MÜ'MİN SURESİBu sûre 85 ayettir ve Mekkîdir. 1Âyetin tefsiri için bak:6 2Âyetin tefsiri için bak:6 3Âyetin tefsiri için bak:6 4Âyetin tefsiri için bak:6 5Âyetin tefsiri için bak:6 6"Hâ mim. Bu kitabın indirilmesi, aziz ve alîm olan (mü'minlerin) günahını affeden, günahları af, tevbeleri kabul eden, azabı çetin, fazl-u ikram sahibi olan Allah katındandır. Ondan başka hiçbir tanrı yoktur. Dönüş ancak O'nadır. Allah'ın ayetleri hakkında, inkâr edenlerden başkası mücâdele etmez. Şimdilik onların şehirler içinde dönüp dolaşması seni aldatmasın. Onlardan evvel Nûh kavmi de, bunlardan sonraki sürü sürü fırkalar da, (peygamberlerini) yalanladılar. Her ümmet, kendi peygamberlerinin aleyhinde harekete geçti. Hakikati olmayan şeylerle, hakkı yok etmek için savaşıp durdular. Neticede ben de onları tutup yakaladım, işte (bak), benim azabım nice imiş! Kâfirlere karşı Rabbinin, onların muhakkak cehennemlik oldukları (şeklindeki) sözü (hükmü), işte böyle gerçekleşmiştir". Bil ki bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır: Ebû Bekr'in rivayetine göre Âsim, Hamza ve Kisâî, hâ'nın kesresiyle bunu "Hî mîm" şeklinde okurlarken, diğerleri, hâ'nın fethasıyta "hâ mim" şeklinde okumuşlardır. Bir rivayette Nafî ile İbn Amir, fetha ile kesre arası bir şekilde okumuşlardır ki bu da, hâ harfini tam bir fethayla okumamaktır. Keşşaf sahibi şöyle der "Bu kelime mîm'in fethasıyla ve sükûnuyla da okunur. Bir, içtima-i sakineynden (iki sakin harfin yanyana gelmesinden) dolayı harekelemek, bir de harekelerin en hafifi olanı tercihten ötürü bu harf fethayla okunur, (......) kelimelerinin durumu da böyledir. Yahut da başına bir "oku" kelimesinin takdiriyle, mansub olarak "hâ-mîme" şeklinde okunur. Bu kelimenin, gayr-ı munsarıf olmasıysa, bir müennesliğinden, bir de, sûrenin alem ismi olmasından ötürüdür. Yahut tıpkı, "Kabil" ve "Hâbîl" kelimeleri gibi, a'cemî bir kalıpta olmalarından (ve müennes olmalarından) ötürüdür. Ha-mîm'in sükûn ile okunmaları ise, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, mücerred (âmili olmayan) isimlerin sonlarının mevkuf (sükûn) okunmalarından ötürüdür. Sûrelerin başlangıçları ile ilgili tafsilatlı izahımız, Bakara Sûresi'nin başında ele alınmıştı. Burada bu sûreyle ilgili doğruya en yakın görüş, "Hâ mîm" lafzının, bu sûrenin ismi olduğunu söylemektir. Binâenaleyh "Hâ-mîm" lafzı, mübteda, İse haberdir. Buna göre kelâmın takdiri "Hâ-mîm diye adlandırılan bu sûre, bu kitabın Allah katından indirilmesidir" şeklinde olur. Binâenaleyh "tenzil" kelimesi masdardır, fakat kendisi ile ism-i mef'ûl olan "münzel" (indirilmiş kitap) manası kastedilmektedir. Ayetteki "Allah'dandır" ifâdesine gelince, Hak teâlâ, "Hâ-mîm, tenzilü'l-kitâb" deyince, indirenin kim olduğunu beyan etmesi gerekmiştir. İşte bu sebeple "mîn-Allah" "Allah'dandır" buyurmuştur. Daha sonra Allahü teâlâ, dinledikleri zaman insanları ise ciddiyetle sarılmaya sevkedici ve bu hususta gerçek davranmaktan alıkoyucu olsun diye, kendisinin celâl sıfatlarıyla ve azamet alametleriyle mevsûf olduğunu beyan etmiştir. Böylece de bu kitabı indirenin, azîz ve alîm olan Allah olduğunu bildirmiştir. Bil ki insanlar, Allah'ı bilmenin ne demek olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bu cümleden olarak, büyük bir kesim, "Bu, Allah'ın önce kadir olduğunu bilmek, sonra da âlim olduğunu bilmektir" demişlerdir. Bunu iyice anladığına göre, diyoruz ki: "Azîz" kelimesinin iki manası vardır: a) Gâlib, üstün... Buna göre ayetin manası, "O kudret açısından hiç kimsenin kendisiyle boy ölçüşemeyeceği bir kadirdir" şeklindedir. b) "Eşi-benzeri olmayan"... Buradaki "azîz" sözü ile, kadir manasının kastedilmiş olması caiz değildir. Çünkü ayetteki "Allah" lafzı, Hak teâlâ'nın kadir olduğuna zaten delâlet etmektedir. Binâenaleyh "aziz"in, ikinci manaya, yani "eşi-benzeri bulunmayan" manasına hamledilmesi gerekir. Böyle olan bir varlığın, "cisim" olmaması gerekir. Cisim olmayan da, şehvet ve nefretten (arzu etmek ve etmemekten) münezzeh olur. Böyle münezzeh olan ise, ihtiyaçtan, başkalarına muhtaç olmaktan uzak olur. "Alim" sıfatı, ilim (bilme) masdarının, mübalağa (ileri mana) ifade eden bir sîgadır. Bu hususta ileri mana ise, ancak Hak teâlâ'nın herşeyi bilmesi durumunda söz konusu olur. Dolayısıyla, "Aziz ve alîm olan Allah'dandır" cümlesinin manası, "Bu kitab, mutlak kadir, mutlak müstağni (ganî) ve mutlak âlim olanın indirdiği bir kitaptır" manasına varıp ulaşır. Böyle olan ise bütün iyilik ve kötülük yönlerini bilen ve kendisinin menfaatları celbetme ve zararları gidermeden müstağni olduğunu bilen olur. Binâenaleyh kim böyle olursa, rahîm ve cömert olur. Fiilleri de, çirkinlikten, yanlışlıktan ve bâtıllıktan münezzeh, hikmetli ve doğru fiiller olur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, fiillerinin hikmet ve doğru olduğunu anlatmak için, "tenzil" ifadesinin hemen peşinden işte bu üç ismini zikretmiştir. Durum böyle olunca, bu "tenzîl"in hak ve doğru olması gerekir. "el-Azîz" ve "el-alîm" kelimelerinin burada zikredilmesindeki hikmetin, şu iki şey olduğu da söylenmiştir: 1) Allah, bu kudreti ve ilmi sayesinde, Kur'ân'ı, her türlü maslahatı (uygun şeyi) içine alan, mucize vasfını taşıyan bir biçimde indirmiştir. Eğer o, azîz ve alîm olmasaydı, Kur'ân bu vasıfları taşıyamazdı. 2) Allahü teâlâ, Kur'ân'ı muhafaza etmeyi, mükellefiyetlerini (hükümlerini) yaşatmayı ve mükellefiyetlerin sona ereceği (Kıyamete) kadar onu dimdik ayakta tutmayı garanti etmiştir. Bu ise, ancak O'nun, yenilmez bir azîz, kendisine hiçbirşey gizli katmayan bir alîm olmasıyla mümkündür. Daha sonra Hak teâlâ kendisini, vaad ve va'idi, tergib (teşvik) ve terhibi (tehdidi) birlikte yapan birisi olarak niteleyerek, "Günahları af, tevbeleri kabul eden, azabı çetin, fazl-u ikram sahibi olan Allah katındandır" buyurmuştur. Bu, Allah'ın altı çeşit sıfatını ifade eder. Birinci Sıfat: Gâfirü'z-Zenb "günahları affeden"dir. Cübbâî şöyle der: "Bu, "insanın tevbe etmesi," yahut işlediği günahtan daha büyük bir taatta bulunmak suretiyle, bağışlanmaya müstehak olduğunda onu bağışlayan" manasınadır." Cübbâî'nin kastettiği şudur: Günah işleyen kimse için, ya onun bu günahını, mükâfaatı bu günahın cezasından daha büyük bir taat işlemeden önce yaptığı yahut böyle olmadığı söylenebilir. Binâenaleyh eğer birinci ihtimal söz konusu olursa, işlenen günah küçük olur. Yok eğer ikinci ihtimal söz konusu olursa, işlenen günah büyük olmuş olur ve cezası ancak sahibinin tevbesiyle kalkabilir. Biz (ehl-i sünnet) âlimlerinin görüşü şöyledir: Allahü teâlâ, tevbe olmaksızın da büyük günahı affedebilir. Ayet buna delâlet eder ve bunun izahı şu şekillerde olur: 1) Tevbe edilme ile büyük günahın bağışlanması ve küçük günahların bağışlanması, kul için zaten düşünülen şeylerdendir. Bütün peygamberler, veliler, sâlih kullar, yani genelde bütün insanlar, yapmaları gereken fiillerde müşterektirler. Dolayısıyla eğer, ayetteki "Günahı bağışlayan (Gâfir)" sıfatını, (Ey Cübbai), senin verdiğin manada alırsak, ayette Allah'ı medhi gerektiren husus hakkında, peygamberler ile itaat edenlerden mertebeleri daha düşük olanlar arasında bir fark kalmaz. Halbuki böyle birşey olamaz. Binâenaleyh ayetteki bu sıfat ile, Cenâb-ı Hakk'ın, tevbe edilmese de büyük günahları bağışlayabileceği manası kastedilmiş olur ki bizim de ulaşmak istediğimiz netice budur. 2) Mağfiret (bağışlama), örtme manasınadır. Örtme ise, mevcud olup, üzeri örtülebilecek şeyler hakkında söz konusu olur. Halbukı küçük günahlar, onu işleyenin çokça yaptığı taatlar sayesinde, silinir gider. Dolayısıyla küçük günahlar için "örtme" düşünülemez. Bu sebeple de, ayetteki bu sıfatın, kulun tevbe etmesi halinde, büyük günahlarının bağışlanması manasına hamledilmesi mümkün değildir. Çünkü Allah'ın "kabilü't-tevbe" (tevbeleri kabul edici) sıfatının manası zaten budur. Dolayısıyla eğer, "Gâfirü'z-Zenb" ifadesiyle de bu mana kastedilmiş olacak olsa, lüzumsuz bir tekrar söz konusu olur ki bu Kur'an için düşünülemez. Böylece, Allah Tealâ'nın "Gâfir" olmasının, kulun tövbesinden önce büyük günahları bağışlayıcı olduğunu anlattığı sabit olur. 3) "Gafirü'z-Zenb" tabiri, büyük bir övgü olarak getirilmiştir. Dolayısıyla bunu, en büyük medih çeşidini ifade edecek bir manaya hamletmek gerekir. Bu mana da, Cenâb-ı Hakk'ın, kul tevbe etmese de, onun büyük günahlarını bağışlayıcı olmasıdır. Biz ehl-i sünnetin de, ulaşmak istediği netice budur. İkinci Sıfat: Kabilu 't-tevbe (tevbeyi kabul eden) sıfatıdır. Bununfa ilgili iki bahis vardır: Birinci Bahis: Ayetteki "tevbe" ile ilgili iki görüş ileri sürülmüştür: a) Bu, masdardır. Bu görüş Ebû Ubeyde'nindir. b) Bu, "tevbe" kelimesinin cemisidir. Bu görüş de Ahfeş'indır. Müberred ise bu kelimenin, tıpkı çekimi ile, masdar olabileceği gibi, tevbenin cemisi olabileceğini, fakat masdar kabul edilmesinin daha doğru olacağını, çünkü bu durumda manasının, "O bu fiili kabul eder" şeklinde olacağını söylemiştir. İkinci Bahis: Ehl-i sünnet âlimlerimizin görüşüne göre, günahkârın tevbelerini kabul işi, Cenâb-ı Hakk'ın bir lütfü ve ikramıdır, tevbeyi kabul, Allah'a vacip (gerekli) değildir. Mu'tezile ise, Allah'ın tevbeyi mutlaka kabul etmesi gerektiğini (vâcib olduğunu) söylemiştir. Ehl-i sünnet âlimlerimiz şöyle delil getirmişlerdir: Allahü teâlâ, tövbeleri kabul edici oluşunu, bir medh-ü sena sadedinde zikretmiştir. Binâenaleyh eğer bu iş kendisine vacip olmuş olsaydı, bunda, salih kulları, görevlerini hakkıyla yapıp, yasaklardan sakındıklarında, bunlar için tahakkuk edecek az bir fazlalık hâriç, medih nâmına hiçbirşey kalmazdı. Üçüncü Sıfat: "Şedîdü'l-ikâb" "azabı çetin olan "sıfatıdır. Bununla ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Bununla ilgili olarak şöyle bir soru söz konusudur: "Şedidü'l-ikâb" kelimesi ancak nekire bir kelimeye sıfat olmaya elverişli olup marife bir kelimeye sıfat olmaya elverişli değildir. Çünkü meselâ sen, "Yakalaması kuvvetli-çetin bir adama rastladım" dersin ama, "Çetin bir Abdullah'a rastladım" diyemezsin. "Allah" ismi, bir alem isimdir, dolayısıyla marifedir. Bu sebeple, ancak nekire bir kelimeye sıfat olabilecek bir kelime olan "şedîdü'l-ikâb" ile, bu âlem ismi nitelemek nasıl caiz olabilir? "Gâfirü'z-zenb" ve "Kabulü't-tevb" vasıfları böyle değildir. Çünkü bu iki ifadeden, bu iki işin (sıfatın) yeni meydana geldiği ve Allahü teâlâ'nın "şu anda, yahut yarın, günahları bağışlayan ve tevbeleri kabul eden" manası kastedilmemiştir. Bu vasıflarla bu iki hususun Cenâb-ı Hakk'ın ezelden beri vasfı olduğu anlatılmak istenmiştir. Binâenaleyh bunlar tıpkı, "llahu'l-halkı" "halkın ilahı", "Rabbü'l-Arş" "Arş'ın Rabbi" ifadeleri gibi olur. Ama "şedîdü'l-ikâb"ın böyle olduğunu söylemek zordur. Çünkü O'nun ikâbının şiddetli olduğunun kabul edilmesi durumunda bile, ifade yine nekire olur, dolayısıyla bir mahfeye sıfat olamaz. İşte soru bundan ibarettir. Buna şu şekillerde cevap verilmiştir. 1) Bu sıfat, her nekadar nekire olsa da, marife olan diğer (önceki) sıfatlarla birlikte zikredilince, bunun da zikredilmesi makul ve yerinde olmuş olup, tıpkı (......) (Burûc. 14.16) ayetindeki gibi olur. 2) Zeccâc "Şedîdü'l-ikâb" ifadesinin mecrûr oluşu (sıfat oluşundan değil), bedel oluşundan ötürüdür. Çünkü nekirenin marifeden ve marifenin nekireden bedel kılınması caiz olan bir husustur" demiştir. Ama buna da, "Bu kelimeyi tek başına, geçen birkaç sıfattan bedel yapmada, doğru olandan açıkça bir uzaklaşma var" diye itiraz edilmiştir. 3) "Gâfiri'z-Zenb" ve "Kabili't-tevb"ı ifadelerinin, "Allah" lafzının sıfatı kabul edilmesinin yerinde oluşunda bir münakaşa yoktur. Bunun böyle olması, bu iki sıfatın, devam ve süreklilik manalarını taşımalarından dolayıdır. İşte aynen bunun gibi, şedidü'l-ikâb" ifâdesi de, devamlı ve sürekli bir çetinlik manası taşır. Çünkü Allah'ın sıfatları, sonradan olmaktan ve yeniden oluşmaktan münezzehtir. O halde bu ifadenin manası O'nun azabının şiddetli olmasıdır. Bu mana, hep böyledir ve sonradan böyle olduğu söylenemez. İşte bu konuda söylenenlerin hepsi bundan ibarettir. İkinci Bahis: Bu ayet, Allah'ın rahmet ve lütuf tarafından daha ağır basacağını hissettirmektedir. Çünkü Hak teâlâ kendisini "şedidü'l-ikâb" olarak nitelemek istediğinde, bu sıfattan önce, herbiri ikâbın (cezanın) kaldırılmasını gerektiren iki sıfatı, yani "Gâfiru'z-Zenb" ve "Kâbilü't-Tevb" sıfatlarını zikretmiş, bu sıfattan sonra yine, büyük rahmetinin tahakkukuna işaret olan sıfatını yani "Zi't-tavl" "fazl-u ikram sahibi" sıfatını zikretmiştir. Binâenaleyh "şedidü'l-ikâb" sıfatının önüsıra o iki sıfatın, peşisırada bu sıfatın getirilmiş olması, ilahî rahmet ve kerem tarafının daha ağır bastığına delâlet eder. Üçüncü Bahis: Birisi şöyle diyebilir: Hak teâlâ, Kabilü't-tevb vasfının başına "vâv" (ve) edatını getirmiş, ama "şedidü'l-ikâb"ın başına getirmemiştir, bu ikisinin farkı nedir?" Deriz ki: Eğer Hak teâlâ oraya vâvı getirmemiş olsaydı, insanın hatırına, Hak teâlâ'nın "Gâfir" "bağışlayıcı" oluşunun, "kabilü't-tevb" "tevbeleri kabul edici" oluşu manasına olduğu gelebilirdi. Ama bunun başına "vâv" gelince, bu ihtimal ortadan kalktı. Çünkü birşeyi, yine kendisine (aynısına) atfetmek muhaldir. Fakat "şedidü'l-ikâb"ın, ilk iki sıfattan başka olduğu malumdur. Dolayısıyla bunun başına vâv getirmeye gerek kalmamıştır. Dördüncü Sıfat: "Zi't-tavl" "fazl ve ikram sahibi" sıfatıdır. Arapça'da, "Bize son derece lütfetti' manasında, denilir. Arapların "Bana fazlınla ikram et" şeklindeki sözleri de bu köktendir. Yine "Onlardan imkân (servet) sahibi olanlar...," (Tevbe, 86) ayeti de bunun gibidir. Bu ifadenin tefsiri, (Nisa, 25) ayetinde geçmişti Bil ki Hak teâlâ kendisini şedidü'l-ikab olarak tavsif edince, mutlak bununla yapması çirkin olmayıp, hatta çirkin olanı yapmakla tavsif bile edilemeyeceği, şiddetli bir azab verici olduğu manası kastedilir. Bunun böyle olduğu sabit olunca diyoruz ki: Hak teâlâ, hemen bunun peşisıra, Zi't-tavl, yani lütuf sahibi olduğunu belirtmiştir. Binâenaleyh bunun manasının, Allah'ın yapacağı o cezayı yapmamak suretiyle lütfedici olması şeklinde anlaşılması gerekir. Çünkü Cenâb-ı Hak, kendisinin lütuf ve ikram sahibi olduğunu bildirmiş, ama lütfunun hangi hususta olacağını belirtmemiştir. Dolayısıyla bu lütfunun, daha önce geçen şey hususunda olduğunu anlamak gerekir. Ayetteki mücmelliği kaldırmak için daha önce geçen şeyin o güzel ve yerinde olan ikâb fiili olduğunu söylemek gerekir. Bu da, Allahü teâlâ'nın yapmasının makul ve yerinde olan o ikâbı yapmayacağına delâlet eder ki bu da büyük günah sahiplerinin affının mümkün olduğunu gösterir. İşte bizim ulaşmak istediğimiz netice de budur, Beşinci Sıfat: Mutlak tevhid olup, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Ondan başka hiçbir tanrı yoktur" ayetinin ifade ettiği husustur. Mana şudur: Cenâb-ı Hak kendisini, rahmet ve lütuf sıfatlarıyla nitelemiştir. Binâenaleyh şayet, rahmet ve lütuf sıfatında O'na ortak olan ve O'nunla boy ölçüşebilen başka ilâhlar da bulunmuş olsaydı, buna, (yani Allah'a) ibadet etmeye duyulan ihtiyaç şiddetli olmazdı. Ama, bu ilâh, tek olup, eşi ve benzeri, ortağı olmayınca, O'na kulluk etmeyi kabullenmeye duyulan ihtiyaç, bu nisbette de güçlü ve kuvvetli olmuştur. Binâenaleyh, en mükemmel anlamda bir terkîb ve tergîb, işte Cenâb-ı Hakk'ın bu tek oluşu ile tahakkuk eder. Altıncı Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, "Dönüş ancak O'nadır" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu sıfat da, Cenâb-ı Hakk'a kulluğu kabul etmeyi teşvik eden, buna kuvvet katan hususlardandır. Çünkü, Allah'ın lütuf ve kerem sıfatlarıyla muttasıf ve ortağı ve benzeri olmayan tek bir varlık olması; ancak ne var ki, haşir ve dirilmenin bâtıl olması halinde, o zaman, O'na isyan etmekten dolayı, şiddetli ve yoğun bir korku meydana gelmez. Ama, haşrin ve Kıyametin varlığının kabul edilmesi durumunda ise, bu korku, daha şiddetli ve bu sakınma daha mükemmel olmuş olur. İşte bu sebepten dolayı Allahü teâlâ bu sıfatlara yer vermiştir. Müşebbihe,ayetteki ilâ edatına tutunarak bunun bir mesafenin nihayetini ifâde ettiğini (yani Cenâb-ı Hakk'ın bir mekânda bulunduğunu) söylemişlerdir. Ama, bunun cevabı, bu kitabımızın pek çok yerinde verilmiştir. Bil ki Allahü teâlâ, Kur'ân'ın sayesinde dinî konularda doğruya ulaştıran bir rehber olmak üzere indirdiği bir kitap olduğunu beyan buyurunca, onu iptâi ve onun halini tersyüz etmek maksadıyla bu konuda mücadele eden kimselerin hallerini de belirtmek için U "Allah'ın ayetleri hakkında inkâr edenlerden başkası mücâdele etmez" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Cidal, iki çeşittir: a) Hakkı anlatma hususunda yapılan mücadele; b) Bâtılı anlatmak için yapılan cidal.. "Hakkı anlatmak için yapılan cidal ve mücadele, peygamberlerin izlediği yoldur. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Onlarla, en güzel bir yolla mücadele et..." (Nahl, 125) buyurmuştur. Yine o, kâfirlerin, Nûh (aleyhisselâm)'a, "Ey Nûh, bizimle cidden uğraştın. Bizimle olan bu mücadelende ileri de gittin" (Hûd, 32) dediklerini nakletmiştir. Bâtılı anlatmak için yapılan mücadele ise, kınanmış olup, bu da bu ayetle kastedilendir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah'ın ayetleri hakkında, inkâr edenlerden başkası mücadele etmez" buyurmuştur. Ve yine, "Meseli sana sırf mücadele etmek için irad ettiler" (Zuhrûf, 58) ve "Hakikati olmayan şeylerle, hakkı yok edebilmeleri için savaşıp durdular" (Mü'min. 5) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kur'ân hakkında cidal etmek küfürdür' Müsned, 2/256, 478. buyurmuştur. Binâenaleyh, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, nekire, belirsiz bir lafızla buyurması, ile kullanışları arasındaki farka delâlet eder. Bil ki, bu fiil fî ile kullanılması halinde, bâtıl bir mücadeleyi, an ile kullanılması halinde de, meşru olan bir mücadeleyi ifade eder. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hem az önceki hadiste böyle buyurmuş hem de "Kur'an Hakkında şüphe ve mücadele etmeyin; çünkü onun hakkında mücadele küfürdür' Müsned, 2/475, 478. 494. hadisinde böyle buyurmuştur. Allah'ın ayetleri hakkında mücadele etmek onun hakkında, "o, sihirdir; o şiirdir; o, kâhinlerin sözüdür; o, evvelkilerin masallarıdır; onu, bir beşer talim etmiş ve uydurmuştur!" demek ve onların buna benzer bâtıl şüpheler ileri sürmeleri suretiyle olur. Böylece Allahü teâlâ, bunu ancak, kâfir olup haktan yüz çevirenlerin yapabileceğini belirtmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şimdilik onların şehirleri içinde dönüp dolaşması seni aldatmasın.."buyurmuştur. Bu, "Ey Resulüm, senin, Benim onlara mühlet verip, onları, canları ve malları hususunda, yani ticâret etmek ve geçimlerini sağlamak amacıyla şehir şehir dolaşmalarına imkân verip onları sapasağlam bırakmama aldanmamak gerekir. Çünkü ben, her ne kadar (şimdilik) onlara mühmet verip, bu hususta onlara zaman tanısam da, geçmiş ümmetlerden benzerlerine yaptığım gibi, bunların da yakasına yapışacağım ve bunlardan da intikam alacağım..." demektir. Çünkü Kureyş de böyleydi; Şam ve Yemen beldelerini dolaşıyor ve o çok malları sebebiyle buralarda ticaret yapıyor, çok da kazanıyorlardı. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu manayı açarak "Onlardan evvel Nûh kavmi de, bunlardan sonraki sürü sürü fırkalar da, (peygamberlerini) yalanladılar" buyurmuş, bu yalanlayanlar cümlesinden olmak üzere, Nûh (aleyhisselâm)'un kavmi ile, onlardan sonra gelen hizipleri, yani Âd, Semûd vs. kavimler gibi, küfürde ısrar ve devam eden toplulukları zikretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak Sâd Sûresi'nde de "Onlardan evvel Nûh kavmi, Ad ve kazıklar sahibi Firavun, Semûd, Lût kavimleri ile Eyke ahalisi de tekzib etmişlerdi, işte gruplar" (Sad, 12-13) buyurmuştur. Resullere Karşı Çıkanların Sonu Cenâb-ı Hak, "Her ümmet, kendi peygamberi aleyhinde harekete geçti" buyurmuştur. Bu, "O gruplardan her biri, kendisini öldürmek, ona işkencede bulunarak hapsetmek için, peygamberlerini yakalamaya azmettiler, yani, "Peygamberlerine karşı bâtlı savundular" araya şüpheler attılar. Yani, "Araya attıktan o şüpheler sayesinde, hakkı ve doğruyu ortadan kaldırmak için (yaptılar bunu).." Yani, "Onların, o peygamberlerin başına getirmek istedikleri ve onları yakalamak için düzenledikleri o tuzak ile yok etme eylemini, ben onların başına geçirdim de, aksine Ben çarptım onları... Bak da gör, benim cezalandırmam nasıl olurmuş!" demektir. Yani, "Bu helak edici, kök kazıyıcı ve öğüt ve ders almada heybetli birşey olmadı mı ya!?. Binâenaleyh ben, küfürde ve (benim) ayetlerim hususunda mücadelede ısrarlarını devam ettirirlerse, o kavimlere yaptığım şeyi, senin kavmine de yaparım" demektir. Cenâb-ı Hak bu hususu da biraz daha açarak, "Kâfirlere karşı Rabbimin, onların muhakkak cehennemlik oldukları (şeklindeki) sözü, işte böyle gerçekleşmişti" buyurmuştur. Bu, "O geçmiş ümmetlerin başına gelen, onlar hakkında kaçınılmaz olmuş olan o azabın bir benzeri, senin kavminden kâfir olanlara da gelip çatmış, hak olmuştur. Çünkü bunlar da, kendilerine böylesi bir azabın ineceği bir zirvede, tepede bulunuyorlar" demektir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki cümlesi, mahallen merfû olup, yine ayetteki, ifadesinden bedeldir. Yani, "işte bu vacip ve kaçınılmaz oluş gibi, kâfir olanlara, onların cehennemlik olmaları da kaçınılmaz olmuştur" demek olup, bu da, "Onların, dünyada iken, kökü kazıyan bir azap ile helak olmaları vacip ve kaçınılmaz olduğu gibi, aynı şekilde onların ahirette de, cehennem azabı ile helak edilmeleri kaçınılmaz olmuştur" demektir. Yahut bu ifade, kendisinden lâm harf-i cerrinin hazfedilip, doğrudan doğruya fiile taalluk etmesiyle, (yani hazf ve îsâl yapılarak) mahallen mansûbtur." Ehl-i sünnet âlimlerimiz, Allah'ın, kişilerin saîd ve şaki olmalarına dair verdiği hükmün değişmesi mümkün olmayan şart ve zorunlu bir hüküm olduğu hususunda bu ayeti delil göstererek şöyle demişlerdir: Allahü teâlâ, bu kimselere, azap kelimesinin hak olduğunu haber vermiştir ki bu, onların, iman etmeye kudretlerinin olmayacağına delâlet eder. Çünkü eğer bunlar buna imkân bulanın, o şeyin ayrılmaz parçası olan herşeye de imkân bulabileceği zaruretinden dolayı, bu hak olmuş kelimeyi de, aynı zamanda Allah'ın ilim ve hikmetini de iptal etme imkânını bulmuş olurlardı. Bir de, şayet onlar iman edecek olsalardı, onların bu ayetin hükmüne de iman etmeleri gerekirdi. Bu durumda da bunlar, kendilerinin asla iman edemeyeceklerine iman etmiş olurlardı ki, bu ise, "teklîf-i mâla yutak" "takat getirilemeyen iş yükleme"dir. Nâfî ve İbn Âmir, çoğul sigasıyla kelimâtu okurlarken, diğer kıraat imamları müfred olarak kelimetu şeklinde okumuşlardır. Meleklerin Müminler İçin Duası 7Âyetin tefsiri için bak:9 8Âyetin tefsiri için bak:9 9"Arş'ı yüklenen, bir de onun etrafında bulunan (melekler), Rablerini hamd ile tesbih ederler. Ona iman ederler. Mü'minlerin de, bağışlanmasını (şöylece) isterler: "Ey Rabbimiz, senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe edenleri, senin yoluna uyup gidenleri bağışla. Onları, cehennem azabından koru. Ey Rabbimiz, onları da, onların atalarından, zevcelerinden ve nesillerinden salih olanları da, -kendilerine vaadettiğin- Adn cennetlerine sok. Yegâne galip, hüküm ve hikmet sahibi olan, şüphesiz ki sensin sen.. Bir de onları, (bu dünyada) her türlü fenalıktan koru; sen o gün, kimi kötülüklerden korursan, muhakkak ki onu, (rahmetin)e mazhar kılmışsındır. Bu en büyük kurtuluş ve saadetin ta kendisidir" Bil ki Allahü teâlâ, kâfirlerin, mü'minlere karşı olan düşmanlarını ortaya koymada aşın gittiklerini beyan buyurunca, yaratıklarının teşkil ettiği tabakaların en şereflisi olan Arş'ın taşıyıcısı ve onun etrafında dönüp dolaşan o meleklerin de, mü'minlere karşı sevgi, teyit ve muhabbetlerini izhârda ileri gittiklerini beyân buyurmuş, bu sebeple Cenâb-ı Hak adeta, "Eğer bu reziller, düşmanlıkta ileri gidiyorlarsa, onlara aldırma, yüzünü dönüp bakma ve onlara değer verme. Çünkü, Arş'ın taşıyıcısı olan melekler seninledir; Arş'ın etrafında dönüp dolaşan melekler, seninledir. Onlar, sana yardım ederler" demek istemiştir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hak şu iki grup melekten, onların böyle dediklerini nakletmiştir: Birinci Kısım: Arş'ın taşıyıcısı olan melekler... Cenâb-ı Hak, Kıyamette, Arş'ı taşıyanların sekiz melek olduğunu bildirmiştir. Binâenaleyh, "Şu anda Arş'ı taşıyan melekler, Kıyamet gününde onu taşıyacak olan meleklerdir" denilmesi mümkündür. Arş'ın taşıyanların meleklerin en kıymetlileri ve en büyüklerinden olduklarında ise şüphe yoktur. Keşşaf sahibi şunu rivayet etmiştir: "Arş'ı taşıyan o meleklerin ayakları, yedi kat yerin altında olup, başları da, Arş'ın üzerindedir. Bunlar, gözkapaklarını hiç kaldırmaksızın, huşu ve huzû içindedirler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de"Rabbinizin azameti hususunda, düşünmeyin! Fakat siz, Rabbinizin yarattığı melekler hakkında düşünün. Çünkü, meleklerden, kendisine İsrafil ismi verilen bir yaratık vardır ki, Arş'ın köşelerinden birisi onun omuzları üzerinde olup, onun iki ayağı yedi kat yerin altında, başı da yedi kat gökleri delip geçmiştir. Ama buna rağmen o, Allah'ın azameti karşısında, adetâ küçük bir kuş olacak denli küçülür... Müsned, 2/353. 363. camiüs-Sağir. 1/132. buyurduğu rivayet edilmiştir. (......) kelimesinin, küçük kuş anlamına geldiği söylenmiştir. Rivayet olunduğuna göre Allahü teâlâ, bütün meleklere, onların diğer meleklerden üstün olduğunu belirtmek için, Arş'ı taşıyan meleklere, sabah akşam bol bol selâm vermelerini emretmiştir. Yine, Allah'ın, Arş'ı, yeşil bir cevherden yarattığı; onun iki sütunu arasının, hızlı uçan kuşlara nisbetle seksen bin yıllık bir mesafe olduğu da söylenmiştir. Yine, Arş'ın etrafında, Cenâb-ı Hakk'a tehlil ve tekbirde bulunarak (Lâ İlahe illallah; Allahu Ekber diyerek) tavaf eden yetmişbin saf meleğin; bunların arkasında da, ayakta oldukları halde, ellerini öncekilerin omuzlarına koymuş olan tehlîl ve tekbir getirerek seslerini yükselten ve nihayet bunların arkasında da, sağ ellerini sol elleri üzerine koymuş, yüzbin saf meleğin bulunduğu; onlardan herbirinin de, diğerinin yaptığı tesbihten başka bir tesbihle tesbihatta bulunduğu ileri sürülmüştür. Bu haberleri Keşşaftan naklettim. İkinci Kısım: Cenâb-ı Hakk'ın bu ayette zikrettiği meleklerin İkinci kısmı ise, Cenâb-ı Hakk'ın "bir de onun etrafında bulunanlar" ayetinin ifade ettiği husutur. Oldukça açık ve zahir olan şudur ki, bunlardan murad edilen, Cenâb-ı Hakk'ın, "Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır" (Zümer, 75) ayetinde zikrettiğidir. Ben derim ki: Akıl, Arş'ı taşıyan melekler ile, Arş'ın etrafını kuşatmış olan meleklerin, meleklerin en üstünü olduklarına delâlet eder. Bu böyledir, çünkü, ruhların ruhlara nisbeti, bedenlerin bedenlere nisbeti gibidir. Arş, maddî-cismanî varlıkların en kıymetlisi ve üstünü olunca, Arş'ın tedbir ve idaresiyle ilgilenen ruhların da, bedenleri yöneten ruhlardan daha faziletli ve üstün olması gerekir. Yine burada, Arş'ın cismini taşıyan başka ruhlar da var gibidir. Sonra ise, Arş'ın cismini istilâ etmiş olan bu kahir ve ezici ruhlardan, aynı cinsten olmak üzere, başka ruhlar meydana gelir. Bunlar da, Arş'ın etraf ve kenarlarına tutunmuşlardır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Melekleri görürsün ki, ... Arş'ın etrafını kuşatmışlardır" (zümer, 75) hitabıyla da bunlara işaret edilmektedir. Kısaca, gerek yakînî delillerle, gerekse gerçek ve sadık mükaşefe yoluyla şu hakikat açık ve aşikâr olmuştur: Bedenler alemi, ruhlar alemine nisbet edilemez. Binâenaleyh, müşahede ettiğin herşey, bedenler aleminin, farklı farklı mertebelerinde olarak, şu maddî görme gözüyledir. O halde Senin bunu, ruhlar aleminin farklı farklı mertebelerinde olarak, basîret gözüyle müşahede etmen gerekir. Allah'ın Arş'ta Oturmadığının Delilleri Bu ayet-i kerime, Cenâb-ı Hakk'ın, Arş'da bulunmaktan münezzeh olduğuna delâlet etmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, bu ayette, "Arşı yüklenenler..." buyurmuş, bir başka ayette ise, "O gün Rabbinin Arş'ını, üstlerinde bulunan sekiz (melek) yüklenir.."(Hakka, 17) buyurmuştur. Arş'ı yüklenenin, Arş'da bulunan her şeyi de yüklenmiş olduğunda şüphe yoktur. Şayet âlemin ilâhı Allah Arş'da bulunmuş olsaydı, bu melekler, Âlemin İlahının da taşımış olurlardı.. O zaman da onlar, Âlemin llâhı'nın bekçi ve koruyucuları olmuş olurlar.. Muktedir koruyucu, ilâh olmaya; korunan ve taşınan ise, kullukta bulunmaya daha uygundur. O vakit de, İlâh, bir kul haline; kul da, bir İlâh haline dönüşmüş olur. Bu ise, fasit ve yanlıştır. Binâenaleyh bu durum, Arş'ın ve cisimlerinin ilâhının, hem Arş'dan hem de esimlerden münezzeh ve yüce olduğuna delâlet etmiş olur. Bilesin Ki Allahü teâlâ, Arş'ı taşıyan melekler ise Arş'ı kuşatmış olan meleklerden şu üç şeyi nakletmiştir: Birinci nev: Cenâb-ı Hakk'ın "Rabbini hamd ile tesbih ederler" ayetinin ifade ettiği husus... Bunun bir benzeri de, O'nun, meleklerden naklen buyurduğu, "Biz seni hamdinle tesbih ... edip dururken" (Bakara, 30) ayeti ile, O'nun, "Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafım kuşatmışlardır" (zümer, 75) ayetidir. O halde tesbih, Allahü teâlâ'yı, O'na uygun olmayan şeylerden tenzih etmek; tahmîd ise, O'nun, mutlak mun'im, nimetler ihsan eden olduğunu kabul etmektir. O halde tesbih, celâl sıfatına; tahmid ise, ikram vasfına işaret eder. O'nun, "Rabbini hamd ile tesbih ederler" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Azamet, saltanat ve ikram sahibi Rabbinin ismi ne yücedir" (Rahman. 