân-ı Kerim'de Allah'ın kâfirler hakkında idlâl (saptırma) (hidayetten) men' etme, istidrac (yavaş yavaş azaba yaklaştırma) gibi fiillerine delâlet eden ayetler mevcuttur. Sizin mezkûr iddialarınız o ayetlere aykırıdır. Tefsirimiz bu tür delillerle dolu olunca, bunu tekrarlamaya hacet kalmamıştır.

Allah Adına Yalan Uyduranlar

60

Âyetin tefsiri için bak:61

61

"Allah adına yalan uyduranların Kıyamet günü yüzleri, göreceksin ki kapkaradır. Kibir taslayanlar için cehennemde yer mi yok? Allah, ittikâ edenleri, umduklarına nâiliyetlerine sebep olan (iyi amelleriyle) selâmete erdirir. Onlara hiçbir fenalık dokunmaz. Onlar mahzun da olmazlar"

Bil ki ayette bahsedilen husus, bir diğer vaad ve va'îd anlatımıdır. Buradaki va'ıd, "Allah adına yalan uyduranların Kıyamet günü yüzleri, göreceksin ki kapkaradır..." ifadesidir. Bu ayetle ilgili iki bahis var:

Birincisi: "Bu tekzîb (yalan söyleme) nasıl olur?" konusudur.

İkincisi de, yüzlerin kararması nasıldır? konusudur.

Bu Yalanın Mahiyeti

Birinci Bahis: Bu, o tekzibin ne demek olduğu hakkındadır. Biz diyoruz ki: Meşhur olan görüşe göre tekzîb (yalan söyleme), birşey hakkında gerçeğin aksine haber vermedir. Bazı alimler, "Bu kadarcık şey, yalan olmaz. Aksine bir sözün yalan olması için, haberi verilen hususun gerçeğinin aksine haber vermenin kasden yapılmış olması da şarttır" demişlerdir. Bu prensibi anladığına göre, şimdi bununla ilgili görüşleri zikredelim:

Kâ'bî şöyle demiştir: "Mücebbire şöyle denilerek reddedilir: Bu ayet mücebbire hakkında vârid olmuştur. Durumun böyle olduğunun delili şudur: Bu ayet, "Eğer Allah bana hidayet verseydi..." (zümer. 57-58) ayetinin peşisıra gelmiştir. Bu, "Allah bana hidayet etmedi, aksine beni dalâlete sevketti" demektir. Cenâb-ı Hak kâfirlerin böyle söylediklerini nakledip, peşisıra, "Allah adına yalan söyleyenlerin Kıyamet günü yüzleri, göreceksin ki kapkaradır" buyurunca, bu yalan söyleyişin, o geçen sözle ilgili olması gerekir. Hem sonra, Hasan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Namaz kılan, Kur'ân'ı okuyan birtakım kimselere ne oluyor ki onlar, Allah'ın insanlar hakkında günahlan takdir ettiğini iddia ediyorlar! Böyle yapmakla onlar Allah adına yalan uydurmuş oluyorlar. Allah onların yüzlerini kara çıkaracaktır."

Bil ki bizim âlimlerimiz şöyle demişlerdir: "Ayetin sonu, (Ka'bî'nin) bu te'vilinin yanlışlığına delâlet eder. Çünkü Allahü teâlâ ayetin sonunda, "Kibir taslayanlar için cehennemde yer mi yok?" buyurmuştur. Bu, Kıyamet günü yüzleri kararan kimselerin, kibir taslayan kimseler olduğunu gösterir. Kibir, "Ben yaratmaya, diriltmeye ve varetmeye kadir değilim. Çünkü bunlara kadir olan ancak Allah subhanehû ve Teâlâ'dır" diyen kimselere uygun düşmez. Ama, "Allah birşey irâde eder, ben de onun zıddını irâde ederim ve benim muradım hasıl olur, Allah'ınki hasıl olmaz" diyen kimselere gelince, kibir bu iddiaya daha uygundur. Böylece onların (Mu'tezile'nin) yaptığı bu izahın yanlışlığı sabit olmuştur.

Bazı kimseler, "Bu va'îd (ilahî tehdid) yahûdî ve hristiyanlarla ilgilidir" derken, bazıları da, "Bu, müşrik araplarla ilgilidir" demişlerdir. Kâdî ise, "Ayetin bütün Müşebbihe, Cebriye ve bunlar gibi, Allah'ı olumlu ve olumsuz olarak uygun olmayan şeylerle niteleyen, O'na tenzîh edilmesi gereken şeyleri isnad edip, izafe edilmesi gereken şeyleri O'ndan tenzîh eden kimselerle ilgili olduğunu söylemek gerekir. Binâenaleyh bunların herbirı bu ayetin manasına dahildir. Çünkü bunların hepsi de, Allah adına yalan söylemişlerdir. Binâenaleyh ayetin sadece Cebriye ve Müşebbihe ile, yahut yahûdî ve hristiyanlarla ilgili olduğunu söylemek caiz değildir" demişlerdir.

Bil ki eğer ayeti, Kâdî (Abdulcebbâr'ın) dediği gibi, bu umûmî manasında anlarsak, ümmetin tekfiri (kâfir olduğunu söylemek) gerekir. Çünkü Ümmet-i Muhammed'in fırkaları arasında, Allah'ın sıfatları hususunda aralarında şiddetli bir ihtilaf bulunmayan hiçbir fırka göremezsin. Baksana Ebû Hâşim ve Ehl-i Sünnet arasında, Allah'ın sıfatlarıyla ilgili bir çok meselede ihtilaf meydana gelmiştir. Kâdî'nin söylediği söze göre, bunlardan birini tekfir etmek gerekir.

Böylece ayette zikredilen yalan söylemeyi, söylediğinin yalan olduğunu bile bile, kasten gerçeğin aksini söylemek manasına almak gerekir. Bunun misâli Kureyş kâfirleridir. Çünkü onlar, putların cansız olduklarını kesin olarak bildikleri halde, onları ilah sayıyorlardı. Yine onlar, "Allah şunları haram kılmıştır, şunları helâl kılmıştır" gibi bir inanca sahip olmamalarına rağmen, "Allah bahîreyi, şaibeyi, vasîleyi ve Hâm'ı (Maide, 103) haram kılmıştır" diyorlardı. Halbuki bunu söyleyenler, yalan olduğunu bile bile söylüyorlardı. Durum böyle olunca, ayetteki vaîdin, bu cahil, yalancı, sapmış ve saptıran kimseler hakkında olduğunu söylemek daha uygun olur. Fakat bu vâ'îdin maksadı sadece hak ve doğruluk olan, ama hatâ eden kimseler hakkında olduğunu söylemek uzak bir görüştür.

Kararmanın Mahiyeti

İkinci Bahis: Bu, o yalancıların yüzlerinde meydana gelen kararmanın nasıl olduğu konusundadır. Doğruya en yakın olan şudur: Onların yüzlerinde meydana gelen bu kararma, diğer kararmalardan farklı bir şeydir. Bu, kişinin Allah'a inanmadığına, Allah hakkında iftira edip yalan söylediğine delâlet eden bir kararmadır. Derim ki: Cehalet bir zulmet (karanlıktır). Zulmet, siyah olarak tahayyül edilir. Dolayısıyla onların kalplerindeki siyahlık, onların yüzlerinin kararmasına sebep olmuştur. Ayetin altında, Kıyamet halleriyle ilgili pek çok derin sırlar yatmaktadır. Binâenaleyh Allahü teâlâ bu tehdidi zikredince, bunun peşinden vaadini de getirerek, "Allah, ittikâ edenleri ... selâmete erdirir" buyurmuştur.

Kâdî, ayetteki "ittikâ edenler" ifadesiyle, büyük günahların hepsinden korunan kimselerin kastedildiğini, çünkü mutlak olarak zikredilen "ittikâ" ile, ancak bu durumdaki kimselerin tavsif edilebileceğini söylemiştir. Ama Kâdî'ye şöyle denilebilir: Senin halin gerçekten şaşırtıcı. Çünkü sen, "Allah eğer bana hidayet etseydi, muttakilerden olurdum" (Zumer. 57) ayetine bakarak, "Allah'a karşı yalan söyleyenlerin Kıyamet gönü yüzleri, göreceksin ki kapkaradır" ayetinin, "Allah eğer bana hidayet etseydi" diyen kimselerle ilgili olması gerektiğini söylemiştin. Binâenaleyh aynı prensipten hareketle, 'Allah'a karşı yalan söyleyenler..." ayetinin peşinden, "Allah ittikâ edenleri... selâmete erdirir"ayeti gelince, bundan muradın da, işte o yalandan korunan kimselerin olması gerekir. Dolayısıyla bu, öyle yatan söylemeyen herkesin, 'Allah ittikâ edenleri ... selâmete erdirir" vaadine dâhil olmasını ve senin, "ittikâ edenler" ile, bütün büyük günahlardan korunanlar kastedilmiştir" şeklindeki sözünün yanlışlığını gerektirir. Böylece taassubun, akıllı kimseleri bile, tenakuztu şeyler söylemeye sevkettiği görülür. Hatta gerçek olan, senin, "Muttaki, ittikâ (sakınma) İşini yapandır. Tek bir hususta bile bu işi yapanın ittikâ ismini alabileceğini" söylemendir. İşte bu yoldan hareketle bizler, "Mutlak emir, tekrar (yapmayı) ifade etmez" dedik. Hem sonra bu ittikâ, bizzat bu ayette zikredilmemiştir. Binâenaleyh bunu, daha önce bahsedilen şeyden ittikâ (sakınma) manasına hamletmek gerekir. Bahsi geçen şey de, Allah adına yalan söylemektir. Böylece ayetin zahirinin, bu yalan söylemeden korunan herkesin, ayetteki bu yüce vaadin kapsamına girmesini gerektirdiği anlaşılır.

Daha sonraki ile ilgili bir kaç mesele vardır:

Masdann Cemi Kullanılması

Hamza, Kisaî ve Âsım'ın râvisl Ebû Bekr, bunu cemî olarak diğerleri müfred olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Vahidî, Ferrâ'nın, her iki kıraatin de doğru olduğunu, çünkü Arapça'da, "Kavmin işi ortaya çıktı" denildiği gibi, "Kavmin işleri ortaya çıktı" da denilir" dediğini nakletmiştir. Ebû Ali el-Fârisî şöyle der: "Masdann müfred olarak kullanılması gerekir. Cemî (çoğul) olarak kullanılır ise, bu durumda söylenecek söz, "Masdarlar, ifade ettikleri şeylerin cinsleri farklı farklı olduğunda cemî getirilebilirler" şeklindedir. Meselâ, "Allah hakkında çeşitli "zanlar"da bulunuyordunuz"(Ahzâb, 10) ayetindeki "zanlar" böyledir. Çünkü her ittikâ eden için, değişik "mefâze" (kurtuluş vesileleri) vardır.

İkinci Mesele

Mefaze, "fevz" kökünden, mef'ale vezninde bir masdar olup, "fevz", saadet-mutluluk demektir. Buna göre ayette âdeta, "Kıyamet günü kurtuluş, onların dünyada iken yaptıkları çeşitli hayır ve taatlarda bulunup, bunları elde etmeleri sebebiyle olacaktır" denilmektedir. İşte bu saadet, ayette saadetin vaktini ve yerini ifade eden (İsm-i zaman, ism-i mekan olan) "mefaze" kelimesiyle ifade edilmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Onlara hiçbir fenalık dokunmaz, onlar mahzun da olmazlar" buyurmuştur. Bu adetâ, o kurtuluşun nasıl olacağını anlatan bir şey gibi olup, sanki "Allah onları nasıl selâmete erdirmiş?" diye sorulmuş da, buna cevap olarak, "Onlara hiçbir fenalık dokunmaz. Onlar mahzun da olmazlar" buyurulmuştur. Binâenaleyh bu, herşeyi içine alan bir ifadedir. Çünkü kişi, kendisine artık hiçbir kötülüğün dokunmayacağını anladığında, geçmişi elden kaçırmadan dolayı kalbinde yer alan o şeylerden, o anda kalbi temizlenir. Böylece de, onun, bütün fenalıklardan kurtulduğu anlaşılır. Allahü teâlâ'dan, lutf-u keremi ile bizleri de bu derecelere nail kılmasını istiyoruz.

Üçüncü Mesele

Ayet, Kıyamet günü, mü'minler için hiçbir korku ve dehşetin olmayacağına delâlet etmektedir. Bu husus, "Büyük korku ve dehşet onları mahzun etmez"(Enbiya, 103) ayetiyle destek butur.

Göklerin ve Yerin Anahtarları

62

Âyetin tefsiri için bak:66

63

Âyetin tefsiri için bak:66

64

Âyetin tefsiri için bak:66

65

Âyetin tefsiri için bak:66

66

"Allah, herşeyi yaratandır ve herşeyin üstünde vekildir. Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Allah'ın ayetlerini inkâr edenler, hüsrana uğrayanların tâ kendileridir. De ki: "Siz ey câhiller, bana, Allah'dan başkasına tapmamı mı emrediyorsunuz?" Andolsun ki sana da, senden evvelki peygamberlere de şu vahyolunmuştur: "Eğer bil-farz, Allah'a şirk koşarsan, muhakkak ki bütün amellerin boşa gider ve şüphesiz hüsrana düşenlerden olursun, öyle ise Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol".

Bil ki Allahü teâlâ, vaad ve va'idlerini uzun uzadıya zikredince, yeniden tevhid ve ulûhiyyetinin delillerine dönmüştür.

Ayetle ilgili bir kaç mesele var:

Kulların Fiilleri

(Ehl-i sünnet) âlimlerimizin, Hak teâlâ'nın, kulların amellerinin de yaratıcısı olduğu hususunda, "Allah her şeyi yaratandır" ayetine tutunduklarını En'âm Sûresi (102.) ayetin tefsirinde anlatmış ve orada bu hususu, soru-cevap tarzında iyice ortaya koymuştuk. Artık, burada, onları yeniden anlatmaya gerek yok. Ancak ne var ki, Ka'bî, burada birkaç şeyden bahsetmiştir. Dolayısıyla biz de bunları ele alıp, cevaplarını vereceğiz:

Ka'bî şöyle der: "Allah, herşeyi yaratandır" ifadesiyle, kendisini övmüştür. Halbuki, küfrü ve çirkin şeyleri yaratmakla övünülmez. Binâenaleyh, karşı tarafın (ehl-i sünnetin) bu ayetle istidlal etmesi doğru olmaz. Hem, bu ümmetin içinde, kulların amelleri hususunda bir ihtilâf yer almamıştır. Tam aksine, böylesi bir ihtilaf, hastalıkların, yırtıcı hayvanların ve haseratın yaratılması meselesinde, bu ümmet ile Mecûsî zındıklar arasında söz konusudur. Böylece Allahü teâlâ, bu şeylerin de, mahlûkatından bir topluluk olduğunu beyân buyurmuştur. Hem, Hak teâlâ'nın, şu ayetlerinden dolayı, (küllün) kelimesi bazan umûmî bir mana gerektirmeyebilir. "Kendisine her şey verilmiştir" (Neml, 23)ve "Herşeyi helak eder"(Ahkaf.25). Yine, kulların fiillerini, şayet Allah yaratmış olsaydı, "... ruhlarındaki hasetten ötürü ..." (Bakara, 109) ifadesiyle, bunu, onlara isnad etmezdi. Ve yine, "Bu, Allah katındandır derler, halbuki, Allah katından değildir" (al-i Imran, 78) ayeti ise, "Göğü, yeri ve bunların arasında bulunan şeyleri biz boşuna yaratmadık.." (Sad, 27) ifadeleri yerinde ve doğru olmazdı." Ka'bî'nin, tefsirinde ele aldığı şeylerin tamamı bunlardır.

Cübbâi şunu demiştir: "Kutlarının, kendisinde emir ve nehiy doğru olup, kendisinden ötürü, sevap ya da ikâba müstehak oldukları fiilleri hariç, Allah her şeyin yaratıcısıdır. Onların fiilleri şayet Allah'ın yaratması olsaydı, tıpkı renkleri ve suretleri sebebiyle olmadığı gibi, bu (yani ikâb, ya da sevâb) bunda da caiz olmazdı."

Ebû Müslim ise şöyle demiştir: "halk" kelimesi, îcab manasında olmayıp, takdir etmek anlamındadır. Binâenaleyh, Allahü teâlâ, kullarının falanca fiili yaptığını haber verdiğinde, muhakkak ki bu fiili takdir etmiş olur. Bu sebeple de, her ne kadar îcâb edeni, olmasa bile, Allahü teâlâ'nın o fiili halkettiğinin söylenmesi doğru olur."

Şunu bil ki biz, bu açıklamalara verilen cevabı, daha önce, En'âm Sûresi'nde genişliğine ele alıp anlatmıştık. Buna vakıf olmak isteyen kimse, bu kitabın o kısmına müracaat etsin. Allah en iyisini bilendir. (......) cümlesinin manası şudur: "Bütün şeyler, varlıklar O'nun vekâletindedirler. Ve Allah, herhangi bir çekişeni ve ortağı olmaksızın, onları korumayı ve yönetmeyi üstlenmiş olandır." Bu aynı zamanda, kulun fiilinin Allah tarafından yaratıldığına da delâlet eder. Zira, kulun fiili şayet kendi yaratmasıyla meydana gelseydi o zaman bu fiil, Allah'ın vekâletinde olmamış olurdu. O zaman da, Allah ona vekîl olmazdı. Bu ise, ayetin umumî manasına aykırı düşer.

Anahtarlardan Maksad

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur" buyurmuştur ki bu, "Allahü teâlâ, göklerin ve yerin hallerinin sahibi ve mâliki olup, onların koruyucusu, muhafaza edenidir" demektir. Bu ifade, bir kinayedir. Çünkü, hazineleri koruyup, onun işlerine bakan kimsenin elinde, o hazinelerin anahtarları bulunur. Arapların, "Mülkün anahtarları, eline verilmiş olan falanca kimse.." ifadesi de, bu kabildendir. Makâlîd kelimesi, "anahtarlar" Mefâtîh anlamındadır. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Makâlîd kelimesinin, lafızdan müfredi yoktur." Bunun, (......) kelimesinde olduğu gibi, şeklinde kullanıldığı da söylenmiştir. Keşşaf sahibi, "Kelimenin aslı, Farsça'dır. Ancak ne var ki, kavim onu Arapçalaştırınca, o da Arapça bir kelime oluvermiştir" demiştir.

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesinin tefsiri hakkında söylenecek olanlar, O'nun, (En'am, 59) ayetinin tefsirinde söylenmiş olanlara yakındır. Bu husustaki uzun açıklamalar daha önce geçmişti. Denildiğine göre Hazret-i Osman (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu ayetin tefsiri hakkında sorunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: "Ey Osman, bunu bana, daha önce kimse sormadı. Bunun tefsiri şudur: "Allah'dan başka tanrı yoktur, Allah uludur. Allah'ı tesbih eder, O'na hamd-ü senada bulunurum. O'ndan bağışlanmamı dilerim. Güç ve kuvvet, ancak Allah'tandır. O, evveldir, ahirdir, zâhirdir, bâtındır; Hayır O'nun elindedir. Diriltir ve öldürür. O her şeye kadirdir." Keşşaf sahibinin naklettiği, işte bu kadardır.

Yalanlayanların Hasreti

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'ın âyetlerini inkâr edenler, hüsrana uğrayanların ta kendileridir" buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetin açık ifadesi, kâfirden başka hüsrana düşenin olmamasını iktizâ eder. Ve bu, kâfir olmayan herkes için, mutlaka Allah'ın rahmetinden bir pay ve nasibin meydana gelmesi gerektiğine delâlet eder.

İkinci Mesele

Keşşaf sahibi bir soru îrâd ederek, (......) ifâdesinin ne ile irtibatlı olduğunu sormuştur. O buna, bu ifâdenin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, müttakileri selâmete erdirir" (zümer, 61) ayetiyle irtibatlı olduğunu söyleyerek cevap vermiştir. Yani, "Allah müttakileri, o kazançları ile kurtarmış, selâmete erdirmiştir. Allah'ın ayetlerini inkâr edenler ise, hüsrana uğrayanların ta kendileridir." Allah'ın, her şeyin yaratıcısı oluşu ile, göklerin ve yerin anahtarlarının O'nun elinde oluşu hususları, bu iki ifadenin arasına girmiştir.

Ben derim ki: Bu, şu iki bakımdan zayıftır:

1) Matuf ile matufun aleyh arasına, uzunca bir fasıla cümlesinin girmesi, uzak bir ihtimaldir.

2) "Allah müttakîleri, umduklarına nailiyyetleri sebebiyle selâmete erdirir" (zümer, 61) sözü bir fiil cümlesi; "Allah'ın ayetlerini inkâr edenler..." ayeti ise, İsim cümlesidir. İsim cümlesinin, fiil cümlesine atfedilmesi caiz olmaz. Doğrusu, bana göre doğruya en yakın olanı, şöyle denilmesidir: Allah kendisini, O'nun, bütün şeylerin yaratıcısı olması ile, gökler ile yerin bütün anahtarlarına mâlik olması demek olan, ulûhiyyet ve celâl sıfatları ile vasfedince, bundan sonra da, "Bu apaçık ve kesin ayetleri inkâr edenler, hüsrana uğrayanların ta kendileridir" buyurmuştur.