78) ayetinin manasına yakındır. (......) ikinci nev: "O'na iman ederler" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu na göre eğer, "O'na İman ederler" ifadesinde ne fayda vardır ki?! Çünkü, tesbih ve tahmîdle meşgul olmak ancak, daha önce Allah'a iman etmekle mümkündür" denilirse, biz deriz ki: Bundaki fayda, Keşşaf sahibinin zikredip ve cidden güzel ifade ettiği şu husustur: "Bundan maksat, şayet Allahü teâlâ Arş'da bulunsaydı, Arş'ı taşıyan melekler ile, Arş'ın etrafını kuşatmış olan meleklerin O'nu müşahede edip göreceklerine; o meleklerin Allah'ın varlığına iman etmelerinin ise, medh ve övgüyü gerektirdiğine; çünkü, karşımızda bulunan ve müşahede olunan bir şeyin varlığını kabul etmenin övülme ve medholunmayı gerektirmediğine..." dikkat çekmek içindir. Baksana, güneşin varlığı ile, onun aydınlatıcı olduğunu kabul ve ikrar etmek, medholunma ve övülmeyi gerektirmez. İşte, Allahü teâlâ, sena ve övgü üslubuyla onların Allah'a iman etmiş olduklarını zikredince, onların Allah'a, O'nu orada hazır ve oturur bir vaziyette görmeksizin iman etmiş oldukları anlaşılmış olur." Allah Keşşaf sahibine rahmet etsin; onun kitabında şayet sadece bir nükte bulunmuş olsaydı bile, şeref ve iftihar vesilesi olarak ona yeterdi. Üçüncü Nev: Cenâb-ı Hakk'ın, "Mü'minlerin de bağışlanmasını isterler" ayetinin ifade ettiği husus... Şunu bil ki, saadetin kemâle ermesi, şu iki şeye bağlıdır: Allah'ın emrine saygı, mahlûklarına da şefkat.. O halde, Allah'ın emrine saygı göstermesi, O'nun mahtûkatına şefkatten önce gelmesi gerekir. Buna göre, "Rabbini hamd ile tesbih ederler. O'na iman ederler" ayetleri, Allah'ın emrine saygı göstermeyi ihsas ederlerken, "Mü'minlerin de, bağışlanmasını isterler" ayeti de, Allah'ın mahlûkatına şefkat gösterme manasını ihsas ve iş'âr eder. Sonra, ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Pekçok alim bu ayetle, meleğin beşerden üstün olduğuna istidlalde bulunmuş ve şöyle demişlerdir: Çünkü bu ayet, melekler, Allah'ı medh ve takdis ile zikretmeyi bitirdiğinde, onların başkaları, -yani mü'minler- için mağfiret ve bağ talebinde bulunmakla meşgul olduklarına delâlet eder. Bu da onların, kendileri için mağfiret talebinde bulunmaktan müstağni olduğunu gösterir. Çünkü, şayet onlar kendileri için mağfiret talebinde bulunmaya muhtaç olsa idiler, başkaları için mağfiret talebinden önce, kendileri için mağfiret talebinde bulunurlardı. Bunun delili, "İşe, önce kendinden başla..." şeklindeki hadisidir. Yine Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Allah'dan başka hiçbir tanrı yoktur" hakikatini bil, hem kendinin, hem erkek mü'minlerle kadın mü'minlerin günahının bağışlanmasını iste.. (Muhammed, 19) buyurmuş, böylece, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ilk önce kendisi için mağfiret talebinde bulunmasını, daha sonra da başkaları için mağfiret talebinde bulunmasını istemiştir. Yine Cenab-ı Hak, Nûh (aleyhisselâm)'ın "Ya Rabbi, beni, anamı, babamı, iman etmiş olarak evime giren kimseleri, erkek mü'minleri ve kadın mü'minleri sen bağışla.." (Nûh. 28) dediğini nakletmiştir ki, bu da, mağfiret talebinde bulunmaya ihtiyaç duyan herkesin, kendisi için af talebinde bulunmayı, başkaları için mağfiret talebinde bulunmadan önce getireceğine delâlet eder. Dolayısıyla melekler şayet af dilemeye muhtaç olsalardı, onların, kendileri için mağfiret talebinde bulunmakla meşgul olmaları, başkaları için af dilemeyle meşgul olmalarından önce gelirdi. Cenâb-ı Hak, meleklerin kendileri için mağfiret talebinde bulunduklarından bahsetmeyince, biz bunun ancak, o meleklerin af dilemeye ihtiyaçları bulunmadığı için olduğunu anlamış oluruz. Peygamberler (aleyhisselâm)'e gelince, onlar, mağfiret talep etmeye muhtaçtırlar. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Hem kendin hem de mü'minler için af dile" (Muhammed. 19) buyurmuş olmasıdır. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, meleğin, beşerden daha üstün olduğu ortaya çıkmış olur. Allah en iyisini bilendir. Ka'bî, şefaatin tesirinin, günahkâr kimsenin günahını düşürme hususunda değil de, mü'minlerin mükâfaatının artması hususunda olacağına dair bu ayetle istidlal ederek, şöyle der: "Çünkü melekler, "O halde tevbe edenleri, senin yoluna uyup gidenleri bağışla.." demişlerdir. Halbuki bundan maksad, "Onlar, fıskta ister ısrar etsinler isterse ısrar etmesinler, küfürden tevbe edenleri bağışla.." manası değildir. Çünkü, durumu böyle olan kimse, "Rabbinin yoluna uymuş olan.." diye nitelenemez.. Bu hususta da, böyle bir ifade kullanılmaz. Bir de, melekler, "Ey Rabbimiz, onları ... kendilerine vaadettiğin Adn cennetlerine sok.." demişlerdir ki, bu, fısk içinde bulunan kimseler hakkında söylenmez. Çünkü, muarızlarımız (ehl-i sünnet), Allahü teâlâ'nın, fasık kimselere de cenneti vaadettiği hususunda kesin konuşmamış, bunun olabileceğini belirtmişlerdir. Böylece, meleklerin şefaatinin, ancak taat edenleri içine aldığı sabit olmuş olur.. Böylece de, bu ikisi arasında bir farkın bulunduğunu söyleyenlerin olmaması zaruretinden dolayı, peygamberlerin şefaatinin de böyle olması gerekir." Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Bu ayet, meleklerin, günahkâr kimselere şefaat edebileceklerine delâlet etmektedir. Böylece biz, önce bu hususu açıklayacağız, sonra da, Ka'bî'nin ileri sürdüğü şeyi cevaplayacağız. Bu ayetin, bizim söylediğimiz manaya delâlet ettiğinin izahı, şu bakımlardan yapılabilir: a) Ayetteki, "Mü'minlerin de, bağışlanmasını isterler" cümlesi, istiğfar, af dilemek, talep etmek demektir. Af ise, ancak cezanın düşürülmesi hakkında söz konusu olur. Ama, ilâve bir menfaatin talep edilmesine ise, istiğfar ismi verilmez. b) Cenâb-ı Hakk'ın, yine bu ifadesidir. Zira bu âyet, o meleklerin, iman etmiş herkes için mağfiret talebinde bulunduklarını gösterir. Binâenaleyh biz, büyük günah sahibinin mü'min olduğunu delillerle isbat ettiğimize göre, bu kimsenin, şefaatin kapsamına girmesi gerekir... c) Ayetteki, "O halde tevbe edenleri, ... bağışla" cümlesidir. Bu ifade, tevbe edenler için, mağfiret talebinde bulunmayı anlatan bir sözdür. Binâenaleyh, bu ifade ile, tevbe ettikten sonra, büyük günah sahibinin cezasının düşürülmesinin kastedilmiş olması caiz değildir. Çünkü bu, hasmımıza (Mu'tezile'ye) göre, Allah'a zaten vaciptir. Yapılması vacip olan şeyin ise, dua ile talep edilmesi kabîh olur. Yine bu ifade ile, küçük günahların cezasının düşürülmesinin kastedilmiş olması da caiz değildir. Çünkü bu da, (Mu'tezile'ye göre), Allah'a vaciptir. Binâenaleyh, bunun da duâ ile istenmesi makul ve yerinde olmaz. Bununla, hak edilen mükâfaatm üzerine ilâve bir mükâfaatm verilmesini istemenin kasdedilmesi de caiz değildir. Çünkü buna, "mağfiret" ismi verilmez.. Böylece, "O halde tevbe edenler!... bağışla" ifadesinin ancak, kişinin tevbe etmeden önce, büyük günahının cezasının düşürülmesi manasına hamledilebileceği sabit olmuş olur. Arada bir farkın bulunmadığı hususunda bir icmâ bulunduğu için, bu, melekler hakkında söz konusu olunca, peygamberler hakkında da söz konusu olur... Ka'bî'nin bu konudaki istidlaline, yani o meleklerin tevbe edenler için mağfiret talebinde bulunduklarını söylemesine gelince biz diyoruz ki: Bununla, küfürden tevbe edenlerin ve böylece de iman yoluna tâbi olanların kastedilmiş olması gerekir. Ka'bî'nin, "Fıskta ısrarlı olan ve küfürden dönen kimseler, "Tevbe edici ve Allah yoluna uymuş olan diye nitelendirilmez" şeklindeki sözüne gelince, biz diyoruz ki, biz senin bu sözünü kabul edemeyiz, tam aksine, "O, küfürden tevbe etti, din ve şeriat hususunda Allah'ın yoluna tâbi oldu" denilir.. Onun, küfürden tevbe ettiği, "tâib olduğu" sabit olduğuna göre, (mutlak surette), tâib olduğu sabit olur. Baksana, bir kimsenin, "döven" veya "gülen" diye vasfedilebilmesinde, o kimseden tek bir defa, dövmenin ya da gülmenin sudur etmesi yeterlidir. Ve bu iş, o kimseden, bütün dövmek veya gülmek çeşitlerinin sâdır olmasını gerektirmez. İşte burada da böyledir. Meleklerin İnsanlardan Özür Dilemesi Ehl-i tahkîk şöyle der: İnsanlar için meleklerden sâdır olan bu şefaat, o meleklerden daha önce sâdır olmuş olan o zelleden bir af dilemenin yerine geçer. Bu böyledir, çünkü onlar, insanın yaratılmak istediği o ilk anda, "... orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?" (Bakara. 30) demişlerdi. Binâenaleyh, işte onlardan, başlangıçta böyle bir söz sudur edince, bu sözlerini, neticede, "o halde tevbe edenleri, senin yoluna uyup gidenleri bağışla.." diyerek telafi etmişlerdir. Ki bu adeta, kazara, bir başkasına eziyyette bulunan bir kimseye yakışanın, verdiği bu sıkıntıyı, ona herhangi bir hususta iyilik yapmak suretiyle onarıp sarması ve telafi etmesi olduğuna, adeta dikkat çeker gibidir. Bil ki Cenâb-ı Hak o meleklerin tevbe edenlere mağfiret talebinde bulunduklarını nakledince, bu af dilemenin keyfiyetini de beyan ederek, o meleklerin, "Ey Rabbimiz, senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır" dediklerini nakletmiştir ki bununla ilgili birkaç mesele vardır: Genelde duâ, Rabbena lafzıyla yapılmaktadır. Bunun delili şudur: Bu ayetin de gösterdiği gibi, melekler duâ ederken, Rabbena demişlerdir. Adem (aleyhisselâm), "Ey Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik., "(A'raf, 23); Nûh (aleyhisselâm), "Ya Rabbî, ben bilgimin olmadığı şeyi senden istemekten sana sığınırım.."(Hûd,47); "Ya Rabbî, ben kavmimi gece gündüz, hakka davet ettim" (Nûh, 5) ve "Ya Rabbî, beni, anamı babamı... bağışla"(nûh, 28); İbrahim (aleyhisselâm), "Ey Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster.." (Bakara, 260); "Ya Rabbî, hesabın görüleceği gün beni, ana ve babamı ve bütün iman edenleri bağışla.." (İbrahim, 41) ve "Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslimiyette sabit kıl.. "(Bakara, 128); Yusuf (aleyhisselâm), "Ya Rab, sen bana mülk verdin.." (Yusuf, 101); Musa (aleyhisselâm), "Rabbim, bana göster, (ne olur) seni göreyim.."(Araf, 143) ve "tokatlama hadisesi"yle ilgili olarak, "Rabbim, ben cidden kendime yazık ettim. Artık beni bağışla." Bunun üzerine, (Allah) onu bağışladı. Çünkü O, çok affedici, çok merhametli olanın ta kendisidir. Rabbim, bana in'âm ettiğin şeyler hakkı için, artık suçlulara asla arka olmayacağım"(Kasas, 16-17) demişlerdir. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvûd (aleyhisselâm)'un, "Rabbine istiğfar edip, rukûya kapandığım" (Sa'd, 24); Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın, "Ya Rabbî bana mülk ver" (Sad, 35) dediğini; Hazret-i Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'nın, "Rabbisine gizlice tazarrûda bulunduğunu" (Meryem, 3); Hazret-i Isâ (aleyhisselâm)'nın "Ey Rabbimiz, üzerimize gökten bir sofra indir" (Maide, 114) diye duâ ettiğini; Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de "Rabbim, şeytanların dürtüştürmelerinden sana sığınırım" (Mü'minun, 97) demekle emrolunduğunu ve mü'minlerin, "Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın..." (Âl-i İmran, 191-194) diyerek, beş kere "Ey Rabbimiz" dediklerini, yine mü'minlerin, "Ey Rabbimiz, gufranını (dileriz). Dönüşümüz sanadır" (Bakara. 283) deyip, peşisıra gelen ayette de, "Ya Rabbi" nidasını tekrar ettiklerini nakletmiştir. Böylece, anlattıklarımızla, duaların en hoş olanının, kulun Rabbisine, "Ya Rabbi diye nida etmesi olduğu anlaşılır. Duada Neden Rab İsmi Zikredilir? Bu hususta şöyle bir problem var: "Allah" ismi, Rab isminden daha önemli ve manalıdır. Öyle ise niçin, duâ ederken özellikle "Rab" ismi kutlanılmıştır? Cevap: Kul, sanki bu isimle dua ederek, şöyle demek istemiştir: "Ben, sırf bir yokluk ve hiçlik içinde idim. Sen beni varlık âlemine çıkarıp, terbiye ettin, büyüttün. Binâenaleyh beni, bir göz açıp kapama süresi kadar (bir an) bile, ihsan, lütuf ve terbiyenden boş bırakmaman için, beni terbiye edişini (Rabbim olup, beni yokluktan varlığa çıkarışını) sana şefaatci-aracı kılıyorum." Duada sünnet olan, kişinin duaya önce Allah'ı överek başlamaktır. Bunun peşisıra da dua etmektir (yani isteği bildirmektir). Bunun böyle olmasının delili bu ayettir. Çünkü melekler, duaya ve mü'minler için mağfiret talebinde bulunmaya yönelince, işe Allah'ı övmekle başlamışlar ve "Ey Rabbimiz senin rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır" demişlerdir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) de dua etmek istediğinde işe önce, Allah'a medh-u sena ile başlayıp, "Beni yaratıp, bana hidayet eden, beni yedirip içiren; hastalandığımda bana şifa veren, beni öldürüp dirilten, din gününde hatalarımı bağışlamasını umduğum (zat O'dur) "(Şuara, 78-82) demiştir. Bütün bunlar, Allah'a birer övgüdür. Bunun peşisıra duasında bulunarak, "Ya Rabbı, bana bir hüküm (ve hikmet) bağışla, beni sâlih kullarına kat" (Şuara, 83) demiştir. Bil ki akıl da bu sıranın gözetilmesi gerektiğine delalet eder. Çünkü Allah'ı övüp, O'na saygı göstermek ruh cevheri için, tıpkı bakır için en tesirli olan Iksir-i azam gibidir. Bir damla iksir bakır âlemine düştüğünde, hepsinin altına dönüşmesi gibi, Allah'ın celâlinin bilgisi iksirinden bir damla (bir zerre), insanın ruhuna düştüğünde, o bakırın kızıllığında, kutsiyyetin saflığına, temizlik âleminin bekasına geçmiş olur. Böylece insanın ruh cevherinde, marifetullah nurunun ışıldamasıyla bu ruh, daha seçkin hale gelip, daha aydın olur. Ruh ne zaman böyle olsa, kuvveti ilerler, tesiri artar. Böylece de dua ile istenen şeyin meydana gelişi, o nisbette kuvvet kazanır ve mükemmel olarak meydana gelir. Cenâb-ı Hakk'ı, duanın başlangıcında medh-ü sena etmenin sebebi işte budur. Bil ki melekler, Allahü teâlâ'yı burada şu üç sıfatla nitele- mislerdir: 1) Rubûbiyyet, 2) Rahmet, 3) İlim... Rubûbiyyet, O'nun yoktan varetmesine ve yaratmasına bir işarettir. Burada şöyle bir başka incelik var: Meleklerin, "Ey Rabbimiz (Rabbena)" demeleri, O'nun terbiye edişine bir işarettir. Terbiye ise, birşeyi en mükemmel hal ve en güzel bir sıfat üzere getirip bırakmak demektir. Bu da mümkinât (varlıklar) âleminin, yoktan varedilirken, Hak teâlâ'nın varetmesine ve yaratmasına muhtaç olduğu gibi, bu mümkinat âleminin, devam etmesi için de, yine Allah'ın onu devam ettirmesine muhtaç olduğuna delâlet eder. Rahmet sıfatı da, Allah'ın rahmet ve İhsanı ve hayır tarafının, zarar (gazab) tarafına baskın çıktığına ve Allah'ın mahlûkatı, zarar vermek ve onların kötü olmaları için değil, onlara merhamet etmek ve hayırlı olmaları için yarattığına bir işarettir. Rahmete Mazhar Olmayanlar Yok mu? Eğer, "Ayetteki, "Ey Rabbimiz, senin rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır" ifadesi ile ilgili şöyle bir soru sorulabilir: Allah'ın ilmi herşeyi kuşatmıştır. Rahmet-i ilâhiyye ise, herşeye ulaşmamıştır. Çünkü zarara uğramış kimseler ve şeyler, zarara düştüklerinde bu zarar onlar için bir rahmet olmaz. Bu soru "Rahmetim herşeyi kuşatmıştır" (Araf, 156) ayeti için de geçerlidir?.." denilirse, biz deriz ki: Her varlık, Allah'ın rahmetinden hissesini almış, ona nail olmuştur. Çünkü varlık, ya vâcibü'l-vücûddur (zorunlu varlık), ya mümkinü'l-vücûd (varlığı zorunlu olmayan)dır. Vâcibü'l-vücûd olan, sadece Allahü teâlâ'dır. Mümkinu'l-vücûd varlıkların varlığı ise, Allahü teâlâ'dandır ve Allah'ın var etmesiyledir ki işte bu varetme bir rahmettir. Böylece Allah'ın dışındaki her varlığın, Allah'ın rahmetinden bir hisse ve nasip aldığı sabit olur. Bundan dolayı melekler, böyle duâ etmişlerdir. Ayette şöyle bir incelik daha vardır: Melekler rahmet sıfatını, ilim sıfatından önce getirerek, böyle demişlerdir. Çünkü onların maksatları ilâhî rahmetin herkese gitmesini istemek ve insanların günahlarını silmesini Allah'tan dilemektir. O halde zatı gereği matlub olan rahmettir, ikinci derecede matlub olan da, Cenâb-ı Hakk'ın insanlarla ilgili olarak bildiklerini bağışlamasıdır. Esas matlub olan, ikinci derecede matlub olandan önce gelir. Baksana, sıhhatin devamını sağlamak, esas olarak matlub olup hastalığı gidermek ikinci dereceyi işgal ettiği için, ilim adamları "tıb"bı tarif ederken, "sıhhatin korunmasının, hastalıkların tedavisinden önce geldiğini ifade ederek, "Tıbb, mevcut sıhhati korumak ve kaybolan sıhhati tekrar sağlamak için, insan bedeninin hallerine hangi şeylerin uygun, hangi şeylerin sıhhata zararlı olduğu, kendisi sayesinde bilinen bir ilimdir" demişlerdir. İşte meleklerin bu duasında da öncelikle matlub olan rahmettir. Allahü teâlâ'nın, işledikleri çeşitli günahlardan bildiklerini affetmesi ise, mükemmel manada rahmetin tahakkuku, ancak Allah'ın günahları bağışlam asıyla olacağı için, ikinci derecede matlubtur. İşte bu sebepten ötürü, rahmet-i ilâhiyyeye, ilminden önce yer verilmiştir. Bu ayet, yaratma ve varetme ile ilgili birinci kıssadan maksadın, ancak merhamet, lütuf, kerem ve cûd olduğuna delâlet etmektedir. Yakînî deliller de, hayır ve şer saadet ve şakavet gibi, varlık âlemine giren herşeyin Allah'ın takdiri ve kazası ile olduğuna delâlet etmektedir. Bu iki temel unsurun arasını birleştirmek, son derece güçtür. İşte bu noktada ehl-i hikmet şöyle demişlerdir: Hayır, Allah'ın rızası olarak irade ettiği şey, şer ise, razı olmayarak irade ettiği şeydir. Hayır, zatı gereği (hayır olduğu için) yaratılmıştır. Şer ise, arızî sebeplerden ötürü yaratılmıştır" demişlerdir. Burada büyük derinlik vardır. Ayetteki, "Rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır" ifadesi, Hak teâlâ'nın sınırsız külliyât ve cüziyyata dair, her türlü malumatı bildiğine delâlet eder. Hem eğer O böyle olmasaydı, O'na yalvarıp yakarmanın faydası olmazdı. Çünkü bazı şeylerin O'nun ilmi dışında kaldığını farzedersek, o zaman, dua eden kimse, Allahü teâlâ'nın, kendisine duasından haberdar olduğunu bilemez. Bu durumda da yaptığı duanın bir manası kalmaz. Bil ki Allahü teâlâ, meleklerin Allah'a nasıl medh-ü senada bulunduklarını nakledince, bunun peşisıra nasıl duâ ettiklerini de nakletmiş ve şöyle dediklerini nakletmiştir. "O halde tevbe edenleri, senin yoluna uyup gidenleri bağışla. Onları cehennem azabından koru". Bil ki melekler bu duaları ile, Allah'dan, mü'minler için çok şey istemiş olmaktadırlar. Birinci istekleri, ilahî mağfiret olup, bunun izahı, ayetin tefsirinde yukanda geçti. Eğer, "Gufran (af), azabı düşürmek (silmek)tir. Buna göre, meleklerin "Onlan bağışla" demeleri ile, "Onları cehennem azabından koru" demeleri arasında bir mana farkı yoktur?" denilirse, biz deriz ki: Mağfiret kelimesinin, Cehennem azabının affedilmesi manasına delâleti, rumuz ve işaret yoluyla (dolaylı olarak) anlaşılan bir şeydir. Binâenaleyh melekler mağfiret duasını böyle dolaylı olarak yapınca, bunu iyice te'kid etmek için, peşisıra, bu isteklerini açıkça da belirtmişlerdir. Bil ki melekler, Allah'dan, mü'minlerin azabını affetmesini talebedince, bunun peşinden, onlara mükâfaat vermesini de niyaz etmek üzere "Ey Rabbimiz, onları, kendilerine va'dettiğin Adn cennetlerine sok" demişlerdir. Eğer, "Siz (ehl-i sünnet), şefaatin günahkârlar için olacağını iddia ediyorsunuz. Bu ayet ise, görüşünüzün yanlışlığını ortaya koymaktadır. Çünkü Allahü teâlâ günahkârları Adn cennetlerine sokacağı vaadinde bulunmamıştır?" denilirse, biz deriz ki: Biz, Cenâb-ı Hakk'ın günahkârlara bu vaad de bulunmadığı görüşünü kabul etmiyoruz. Çünkü Kur'ân'daki pek çok delilin, Allahü teâlâ'nın, "Lâ illâhe İllallah Muhammedü'r-Rasûlüllah" diyen herkesi, cehennemde ebedî bırakmayacağına delâlet ettiğini anlatmıştık. Öyle ise Cenâb-ı Hak, bunları cehennemden çıkarınca, cennetine sokar. İşte bundan dolayı bu, ya cehenneme hiç sokmadan, yahut da oradan çıkardıktan sonra Allah'ın, günahkârları Adn cennetlerine sokacağı hususunda bir vaadi olmuş olur. Melekler "Onların atalarından, zevcelerinden, nesillerinden sâlih olanları da..." yani, "Onlarla birlikte cennete bu üç grubu da; atalarından, eşlerinden ve çocuklarından sâlih olanları da sok" demişlerdir. Bu böyledir, çünkü insanın yaşadığı ve sevinç duyduğu yerde, çoluk-çocuğu ve hısım-akrabası da bulunursa, sevinci, daha ileri ve çok olur. Ferrâ ve Zeccac, (......) ifadesindeki men edatının, İki yerden ötürü mahallen mansub olabileceğini, istersen bunu, (......)'daki zamire, istersen, (......)'deki zamire atfedebileceğim söylemişlerdir. "Salih olanlar" ifadesi ile, "mü'min olanlar" manası kastedilmiştir. Daha sonra melekler, "Azîz ve gâlib olan şüphesiz ki sensin sen.." demişlerdir. Melekler, dualarında, özellikle bu iki vasf-ı ilâhiye yer vermişlerdir. Çünkü Allah, azîz değil de, mağlub ve güçsüz olsaydı, O'ndan talep edilen şey, meydana gelmezdi. Eğer hakîm olmasaydı, istenilen şey, hikmet ve maslahata uygun olarak meydana gelmezdi. Melekler sonra, "Bir de onları her türlü fenalıklardan koru... demişlerdir. Bazıları bunun manasının, "Onları, o fena (amellerinin) azabından koru" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. İmdi, eğer, "Mananın böyle olması halinde bu ifade ile, biraz önce geçen, "Onlan cehennem azabından koru" ifadesi arasında manaca bir fark yoktur. Bu durumda da faydasız bir tekrar olmuş olur ki bu doğru değildir?" denilirse, biz deriz ki: Aksine bu iki cümle arasında, şu iki bakımdan fark bulunmaktadır: a) Meleklerin, "Onları cehennem azabından koru" şeklindeki sözlerinin, mü'minlerin asılları (ana-babaları) için; "Onlan her türlü fenalıklardan koru" şeklindeki sözlerinin de, furûları (çoluk-çocukları) için yapılmış bir duası olması.. b) "Onlan cehennem azabından koru" cümlesinin, cehennemin izâlesine (uzaklaştırılması) ile ilgili; "Onları her türlü fenalıklardan koru" cümlesinin de: cehennemin, kıyamet durağının, hesabın ve sualin bütün azab ve işkencelerini içine alan bir ifade olması... Bu ifâdeyle ilgili bir diğer tefsir de şöyledir: Melekler, "Onlan cehennem azabından koru" diyerek, onlardan cehennem azabının giderilmesini; "Onlan kendilerine vaadettiğin Adn cennetlerine sok" diyerek de, onlara cennet mükâfaatlarının ulaştırılmasını istemişler, bundan sonra da Hak teâlâ'nın onları dünyada bozuk inanç ve fena amellerden korumasını isemişlerdir. İşte, "Onları her türlü fenalıktan koru" ifadesiyle kastedilen budur. Daha sonra onlar yani, "Kimi, dünyada, kötülüklerden ve fenalıklardan koruduysan, hiç şüphe yok ki Kıyamet günü ona rahmet etmiş oldun" demişlerdir. Daha sonra da, "Bu en büyük kurtuluş ve saadetin tâ kendisidir". Çünkü onlar, birtakım sonlu amellerle, sonsuz nimetleri; önemsiz bir takım işler sayesinde, yüceliğinin künhünü akılların ulaşamadığı bir mülkü elde etmişlerdi.." demişlerdir. 10Âyetin tefsiri için bak:12 11Âyetin tefsiri için bak:12 12"İnkâr edenlere (melekler tarafından) nida edilir: Allah'ın buğzu, sizin kendinize olan buğzunuzdan elbette daha büyüktür. Çünkü siz, dünyada imana davet olunuyordunuz ama küfürde ısrar ediyordunuz. Onlar dediler ki: "Ey Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin. İşte günahlarımızı bilip itiraf ettik. Buradan çıkmaya bir yol var mı?" Bunun sebebi şudur: Allah'a tek olarak dua edildiği zaman siz inkâr ettiniz. Ona şirk koşulduğunda ise bunu kabul ediyordunuz. Artık hüküm yüce ve büyük olan Allah'ındır" Bil ki Allahü teâlâ, ayetlerine karşı mücadele eden kâfirlerin, yani "Allah'ın ayetleri hakkında inkâr edenlerden başkası mücâdele etmez" (Mü'min, 4) ayetinde bahsettiği kimselerin hallerini anlatmaya yeniden başlayınca, bunların, Kıyamet günü günahlarını ve başlarına gelen o azabı hakettiklerini itiraf ettiklerini, yapamadıkları şeyleri telafi etmek için yeniden dünyaya dönmeyi talep ettiklerini beyân ederek, "inkâr edenlere (melekler tarafından) nida edilir.." buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Ayette hem bir hazif, hem de bir takdim-tehir söz konusudur. Ayetteki hazfe gelince, aslında kelâmın takdiri, "Allah'ın size olan buğzu..." şeklindedir. Takdim ve tehir de, "Allah'ın, imana çağırılıp inkâr ettiğiniz zaman, size olan buğzu, sizin kendinize (biribirinize) olan buğzunuzdan elbette daha büyüktür" şeklindedir. Kâfirlerin, kendilerine buğzetmelerinin ne demek olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır: a) Onlar, Kıyameti, cenneti ve cehennemi bizzat gördüklerinde, dünyada iken böyle şeyleri ısrarla yalanlamış oldukları için kendi kendilerine buğzettiler, kızdılar. b) "Tâbi olan insanlar, kendilerini dünyada iken inkâra çağıran ve sevkeden başkanlarına, reislerine alabildiğine kızdılar, onlar da tâbîlerine alabildiğine kızdılar" demek olup, Cenâb-ı Hak, bunların biribirlerine olan buğz ve öfkelerini, "kendilerine olan buğzu" diye ifade etmiştir. Bu tıpkı, "Kendinizi öldürünüz"(Bakara. 54) ayetinde olduğu gibidir. Bu ayette de, "Biribirinizi öldürünüz" manası kastedilmiştir. c) Muhammed b. Ka'b el-Kurazî şöyle demiştir: "İblis cehennemliklere, cehennemde iken, "Benim sizin üzerinizde hiçbir hükmüm ve nüfuzum yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de bana İcabet ettiniz. O halde suçu bana yüklemeyin. Kendinizi kınayın" (ibrahim, 22) diye seslendiğinde, işte bu esnada onlar kendi kendilerine kızmışlardır. Bil ki onların kendi kendilerine buğzlarının Kıyamet günü olacağında münakaşa yoktur. Ama Allah'ın onlara buğzu ile ilgili olarak şu iki izah yapılır: 1) Bu da âhirette olacaktır. Buna göre mana, "Allah'ın âhirette size olan buğzu, sizin yine âhirette kendinize olan buğzunuzdan daha şiddetlidir" şeklindedir. 2) Ekseri âlimlerin görüşüne göre ifadenin manası, "İmana çağrıldığınız halde inkâr ettiğinizde, dünyada Allah'ın size olan gazabı, sizin şu anda (ahirette) kendinize olan buğzunuzdan daha büyüktür" şeklindedir. Ayette geçen lafızların tefsiri hususunda şu izahlar yapılır. 1) Onlara nida edip bu sözü söyleyen, cehennemin bekçisi olan meleklerdir. 2) "Makt" buğzun en şiddetlisidir. Aslında bu Allah hakkında düşünülemez. Binâenaleyh bunun manası Cenâb-ı Hakk'ın bu işten hiç hoşlanmaması ve bunu yasaklamasıdır. 3) Ferrâ, ifadesi, "Onlara, "Allah'ın buğzu en büyüktür" diye nida olundu" manasınadır. Arapça'da,"Zeyd ayakta diye nida ettim" denilir" demiştir. 4) ifadesinde bir hazif olup, takdiri, "Allah'ın, imana çağrılıp inkâr ettiğinizde size olan buğzu, sizin şu anda kendinize olan buğzunuzdan daha büyüktür" şeklindedir. Cehennemden Dünyaya Dönme İstekleri Daha sonra Hak teâlâ, o kâfirlere böyle hitap olunduğunda onların, "Ey Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin" dediklerini haber vermiştir. Bu, "Onlar dünyada iken yaptıkları o şeylerin yanlış olduğunu anlayınca, dünyaya döndürülüp sâlih ameller yapmaları için, yeniden dünyaya gönderilmelerini isterler" demektir. Bu ifadeyle İlgili birkaç mesele vardır: Kabir Azabı Alimlerin çoğu, kabir azabının varlığı hususunda bu ayeti delil getirmiştir. Bunun izahı şöyledir: O kâfirler, "Ey Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün.." diyerek, İki defa öldürüldüklerini kabul etmişlerdir. Binâenaleyh bu İki ölümden birisi, dünyada görülen ölümdür. Bu sebeple, dünya ölümünün peşinden otacak ölümün ikincisi olabilmesi için, mutlaka kabirde yeni bir hayatın olduğunu kabul etmek gerekir. İşte bu, kabirde bir hayatın bulunduğuna delâlet eder. Birinci Soru: Birçok müfessir eğer "Birinci ölüm, insanın nutfe (meni) ve alaka (rahimde tutunmuş bir parça) olması haline; ikinci ölüm de dünyadaki haline işarettir. Binâenaleyh durumun böyle olması niçin düşünülmesin? Durumun, bahsettiğimiz gibi olduğunun delili, "Siz ölüler iken sizi diriltip, sonra sizi öldürdüğü halde, Allah'ı nasıl inkâr ediyorsun uz?" (Bakara, 28) ayetidir. Buradaki, "Siz ölüler iken" ifadesiyle, insanın bir nutfe ve alaka olmaları durumu kastedilmiştir. Velhasıl öldürme iki manaya kullanılır: a) Bir şeyi ölü olarak varetmek. b) Birşeyi canlı iken, ölü hale getirmek... Bu tıpkı, 'Terzi elbisemi geniş tuttu" demen gibidir. Bu söz hem terzinin o elbiseyi geniş diktiği manasına, hem de dar iken genişletmesi manasına gelir. Binâenaleyh bu ayetteki öldürme ile, Allah'ın insanı ölü olarak yaratması niçin kastedilmiş olmasın? Bu durumda da bununla, "O diri iken onu öldürdü" manası kastedilmemiş olur." İkinci Soru: Bu, kâfirlerin söylediği bir sözdür. Dolayısıyla bir hüccet olmaz. Üçüncü Soru: Ayet, kabirde bir hayatın bulunamayacağını gösterir. Bunu şöyle İzah ederiz: Eğer kabirde bir hayat bulunsaydı, o zaman, birincisi dünyada, ikincisi kabirde, üçüncüsü de Kıyamette olmak üzere üç hayat olurdu. Halbuki bu ayette iki hayattan bahsedilmektedir. Dolayısıyla bunlardan birisi dünyadaki hayattır, ikincisi de Kıyametteki hayattır. Bu ikisi arasındaki ölüm de, dünyadaki ölümdür. Dördüncü Soru: Bu ayet eğer kabirde bir hayatın olduğuna delâlet edecek olsa bile, ortada kabirde hayatın olmadığına delâlet eden deliller de vardır. Bunlar naklî ve aklî delillerdir. Naklî deliller şunlardır: a) Cenâb-ı Hak, "Ahiret azabından korkarak Rabbinin rahmetini umarak gecenin saatlerinde secdeye kapanır, kıyamda durur bir halde tâat ve ibadet eden kimse (hiç böyle olmayan gibi olur mu?)" (zümer, 9) ayetinde sadece âhiretten sakınmadan bahsetmiştir. Eğer kabirde de bir hayat olsaydı, o zaman ondan da sakındırma söz konusu olurdu. Durum böyle olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak bundan da bahsederdi. Bundan söz etmediğine göre, bunun mevcut olmadığını anlarız. b) Allahü teâlâ, Sâffât Sûresi'nde, hakka ermiş mü'minlerin cennete girdikten sonra, "Biz ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek değil miymişiz?" (Sâffat, 57-58) dediklerini nakletmiştir. Cennetliklerin sözlerinin doğru olacağında şüphe yoktur. Binâenaleyh eğer onlar için kabirde bir hayat söz konusu olsaydı, iki kez ölmüş olurlardı. Bu durum ise, cennetliklerin söylediklerine ters düşerdi." Bu soruları soran kimseler, bu ayetle yapılan istidlalin, muhaliflerin delil getirdiği ayetlerle yapılan istidlalden daha kuvvetli olduğunu söyleyerek "Çünkü bizim delil getirdiğimiz bu ayet, cennete girmiş mü'minlerin sözünü nakletmektedir. Sizin delil getirdiğiniz ayet ise, cehenneme girmiş kâfirlerin sözünün nakledildiği bir ayettir" demişlerdir. Bu husustaki aklî deliller de şunlardır: 1) Yırtıcı hayvanlarca parçalanıp yenen bir insan, (bu ölümünden sonra kabir dirilişiyle diriltilse),'ya o hayvanların midesinde bütün cüzleriyle diriltilecekler, yahut da orada bulunan parçalarıyla diriltilecekler. Birinci ihtimal olamaz. Çünkü duyularımız ve müşahedelerimiz, bu kimsenin bütünü ile orada olmadığını bilmektedir. İkinci ihtimal de olamaz. Çünkü yırtıcı hayvanlar onu yediğinde, parçaları eğer diriltilecek olsa, o zaman bu canlılık, ya o hayvanın midesinde, yahut bağırsaklarında olacaktır. Bu da son derece uzak bir ihtimaldir. 2) Biz, ölen kimseyi eğer herkesin görebileceği şekilde meydanda bıraksak, herkes onun ölü olarak kalmaya devam ettiğini görecektir. Bu haline rağmen, diriltilmiş olduğunu söyleyecek olsak, bu, duyu organlarımız hakkında bir şüpheye düşürme ve safsataya düşme olurdu. Bunlara şöyle cevap verilir: Onların "İlk ölümle, insanın nutfe ve alaka iken bulunduğu cansız durumun kastedilmiş olması niçin düşünülmesin?" şeklindeki görüşlerine karşı diyoruz ki: Bu caiz değildir. Çünkü ayette bahsedilen, Allah'ın onları öldürmesidir. Öldürmenin olabilmesi için, bundan önce bir hayatın olması şarttır. Eğer ölüm bundan önce bulunacak olsaydı, o zaman buna bir öldürme denmesi imkânsız olurdu. Aksi halde zaten olanı yeniden oldurmak gerekirdi. Bu imkânsızdır. Cenab-ı Hakk'ın ayetteki bu ifadesi, "Siz ölüler iken sizi dirilttiği halde ... Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz?" (Bakara, 28) ayetinden farklıdır. Çünkü bu ayette, onların ölüler olduğundan bahsedilmiştir. Burada, Allah'ın onları öldürdüğü ifadesi yoktur. Ama tefsir ettiğimiz ayet böyle değildir. Çünkü bu ayet, Allahü teâlâ'nın onları iki kez öldürdüğüne delâlet etmektedir. Biz biraz önce, "öldürme" işinin olabilmesi için, bundan önce bir hayatın bulunmasının şart olduğunu söylemiştik. Böylece bu iki durum arasındaki fark ortaya çıkar. Karşı tarafın, "Ayette nakledilen bu söz, kâfirlere aittir. Dolayısıyla delil olmaz" şeklindeki görüşlerine karşı deriz ki: Onlar böyle deyince, Cenâb-ı Hak onları yalanlamamıştır. Çünkü onlar, eğer yalan söylemiş olsalardı, Allah, onların yalan söylediklerini belirtirdi. Nitekim onlar, "Ey Rabbimiz, biz (dünyada iken) müşrik değildik"(En'am, 23) dediklerinde, Cenâb-ı Hak yalan söylediklerini belirterek, "Bak, nasıl da yalan söylüyorlar!" (En'am, 24) buyurmuştur. Karşı tarafın, "Ayetin zahiri, kabirde bir hayatın bulunmadığını gösterir. Çünkü eğer kabirde de bir hayat olsaydı, hayatların sayısı iki değil üç olurdu" şeklindeki sözlerine karşı da şu birkaç açıdan cevap veririz: 1) Onların maksadları, belâ ve sıkıntı vakitlerini denkleştirmedir. Belâ ve sıkıntı vakitleri dörttür: İlk ölüm, kabir hayatı, ikinci ölüm ve Kıyamet hayatt... İşte bu dört şey, belâ ve sıkıntı vaktidir. Dünya hayatı, belâ ve sıkıntı vakitlerinden değildir. İşte bundan ötürü, kâfirler buna yer vermemişlerdir. 2) Belki de onlar, sadece iki hayattan, yani dünya hayatı ile Kıyamet hayatından bahsetmişlerdir. Kabir hayatını ise, varlığının ve müddetinin kısalığından ötürü söz Konusu etmemişlerdir. 3) Belki de onlar kabirlerde diriltildiklerinde, artık ölmeyip, diri olarak kalacaklar. Bu diri olarak kalma işi, ya bir saadet içinde, yahut da şekavet (azap) içinde sürüp gidecek ve peşisıra Kıyamet hayatı gelecek ve bunlar, "Allah'ın diledikleri müstesna, sûr'a üflendiğinde, gökdekiler ve yerdekiler düşüp ölecek" (Zümer, 68) ayetinde istisnâ edilenlerden olacaklar. 4) Eğer kabirde bir dirilme (ve hesap) olmasaydı, ölüm, bir defa olmuş olurdu. Böylece de, ölümün iki defa olduğunu söylemek yalan olurdu. Bu ise Kur'ân'ın haber verdiği şeyin zıddına bir durum olurdu. Ama kabirde bir hayatın olduğunu kabul ettiğimizde, üç hayatın bulunduğunu kabul etmemiz gerekir. Bu ayette ise, hayatın iki defa oluşu belirtilmiştir. Üçüncü hayatın varlığına veya yokluğuna delâlet eden birşey (Kur'ân'da) yoktur. Böylece kabir hayatının olmadığını söylemenin, ayetin lafzının delâlet ettiği mananın terkedilmesi demek olduğu sabit olur. Ama kabir hayatının olduğunu kabul etmek de ayetin lafzında ne varlığı ne de yokluğu konusunda, hiçbir ipucu olmadığı halde, ayetin lafzının delâlet ettiği şeye ilaveten bir şeyin kabulünü gerektirir. Binâenaleyh bu daha uygundur. a) Ama karşı tarafın, naklî delillere dair ileri sürdükleri birinci maddelerine gelince, biz diyoruz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "ahiret (azabın)dan korkar..." (Zümer, 9) ifadesi, "İster kabirde isterse Kıyamette olsun, diğer bir hayattan sakınır, korkar..." manasındadır. b) İkinci maddelerine mukabil vereceğimiz cevap da, "Biz, görüşümüzü, kabir azabı hakkında varid olan sahih hadislerle isbat ediyor ve bunu tercih ediyoruz.." şeklinde olur. c ve d) Karşı tarafın, aklen yapmış olduğu o iki izah da kabul edilemez. Çünkü, biz diyoruz ki insan, bu görünen heykelden ibaret olmayıp, tam aksine, bu bedene nüfuz etmiş olan nuranî bir cisimdir. Binâenaleyh, sizin ileri sürdüğünüz bu probleminiz, bu konuda geçerli değildir. Allah, en İyisini bilendir. Bil ki, biz, kabirde bir hayatın olduğunu isbat ettiğimizde, bazıları hakkında dört çeşit, bazıları hakkında da üç çeşit bir hayat tahakkuk etmiş olur. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, Bakara Sûresi'ndeki, "Binlerce olduğu halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara, "ölün!" dedi, sonunda kendilerini diriltti" (Bakara, 243) ifadesidir. Binâenaleyh, bütün bunlar, hayat hakkında dört derecedir. İkisi dünyada, biri kabirde, dördüncüsü de Kıyametteki hayattır. Ayetteki kelimeleri, mahzûf olan mefûl-i mutlakın sıfatı olup, kelamın takdiri, "Bizi iki kez öldürmekle öldürdün..." şeklindedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu kimselerin, "işte günahlarımızı bilip itiraf ettik.." dediklerini nakletmiştir. Buna göre şayet, ifadesindeki fâ, bu iki kez öldürmenin ve diriltmenin, bu itirafın sebebi olduğunu, dolayısıyla da onların, işte bu sebebi beyan etmiş olmalarını iktizâ eder" denilirse biz deriz ki, o kâfirler, Öldükten sonra dirilmeyi kabul etmiyorlardı. Binâenaleyh onlar, öldürüldükten sonra dirilmenin de iki kez olduğunu görüp müşahede edince, artık onlar için, öldükten sonra dirilmeyi ikrar etme hususunda herhangi bir özürleri (bahaneleri) kalmamıştır. İşte bu sebeple de hiç şüphesiz, bu kabul ediş, o diriltme ve o öldürmenin neticesi gibi kabul edilmiştir. Daha sonra onlar, "Buradan çıkmaya bir yol var mı?" demişlerdir ki bu, "Hızlı ya da yavaş olsun, herhangi bir çıkma türüne bir yol ve imkân var mıdır, yoksa, ümitsizlik mi vardır? Dolayısıyla da, herhangi bir çıkış ve ona götüren herhangi bir yol söz konusu değil midir?" demek olup, bu, ümitsizliğe düşmüş ve ümidini kesmiş olan kimseler tarafından söylenecek olan bir sözdür. Bil ki, bunun açık cevabı, "hayır" veya "evet" denilmesiydi. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hak bunu yapmadı da, tam aksine, onların çıkmalarının imkânsız olduğuna delâlet eden bir söz getirerek, "Bunun sebebi şudur: Allah'a tek olarak dua edildiği zaman siz inkâr ettiniz. Ona şirkkoşulduğunda ise kabul ediyordunuz.." buyurmuştur ki bu, "Size diyorum; içine düştüğünüz bu şey, yani, asla bir çıkış yolu bulamamanız, ancak, Allah'ın birliğini kabul etmeyip, O'na koşulan ortakları tasdik etmeniz sebebiyledir. Binâenaleyh, "Artık hüküm ... Allah'ındır." Çünkü O, size, ebedî olan o azapla hükmetmiştir" demektir. Ayetteki "yüce ve büyük.." ifadesi, Allah'ın kibriya ve azameti ile, ikâbının, ancak bu şekilde olduğuna; delâlet eder. Müsebbibe, ayetteki ism-i şerifi ile, Allah'ın cihet itibariyle en yüksekte olduğuna; ism-i şerifi ile de, zatının ve cüssesinin büyük olduğuna istidlal etmiştir ki, bütün bunlar, batıldır. Çünkü biz, cisim oluş ve mekânda olmanın, Allah hakkında düşünülmesinin imkânsız olduğunu delillendirmiştik. Binâenaleyh, vasıfları sebebiyle Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve ulûhiyyeti açısından yüceliği ve büyüklüğünün kastedilmiş olması gerekir. 13Âyetin tefsiri için bak:14 14"O, ayetlerini size göstermekte, sizin için gökten rızık İndirmekte olandır. (Şirkten tevbe ile imana) dönecek olan kimseden başkası, ibret alamaz. Haydi, (ey mü'minler) kâfirlerin hoşuna gitmese de, Allah'a, O'nun dininde ihlâs erbabı olarak ibâdet edin.." Bil ki Allahü teâlâ, müşrikler hakkında, böylesi ağır bir tehdidi gerektiren şeylerden bahsedince, bu yontulmuş taşların ve şekil verilmiş kütüklerin, mabûd olma konusunda da, Allah'ın şerikleri kabul edilmelerinin caiz olmayacağına bir delil olsun diye, bunun peşinden kudret ve hikmetin mükemmelliğine delâlet eden şeyi de getirerek "O, ayetlerini size göstermekte.." buyurmuştur. Bil ki,,en mühim olan şey, dinlerin ve bedenlerin faydasına olan şeyi görüp gözetmektir. Binâenaleyh, Cenab-ı Hak, kulların dinlerinin faydasına olan şeyi, beyyinelerini ve ayetlerini açıklamak suretiyle; bedenlerinin faydasına olan şeyi de, rızıklarını gökten indirmek suretiyle görüp gözetmiştir. Dinlere göre, ayet ve delillerin konumu; bedenlere göre rızıkların konumu gibidir. O halde ayetler dinlerin hayatiyyeti; rızıklar da, bedenlerin hayatiyyeti için vazgeçilmezdir. Bu iki şey tahakkuk ettiği an, nimet verme işi, en mükemmel ve tam bir biçimde tahakkuk etmiş olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Şirkten tevbe ile imana) dönecek olan kimseden başkası, ibret alamaz.." buyurmuştur. Bu, "Allah'ın birliğinin delillerine vakıf olmak, adeta, akılda kesinleşmiş ve yerleşmiş bir hakikattir. Ama ne var ki, şirki benimsemek ve Allah'tan başkasına ibâdet etmekle meşgul olmak da, o nurların tecellî etmesine bir engel gibidirler. Kul, bunlardan yüz çevirip, kendini tamamiyle Allah'a verdiğinde, perdeler ve örtüler kalkar, böylece de, tam bir kurtuluş elde edilmiş olur" manasındadır. Cenâb-ı Hak işte bu hususu anlatınca, esas olant, yani Allah'dan başkasından yüz çevirip büsbütün Allah'a yönelmeyi beyan buyurmak üzere "Kâfirlerin hoşuna gitmese de, Allah'a, şirkten ve O'ndan başkasına iltifat etmekten arınmış, O'nun dininde ihlâs erbabı olarak ibadet edin.." buyurmuştur. İbn Kesir, ayetteki (......) kelimesini şeddesiz olarak yunzilu okurken, diğer kıraat imamları şeddeli olarak yunezzilu şeklinde okumuşlardır. 15Âyetin tefsiri için bak:17 16Âyetin tefsiri için bak:17 17"Sıfatları yüce, Arşın sahibi (Allah, insanları), o kavuşma günü ile korkutmak için, kendi emrinden olan vahyi, kullarından kimi dilerse ona ilkâ eder. (O kavuşma) günü, onlar, (kabirlerinden fırlayıp) çıkarlar. Onlardan (sâdır olan) hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. (Allah buyurur): "Bu gün mülk kimindir? Bir olan Kahhâr olan Allah'ındır. Bugün herkes, ne kazandıysa, onunla karşılanacak. Bugün haksızlık yok. Şüphesiz ki, Allah, hesabı çabuk görendir" Bil ki Allahü teâlâ, ayetleri açıklayıcı, rızıkları indirici olmasını, kibriyâ ve ikram sıfatlarından olmak üzere ele alıp bahsedince, bu ayette celâl ve azamet sıfatlarından diğer bir üçüncüsünü zikretmiştir ki, bu da, O'nun "Sıfatları yüce, Arşın sahibi, (Allah) ... vahyi... ilkâ eder" ayetinde beyan ettiği husustur. Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu ifadeler, ya ayetindeki 'nin üç ayrı haberidir; veyahut da, marife ve nekirelik açısından farklılık arzetmesine rağmen, mahzûf bir mübtedâ'nın haberleridir. Medh üzere, nasb ile ("Sıfatları yüce olan Allah'ı kastediyor, O'nu medhediyorum") şeklinde de okunmuştur." Ben de diyorum ki, bu üç sıfatın mutlaka tefsir edilmesi gerekir. Birinci Sıfat, vasfıdır. Bil ki, (......) kelimesiyle, "yükselten" manasının kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, "yüksek, yükselen" manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir. Biz bu kelimeyi birinci manaya hamlettiğimizde şu izahlar yapılabilir: 1) Allahü teâlâ, cennette, peygamberlerinin ve veli kullarının derecelerini yükseltir. 2) Allahü teâlâ, mahlûkatının derecelerini, ilim ve üstün ahlâk ile yükseltir. Çünkü Allah, meleklerden, herbiri için muayyen dereceler tayin etmiştir. Nitekim meleklerin, "Bizden kimse müstesna olmamak üzere her biri için malûm birer makam vardır" (Saffât, 164) dediklerini nakleder. Yine, Cenâb-ı Hak, ulemâdan herbiri için muayyen bir derece tayin etmiş ve "Allah, içinizden iman etmiş olanlarla kendilerine İlim verilmiş bulunanların derecelerini arttırır "(Mücadele, 11) buyurmuştur. Ve yine her cisim için, belli bir derece tayin etmiş, böylece kimisini süflî-unsurî (aşağı ve yersel) ve kimisini, felekî-kevkebî (göksel) ve kimisini de, Arşın ve kürsînin cevherlerinden yapmış, böylece, bunların bir kısmının derecesini, diğerininkinden daha üstün kılmıştır. Keza, Cenâb-ı Hak, yaratma, rızık ve ecel açısından herbiri için, belli dereceler tayin etmiş ve "O, sizi yeryüzünün halifeleri yapan, (...) kiminizi derecelerle kiminizin üstüne çıkarandır" (En'am, 165) buyurmuş, her bir saîd ve şakî için, saadetini veya şakâvetini gerektiren şeylerden, dünyada ona belli bir derece, ahirette de, bu şakâvet ve saadetin ortaya çıkması için, bir tanım vermiştir. Demek ki (......) kelimesini bu manaya aldığında, onun anlamı, bahsettiğimiz biçimde olur. Ama biz bu kelimeyi, "yüksek" manasına aldığımızda, Hak Sübhânehû ve Teâlâ, bütün kemal ve celâl sıfatları açısından, mevcudatın en yükseği olmuş olur. Asıl var olma hususunda, Allah, mevcudatın en yücesidir. Çünkü O, zâtı gereği vâcibü'l-vücûddur; O'nun dışında kalanlar ise, mümkinü'l-vücûd olup, O'na muhtaçtırlar. Varlığın devamı hususunda da, Allah mevcudatın en yükseğidir. Çünkü O, zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olup, ezelî, ebedî ve kendisi dışında kalan her şey için, evvel olan ve kendisi dışında kalanlar için söz konusu olan evvellik ile ahirlik kavramları kendisi için düşünülemeyen bir sermedi (sonsuz-mutlak varlık)'dir. İlim açısından da böyledir; çünkü O, kendisinin de, "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Bunları, O'ndan başkası bilemez" (En'âm. 59) buyurduğu gibi, zâtlar ile, bu zâtların sıfatlarını; külliyât ile cüziyyâtı bilen bir Zât-ı Mutlâk'tır. Kudretinde de böyledir; zira O, kadirlerin en yücesi ve en üstünüdür. Çünkü O, varlığı ve varlığının bütün kemâlâtı hususunda, kendisi dışında kalan her şeyden bağımsız; fakat, kendisi dışında kalan her şey ise, varlığı ile, varlığının bütün kemâlâtı hususunda O'na muhtaçtır. Vahdâniyyeti hususunda da böyledir; zira o, kendisinin eşi, benzeri, şeriki ve nazîrinin olması imkânsız olan bir tektir. Ben diyorum ki: Cenâb-ı Hakk'ın, iki sıfatı söz konusudur: a) O'nun varlığı ve varlığının bütün sıfatları hususunda, kendisi dışında kalan her şeyden müstağnî olmasıdır. b) Kendisi dışında kalan herşeyin, varlığı ve varlığının sıfatları hususunda, O'na muhtaç olması.. O halde, ayetteki refî kelimesini "yüksek" manasına alırsak, bunun manası, "O, mevcudatın en üstünü, bütün celâl ve ikram sıfatları açısından en yücesidir" olur. Yok eğer, bu kelimeyi, "yükselten" diye tefsir edersek, ayetin manası, "Kendisi dışında kalanlar için söz konusu olan her türlü derece, fazilet, rahmet ve şeref O'nun yaratması, var etmesi, fazlı ve rahmeti ile vücûd bulmuştur" şeklinde olur. İkinci Sıfat: olup, manası, "O, Arşın mâliki, idarecisi ve halikıdır" şeklindedir. Ahmak müşebbihe, "Sıfatları yüce, Arşın sahibi.." ifadesine tutunmuş, ayetteki, "dereceler" sözü ile göklerin kastedildiğini; "Arşın sahibi" ifadesiyle de, Allah'ın, yedi kat göğün üzerindeki Arş'da bulunduğunu söylemiş ve Allah hakkında en büyük yalanı uydurmuşlardır. Çünkü, biz, Allah'ın cisim olmasının ve bir cihet ile bir mekânda bulunmasının imkânsız olduğunu, kesin delillerle beyan etmiştik. Üstelik, bu ayetin lafzının zahiri de, Müşebbihe'nin dediğine delâlet etmemektedir. Çünkü, sözü O'nun ancak Arş'a nisbet edilmesini ifade eder. O'nun, O Arşın mâliki ve O'nu, yokluktan varlığa çıkaran olması ise, onun O'na nisbet edilmesi için yeter sebeptir. Binâenaleyh, daha hangi zaruret bizi, bu yanlış görüşe ve fasit olan kanaate iletebilir? Ayette, özellikle Arşın zikredilmesinin faydası ise, o Arşın, cisimlerin en büyüğü olmasıdır ki, bunun da maksadı, Cenâb-ı Hakk'ın, mükemmel Hanlığını, kudret, nüfuz ve hükümranlığını açıklamaktır. Binâenaleyh, kendisinde tasarruf ve tedbirde bulunulan mahal ve yer ne kadar üstün ve büyük olursa, bu mahallin, o kudretin mükemmel oluşuna delaleti de o nisbette güçlü ve kuvvetli olur. Üçüncü Sıfat: "Kendi emrinde olan vahyi, kullarından kimi dilerse, ona ilkâ eder.." ayetinin beyan ettiği husus olup bununla ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Alimler bu ifadede geçen er-rûh kelimesiyle neyin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Doğrusu, bununla murad edilenin, "vahiy" olmasıdır. Biz, vahye rûh denilmesinin sebebini, Nahl Sûresi'nin başlarındaki, (Nahl 2) ayetinin tefsirinde genişçe ele almıştık. Ve yine Cenâb-ı Hak, (En'âm 122) buyurmuştur. Sözün özü şudur: Ruhların hayatiyyeti, ilahî bilgiler ve kudsî cilalar iledir. Binâenaleyh vahiy, bu tür ruhların oluşmasının sebebi olunca, "rûh" diye adlandırılmıştır. Çünkü rûh, hayatın gerçekleşmesinin sebebidir. Vahiy de, işte bu tür ruhanî hayatın tahakkuk etmesinin vesilesidir. Bil ki bu ayet, mükâşefe ilimlerine dair, enteresan sırlar kapsamaktadır. Bu böyledir, zira, akıllar ve idrâkler, Allah'ın kibriyasının kemâline ulaşamamaktadır. Binâenaleyh, beşer kudretine göre bunu tarif etmedeki en mükemmel yol, bu sözün küllî ve aklî bir biçimde zikredilmesi, daha sonra da bunun peşinden, işte bu yol ile elde hasr ifâdesi aklî-küllî bir biçimde zikredileni desteklesin diye, işte bu aklî manayı teyid edecek olan hissî, yani maddî bir şeyin zikredilmesidir. İşte, ayette de böyledir. Binâenaleyh, ayetteki sıfatı, ya dereceleri yükselten manasında olarak, Allahü teâlâ'nın, mümkin varlıkların farklı derecelerde, farklı makamlarda ve farklı vasıflarda yaratmasındaki kudretinin tesirine işarettir, yahut da, celâl ve izzet sıfatları bakımından bütün mevcudattan yüksek olması manasınadır. Dolayısıyla, bu kelime, aklî-burhanî bir sözdür. Daha sonra, Cenâb-ı Hak, bu küllî kelâmını iyice izah etmiştir. Zira, O'nun dışında kalanlar, ya cismanî yahut da ruhanîdirler. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak işte bu ayetinde, bu iki kısmın ikisinin de, kendisinin idaresi ve emri altında olduğunu beyan etmiştir. Cismanî olanların en büyüğü, Arş'dır. O halde kelimesi Cenâb-ı Hakk'ın, maddeler âleminin tamamına hükümran olduğuna delâlet eder. Arş, mahsûsat âlemi cinsinden olunca, işte bu maddî olan Arş, aklî olanı, yani ifadesini tekid etmiştir. Ruhanîlerin hepsi de, Cenâb-ı Hakk'ın emri ve idaresi altındadır ki, işte bu hususa da, Cenâb-ı Hak, "Kendi emrinden olan vahyi... ilkâ eder" ifadesiyle işaret etmiştir. Bil ki, bu âlemin ruhanîleri hususunda müşahede edilen hallerin en kıymetlisi, vahyin eserlerinin zuhur etmesidir. Vahiy de, şu dört ana unsur ile, ancak tamam olur. a) Gönderen (mursil). Bu, Allah (c.c)'dır. İşte bundan dolayı O, vahyi ilkâ etme işini, kendisine nisbet ederek, "Vahyi...ilkâ eder" demiştir. b) Gönderme ve vahyetmek (İrsal, vahy). Bu da, (bu ayette), er-rûh diye adlandırılan şeydir. c) Allah'dan olan vahyin, peygamberlere ulaşması, ancak melek vasıtasıyla mümkün olur ki, işte bu ayette bu hususa da, sözüyle işaret edilmiştir. Binâenaleyh, ruhanî olan bu kısım da, emr kelimesiyle ifade edilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Her semâya, emrini vahyetti"(Fussilet, 12) ve "Dikkat ediniz, emir de O'nundur, halk da.." (A'raf, 54) buyurmuştur. d) Allah'ın, vahyi kendilerine ilkâ ettiği peygamberler ki bu hususa da, bu ayette, "kullarından kimi dilerse, ona.." buyurarak işaret edilmiştir. Bir beşinci temel husus da, peygamberlere bu vahyin ilkâ edilmesinin maksad ve gayesinin tayin edilmesidir. Bu böyledir, zira, peygamberler (aleyhisselâm) halkı, dünya aleminden ahiret alemine yöneltir ve onları, maddî şeylerde (boğulmaktan) yüz çevirip, rûhanî-manevî şeylere yönelmeye sevkederler ki, işte bu hususa da "(O kavuşma) günü, onlar, (kabirlerinden fırlayıp) çıkarlar.." ifadesiyle işaret olunmuştur. Binâenaleyh bütün bunlar, ilahî mükâşefe ilimlerinden yüksek birtakım alâmet ve işaretlere delâlet eden çok ilginç bir tertiptir. Burada geriye, bizim, Kıyametin, "kavuşma günü" olarak adlandırılmasının sebebi ile, Cenâb-ı Hakk'ın bu sûrede, "kavuşma günü" hakkında zikretmiş olduğu sıfatların miktarını beyan etmek kalmıştır. Kıyamete, "kavuşma günü" denmesinin sebebine gelince, bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) Ruhlar, bedenlerden ayrılır. Binâenaleyh, Kıyamet günü geldiğinde ruhlar, bedenlerle karşılaşır (onlara girer). İşte, bundan dolayı bugüne, "kavuşma günü" denilmiştir. 2) Mahlûkat, o günde birbirleriyle karşı karşıya gelir. Böylece, birbirlerinin hallerine vâkıf olur. 3) Göktekiler, yerdekilerin yanına gelir. Böylece, o günde, göktekilerle yerdekiler, birbirleriyle mülakî olurlar. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O gün semâ, bulutlar (çıkıp) parçalanacak, melekler indirilecek, indirilecek.." (Furkan, 25) buyurmuştur. 4) O gün herkes, yaptığının karşılığını görür, ona mülakî olur. Binâenaleyh, bu husus da, işte böyle adlandırılır ki bu, Arapların "Falanca yaptığının karşılığını gördü” şeklindeki sözlerinden alınmıştır. 5) Bu ifadenin, "Artık kim Rabbine kavuşmayı ümid (ve arzu) ediyorsa.," (Kehf, 110) ayetiyle, "Kendisine kavuşacakları gün onlara edeceği sağlık dileği selamdır.." (Ahzab. 44) ayetindeki manaya varıp dayanması da mümkündür. 6) O gün, tapanlar ile kendilerine tapınılanlar karşı karşıya gelir. 7) O gün, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) ile, en son çocuğu dahi yüzyüze gelir. 8) Meymûn İbn Mihrân şöyle demektedir: "O günde, zalimle mazlum karşı karşıya gelir. Dünyada, çoğu kez, birisi birisine zulmedip, zulmeden zulmedilenden ayrıldı mı, kendisine zulmedilen, zulmedeni bulmak istese bile, buna kadir olamaz ve onu da tanıyamaz.. Ama, Kıyamet gününde her ikisi de bir arada bulunur ve birbirleriyle karşılaşırlar. İbn Kesir, vasi ve vakıf halinde, yâ ile (et-telâkî) ve (et-tenâdî); vakıf halinde, yâ ile (hâdî) ve (vâki) kelimelerini ise vakf halinde ya, ile, vasi halinde ise (hâdin) ve (vâkın) şeklinde okur. Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayette, "Kıyamet günü" için zikretmiş olduğu sıfatların izahına gelince, biz şunu diyebiliriz: Birinci Sıfat: Bu günün, "kavuşma günü" olarak vasfedilmesidir ki, biz bunun ne demek olduğunu az önce anlattık. İkinci Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, "(O kavuşma) günü, onlar, (kabirlerinden fırlayıp), çıkarlar.." ayetinin ifade ettiği husus. Bu çıkmanın ne anlama geldiği hususunda da şu izahlar yapılmıştır: a) İnsanlar, kabirleri içinden dışarı çıkarlar. b) Onlar, görünür, ortaya çıkarlar.. Kendilerini, dağ, tepe, bina vb. herhangi bir şey perdelemez.. Çünkü o gün yeryüzü, dümdüz ve çöl halindedir. Ve yine onların üzerinde, elbise namına bir şey yoktur. Çünkü onlar, çıplak ve açıktırlar. Nitekim hadiste de, "Onlar, çıplak, yalınayak ve sünnetli olarak haşrolunurlar.." buyurulmuştur. c) Ayetteki bu tabir, Cenâb-ı Hakk'ın da, "O günde ki (bütün) sırlar yoklanıp meydana çıkarılacaktır" (Tarık. 9) buyurduğu gibi, onların amellerinin ortaya çıkmasından ve sırların fâş edilmesinden bir kinayedir. d) Beşerî ruhlar, bu dünyada adeta, bedenin amellerinin karanlıklarına batmış bir vaziyettedirler. Binâenaleyh, Kıyamet günü geldiğinde bu ruhlar, maddî şeyleri tedbir ile meşgul olmaktan yüz çevirip ve tamamen kıyamet âlemine ve ruhanîlerin toplandıkları o yere yöneldiklerinde âdeta, maddelere gömülmüş olmaktan kurtularak ortaya çıkmış olurlar. Üçüncü Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlardan (sâdır olan) hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.." ayetinin ifade ettiği husus. Çünkü bu ayet, "Onlardan (sâdır olan) hiçbir şeyin Allah'a gizli kalmadığı gün.." takdirinde olup, bunun da amacı, tehdit ve korkutmaktır. Çünkü Allahü teâlâ, "Onlar, kabirlerinden çıkıp, bir araya gelip, birbirleriyle karşılaştıklarında, ben, (Allah), onların herbirinin yaptığı o şeyleri bilir ve her birine, yaptığının karşılığını veririm.. Eğer yaptıkları iyi ise, karşılığı iyi; kötü ise, kötüdür.." diye beyanatta bulunmuştur. Binâenaleyh bu demektir ki, o insanlar, yaptıklarının teferruatını bilmeseler dahi, Allahü teâlâ bunu bilir. Bu ifadenin benzeri olan ifadeler ise, "O gün arzolunacaksınız. (öyle ki) size ait hiçbir sır gizli kalmayacak.'." (Hakka, 18), "O gün ki (bütün) sırlar yoklanıp meydana çıkarılacaktır" -(Tarık, 9); "... kabirlerin içindekiler çıkarıldığı zaman, göğüslerde ne varsa onlar da derlenip toparlandığında-." (Adiyat. 9-10) ve "O gün (yer) bütün haberlerini anlatacaktır.." (Zilzal, 4) ayetleridir. İmdi eğer; Allah'a hiçbir zaman hiçbir şey saklı kalmaz. Öyleyse, bu hususu bu güne tahsis etmenin sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki: Onlar, bu dünyada İken, bir perdenin gerisine saklandıklarında, Allah'ın kendilerini görmediği ve yaptıklarının Allah'a saklı kaldığı vehmine kapılıyorlardı. Bu demektir ki onlar, bu günde, artık dünyada vehmettikleri gibi, artık kendisi hakkında vehme düşemeyecekleri bir biçimde, apaçık ortaya çıkacaklardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bilakis Allah yapmakta olduklarının birçoğunu bilmez sandınız.."(Fussilet, 28) ve "İnsanlardan gizlerler de, Allah'dan gizlemezler" (Nisa. 108) buyurmuştur ki, bu da "... bir olan, kahhâr olan Allah'ın huzurunda toplanacaklardır.."(ibrahim, 48) ayetinde ifade edilen husustur. Dördüncü Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, "(Allah buyurur): "Bugün mülk kimindir?" "Bir olan, kahhâr olan Allah'ındır" ayetinin ifade ettiği husus.. İfâdenin takdiri, "Kendisinde, "Bugün mülk kimindir?" diye nida edildiği gün.." şeklindedir. Bu nidanın ne zaman yapılacağı hususunda da şu iki görüş ileri sürülmüştür: Birinci Görüş: Müfessirler şöyle demişlerdir: "Göktekiler ve yerdekiler namına ne varsa hepsi helak olduğunda, Allahü teâlâ, "Bugün, hakimiyet kimindir?" diye, "Kıyamet günü..." nida eder de, kendisine hiç kimse cevap vermez.. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, bu sorusuna yine kendisi cevap vererek, "Bir olan, kahhâr olan Allah'ındır" der." Usûlcüler İse, bu görüşün zayıf olduğunu ileri sürerek şu izahları yapmışlardır: a)Allahü teâlâ böyle bir nidanın ancak "karşılaşma, ortaya çıkma ve her nefsin, karşılığını göreceği gün"de tahakkuk edeceğini beyan buyurmuştur ki, insanlar o zaman diridirler. Dolayısıyla, müfessirlerin, göktekiler ve yerdekiler namına ne varsa hepsi hbiâk olduğunda, Cenâb-ı Hakk'ın bu şekilde nida edeceğini söylemeleri yanlış olur. b) Söylenen sözün mutlaka bir faydası olması lazım. Çünkü söz, ya başkası mevcut iken söylenir, ya da mevcut değilken söylenir. Burada, birincisi batıldır. Çünkü müfessirler, Cenâb-ı Hakk'ın bu sözü, her şey yok olduğunda söylediğini söylemişlerdir. İkincisi de batıldır, çünkü, bir kimsenin, yalnız iken konuşması, ya o kimsenin, bir dersi tekrarlayan kimse gibi onu ezberlemesinden dolayı güzel olur, -ki bu Allah hakkında imkânsızdır-, veyahut söylediği o sözden dolayı bir sevinç ve haz hasıl olmasından dolayı güzel olur, -ki bu da Allah hakkında muhaldir-, yahut böylesi bir sözle Allah'a ibadet etmesinden dolayı güzel olur, -ki, aynen bu da Allah için düşünülemez-. Böylece, "Allah, bu nidayı, bütön mahlûkat yok olduğu sırada yapar.." diyenlerin görüşünün batıl olduğu, aslı esasının olmadığı sabit olur. İkinci Görüş: Kavuşma gününde, evvelkiler ve sonrakiler bir araya gelip, Allah'ın huzuruna çıktıklarında, birisi, "Bu gün mülk kimindir?" diye nida eder de, Kıyamet meydanında bulunanların tümü birden, "Tek olan, kahhâr olan Allah'ındır!" derler. Böylece mü'minler bu sözü, bu söz sayesinde, yüksek makamlara nail olacakları için, haz içinde söylerler; kâfirler de bu sözü, onlar böylesi bir zikri dünyada kaçırmış olduklarına nedamet duyup üzülerek, aşağılık ve utanç duygusu içinde söylerler. Bu görüşü savunanlar, "Eğer İbn Abbas ve diğerlerinden gelen birinci görüş doğru ise, bundan muradın, bu nidanın, tüm herkesin yok olmasından sonra olması; ancak ne var ki orada, bu nidayı duyan meleklerin bulunmuş olduğu şeklinde olması da imkânsız değildir. Ben de diyorum ki, onların bu görüşüne göre, soranın da cevap verenin de Allah olması uzak değildir. Yine soruyu soranın, bir grup melek, cevap verenin diğer bir gurup melek olması da uzak bir ihtimal değildir. Bütün bunlar söz konusu ihtimallerdir. Bunlardan birini belirlemek (tercih etmek) için delil yoktur. İmdi eğer, "Böyle bir nidanın bu günde yapılmasının hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: İnsanlar dünyada iken zahirî sebeplere adanmışlardır. Babam üstad Ömer (Allah ondan razı olsun) şöyle derdi: "Eğer sebepler olmasaydı, hiç kimse (Allah'dan) şüphe etmezdi. Ama Kıyamet günü sebepler (vasıtalar) tamamen ortadan kalkmış, rabler, sahte tanrılar bir kenara çekilmişlerdir. İşte bu sebeple o gün, müsebbibü'l-esbâb (sebeplerin sebebi) Allah'ın hükmünden başka hüküm kalmamıştır. İşte bundan ötürü bu nida, o Kıyamet gününe bırakılmıştır." Bil ki ayetin lafzının zahiri, her ne kadar bu nidanın (seslenişin) o gün yapılacağına delâlet etse de, ayetteki "Bir olan, kahhâr olan Allah'ındır" sözü, bu nidanın mana açısından (aslında) her zaman için mevcut olduğunu gösterir. Çünkü bizim "Allah" sözümüz, zatı gereği Vâcibu'l-Vücûd olanın adıdır. Zatı gereği Vâcibü'l-Vücûd (varlığı zorunlu) olan ise tektir. O'nun dışındaki her varlık ise, zatı gereği mümkin varlıktır. Zâtı gereği mümkin varlık ise ancak Vâcibü'l-Vücûd olanın yaratmasıyla var olur. Varetmek ise varlık tarafını yokluk tarafına tercih etmek demektir. Bu tercih, tercih edilmeyen tarafı mağiub etmek, kahretmek demektir. Böylece kahhâr olanın her zaman bir-tek olduğu anlaşılır. O halde "Bugün mülk kimindir?" şeklindeki nida, Cenâb-ı Hakk'ın bir ve kahhâr olmasından kaynaklanmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın kahhâr oluşu, ezelden ebede kadar sürdüğüne göre, şüphe yok ki, "Bugün mülk kimindir?" nidası, mana bakımından, ezelden ebede sürüp giden bir nida olur. Beşinci Sıfat: "Bugün, herkes ne kazandıysa onunla karşılanacak" ayetinin ifade ettiği husustur. Bil ki Allah Sübhânehû ve Teâlâ, Kıyamet günündeki kahhârlığını açıklayınca, peşisıra, o gündeki adalet ve lütfunu açıklamak üzere böyle buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili iki mesele var: Bu söz, şu üç hususu ihtiva eder: 1) İnsanın kazanabilen bir varlık olduğu, 2) Kazancının, karşılığı gerektirdiği; 3) Bu karşılığın o günde eksiksiz verileceği hususu... Binâenaleyh bu söz, kısa olmasına rağmen, Kur'ân'daki bu üç temeli ihtiva eder. Bunlar, dinde değeri olan büyük şeyler olup, bunların izahı defalarca geçmişti. Bu esaslar hususunda bazı noktaların anlatılmasında bir beis yoktur: Birincisi, yani insanın kazanabilen bir varlık oluşu şöyledir: Kesb (kazanma) nsanın yapmaya ve yapmamaya elverişli birtakım uzuvlarının yerli yerinde oluşundan tarettir. Binâenaleyh insan bu denge üzere kaldığı müddetçe, ondan bir fiilin sâdır olması veya olmaması imkânsızdır. Fakat ona, yapmamaya veya yapmaya sevkedecek bir dâî (sebep-sevk) eklendiğinde, ondan yapma veya yapmamanın sâdır olması vacip (kesin) olur. İkincisi yani, bu kazanca bir karşılığın terettüb etmesinin izahı da şöyledir: Bil ki fiiller ikiye ayrılır: a) O fiillere sevkeden şey, dünyâ alemindeki maddî olan iyi şeyleri elde etme duygusudur. b) Bunlara sevkeden şey, mükemmel oldukları, ancak âhiret âleminde meydana çıkacak olan ruhanî-manevî iyilikleri elde etme duygusudur. Pek çok fiilin, insanda yerleşmiş mertebelerin tahakkukunun sebebi olduğu tecrübeyle sabittir. Binâenaleyh kendisinde birinci kısım gâlib olan kimsenin, ilgi ve alâkası, dünya ve maddî şeyler hususunda daha kuvvetli olur. Böyle bir kimse ölünce de, kendisiyle elde etmek istediği şeyler arasında, büyük ve zor bir ayrılık olur ve bu ona çok ağır gelir. İkinci kısım fiiller ve duygular kendisinde ağır basan kimse öldüğünde ise, zaten kızmakta-değer vermemekte olduğu bu şeylerden kolayca ayrılıp, sevdiklerine kavuşur. Böylece de bu nimetler ve lütuflar ona çok büyük gelir. İşte kesb (kazanma) ve bunun bir karşılığı gerektirmesi budur. Yaptığımız bu izahla, en mükemmel karşılığın ancak Kıyamet gününde olacağı ortaya çıkmış olur. Binâenaleyh bu, küllî ve aklî bir kanundur. Gerçek şeriat, amellerin ve sözlerin tafsilatı hususunda, bu küllî kanunu kuvvetlendirecek şeyleri getirmiştir. Allah en iyi bilendir. Bu ayet, usûl-ü fıkıhta büyük bir prensibin (kaidenin) dayanağıdır. Çünkü diyoruz ki: Eğer herhangi bir zarar meşru olmuş olsaydı, ya bir cinayetin (suçun) karşılığı olduğu için meşru olmuş olurdu, yahut da bir cinayetin karşılığı olduğu için, meşru olmamış olurdu. Her iki İhtimal de söz konusu olamaz. Demek ki zararın meşru olması söz konusu olamaz. Her hangi bir işin karşılığı olması için, zararın meşru olamayacağının izahına gelince, bu nass (ayet), ilahî cezaların kıyamet gününe tehirini gerektirmektedir. Binâenaleyh bu cezanın dünyada verileceğini söylemek, ayetin hilafına olur. Zararın, bir cezadan ötürü meşru olamayacağı da, "Allah sizin kolaylığınızı diler, zorluğunuzu dilemez" (Bakara, 185) ayetleri ile Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)"islâm'da zarar ve zarara zararla karşılık verme yoktur" hadis-i şerifinden ötürüdür. Zarar vermenin bir ceza (karşılık) olduğu konularda ve meselâ, hayvanların kesilmesine izin gibi, hakkında nass bulunan konularda, bu umûmî ifâdelerin hükmünü uygulamadık. Binâenaleyh bu umûmî ifadelerin, bu gibi konular dışında, haramlığı ifâde etme üzerine devam etmeleri gerekir. Böylece anlattıklarımız ile, zarar ve elem vermede, temel hükmün haramlık olduğu sabit olur. Şimdi eğer, şer'i bir meseleye delâlet eden husûsî bir nass bulursak, husûsî olan bu nassı, genel nassa takdim edip (onun önüne alarak), husûsî olana göre hareket ederiz. Aksi halde umûmî olan asıl haramlık hükmünü ifadeye devam eder. İşte bu, şeriatta istifâde edilen bir küllî (genel) kaidedir. Allah en iyi bilendir. Altıncı Sıfat: "Bugün haksızlık yok" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadenin anlatmak istediği şudur: Cenâb-ı Hak, "Bugün herkes, ne kazandıysa onunla karşılanacak" buyurunca, bunun peşinden, o gün hiçbir zulmün olmayacağını anlatan bu ifadeyi getirmiştir. Muhakkik âlimler şöyle derler: "Cezada (karşılık vermede) zulüm, şu dört şekilde olabilir: a) Kişi bir sevabı (mükâfaatı) hakettiğinde, bunun ona verilmemesi, b) Hakedilenin hepsinin değil, bir kısmının verilmesi, c) Azaba müstehak olmayana azab edilmesi, d) Azaba müstehak olana, haketttiğinden fazla azab edilmesi.. Binâenaleyh "Bugün haksızlık yok" ayeti, Kıyamet günü bu dördünün de olmayacağını ifade eder. Kâdî, "Bu, Cebriyye'nin (ehl-i sünnetin) görüşünün yanlışlığını gösteren kuvvetli bir ayettir. Çünkü onlara göre, görünür-görünmez bütün zulümler ancak Allah'tandır. Bir de Allahü teâlâ, insanda küfrü yaratıp, sonra ona inkâr etti diye azap ettiğinde, bu, zulmün tâ kendisi olur" der. Kadî'nin bu görüşüne verilecek cevabımız malumdur. Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Şüphesiz ki Allah hesabı çabuk görendir" buyurur. Bu sözün bu sadedde getirilmesi, gerçekten çok yerinde ve uygundur. Çünkü Allahü teâlâ o günde zulüm olmayacağını beyân edince, hesabı çabuk göreceğini de beyân etmiştir ki bu, onlara hakettikleri karşılıkların anında verileceğine delâlet eder. Allah en iyi bilendir. 18Âyetin tefsiri için bak:22 19Âyetin tefsiri için bak:22 20Âyetin tefsiri için bak:22 21Âyetin tefsiri için bak:22 22"Onları yaklaşmakta olan gün ile uyar- Yürekler ağza gelir, gamla dolu olarak yutkun o gün. Zalimlerin, ne müşfik bir yakını, ne sözü dinlenir bir şefaatçisi vardır. (Allah) gözlerin hain bakışlarını ve göğüslerin gizlediği şeyleri bilir. Allah, hak ve adaletle hükmeder. O'nun dışında taptıkları şeyler ise, hiçbirşeye hükmedemezler. Şüphesiz Allah, işiten ve görendir. Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden evvelkilerin akıbetinin nasıl olduğuna baksınlar. Onlar, kuvvetleri ve yeryüzündeki eserleri ile bunlardan daha üstündü. Böyle iken Allah onları, günahları yüzünden yakalayıp çarptı. Onları Allah'ın azabından bir koruyan da olmadı. Bunun sebebi şu idi: Peygamberleri onlara apaçık mucize getirdiğinde, onlar inkâr ettiler. Allah da onları yakalayıp çarpıverdi. Çünkü O herşeye kadirdir, azabı pek çetindir" Bil ki ayet Kıyamet gününü, korkunç ve dehşetli, değişik sıfatlarla anlatmak istemektedir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: Alimler, "Âzife" gününün ne demek olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır: Bu, Kıyamet günü demektir. "Âzife", birşey yaklaşıp geldiğinde kullanılan (iş yaklaştı-gelip çattı) fiilinin ism-i failidir. Nitekim Cenâb-ı Hak Kıyameti anlatırken, "Yaklaşan yaklaştı, gelip çattı. Allah dışında, onu kaldıracak hiç kimse yok" (Necm, 57-58) buyurmuş, şair de şöyle demiştir. "Göç yaklaştı, ama ne var ki kervanlarımız henüz denklerimizle birlikte (yola koyulup) gözden kaybolmadılar.. Fakat şimdi sanki, (yola koyulup) gözden kayboldular..." Ayetin maksadı, Kıyametin yaklaştığına dikkat çekmek olup, bir benzeri de, "Saat (kıyamet) yaklaştı" (Kamer, 1) ayetidir. Zeccâc, "Kıyamet hakkında "âzife" denilmiştir. Çünkü insanlar, onun zamanını uzak görseler de, aslında o yakındır. Zira gelecek olan her şey yakındır" demiştir. Bil ki "âzife" kelimesi, mahzûf bir müennes kelimenin sıfatı olup, takdiri, el-kıyametül-âzife yahut, el-mücâzâtü'l-âzife şeklindedir. Kaffâl şöyle der: Kıyametin isimleri, onlarda bir dahiye (dehşet) manası bulunduğu için tâmme, hakka ve benzeri isimlerinde olduğu gibi, müennes olarak gelirler (çünkü bunlar mübalağa (ileri derece) ifade ederler). 2) Bu "âzife" kelimesiyle, "âzife"nin vakti kastedilmiştir. Âzife vakti de, kâfirlerin hızlı bir şekilde cehenneme girmeye doğru koşmalarıdır. Çünkü o esnada onların kalpleri, korkunun şiddetinden ötürü, yerinden oynar. 3) Ebû Müslim, "Bu, ölümün gelmesi ve zamanının gelip çatması manasınadır. Bunun delili, Hak teâlâ'nın, kıyamet gününü, "(O kavuşma günü) onlar kabirlerinden fırlayıp çıkarlar" (Mü'min, 16) ifadesiyle anlatıp, bundan sonrada, "Onlara o yakın günün (âzife'nin) tehlikesini anlat" buyurmuş olmasıdır. Binâenaleyh âzife gününün, Kıyamet gününden başka olması gerekir. Bir de, diğer ayetlerde kalplerin boğaza gelip dayanması, ölüm günü için kutlanılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hele can boğaza gelince, o vakit siz görürsünüz..." (vakıa, 83-84) ve "(Can) köprücük kemiğine dayandığı zaman..." (Kıyame, 26) buyurmuştur". Bir de ölüm gününün yakınlıkla nitelenmesi, Kıyamet gününün yakınlıkla nitelenmesinden daha evlâdır. Yine, âzife "yakın" kelimesinden sonra zikredilen sıfatlar, ölümün gelip hazır olduğu güne daha uygundur. Çünkü, kişinin, azâb meleklerini gördüğünde korkusu büyür.. Sanki, insanların o zaman, korkunun şiddetinden dolayı, kalpleri boğazlarına çıkar da, yutkunur dururlar ve kalplerindeki şiddetli korkudan söz edemezler. Başlarına gelen muhtelif sıkıntı ve korkulara karşı, onları savunacak hiçbir dost ve şefaatçi de olmaz. Alimler, "Yürekler ağza gelir, gamla dolu olarak yutkunur o gün" ifadesinden muradın, korkunun şiddetinden bir kinaye mi olduğu, yoksa bunun zahirî manasına mı hamledileceği hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bundan muradın, bu günü şiddetli bir korku ve panik içinde olmakta vasfetmek olduğu söylenmiştir. Bunun benzeri olan deyimler, Cenâb-ı Hakk'ın, "yürekler gırtlaklara dayanmıştı.. ve siz Allah'a karşı (türlü) zanlarda bulunuyordunuz.."(Ahzab,20) ve "Hele can boğaza gelince, o vakit siz görürsünüz" (vakıa, 83-84) ayetleridir. Bunun bilakis, zahirine hamledileceği de söylenmiştir. Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Kalpler, korkunun şiddetinden ötürü göğüslerden sökülür. Onlar boğazlara dayanırlar, ama çıkmazlar ki (insanlar) ölsünler; yerlerine geri dönmezler ki, biraz nefes alıp rahatlasınlar... Fakat onlar, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Artık onu yakında gördükleri zaman, küfredenlerin yüzleri kötü bir hale getirilmiş.." (Mülk, 27) buyurduğu gibi, tıpkı büyük kovalar misali (metinde böyle Ç.) çıkarılarak kabzolunacaklardır." "gam ve kederlere boğulmuş.." anlamındadır. Kâzım, gam ve öfkeyle dolu olduğunda sesini çıkarmayan kimseye denilir. Eğer, (......) kelimesi neyle mansûb olmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Bu, kalplerin sahiplerinin mana bakımından hâlini anlatan bir ifadedir. Çünkü ifadeden murad, "O zaman kalpleri, onlar gam ve kederden yutkunur oldukları bir hal ve vaziyette, boğazlarına dayanmıştır.." şeklindedir. Bu ifadenin, "kalplerdin hali olması da caizdir. Buna göre kalpler, boğazlara dayanmış oldukları halde, içlerindeki gam ve kederlerden dolayı yutkunur dururlar. Kâzımîn, cem-i müzekker salimdir. Çünkü Cenâb-ı Hak kalpleri, rûh ve akıl sahibi kimselerin fiillerinden olan, yutkunma ile nitelemiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, (Yûsuf'tan naklen), "Gördüm ki onlar, (yıldızlar, ay, güneş) bana secde edicilerdir" (Yûsuf, 4) ve "ona boyunları eğilekalır" (Şuara. 4) buyurmuştur. Bu kelimenin (kâzımûn) şeklindeki kıraati de bunu teyit eder. Kısaca, bu ayetten maksat, şu iki şeyi iyice anlatmaktır: 1) Şiddetli korku.. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "O zaman kalpleri, boğazlarına gelmiştir" ifadelerinden kastolunandır. 2) Konuşamamak.. Bu da, "gamla dolu olarak yutkunur vaziyette" kelimesinden murad olunandır. Çünkü çok kederli olan bir kimse konuşmaya muktedir olduğu zaman, onda hafif bir çarpıntı ve sükûnet hali meydana gelir. Ama konuşmaya muktedir olamayıp da, şikâyeti daha da genişlediğinde, dağıldığında, sıkıntısı büyür, korkusu da şiddetlenir. Mu'tezile'nin ekserisi, günahkârlara şefaat edilmeyeceği hususunda, Cenâb-ı Hakk'ın "Zalimlerin, ne müşfik bir yakını, ne sözü dinlenir bir şefaatçisi vardır.." ifadesiyle istidlalde bulunmuş ve şöyle demişlerdir: "Burada onların, sözü dinlenir bir şefaatçilerinin olmayacağı belirtilmiştir. O halde, onlar için böyle bir şefaatçinin bulunmaması vacip olur." Alimlerimiz buna birkaç bakımdan cevap vermişlerdir: 1) Cenâb-ı Hak, onların, sözü dinlenir bir şefaatçinin bulunmasını nefyetmiştir. Bu ise, şefaatçinin bulunmamasına delâlet etmez. Baksana, sen, "Yanımda satılık kitap yoktur" dediğinde, bu, satılık bir kitabın bulunmasını nefyeder; kitap cinsinin bulunmamasını iktizâ etmez. Nitekim Araplar şöyle demişlerdir: "Orada, deliğine giren keler görmezsiniz". Bu ayetteki lafzı, 'sözü dinlenir bir şefaat "çinin bulunmamasını iktiza eder. Böylece bu da, eğer onlar için Kıyamet gününde, Allah'ın dinleyeceği bir şefaatçilerinin olmadığına delâlet eder. Çünkü varlık aleminde, hali Allah'dan daha yüce olan bir kimse yoktur ki, "Allah ona itaat eder, boyun eğer" denilebilsin.. 2) "Zalimler" ifadesinden burada murad, kâfirlerdir. Bunun delili şudur: Bu ayet, Allah'ın ayetlerine karşı cidal eden kâfirleri men edip, yıldırmak için gelmiştir. O halde bu vasfın, onlara tahsis edilmesi gerekir. Bize göre, kâfirler hakkında şefaat bulunmamaktadır. 3) ez-Zâlimîn kelimesi, ya istiğrak ifade eder, ya da etmez. İstiğrak (şümul ve kapsamlılık) ifade ederse, o zaman bundan maksad, zulüm yapmış olan kimselerin tümü olmuş olur ki, bu sözün kapsamı ve şümulüne, kâfirler de dahil olur. Çünkü bize göre, bu yekûn ve toplamın tamamı için şefaatçi yoktur, zira bu yekûnun bir kısmı da kâfirlerdir. O halde onlar için şefaatçi yoktur. O vakit, bu yekûn için şefaatçi olmaz. Bu, eğer istiğrak ifâde etmiyorsa, "zalimler" ifadesiyle kastolunanlar, bu sıfatla (zulüm) muttasıf olanların bir kısmıdır. Bize göre de, bu sıfatla muttasıf olan bazıları için şefaatçi yoktur; ki bunlar da, kâfirlerdir. İstidlalde bulunanlar birinci soruya cevap vermiş ve şöyle demişlerdir: "Allah'ın kelâmını, manalı bir söze hamletmek gerekir. Bütün herkes şunu bilir ki, mevcudatta, Allah'ın, kendisine itaat edeceği herhangi bir şey yoktur. Çünkü itaat eden, itaat edilenden, daha aşağı hal ve mertebededir. Mevcudatta, hali ve mertebesi Allah'dan daha yüce olan hiçbir şey yoktur ki, Allah ona itaat eder denilebilsin!, Bu husus zaruret yoluyla bilindiğinde, onu anlamlı kılabilmek için, bu manaya hamletmek gerekir. O zaman da "taat" kelimesinin, "icabet etme" manasına hamledilmesi vacib olur. "Taat" lafzının "icabet etme" manasında vârid olabileceğine dair delil ise, şairin şu sözüdür: "Bir Rabb ki, her kimin kalbi kin ve öfkeden kabarsa da benim ölümümü temenni etse, o, buna icabet etmez." İkinci soruya ise şu şekilde cevap vermişlerdir: "ez-Zâlimûn, çoğul bir sîga olup, başına elif-lâm gelmiştir. Böylece kelime, umûm ifade eder. Bu konuda söylenebilecek olan en son şey, bu ayet-i kerimenin, kâfirleri kınamak için geldiğidir. Çünkü itibar, sebebin hususîliğine değil de, lafzın umûmîliğinedir. Üçüncü soruya gelince, bunun cevabı da şöyledir: ayeti, zalimlerden herbiri hakkında, "müşfik bir yakının ve sözü dinlenir bir şefaatçinin" bulunmadığına hükmedilmiş olmasını ifade eder. Bu istidlalin anlatımı hususunda Mu'tezile'nin sözünün tamamı budur. Ehl-i sünnet alimlerimiz de onların birinci cevabına cevap vermişler ve şöyle demişlerdir: "Müşrikler putları hakkında, "Bunlar bizim, Allah katındaki şefaatçilerimizdir"; "Bunlar Allah katında bize, bu konuda Allah'ın iznine gerek kalmaksızın, şefaat edeceklerdir" diyorlardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak onların bu iddiasını, "O'nun izni olmadıkça nezdinde şefaat edecek kim imiş?" (Bakara, 255) beyanıyla reddetmiştir. Bu da gösterir ki, müşrikler, bu şefaatte, Allahü teâlâ'nın putlara icabet etmesinin farz olduğuna inanmıyorlardı. Bu ise, bir tür itaattir. Bunun üzerine Allah da, "Zalimlerin, ne müşfik bir yakını, ne sözü dinlenir bir şefaatçisi vardır" buyurarak, böyle bir itaati nefyetmiştir. İkincisine de şöyle diyerek cevap vermişlerdir: Harf-i tarifte aslolan, onun daha önce geçmiş bilinen ve ma'hûd olan birisine ait olmasıdır. Bu ayette de, daha önce geçmiş ve mahûd olan kimseler bulunmaktadır, ki bunlar da, Allah'ın ayetlerine karşı mücadele eden kâfirlerdir. O halde elif lâm'ın buna yönelik olması gerekir. Ehl-i sünnet alimleri onların üçüncü sözüne de şöyle diyerek cevap vermişlerdir: Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun, selbin umumîliğini (umümu's-selb) ifade etmesi muhtemel olduğu gibi, (selbu'l-umûm) umumîliği selbetme manasına gelmesi de muhtemeldir. Birinci durumda, "Zalimlerden herbiri hakkında, (istisnasız), onun ne müşfik bir yakını, ne de şefaatçisi bulunmamakla hükmolunmuştur!" şeklinde takdir edilmesine göredir. İkinci durumda ise mana, "Zalimlerin toplamı var ya, onlar için ne müşfik bir yakın, ne de sözü dinlenir bir şefaatçi vardır!" şeklinde olur. Burada, hükmü, yekûn ve toplamdan nefyetmekten, onu, bu yekûn ve toplamın fertlerinin herbirinden de nefyetmek gerekmez. Söylediğimiz bu şeyi teyid eden de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şu muhakkak ki, küfredenleri inzâr etsen de onlarca bir, kendilerini inzâr etmesen de.. İnanmazlar.."(Bakara,6) ayetidir. Eğer biz, "Kâfirler inanmazlar" ifadesini, "Onlardan herbiri hakkında, iman etmemekle hükmolunmuştur" manasına hemledersek, bu durumda, Allahü teâlâ'nın sözüne aykırı bir halin olması, yalanın bulunmuş olması gerekir. Çünkü, kâfirlerden pekçoğu, daha sonra iman etmişlerdir. Ama biz bunu, "Onların bir kısmı iman etse ya da iman etmese de, işte bu kâfirlerin yekûnu ve tamamı iman etmeyecek.." manasına hamledersek, o zaman mana doğru ve yalan secibesinden de kurtulmuş olur. O halde biz, pek yerinde olarak, bu sözü, selbu'l-umûma hamledip, umumu's-selbe hamletmedik. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın ayetinin de selbu'l-umûm şeklinde anlaşılıp umûmu's-selb tarzında anlaşılmaması gerekir. O zaman da, Mu'tezile'nin bu ayet ile istidlali düşer, sakıt olur. Bu konudaki sözün tamamı, işte budur. Ayetin önceki kısımla münasebetine dairdir. Biz diyoruz ki; Allahü teâlâ bu ayet-j kerimede, korkuyu gerektiren bütün sebepleri zikretmiştir: 1) O, bu günü, "yakın gün" olarak isimlendirmiştir. Yani, "Büyük günaha duçar olan kimse için, azabı yakın olan gün.." Çünkü, o günahın azabının zamanı yaklaştığında, o, korkuların zirvesinde bulunur. Hatta denilmiştir ki, korku ve yakınlık içinde gam ve kederleri beklemek, endişe ile beklemek o cezanın bizzat kendisinden daha ağır ve büyüktür. 2) cümlesi olup, manası şudur: "Bu korku, kalp göğüsten sökülüp de, boğaza yükselerek, oraya yapışıp, böylece de nefes almaya mani olacak bir raddeye ulaşmıştır." 3) kelimesi olup, "Kendilerindeki hüzün ve korku sebebiyle, konuşmaları ve o hüznü dile getirmeleri mümkün değildir" demektir ki, bu da tam bir can sıkıntısı ve huzursuzluğa sebebiyet verir. 4) cümlesi olup, onların kendilerine faydası dokunacak bir yakınları; onlar lehine, sözü dinlenen ve böylece de şefaati kabul edilen bir şefaatçinin olmadığını ifade eder. 5) cümlesi olup, manası: "Allahü teâlâ ne göklerde ne de yerde, bir zerreden bile habersiz olmayan bir afîmdir" demektir. Hüküm verecek olan zat, ilimde işte böyle bir dereceye ulaştığında, suçlunun ondan korkusu da, son derece fazla olur. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Ayetteki haize kelimesi, ya, bakan kimselerin sıfatıdır; yahut da, tıpkı afiye ism-i failinin masdarı olan muâfât manasında olması gibi, masdar manasında bir ism-i faildir -ki bunun gayesi de şek ve şüphe içinde olanların yaptığı gibi, bakışı helâl olmayan şeylere yöneltmektir- tabirinden, kalplerde saklı tutulan şeyler kastedilmiştir. Hasılı, fiiller, ef'âl-i cevârih (uzuvların fiilleri) ve ef'âl-i kulûb (kalplerin fiilleri) diye ikiye ayrılır. Uzuvların fiillerine gelince, bunların en saklı ve bilinmez olanı, gözlerin haince bakışıdır. Bunları en iyi bilen, Allah'dır. Diğer işler hususundaki durumu ise var sen düşün! Kalbin fiillerine gelince, Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifâdesinden dolayı, bunlar, Allah'ça malumdur. Böylece bu, Allahü teâlâ'nın, insanların bütün fiillerini bilen bir zât olduğuna delâlet etmektedir: 6) "Allah, hak ve adaletle hükmeder.." cümlesi olup, bu da, Allah'dan iyice korkmayı gerektiren bir husustur. Çünkü, hâkimin, hüküm verecek zâtın, bütün halleri bilen ve gizli ve aşikâr her şey hususunda ancak hak ve adaletle hükmeden birisi olduğu sabit olduğunda, o zaman suçlunun korkusu da zirvede olur. 7) Kâfirler, ilâhî cezayı kendilerinden savuşturma hususunda, işte bu putların şefaatine bel bağlayıp, Allahü teâlâ da, bunlarda kesinlikle bir faydanın bulunmadığını beyan edince, "O'nun dışında taptıkları şeyler ise, hiçbir şeye hükmedemezler" buyurmuştur. 8) cümlesi olup, "Allah, bu kâfirlerin, putlarını medhettiklerini duyuyor, fakat onlardan kendisi hakkında herhangi bir övgünün sudur ettiğini duymuyor; onların, o putlara boyun eğip onlara secde ettiklerini görüyor, fakat o kâfirlerin, Allah'a boyun eğip, O'nun önünde eğildiklerini görmüyor." demektir. Binâenaleyh, işte bu sekiz durum, suçu büyük olan bir günahkârda bir arada bulununca, bu, korkusu açısından daha fazlasının düşünülmeyeceği bir noktaya varır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, kâfirleri ahiret azabıyla iyice korkutunca, bunun peşinden onları dünya halleriyle de korkutmayı ifade eden beyanı getirmiş ve şöyle buyurmuş: "Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden evvelkilerin akıbetinin nasıl olduğuna baksınlar." Bu, "Akıllı insan, başkasından ibret alandır. Çünkü geçmiş kâfirler, şimdiki kâfirlerden daha kuvvetli ve yeryüzünde daha tesirli idiler.." demektir. Bu kuvvet ve tesirle, onların kaleleri, köşkleri ve orduları kastedilmiştir. Binâenaleyh o eski kâfirler, peygamberlerini yalanlayıp, onu dinlemeyince, Allahü teâlâ onları dünyada, çeşitli helak vasıtaları ile peşin olarak cezalandırıp imha etmiştir. Şimdiki kafirler de bu helakin izlerini-kalıntılarını görmekte, seyretmektedirler. Bundan dolayı Allahü teâlâ onları, bu gibi ifadelerle, aynı şekilde hareket etmekten sakındırmış ve onları yakaladığı zaman başlarına gelecek azab anında, kendilerine yardım edecek ve o azabtan kurtaracak hiç kimseyi bulamayacaklarını, "Onları Allah'ın (azabından) bir koruyan da olmadı" beyanıyla anlatıp, sonra da, onlara gelecek azabın, peygamberleri kabul etmeyip inkâr etmeleri sebebiyle olduğunu açıklamış, böylece Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetini de aynı şeyleri yapmaktan sakındırmış ve sözünü, iyice sakındırsın ve korkutsun diye, "Çünkü O, herşeye kadirdir, azabı pek çetindir" diyerek noktalamıştır. Allah en iyi bilendir. Sadece İbn Âmir, zamiri kâf'lı olarak "sizden üstün" şeklinde okurken, diğer kıraat imamları hâ ile "onlardan" şeklinde okumuşlardır. İbn Âmir'in bu kıraati, gâib (3. şahıstan) muhatab sigasına geçiş olup, tıpkı, "Elhamdülillahi Rabbi'l-âlemîn"den sonra, "sadece sana ibadet ederiz..." denilmesi gibidir. Bu muhatab sîgasına geçişin güzel oluşunun izahı şöyle olur: Bu hitab Mekkelilere yönelik olup, mevcut oldukları için, mevcudlara yapılmış bir hitap kabul edilir. Ayet, mana bakımından, "Onlara, yeryüzünde size vermediğimiz İmkânları verdik" (En'am. 6) ayeti gibidir. Diğer imamların, bu zamiri gâib sigasıyla okuyuşu da, bunun, kendinden önceki gâib lafızlarına uygunluğundan ötürü böyle okunmuştur. 23Âyetin tefsiri için bak:27 24Âyetin tefsiri için bak:27 25Âyetin tefsiri için bak:27 26Âyetin tefsiri için bak:27 27"Biz Musa'yı ayetlerimizle ve apaçık bir hüccetle Firavun'a, Hâmân'a ve Karun'a gönderdik de (onlar ona), "Çok yalancı bir sihirbaz" dediler. İşte o, tarafımızdan kendilerine hakkı getirince, "Onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bırakın" dediler. Kâfirlerin hilesi, boşa çıkmaktan başka (bir şeye mahkûm) değildir. Firavun, "Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim. (Varsın) Rabbine yalvarsm. Çünkü ben onun, dininizi değiştirmesinden, yahut yeryüzünde iesad çıkarmasından korkuyorum" dedi. Musa da, "Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim ve sizin Rabbiniz olan (Allah'a) sığındım" dedi" Bil ki Allahü teâlâ peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, önceki peygamberleri yalanlayan o kâfirleri dile getirmek ve onların uğradıkları akıbete bakıp ibret almasını emredince, yine Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan bahsedip onu Firavun, Hâmân ve Karun'a peygamber olarak gönderip, bunca kuvvetli mucizelerine rağmen, onların onu yalanlayıp, hak karşısında diretip, "Bu, yalana bir sihirbazdır" dediklerini nakletmek suretiyle onu teselli etmiştir. Firavunun Çevresinin İddiaları Bil ki Hazret-i Musa (aleyhisselâm) bunlara, açık mucizeleri ve nübüvvetini getirince ki bu, "O, tarafımızdan kendilerine hakkı getirince.." ayetiyle kastedilen durumdur, onlardan sâdır olan şu câhilce işleri nakletmiştir: 1) Onlar, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı yalancı bir sihirbaz olarak tavsif etmişlerdir. Bu, son derece uzak bir iddiadır. Çünkü o mucizeler, her akl-ı setîm sahibinin sihir olmadığını kesin olarak anlayacağı bir biçimde kuvvetli ve açık idi. 2) Onlar, "Onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün. Kadınlarını sağ bırakın " demişlerdir. Doğrusu, bu öldürme işinin, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın doğumu sırasında meydana gelen öldürmeden (çocuk katliamından) başka bir öldürme olmasıdır. Çünkü o vakit müneccimler Firavuna ona galip gelecek bir düşmanının doğduğunu haber verdiler. Böylece o, işte yahûdilerin o zamanki bütün erkek çocuklarını öldürme emri verdi. Fakat bu vakitte, Musa (aleyhisselâm) ona gelmiş ve apaçık mucizeler getirmişti. İşte bu sırada Firavun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın dini üzere büyüyüp, böylece onun tarafını kuvvetlendirmesinler diye, Musa (aleyhisselâm)'ya iman edenlerin erkek çocuklarını öldürme emrini vermiştir. Bu sebep, kızlarla değil erkeklerle ilgili olup, bundan dolayı Firavun, erkek çocukların öldürülmesini emretmiştir. Daha sonra Hak teâlâ, "Kâfirlerin hilesi boşa çıkmaktan başka birşeye mahkûm değildir" buyurmuştur. Bu, "Onların, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve mü'minlerine tuzak kurma hususundaki bütün çabaları boşa çıkmıştır. Çünkü Allahü teâlâ'nın insanlar için, kapılarını açıp gönderdiği rahmeti engelleyebilecek hiçbir kuvvet yoktur. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı öldürme Teşebbüsü 3) Bu kâfirlerin, Musa (aleyhisselâm)'ya karşı işledikleri ve Allah'ın naklettiği çirkin fiillerinden üçüncüsü, Firavun'un "Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim. (Varsın) Rabbine yalvarsm" demesidir. Bu söz, Firavun'un adamlarının, Firavun'un Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı öldürmesine sanki manî olduğuna delâlet etmektedir. Bu hususta şu iki ihtimal düşünülebilir: a) Onlar, şu sebeplerden ötürü, onun Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı öldürmesine manî olmuş olabilirler: 1) Belki de içlerinde, içten içe Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın doğruluğuna inananlar vardı. Bundan dolayı, Firavun'un Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı öldürmemesi için her türlü çareye başvurmuş ve ellerinden geleni yapmışlardır. 2) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Firavun'un adamları (erkân-ı harbiyesi) ona, "Musa'yı öldürme. Çünkü o, güçsüz bir sihirbazdır. Onun sihri ile sana üstün gelmesi mümkün değildir. Binâenaleyh eğer onu öldürürsen, İnsanların kafasına ve kalplerine bir şüphe sokmuş olursun ve böylece onlar, "Musa haklı idi. Firavun ve taraftarları ona karşılık veremedikleri için onu öldürdüler" derler." 3) Belki de onlar, Firavun'un aklı-fikri hep Musa (problemiyle) meşgul olup, kendileriyle uğraşmaya zaman bulamasın diye, Firavun'un Hazret-i Musa'yı öldürmemesi için, her çareye başvurmuşlardır. Çünkü, meliklerinin kalbinin ve aklının, haricî bir düşmanla meşgul olup, kendilerinin onun şerrinden emin kalmaları için, melikleri oyalama, ileri gelen devlet adamlarının işidir. b) Hiç kimse, Firavun'u Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı öldürmekten ve onun onu öldürmeyi istemesinden alıkoymamıştır. Fakat Firavun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı öldürdüğü takdirde, kendisini bu işten engelleyecek mucizelerin zuhur etmesinden, böylece de rezil-rüsvay olmaktan korkuyordu. Fakat işi gürültüye verip, böyle demiştir. Bundan maksadı, "Ben taraftarlarının kalplerini kırmamak için onu öldürmüyorum" manasıdır. Esas gayesi, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan korktuğunu kamufle etmektir. Ayetteki, "(Varsın) Rabbine yalvarsm" sözünü, Firavun istihza yollu söylemiş olup, "Ben onu öldüreyim de, o da varıp Rabbine şikayet etsin. O da benim elimden Musa'yı kurtarsın göreyim" demektir. Ayetteki, "Çünkü ben onun dininizi değiştirmesinden, yahut yeryüzünde fesad çıkarmasından korkuyorum" dedi" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır: İbn Kesîr, (......) kelimesindeki yâ harfini; Nâfî, İbn Kesîr ve Ebû Amr, deki yâ'yı, fetha ile zerûniye, inniye şeklinde okumuşlardır. Yine Nâfî ve İbn Âmr, vâv ile (......) şeklinde okuyup, bunu edatıyla atfetmemişlerdir. Bu kıraate göre, dini değiştirme işi ile, fesat çıkarma işinin bir arada yapılacağı söylenmiş olur. edatı ile bu işi birbirini atfedenlere göre, ayetin manası, onun bu iki işten birisini yapacağı şeklinde olur. Fiil yâ'nın zammesi, hâ'nın kesresi ve "fesâd" kelimesinin nasbi ile, müteaddî olarak, (izhar etmesinden, ortaya koymasından...) şeklinde okunmuştur. Ama Hamza, Kisâî ve Âsım'ın râvisi Ebu Bekr, yâ'nın ve hâ'nın fethası, fesâd kelimesinin ref'i ile, "yahut yeryüzünde fesadın ortaya çıkmasından (korkuyorum)" şeklinde okumuşlardır. Bunlardan birinci kıraatin izahı şöyle yapılabilir: Tebdil (değiştirme) fiilinin faili Musa (aleyhisselâm)'dır. Söz, birlik arzetsin diye, ikinci fiilin faili de Hazret-i Musa (aleyhisselâm) olmuştur. İkinci kıraatin izahı da şöyledir: Söz, "Musa dini değiştirince, yeryüzünde fesad çıkmış olur" manasında olur. Bu sözün maksadı, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı öldürmeyi gerektiren sebebi ortaya koymaktır. Bu sebep de, "Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın varlığı ya dinin, ya dünyanın fesada gitmesine sebeptir. Dinin fesadı şöyle olur: Firavun ve adamları, doğru dinin, kendi dinleri olduğuna inanmışlardı ve dolayısıyla Musa (aleyhisselâm), onu ifsâd için uğraşınca, adeta, onların inancında, hak olan dini, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ifsada uğratmış oldu. Onun dünyayı ifsadı da, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın etrafında mutlaka bazı insanlar toplanacak, böylece bu iş birtakım düşmanlıkların meydana gelmesine ve fitnenin eşelenmesine sebep olacak olmasıdır. İnsanların, dinlerine olan sevgisi, mallarına olan sevgilerinden daha fazla olunca, Firavun önce dini ileri sürmüş, "Onun dininizi değiştirmesinden (korkuyorum)" demiş; sonra da dünyanın fesada uğramasını ileri sürerek, "Yahut yeryüzünde fesad çıkarmasından korkuyorum" demiştir. Musa (aleyhisselâm)'nın Allah'a Sığınması Bil ki Allahü teâlâ, Firavun'un bu sözünü nakledince, bundan sonra, Musa (aleyhisselâm)'nın sözünü nakledip, "Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim ve sizin Rabbiniz olan (Allah'a) sığındım" dediğini bildirmiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Nâfî, Ebû Bekr, Hamza ve Kisâî, zâl'ı tâ'ya idğâm ederek okurlarken, diğer kıraat imamları idğamsız olarak, 'uztü şeklinde okumuşlardır. Musa (aleyhisselâm)'nın Sözündeki İncelikter Bu, "Hazret-i Musa, Firavun'un şerrini savuşturmak için, Allah'a sığınmaktan ve O'nun fazlına güvenmekten başka hiçbirşey yapamamıştır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, onu her türlü beladan korumuş ve her türlü emniyeti ona nasip etmiştir" demektir. Bil ki Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın bu sözü şu gibi incelikleri ihtiva eder: Birinci İncelik: Cümlenin başındaki Innî lafzı, te'kid ifade eder. Binâenaleyh bu ifade, canlardan serleri ve afetleri defetmek için, nazar-ı dikkate alınacak en güçlü yolun, Allah'a itimâd edip dayanmak ve O'nun korumasına güvenmek olduğunu gösterir. Cin ve ins Şeytanlarından Sığınma İkinci İncelik: Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Benim ve sizin Rabbiniz (olan Allah'a) sığındım" demiştir. Binâenaleyh bir müslüman Kur'an okurken nasıl euzü besmele çekip (Allah'a) sığınır, Allahü teâlâ da onun dinini (imanını) ve ihlasını, cin şeytanlarının vesveselerinden korursa, aynen bunun gibi, insan şeytanlarından (kötülerinden) birtakım belalar ve kötülükler kendisine yöneldiğinde bir müslüman "Euzü billahi..." derse, Allah onu nertürlü afetlerden ve korkularından korur, muhafaza eder. Üçüncü İncelik: Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Benim ve sizin Rabbiniz (olan Allah)..." demiştir ki bu, "Kul, adetâ, "Beni eğitip büyüten, her türlü hayra nail eden, belâlardan koruyan ve bana sınırsız-sayısız nimetler veren Hak teâlâ'dır. Binâenaleyh Mevlam, sadece Allah olduğuna göre, her âfet ve belayı savuşturmada, akıllıya düşen ve yakışan, ancak Allah'ın muhafazasına güvenmektir" demektir. Dördüncü İncelik: Ayetteki, ifâdesinde, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kavmini, Allah'a sığınma hususunda, onun yolunu izlemeye bir teşvik olup, bunun manası, "Temiz ve güçlü ruhlar, aynı gaye üzerinde mutabık olduklarında, bunun tesiri cidden kuvvetli olur" şeklinde olur ki, namazların cemaatla edâ edilmesindeki asıl sebep de işte budur. Beşinci İncelik: Hazret-i Musa, bu bedduasında, Firavunu açıkça zikretmemiştir. Çünkü, bazı bakımlardan onun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) üzerinde, terbiye etmiş olması sebebiyle bir hakkı bulunuyordu. İşte o hakkı gözettiği için, bizzat ve ismen, Firavun'dan bahsetmemiştir. Altıncı İncelik: Firavun, her ne kadar bu fiili açıkça yapmış ise de, ancak ne var ki, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, Firavun'un aleyhine bizatihi ismini anarak duada bulunmasında bir fayda yoktur. Tam aksine uygun olanı, bu sıfatları taşıyan herkesin kötülüğünü önleme hususunda, Allah'a sığınmak ve O'ndan yardım istemektir. Böylece, bu sığınmanın şümulüne, düşmanlığını ister izhar etsin, isterse etmesin, düşman olan herkes dahil olur. Yedinci İncelik: İnsanlara eziyyet etmeye yönelmeyi gerektiren şey, ikidir: a) İnsanın kibirli ve katı kalpli olması. b) Öldükten sonra dirilme ile, Kıyameti inkâr edici olması... Çünkü, kibirli ve katı kalpli kimseyi, yaratılışı bazan, insanlara eziyyet etmeye sevkedebilir. Ancak ne var ki bu kimse, öldükten sonra dirilmeyi ve "hesabı" kabul eden birisi olursa, onun hesap verme hususundaki korkusu, onun kibrinin muktezâsınca hareket etmesine mani olur. Ama, bu kimse öldükten sonra dirilmeye ve Kıyamete iman etmemiş bir kimse ise, onun yaratılışı, onu, insanlara eziyyet etmeye yöneltici olduğu gibi, buna mani olan şey de, yani, "hesap verme ve sığaya çekilme korkusu" da zail olmuş olur. Hesap vermeye ve sığaya çekilmeye dair duyduğu o korku ve endişe de zail olunca, hiç şüphesiz katı kalpli olma ve eziyyet verme İşi de tahakkuk etmiş olur. Sekizinci İncelik: Firavun, "Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim.." deyince, istihza ederek, "Musa, Rabbine dûa etsin bakalım!" demiş. Bunun üzerine de Musa, "Ey Firavun, istihza ederek andığın o şey var ya, apaçık ve aşikâr olan din olup, aydınlatıcı olan hakkın ta kendisidir. Ben Rabbime duâ edip, O'ndan senin şerrini benden defetmesini isteyeceğim. Ve sen, benim Rabbimin, seni nasıl kahredeceğini ve beni sana, nasıl hükümran kılacağını göreceksin.." demiştir. Bil ki, aklı ve zekâsı bu incelikleri kuşatan herkes, düşmanların tuzaklarını savuşturmada, hilelerini geçersiz hale getirmede en uygun ve en doğru olan yolun, Allah'a sığınmak ve O'nun korumasına başvurmak olduğunu anlar. Allah en iyisini bilendir. 28"Firavun ailesinden olup, imanını gizlemekte olan bir mü'min, (şöyle) dedi: "Siz, bir adamı, "Rabbim Allah'dır" demesi sebebiyle öldürür müsünüz? Halbuki o, size, Rabbinizden apaçık mucizeler de getirmiştir. Bununla beraber eğer o, bir yalancı ise, yalanı kendisine. Eğer doğru söylüyor ise, sizi tehdit edegeldiği o şeylerin bir kısmı olsun, gelir sizi bulur. (Size isabet eder).. Şüphesiz Allah, haddi aşan, çok yalancı olan kimseyi muvaffak etmez" Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, Firavunun kötülüğü ve şerrini savuşturma hususunda, kendisine sığınmaktan başka birşey yapmadığını nakledince, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan başka bir kimseyi, bu konuda (yardımcı olarak) bahsedip lütfettiğini, böylece de, en güzel bir biçimde, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı müdafaa edip, o fitneyi yatıştırma hususunda çaba sarfettiğini ve o şerri bertaraf etme hususunda gayret gösterdiğini beyân buyurmuştur. Allah kendisine rahmet etsin, bu kitabın müellifi, ben Razî, şöyle der(im): "Andolsun ki ben, kendi hallerim ve durumlarım hakkında, "Her ne zaman bir beşerin kötülüğü bana yönelse ve beni gelip bulmak istese de, ben de ona ilişmeyip, bu işi Allah'a havale etmekle yetinsem, Allah (c.c)'ın bu kötülüğü savuşturma hususunda ellerinden gelen gayreti sarfeden ve benim kendilerini hiç tanımadığım birtakım kimseler bahşettiğini" görmüş ve tecrübe etmişimdir. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: Alimler, Firavun'un hanedanından olan o şahsın kim olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bunun, Firavunun amcasının oğlu olup, onun adına hareket etme yetkisine sahip olduğu ve emniyyet teşkilâtı başkanının yetkilerini deruhte ettiği ileri sürüldüğü gibi, onun akrabasından olmayıp Firavun Kavminden bir kıbtî olduğu da ileri sürülmüştür. Yine bunun, İsrailoğullarından birisi olduğu da ifade edilmiştir, ama, birinci görüş doğruya daha yakındır. Çünkü, (âl) kelimesi akraba ve aşiret, kabile manalarına gelmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Lût'un ailesi müstesna. Onları bir seher vakti kurtardık" (Kamer, 34) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de, "Sıddîkler üçtür: Yâ-sîn ailesinden olup, mü'min olan Habibu'n-Neccâr; Siz adamı, sırf "Rabbim Allah'tır" demesi sebebiyle mi öldürürsünüz?" diyen, Firavun ailesinden mü'min olan kişi; üçüncüsü de, Ali İbn Ebî Tâlib'tir ki, bu onların en üstünüdür" dediği rivayet edilmiştir. Cafer İbn Muhammedin de, şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ebû Bekir, Firavun ailesinden olup da iman eden o kimseden daha hayırlıdır. Çünkü o, imanını gizlemiş; Ebû Bekir ise izhâr etmiştir. Zira o, "Siz adamı, sırf "Rabbim Allah'tır" demesi sebebiyle mi öldürürsünüz!" demiştir. Binâenaleyh bu kimse, (ayetin gösterdiği gibi), imanını gizlemiş de, bu bir sır olmuş olur; Hazret-i Ebû Bekir'in iman edişi ise açıktan açığa iman etmek olmuş olur. (......) ifâdesindeki min harf-i cerrinin, ayetteki, lafzına taalluk etmesi; buna göre mana, "O mü'min kimse, Firavunun ailesinden bir şahıs idi" şeklinde olması mümkün olabileceği gibi, yektümu fiiline taalluk etmesi ve mânanın: "İmanını Firavundan gizleyen mü'min birisi... dedi" şeklinde olması da mümkündür. Bu ikinci ihtimalin caiz olmadığı, zira Arapça'da, denilmediği; ancak, "Bunu ondan gizledim.." denildiği; nitekim Cenâb-ı Hakk'ın da, "Allah'dan bir sözü gizlememiş..."(Nisa.42) buyurduğu ileri sürülmüştür. (......) kelimesini, kıraat imamlarının ekserisi cîm'in dammesiyle recûl şeklinde okurken, tıpkı "yardım, kuvvet, destek" kelimesinin, 'adıd diye telaffuz edilmesi gibi, cim'in kesresi ile, recil şeklinde de okunmuştur. Cenâb-ı Hak, "istifhâm-ı inkâr?" üslubuyla, "Siz adamı, sırf "Rabbim Allah'dır" demesi sebebiyle mi öldürürsünüz?" buyurmuş ve bu ifadede, "istifhâm-ı inkâri"nin getirilmesinin yerinde ve güzel olduğuna delâlet eden şeyi de zikretmiştir. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Rabbim Allah'tır" deyip, bu hususta deliller getirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bu (söz ve hareket tarzı) ise, Öldürmeyi asla gerektirmez. Ayetteki, "Halbuki o, size, Rabbinizden apaçık mucizeler de getirmiştir" cümlesi hakkında şu iki izah yapılabilir: a) "Rabbim Allah'dır.." cümlesi, Allah'ın birliğine; "Halbuki o, size ... apaçık mucizeler de getirmiştir" cümlesi de O'nun birliğine delâlet eden delillere bir işarettir ki, bu deliller de, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, Tâhâ Sûresi'ndeki, "Bizim Rabbimiz her bir şeye hilkatini veren, sonra da ona hayatını devam ettirmek imkânları verendir" (Tâha, 50) sözleri ile, Şuarâ Sûresi'ndeki, "Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan şeylerin Rabbidir. Eğer hakikati yakınen bilmeye ehil kimselerseniz.." (Şuara, 24) sözüdür. Daha sonra, bu mü'min zat, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı öldürmeye teşebbüs etmenin caiz olmadığına dair bir hüccet öne sürmüştür ki, bu da, meseleyi taksime tabi tutmak suretiyle ifade etmektir. İşte bu sebeple bu zât, "Eğer bu adam (yani, Musa), yalan söylüyorsa, onun yalanının günahı ve sorumluluğu kendisinedir. Binâenaleyh, onun yakasını bırakınız. Yok eğer, doğru söylüyor ise, sizi uyarageldiği o şeylerin bazısı, sizi mutlaka bulacaktır) Böylece, her iki durumda da, evlâ olan hareket tarzının, onu öldürmemek olduğu sabit olmuş olur" demiştir. İmdi, eğer "Bu delil hakkında, şu iki açıdan soru yöneltilebilir: a) Onun, "Eğer o, bir yalana ise, yalanı kendisinedir" sözünün manası, "Onun yalan söylemesinin zararı, onunla sınırlıdır. Bu, başkasına dokunmaz.." şeklindedir. Halbuki bu söz, şu bakımlardan yanlıştır: 1) Biz, onun yalan söylemesinin farzedilmesi halinde, onun yalanının zararının onunla sınırlı olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü o, insanları, bâtıl olan o dine davet eder; dolayısıyla, çağırılan insanlardan herhangi bir grup onun sözüne aldanır, böylece de onlar, bâtıl bir yola girmiş ve bozuk bir inancı benimsemiş olurlar. Daha sonra da, bunlarla başkaları arasında şiddetli düşmanlıklar meydana gelir... Böylece, onun yalancı olduğunun farzedilmesi halinde, onun yalanının zararının, kendisiyle sınırlı olmadığı, tam aksine başkalarına sirayet edeceği sabit olmuş olur. İşte bundan dolayı alimler, insanları dinsizliğe davet eden kişinin öldürülmesinin vacib olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. 2) Eğer bu söz, onun için bir delil olursa, her yalancının, böylesi bir yol tutması mümkün olur. Böylece de, bütün zındıklar ve bâtılı savunanlar, kendi bâtıl dinlerini anlatma ve ortaya koyma imkânı bulurlar. 3) Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın peygamberliğini kabul etmeyen o kâfirlerin, bu tutumlarının yadırganmasının caiz olmaması gerekir. Çünkü, eğer bu inkarcı, inkâr ettiği bu şey hususunda yalancı ise, (aynen Hazret-i Musa (aleyhisselâm) hakkında olduğu gibi), yalanının günahı kendisinedir. Yok eğer doğru ise, o zaman sizler, onun doğruluğundan yararlanabilirsiniz... Böylece, bu usûlün, zıddını tasvip etmeyi gerektirdiği sabit olmuş olur. Halbuki, varlığı, yokluğuna ('ademine) götüren şey ise, bâtıldır." b) Bu kimseye düşen, "Eğer bu, doğru söylüyorsa, size, sizi tehdit edegeldiği şeylerin hepsi isabet eder.." demesi idi.. Çünkü, yaptıkları tehditlerinin bir kısmında isabet edip bir kısmında yandan kimseler, kâhinler ve müneccimlerdir. Ama, sadece vahye müstenit olarak konuşan doğru sözlü peygambere gelince, onun, söylediği her şey hususunda sâdık ve doğru olması gerekir. Böylece bu kimsenin, "Sizi tehdit edegeldiği şeylerin birkısmı size isabet eder.." biçimindeki sözü buraya uygun düşmez. Sorulardan birincisinin üç şıkkına birden, aynı şekilde cevap verilir: Bu da, kelamın takdirinin şöyle olmasıdır: "Onun şerrini savuşturma hususunda, sizin onu öldürmeye ihtiyacınız yoktur. Tam aksine size, onu, bu görüşünü ortaya koymaktan men etmeniz, kâfidir!.. Hem sonra siz onu niye öldüreceksiniz ki?! Çünkü, o eğer yalancı ise, bu durumda onun yalanının zararı, sadece kendisine dokunur. Yok eğer sâdık ise, o zaman da ondan yararlanırsınız. Hülasa, bu taksimatın maksadı, onu öldürmeye gerek olmadığını, tam aksine, onların, bundan vazgeçip, onu, dinini izhâr etmekten men etmelerinin yeterli olacağını beyân etmektir. İşte, verdiğimiz bu cevapla, bu üç şık da cevaplanmış olur. İkinci soruya, yani, ona düşenin "Sizi tehdit edegeldiği şeylerin tamamı size isabet eder.." demesi olduğunun söylenmesine" gelince, buna da şu bakımlardan cevap verebiliriz: 1) Bu istidlalin medarı, insaf prensibini ortaya koyma ve çekişmeyi farketme esasıdır. Çünkü bu sözün maksadı şudur: "Eğer o yalancı ise, onun yalanının zararı, kendisiyle sınırlıdır. Yok eğer doğru ise, sizi tehdit edegeldiği şeylerin, en azından bazıları sizi gelip bulacaktır." Eğer bu sözün maksadı bu ise, bu doğru olup, bunun bir benzeri de, "Her halde ya biz, ya siz mutlak bir hidayet üzerindeyiz. Yahut apaçık bir sapıklıkta.." (Sebe, 24) ayetidir. 2) Hazret-i Musa (aleyhisselâm), onları, hem dünya hem ahiret azabı ile tehdit ediyordu. Binâenaleyh, dünyada onlara, dünya azabı gelip çattığında, bu demektir ki, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın onları tehdit edegeldiği azabın bir kısmı, yani dünyevî olan kısmı, onları gelmiş bulmuştur. 3) Ebû Ubeyde'nin, ba'z kelimesinin kült "bütün, hepsi" manasında kullanılmasının caiz olduğunu söylediği ve Lebîd'in, "Artık hoşnut olmadığımda ya da, bütün canları, ölümleriyle (el-himâm) irtibatlı (ve ona raptolunmuş, yatıyorken adetâ ölü) olduklarında, böylesi yerleri terket ey gönül" beytiyle istidlal ettiği nakledilmiştir. Ama, ulemânın ekserisi, bunun hata olduğunu ve Lebîd'in, ifadesiyle kendisini kastettiğini söylemişlerdir. Allah en iyisini bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu mü'min kimsenin Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya eziyet etmenin caiz olmayacağı hususunda üçüncü bir cümlesini de naklederek, "Şüphesiz Allah, haddi aşan çok yalancı olan kimseyi muvaffak etmez" buyurmuştur. Bu delili şu şekilde izah ederiz: Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı bu açık mucizeleri getirmeye muvaffak etmiş ve bunları ona nasip etmiştir. Allah'ın böylesi mucizeler verdiği bir kimse, yalancı bir müsrif olamaz. Dolayısıyla bu durum, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın yalancılardan olmadığına delâlet eder. Binâenaleyh Hak teâlâ'nın bu buyruğu, rumuz ve ta'riz (çıtlatma) yoluyla, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın şanının yüceliğine bir işaret olur. Yine bununla, Firavunun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı öldürme azmi hususunda bir müsrif (haddi aşmış), uluhiyyet iddiası hususunda bir yalancı olduğu, Allahü teâlâ'nın ise bu durumdaki birisini umduğuna ulaştırmayıp, aksine işini boşa çıkarıp, berheva edeceği manası da kastedilmiş olabilir. 29Âyetin tefsiri için bak:33 30Âyetin tefsiri için bak:33 31Âyetin tefsiri için bak:33 32Âyetin tefsiri için bak:33 33"Ey kavmim, bugün bu yerde siz galipler olarak, mülk sizindir. Fakat Allah'ın azâbı-belâsı bize gelip çatarsa, kim bize yardım eder?" Firavun dedi ki: "Ben size ancak uygun gördüğümü ve kendi görüşümü bildiriyorum. Size, doğru yolun hilafını da göstermiyorum." Mü'min o zat da dedi ki: "Ey kavmim, gerçekten ben o sürü sürü fırkaların birleştiği gündeki gibi bir durumun, Nuh kavminin, Âd'ın, Semûd'un ve daha sonrakilerin hali gibi bir durumun sizin de başınıza gelmesinden korkuyorum. Yoksa Allah kulları için zulüm dilemez. Ey kavmim, doğrusu ben size karşı o bağrışıp-çağrışma gününden korkmaktayım. (O gün, hesap yerini) arkanızda bırakıp, cehenneme döneceğiniz gündür. (O gün sizi) Allah'ın azabından kurtaracak hiçbirşey yoktur. Allah kimi şaşırtırsa, onun yolunu doğrultabilecek birisi de yoktur" Bil ki Firavun'un hanedanından olup da inanmış olan bu kimse, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı öldürmeye yeltenmenin caiz olmayacağı hususunda çeşitli deliller getirince, onları bu hususta, Allah'ın azabını hatırlatmak suretiyle çekindirerek, "Ey kavmim, bugün bu yerde, siz galipler olarak, mülk sizindir" demiştir ki bu, "Siz insanlara hâkim olup, onları ezip geçtiniz. Binâenaleyh işinizi-hâkimiyetinizi kendi aleyhinize döndürerek bozmayın ve Allah'ın gücüne-azabına karşı çıkmayın. Çünkü sizin O'na karsı çıkma gücünüz yok" manasınadır. Bu mü'min, "bize" ifadesini kullanmıştır. Çünkü kendisinin onlardan olduğunu ve onlara nasihat edenin, bu hususta onlarla aynı durumda olan birisi olduğunu belirtmek istiyordu. O bunu söyleyince, Firavun, yani "Ben size, anlattığım fitne konusunu halletmek için onun öldürülmesi gerektiği görüşünden başka bir görüşü belirtmiyorum. Bu görüşümle sizi, ancak doğru ve uygun yola sevkediyorum" demiştir. Gizli Mü'minin Cesaretinin izahı Cenâb-ı Allah, o mü'min zâtın, Firavun'un bu görüşünü kabul etmeyip, "Gerçekten ben, o sürü sürü fırkaların birleştiği gündeki gibi bir durumun sizin başınıza gelmesinden korkuyorum" dediğini bildirmiştir. Bil ki Allahü teâlâ bu mü'minin, mü'min olduğunu gizlediğini anlatmıştır. İmanını gizleyen kimse Firavuna karşı nasıl böyle konuşabilir? İşte bu sebepten ötürü, bu hususta şöyle iki görüş ileri sürülmüştür: a) Firavun, "Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim" deyince, bu mü'min zat, Hazret-i Musa'nın dini üzere olduğunu belirtmeden, aksine Firavun'un yanında, onun dini üzere olduğu zannını uyandırmıştır. Ancak uygun planın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı öldürmemeyi gerektirdiğini, çünkü ondan sâdır olan işin, sadece Allah'a davet etmek ve buna deliller getirmek olduğunu, bunun ise, onu öldürmeyi gerektirmeyeceğini ve onu öldürmeye yeltenmenin, insanların dillerinde (aralarında), çok çirkin kelimelerle anılmaya sebep olacağını, hatta onun şimdilik öldürülmemesinin daha uygun olacağını, yapılacak işin, onun dinini yaymasına manî olmak olduğunu, çünkü bu durumda eğer o yalancı ise, yalanının mesuliyetinin kendisine olacağını, eğer doğru ise, bazı bakımlardan ondan istifâde edilebileceğini iddia edip, bu hususu, "Şüphesiz Allah haddi aşan, çok yalana olan kimseyi muvaffak etmez" ifadesiyle te'kid etmiştir. Bu, "Eğer o, kadir ve hakim bir ilahın olduğu iddiasında doğru ise, o Allah, müsrif (haddi aşan) ve çok yalancı olanı muvaffak etmez" demektir. O zat, bu ifadesiyle, Firavun'a, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı kastettiği vehmini verdi, ama aslında bu "haddi aşan-çok yalancı olan" ifadesiyle Firavun'un kendisini kastetmiştir. Çünkü aslında "müsrif" ve "kezzâb" olan Firavundur. b) Firavun'un hanedanından mü'min olan bu zat, imanını önce gizlemişti. Ama Firavun'un, "Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim" deyince, artık gizlemeyi bırakıp, kendisinin Musa (aleyhisselâm)'nın dini üzere olduğunu açıklayıp, Firavun'a doğru olanı bizzat anlatmaya çalışmıştı. Bil ki Allahü teâlâ bu mü'minin Firavun'a şöyle birtakım sözler söylediğini nakletmiştir: 1) "Ey kavmim, gerçekten ben o sürü sürü fırkaların birleştiği yöndeki gibi bir durumun başınıza gelmesinden korkuyorum" sözü.. Bu, "Onların başına gelen kötü günler gibi günlerin sizin de başınıza gelmesinden korkarım" demek olup, fakat Cenâb-ı Hak, yevm (gün) kelimesini, "ahzâb"a (fırkalara) muzaf kılıp, ahzabı da, Nûh, Âd ve Semûd kavimleri olarak açıklayınca, her gurubun belâ hususunda, belli bir günü olduğu ortaya çıkmış oldu. Dolayısıyla da bir karışıklık olmadığı için, cemî kelime (eyyam-günler) yerine, müfred "yevm" kelimesiyle yetindi. Daha sonra bu ifadeyi, "Nûh kavminin, Âd'ın, Semûd'un ve daha sonrakilerin hali gibi..." ifadesiyle açıkladı. Onların hâli ise, küfür, yalanlama ve diğer türlü isyanlar açısından, bunların amellerinin dûnundadır (altındadır). Binâenaleyh bu, onların hiç bırakmadıkları, devamlı olan bir adetleri olmuş olur. O halde burada, mahzûf bir muzaf var. Cenâb-ı Hak bu ifade ile, "Onların halinin cezası gibi bir cezanın..." manasını kastetmiştir. Velhasıl Allah onları bu dünyada peşin (hemen gelecek) bir helak ile, daha sonra da âhiret helâkiyle korkutmuştur. Bu âhiret helaki, "Allah kimi şaşırtırsa, onun yolunu doğrultabilecek birisi de yoktur" beyanıyla anlatmıştır. Bu cümlenin maksadı, âhiret azabına dikkat çekmektir. 2) "Allah kutlan için zulüm dilemez" sözü... Bu, "o ahzâbı (fırkaları) helak, adaletin tâ kendisidir. Çünkü onlar, peygamberleri yalanladıkları için bunu haketmişlerdir. Aynı şey, burada da söz konusudur. Öyleyse bu hükmün (neticenin), burada da tahakkuk etmesi gerekir" demektir. İrade Hakkında Mu'tezile'nin Görüşü Mu'tezile, "Ayetteki bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, kullarının bir kısmına zulmetmeyi istemediğini gösterir. Dolayısıyla bu, kullarından hiçbiri için zulmetmek istemediğine delâlet eder. Dolayısıyla, eğer kullarda inkârı yaratıp, sonra da bu inkârdan dolayı onlara azabetmiş olsaydı, şüphesiz zulmetmiş olurdu. Cenâb-ı Allah'ın, kesinlikle zulmetmek istemediği sabit olduğuna göre, kullarının fiillerinin yaratıcısı olmadığı sabit olur. Çünkü eğer O, kullarının fiillerini yaratmış olsaydı, mutlaka onları irâde etmiş de olur ve O'nun zulüm yapabileceği de sabit olurdu. Çünkü eğer o zulme kadir olmasaydı, zulüm yapmadığı için, övünemezdi" demiştir. Mu'tezile'nin bu istidlalini, tefsirimizde cevaplarıyla birlikte defalarca anlattık. Binâenaleyh tekrar etmenin anlamı yok. 3) "Ey kavmim, doğrusu, ben size karşı o bağrışıp çağrışma gününden korkmaktayım" sözü... Bu tabir ile ilgili birkaç mesele vardır: "Tenâd", nida masdarından, vezninde bir kelimedir. Arapça'da "Kavın, birbirlerine seslendiler" manasında, denilir. Aslolan, bu kelimenin yâ'lı okunmasıdır. Fasıladan ötürü yâ'nın hazfi de güzel ve yerinde olup, bunu (Mümin, 15) ayetinin tefsirinde anlatmıştık. Müfessirler, Tenâd günü"nün, Kıyamet günü olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Kıyamet gününün, böyle adlandırılışının sebebi hususunda şu izahlar yapılmıştır: a) Cehennemlikler, cennetliklere; cennetlikler de cehennemliklere, Allahü teâlâ'nın A'raf Sûresi'nde, "Ashâb-ı cehennem ashâb-ı cennete, seslendiler ..." (A'râf, 50); ve "Ashab-ı cennet, ashab-ı cehenneme seslendiler ki..." (Araf, 44) ayetlerinde de anlattığı gibi, seslenirler. b) Zeccac, "bunun sebebinin, "Biz her insanı, imamı (önderi) ile birlikte çağırırız" (İsra, 71) ayetinde bahsedilen durum olması da uzak bir ihtimal değildir" der. c) Zalimler, biribirlerine helaki, yok olmayı diler ve "Yâ veylenâ" "yazıklar olsun bize, yandık bittik" derler. d) İnsanlar bu günde mahşere nida olunur, çağrılırlar. e) Mü'min, "işte kitabımı okuyun" (Hakka, 19) diye nida ederken, kâfir, "Keşke kitabım (amel defterim) elime verilmeseydi" (Hakka, 25) der. f) O gün zâlimlere lanet olunur. g) O gün ölüm, güzel bir koç şeklinde getirilir, kurban edilir. "Ey mahşer halkı, artık bundan sonra ölüm yok" diye nida edilir. Böylece bu, cennetliklerin sevincini, cehennemliklerin hüznünü artırır. h) Ebû Ali el-Farisî şöyle der: "Tenâdî", tenâd masdarından müştak olup, "Falanca kaçtı" manasındaki sözüne dayanır." Ibn Abbas'ın kıraati bu şekilde olup, o bunu bu şekilde açıklayarak, "Onlar Kıyamet günü, develerin kaçıştığı gibi kaçışırlar" demiştir. Bu kıraatin doğruluğuna, hem "O gün kişi, kardeşinden ... kaçar" (Abese. 34-35) ayeti, hem de bu ayetteki, "(Ogün hesap yerini) arkanızda bırakıp, cehenneme döneceğiniz (kaçacağınız) gündür" ifadesi delâlet eder. Çünkü onlar, cehennemin dehşetli sesini duyduklarında kaçarlar ve her kaçtıkları yerde, saf saf meleklerle yüzyüze gelirler. Böylece yerlerine geri dönerler. Ayetteki "yevm" (gün) ifadesi şu iki sebepten ötürü mansub kılınmıştır: a) Bu kelime, "korkarım" fiilinin zarfıdır. Buna göre o mü'min zat, iman etmezlerse, o günde başlarına gelecek azabtan dolayı endişesini belirt mi iştir. b) Kelâmın takdiri, "Ben sizin için, o bağrışıp-çağrışma gününün azabından korkuyorum" şeklindedir. Buna göre yevm (gün) kelimesi, mef'ûl-ü fih olarak, mefûl-ü bih olarak mansub olur. Çünkü "yevm" kelimesi, mahzûf olan muzaafının (yani azap kelimesinin) iğrabını almıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O gün (hesap yerini) arkanızda bırakıp kaçacağınız gündür" buyurmuştur. Bu, bir önceki "gün"den bedeldir. Katâde buna, "Hesap gününün durağından, cehenneme döndüğünüz gün" manasını verirken, Mücâhid, "Gücünüz yetmediği halde, cehennemden kaçmaya çalıştığınız gün.." manasını vermiştir. O mü'min zat, daha sonra bu tehdidi te'kid edip, "O gün sizi Allah'ın azabından kurtaracak hiçbirşey yoktur" demiş, sonra dalâletlerinin kuvveti ile cehaletlerinin fazlalığına dikkat çekmek üzere, "Allah kimi şaşırtırsa, onun yolunu doğrultabilecek birisi de yoktur" buyurmuştur. Yusuf (aleyhisselâm)'dan Sonra Resul 34Âyetin tefsiri için bak:35 35"Andolsun daha evvel, Yusuf da size apaçık burhanlar getirmişti. O vakit de onun size getirdiği şeyler hakkında şüphe edip durmuştunuz. Hatta o vefat edince de dediniz ki: "Bundan sonra Allah asla bir peygamber göndermez." işte Allah o haddi aşan şüpheci kimseleri böyle şaşırtır. Onlar, hiçbir delil olmadığı halde Allah'ın ayetleri hakkında mücâdele edenlerdir. Gerek Allah katında, gerek iman edenler katında buna buğz büyük olmuştur. Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler" Bil ki Firavun hanedanından iman eden o zat, "Allah kimi şaşırtırsa onun yolunu doğrultabilecek birisi de yoktur" deyince, bu hususa şu misali getirmiştir: Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm), onlara apaçık deliller getirdiği zaman, onlar şek ve şüphelerinde ısrar edip, o delillerden yararlanmadılar. İşte bu durumda, Allah'ın saptırdığı kimseler için, hiçbir hidâyetçi olmadığına delâlet etmektedir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bu ayette bahsedilenin, Hazret-i Yusuf b. Ya'kûb (aleyhisselâm) olduğu söylenmiştir. Keşşaf sahibi, bunun, Yusuf b. Efrâyim b. Yusuf b. Ya'kûb olduğunu, bu Yusuf'un onlar içinde yirmi küsur sene kaldığını nakletmiştir. Yine Hazret-i Musa (aleyhisselâm) zamanındaki Firavunun, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm) zamanındaki Firavun olup, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) zamanına kadar yaşamış olduğu ileri sürüldüğü gibi, bunun diğer bir Firavun olduğu da söylenmiştir. Her ne olursa olsun, bütün bunlardan bahsedilen, tek şey olup, o da Yusuf (aleyhisselâm)'un, kavmine apaçık deliller getirmiş olmasıdır. Bu "deliller" İle ne murad edildiği hususundada şu iki görüş ileri sürülmüştür: a) Bu deliller, onun, "Darmadağınık birçok düzme tanrılar mı hayırlıdır, yoksa hepsine ve her şeye galib ve kahhâr olan bir tek Allah mı?" (Yusuf, 39) şeklindeki sözüdür. b) Bununla, mucizeler kastedilmiştir. Bu görüş daha uygundur. Daha sonra onlar, Yusuf (aleyhisselâm)'un peygamberliği hususunda şüphe etmeye devam edip, bu delil ve burhanlardan kesinlikle yararlanmadılar. O ölünce, onlar, "Bundan sonra Allah asla bir peygamber göndermez" demişlerdir. Onlar bu hükme (neticeye), bir delile dayanarak değil, arzu ve temennilerine göre varmışlar, hatta bunu, bundan sonra gelen peygamberleri yalanlama hususunda bir esas olarak söylemişlerdir. Onların bu sözlerinde, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un peygamberliğini kabul yatmamaktadır. Çünkü onlar onun peygamberliği hususunda şüphe etmiş ve onu kabul etmemişlerdir. Bu, Hazret-i Yusuf'un peygamberliğini yalanlamanın yanı sıra, ondan sonra gelecek peygamberlerin peygamberliğini de yalanlamadır. Bu zat daha sonra, "Allah o haddi aşan şüpheci kimseleri böyle şaşırtır" demiştir. Bu, "Böylesi sapıklıkta olduğu gibi, Allah, isyanda ileri giden, dinde şüpheye düşen herkesi saptırır" demektir. Ka'bî, "Bu ayet, Kaderiyye (Mu'tezile) için bir delildir. Çünkü Allahü teâlâ onların inkârlarını beyan etmiş; sonra da kendisinin, müsrif ve mürtâb (haddi aşan ve şüpheci) oldukları için onları saptırdığını açıklamıştır. Böylece kul dinden sapmadığı müddetçe, Allah'ın onu saptırmayacağı sabit olur" demiştir. Daha sonra Cenâb-ı Allah, onların niçin bu şüphe ve haddi aşmanın içinde kalakaldıklarını beyan buyurarak, "Onlar, hiçbir delil olmadığı halde Allah'ın ayetleri hakkında mücâdele edenlerdir" demiştir. Bu, "Delilsiz olarak, yani ya sırf taklide binâen, yahut da değersiz şüphelere binâen mücâdele edenlerdir" demektir. Allahü teâlâ, "Buna buğz büyük olmuştur" buyurmuştur. "Makt", kişinin yaşadığı toplum içerisinde, ileri bir dereceye ulaşmasından sonra Allah'ın gazabına uğrayıp, Allah'ın onu rezil ve rüsvay edip tökezletmesidir." Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın, bu kimselerin delilsiz olarak münakaşa ve mücâdele etmelerini zemmetmesinde, delile dayanarak yapılan mücâdelenin güzel ve hak olduğuna bir delil vardır. Yine bunda, taklidin yanlış oluşunun vurgulanması sözkonusudur. Kâdî şöyle der: "Allah'ın bunlara buğzu (maktı), onların fiillerini Allah'ın yaratmadığına delâlet eder. Çünkü O'nun, hem bu fiillerinin yaratıcısı, hem de bu fiillere buğzeden olması imkânsızdır." Bu ayet, Allahü teâlâ hakkında, "Kullarından bir kısmına bazan buğzedebilir" denebileceğine delâlet eder. Fakat bu, tıpkı gazab, haya (utanma) ve taaccüb (hayret etme) kelimeleri gibi, Allah hakkında kullanıldığında, te'vil edilmesi gereken bir ifadedir. Allah en iyi bilendir. Kibirli Kalplerin Mühürlenmesi Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu buğzun kendinde bulunduğu gibi, iman edenlerde de bulunduğunu beyân etmiş, bunun akabinden de, "Allah büyüklük taslayan her zorbanın kalbini iste böyle mühürler" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var: İbn Âmir, Ebû Amr ve Kisai'nin ravisi Kuteybe, "kalb" kelimesini tenvinle, "mütekebbir" kelimesini "kalb"e sıfat yererek okurlarken; diğer kıraat imamları, "kalb"i, "mütekebbir"e izafe ederek tenvinsiz okumuşlardır. Ebû Ubeyd, şu sebeplerden ötürü bunu izafetle okumanın tercihe şayan olduğunu söylemiştir: a) Abdullah b. Mes'ûd, bunu böyle tenvinsiz okumuştur ki bu, bu kıraat için bir delildir. b) İnsanın "mütekebbir" ve "cebbar" (zorba) olarak tavsif edilmesi, kalbin bu şekilde tavsif edilmesinden daha evlâdır. Tenvinle okuyanlar ise şöyle demişlerdir: Kibr, bazan meselâ, "Onların gönüllerinde ancak kibir var" (Mü'min, 56) ve "Onun kalbi günahkârdır" (Bakara, 283) ayetlerinde de olduğu gibi, kalbe nisbet edilir. Hem sonra bu kıraatin, bir muzafın hazfi ile böyle olmuş olması da mümkündür. Buna göre kelamın takdiri, "Her kibirli kalp sahibini..." şeklindedir. Yine birtakım âlimler, "Gerçek insan kalptir" demişlerdir. Bu konu uzundur ve biz bunu Şuârâ, 194. ayetin tefsirinde ele almıştık. Bu kıraate göre, izafet ile olan kıraate göre de yine mahzuf bir kelime olduğunu kabul etmek gerekir. Buna göre, kelamın takdiri, "Her mütekebbirin kalbini mühürler" şeklinde olur" demişlerdir. Kalbin mühürlenmesinin, paslanmasının, katılaşmasının ve perdelenmesinin ne demek olduğu, bu tefsirde daha önce detaylıca anlatılmıştır. Ehl-i sünnet âlimlerimiz, ayetteki bu ifadenin, herşeyin Allah'dan olduğuna delalet ettiğini söylemişlerdir. Mu'tezile ise, "Allah, büyüklük taslayan her mütekebbirin kalbini işte böyle mühürler" sözü, bu mühürleme işinin, Allah tarafından yapılması, sırf onların kibirli ve zorba olmalarından ileri gelmiştir" demiştir. Buna göre ayet, her iki taraf için de, bir bakıma lehde, bir bakıma aleyhde bir delil olur. Bu iki hususun aleyhine olduğu görüş ise, bizim taraftar olduğumuz şu husustur: Allahü teâlâ, kibrin ve lider olmanın sebeplerini kalbte yaratır. Böylece bu sebepler, taata ve Allah'ın emirlerine uymaya sevkeden şeylerin olmasına manî olur. Böylece de işlerin kaza ve kaderle olduğunu söylemek doğru olur. Mütekebbir ve zorba olma sebebi ile, o şahsı dinden uzak tutma sebebi de geçerli olur. Böylece kaza ve kader hususunda tercih ettiğimiz görüşün, Kur'ân'ın (ayetin) lafzının başından sonuna kadar, tıpatıp uygun olduğu görüş olduğu sabit olur. "Mütekebbir" ve "cebbar" arasındaki mana farkının izahı gerekir: Bu cümleden olarak, Mukatil, "Mütekebbir, (büyüklük taslayan), tevhidi kabul etmeyendir, cebbar (zorba) da, haksızlıkta diretendir" diye tefsir etmiştir. Ben de derim ki: Saadetlerin zirvesi, iki şeyde, yani Allah'ın emirlerine alabildiğine saygıda ve Allah'ın yarattıklarına alabildiğine şefkat duymadadır. Binâenaleyh Mukâtil'in görüşüne göre tekebbür, Allah'ın emirlerine saygıya zıd, cebbarlık da, mahlûkata şefkata zıd gibi olur. Allah en iyi bilendir. 