Allah'dan Başkasına İbadet Yok

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "De ki: "Siz, ey câhüler, bana, Allah'dan başkasına tapmamı mı emrediyorsunuz?" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Farklı Kıraatler

Ibn Amir bu kelimeyi ya sakin olarak, iki nûn ile (te'murûnenî) şeklinde okumuştur. Bu kelime, Şam nüshasında da böyledir. Vahidî, bunun asıl olduğunu söyler. İbn Kesir ise, birincisini sakin kılıp, ikincisine idğâm etmek üzere, şeddeli nûn ile, (te'mürûnni); Nâfî, iki nûn'dan birisini hazfetmek suretiyle, şeddesiz tek nûn ile, (te'murûnî); diğer kıraat imamları ise, şeddeli ve kesreti bir nûn ile (......) şeklinde okumuşlardır.

İkinci Mesele

(......) ifadesi, fiilinden ötürü, (onun mefûlü olarak) mansûbtur. (......) kelimesi ise, mu'tarize cümlesidir.

Kelâmın manası, "Sizin emrinizle ben, Allah'dan başkasına mı tapacağım?" şeklindedir. Bu, müşrikler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Sen bizim bazı ilahlarımıza boyun eğ; biz de senin İlâhına iman edelim" dedikleri zaman olmuştur. Ben diyorum ki: Bu ayetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: "Gökleri, yeri yoktan var eden ... Allah'dan başkasını mı tanrı edinecek mişim ben?" (En'am, 14) ayetidir. Biz, fiilin başa geçmesindeki hikmetin ne olduğunu o ayetin tefsirinde anlatmıştık.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak onları, cehaletle nitelemiştir. Çünkü, ilâhın, eşyayı yaratıcı olmakla ve göklerin ve yerin anahtarlarının maliki olmakla nitelenmiş olduğu; bu putların ise, herhangi bir zarar ve faydası olmayan birtakım cansız varlıklar olduğu açıktır. Binâenaleyh kim, bu mukaddes ve yüce sıfatları taşıyan İlâha ibadet etmekten yüz çevirir de, o değersiz nesnelere ibâdet ederse, cehalette, artık daha fazlası mümkün olmayan bir dereceye varmış olur... İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "Ey, o cahiller" buyurmuştur. Onları, bu şekilde nitelemenin burada uygun olduğu hususunda ise, hiç şüphe yoktur.

Amellerin Habt Edilmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki sana da, senden evvelki peygamberlere de şu vahyolunmuştur: "Eğer bilfarz Allah'a şirk koşarsan, muhakkak ki bütün amellerin boşa gider ve şüphesiz hüsrana düşenlerden olursun..." buyurmuştur. Bil ki, "amellerin habtı, boşa gitmesi" hususunda, kuvvetli delilleriyle beraber tam açıklamayı bu husustaki şüphelere dair verdiğimiz cevapları, Bakara Sûresi'nde ele almıştık. Binâenaleyh, tekrarlamıyoruz. Keşşaf sahibi, meçhul olarak, (......) şeklinde okunduğunu ve bunun, yâ ve nûn ile de okunduğunu söylemiştir. Buna göre mana, "Ya, Allah geçersiz kılar, siler; ya da şirkiniz amellerinizi siler, geçersiz kılar" şeklinde olur. Bu ifadeyle alâkalı birkaç soru vardır:

Birinci Soru: Aynı anda hem Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, hem de ondan öncekilere vahyedilme işi nasıl düşünülebilir?

Cevap: Ayetin takdiri olup, "Faraza, şirk koşman halinde, amellerin boşa çıkar, diye sana vahyolundu. Nitekim, bu, senden önceki peygamberlere de vahyolunmuştu" demektir, yahut kelâmın takdiri olup, "Sana ve senden öncekilerden herbirine vahyolundu ki şayet şirk koşarsan amellerin boşa çıkar" demektir. Bu senin tıpkı, "Herbirimize bir hülle elbise giydirdi" manasına gelmek üzere (yani, o nesnenin tekil olması mümkündür. Zira her şahıs için bir elbise söz konuludur) demen gibidir.

İkinci Soru: Bu ayette geçen iki lâm arasındaki fark nedir?

Cevap: Birinci lâm, mahzûf olan kasem için gelmiş olan lâm; ikincisi de, İn şart edatının cevabında gelmiş olan iâm'dır.

Kazıyye-i Şartıyye

Üçüncü Som: Allahü teâlâ, peygamberlerinin müşrik olmayacağını ve böylece de amellerinin boşa çıkmayacağını bildiği halde, bu söz nasıl doğru olur?

Cevap: Cenâb-ı Hakk'ın, "Şirk koşarsan, amelin boşa gider" ifadesi, kaziyye-i şartıyyedir (şarta bağlı bir hükümdür). Kaziyye-i şartıyyenin doğruluğundan, kendisini meydana getiren cüzlerinin de doğru olması sonucu çıkmaz. Baksana, senin, kendisini meydana getiren her bir cüz'ün doğru olmamasına rağmen, "Şayet beş rakamı, çift sayı olsaydı, o zaman eşit bir şekilde bölünebilirdi" şeklindeki sözün, doğru bir cümledir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Eğer gökte ve yerde Allah 'dan başka tanrılar olsaydı onların İkisi de muhakkak ki harap olup gitmişti" (Enbiya. 22) buyurmuştur. Bu sözün doğru olmasından, yer ile gökte başka ilâhların bulunduğu ve yer ile göklerin fesada uğradığı sonucu çıkmaz.

Dördüncü Soru: Ayetteki "ve şüphesiz hüsrana düşenlerden olursun" cümlesinin manası nedir?

Cevap: Peygamberlerin ve resullerin taatlerinin başkalarının taatlerinden üstün olması gibi, onlardan sudur eden kabahatler de, aynen bunun gibidir. Binâenaleyh, onlardan böylesi bir kabahatin sudûrunun farzedilmesi halinde, Cenâb-ı Hakk'ın, "O takdirde ise biz sana hem hayatın, hem de ölümün katmerli (acısını) sana taddırırdık muhakkak" (Isra, 75) ifadesinden dolayı, bu çirkinlik, daha çirkin ve kabîh olmuş olurdu. Böylece de mana, "Ondan meydana gelen şirk, kat kat olmuş olurdu" şeklinde olur. Ondan böylesi bir şeyin meydana geldiğinin kabul edilmesi halinde de, bu Allah'ın gazâblanmasına daha fazla sebep olurdu.

Bil ki, Allahü teâlâ, böyle bir mukaddimede bulununca, maksadının ne olduğunu ifade ederek "Öyle ise Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol" buyurmuştur. Ki, bundan maksadı da, o müşriklerin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ilâhlarının bir kısmını kabul etmesini emretmiş olduklarını dile getirmektir. Buna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sanki, "Siz bana, ancak Allah'dan başkasına tapmamı emrediyorsunuz..." demek istemiştir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: Siz, bana, Allah'tan başkasına tapmamı mı emrediyorsunuz!" ayeti, o müşriklerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Allah'tan başkasına ibadet etmesini teklif ettiklerini ifade etmektedir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Onlar ne kötü söylediler! Ne var ki sen, onların dediklerinin tam zıddı üzeresin. Öyleyse, Allah'tan başkasına ibadet etme.." demiştir. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Öyle ise Allah'a kulluk et.." ayeti, hasr ifade eder. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "ve şükredenlerden ol" buyurmuştur ki, bu, "o seni, ancak, kâmil anlamda kadir, alîm ve hakîm olan bir ilâha ibadet etmeye sevkettiği ve seni, kendisi dışında kalan herhangi bir şeye ibâdet etmekten yüz çevirmeye yönelttiği için, şükredicilerden ol" demektir.

Kıyamet ve Diriliş

67

Âyetin tefsiri için bak:70

68

Âyetin tefsiri için bak:70

69

Âyetin tefsiri için bak:70

70

"(Müşrikler), Allah'ı hakkıyla takdir etmediler. Halbuki, Kıyamet günü, arz, toptan (ancak) O'nun kabzasındadır. Gökler de, O'nun sağ eliyle, (toplanıp) dürülmüşlerdir. O, müşriklerin (kendisine) koşmakta oldukları ortaklardan münezzehtir, çok yücedir. (Birinci) sûr'a üfürülecek; artık, Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere, göklerde ve yerde kim varsa, düşüp ölecektir. Sonra ona, bir daha üfürülecektir. O anda görürsün ki, (ölüler dirilip), ayakta bakınıp duruyorlar. (Haşir) yeri Rabbinin nuruyla aydınlandı. Kitap, konuldu. Peygamberler ve şahitler getirildi. (Allah'ın kulları) arasında, onlar asla haksızlığa uğratılmayarak, hak ile hükmolundu. Her kişi, ne yaptıysa, karşılığı tastamam ona ödendi. Ne yapıyorlar idiyse, (zaten) O, çok iyi bilendir"

Bil ki Allahü teâlâ, müşriklerin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e putlara tapmayı teklif ettiklerini nakledip, daha sonra da onların görüşlerinin fesadına delâlet eden delilleri getirip, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, kendisine ibadet etmesini emredip, O'ndan başka şeylere ibadet edemeyeceğini söyleyince, o müşriklerin, Allah'ı gerçek manada tanımış olmaları halinde, bu değersiz nesneleri, ibâdette kendisine ortak koşamayacaklarını beyan ederek, "(Müşrikler), Allah'ı hakkıyla takdir etmediler" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Allah'ı Bilmeyenler Kâfirlerdir

Bazı kimseler, insanların Allah'ın hakikatini bilip anlayamayacaklarına dair bu ayetle istidlal ederek,

"Çünkü, Allah'ın, "Allah'ı hakkıyla takdir etmediler" sözü bu manayı ifade etmektedir" demişlerdir, ama biz, ayetin ifade ettiği durumun, kâfirlerin hallerini nitelemesi olduğunu; kâfirleri bu şekilde vasfetmeden dolayı mü'minlerin vasfının da böyle olduğu neticesinin çıkmayacağını anlatmıştık. Binâenaleyh, bu söz sakıttır, düşer.

İkinci Mesele

"O'nu, hakkıyla tazim edip ululayamadılar" manasında olup, bu ayet şu üç sûrede, yani En'âm, Hacc ve bu sûrede geçmektedir.

Bil ki Allahü teâlâ, o müşriklerin, kendisini kendisine yakışır bir biçimde ululayıp tazim edemediklerini beyan buyurunca, kendisinin azametinin kemâline, celâlinin sonsuzluğuna delâlet eden şeyi getirerek, "Halbuki, Kıyamet günü, arz toptan (ancak) O'nun kabzasındadır. Gökler de, O'nun sağ eliyle (toplanıp) dürüîmüşlerdir" buyurmuştur. Kaffâl, bu ayetin, tıpkı bir kimsenin, "Sen beni gerçek manada takdir edemedin; ben, şöyle şöyle yapan zâtım" demesine benzediğini; yani, "Benim halimin ve vasfımın, bahsettiğim şekilde olduğunu buseydin, beni, değerimden ve bulunmam gereken makamdan aşağı düşürmemen gerekirdi.." demek olduğunu; bunun bir benzerinin de, "Allah'a nasıl olup da küfrediyorsunuz? Halbuki siz ölüler iken, O (sizi) diriltti..." (Bakara, 28) ayeti olduğunu; bunun da, "Vasfı ve mülkünün durumu böyle olan bir zâtı nasıl inkâr edebilirsiniz?" demek olduğunu söylemiştir. Binâenaleyh, burada da mana, "Onlar, Allah'ı hakkıyla tazim edemediler. Çünkü, ortakları olduğunu, yer ve gökler O'nun kabzasında olmasına rağmen, O'nun ölüleri diriltemiyeceğini iddia ettiler" şeklinde olur.

Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetin bu ifâdesini olduğu gibi ele aldığında, bu ayetin maksadının, O'nun azametini tasvir etmek ve ayetteki kabza "avuç", yemin "sağ el" lafızlanyla, hakikat ya da mecaz cihetine gitmeden, O'nun azametinin künhüne işaret onları buna vakıf kılmak olduğunu (görürsün).

Bir yahudinin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek, "Ey Ebâ'l-Kâsım, Allah Kıyamet gününde, gökleri bir parmağı üzerinde, yerleri bir parmağı üzerinde, dağları bir parmağı üzerinde, ağaçları bir parmağı üzerinde, toprağı bir parmağı üzerinde ve diğer mahlûkatı bir parmağı üzerinde tutup, sonra da bunları sallayarak, "Hükümdar benim ben!" der. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yahudinin bu sözüne şaşarak güler" şeklinde rivayet edilen haber de bunun gibidir." Keşşaf sahibi sözüne devamla şöyle der: "Arabın en fasihi olan Hazret-i Peygamber, yahudinin bu sözüne, maddi manada, "tutmak, "parmak" "sallamak" gibi şeyler düşünmeksizin beyân alimlerinin anladığı şeyi anladığı için gülmüştür. Ancak ne var ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in anlayışı, her şeyden önce, apaçık bir kudrete delâlet etmek demek olan; vehimlerin, hakkında hayrete düştüğü; zihinlerin künhüne vakıf olamadığı o büyük şeylerin, O'na basit olduğu, şeklinde anlamıştır. Biz, beyan ilminde bundan daha ince ve bundan daha hafif bir konu göremiyoruz."

Niçin Aslolan Zahirdir

Keşşaf sahibine şöyle denebilir: Sen, sözde aslolanın, onu hakiki manasına hamletmek olduğuna; hakiki manadan, mecazî manaya ancak, o sözü hakikî manasına hamletmenin imkânsız olduğuna; dolayısıyla da onu mecazi manasına hamletmek gerektiğine dair delil bulunduğunda başvurulacağını kabul ediyor musun? Eğer o, bu esası kabul etmezse, bu durumda Kur'ân, tamamiyle bir hüccet olmaktan çıkar. Çünkü herkes, "Falanca ayetin maksadı, şu ve şudur, ama, ben o ayeti şu gayeye hamlediyor, zahirine iltifat etmiyorum" diyebilir. Bunun misâli, cennetliklerin mükâfaatı, cehennemliklerin de cezası hakkında gelmiş olan ayetlere tutunarak, bir kimsenin, "Bu ayetlerin gayesi, itaat edenlerin mutluluğa ereceklerini; günahkârların da bedbaht olacaklarını beyandır. İşte bu ayetleri, mutluluk ve mutsuzluk manasına alıyor; cennetteki yeme, içme .. vb. hallere dair hiçbir şey kabul etmiyorum" diyebilmesidir.

Yine bir kimse, namazın farz olduğunu isbat için varit olmuş olan ayetlere tutunarak, "Bunların maksadı, zikrullah ile kalbi nurlandırmanın gerekli olduğunu belirtmektir. Bense, işte bu kadarla yetiniyor ve bu hususî ve muayyen amelleri gerekli görmüyorum" diyebilir. Bu, iki misaldeki sözü iyice anladığında, buna, usûlî ve fer'î olan diğer meseleleri de kıyasla. Bu durumda Kur'ân, usulî ve fer'î meselelere dair bir delil olmaktan çıkar ki, bu kesinlikle bâtıldır. Ama, Keşşaf sahibi, Kur'ân ilminde aslolanın, "Kelâmda aslolanın, onu hakiki manaya hamletmek olduğuna; hakikî manaya hamletmenin imkânsız olduğuna dair ayrı bir delilin bulunması halinde, bu sözü mecazi manaya sarfetmenin gerekli olacağına; eğer bu noktada, birden fazla mecazî mana bulunuyorsa, bunlardan sadece birisine hamletmenin gerekli olduğuna dair de delil bulunmuyorsa, o zaman muayyen bir mecazi manaya hamledilemeyeceğini kabul ediyorsa, şimdi biz diyoruz ki: Ayetteki, kabza ve yemîn lafızları, o hususî muayyen lafızlar hakkında, hakikî manadadırlar. Binâenaleyh, senin bu sözü bu manadan alman, ancak, bu lafızları zahirî manâlarına hamletmenin imkânsız olduğuna dair delil getirdiğinde mümkün olur. Bu durumda da bunları, çeşitli mecazî manalara hamletmek gerekir. Daha sonra delil ile sen, falanca manayı, o hakiki manadan mecaz kılmanın doğru olduğunu beyan edersin. Daha sonra da, yine delile dayanarak, bu mecazî mananın da diğerlerinden daha evlâ olduğunu beyân edersin. Bu mukaddimelerin ve bunların sırasının, İşte bu şekilde olduğu sabit olunca, bu tahkik ehlinin kendisine itimat ettiği, sahih ve doğru bir yöntemdir. Sen ise bu konuda, yeni bir metod ortaya koyamadın ve ilginç bir şey söyleyemedin. Tam aksine, söylediklerin tahkik ehlinin söylediği ile aynı şeydir. Böylece, Keşşaf sahibinin, kendisinden başkasının bilmediği bir yöntemi bulmuş olmasından dolayı izhâr ettiği sevincin, yanlış bir yönteme dayandığı; manalara vukûfiyyetin azlığını gösterdiği sabit olmuş olur. Binâenaleyh, bu hususta biz gerçek yönteme başvuruyor ve şöyle diyoruz: "Kabza ve yemîn lafızlarının, bu uzuv ve organları hissettirdiğinde herhangi bir şüphe yoktur. Ancak ne var ki, Allahü teâlâ hakkında birtakım uzuv ve organların düşünülmesinin imkânsızlığına dair, aktî deliller vardır. Binâenaleyh, uzuv ifade eden bu kelimeleri çeşitli mecazi manalara hamletmek gerekir.

Bu sebeple biz diyoruz ki: Birisi bir kimsenin emri ve idaresi altında olduğunda, "Falanca, falancanın kabzasındadır" denilir. Cenâb-ı Hak da, "Şu var ki zevcelerine, yahut sağ ellerinin mâlik olduklarına müstesna.."(Mü'minûn, 6) buyurmuştur ki, bu ifadeyle, onun memlûkü olduğu kastedilmiştir. Yine, "Bu ev, falancanın elindedir"; "Falanca, el sahibidir" denilir ki, bütün bunlardan, "kudret" manası kastedilir. Fukaha, (alışverişin) şartlan bahsinde, "Falanca, şunu kabzetti ve o onun kabzasında oldu.." ifadesini kullanırlar ve bununla, onun ona malik olduğu manasını kastederler. Bu lafızları, hakiki manalarına hamletmenin imkânsızlığı sabit olunca, bu gibi naslan, manasız olmaktan (ta'tîl) muhafaza etmek için, mecazî manalarına hamletmek gerekir ki, işte bu konudaki gerçek söz budur: Bizim, "Tesîsu't-takdîs" adını verdiğimiz, Cenâb-ı Hakk'ın cisim olmaktan ve mekânda bulunmaktan tenzih edilmesi gerektiği hakkında, müstakil bir kitabımız vardır. Bu konuda iyice malumat sahibi olmak isteyenler, oraya müracaat etsinler.

Üçüncü Mesele

Bu mesele, ayetin ihtiva ettiği lafızların tefsiri hakkındadır. Ayetteki arz kelimesinden, yedikat yer kastedilmiş olup, bunun delilleri şunlardır:

1) Ayetteki, "toptan" sözü.. Çünkü bu tekidin ancak, çoğul kelimeler hakkında yapılması doğrudur. Bunun bir benzeri de, (Âl-i İmran, 93) (Nûr. 31) (Kaf, 10) ve (Asr, 2-3) ayetleridir. Çünkü müfret lafızlarla kullanılan diğer cemi kelimeler, müfret kelimelerden çoğul manası kastedildiğine delâlet eder. İşte burada da böyledir.

2) Cenâb-ı Hak bundan sonra, "Gökler de (...) dürülmüşlerdir" buyurmuştur. Binâenaleyh, arz kelimesiyle, yedi kat yerin kastedilmiş olması gerekir.

3) Burası, tazim ve telkîn yeridir. Binâenaleyh bu, mübalağa manasını iktizâ eder.

Ayetteki kabza kelimesine gelince, bu kabd kökünden masdar-i binâ-i merre olup bir defa olmaya delâlet eder. "Binâenaleyh o peygamberin izinden bir avuç (toprak) aldım.. "(Tâhâ, 96) buyurulmuştur. Damme ile, kubza kelimesi ise, ele geçirilen miktar, şey anlamındadır. Yine, masdar ile ad verilip ele geçirmek manası kastedilerek, "Bana şundan bir avuç ver..." denilir. Buna göre mana, "Yerlerin tümü, O'nun kabzasıdır. Yani, "Bu yerlerin tümü Cenâb-ı Hakk'ın kabzalarından bir kabza (bir avuç)dır, Bu da, "Bunca büyüklüklerine ve genişliklerine rağmen yerler, Cenâb-ı Hakk'ın avuç lam al arından sadece bir avuç miktarına ulaşabilirler.." demektir. Kubza manasının murad edilmesine gelince, bu açıktır. Çünkü mana, "Yerlerin tümü, Cenâb-ı Hakk'ın tek bir avucuna aldığı şey kadardır" demektir.