36Âyetin tefsiri için bak:37 37"Firavun şöyle dedi: "Ey Hâman, benim için yüksek bir kule yap. Olur ki ben o yollara, göklerin yollarına ulaşırım ve Musa'nın tanrısına yükselip çıkarım (!) Esasen ben onun yalancının teki olduğunu sanıyorum ya..." İşte bu suretle Firavun'un kötü ameli, kendisine süslü gösterildi. O, yoldan saptırıldı. Firavun'un hilesi zaten helake mahkûmdu" Bil ki Allahü teâlâ, Firavunu, mütekebbir ve cebbar (zorba) olarak tavsif edince, göklere çıkmayı kafasına koyacak kadar ahmak ve aptal olduğunu da beyan buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: Müşebbihe nin büyük bir ekseriyeti, bu ayeti, Allah'ın göklerde olduğunu isbat için delil getirmiş ve şu şekillerde izah etmişlerdir: 1) Firavun Allah'ın varlığını kabul etmiyordu. Allah'ın sıfatları namına söylediği herşeyi Firavun Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın Allah'ı o şekilde tavsif ettiğini duyduğu için söylüyordu. Binâenaleyh Firavun da Allah'ı, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan duyduğu gibi tavsif ediyordu. Demek ki Firavun Musa (aleyhisselâm)'dan, Allah'ın göklerde olduğunu duymuş olmasaydı, O'nu göklerde aramazdı. 2) Firavun, "Esasen ben onun yalancının teki olduğunu sanıyorum ya" demiş, ama onu hangi hususta yalancı sandığını beyân etmemiştir. Halbuki söz, daha önce geçen bir şeyle ilgili kılınır. Böylece bu ifadenin manası sanki, "Musa'nın göklerde olduğunu iddia ettiği o tanrıya ulaşayım. Ama ben, ilahın göklerde olduğuna dâir iddiası hususunda Musa (aleyhisselâm)'nın yalan söylediğini sanıyorum" şeklinde olur ki bu, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın dinine göre, ilahın göklerde oldurma delâlet eder. 3) Bir ilahın bulunması halinde, onun göklerde olduğu hususundaki bilgi bütün akıllarda yer eden, açık bir bilgidir. İşte bundan ötürüdür ki, çocuklar bile Allah'a yalvarıp-yakarırken, yüzlerini ve ellerini göğe doğru kaldırırlar. Firavun bile, bunca küfrüne rağmen, tanrıyı göklerde aramıştır. Şu halde bu ilahın göklerde olduğu hususundaki bilginin, sıddık ve zındığın, mülhid ve muvahhidin, âlim ve cahilin aklında yer etmiş bir bilgi olduğuna delâlet eder. İşte Müşebbihe'nin bu ayetle istidlali bu şekildedir. Buna şöyle cevap verilir: Müşebbihe'nin, mel'ûn Firavun'un görüşünü, kendi inançlarının doğruluğuna delil kabul etmeleri, bu cahillerin, rüsvaylığın ve sapıklığın doruğuna ulaştıklarını gösterme hususunda yeterlidir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya gelince, o, âlemin ilahını anlatmak için, O'nun yaratıcı olduğunu söylemekten başka birşey yapmamıştır. Nitekim Tâhâ Sûresi'nde, "Rabbim, her şeyin yaratılışını veren ve sonra ona hayat imkânlarını gösterendir" (Tâhâ, 50) ve Şuârâ Sûresi'nde, "O, sizin ve evvelki babalarınızın Rabbidir, şarkın, garbın ve bunlar arasında olanların Rabbidir.. "(Şuârâ. 26-26) demiştir. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın zâtının göklerde olduğunu söylemenin, Firavuna ait bir görüş ve inanç olduğu; Cenâb-ı Hakk'ın zâtını yaratıcı olmak ve var olmakla tavsif etmenin de Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın dini ve inancı olduğu ortaya çıkmış olur. Binâenaleyh kim birinci görüşü benimserse, Firavun'un dini üzere olmuş olur, kim de ikinci görüşü benimserse, Musa (aleyhisselâm)'nın dini üzere olmuş olur. Hem sonra biz, Firavun'un, Allah'ın sıfatları ile ilgili olarak söylediği hirşeyi Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan duymuş olduğunu da kabul etmiyoruz. Belki o da, Müşebbihe'nin inancı üzere idi, bundan dolayı bir ilahın var olması takdirinde, mutlaka göklerde olabileceği inancını taşıyordu. Binâenaleyh Firavun bu inanct, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan duymuş olduğu için değil, kendisinden (aklından) kaynaklanan bir şey olarak ileri sürmüştür. Firavunun, "Esasen ben onun yalancının teki olduğunu sanıyorum ya..." şeklindeki sözü hakkında diyoruz ki: Belki de o, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, "Göklerin ve yerin Rabbi" dediğini duyunca, bundan hareketle, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, Allah'ın sadece göklerin Rabbi olduğunu sanmıştır. Bu tıpkı, "orada oturuyor" manasında, içimizden birisi için, "evin rabbi (efendisi)" denilmesi gibidir. Binâenaleyh, Firavun bunun böyle olduğuna zann-ı galibi ile hükmedince, bu husus ondan bu şekilde nakledilmiştir ki, bu uzak ve imkânsız bir şey değildir. Çünkü Firavun, cehalet ve ahmaklık hususunda, böyle bir hayal ve düşüncenin kendisine nisbet edilmesinin uzak addedilmeyeceği bir noktada bulunuyordu. Eğer karşı taraf, Müşebbihe, bu hayalin Firavuna nisbet edilmesini uzak addediyorlarsa, bu şey (o zaman) kendilerine uygun düşer. Çünkü onlar, Firavunun dini üzere olunca, onlara, ona saygı duymaları gerekir. Müşebbihe'nin, "Firavun'un fıtratı, bir ilâhın mevcut olması halinde, onun mutlaka göklerde bulunacağına dair şehâdet ettiğini..." söylemelerine gelince, biz diyoruz ki: Biz de, İnsanların ekserisinin fıtratının, onlara, bunun doğru olduğunu vehmettirdiğini inkâr etmiyoruz. Hele de bu kimseler, ahmaklıkta Firavun derecesine varmışlarsa!.. Böylece Müşebbihe'nin sözlerinin geçersiz olduğu sabit olmuş olur. İnsanlar, Firavun'un, kendisinden göklere çıkması için bir kule yapmaya yeltenip yeltenmediği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Müfessirlerden, ayet-i kerimenin zahirine göre hareket edenler, bunun böyle olduğuna kesinkes hükmetmiş ve onun o kuleyi nasıl yaptığı hususunda uzunca bir hikaye anlatmışlardır. Buna göre onların anlattıkları bu şey uzak bir ihtimal olup, delili şudur: Firavun'un, ya deli ya akıllı olduğu ileri sürülebilir. Eğer biz, onun deli olduğunu söylersek, o zaman Allahü teâlâ'nın ona bir elçi yollaması caiz olmaz. Çünkü mükellef tutulmada, akıl şarttır. Ve yine, Allah'ın, bir delinin sözünü Kur'ân'da nakletmesi caiz değildir. Biz onun akıllı olduğunu söylersek, o zaman şöyle deriz: Her akıllı kimse, aklının bedahet hissine dayanarak, beşerin, yüksek bir dağdan daha yüksek bir bina yapmasının imkânsız olduğunu bildiği gibi, yine aklının bedaheti ile, gökyüzüne bir dağın dibinden bakan ile, o dağın üst noktasından bakan arasında bir fark olmadığını anlar. Bu iki bilgi şekli de bedihî (apaçık surette doğru, kesin) olunca, insanın kendisinden göklere yükselip çıkacağı bir bina yapmaya yeltenmesi, anlamsız olur, imkânsız olur. Bunun yanlışlığı zaruri olarak açık olunca, Firavuna isnat edilmesi de imkânsız olur. Buna göre bu ayetin tefsiri hususunda söylenilecek şey şudur: Firavun "dehrî" idi. Onun bu sözü söylemesinin maksadı ise, yaratıcıyı kabul etmeme hususunda ortaya bir şüphe atmaktır. Bunun izahı şöyle yapılabilir: Firavun şöyle demiştir: "Biz, kendisinin, alemin ilâhı olduğuna hükmedeceğimiz bir şey göremiyoruz. Binâenaleyh böyle bir ilâhın var olduğunu söylemek doğru değildir. Onu göremeyisimize gelince, şayet o mevcut olsaydı, göklerde olurdu. Bizim ise, göklere tırmanma imkânımız yoktur. Binâenaleyh, biz onu daha nasıl görme imkânına sahip olabiliriz?.. Daha sonra Firavun, göklere tırmanmanın imkânsız olduğunu iyice vurgulamak için, "Ey Hâmân, benim için yüksek bir kule yap. Olur ki ben, o yollara, göklerin yollarına ulaşınm..." demiştir ki, onun bu sözü söylemesinden maksadı şudur: "Herkes, böyle bir şeyin imkânsız olduğunu anlayınca, Allah'ın varlığını, duyu organları yoluyla anlamaya vasıl olmanın da imkânsız olduğunu anlar." Bu ifâdenin bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "... kendilerine bir ayet getirmen için yerde bir baca veya gökte bir merdiven araman (gibi ham ve icabsız tekliflere) uymak istersen.,."(En'âm,35) ayetidir. Bu ifadeden, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, yerin dibine doğru tünel kazması veya kendisiyle gökyüzüne doğru çıkacağı merdivenler kurması kastedilmemiştir. Tam aksine mana, o böyle bir şeyin imkânsız olduğunu anlayınca, o maksadı gerçekleştirmenin imkânsız olduğunu da anlamış olur. Binâenaleyh mevzûbahs bu ayette de Firavunun, "Ey Hâmân, benim için yüksek bir kule yap..." sözünden maksadı şudur: "Musa'nın ilâhına yükselmek için, işte bu yoldan başka bir yol olmayıp, bu yol da imkânsız olunca, bundan, Musa'nın isbata çalıştığı o ilâhı tanıyıp bilmenin imkânsız olduğu neticesi çıkar." Binâenaleyh biz diyoruz ki, işte bu konuda söyleyeceğimiz bundan ibarettir. Bil ki, böyle bir şüphe yanlıştır. Çünkü bilgi kaynakları: idrak (duyu organları), haber (nakil) ve nazar (tefekkür, düşünce) olmak üzere üçtür. Bu üç yoldan birinin, yani duyu organlarının O'nu göremeyişinden, matlûbun, yani aranılan o şeyin yokluğu neticesi çıkmaz. Bu böyledir, zira Musa (aleyhisselâm) Firavuna, Allah'ı tanıyıp bilmenin yolunun, Cenâb-ı Hakk'ın, Musa (aleyhisselâm)'dan naklen bildirdiği "(O), sizin de, evvelki atalarınızın da Rabbidir..."(Şuara, 26) ve "(O), meşrıkla mağribin ... Rabbidir..."(Şuarâ, 28) ayetterindeki gibi, bilmenin yolunun, hüccet ve delil olduğunu beyan etmiştir. Ancak ne var ki, Firavun, kötülüğünden ve kuracağı tuzaktan dolayı bu delillere iltifat etmemiş, cahil kimselerin kalbine, "Bu ilâhı, duyu organlarıyla tanımak imkânsız olunca, onun kabul edilmemesi gerekir" fikrini atmıştır. Benim bu konuda söyleyeceklerim bundan ibarettir. Muvaffakiyet ve koruma ancak, Allah'a aittir. Bazı kimseler, Cenâb-ı Hakk'ın, feleklerin kütlelerini ve hareketlerini süflî alemde meydana gelen hadislerin sebepleri olabilecek bir biçimde yarattığı fikrini benimseyerek, "Olur ki ben, o yollara, göklerin yollarına ulaşırım..." cümlesiyle istidlal etmişler ve şöyle demişlerdir: Bunların, ancak bu alemdeki hadiselerin birer sebepleri olduğu malumdur. Bu hususu, Cenâb-ı Hakk'ın, Sâd Sûresi'ndeki, "Öyle ise sebeplerine yapışarak göğe yükselsinler" (Sad, 10) ifadesi de desteklemektedir. Müfessirlere gelince, onlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Olur ki ben, o yollara, göklerin yollarına ulaşırım" ifâdesi hakkında şunu söylemişlerdir: Ayetteki, "göklerin yolları, kapılan ve oraya ileten her şey" kastedilmiştir. Çünkü, seni bir şeye iletip ulaştıran şeye "sebep" denilir. Meselâ, (hidayete ulaştıran) doğruluk (reşâd) gibi... Yahudiler şöyle demiştir: "İsrailoğullarıyla Firavun'un tarihini araştıranlar, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile Firavun zamanında, Haman denilen bir kimsenin hiç mevcut olmadığı; bunun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve Firavun'dan çok uzun zaman asırlar sonra bulunduğu hususunda müttefiktirler. Binâenaleyh, Firavun zamanında Hamân'ın varolduğunu söylemek tarihen hatadır. Bir kimse, "Firavun zamanından sonra Hamân adında bir şahsın bulunması, Firavun zamanında aynı ismi taşıyan bir başka şahsın bulunmuş olmasına mâni değildir" de, diyemez.. Çünkü, Firavun zamanında Hamân adını taşıyan bu şahıs, Firavunun nezdinde, değeri olmayan bir kimse değil, tam aksine, onun veziri mesabesinde olan bir şahıstır. Böylesi bir kimsenin ise, şekli ve şemaili meçhul olamaz... Binâenaleyh, şayet böyle bir şahıs olmuş olsaydı, onun hali ve durumu, mutlaka ve mutlaka bilinirdi. Firavun ve Musa (aleyhisselâm)'nın hallerini tetkik edenler, Firavun zamanında, Hamân ismini taşıyan birisinin bulunmadığı, bunun asırlar sonra yaşamış birisi olduğu konusunda hemfikir olunca, bu ifâdenin, tarih nokta-i nazarından yanlış olduğu anlaşılmış olur." Bunlar sözlerine devamla şöyle derler: "Bunun bir benzeri de, bizim, İslâm dininde, Ebû Hanîfe'nin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sonra yaşamış birisi olduğunu bilmemizdir. Şimdi, birisi kalksa, Ebû Hanîfe'nin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında yaşamış olduğunu iddia etse ve bunun, birincisinden başka, farklı bir şahıs olduğunu ve bunun da Ebû Hanîfe adını aldığını ileri sürse, tarihçiler, bunun hata olacağına hükmettikleri gibi, işte burada da böyledir." Hamân'ın Muasır Olmadığı İddiasına Cevap Musa (aleyhisselâm) ile Firavun'un tarihleri hususunda, aradan uzun yıllar geçmiş, durumlar ve devirler birbirine karışmış, belirsizleşmiştir. Böylece de, tarihçilerin sözlerine, bu konuda güven kalmamıştır. Binâenaleyh bu hususta, Allah'ın sözüne yapışmak daha uygun olur. Bizim peygamberimizin durumunun Ebû Hanife'yle birlikte ele alınması ise böyle değildir. Çünkü bu tarih, yakın zamana aittir. Henüz zamanlar, işler, durumlar ve bilgiler birbirine girip karışmamıştır. Tam aksine, iyice tesbit edilmiş bir tarih söz konusudur. Böylece, bu iki konu arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Bu ayetteki mana ile ilgili hususların tamamı bundan ibaret olup, geriye, onun lafızlanyla ilgili hususların açıklanması kalmıştır. Bu cümleden olarak ayetteki şartı kelimesine gelince, bunun, her ne kadar uzakta olsa dahi, bakan herkesin göremeyeceği kadar yüksek bir bina anlamına geldiği ve bu kelimenin, ortaya çıkıp göründüğünde kullanılan deyiminden alındığı söylenmiştir. ayeti de "göklerin yollan" anlamındadır. İmdi, eğer, "Ayetteki bu tekrarın hikmeti nedir? Şayet, "Olur ki, göklerin yollarına ulaşırım.." denilmiş olsaydı yeterli olurdu" denilirse, Keşşaf sahibi bu hususa cevap vererek şöyle der: "Bir şey mübhem bırakılıp, sonra da açıklandığında, o şeyin durumu ve şanı yüceltilmiş olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk, göklerin yollarının tazim edilip yüceltilmesini murad edince, bunu önce müphem bırakmış, daha sonra da açıklamıştır." Ayetteki, Ve Musa'nın tanrısına yükselip çıkarım" cümlesine gelince, Asımın ravisi Hafs, ayn'ın fethasıyla okurken, diğer kıraat alimleri, ref ile (......) şeklinde okumuşlardır. Müberred şöyle der: "Merfû kıraat, bunu ebluğu fiiline atfetmiş olur. Buna göre kelamın takdiri, şeklinde olur. Ne var ki, (sümme) edatı, fâ'dan daha fazla sonralığı (terahî) ifade eder. Mansûb okuyanlar ise, bunu, cevap addetmiş olurlar. Buna göre mana, "Olur ki ben, o yollara ulaşırım.. Oraya ulaştığımda ise, Musa'nın ilâhına muttali olurum" şeklinde olur. Ama manalar, farklı farklıdır. Çünkü mana birincisinde, "Belki muttali olurum..."; ikincisinde ise, "İçimden, "Göklerin yollarına ulaştığımda, bence artık Musa'nın ilâhına muttali olmam kesindir" şeklinde olur. Bil ki, Cenâb-ı Hakk, Firavun'un bu sözünü nakledince, bunun peşinden "İşte bu suretle Firavun'un kötü ameli, kendisine süslü gösterildi. O, yoldan saptırıldı" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Asım, Hamza ve Kisâi, sâd harfinin dammesiyie, (ve sudde) şeklinde okumuşlardır. Ebû Ubeyde şöyle der: "Bu şekilde okunabilir, zira bu ifadeden önceki ifade de meçhuldür. Böylece, meçhule atfedilen şey de meçhul kılınmış olur." Diğer kıraat imamları ise, Firavun'un insanları" imandan men ettiği manasında sadde şeklinde okuyarak şöyle demişlerdir: "Firavun'un, "Elbet ve elbet ellerinizi, ayaklarınızı çaprazına kestireceğim" (araf, 124) sözü de, onun böyle yaptığını, men ettiğini göstermektedir. Bu kıraati, Cenâb-ı Hakk'ın, "Küfredip de Allah'ın yolundan men edenler..." (Muhammed, 1); "Onlar küfreden, sizi Mescid-i Haram'dan men edenlerdir" (feth. 25) ayetleri de destekler. Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetindeki (......) ifadesine göre, mutlaka bir süslü gösterenin bulunması gerekir. cümleden olarak Mu'tezile, bunun, şeytan olduğunu söyleyince onlara, "Eğer Firavun 'a bu işleri süslü gösteren şeytan ise, o şeytana, bu işleri hoş gösteren eğer bir başka şeytan ise, o zaman ya şeytanların bu işi zincirleme olarak yaptıklarının söylenmesi gerekir, yahut "devr-i fasit" lazım gelir. Ki, hem teselsül, hem de devr-i fasit imkânsızdır. Bu, batıl olunca, sebep ve neticelerin, ihtiyaçların dereceleri bakımından bir Vâcibü'l-Vücûd'a varıp dayanması gerekir. Hem, ayetin bu ifadesi bu şey, onu yapanın inancına göre hayır, güzel, hoş değilse, o kimsenin bunu yapmaya yönetmeyeceğine delâlet eder. Eğer bu inanç doğru İse, bu bir ilimdir. Yok, eğer hata ise, bu da cehalettir. Binâenaleyh, bu cehaletin faili, bu insan olamaz. Çünkü, aklı olan kimse, kendisi için cehaleti elde etmek istemez. Bir de o, onun cehalet olduğunu bildiği zaman ancak, kendisi için cehaleti elde etmeye yönelir. O onun bir cehalet olduğunu anladığı an, onun artık, câhil olarak kalması imkânsız olur. Böylece, bu cehaletin failinin, bu insan olmadığı sabit olmuş olur. Bunun faili şeytan da olamaz. Çünkü birinci bahis, aynen bu konuda da söz konusu olur. Binâenaleyh geriye, bunun failinin Allahü teâlâ olduğu hususu kalır. Allah en iyisini bilendir. Bizim bu söylediğimizi, Keşşaf sahibinin, ayetin bu ifadesinin, malum olarak okunduğunu; failinin de Allah olduğunu nakletmiş olması da destekler. Yine bunun delili, ayet-i kerimedeki ifadesidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Firavun'un hilesi zaten helake mahkûmdu" buyurmuştur. Tebâb, helak ve hüsran anlamında olup, bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "sahte tanrılar, Rabbimin (azâb) emri geldiği zaman, onlara hiçbir faide vermedi" (Hûd, 101) ve "Ebu Leheb'in elleri kurusun.." (Tebbet, 1) ayetleridir. Allah en iyisini bilendir. 38Âyetin tefsiri için bak:44 39Âyetin tefsiri için bak:44 40Âyetin tefsiri için bak:44 41Âyetin tefsiri için bak:44 42Âyetin tefsiri için bak:44 43Âyetin tefsiri için bak:44 44"iman eden (o zât), "Ey kavmim, siz bana uyun. Size doğru yolu göstereceğim. Ey kavmim, bu dünya hayatı, ancak fani bir eğlencedir. ağabeyret ise, asıl durulacak yurdun ta kendisidir. Kim bir kötülük işlerse, ona, bunun denginden başkasıyla karşılık verilmez. Kim de, -erkek olsun kadın olsun, (fakat) mü'min olarak- iyi amel ve harekette bulunursa, işte onlar, içinde hesapsız azıklara kavuşturulmak üzere, cennete girerler. Ey kavmim, benim (karşılaştığım) bu hal nedir? (Çünkü), ben sizi kurtuluşa davet ediyorum, sizise, beni ateşe çağırıyorsunuz? Siz, beni Allah'a küfredeyim, (rubûbiyyetini) asla tanımadığım şeyleri O'na eş koşayım diye çağırıyorsunuz. Ben ise sizi, Azîz-u Gaffara davet ediyorum. Sizin beni (tapmaya) davet ettiğiniz şeylerin, dünyada da, ahirette de (hakka) davete hiçbir selâhiyyeti yoktur. Hakikatte, hepimizin dönüp gidişimiz Allah'adır. Size söylemekte olduklarımı, yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi, Allah'a havale ediyorum. Çünkü Allah, kullarını çok iyi görendir" Bil ki, Firavunun hanedanından iman eden o zâtın, son sözleridir. Çünkü o, onları, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı tasdike ve onun yoluna sımsıkı girmeye davet etmişti. Yine bil ki, bu zât, kavmi içinde üç kez çağrıda bulunmuştu. Birincisinde onları, o dini kabule, icmâlen davette bulunmuş; diğer ikisinde ise, tafsilatlı bir biçimde davette bulunmuştur. İcmalî olana gelince, bu, onun, "Ey kavmim, siz bana uyun. Size doğru yolu göstereceğim..." şeklindeki sözüdür. "Bana uyun..." ifadesiyle, takfîden uymak kastedilmemistir. Çünkü O, bu ifadesinin hemen peşinden, "Size doğru yolu göstereceğim" demiştir. el-Hüda masdarı, işaret etmek, yol göstermek anlamındadır. Binâenaleyh, başkasına delilleri gösteren kimse, "O, onu falanca şeye sevketti, o ona onu gösterdi.." diye tavsif edilip, "Sebîlü'r-Reşad" "mükâfaatın, hayrın ve bunlara ileten her şeyin yolu" anlamındadır. Çünkü, "reşâd" sapmak ve azgınlığın zıddıdır. Bu ifadede, Firavun ve kavminin izledikleri yolun sapıklık yolu olduğunu çok net biçimde bir anlatma bulunmaktadır. Bu çağrının, tafsilatlı şekline gelince, bu zât, dünyanın halinin önemsiz; ahiretinkinin ise, kâmil ve mükemmel olduğunu beyan etmiştir. Dünyanın önemsiz olduğunu, onun, "Ey kavmim, bu dünya hayat, ancak fani bir eğlencedir.." şeklindeki sözü ifade etmektedir ki bu, "Dünya hayatından çok az bir süre içinde istifade edilir. Ama daha sonra bu hayat, sona erer ve nihayet bulur. Ama ahirete gelince o, karar, beka ve devamlı kalış yurdudur. Velhasıl ahiret bakî; dünya ise fanidir. Devamlı olan ise, son bulandan daha iyi ve hayırlıdır" demektir. Ariflerden birisi şöyle demiştir: "Şayet dünya, fanî olan altın; ahiret de, devamlı olan kiremit olsaydı, ahiret, dünyadan yine hayırlı olurdu. Dünya, son bulan kiremit, ahiret ise, devamlı olan attın mesabesinde iken, nasıl böyle olmasın ki?!.. Bil ki, ahiretteki nimetlerin devamlı ve süresiz olması gibi, ahiret azabı da, devamlı ve sonsuzdur. Devamlı olan nimetlere teşvik; devamlı olan-azâbtan sakındırmak ise, "terğîb ve terhîb" nevilerinin en kuvvetlilerindendir. Daha sonra, bu zât, ahiretteki cezanın nasıl tahakkuk edeceğini beyan etmiş ve burada, rahmet tarafının ikâb tarafına gâlib geleceğine işarette bulunarak "Kim bir kötülük işlerse, ona, bunun denginden başkasıyla karşılık verilmez" demiştir. Bu cümledeki misl kelimesiyle, müstehak olmada, o kötülüğe denk düşen, ona muâdil olan şey, ceza kastedilmiştir. Eğer, "Bir anlık küfür, ebedî bir cezayı gerektirdiğine göre, daha bu söz nasıl doğru olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Kâfir, küfrünün, bu taât ve iman olduğuna inanır, (taât ve imanın bu olduğunu zanneder), işte bundan dolayıdır ki kâfir ömür boyu böyle bir inanç üzere ısrar etme azmi içindedir. İşte bundan dolayı, hiç şüphesiz, azabı da, ebedî ve devamlı kılınmıştır. Ama fasık böyle değildir. Çünkü o, fıskının bir hiyanet ve masiyet olduğuna inanmaktadır. Böylece fasık, fıskında ısrar etmeme azmini taşımaktadır. İşte bundan dolayı pek yerinde olarak biz, fasık kimsenin azabının sonlu olacağını söylüyoruz. Mutezilenin, fasıkın cezasının ebedî olduğunu söylemesi ise, bâtıldır. Çünkü bu günahın müddeti sonludur. Bunu yapma konusundaki azim ve niyeti de devamlı olmayıp, tam aksine sonludur. Binâenaleyh, fasıkın fıskına, devamlı bir cezanın terettüp edeceğini söylemek, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim bir kötülük işlerse, ona, bunun denginden başkasıyla karşılık verilmez" ayetinin hilâfına olur. Bu Ayetten Çıkan Hukuk Prensibi Bil ki, bu ayet, şer'ı ilimlerde, ahkâm-ı cinayet (suçlarla ilgili olan hükümlerde), son derece mühim olan bir esastır. Çünkü bu ayet, "misl"in, meşru olup, "misl"den fazla olanın ise, meşru olmamasını iktizâ eder. Sonra biz diyoruz ki, ayette, bu denkliğin hangi hususlarda nazar-ı dikkate alınacağı beyan edilmemiştir. Binâenaleyh, bu muayyen şey ayette mezkûr olmayıp ele alınmadığına göre biz kalkar da, ayetin hükmünü, "belli bir şeyde denkliğin gözetilmesi" manasına alırsak, ayet mücmel; "bütün işlerde denkliğin gözetilmesi" manasına alırsak, ayet tahsis edilmiş bir genel hüküm olmuş olur. Halbuki, usûl-i fıkıhta, "mücmel ifade ile tahsis görmüş ifade arasında bir çelişki bulunursa, mücmel olanı almamak daha evlâ olur.." şeklinde bir kaide bulunmaktadır. Binâenaleyh, bizim bu ayeti, tahsis edilen hususlar hariç, "her bakımdan denkliğin gözetilmesi gerektiğine" hamletmemiz gerekir. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, canlara, uzuvlara ve mallara karşı işlenmiş suçlardaki pekçok hükmü, bu ayete göre çıkarmak mümkün olur. Daha sonra biz diyoruz ki: Cenâb-ı Hak, "seyyie"nin cezasını beyan edince, "hasene"nin karşılığının, dengi bir karşılık değil, tam aksine, hesapsız ve sınırsız olduğunu beyan buyurmak üzere "Kim de, -erkek olsun kadın olsun, (fakat) mü'min olarak- iyi amel ve harekette bulunursa, işte onlar, içinde hesapsız rızıklara kavuşturulmak üzere, cennete girerler" buyurmuştur. Alimlerimiz bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: ifâdesi, müsbet tarafta (manada), şart sadedinde getirilmiş, belirsiz bir ifâdedir. Binâenaleyh bu ifâde, "kim bir kelime söyler ve zikreder veya kim tek bir adım atarsa, onun için şu şu ... vardır" denilmesine benzer. Çünkü bu ifâdenin içine, o kelimeyi veya o adamı, tek bir defa söyleyen ve atan herkes girer. İşte burada da, "Salih amellerden tek bir tanesini, (iman şartıyla) yapan herkes, cennete girer ve orada hesapsız olarak rızıklandırılır" denilmesi gerekir. İman etmiş, seksen yıl tevhide ve tesbihe devam etmiş olan bir kimse, salih amellerin en büyüğünü, taatların en güzelini yapmış kimsedir. Binâenaleyh bu kimsenin, cennete girmesi gerekir. Halbuki muarızımız, (Mu'tezile), büyük günah işlemiş kimsenin, ebedî olarak cehennemde kalacağını söylüyor. Bu iddia ise, bu açık nassın hilafına bir hareket tarzı olmuş olur. Mu'tezile şöyle demektedir: "Allahü teâlâ burada, kişinin mü'min olma şartını koşmuştur. Halbuki, bize göre, büyük günah sahibi mü'min değildir. Binâenaleyh, bu vaadin kapsamına girmez..." Cevap: Biz, Bakara Sûresi'nin başında, (Bakara, 3) ayetini tefsir ederken, büyük günah sahibinin mü'min olduğunu delilleriyle açıklamıştık. Dolayısıyla bu söz sakıt olur. Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın, "Orada hesapsız rızıklara kavuşturulurlar" ifadesinin tefsiri hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bu cümleden olarak kimileri, "Bu mükâfaat sonsuz olduğu için, "hesapsız" denilmiştir" derken, diğerleri, "Çünkü Allahü teâlâ onlara, yaptıklarının mukabilini vermiş ve bu karşılığa da, lütfunun çeşitlerinden, sınırsız ve sonsuz olanı ilâve etmiştir. Ayetteki, (......) ifadesi, az önce geçen, (......)'nın mukabili olan bir ifade olup, bu, "Hak edilenden ve müstehak olunandan fazla olmasın diye, günahın cezası, hesap ve takdir iledir; ölçüyle verilir. Ama, salih amelin karşılığı ölçülmez ve biçilmez, hesapsızdır. Hatta alabildiğine, hak edilenden ve istenilenden daha fazla, daha çok ve daha boldur. Ben derim ki: Bu, rahmet ve lütfün, kahr ve ikâb tarafına baskın çıktığını gösterir. Binâenaleyh biz, vaad bildiren umûm ifadeleri, vaadle bildiren umûmî ifadelerle karşılaştırdığımızda, vâ'dle ilgili umumî ifâdelerin tarafını, diğerine tercih etmemiz gerekir. İşte bu, Mutezile'nin temellerini yıkar. Daha sonra bu mü'min zat, yeniden söze başlar, üçüncü olarak çağrıda bulunarak "Ey kavmim, benim (karşılaştığım) bu hal nedir? (Çünkü), ben sizi kurtuluşa davet ediyorum, siz ise, beni ateşe çağırıyorsunuz" demiştir. Ki bu, "Ben sizi, kurtuluşunuzu gerektiren imana; siz ise beni, cehennemi gerektiren küfre davet ediyorsunuz" demektir. Şayet, "Bu zât, kavmine yaptığı çağrıyı niçin tekrarlamış ve ikincisinde değil de, üçüncü nidanın başına vâv getirmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Nidanın tekrar tekrar yapılmasında onların, İyice dikkatlerinin çekilmesi, gaflet uykusundan uyandırılmaları, kendisinin bu işe çok önem ve ihtimam gösterdiğini bildirme ve o topluluğa son derece şefkat duyulması gibi kusurların beyanı bulunmaktadır. Vâv harfinin getirilişine gelince, ikinci nida birincisinin aynısı olmaya daha yakındır. Çünkü, ikinci nida birincisinin beyânıdır. Beyân ise, beyân edilenin aynısıdır. Üçüncü nidaya gelince bu, birinci nida ile ikinci nidadan farklıdır. Dolayısıyla, bu sözün başında atıf harfinin getirilmesi güzel ve yerinde olmuştur. Bu mû'min zât, kendisinin onları, kurtuluşa; onların ise kendisini cehenneme çağırdıklarını beyan edince, bunu, onların kendisini Allah'ı inkâr etmeye ve O'na şirk koşmaya davet ettikleri hususu ile açıklamıştır. Allah'ı inkâş meselesine gelince Firavun'un kavminin ekserisi, bir ilâhın mevcudiyetini kabul etmiyordu. Kavminin içinde, Allah'ın varlığını kabul edenler de vardı, ancak ne var ki, putlara da ibadet etmenin gerekli olduğunu söylüyorlardı. Ayetteki, hiçbir surette asla tanımadığın şeyleri O'na eş koşayım deme..." ifadesine gelince, bu ifâdede ilmin nefyedilmesiyle, malûmun nefyi kastedilmiştir. Buna göre bu zât adetâ, "İlâh olmayanı O'na ortak koşmaya beni çağırıyorsunuz. Halbuki, ilah olmayanın, ilâh olana ortak kılınması nasıl düşünülebilir?.." demiştir. O, onların, kendisini küfre ve şirk koşmaya davet ettiklerini beyan edince, kendisinin onları, Aziz ve Gaffar olan Allah'a inanmaya davet ettiğini beyan etmiştir. Binâenaleyh, ayetteki el-Azîz ism-i celîli O'nun kudretinin mükemmel olduğuna bir işarettir. Ki burada, ilâh olanın, kudreti mükemmel ve en üstün olan zât olduğuna dikkat çekme vardır. Firavun ise, alabildiğine aciz bir kimsedir. Öyleyse, nasıl ilâh olabilir? Putlar da yontulmuş taşlardır. Şu halde, onların ilâh olmaları nasıl düşünülebilir. Ayetteki, el-Gaffar ism-i şerifi de, kişinin, uzun süreden beri küfürde ısrar etmiş olması sebebiyle, Allah'ın rahmetinden ümit kesmemesi gerektiğine; çünkü, bu âlemin ilâhı, her ne kadar mağlup edilemeyen bir Azîz; karşı konulamayan bir kadir ise de, ne var ki O'nun bir anlık iman ile yetmiş senelik bir küfrü bağışlayan bir Gaffar olduğuna bir işarettir. Daha sonra bu mü'min zât, demiştir. Bu ifadenin ne demek olduğu hususundaki açıklamamız, Cenâb-ı Hakk'ın Hûd Sûresi'ndeki (Hud, 22) ayetin tefsirinde geçmişti. Ne var ki, Keşşaf sahibi, bu hususu burada yeniden ele almış ve şöyle demiştir: "Basralılara göre, bu ifâdenin getirilişi şöyledir LA kelimesi burada, kavminin-davet ettikleri şeyi reddetmek için getirilmiştir. (......) kelimesi ise, "hak oldu, gerekti, sabit oldu..." manasında bir fiildir.O ise, kendisinden sonra gelenlerle birlikte, bu fiilin failidir. Yani, "Bu davetin bâtıl oluşu, hak ve vacib oldu; zorunludur.." demektir. Yahut da bu kelime, manasında olabilir. Nitekim (Maide. 