İmdi, eğer; "Bu ifadeyi nasb ile, (kabzatehû) şeklinde okuyan kimsenin kıraatinin izahı ne şekilde yapılır?" denilirse, biz deriz ki, bu kıraat bu kelimeyi zarf, yani kendisinden harf-i cenin hazfedildiği bir kelime kabul etmiştir. Ayetteki matriyyat, yaymanın zıddı olan tayy (dürmek) kökündendir. Nitekim Cenâb-ı Hak "O günü ki biz göğü, kitapların sahifesini dürüp büker gibi, düreceğiz..' (Enbiyâ, 104) buyurmuştur, Defteri düren kimsenin, (genelde) örfü, âdeti ise, onu sağ eliyle (yemîn) dürmesidir.

Zemahşerî'ye Red

Keşşaf sahibi ayrıca şöyle der: "Ayetteki (......) kelimesinin, O'nun mülkü; (......) kelimesinin de, O'nun kudreti manasında olduğu ileri sürülmüştür. ifadesinin manasının da, "O'nun yemini sebebiyle yok olmuşlardır. Çünkü O, onları almaya yemin etmiştir" şeklinde olduğu ileri sürülmüştür." Keşşaf sahibi bu izahları yapınca, bunlardan birinci görüşe dönerek, "Bunlar, tutuk ve bozuk izahlardır. Ayetin bu ifâdesini sırf temsile ve teşbihe hamletmek daha evlâdır" der ve bu sözü izah hususunda genişçe izahatta bulunur.

Ben de diyorum ki: Bu adamın, kendi metodunun güzel, eskilerin metodlarının çirkin olduğunu söylemeye cüret etmesindeki bu tutumu, cidden şaşırtıcıdır. Çünkü, eğer ona göre, delil olmadan lafzın zahiri terkedilebiliyor ve mecazî manaya gıdilebiliyorsa, bu Kur'ân'ı ta'n etmek ve onu hiç bir hususta delil saymamaya gitmek demektir. Yok eğer inancı ve mezhebi, "kelâmda aslolan hakikattir; hakikî manada ise, ancak ayrı bir delil bulunduğunda vazgeçilebilir" şeklinde ise, işte bu, eskilerin çoğunluğunun uyguladığı yolun ta kendisidir, öyleyse, daha onun, ancak kendisinin bildiğini iddia ettiği söz nerede? Ve yine, başkasının değil de, kendisinin bildiği ilim nerede? Şurası da bir gerçek ki, kendisi de, zor tevillere ve düşük ifadelere yönelmiştir.

Eğer onlar, "Bundan maksad, delil, ayetteki "kabza" ve "yemin" kelimelerinden, bu uzuvların kastedilmediğine delâlet edince, bizim bu kadarla yetinmemiz ve bundan ne kastedildiği işiyle meşgul olmayıp, bunu Allah'a havale etmemizdir" derlerse, biz deriz ki: İşte bu, "Biz, bu lafızlardan o uzuvların kastedilmediğini biliyoruz. Bunlarla kasdedilen manayı belirlemeye gelince, bu hususu Allah'a havale ediyoruz" diyen mü'minlerin yolunun tâ kendisidir. Bu yol, te'villere yanaşmayan selef yolunun tâ kendisidir. Böylece bu adamın yaptığı te'villerin içinde hiçbir faydanın olmadığı sabit olur. Allah en iyi bilendir.

Bil ki Allahü teâlâ, biraz önce geçtiği gibi kendi azamet ve ululuğunu beyan edince, "O, müşriklerin (kendisine) koşmakta oldukları ortaklardan münezzehtir" buyurmuştur. Bu, "Akılların ve gönüllerin, O'nun ululuğunu anlatmakta âciz kalıp, şaşkınlığa düştüğü bu kahir, ulu, kadir; putların ma'bûdiyyette kendisine ortak koşulmalarından münezzeh ve yücedir" demektir.

Önemli Sorular

Eğer, "Bu söz hususunda birkaç açıdan soru yöneltilebilir:

a) Arş, hem yedi kat gökten, hem yedi kat yerden daha büyüktür. Cenâb-ı Hak, Arş'ı anlatırken, "Ogün Rabbinin Arş'ını o meleklerin üzerinde, sekiz (melek) taşır" (Hakka. 17) buyurmuştur. Melekler büyük Arş'ın taşıyıcıları olarak nitelendiklerine göre, Allah'ın büyüklüğü, O'nun göklerin ve yerin taşıyıcısı olmakla nasıl ölçülebilir?

b) Ayetteki, "Kıyamet günü arz toptan (ancak) O'nun kabzasındadır. Gökler de O'nun sağ eliyle (toplanıp) dürülmüşlerdir" ifadesi, sadece Kıyamet günü olacak bir durumu anlatmaktadır. Halbuki müşrikler bunu görüp müşahede etmemişlerdir. Dolayısıyla bu hitap eğer peygamberleri tasdik edenlere ise, bunlar zaten, putların Allah'a ortak olamayacaklarına inanmaktadırlar. Binâenaleyh bu delilin bunlara getirilmesinin bir manası yok. Yok eğer bu hitap, yerin tamamının Cenâb-ı Allah'ın kabzasında olmasını inkâr ederlerken, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini de yalanlayanlara ise, o zaman bu ayet ile, şirk inancının bâtıl olduğuna istidlal edilemez..?

c) "Kebza" ve "yemin" kelimeleri hakkında söylenilebilecek son söz, bu büyük ecrâmı muhafazaya, tam ve mükemmel bir kudretin bulunduğunu ifade etmektir. Kıyamet günü, bu büyük kütleleri tutmak, ancak Allah'ın kudretiyle olduğu gibi, şu anda da böyledir. Dolayısıyla bu durumun sadece Kıyamet günü olacağını söylemenin hikmet ve manası nedir?

Bunlardan birincisine şöyle cevap veririz: Ululama dereceleri pek çok olup, ilki, Allah'ın ululuğunu, bu büyük kütleleri muhafazaya kadir oluşuyla anlatmak, sonra da, yine O'nun ululuğunu, Arş'ı taşıyan melekleri yönetimi altında bulundurmaya kadir oluşuyla anlatmaktır.

İkinci soruya şöyle cevap veririz: Maksad, Hak teâlâ'nın bu zamanda, gökleri ve yeri mamur (düzenli) bir şekilde devam ettirmeyi üstlenmesi, kıyamet günü de, göklerin ve yerin harap ve yok edilmesini üstlenmesidir ki bu, hem varetme, hem de yoketme hususunda tam ve mükemmel bir kudretin O'nda bulunduğuna delâlet ettiği gibi, aynı zamanda O'nun mutlak manada herşeyden müstağni olduğuna da dikkat çekmektir. Çünkü bu, O'nun, yeri harap etmek istediğinde yapacağı işin, avuçladığı gibi birden yere çalıp imha etmekten ibaret olduğuna delâlet eder. Bu da, Cenâb-ı Allah'ın tam manada, herşeyden müstağni olduğuna delâlet eder.

Üçüncü soruya da şöyle cevap verebiliriz: Hak teâlâ bu hususun, dünyayı mamur ederken, var edişteki kudretinin mükemmelliğinin ortaya çıkışı gibi, dünyayı yokederken de kudretinin mükemmelliğinin ortaya çıkmasına delâlet etsin diye, bu işin Kıyamet günü olacağını söylemiştir. Allah en iyi bilendir.

Sûr'a Üflenmesi

Bil ki Allahü teâlâ, biraz önce geçen şeyler ile, azametinin mükemmelliğini anlatınca, bunun peşinden yine kudret ve azametinin mükemmelliğine delâlet eden, başka bir şeyi daha zikretmiştir. Bu da, Kıyamet gününün emareleri olan şeylerin anlatılmasıdır. Çünkü sûr'a üfleme işi, o günden önce olacaktır. İşte bu sebeple, Hak teâlâ, "(Birinci) sûr'a üfürülecek; artık, Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere, göklerde ve yerde kim varsa, düşüp ölecektir. Sonra ona bir daha üfürülecek. O anda görürsün ki (ölüler dirîlip), ayakta bakmıp duruyorlar" buyurmuştur. Alimler (......) kelimesinin manası hususunda değişik şeyler söylemişlerdir:

1) Kimileri, bunun "ölme" manasına olmadığını söylemiş, delilinin ise, Hak teâlâ'nın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) hakkında, o ölmediği halde, "Musa bayılıp düştü" (A'raf, 143) ayetinin olduğunu, dolayısıyla bunun, alabildiğine bir dehşete sebep olan nefhâ (üfleniş) olduğunu söylemişlerdir. Böyle olması halinde, sûr'a "sa'k" için üflenişi ile, "feza" için üflenişten aynı şey kastedilmiştir. "Feza" için sûr'a üfleniş de, Neml, 87 ayetinde bahsedilmiştir. Bu görüşe göre, sûr'a üfleme işi iki kere olacaktır.

Sûr'a Üfleme Üçtür

2) "Sa'lka", ölüm demektir. Bu görüşte olanlar "Onların bu dehşetten ve şiddetli sesten ötürü öldüklerini" söylerler. Böyle olması halinde, sûr'a üfleniş şu üç defada olacaktır:

a) Neml 87. ayette bahsedilen feza' (dehşet) üflenişi,

b) Sa'lka üflenişi,

c) Kıyam üflenişi. Son ikisi, bu ayette mevzubahs edilmiştir.

Üflemede Ölmeyecek Olanlar

Ayetteki, "Allah'ın diledikleri müstesna" ifadesiyle ilgili şu izahlar yapılmıştır:

1) Ibn Abbâs (radıyallahü anh), "Cebrail, Mikall, İsrafil ve ölüm Meleği (Azrail) (aleyhisselâm)'lar hariç, sâ'ika üflenişinde bütün göklerde ve yerde olanlar ölürler. Daha sonra Allahü teâlâ, Mikâîl ve İsrafil (aleyhisselâm)'i de öldürür, geriye Cebrail (aleyhisselâm) ile ölüm meleği kalır. Daha sonra da Cebrail (aleyhisselâm)'i öldürür" demiştir.

2) Bunlar, Hak teâlâ'nın, "Aksine (o şehidler) diridirler ve Rableri katında rızıklandırılmaktadırlar" (Âl-i İmran, 169) ayetinde bahsedilen şehidlerdir. Ebû Hureyre (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bu ayette bahsedilenler, kılıçlarını Arş'ın etrafına asmış şehidlerdir" Buhari, cihad, 156. buyurduğunu rivayet etmiştir.

3) Câbir (radıyallahü anh), "Ayette istisna edilen Musa (aleyhisselâm)'dır. Çünkü o bir kere, "sa'k"a uğramıştır. İkinci kez uğramayacaktır" demiştir.

4) Bunlar, huriler ile Arş ve Kürsî'nin sakinleri meleklerdir.

5) Katâde, "Bunların kim olduğunu en iyi bilecek olan Allah'dır. Bunların kim olduğu hususunda Kur'ân'da ve hadislerde bir bilgi yoktur" demiştir.

Kalk Borusu

Daha sonra Hak teâlâ, Sonra ona bir dana üflenecek. O anda görürsün ki (ölüler ditilmiş), ayakta bahnıp duruyorlar" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis var:

Birinci Bahis: Ayetin lafzı, bu üfleyişin, birinci üfleyişten sonra olduğunu göstermektedir. Çünkü "sümme" kelimesi, sonralığı ifade eder. Hasan el-Basri, "Kur'ân, bunun birinci üfleyiş olduğuna delâlet eder. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, bu iki üfleyiş arasında "kırk" olduğu rivayet edilir. Ben bunun kırk gün mü, kırk ay mı, kırk yıl mı, kırk bin sene mi olduğunu bilemem" demiştir.

İkinci Bahis: Ayetteki "uhrâ" (bir daha) kelimesinin takdiri, "Sûr'a bir defa üflendi, sonra bir defa daha üflendi" şeklindedir. Uhra kelimesi nefha (üfleme)ye delâlet ettiği için ve bu husus açık olduğu için, bu "nefha"nın hazfi yerinde olmuştur.

Üçüncü Bahis: Ayetteki, "O anda görürsün ki ayakta bakınıp duruyorlar" ifadesi, "Onların kabirlerinden kalkışları, bu üfleyişin hemen peşinden, derhal, araya fasıla girmeksizin olmuştur" manasına gelir. Çünkü bu ifadenin başındaki "fâ" edatı fâ-ı ta'kîbiyyedir.

Dördüncü Bahis: Ayetteki "bakınıp duruyorlar" ifadesiyle ilgili şu iki izah yapılır:

a) Onlar, ansızın büyük bir hâdise ile yüzyüze geldikleri için, gözlerini etrafa, tıpkı şaşırmış bir kimsenin çevirişi gibi çevirirler.

b) Onlar, ne yapacaklarına bakar, düşünmeye başlarlar. Ayetteki "kıyam" (ayakta durmanın), kendilerini bürüyen şaşkınlık ve dehşetten ötürü, oldukları yerde çakılıp kalma, donup kalma manasında olması da mümkündür.

İlahî Tecellinin Yeri Aydınlatması

Cenâb-ı Allah, bu iki üfleyişi anlatınca," "Ver, Rabbisinin nuruyla aydınlandı" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bu ifadede geçen "Yeryüzünün başka bir yeryüzüne dönüştüğü günde..." (İbrahim. 48) ve "Yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir çarpışta hepsi toz haline getirilir" (Hakka, 14) ayetlerinin delâlet ettiği gibi, şu anda üzerinde oturulan yeryüzü olmayıp, aksine haşir için, Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı bir başka yerdir.

Mücessimeye Red

Mücessime "Allahü teâlâ sırf nurdur. Binâenaleyh Allah orada, kulları arasında hükmetmek için bakındığında, orası, Allah'ın nuruyla aydınlanır" der ve bu hususu, "Allah göklerin ve yerin nurudur" (Nûr, 35) ayetini delil getirirler.

Bil ki Mücessime'nin bu şüphesine şu bakımlardan cevap verilir:

1) Nûr, 35 ayetinin tefsirinde, Hak teâlâ'nın, gördüğümüz bu nurlar cinsinden bir nur olmasının mümkün olmadığını, ayetteki "nûr"u hakikî manasına hamletmek caiz olmayınca, mecazî olarak "adalet" manasına hamletmek gerektiğini anlatmıştık. Dolayısıyla bu noktada "nûr" lafzının bu manada kullanılabildiğini izah edip, sonra, bu "nûr" İle ancak bu mananın kastedilebileceğini anlatalım:

Nûr, Adalet Manasına Gelir

Nûr lafzının adalet manasında kullanılmasının izahı şöyledir: İnsanlar, adaletli padişah için, "ufuklar adaletinde nurlandı", "Dünya adaletinde ışıdı" gibi ifadeler kullanmalarının yanıstra, "zulmünden ötürü, her yer karardı" da derler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Zulüm, Kıyamet günü zulmetler (karanlıklar) olur" buyurmuştur. Bu ayetteki nûr ile "adalet" manasının kastedilebileceğinin izahı da şöyledir: Cenâb-ı Allah, (Bu ifadenin peşisıra), "Kitap konuldu. Peygamberler ve şâhidler getirildi..." buyurmuştur. Şâhidlerin getirilişinin ise, sırf adaletin ortaya çıkarılması için olduğu malumdur. Yine Cenâb-ı Hak, ayetin sonunda, "Onlar asla zulme uğratmayacaklardır" buyurur. İşte bu ifadede, buradaki "nûr" ile, bu zulmün izâle edileceği manasının kastedildiğine delâlet eder. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, ayete adaletinin olduğunu bildirerek başlayıp, zulmü olmadığını bildirerek tamamlamıştır.

2) Ayetteki, "Yer Rabbisinin nuruyla aydınlandı" ifadesi, Allah'ın nurunun olduğuna delâlet eder. Bu nurun, Allah'ın zâtının sıfatı olması gerekmez. Çünkü bunun Allah'a sıfat olarak nisbet edilmesinin doğruluğu hususunda ufacık bir sebep yeter. Dolayısıyla bu nûr, Allah'ın yaratması ve kendisine nisbet etmek suretiyle kıymetlendirdiği bir nur olunca, buna Allah'ın nuru denilmiştir. Bu tıpkı Beytullah (Allah'ın evi)", ve naketullah (Allah'ın devesi) denilmesi gibidir. Bu cevap, birincisinden daha kuvvetlidir. Çünkü bunda, kelimenin hakiki manasını bırakıp, mecazî manaya gitmeye ihtiyaç duyulmamıştır.

3) Bazan, "Bu yerin rabbi (sahibi) falandır. Bu evin rabbi, bu cariyenin rabbi falandır" denilir. Binâenaleyh ayetteki "Yerin Rabbi" ifadesiyle, bir padişahın kastedilmiş olması da mümkündür. Böyle olması halinde, padişahın nurunun (adaletinin) bulunması imkânsız değildir.

Getirilen Kitaplar

Cenâb-ı Hak ayette, o günün özelliklerinden olarak şunları zikretmiştir:

a) "Yer, Rabbisinin nuruyla aydınlanır." Bu husustaki izahımız geçti.

b) "Kitap konuldu" ifadesinin anlattığı husus... Bu "kitap" ile ne kastedildiği hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

1) Bu, Kıyametin kopacağı zamana kadar, kendisinde, dünya âleminin hallerinin şerh ve beyânının bulunduğu Levh-i Mahfûz'dur.

2) Bundan murad, insanların amel defterleridir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Herkesin amelini kendi boynuna doladık. Kıyamet günü onun için bir kitap çıkaracağız ki, neşredilmiş olarak kendisine kavuşacak.. " (İsra, 13) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak bir başka ayette, "Eyvah bize derler, bu kitaba ne olmuş, küçük-büyük hiçbir şey bırakmayıp onları saymış!.."(Kehf, 49) buyurur.

3) Ayetteki, "Peygamberler getirildi.." cümlesinden kastedilen, peygamberlerin, insanlara karşı şahitler olduktandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Her ümmetten birer şahit, onların üzerine de seni bir şahit olarak getirdiğimiz zaman (onların halleri) nice (olur?)" (Nisa, 41) ve "O günde ki, Allah bütün peygamberleri toplayıp da, "Size verilen o cevap nedir?.." diyecek" (Maide, 109) buyurmuştur.

4) Bu ayette şühedâ kelimesinden maksad, Allahü teâlâ'nın, "Böylece sizi (ey Muhammed ümmeti) vasat (örnek) bir ümmet yapmışızdır, insanlara karşı şehitler olasınız... diye" (Bakara. 143) ayetinde de buyurduğu husustur.

Yahut Cenâb-ı Hak şühedâ kelimesi ile, mü'minleri murad etmiştir. Mukâtil ise şöyle demiştir: "Allah, kaydeden melekleri (Hafaza meleklerini) murad ediyor. Cenâb-ı Hakk'ın, (O gün) herkes, beraberinde sürücü ve şahit bulunduğu halde, (mahşere) gelmiştir" (Kaf. 21) ayeti de buna delâlet eder.

Allahü teâlâ'nın şühedâ kelimesiyle Allah yolunda şehit düşenleri murad ettiği de söylenmiştir.

İşlerin Karşılığı

Allahü teâlâ, hükümleri hall-ü fasi etmek ve dâvaları sona erdirmek hususunda kendisine ihtiyaç duyulan bütün şeylerin, kıyamet meclisinde hazır olacağını beyan edince, bundan sonra O, herkesin hakkını herkese ileteceğini beyan etmiş ve bu hususu da, şu dört ibare ile ifâde etmiştir:

a) "(Allah'ın kulları) arasında ... hak ile hükmolundu" ayeti,

b) "asla haksızlığa uğratılmayarak" ifadesi,

c) "Her nefs, ne yaptıysa, karşılığı tastamam ona ödendi" ifadesi: Yani, "Her nefse, yaptığının karşılığı tastamam, eksiksiz verildi." ifadesi...

d) "Ne yapıyorlar idiyse, (zaten) o, çok iyi bilendir" ifadesidir. Yani, "Allahü teâlâ, onların hallerinin keyfiyyetlerini biliyor olmasaydı, o zaman belki de, ilmi olmadığı için, hak ile hükmedemeyebilirdi. Ama o, onların fiillerinin miktarlarını ve bunların keyfiyetlerini bilen olunca, bu hükme herhangi bir hatanın karışması imkânsız olmuştur" demektir. İşte böylece, Allahü teâlâ'nın bu maksadı, bu farklı lafızlarla ifade ettiği; esas amacın, her mükellefin, kendi hakkına ulaşıp elde edeceği hususunu vurgulamak olduğu sabit olmuştur.

Cehenneme Sevkiyat

71

Âyetin tefsiri için bak:72

72

"O küfredenler, ayrı ayrı zümreler halinde cehenneme sürüldü. Nihayet oraya geldikleri zaman onun kapıları açıldı. (Cehennemin) bekçileri onlara (şöyle) dedi: "Size içinizden Rabbinizin ayetlerini karşınızda okuyacak, sizi bu gününüze kavuşmakla uyaracak peygamberler gelmedi mi?" Onlar, "Evet (geldi)" dedi(ler), fakat azap kelimesi kâfirlerin üzerine hak oldu" Denildi: "içinde ebedî kalmak üzere girin cehennemin kapılarından! Kibir taslayanların karargâhı ne kötü!".