2) ayetindeki (......) kelimesinde bu mâna vardır. Yani, "Yapılan o davet, davetin bâtıl olmasını sağlamıştır" demektir. Ki bu da, "Bu davetten ancak, bu davetin batıl olması hakikati ortaya çıkmıştır" anlamındadır. Şöyle de denilebilir: (......) deyimi, (......)'nin benzeri bir ifade olup, bu ifade, tıpkı (budd..) kelimesinin, ayırmak ve dağıtmak anlamına gelen "tebdid" kökünden bir fiil olması gibi, kesmek, kat etmek anlamında olan cerm veya curm kökünden bir kelimedir. (......)'nin manasının, "Şen, şunu yaparsın, mutlaka bunu yapman lazım" şeklinde olması gibi, (Nahl, 62) ayetinin manası da, "Onlar ebedî olarak cehenneme müstehaktırlar. Bu müstehaklığın sonu yoktur" manasında olmak üzere, "bu ateşin sonu yoktur" şeklindedir. Putların davetinin batıl oluşu da sonsuzdur, yani bu her zaman batıldır. Bu batıllık sona ermez, hiçbir zaman hakka dönüşmez. Bazı Arapların bu deyimi, cimin zammesi ve râ'nın sükûnu ile, "büdvün" vezninde, "mutlaka o onu yapacak" manasında, şeklinde kullandıkları rivayet edilmiştir. Ki fa'al ve fü'l, tıpkı ve "rüşd", "adem" ve Müdm" kelimeleri gibi, kardeş vezindirler. Bütün bunlar Keşşaf sahibinin söylediği sözlerdir. Daha sonra o zat "Sizin beni tapmaya davet ettiğinizin dünyada da, âhirette de (hakka) davete hiçbir selâhiyeti yoktur" demiştir. Bu, "Beni, ibadete davet ettiğiniz o putlarınızın, ne dünyada, ne âhirette, davet imkânları yoktur" demektir. Bu davetin ne demek olduğu hususunda şöyle iki ihtimal vardır: Birinci İhtimal: Bu, "Sizin beni, ibadete çağırdığınız o şeyler, kendisine davet edemezler. Çünkü onlar cansızdırlar. Cansızlar ise hiç kimseyi, kendisine ibadete çağıramaz" demektir. Bu manaya göre, ayetteki "âhiret" kelimesi şu manayı ifade eder: Allahü teâlâ bu putları âhirette canlı hale getirdiğinde, bunlar dünyada iken kendilerine tapan o kimselerden kaçar, uzak durur, onlara sahip çıkmazlar." İkinci İhtimal: Bu tabir, "Bu putların ne dünya, ne ahiret konusunda, kabul edilebilecek bir duaları yoktur" demektir. Bu izaha göre, eşanlamlı iki kelimeden birisinin, diğeri yerine kullanılması suretiyle, "davet" (dua) kelimesi ile, duanın kabulü manası kastedilmiş olup, bu tıpkı, "Kötülüğün cezası, misliyle kötülüktür" (Şura, 40) ayetinde olduğu gibidir. Daha sonra o, "Hakikatte hepimizin dönüp gidişimiz Allah'adır" deyip, bu putlarda hiç bir faydanın olmadığını, neticede herkesin dönüp varacağının, herşeyi bilen, herşeye kadir olan, katında sözün (hükmün) değişmediği, kullarına zulmetmeyen ve hertürlü ihtiyaçtan müstağni Allah olacağını; binâenaleyh hiç kimsenin, bu batıl şeylere ibadetle meşgul olmasının yerinde ve uygun olacağını, mutlaka herkesin vanp huzurunda duracağı bu İlah'dan yüz çevirmenin caiz olacağını savunamayacağını anlatmak istemiştir. Bu zat, "Haddi aşanlar cehennemliklerin tâ kendileridir" demiştir. Katade, o zatın bu ifadeyle müşrikleri kastettiğini; Mücahid ise, kan dökenleri kastettiğini söylemiştir. Doğru olan onların, kemiyet ve keyfiyet bakımından Allah'a isyanda ileri gidip, böylece israf etmiş, haddi aşmış olmalarını ifadedir. Kemiyet, bu isyanın devamlılığını; keyfiyet de, bunun tekrar tekrar ve ısrarla yapılmasını ifade eder. Firavunun hanedanından olup, iman etmiş olan bu zat, bütün bunları böylece tafsilatlı bir şekilde anlatınca, sözünü güzel bir hatime ile tamamlayıp, "Size söylemekte olduklarımı yakında hatırlayacaksınız" demiştir. Bu, tehdit manası taşıyan kapalı (müphem) bir ifadedir. Bu ifadedeki "hatırlatma (zikr)" işinin, dünyada ölüm vaktinde olması muhtemel olduğu gibi, Kıyamette, insanın Kıyamet dehşetlerini müşahede ettiği zamanda olması da muhtemeldir. Velhasıl bu söz son derece kuvvetli bir uyarıdır. Daha sonra bu zat, "Ben işimi Allah'a havale ediyorum" demiştir. Bu, kişiyi korktuğu şeyle tehdid edenin söyleyeceği bir sözdür. Binâenaleyh sanki onlar, bu zâtı ölümle tehdid etmişler, bu da onları, Önce, "Size söylemekte olduklarımı yakında hatırlayacaksınız!" diyerek uyarmış; daha sonra onların tehdid, hile ve tuzaklarını savuşturma hususunda, Allah'ın lütfuna ve korumasına dayanarak, "Ben işimi Allah'a havale ediyorum" demiştir ki bu zat, bu yolu, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan öğrenmişti. Çünkü Firavun Musa (aleyhisselâm)'yı ölümle tehdid edince, o da, bu belayı savuşturma hususunda Allah'a tevekkül etmiş, "Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığındım" (Mümin. 27) demiştir. Nafi ve Ebû Amr, "emr" kelimesini, yâ'nın fethasıyla (emriye), diğerleri sükûn ile emri şeklinde okumuşlardır. Bu zat sonra da, "Çünkü Allah kullarını çok iyi görendir" buyurmuştur ki bu, "O, kullarının hallerini ve ihtiyaçlarının miktarlarını bilendir" demektir. Ehl-i sünnet âlimlerimiz, ayetteki, "Ben işimi Allah'a havale ediyorum " cümlesine dayanarak, herşeyin Allah'dan olduğunu ve Allah'dan geldiğini söyleyip, şöyle demişlerdir: "Hayır ve şerrin, insanın kendi kudret ve yaratmasıyla meydana geldiğini söyleyen Mu'tezile, işlerini kendilerine havale etmiş, Allah'a havale etmemişlerdir." Mu'tezile de yine bu ayeti delil getirerek, "Ayetteki "havale ediyorum" ifadesi, insanın, fiilinin bağımsız olarak faili olduğunu itiraftır" demişlerdir. "Eûzü Besmele'de (Tefsirin başında) ele alınan konuların tamamı, bu ayet için de söz konusudur. Firavun Hanedanından mü'min olan o zatın sözleri burada tamamlanmıştır. Hidayet eden. ancak Allahü teâlâ'dır. 45Âyetin tefsiri için bak:50 46Âyetin tefsiri için bak:50 47Âyetin tefsiri için bak:50 48Âyetin tefsiri için bak:50 49Âyetin tefsiri için bak:50 50"Nihayet Allah, onların kurdukları tuzakların fenalıklarından onu korudu. Firavun'un kavmini ise kötü azap kuşatıverdi. (O azap) ateştir ki, onlar buna, sabah-akşam arzolunurlar. Kıyametin koptuğu gün ise, "Firavun hanedanını azabın en çetinine sokun" (denilecek). (Kâfirler) ateşin içinde birbirleriyle hüccet göstererek çekişirlerken, zayıf olanlar büyüklük taslayanlara, "Biz, size tabî olanlardık. Şimdi siz, hiç olmazsa ateşten bir parçasını bizden savabilir misiniz? Bari bunu yapın" derler. O büyüklük taslayanlar da derler ki: "Biz hepimiz bunun içindeyiz. Şüphe yok ki Allah kulları arasında hükmü verdi." Ateşte bulunanlar cehennem bekçilerine, "Rabbimize duâ edin bizden bir gün olsun azabı hafifletsin" dediler. (Bekçiler de) şöyle derler: "Size peygamberleriniz, apaçık burhanlar getirmedi mi?" (Öbürleri) "Evet getirdiler" diye cevap verirler. (Bekçiler de onlara:) "Öyleyse kendiniz dua edip isteyin." Fakat ne var ki kâfirlerin duası boşa çıkmaya mahkûmdur" Bil ki Allahü teâlâ, o zatın hak dini anlatma ve müdafaada kusur etmeyip, bu işi tastamam yaptığını anlatınca, kendisinin bu zâtı, kâfirlerin tuzaklarından ve kötü emellerinden kurtardığını beyân buyurmuştur. Binâenaleyh ayetteki, "Nihayet Allah onların kurdukları tuzakların fenalıklarından onu korudu" cümlesi, o zatın hakkı açıkça anlattığı zaman, kâfirlerin ona suikasd düzenlediklerini gösterir. Bundan dolayı Mukâtil şöyle der: "O zat bunları söyleyince, onlar onu öldürmek istediler. O da onlardan kaçıp dağa sığındı. Aradılar, ama bulup yakalayamadılar" demiştir. Bu ifade ile, onların onu, küfre sokmayı, İslâm'dan geri döndürmeyi isteyip, buna gayret ettikleri, ama Allah'ın onu bundan koruduğu manasının kastedildiği de söylenmiştir. Fakat birinci mana daha uygundur. Çünkü bu sözün peşinden gelen "Firavun'un kavmini ise kötü azab kuşatıverdî" cümlesi ancak birinci izaha uygun düşer. Bu: "Firavun hanedanını, en şiddetli bir azap kuşattı, yani denizde boğuldular" demektir. Bununla, bundan sonraki "Onlar bu (ateşe) sabah-akşam arzolunurlar" ifâdesinde bahsedilen cehennem azabının kastedilmiş olduğu da söylenmiştir. Zeccâc en-Nfir (ateş) kelimesinin, "sû-ü'l-azâb (kötü azab)"dan bedel olduğunu söylemiştir. Nâr (ateş) kelimesinin, "kötü azab"ı tefsir eden şeyden ötürü merfû olması da mümkündür: Buna göre sanki birisi, "Bu kötü azab nedir?" demiş de, buna cevaben, "Bu ateştir. Onlar bu (ateşe) sabah-akşam arzolunurlar" denilmiştir. Hamza, hâ'nın kesresiyle (......) şeklinde okumuştur. O, bu kelimeyi Kur'ân'ın heryerinde böyle okur. Diğer kıraat imamları ise bunu, hâ'nın fethasıyla (......) şeklinde okumuşlardır. Ayetteki "(O azab) ateştir ki, onlar buna sabah-akşam arzolunurlar" ayetiyle ilgili birkaç mesele var: Ehl-i sünnet âlimlerimiz, kabir azabının olduğuna bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Bu ayet, sabah-akşam onların ateşe arzolunduklarını (sunulduklarını) gösterir. Bu arzolma ile, ahiret azabı kastolunmuştur. Çünkü Hak teâlâ, bu ifadenin peşisıra da, "Kıyametin koptuğu gün ise, "Firavun hanedanını azabın en çetinine sokun" buyurmuştur. Bu ayetle, dünyadaki azab da kastedilmemiştir. Çünkü dünyada iken, onlara böyle, sabah-akşam bir ateş (azabı) verilmemiştir. Dolayısıyla, bu arz işinin, Ölümden sonra, Kıyametten önce olduğu anlaşılır. Bu, bu kimseler için kabir azabının olacağına delâlet eder. Bu azap, onlar hakkında söz konusu olunca, başkaları hakkında da söz konusu olur. Çünkü başkalarıyla bunlar arasında bir fark olduğunu söyleyen yoktur. İmdi eğer denirse ki "sabah-akşam onların ateşe arzolunmalarından, dünyada iken yapılan nasihatiann kastedilmesi niçin mümkün olmasın? Çünkü dindarlar onlara teraib ve terhibden (teşvik ve korkutmalardan) bahsedip, onları Allah'ın azabı ile korkuttuklarında, sanki onlara ateşi arzetmiş olurlar." Hem sonra, biz deriz ki: Ayetin kabir azabı manasına hamledilmesine mâni birtakım hususlar vardır. Çünkü: a) Bu azabın, kesintisiz devam etmesi gerekir. Halbuki "sabah-akşam" ifadesi, bu azabın ancak bu iki vakitte olduğunu gösterir. Böylece bunu kabir azabı manasına almanın imkânsızlığı sabit olur. b) Ayetteki "sabah-akşam" ifadesi, ancak dünya için söz konusudur. Kabirde ise, sabah-akşam söz konusu değildir. İşte bu iki izah ile, ayetteki azabı, kabir azabı manasına hamletmenin mümkün olamayacağı sabit olur." Cevap: Sualin birinci şıkkına şöyle cevap verilir: Dünyada iken bunlara ateşin durumunu anlatan kelimeler-sözler arzedilmiştir, yoksa ateşin kendisi arzolunmamıştır. Dolayısıyla, bu görüştekilere göre ayetin manası, "Cehennemin durumunu anlatan sözler onlara arzolunur" şeklinde olur, ki bu mana, ayetin lafzının zahirî manasını bırakıp, mecazî manayı tercihi gerektirir. Bu görüşte olanların, "Ayet, azabın iki vakitte olduğuna delâlet eder, bu ise caiz olmaz" şeklindeki sözlerine karşı da deriz ki: Kabirde işte bu iki vakitte, onlara bu azabın yapılmasıyla yetinilmesi ve Kıyamet kopunca da. cehenneme atılıp, devamlı bir azaba sokulmaları niçin düşünülmesin? Hem tıpkı, "Cennette sabah-akşam onlar için rızıklar vardır" (Meryem, 62) ayetinde olduğu gibi, "sabah-akşam" deyiminin devamlılık manasında mecazî bir ifade olması da imkânsız değildir. Bunların "kabirde ve Kıyamette sabah-akşam mefhumları söz konusu olmaz" şeklindeki sözlerine cevaben de pekâla şöyle denilebilir: "Dünyadakiler için bu vakitler geldiği zaman, işte tam bu sıralarda onlara azap edilir." Allah en iyi bilendir. Nâfî, Hamza, Kisâî, Âsım'ın ravisi Hafs, (......) şeklinde okurlar ki bu, "Cehennem bekçilerine, "Al-i Firavn'ı, azabın en şiddetlisine sok un "denilir" manasındadır. Diğer kıraat imamları ise bunu, "O kâfirlere "Ey Firavun hanedanı. Azabın en şiddetlisine girin" denilir" manasında, (......) şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraati Ebû Ubeyde tercih eder ve bu hususta ayetteki (arzolunurlar) ifadesini delil getirerek şöyle der:"Bu arzolunma işi başkası tarafından yapıldığına göre, cehenneme sokma işi de başkası tarafından yapılır" demiştir. İkinci kıraatin delîli ise, Hak teâlâ'nın, bir başka ayetteki "Haydi cehennem kapılarından girin" ifadesidir. Firavun hanedanından iman eden o zatın hadisesiyle ilgili ayetlerin sonu burasıdır. Bil ki bu hâdise hakkındaki söz, cehennemin hallerinin açıklanmasına kadar uzayınca, Allahü teâlâ, cehennemlik liderlerle onlara tabî olanlar arasında cereyan eden münazara ve münakaşalardan bahsetmek üzere; buyurmuştur ki bu "Ey Muhammed, kavmine, onların biribirleriyle nasıl cedelleşeceklerini de hatırlat" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların nasıl cedelieşeceklerini açıklamıştır: Çünkü zayıf olup, tâbi durumunda olanlar, liderlere "Biz, dünyada iken size tabî olmuştuk" derler. Keşşaf sahibi, "Bu cümledeki "tebeün" kelimesi, tıpkı hadimin çoğulu olan hedem gibidir, yahut "tâbi olanlar" manasındaki "zevî tebâin" takdirindedir. Yahut da, "tebeün" masdanyla, ism-i fail manası kastedilmiştir" der. Ayetteki, "Şimdi siz, hiç olmazsa ateşten, bir parçasını bizden savabilir misiniz?" ifadesi, "Ey liderler, bizim o azabımızın hiç değilse bir kısmını savuşturabilir misiniz, bari bunu yapın" demektir. Bil ki tabî olanlar liderlerin bu azabın hafifletme ve giderme imkânları olmadığını biliyorlardı. Onların böyle söylemekten maksadları, o liderleri alabildiğine utandırmak ve üzmektir. Çünkü tabî olanları hertühü sapıklığa düşürmeye gayret gösteren bunlardır. İşte bu noktada o liderler de "Biz hepimiz bunun içindeyiz" yani "Hepimiz bu azabın içindeyiz. Eğer biz, bu azabı sizden defedebilecek olsaydık, önce kendi başımızdan savuştururduk" demişlerdir. Daha sonra bu liderler, "Şüphe yok ki Allah kulları arasında hükmü verdi" demişlerdir. Bu, "Allah herkese tayıkı olan nimet veya azabı vermiştir" demektir. Daha sonra tabî olanlar, liderlerinden ümid kesince, cehennem bekçilerine dönüp, onlara, "Rabbinize duâ edin bizden bir gün olsun azabı hafifletsin" derler. Eğer, "Niçin onlar, zamir kullanarak" oranın bekçilerine dediler ki..." denilmeyip, cehennemi bizzat zikrederek, "cehennemin bekçilerine dediler ki..." denildi? diye sorulursa, bu, hususta şu iki izah yapılır: a) Burada cehennemin bizzat söylenmesinin maksadı dehşete düşürmek ve alabildiğine korkutmaktır. b) Bu ifadedeki "cehennem", cehennemin en dip yerinin ismi olup, Arapların "derin kuyu, derin çukur" manasındaki, (......) deyimine dayanır. Bu ifadede, o kâfirlerin azap cihetinden en ileri derecede olduklarına ve o yerin bekçilerinin de, Allah katında, cehennem bekçilerinin pek büyük ve itibarlıları olduklarına bir işaret vardır. O kâfirler durumun böyle olduğunu anlayınca, cehennem bekçisi olan o meleklerden medet umacak, onlar da bu kâfirlere, "Size peygamberleriniz apaçık burhanlar getirmedi mi?" diyecekler. Bu sözün gayesi şudur: Allahü teâlâ, peygamber göndermeseydi, kâfirler, "Bize hiçbir uyana ve müjdeci (peygamber) gelmedi" (Maide, 19) diyebilirlerdi. Ama peygamberler gönderilmiş olduğu için, onların hiçbir mazeretleri ve tutunacakları dal kalmamıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz peygamber göndermedikçe, hiçbir kimseye azabedici değiliz" (İsra, 15) buyurmuştur. Bu ayet, insanın mükellefiyetinin ancak, şeriat geldikten sonra söz konusu olacağını gösterir. Sonra o melekler bu kâfirlere, "Siz kendiniz dua edin. Çünkü biz buna cesaret edemeyiz ve iki şan:, yani: a) Şefaat edilecek şahsın mü'min olması, b) Şefaat izninin verilmesi şartı olmadan, biz şefaatçi olamayız. (Bu iki şart sizde bulunmadığına göre), size şefaatçi olmamız imkânsız. Fakat "dua edecekseniz siz edin (bizden birşey beklemeyin)" demişlerdir. Melekler, onlara "Bir fayda umarak dua edin" dememişler, ama "Artık iş işten geçmiştir" manasında böyle demişlerdir. Çünkü bu konuda mukarreb meleklerin duası bile geçerli olmadığına göre, kâfirlerin duası hiç dinlenmez. Melekler onlara daha sonra, dualarının hiçbir faydası olmayacağını açıkça ifade ederek, "Fakat ne var ki, kâfirlerin duası boşa çıkmaya mahkumdur (bir değere sahip değildir)" demişlerdir. İmdi eğer, sorulursa ki: "Allahü teâlâ'nın herhangi bir şeye muhtaç olduğu düşünülemez. Durum böyle olunca da Allah o mücrimlerden, suçları sebebiyle etkilenmiş, rahatsız olmuştur" denilemez. Eziyet duygusu, rahatsız olma, etkilenme gibi şeyler Allah için imkânsız olunca, Allah'ın intikam alma duygusuna kapılması da düşünülemez. Bu sabit olduğuna göre diyoruz ki: O kâfirlere böyle eziyet etmede, böyle zarara düçâr etmede, ne Allah'ın, ne herhangi bir kulun faydası vardır. Binâenaleyh bu azab, hiçbir faydası olmayan bir zarardır. Binâenaleyh Rahîm ve Kerîm Allah'a, onların ihtiyaçları içinde kıvranmalarına acımaksıztn, yakarışlarına aldırmaksızın ve dualarına ve hükümlerine iltifat etmeksizin, yıllarca ve asırlarca bu azabı sürdürmesi nasıl uygun düşer? İnsanların en katı kalplisi bile, bir kölesine böyle işkence etse, onun keremi ve merhameti, yine de kendisinin faydalanma, zarar görme, ihtiyaç içinde olma özelliklerinin bulunmasına rağmen, o köleyi affetmeye sevkeder. Öyleyse ekremü'l-ekremîn (kerimlerin en kerimi, cömertlerin en cömerti) Allah'a, böylesi bir zarar veriş nasıl uygun düşer?" denilirse, biz deriz ki: Allah'a yaptığı işlerin sebebi sorulmaz. "Çünkü O yaptıklarından mes'ûl değildir, ama insanlar mes'ûldürler" (Enbiyâ, 23) Allah, hak kitabında hak hükmü getirince, onu kabullenmek gerekir. Allah en doğrusunu bilendir. 51Âyetin tefsiri için bak:55 52Âyetin tefsiri için bak:55 53Âyetin tefsiri için bak:55 54Âyetin tefsiri için bak:55 55"Şüphesiz biz, peygamberlerimize ve iman edenlere hem dünya hayatında, hem şâhidlerin dikileceği o günde mutlaka yardım edeceğiz. O gün, zâlimlere, özür dilemeleri hiç fayda vermeyecek. Lanet onların, fena yurd onlarındır. Yemin olsun ki biz, Musa'ya hidayeti verdik. Kendisinden sonra îsrailoğullarına, hem doğru yolun rehberi, hem halis akıl sahipleri için bir öğüt olsun diye, kitabı miras bıraktık. Şimdi sen sabret. Çünkü Allah'ın vaadi gerçektir. Günahının affedilmesini iste. Sabah-akşam Rabbini hamd ile tesbih et" Bil ki ayetin, önceki ayetlerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir: a) Allahü teâlâ, hem Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı, hem de o mü'min zâtı, Firavun un hile ve tuzaklarından koruduğunu anlatınca, bu ayetinde de, genel olarak, peygamberlere ve onlara İnananlara yardım ettiğini (ve edeceğini) beyan etmiştir. b) Allahü teâlâ biraz önce, cehennemlikler arasında geçen münakaşa ve mücâdelelerden, onların korku esnasında, cehennem bekçilerine başvurup, cehennem bekçilerinin de, "Size peygamberleriniz, o delilleri getirmedi mi?" dediklerinden bahsedince, bunun peşinden, peygamberlerden ve onlara dünya ve ahirette yardım edeceğinden bahsetmiştir. c) Bence en doğru izaha göre, sûrenin başında bu konuyla ilgili söz, tâ, "Allah'ın ayetleri hakkında kâfir olanlardan başkası mücadele etmez" (Mümin, 4) ayetinden başlamış ve bu mücâdele edenleri redde ve hak ehli olanların her zaman, bâtılcıların tuzak ve belâlarını savuşturmakla meşgul olduklarını anlatmaya kadar varmıştır. Bütün bu hususları Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i teselli edip, kavminin eziyetlerine göğüs germeye teşvik için zikretmiştir. Söz, anlatılmak istenilen şeyi, iyice ortaya koyunca, Allahü teâlâ Peygamberine, hem dünyada hem ahirette, düşmanlarına karşı yardım vaadinde bulunarak, "Şüphesiz biz, peygamberlerimize ve iman edenlere ... mutlaka yardım edeceğiz" buyurmuştur. Bu yardımın dünyada olacağı hususu ayetteki, "dünya hayatında" kaydından, ahirette olacağı da, "şâhidlerin dikileceği o günde" kaydından anlaşılmaktadır. Velhasıl Allahü teâlâ, gerek peygamberlerine, gerekse onları destekleyenlere, neticesi hem dünya, hem ahirette gözükecek bir biçimde yardım edeceğini vaat etmiştir. Bil ki Allahü teâlâ'nın hakkı savunanlara yardımı şu şekillerde tahakkuk edebilir: 1) Hüccet (delil) bakımından yardım... Allah, hücceti, birçok ayette "sultan"(güç) olarak isimlendirmiştir. Böylesi yardım, hakkı savunan herkes için söz konusudur. Allah'ın bu çeşit yardıma "sultan" ismi vermesi ne kadar güzel ve yerindedir. Çünkü dünya sultanlığı (saltanatı), bazan sona erer, bazan yerini fakirlik, zillet, ihtiyaç ve gevşekliğe bırakır. Ama delil ile meydana gelen üstünlük, hüccet bakımından olan saltanat, hep devam eder gider. Buna gevşeklik ve zarar-ziyanın arız olması imkânsızdır. 2) Böylesi "sultan"a (güce) sahip olanlar, övülerek yardım olunurlar. Çünkü zalimler, hakkı savunan birisini zulm ile ezip geçseler bile, onun namını nesiller boyu insanların dillerinden düşürmeye kadir olamazlar. 3) Bunlar, hüccetlerin nuru ve yakînî delillerin kuvveti ile içleri dopdolu olmaları sebebiyle yardıma nail olmuşlardır, Çünkü bunlar, zâlim ve câhil kimselere âdeta, gökteki meleklerin en değersiz varlığa bakışları gibi bakarlar. 4) Bâtılı savunanlar için, tesadüfen (bazan) hakkı savunanlara karşı bir galibiyet söz konusu olsa bile, genelde bu uzun sürmez. Aksine insanlar, gerçek ve doğrunun, onun aksi olduğunu kısa zamanda anlarlar. 5) Hakkı savunan, tesadüfen bir bela ve musibet içine düşse bile, bu onun mükâfaatının artmasına sebep olur. 6) Zâlimler ve bâtılcılar, Ölümlü oldukları gibi, eserleri de ölümlüdür. Dünyada ismi-sanı kalmaz. Ama hakkı savunanların eserleri, nâmları, tesirleri asırlarca sürer, insanlar iyi ve güzel işlerinde hep onları örnek alırlar. İşte bütün bunlar, hak taraftarları için söz konusu olan, dünyadaki çeşitli ilahî yardımlardır. 7) Allahü teâlâ, tıpkı Yahya (aleyhisselâm) ve Zekeriyya (aleyhisselâm)'ya yardımı gibi, ölümlerinden sonra da, peygamberlerinin ve velilerinin İntikamını alır. Çünkü Zekeriyya (aleyhisselâm) öldürülünce, ona karşılık yetmiş bin kişi öldürülmüştür. Cenâb-ı Hakk'ın, peygamberlere ve onlara destek olan mü'minlere âhiretteki yardımı da, onların mükâfaat mertebelerindeki derecelerini yükseltmek ve o mü'minleri, peygamberlerini arkadaş (ashab), kılmakla olur. Nitekim Cenâb-ı Allah, "İşte bunlar, Allah'ın in'âm ettiği peygamberler, sıddîkler, şahidler ve sâlih kimselerle birlikte olanlardır. Bunlar ne güzel arkadaştırlar" (Nisa, 69) buyurmuştur. Bil ki Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz biz peygamberlerimize ve iman edenlere ... mutlaka yardım edeceğiz" ayetinde, şöyle bir kıymetli incelik var: En büyük padişah (Allah), has kullarından birine, şarktan garba bütün ahalinin huzurunda, büyük bir ikramda bulunup, mükemmel bir şeref verdiğinde, bu çok hoş ve o insana tad veren birşey olur. Binâenaleyh Hak teâlâ'nın bu ayetinde, işte bu incelik vardır. Alimler ayetteki, "şahidler" ile ne kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir: Ayetin zahirine göre bununla, kulların amellerine Kıyamet gününde, melek, peygamber ve mü'minlerden herkesin şâhid olacağı manası kastedilmiştir. Şâhid olacak melekler, katibîn (kıymetli yazıcı melekler) olup, bunlar kul için, gördükleri her şeye şâhidlik edeceklerdir. Peygamberlerin şâhid oluşu, "Her ümmetten bir şâhid, o (ümmeti Muhammed) üzerine de seni bir şâhid olarak getirdiğimiz zaman, onların hali nice olacak?.." (nisa, 41) ayetinde anlatılmıştır. Mü'minlerin şâhid oluşu da, "Sizi (ey Muhammed ümmeti), insanlara karşı şâhidler olasınız diye, (...) örnek bir ümmet yaptık" (Bakara, 143) ayetinde beyan edilmiştir. Müberred, buradaki eşhâd kelimesinin müfredinin, tâir (c.etyar, kuşlar); sahib (c.ashab, arkadaşlar) kelimelerinde olduğu gibi, "şâhid" kelimesinin cem'i olabileceği gibi, şerif (c.eşraf); yetim (c.eytam) kelimelerinde olduğu gibi şehid, (şâhid olan) kelimesinin çoğulu olabileceğini de söylemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Allah, "O gün zalimlerin özür dilemeleri hiç fayda vermeyecek. Lanet onların, fena yurt onlarındır" buyurmuştur. İbn Kesîr, Ebû Amr ve İbn Âmir, "maziret" kelimesinin müennes oluşundan ötürü, fiili müennes olarak, tâ ile (......) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları, "maziret" İle l'tizar masdan kastedilmişcesine, fiili, ile, (......) şeklinde okumuşlardır. Bil ki, bu ifadenin maksadı da, mükâfaatı hak etmiş kimselerin mükâfaatlarının büyük olduğunu anlatmaktır. Bu böyledir, zira Allahü teâlâ, evvelkilerin ve sonrakilerin bir araya geldiği o günde, bu kimselere yardım edeceğini beyan buyurmuştur. Binâenaleyh bunların o günde derecelerinin âli ve yüce olacağı konusundaki durumları, (biraz önce) anlattığımız gibidir. Ama, onlara düşman olanların durumlarına gelince, onlar için şu üç şey söz konusu olur: a) Onlara, mazeret namına hiçbir şey fayda veremez!.. b) "Lanet, o gün, onların üzerinedir.." İşte bu cümle, hasr ifâde edip, lanetin onlara hasredildiğini, başkasına olmadığını gösterir. Lanet ise, hakîr ve zelil kılmaktır. c) Ayetteki, ifadesidir ki, bu, "çetin azap" anlamındadır. Binâenaleyh, işte bugün bu düşmanlar, bu üç vahşet, yalnızlık ve belânın içine düşeceklerdir. Allahü teâlâ, o büyük kalabalığın içinde meydana gelecek muhtelif şereflendirme ve İkramları, peygamberlerine ve velilerine tahsis edecektir. İşte o noktada, müminin sevincinin ne kadar olacağı; kâfirin kederinin ise, nereye varacağı zuhur edecektir. İmdi eğer: "Ayetteki, "O gün zalimlerin özür dilemeleri hiç fayda vermeyecek.." cümlesi, o kâfirlerin mazeret beyanında bulunacaklarına ve fakat bunun kendilerine fayda vermeyeceğini gösteriyor. Binâenaleyh bu ifade ile, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlara izin de verilmeyecek ki, özür dilesinler.." (Mürselat, 36) ayeti nasıl birleştirilebilir?" denilirse biz deriz ki: "O gün zalimlerin özür dilemeleri hiç fayda vermeyecek.." buyruğu, onların mazeret beyanında bulunduklarına delâlet etmez. Hatta bu ifadede, onların nezdinde, makbul ve faydalı bir mazeretin olmadığı manası vardır. Bu İse, onların bu özrü dile getirip getirmediklerini göstermez. Ayrıca şöyle de denebilir: Kıyamet günü çok uzun bir gündür. Binâenaleyh onlar, bu günün herhangi bir safhasında, mazeret beyanında bulunabilirler, diğer safhalarında ise bulunmaybilirler. Cenâb-ı Hak, peygamberlerine ve mü'min kutlarına, dünya ve ahirette yardımoa bulunacağını beyan buyurunca, dünyada olan o yardım nevilerinden birisini dite getirmek üzere, "Yemin olsun ki biz, Musa'ya hidayeti verdik.." buyurmuştur. Bu ayette geçen hüdâ kelimesiyle, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya verdiği, dünya ve ahirette faydalı olacak olan pek çok ilim kastedilebileceği gibi, bununla Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın Firavun ve tabilerine karşı getirip de, böylece onun tuzaklarına bir karşı tuzak oluşturduğu o kesin delillerin kastedilmiş olması da mümkündür. Yine bununla, insana ait makamların en büyüğü olan nübüvvet makamı kastedilmiş olabileceği gibi, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, Tevrat'ın indirilmiş olması da kastedilmiş olabilir.. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kendisinden sonra İsrailoğullarına, hem doğru yolun rehberi, hem halis akıl sahipleri için bir öğüt olsun diye, kitabı miras bıraktık" buyurmuştur ki, bu ayette, "Cenâb-ı Hak, Tevrat'ı Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya indirince, bu ilim, (Tevrat kültürü) onların içinde kalakaldı, onlar bu ilme, nesil nesil varis oldu.." manası kastedilebileceği gibi, bununla, Allah'ın İsrailoğullarına indirdiği diğer kitaplar da kastedilmiş olabilir ki, bu kitaplar da, İsrailoğullarının diğer kitapları olan Tevrat'la birlikte Zebur ve İncil'dir. Ayetteki hüdâ ve zikrâ kelimeleri arasındaki fark da şudur: "Hüdâ, bir şeye delil ve rehber olan şeydir. Daha evvel malûm olup da sonra unutulan herhangi bir şeyi zikretmek de, şartından değildir. "Zikrâ" ya gelince, bu da böyledir. Binâenaleyh, bu demektir ki, Allah'ın kitapları, bir kısmı hadd-i zâtında müstakil olan delilleri, bir kısmı da, eski ilahî kitaplarda bildirilen şeyleri hatırlatıcı olmak üzere, müzekkirât durumundadırlar. Allahü teâlâ, dünya ve ahirette, peygamberlerine ve onlara destek veren mü'minlere yardım edeceğini beyan edip, bu hususta, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın durumunu örnek vererek, bundan sonra da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitap etmiş ve "Şimdi sen sabret. Çünkü Allah'ın vaadi gerçektir.." buyurmuştur. Bu, "Allah, onlara yardım ettiği gibi, sana da yardım eder. Onların hakkında gerçekleştirdiği gibi, senin hakkındaki vaadini gerçekleştirir" demektir. Daha sonra Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, dünya ve ahiret hususunda faydalı olan, Allah'a taate yönelmeyi emretmiştir. Çünkü kim Allah için olur, (O'nun için çalışır, çabalar, hareket ederse), Allah da onun için olur.." (O'nun lehinedir..). Bil ki, taatların tümü şu iki kısımda toplanır: a) Uygun olmayan şeylerden tevbe etmek. b) Uygun olanlarla meşgul olmak. Birincisi, zatî mertebe bakımından, ikincisinden önce gelir. Binâenaleyh bunun, önce ifade edilmesi gerekir. Uygun olmayanlardan tevbe edilmesi hususu, ayetteki, "Günahının affedilmesini iste" ifadesiyle anlatılmıştır. Peygamberlerin ismet sıfatlarını tenkit edenler bu ayete tutunmuşlardır. Biz ise, ayetin manasının, daha uygun ve efdal olanı yapmamadan dolayı tevbe etmek manasına hamlederiz; ya da, peygamberlerden nübüvvetten önce sudur edenlerden tevbe etmeleri anlamına alırız. Ayrıca bununla, sırf taabbüdün kasdedildiği de ileri sürülmüştür. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ey Rabbimiz, peygamberlerinin lisanı ile bize vaad ettiklerini bize ihsan et" (Al-i imrân, 104) buyurmuştur. Çünkü bu şeyi vermek zaten söz konusudur. Ama buna rağmen Cenâb-ı Hak, yine de onu talep etmeyi bize emretmiştir. Ve yine bizim, Allah'ın sadece hak ile hükmedeceğini bilmemize rağmen, "Rabbim, hak ile hükmet.." (Enbiyâ, 112) demesi de böyledir. Yine, masdarın failine ve mef'ûlüne izafe edilebileceği, nahivde sabit olan bir gerçektir. O halde, cümlesi, masdarın mef'ûlüne izafe edilmesi kabilindendir. Yani, "ümmetinin, senin hakkındaki günahlarına istiğfarda bulun.." demektir. Yapılması uygun olan şeylerle meşgul olmaya gelince, bu da, ayetteki, "Sabah-akşam tesbih et.." cümlesinden anlaşılmaktadır. "Tesbîh" kendisine yakışmayan her türlü şeyden Allah'ı tenzih ve takdis etmek demektir. Bi'l-aşiyyi ve'l-ibkâr kelimelerine gelince, bunların ikindi ve sabah namazları olduğu ileri sürüldüğü gibi, "Ibkâr, gündüzün evvelinden yarısına kadar, asiyy ise, yarısından sonuna kadar olan kısım demektir" de denilmiştir. Böylece bu ifadenin içine bütün vakitler girmiş olur. Bununla, gündüzün iki tarafının kastedilmiş olduğu da söylenmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gündüzün iki tarafında namaz kıl.." (hud, 114) buyurmuştur. Netice olarak, bu ifâdeyle kişinin, Allah'ı zikretmeye devam etmesi, lisanının, o zikirden ayrılmaması, kalbinin bundan gafil olmaması ve bu sayede de melekler zümresine girmesi kastedilmiştir. Ki Cenâb-ı Hak melekleri vasfederken, "Onlar gece gündüz ara vermeyerek (onu) tesbih ediyorlar.." (Enbiya, 20) buyurmuştur. Allah en iyisini bilendir. 