Bil ki, Allahü teâlâ, Kıyamet ehlinin hallerini genel olarak açıklayıp, "Her nefs, ne yaptıysa, karşılığı tastamam ona ödendi" buyurunca; bundan sonra da, cezalandırılan kimselerin hallerinin keyfiyyetini; sonra da, mükâfaatlandırılan kimselerin hallerinin niteliğini beyân etmiş, böylece de sûreyi bitirmiştir.

Bu ayette zikredilen, ikâb (ceza) ehlinin hallerinin izahına gelince bu, Cenâb-ı Hakk'ın, küfredenler, ayrı ayrı zümreler halinde cehenneme sürüldü" buyruğudur. İbn Zeydân şöyle demiştir: "Kâfirlerin cehenneme sürülmeleri, sertlik ve şiddetle olur. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün onlar, cehennem ateşine itilip kakılırlar" (Tûr, 13) ayetidir. Yani, "Bir itilişle itilirler..." Bu ifadenin bir benzeri, Cenâb-ı Hakk'ın, 'İşte, yetimi unfü şiddetle (kaba ve sertçe) iten.." (Maun, 2) ayetidir. Yani, "Onu def eder, savuşturur, iter." Cenâb-ı Hakk'ın, "Günahkârları ise, susuz olarak cehenneme süreceğiz.." (Meryem, 86) ayeti de, bu manaya delâlet eder,

Zümer Kelimesi

Zümer kelimesine gelince, bu, birbiri ardınca dağılan topluluklar anlamındadır. Böylece Cenâb-ı Hak, onların, cehenneme sevk olunacaklarını; oraya geldiklerinde onun kapılarının açılacağını beyan etmiş oldu. Bu durum, cehennemin kapılarının ancak, bunlar oraya ulaştıklarında açılacağına delâlet eder. Onlar oraya girdiklerindeyse, cehennem bekçileri onlara. "Size içinizden, yani kendi cinsinizden, Rabbinizin ayetlerini karşınızda okuyacak, sizi bu gününüze kavuşturmakla uyaracak peygamberler gelmedi mi?" der.

"Yevmikum" İzafetinin İzahı

Eğer, "Gün, niye onlara nisbet edilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Cenâb-ı Hak, "bu vaktinizle, yani ateşe girme vaktiniz ve zamanınızla" manasını murad etmiştir; "Kıyamet günü" manasını değil. "Gün" ve "günler" lafzının, sıkıntı ve şiddet vakitleri hakkında kullanılması, meşhur bir olaydır İşte o zaman kâfirler şöyle der: Evet, bize geldiler ve ayetleri de okudular. "Fakat azâb kelimesi kâfirlerin üzerine hak oldu." Bu ayetle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Kelamın takdiri şöyledir: "Azâb kelimesi, bizim üzerimize hak oldu. Her kimin üzerine azâb kelimesi hak olursa, onun, azâbtan kurtulması nasıl mümkün olur?" Bu ifade, saîd (cennetlik) olan kulun, şakiye (cehennemliğe), şakînin de saîde dönüşemeyeceği hususunda, sarih bir hükümdür. Bu sözü savuşturma hususunda Mu'tezile'nin söyledikleri ise, malûmdur. Aynı şekilde, bizim, onlara verdiğimiz cevaplar da malumdur.

Vûcûb Şeriatta Olur

Bu ayet, şeriat (hüküm) gelmeden önce, vücûbiyyetin olmadığına delâlet eder. Çünkü melekler, peygamberler geldikten sonra, onların hiçbir bahane ve gerekçelerinin kalmadığını beyan etmişlerdir. Şayet, azaba müstahak olmak için, peygamberlerin gelmesi şart olmasaydı, onların bu sözlerinin bir manası kalmazdı. Sonra, melekler onların bu sözünü duyduklarında onlara, "kinde ebedî kalmak üzere girin cehennemin kapılarından. Kibir taslayanların karargâhı ne kötü!.." demiştir. Mutezile şöyle demiştir: "Şayet onlar, azâb kelimesi onlara hak olduğu için ateşe girmiş olsalardı, meleklerin, "Kibir taslayanların karargâhı ne kötü!" demelerinin bir manası ve anlamı olmazdı. Bilakis bu söz ancak, biz, "Onlar, peygamberlere karşı büyüklük taslayıp, onların sözlerini dinlemedikleri ve onların delillerine iltifat etmedikleri için cehennem ateşine girdiler" dediğimizde, manalı ve anlamlı olmuş olur. Bu da bizim görüşümüzün doğruluğuna delâlet eder." Allah, doğru olanı en iyi bilendir.

Cennete Sevkiyat

73

Âyetin tefsiri için bak:75

74

Âyetin tefsiri için bak:75

75

"Rablerini sayanlar ise, fevc fevc cennete sevkedildi. Nihayet oraya vanp kapılan açılınca, (cennetin) bekçileri (şöyle) dedi: "Selâm size! Tertemiz geldiniz! Artık, ebedî kalmak özere girin buraya." Dediler ki: "Bize vaadinde sadık olan, bizi, cennetten neresini dilersek konmak üzere bu yere mirasçı yapan Allah'a hamdolsun, (İyi) amelde bulunanların mükâfaatı ne güzel!" Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arşın etrafını kuşatmışlardır. Aralarında adaletle hükmolundu ve "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" denildi"

Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayette, ikâba dûçâr olanların hallerini anlatınca bu ayette de, mükâfaata nail olanların durumlarını beyan etmiş ve "Rablerini sayanlar ise, fevc fevc cennete sevkedildi" buyurmuştur.

Cennete Sevkiyata Lüzum Var mı?

İmdi, eğer; "Cehennemliklerin, azaba sevkedilmeleri makûl ve anlaşılır bir şeydir. Çünkü onlara, azâb ve bedbahtlık mahalline gitmeleri emredilince, onların oraya sevkolunmuş olmaları kaçınılmazdır. Mükâfaata nail olanlara gelince, onlar ikram, rahatlık ve saadet mahalline gitmekle emrolunduklarında, o zaman orada, şevke daha ne ihtiyaç olur?" denilirse, buna birkaç bakımdan cevap verilir:

1) Sevgi ve bağlılık, Kıyamet gününde, müttakî kimseler arasında devam etmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Dostlar o gün birbirine düşmandır, takva sahipleri müstesna..." (Zuhruf, 67) buyurmuştur. İşte, onların birisine, "cennete gir!" denildiğinde o, "Sevdiklerim ve dostlarım oraya gitmedikçe ben oraya girmem" der; bu sebepten dolayı da gecikir, geride kalırlar. İşte o zaman da, cennete sevkolunmaları ihtiyacı hasıl olur.

2) Rablerini sayanlar Allah'a, ne cennet ne de ateş için İbâdet etmişlerdir. (Onlar, sırf Allah için ibadet etmişlerdir). İşte bundan dolayı, onların cennete sevkolunmaları ihtiyacı hasıl olur.

3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cennetliklerin çoğu saf ve temiz kimselerdir. Îlliyyûn, ebrâra aittir" Camiu's-Sağir, 1/53. İşte bu sebeple onlar, cennete sevkolunurlar..

4) Hem cennetlikler, hem de cehennemlikler sevkolunurlar.. Ancak ne var ki, ateş ehlinin sevkolunmasıyla, tıpkı hapse ve zincirlere vurulmaya sürüldüğünde bir esire yapıldığı gibi, şiddet ve hakaretler içinde ateşe atılmaları; cennetliklerin sevkolunmalarıyla da, onların binitlerinin sevkolunması kastol un muştur. Çünkü onlar ancak, binitli oldukları halde cennete götürülürler. Onların sevkolunuşlarından kastedilen öyleyse, onların sür'atle, bir an önce, ikram ve hoşnutluk yurduna götürülmeleridir. Tıpkı, hükümdarlara elçi olarak gelen heyet mensuplarına yapılan ikram, izzet ve ağırlama gibi... Şu halde, iki sevk arasında muazzam bir fark vardır...

Cenâb-ı Hak daha sonra şöyle buyurmuştur: "Nihayet oraya varıp kapıları açılınca, (cennetin) bekçileri (şöyle) dedi..." Bil ki bu sözün tamamı, birtakım kayıtlardan meydana gelmiş tek bir şarttır: Birinci kayıt, onların cennete gelmeleri...

İkinci Kayıt, Cenâb-ı Hakk'ın, "kapıları açılınca" ayetinin ifade ettiği husus...

Eğer, "Cenâb-ı Hak, cehennemlikler hakkında, şeklinde vâv'sız olarak, burada ise vâv ile buyurmuştur. Fark nedir?" denilirse biz deriz ki: Cehennemin kapıları ancak, ehli oraya girdiğinde açılacak. Cennetin kapılarına gelince, onun açılması, ehlinin oraya ulaşmasından önce olur. Bunun delili de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Adn cennetleri... Onlar için bütün kapılar tastamam açılmıştır" (Sad. 50) ayetidir. Bundan dolayı vâv ile getirilmiştir. Buna göre sanki, "Onlar oraya geldiklerinde cennetin kapıları onlara çoktan, ardına kadar açılmıştır.." denilmiştir.

Üçüncü Kayıt, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Cennetin) bekçileri (şöyle) dedi: "Selâm size! Tertemiz geldiniz! Artık, ebedî kalmak üzere girin buraya" ayetinin ifade ettiği husus... Böylece Cenâb-ı Hak, cennet bekçilerinin, cennetlikler için şu üç ifadeyi kullandıklarını beyân etmiştir:

a) Onların, "Selâm size" cümlesi... Bu, cennetliklerin, bütün belâ ve afetlerden, selâmet ve esenlikle müjdelenmiş olduklarına delâlet eder.

b) Onların (......) demeleri, "Günah kirlerinden temiz oldunuz ve hata kirlerinden arındınız" manasınadır.

c) (......) şeklindeki sözlerinin başındaki "fâ" edatı, bu girme işinin, o temiz olma ve kirlerden arınma işine sıkı sıkıya bağlı olduğuna delâlet eder. Bu sebeple Mu'tezile, "Bu, cennete, hertürlü günahtan temiz olmayanların giremeyeceğine delâlet eder" demişlerdir. Ama diyoruz ki: "Bu tutarsız bir görüştür. Çünkü Allahü teâlâ, onların günahlarını haseneye (iyiliğe) çevirir. Böylece onlar, Allah'ın lütfü sayesinde, temiz ve pâk olurlar."

Eğer bahsi geçen bu husus şarttır. Ya bunun cevabı nerede?" denilirse, deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Bunun cevabı mahzûf olup, bunu hazfetmenin gayesi, bu işin mükemmellik açısından anlatılamayacak bir dereceye ulaştığını göstermektir.

b) Cevap, ayetteki "(cennetin) bekçileri şöyle dedi.." ifadesi olup, buna göre, ifadenin başındaki vâv hazfedilir. Ama daha doğru izah, birincisidir.

Cennete Varislik

Daha sonra Cenâb-ı Allah, meleklerin, muttaki olan kimselere, bu şekilde konuşunca, muttakiler, "Korkmayın, üzülmeyin, va'dolunduğunuz bu cennette sevinin..." (Fussilet, 30) ayetindeki ilahî vaadi "Bu vaadini bizim için gerçekleştiren Allah'a hamdolsun" dediklerini haber vermiştir.

(......) ifadesi, "Bizi cennet arzına mirasçı yapan" demektir. Buradaki "Arz" ile cennetin arzı kastedilmiştir. Bunu, şu sebeplerden ötürü, "mirasçı olma" fiili ile ifade etmiştir:

1) Cennet başlangıçta, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) içindi. Çünkü Allahü teâlâ, ona "O cennetten dilediğiniz gibi, bol bol yeyiniz" (Bakara. 35) buyurmuştur. Binâenaleyh bu cennet, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in soyuna geçince, bu, cennetin veraset ile geçtiğini söylemenin bir sebebi olmuştur.

2) Bu ifade, birisinin, "Şu iş, şunu irâs etti (doğurdu)" ve "Şu iş, şunu gerektirdi" gibi deyimlerden alınmadır. Dolayısıyla, onların taatları, kendilerine bu cenneti sağlayınca, şüphe yok ki onlar, "Bu cennet arzına bizi mirasçı yapana..." demişlerdir. Buna göre mana, "Allahü teâlâ, bizi, neticesi cenneti gerektirecek, birtakım amelleri yapmaya muvaffak kılmak suretiyle, bizi cennete mirasçı kıldı" şeklinde olur.

3) Vâris, mirasçısı olduğu şeyde, herhangi bir münakaşa yapmadan ve savunma ihtiyacı duymadan, istediği gibi tasarruf eder. İşte mü'min ve muttakiler de, cennette istedikleri ve diledikleri biçimde tasarruf ederler. Bu benzerlik, bu manada mecazî kullanımın yerinde olmasının sebebidir.

İki Çeşit Cennet

Eğer “neresini dilersek (konmak üzere)” ifadesi ne demektir? Onlardan biri, diğerinin yerine konup, oraya yerleşebilir mi?" denilirse, biz deriz ki: Onlardan herbiri elde ettiği cennet sayesinde, başkasının cennetine muhtaç olmaz. Nitekim İslâm düşünürleri şöyle demişlerdir: "İki çeşit cennet vardır:

a) Cismanî (maddî) cennetler,

b) Ruhanî cennetler... Maddî cennetlerde ortaktık söz konusu olmaz. Manevi cennetlere gelince, böylesi cennetin bir kişi için tahakkuk etmesi, aynısının diğeri için de tahakkuk etmesine manî değildir."

Cenâb-ı Allah, cennetliklerin hallerini anlatınca, "(İyi) amellerde bulunanların mükâfaatı ne güzel!" buyurmuştur. Mukâtil, "Bu sözü cennetlikler değil, Allahü teâlâ söylemektedir. Çünkü Hak teâlâ, melekler ile muttakiler arasında, cennetliklerin mükâfaatlarıyla ilgili olarak geçen bu konuşmayı nakledince, bunun Deşisıra, "(iyi) amellerde bulunanların mükâfaatı ne güzel!" buyurmuştur.

Meleklerin Yeri

Allahü teâlâ, "Meleklerigörürsün ki, Arş'ın etrafını kuşatmışlardır" buyurunca, peşisıra, meleklerin mükâfaatı arından bahsederek, mü'min ve müttakilerin mükâfaatlarının verileceği yer, cennet olduğu gibi, onların mükâfaatlarının yerinin de Arş'ın etrafı olduğunu bildirmiştir. İşte bundan ötürü böyle buyurmuştur. Leys, "Adamları, lideri ziyaret edip, onun etrafında dönüp dolaştığında denilir" demiştir.

Bunu iyice anladığın zaman diyoruz ki: Allahü teâlâ, meleklerin mükâfaat yeri, Arş'ın kenarları ve etrafı olduğunu beyan edip, sonra da, "Rablerine, hamd ile tesbih ederler" buyurmuştur ki bu, onların mükâfaatlarının, hamd ve tesbih etmenin bizzat kendisi olduğunu ihsas ettirmektedir. Bu durumda da söz dönüp dolaşıp, mükâfaat ehlinin elde edebileceği derecelerin en büyüğünün, kulların kalplerinin tenzih derecelerine ve takdis makamlarına gark olması olduğuna varır.

Melekler Hakkındaki Hüküm

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Aralarında hak ile hükmolundu" buyurmuştur ki bu, "Onlar, farklı farklı derecelerdedirler. Onların herbirinin, marifet ve taat derecelerinde, aşıp ötesine geçemeyecekleri, çizilmiş bir sınırları var" demektir. İşte ayetteki, "Aralarında adaletle hükmolundu ve "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" denildi" ifadesiyle anlatılmak istenen mana budur, yani, melekler arasında, adaletle hükmedilince, onlar, "Aramızda adaletle hükmettiği için hamd Rabbü'l-âlemîn Allah'a mahsustur" dediler.

Burada, önceki izahdan daha yüce bir incelik daha vardır ve şudur: Allahü teâlâ, onlar arasında adaletle hükmedince, onlar, O'na, bu hükmünden ötürü değil, aksine Allah'a vacip olan "Âlemlerin Rabbi" sıfatından ötürü hamdetmişlerdir: Çünkü nimet verene, nimetleri vermesinden ötürü hamdeden kimse, gerçekte nimeti verene değil, nimet verme işine hamdetmiş olur. Ama, nimet verene, nimet verdiği için değil de, doğrudan doğruya hamdeden, tevhid deryasına ulaşmış olur.

Yaptığımız bu izah, ayetteki, "Melekleri görürsün ki Arş'ın etrafını kuşatmışlardır" cümlesinin meleklerin mükâfaatlandırılması ile ilgili olduğunu söylediğimiz zaman söz konusu olur. Ayetteki bu ifadenin, mü'minlerin mükâfaatını açıklayan ifadenin devamı olduğunu söylersek, izah için şunu söyleyebiliriz: Muttakîler, "Bize vaadinde sâdık olan, bizi, cennetten neresini dilersek konmak üzere bu yere mirasçı yapan Allah'a hamdolsun" deyince, onların cennette de, Allah'a hamd, medh-ü sena ve zikirle meşgul oldukları anlaşılır. Böylece de Allahü teâlâ, "cennette müttakilerin işi, bu hamd ve sena ile meşgul olma olduğu gibi, Arş'ın etrafını kuşatan meleklerin işi de, yine hamd ve tesbihdir" demek istemiştir. Hem sonra Arş'ın sınırları ile, cennetin sınırları bitişiktir. Bu durumda, mü'min-müttakiler ile, mukarreb meleklerin, Allah'a hamd ve tesbihe dalma konusunda, aynı oldukları anlaşılır. Bu da, o müttakilerin, yaptıkları tesbih ve hamdlerden daha fazla tad almalarına sebep olur. Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Aralarında, yani insanlar arasında hak ile hükmolundu" buyurunca, peşisıra, "ve "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" denildi" buyurmuştur. Bu, "Onlar, tesbihatta bulunurlar" demek olup, bununla, Allahü teâlâ'nın, ulûhiyyete yakışmayan herşeyden tenzih edilmesi kastedilmiştir. Ayetteki, "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" ifadesi ile, O'nun ulûhiyyet sıfatları ile mevsûf olduğu anlatılmak istenmiştir. O halde tesbih, Hak teâlâ'nın, kendisine yakışmayan şeylerden tenzih edilmesi gerektiğini söylemek demek olup, bu şeyler celâl sıfatlarıdır. "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" ifadesi de, O'nun ulûhiyyet (kemâl) sıfatlarıyla mevsûf olduğunu ortaya koymak demek olup, bunlar da ikram sıfatlarıdır. Bu iki çeşit sıfat, "Celâl ve ikram sahibi Rabbinin ismi (şânı) yücedir" (Rahman, 78) ayetinde bahsolunmuştur. Bu da, meleklerin, âlem' yaratılmazdan önce Cenâb-ı Hakk'ı zikrettikleri söz olup, "Biz seni hamdinle tesbih eder ve seni takdis ederiz" (Bakara, 30) şeklindeki sözleriyle kastettikleri zikirleridir.

Hamd İle Hatime

Ayetteki, "ve "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" denildi" ifadesinde şöyle bir incelik daha vardır: Allahü teâlâ, bu hamdi kimin yaptığını belirtmemiştir. Allah'ın bunu müphem bırakmasının maksadı, insanların, Celâl ve Kibriya'nın huzurunda, hamdü senada bulunurken, söyleyebilecekleri en ileri sözün, "Elhamdülillahi Rabbi'l-Âlemîn" olduğuna dikkat çekmektir. Bu husus, cennetliklerin vasfı anlatılırken, "Onların sözlerinin (dualarının) sonu, "Ehamdülillâhi Rabbi'l-Âlemîn" demeleridir" (Yûnus, 10) buyurulmasıyla da destek bulur.

Ben musannif (Râzî) -Allah ona merhamet eylesin- şöyle derim: Bu sûrenin tefsiri, 603 (hicrî) senesinin, Zilkade ayının, son çarşamba gecesinde tamamlandı. Ben musannif (yazar) derim ki: Allahım! Mukarreb melekler bile, sana olan hamd-ü senaları tek tek sayıp dökmekten âciz kalmışlardır. Onların yanında ben kim oluyorum ki? Resuller ve Nebiler, buna âciz olduklarını itiraf etmişlerdir. Ya ben neciyim (ki acziyetimi itiraf etmeyeyim). Ben ancak şöyle diyebilirim: Sen, azamet ve rahmetinle sensin, ben de aczimle beni.. Rahmet, lütuf, cömertlik ve ihsan senden; acziyet, zillet, umduğuna nail olamama, zarar-ziyan benden... Ya Rahman, Ya Deyyân, Ya Hannân, Ya Mennân, Ya Erhame'r-Râhimîn! Rahmetinle bana, gufran ve rahmetini bol bol dök. Allah'ın selât-ü selâmı, efendimiz Nebiyy'i Ümmî Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, âl ve ashabına ve mü'minlerin anneleri olan O'nun zevcelerine olsun.

0 ﴿