56Âyetin tefsiri için bak:59 57Âyetin tefsiri için bak:59 58Âyetin tefsiri için bak:59 59"Kendilerine gelmiş kati bir delil olmaksızın, (körü körüne) Allah'ın ayetlen hakkında mücadele edenlerin göğüslerinde, hiç şüphe yok ki, asla yetişemeyecekleri bir büyüklük (hevesinden) başka bir şey yoktur. Hemen, Allah'a sığın. Çünkü O, hakkıyla işiten ve görendir. Göklerin ve yerin, Örneksiz ilk yaratılışı, insanların (ikinci) yaratılışından elbet daha büyüktür. Fakat insanların çoğu bilmezler. Kör olanla gören; iman edip de iyi amellerde bulunanlarla kötülük yapan bir olmaz. Ne az düşünüyorsunuz! O saat, muhakkak ve mutlaka gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur. Ne var ki insanların çoğu buna inanmazlar" Bil ki, bu sûrenin başındaki söz, başlangıçta, Allah'ın ayetleriyle mücadele edenlere reddiye olarak başlamış, söz sözü aça aça, biraz önce özetle bahsettiğimiz tertib ve ifade ettiğimiz tarz üzere, buraya kadar devam edip gelmiştir. Derken Allahü teâlâ bu ayette, o kâfirleri bu mücadeleye şevkeden sebebe dikkat çekerek, "Kendilerine gelmiş kati' bir delil olmaksızın; (körü körüne) Allah'ın ayetleri hakkında mücadele edenler.,," buyurmuştur. Ki bu, "Onları bu bâtıl mücadeleye şevkeden şey, kalplerindeki kibirdir. İşte onları, bu bâtıl mücadeleye şevkeden şey, bu kibirdir. Bu kibir ise onların, senin nübüvvetini kabul etmeleri halinde, senin elinin altına, emir ve yasaklamak altına girmelerini gerektirmesinden neşet eder. Çünkü her hükümdar ve reis, nübüvvetin komutası altındadır. Onların göğüslerinde ise, senin hizmetinde bulunmaya razı olmayan bir kibir yatmaktadır. İşte onları bu bâtıl mücadeleye ve fasit düşmanlığa şevkeden de budur" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, . buyurmuştur. Yani "Onlar, senin elinin altında da olmayı istemezler. Ama onlar, bu muratlarına ulaşamayacaklar; tam aksine, mutlaka ve mutlaka, emir ve yasakların altında olacaklar, bunun hükmü altında olacaklardır" demektir. Daha sonra (......) buyurmuştur ki bu, "Seninle mücadele edenlerin, hile ve tuzaklarından bana sığın. Çünkü "onların ve senin dediklerini hakkıyla duyan; senin ve onların yaptıklarını hakkıyla görendir. Binâenaleyh O, seni, onlara hükümran kılan ve onların hile ve tuzaklarından koruyandır" demektir. Bil ki Allahü teâlâ, onların Allah'ın ayetleri hakkındaki mücadelelerini, delilsiz diye, vasfedince, buna bir misâl getirerek, "Göklerin ve yerin, ömeksiz. ilk yaratılışı insanların (ikinci) yaratılışından elbet daha büyüktür" buyurmuştur. Daha büyüğüne kadir olan, muhakkak ki, küçüğüne de kadirdir. Allah'ın bu ayetini şu şekilde izah etmemiz mümkündür: Bir şeyle, başkasıyla istidlalde bulunmak şu üç şekilde olur: a) "En basitine kadir olanın, en kuvvetlisi ve en ilerisine de kadir olması gerekir" denilmesi ki bu, fasittir. b) "Bir şeye kadir olan, onun dengi şeye de kadir olur" denilmesi. Bu gerçek bir istidlaldir. Çünkü, bir şeye hükümran olanın, onun dengi şeye kadir olacağı, aklen sabittir. c) "En kuvvetli en mükemmeline kadir olan, en az ve en basitine haydi haydi kadir olur" denilmesi. İşte bu istidlal, atabildiğine sıhhatli ve kuvvetlidir ki, bunda hiçbir insan, asta şüphe etmez. Gel gör ki bu kimseler, göklerin ve yerin yaratıcısının Allah (c.c) olduğunu kabul ediyor ve gökleri ve yeri yaratmanın, insanları yaratmaktan daha çetin olduğunu da, ister istemez biliyorlardı... Binâenaleyh bunlara düşen, gökleri ve yeri yaratmaya kadir olanın, doğrudan doğruya yarattığı o insanı, yeniden yaratabilme kudretine sahip olduğunu kabul etmeleridir. İşte bu, bu neticeyi ifâde etmede çok net bir aklî delildir. Bu burhanın bu'denli kuvvetli olmasına rağmen, insanların ekserisi,-ki bu ifadeyle haşri ve neşri kabul etmeyenler kastedilmiştir- bunu tanımayan bir tavır takınmışlardır. İşte bu misâl ile bu kâfirlerin, Allah'ın ayetleri hakkında bir delil ve hüccet bulunmadan, hatta sırf haset, cehalet, kibir ve taassuplarıyla mücadele ettikleri ortaya çıkmış bulunmaktadır. Allahü teâlâ, kibir, cehalet ve hasetle içice olarak yapılan mücadele ile, hüccet ve burhanla içice olan mücadelenin nasıl yapılacağını beyan edince, bu iki şekil arasındaki farka bir misal getirerek "Kör olanla gören bir olmaz" buyurmuştur ki, bu, "istidlalde bulunan ile körükörüne hareket eden mukallit bir olur mu" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İman edip de iyi amellerde bulunanlarla kötülük yapan bir olmaz" buyurmuştur. Ki bu ifadelerden birincisiyle, alimle cahil arasındaki fark; ikincisiyle de, salih amel yapanla fasit ve bâtıl amel yapan arasındaki fark murad edilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ne az düşünüyorsunuz?" buyurmuştur ki bu, "Onlar, her ne kadar ilmin, cehaletten; amel-i sâlihin de, fasit ve bozuk amelden hayırlı olduğunu biliyor idiyseler de, belli bir itikâd türünde, bunun ilim mi yoksa, cehalet mi; yine, belli bir amel türünde, bunun sâlih amel mi yoksa fasit amel mi olduğu hususunda az düşünürler. Çünkü haset, onların kalplerini kör eder, böylece de, cehalet ve takîîdin, sırf marifet ve bilgi olduğuna; haset, kin ve kibrin de katıksız taat olduğuna inanırlar ki, işte Cenâb-ı Hakk'ın, "Ne az düşünüyorsunuz!" buyurmasından kastedilen de budur. Asım, Hamza ve Kisâî, tâ ile, muhatap sığasında, yani, "onlara de ki, "Ne kadar da az düşünüyorsunuz?.." şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları yâ ile gâib sigasında, (......) şeklinde okumuşlardır. Cenâb-ı Hak, Kıyametin varlığının mümkün olduğuna dair delilleri izah edince, bunun peşinden, (muhakkaku'l-vukû olduğundan, olmuş bitmiş şey gibi olduğunu) haber veren ifadeyi getirerek, "O saaf, muhakkak ve mutlaka gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur. Ne var ki insanların çoğu buna inanmazlar" buyurmuştur. Ayetteki, İnsanların çoğu" ifadesiyle, öldükten sonra dirilmeyi ve Kıyameti İnkâr eden kâfirler kastedilmiştir. 60Âyetin tefsiri için bak:63 61Âyetin tefsiri için bak:63 62Âyetin tefsiri için bak:63 63"Rabbiniz buyurdu: "Bana dua edin, size icabet edeyim. Çünkü bana ibadetten büyüklük taslayıp uzaklaşanlar, hor ve hakîr olarak cehenneme gireceklerdir. Allah, sizin için, içinde dinlenesiniz diye geceyi; görüp işlemenize (vasıta) olarak gündüzü yaratandır. Şüphesiz ki Allah, insanlar üzerinde lütf-u inayet sahibidir. Fakat insanların çoğu şükretmezler, işte Rabbimiz olan, her şeyi yaratan Allah budur. Ondan başka hiçbir tanrı yoktur. O halde nasıl olup da döndürülüyorsunuz? Allah'ın ayetlerini bilerek inkâr edenler, işte böyle döndürülür" Bil ki Allahü teâlâ Kıyamete dair olan hükmün, Kıyamet görüşünün hak ve doğru olduğunu beyan edip, insanın Kıyamet gününde ancak, Allah'a yapmış olduğu taatlardan yararlanacağı zorunlu olarak malum olunca, hiç şüphesiz, taatlaria meşgul olmak en mühim şeylerden olmuştur. Taat çeşitlerinin en kıymetlisi de, yalvarıp yakarma ve duâ etmek olunca, hiç şüphesiz Allahü teâlâ bunu bu ayette emrederek, "Rabbiniz buyurdu: "Bana duâ edin. Size icabet edeyim..." buyurmuştur. İnsanlar, bu ifadedeki, "Bana duâ edin" cümlesiyle neyin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, bu ifadenin, dua etmeyi emreden bir söz olduğu ileri sürüldüğü gibi, bunun, Allah'a ibadet etmeyi emreden bir ifade olduğu da söylenmiştir. Bunun delili ise, bundan sonraki, "Çünkü bana İbadetten büyüklük taslayıp..." kısmıdır. Şayet, duâ etmek, mutlak anlamda ibâdeti de emretmek olmasaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü bana ibadetten büyüklük taslayıp..." ifadesinin bir manası kalmazdı. Hem, ibâdet manasında duâ, Kur'ân'da pekçok kullanılmaktadır. Meselâ bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar O'nu bırakırlar da yalnız dişilere taparlar." (nisa, 117) ifadesinde böyledir. Buna, "Duâ, kişinin kulluğu, Allah karşısındaki zillet ve miskinliği kabul edip, itiraf etmesi demektir. Buna göre sanki, "Duayı terkeden, onu, kulluğunu ortaya koyma konusunda bûyüklenip ar duyduğu için terketmiştir" denilmek istenmiştir" şeklinde cevap verilir. Karşı tarafın, "ibâdet manasında duâ kelimesi, Kur'ân'da çok kullanılmaktadır" şeklindeki görüşüne de, "Nassın zahiri, ancak ayrı bir delil (munfasıl delil) bulunduğunda terkedilebilir..." diye cevap verilir. İmdi şayet, "Çokça duâ edilip, fakat bir türlü makbul olmamasına rağmen daha nasıl Cenâb-ı Hak, "Bana duâ edin. Size icabet edeyim" buyurmuştur?" denilirse, Ka'bî buna şöyle cevap vermiştir: "Duâ ancak, şarta göre yapılır. Şartına uygun olarak duâ edenin, duası kabul edilir, icabet olunur. Bu şart ise, duâ etmekle talep edilen o şeyin, bir maslahat ve hikmet olmasıdır." Ka'bî, daha sonra kendi kendine bir soru sorarak, "Aslah"ı (daha faydalı olan şeyi), o, kişi duâ etmeksizin de bilir yapar. Binâenaleyh, duâ etmenin hikmeti nedir?" demiş, bu sorusuna şu iki şekilde cevap vermiştir: a) "Duâ etmede, Allah'a sığınma, O'na yalvarıp yakarma manası vardır. b) Bu, her şey için söz konusudur. Çünkü kul, Cenâb-ı Hakk'ın, yapacağını bildiği zaman, O onu mutlaka yapar. Binâenaleyh duâ etmede fayda yoktur. Eğer kul, Allah'ın yapmayacağını biliyorsa, mutlaka O onu kesinlikle yapmaz. Binâenaleyh, duâ etmede yine bir fayda yoktur. Onların bu konuda söyledikleri her şey, bizim de cevâbımızdır." Ka'bi'nin söylediği şeyin tamamı budur. Bana göre bu hususta şu şekilde bir izah da yapılabilir: Allahü teâlâ, "Bana duâ edin. Size icabet edeyim" buyurmuştur. Binâenaleyh, kalbinde, malına, makamına, akrabasına, dostlarına, sa'y ü gayretine dair zerre kadar bir itimat ve güven olduğu halde, Allah'a duâ eden herkes, gerçekte, Allah'a, sadece diliyle duâ etmiştir. O kimsenin kalben gafil oluşu, o matlubunun hasıl olması hususunda Allah'tan başkasına güvenmiş olmasındadır. Demek ki o şahıs, hiç bir zaman, esasen Rabbine duâ etmemiştir. Ama, kalbinde, Allah'tan başkasına bir iltifat ve itimat bulunmaksızın dua ettiğinde ise, zahir olanı onun duasına icabetin tahakkuk etmesidir. Bunu iyice kavradığında, bunda, kâmil manada şöyle bir müjde vardır: Kalbin, Allah'ın dışında kalanlardan tamamiyle sıyrılması, o kişinin ölümü yaklaştığında yaklaşır. Çünkü insan, işte o vakitte, Allah'ın lütf-u inayetinden başka hiçbir şeyin kendisine fayda veremeyeceğine kesinkes inanmış, karar vermiştir. Binâenaleyh, bizim biraz önce kabul ettiğimiz düstura göre, işte bu vakitte yapılan duanın, Allah nezdinde makbul olması gerekir. Biz, Allah'ın lütfü ve ihsanından bizi, işte bu vakitte, ihlâs ve tazarrû ile içice olan duaya muvaffak kılmasını ümid ederiz. Bil ki, duâ hususundaki detaylı izahımız, Bakara Sûresi'nde, (Bakara, 186) ayetinin tefsirinde geçmişti. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü bana ibadetten büyüklük taslayıp uzaklaşanlar, hor ve hakir olarak cehenneme gireceklerdir" buyurmuştur. Dâhirîn "aşağılanmış ve hor hakir olarak" demektir. Ki, duayı terketme hususunda böylesi şiddetli bir tehdidi getirmiş olması bakımından bu, Allah'ın büyük bir lütfü ve ihsanıdır. Buna göre şayet, "Hazret-i Peygamber, bir hadis-i kudsîde, Allah (c.c)'ın, "Beni zikretmesinden dolayı Benden istemeye (bana duâ etmeye) vakit bulamayan kimseye, (bana duâ etmek suretiyle) isteyenlere verdiğimden daha fazlasını veririm" Tirmizi, Sevabu'l-Kur'ân, 25(5/184). buyurduğunu anlatmıştır. Binâenaleyh bu haber, duâ etmemenin efdal olduğunu; bu ayet ise, duayı terketmenin, büyük bir tehdidi gerektirdiğini göstermektedir. Şu halde, bu iki durum nasıl birleştirilebilir?" denilirse, biz deriz ki: Akıl, Allah'ı övgüye dalıp buna garkolduğunda, bu hal, duâ etmekten daha efdal ve üstün olur. Çünkü duâ etmek, bir pay elde etmek için yapılır. Halbuki, Allah'ın yüce marifetine dalıp garkolmak ise, pay talep etmeden daha üstündür. Ama böylesi bir istiğrak ve manevî dalış söz konusu değilse, duâ etmek evlâ olur. Çünkü duâ, rubûbiyyetin izzetini, kulluğun ise, zilletini tanımayı ve bilmeyi ifâde eder. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Allah sizin için, içinde dinlenesiniz diye geceyi... yaratandır" buyurmuştur. Bil ki, bu ifadenin kendinden öncekilerle ilgisi, şu iki bakımdandır: a) Cenâb-ı Hak adetâ, "Ben sana, bu büyük ve yüce nimetleri, senin talep etmenden önce lütfettim, in'âm ettim. Sen istemeden bu muazzam nimetleri lütfeden yüce zât, talep ettikten sonra, bu az ve basit şeyleri niçin İn'âm etmesin?" demek istemiştir. b) Cenâb-ı Hak, duâ etmeyi emredince sanki, "kişinin duâ etmeden önce mutlaka seni tanıması gerekir. Şu halde, kadir bir ilahın (senin) varlığına dair delil nedir?" denilmiş de, bunun üzerine de Allahü teâlâ, varlığına, kudret ve hikmetine dair şu on delili zikretmiştir: Bil ki biz, Allah'ın varlığının ve kudretinin delillerinin, ya felekî (göksel), yahut da unsurî (yersel) olduğunu beyân etmiştik. Felekî olanların kısımları pek çoktur. 1) Gece ve gündüzün, peşpeşe gelmeleri. Âlemin faydasına olan şeylerin büyük bir kısmı, bu iki şeye, yani gece ile gündüzün ardarda gelmesine bağlı olunca, Allahü teâlâ bu mekânda bu ikisini zikretmiş ve gecenin yaratılmasındaki hikmeti, uyku ve sükûnet sebebiyle, rahatlığın tahakkuk etmesi olduğunu; gündüzün yaratılmasındaki hikmetin de, kendisinde, en faydalı bir biçimde tasarrufta bulunabilme İmkânının sağlanması için, eşyayı göstermek olduğunu beyân buyurmuştur. Uyurken sükûnetin, rahatlığın vesilesi olduğu meselesini, şu iki bakımdan izah edebiliriz: a) Yapılan hareketler, hareketin, yanmayı ve kurumayı gerektirmiş olmasından dolayı, yorgunluğa yol açar ki bu da, vücutta bir elem ve acıya sebep olur. b) Eşyayı algılamak ancak, cismanî olan ruhların (canlılık ve hayatî aktivitenin), hissin (duyu organlarının) zahirine ulaşması sayesinde mümkün olur. Sonra bu ruhlar, hareketlerin çokluğu sebebiyle sökülür. Böylece de hisler, (duyu organları) ve bunların sağladığı algılama zayıflar. Ama insan uyuduğunda, bu cismanî aktivite, bedenin içine yeniden döner, orada odaklaşır ve kuvvetlenir, böylece de yorgunluktan ve acziyyetten uzak kalır. Hem gece, soğuk ve nemlidir. Binâenaleyh, gecenin soğuk ve rutubetli olması, çokça hareket sebebiyle meydana gelen, gündüzdeki yanma ve kuruma hususunda meydana gelmiş olan şeyleri telâfi eder, bunları yeniden tedarik ederler. Binâenaleyh işte bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah sizin için, içinde dinlenesiniz diye geceyi...yaratandır" ifadesinden anlaşılan mana ve faydalardır. Ayetteki, "Görüp işlemenize (vasıta) olarak gündüzü yaratandır" ifadesine gelince, bil ki insan, yaratılışı itibariyle medenîdir. Bu şu demektir: Tam bir medeniyyet tahakkuk etmediği müddetçe, insanın yemesi, içmesi, giyimi ve aile hayatındaki işleri nizama girmez. Bu işler ise, ancak pekçok işin bir araya gelmesi sonucunda, çalışıp çabalama ile elde edilir. Bu işler birtakım şeylerde tasarrufta bulunmak demektir. Bu tasarruflar ise, insanın, o aydınlık ve o nûr (gündüz) sebebiyle, uygun olan ile uygun olmayanı ayırabilmesi için, ancak ışık ve aydınlık vasıtasıyla mükemmel biçimde tahakkuk eder. İşte cümlesindeki hikmet de budur. Şayet, "Bu ayetin içindeki üslûbuna riâyet etmek için, nazmın, ya şeklinde, yahut da şeklinde olması gerekirdi. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hak böyle buyurmamış, tam aksine, gece hakkında, fiilini, gündüz hakkında da, sıfatını kullanmıştır. Şu halde, bunun hikmeti ne olabilir? Bir de, gündüz geceden daha kıymetli olmasına rağmen, bu ayette, gecenin gündüzden önce zikredilmenin hikmeti nedir?" denilirse, biz diyoruz ki, bunlardan birincisinin cevabı şudur: Gece ve uyku, gerçekte olumsuz (menfî, selbî) karakterlerdir. Binâenaleyh bunlar, zâtları gereği matlûb değillerdir. Ama uyanıklık ise, olumlu karakterdir. Binâenaleyh bu, zâtı gereği maksûd olan bir husustur. Ayrıca, allâme Abdulkâhtr en-Nahvî, "Delallu'l-İ'câz" adlı eserinde, "İsm-i fail kalıbının, tanrılığa ve mükemmelliğe delâleti, fiil sîgasının bunlara delâletinden daha kuvvetlidir" şeklinde bir beyanatta bulunmuştur ki, işte farklılığın sebebi budur. Allah en iyisini bilendir. İkincisine de şu şekilde cevap verebiliriz: Zulmet, olumsuz, selbî bir karakterdir. Nûr, aydınlık ise, olumlu, müsbet bir karakterdir. Sonradan yaratılmışlar hakkında adem ve yokluk, varlıktan önce gelir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, En'âm Sûresi'nin başında, (En'am. 1) buyurmuş (böylece, "zulumât" kelimesini "nûr"dan önce getirmiştir). Bil ki Allahü teâlâ, gece ve gündüzdeki fayda ve üstün hikmetlerin neler olduğunu belirtince, "Şüphesiz ki Allah, insanlar üzerinde lutf-u inayet sahibidir. Fakat insanların çoğu şükretmezler..." buyurmuştur ki bu, "Allah'ın, (benim), mahlûkata olan lütfum, cidden çoktur. Ancak ne var ki, onlar, buna şükretmezler" demektir. Bil ki, şu sebeplerden dolayı şükür terkedilir: 1) Kişinin, bu nimetlerin, Allah'tan olmadığına inanması... Meselâ, kişinin bu feleklerin, zâtları gereği var olduklarına ve zâtları gereği döndüklerine inanması gibi... Bu durumda kişi, bu nimetlerin Allah'dan olduğuna inanmaz... 2) Kişi, her ne kadar bu âlemin, Allah'ın yaratması ve var etmesiyle vücûd bulduğuna inansa bile, ancak ne var ki, bu büyük nimet, yani gece ve gündüzün birbirini takip etmesi nimeti, sürüp giden ve devamlı bir şey olduğu için, onun bir nimet oluşunu unutur. Binâenaleyh İnsan, herhangi bir nimeti elden kaçırmak suretiyle onu yitirdiğinde, o zaman onun kadr-u kıymetini anlar. Bu meselâ, -Allah'a sığınırız-bazı kimselerin, derin, karanlık bir kuyunun içinde uzun süre hapsedilmesi gibidir... Bu durumda bu insan, o temiz hava ve o ışık nimetinin kadr-u kıymetini anlar. Bir hükümdarın, hizmetçisine ceza vermek istediğinde, bazı kimselere, bunun duvarlara yaslanmasına ve uyumasına manî olmaları emrini verdiğini gördüm. İşte böylece, buna yapılan eziyet, iyice büyük olmuş olur. 3) Kişi her nekadar bu nimetlerin kadr-ü kıymetini bilse de, dünyaya düşkün, mal ve makamı seven birisi olursa, pek çok mal elde edememe ve yüksek bir makama sahip olamama sebebiyle, bu büyük nimetleri inkâr etme suçuna düşebilir, İnsanların çoğu, bahsettiğimiz bu üç uçurumdan birinde helak olup gittiği için, Cenâb-ı Allah, "Fakat insanların çoğu şükretmezler" buyurmuştur. Bunun bir benzeri de, "Kullarımızdan şükredenler ne azdır!" (Sebe, 13) ayeti ve İblis'in "Sen onların çoğunu şükredici bulamayacaksın" (A'raf, 17) ifadesidir. Allahü teâlâ, bu ayetlerde bahsedilen delillerle, kadir, rahîm ye hakim bir İlahın varlığını beyan edince, "İşte Rabbiniz olan, herşeyi yaratan Allah budur. O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur" buyurmuştur. Keşşaf sahibi, bu ayete, "Size diyorum, kendisinde hiç kimsenin ortak olmadığı bu hususî işlerle temayüz etmiş ve malum olan bu zat, Allah'dır, Rabbinizdir. Herşeyin yaratıcısı, O'dur ve O'ndan başka ilah yoktur" manasını vermiş ve bunların ardarda sıralanmış birer haber olduğunu söylemiştir ki bu, "O, ulûhiyyet, rubûbiyyet, yaratma ve eşi olmama gibi sıfatların hepsine birden sahip olandır. Binâenaleyh o halde nasıl olup da döndürülüyorsunuz" demektir. Bu da "Nasıl saptırılıyorsunuz; bu delillerden nasıl dönüp, bunları yalanlıyorsunuz?" demektir. Daha sonra Cenab-ı Hak, "Allah'ın ayetlerini bilerek inkâr edenler işte böyle döndürülür" buyurmuştur, yani Allah'ın ayetlerini bile bile inkâr edip, onlar üzerinde düşünmeyen, içinde hakkı elde etme endişesi ve cezalandırılma korkusu duymayan herkes, tıpkı bu kâfirler gibi, haktan döndürülürler. 64Âyetin tefsiri için bak:67 65Âyetin tefsiri için bak:67 66Âyetin tefsiri için bak:67 67"Allah sizin için, yeryüzünü bir karargâh, gökyüzünü de bir bina yapan, size suret veren, sonra suretlerinizi güzelleştiren; en temiz ve güzel şeylerden sizi rızıklandırandır. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Demek ki âlemlerin Rabbi ne yücedir! O, dâima yaşayandır. O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur. O halde O'na dininde muhlis olarak, "Hamdolsun kâinatın Rabbi Allah'a" diyerek dua edin. De ki: "Bana Rabbimden apaçık deliller gelince, o sizin, Allah'ı bırakıp taptıklarınıza kulluk etmekten kesinlikle nehyolundum. Âlemlerin Rabbine teslim olmam emrolundu. O, sizi bir topraktan, sonra bir meniden, sonra bir alakadan yaratıp, sonra bebek olarak (ana karnından) çıkaran, sonra sizi, güçlü-kuvvetli bir çağa eriştirip, sonra ihtiyar olmanız için yaşatandır. İçinizden kimi daha evvel öldürülür. Muayyen bir vakte ulaşmanız ve aklınızı kullanmanız için (O böyle yapar)" Bil ki biz, Allah'ın varlığının ve kudretinin delillerinin, yâ âfâkî deliller, ya enfüsî deliller cinsinden olduğunu beyân etmiştik. Âfâkî deliller ile, insanın dış dünyasında kalan, bu âlemdeki herşey kastedilmiş olup, bunların kısımları pek çoktur. Fakat âfâkî delillerden, bu ayetlerde bahsedilenler, gece ile gündüzün durumları ki, bu biraz önce geçti ve yer ile göğün halleridir. İşte bu da, "Allah sizin için, yeryüzünü de bir bina yapandır" ayetinde ifade edilmektedir. Ibn Abbas. buradaki karar (karargâh) ifadesine, "yaşarken de ve öldükten sonra da, insanın bulunduğu yer" manası vermiştir. Gökyüzünün bir "bina" oluşuna da, "yeryüzü üzerine kurulmuş bir kubbe" manası vermiştir. Bu ifadeyle, üzerinde tasarruf edilebilmesi için, yöryüzünün direksiz olarak tutulması, "gökyüzünün bir bina olması ifadesiyle de, duran, sabit olan, böyle olmasaydı üzerimize düşecek olan" manasının kastedildiği de söylenmiştir. Enfüsî deliller ile, insanın bedeninin halleri ile ruh hallerinin, kadir ve hakîm bir yaratıcının varlığına delâleti kastedilmiştir ki, bu tür delillerden, bu ayetlerde şu ikisi ele alınmıştır: a) İnsanın halinin kemâle ermesinde, olgunlaşmasında görülen halleri, b) Yaratılışının ve varedilişinin başlangıcındaki hali... Bunlardan birincisinin pek çok çeşitleri olup, bu ayette, onlardan şu üçü ele alınmıştır: 1) İnsanın şeklinin yaratılışı... Bu, ayette "Size suret verdi" ifadesiyle anlatılmaktadır. 2) İnsanın suretinin-şeklinin güzelliği ve mükemmelliği... Bu da ayette, "Sonra suretlerinizi güzelleştirdi" ifadesiyle anlatılmaktadır. 3) İnsanı, tayyibât (hoş ve güzel şeylerle) rızıklandırması... Bu da, "En temiz ve güzel şeylerden sizi rızıklandırdı" ifadesidir. Biz, bunların tefsirini, bu kitabımızda defalarca uzun uzadıya yaptık ve bilhassa (......) (isra. 70) ayetinin tefsirinde detaylıca anlattık. Allahü teâlâ, iki âfâkî delillere, üçü de enfüsî delillere âit olan bu beş delili anlatınca, "İşte Rabbiniz olan Allah budur. Demek ki âlemlerin Rabbi ne yücedir!" buyurmuştur. Buradaki "tebâreke", ya devam ve sebatı olan, yahut da hayrı bol olan demektir. Cenâb-ı Allah daha sonra, "O dâima yaşayandır. O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur" buyurmuştur. Bu ayet, hasr (sadece) manası ifade eder ve "O'ndan başka hayy (diri) yoktur" demektir. Binâenaleyh bunu "zâtı bakımından ölmesi imkânsız bir hayy oluş" manasına hamletmek gerekir. Bu durumda, Allah'dan başka böyle hayy (diri) olan olamaz. Böylece Cenâb-ı Hak, yok olması düşünülebilen şeyi adetâ yok hükmünde kabul etmiştir. Bil ki "hayy", derrâk (son derece idrâk edici) ve fa'âl (son derece aktif olan) demektir. Binâenaleyh derrâk oluş, tam ve mükemmel bir ilme, fa'âl oluş İse mükemmel manada bir kudrete işarettir. Allahü teâlâ, celâl sıfatlarından bu iki sıfata böylece dikkat çekince, üçüncü bir sıfatı olan vahdaniyyetine de, "O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur" cümlesiyle dikkat çekmiştir. Allahü teâlâ, kendisini bu sıfatlarla tavsîf edince, kullarına iki şey; a) duayı, b) duada ihlası emretmiştir. Bunun için önce, "O halde O'na dininde muhlis olarak dua edin" buyurmuş ve sonra "Elhamdülillahi Rabbi'l-alemîn" demiştir. Binâenaleyh bu ifadeyle, "Elhamdülillah..." ifadesinin bizzat lafzı murad edilmiş olabileceği gibi, "Allah, celâl ve İzzet sıfatlarıyla mevsûf olduğuna göre, zatı gereği O'nun hakkında, "Hamd âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur" denilmeye müstehaktır" manasının kastedilmiş olması da mümkündür. Hak teâlâ, celâl ve azamet sıfatlarını zikredince, "De ki:" O sizin Allah'ı bırakıp taptıklarınıza kulluk etmekten kesinlikle nehyolundum" buyurmuş, böylece bunu, müşrikleri putperestlikten çevirebilmek için, en yumuşak bir tarzda, müşrikler için zikretmiş, bu husustaki nehyin sebebinin, getirilen o beyyineler (deliller) olduğunu beyân etmiştir. O beyyineler de, âlemin gerçek tanrısının, biraz önce de geçtiği gibi, celâl ve azamet sıfatlarıyla mevsûf olduğunun, aklın açıkça ibâdetin O'na yapılması gerektiğine şehâdet ettiğinin, yontulmuş, şekil verilmiş taş ve ağaçların ma'bûd olmada, O'na ortak olmalarının kötülüğünü aklın açıkça gösterdiğinin sabit olmasıdır. Allahü teâlâ, kendisine ibadeti emredince, peygamberine "Âlemlerin Rabbine teslim olmam emrolundu" demesini emretmiştir. Hak teâlâ, kendisi hakkındaki bu gerçekleri zikretmiştir. Çünkü müşrikler onun, son derece akıllı ve mükemmel bir cevher (öz) olduğuna inanıyorlardı. Herkesin, kendisi için, en üstün ve en mükemmeli isteyeceği zarurî olarak bilinir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, kişinin faydasına olan şeyin, Allah'dan başkasından yüz çevirmesi ve tamamen Allah'a itaata yönelmeyle olacağını bildirince, bu yolun, dışındaki her yoldan daha mükemmel ve sağlam olduğu ortaya çıkmış olur. Daha sonra Hak teâlâ, "O sizi bir topraktan yaratandır" buyurmuştur. Bil ki biz, delillerin, âfâkî ve enfüsî olarak ikiye ayrıldığını söylemiştik. Âfâkî deliller pek çok olup, bu ayetlerde bahsedilenler, gece ile gündüz, yer ile gök olmak üzere dörttür. Enfüsî delillerin de, şu iki kısma ayrıldığını biraz önce söylemiştik: a) Kişinin bedenen ulaştığı kemâl noktasındaki halleri... Bunlar pek çok olup, bu ayetlerde onlardan ele alınanlar, insanın şekli, şeklinin güzelliği ve güzel rızıkla beslenme olarak, üçtür. İkinci kısma, yani bedenin önce nutfe (meni) ve cenîn oluşundan başlayıp, ihtiyarlayıp ölmesine kadar geçirdiği devrelerin nasıllığı hususu da bu ayetlerde ele alınmış ve Cenâb-ı Hak, "O sizi bir topraktan, sonra bir meniden, sonra da bir alakadan., .yarattı" buyurmuştur. Buradaki "sizi" ifadesiyle, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in kastedildiği söylenmiştir. Bana göre, bunu söylemeye gerek yok. Çünkü her insan meniden ve hayız kanından (yani yumurtadan) yaratılmıştır. Meni de kandandır. O halde insan kandan yaratılmıştır. Kan da, gıdalardan meydana gelir. Gıdalar, ya hayvansal, ya bitkisel olurlar. Dolayısıyla hayvanların oluşumundaki durum, tıpkı insanın oluşumundaki durum gibidir. Binâenaleyh gıdaların tümü bitkilere varıp dayanır. Bitkiler de topraktan ve sudan meydana gelir. Böylece her insanın topraktan oluştuğu; bu toprağın önce nutfe, sonra alaka, sonra da -ana karnından ayrılıncaya kadar- pek çok merhaleler geçiren bir cenin olduğu, Allah'ın bu mertebeleri, başka ayetlerde anlattığı için zikretmediği sabit olmuş olur. Bil ki Allahü teâlâ, insanın ömrünü şu üç mertebeye göre düzenlemiştir: a) Çocukluğu, b) Erginlik çağı, c) İhtiyarlık dönemi... Bu, akla uygun, güzel ve doğru bir sıralamadır. Çünkü insan, ömrünün ilk çağlarında büyümeye, gelişmeye, gürleşmeye başlar. Buna tufûliyyet (çocukluk) çağı denir. İkinci merhale insanın gelişme çağına, zayıflık namına hiçbirşeyin yer almadığı yaşının en mükemmel çağına ulaşmasıdır ki işte bu mertebe, "güçlü-kuvvetli bir çağa erişmeniz için.." ifadesiyle anlatılmaktadır. Üçüncü merhale de, insanın, geriye sayması, âcizlik-noksanlık eserlerinin başgöstermesidir. Bu da ayette, "Sonra ihtiyar olmanız için..." cümlesi ile kastedilmiştir. Bu taksimatı iyice kavradığında, yapılan bu taksimata göre, ömrün derecelerinin esasta bu üçden fazla olmadığını anlamış olursun. Keşşaf sahibi ayetteki, 'deki lâm harf-i cerrinin, mahzûf bir fiile taalluk ettiğini ve takdirin, "Güçfü-kuvvetli bir çağa erişesiniz diye, sizi sağ bırakır" şeklinde olduğunu söylemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "içinizden kimi daha evvel öldürülür" buyurmuştur. Ayetteki, "daha evvel" ifâdesi, ya "ihtiyarlık yaşına gelmezden önce" yahut da "düşük olarak doğduğunda, ayette bahsedilen devreleri tamamlamazdan önce.." demektir. Allahü teâlâ sonra, "Muayyen bir vakte ulaşmanız için..." buyurmuştur ki bu da, "O bunu, belli bir zamana, yani ölüm vaktinize ulaşmanız için böyle yapar" demektir. "Muayyen (belli) vakit'in, Kıyamet günü olduğu da söylenmiştir. Sonra Hak teâlâ, "ve aklınızı kullanmanız için..." buyurmuştur. Bu da, "Bu enteresan durumlardaki çeşitli delilleri ve ibretleri düşünesiniz diye..." demektir. 68"O, dirilten ve öldürendir. O, bir işin olmasını dilediği zaman, sadece "Ol" der, o iş de oluverir". Bil ki Allahü teâlâ, insanın toprak oluştan, nutfe oluşa, sonra alaka, sonra çocuk, sonra ergin, sonra da ihtiyar oluşa geçişinden bahsedip, bu değişiklikleri kadir bir ilâhın varlığına delil gösterince, "O, dirilten ve öldürendir" buyurmuştur ki bu, biraz önce de bahsi geçtiği gibi, "Bir sıfattan başka bir sıfata geçiş, kadir bir ilahın varlığına delâlet ettiği gibi, hayattan ölüme, ölümden hayata geçiş de kadir bir İlahın varlığına delâlet eder" demektir. Ayetteki, "O, bir işin olmasını dilediği zaman, sadece "ol" der, o iş de oluverir" ifadesi ile İlgili olarak şu izahlar yapılabilir: a) Bu, "Allah, bu maddeleri, bir halden bir hale geçirince, bu işlerinde yorulmaz, herhangi bir alet-edevâta da ihtiyaç duymamıştır. Binâenaleyh kâinatta ve muhdesâtta (yaratılmış şeylerde) kudretinin, herhangi bir karşı koymayla yüzyüze gelmeksizin, geçerliliğini, "ol" der, o iş de oluverir.." demek suretiyle anlatmıştır. b) Diriltme ve öldürmeyi, "ol" der, o da oluverir.." ifadesiyle anlatmak istemiştir. Buna göre sanki, "İnsanın toprak iken nutfe oluşu ve alaka oluşa geçişi, tedricî olarak, kademe kademe meydana gelen bir tekâmüldür. Ama hayatın meydana gelişi, ruh cevherinin insanla ilgi kurması anında derhal olur" demektir. İşte bu sebepten ötürü, hayat verme İşi, ayette bu ifadeyle anlatılmıştır. c) Bazı kimseler şöyle derler: "İnsan, ana rahminde belli bir müddet içinde, meni ve kandan ve bunların çeşitli devrelerinden meydana gelir. Buna göre sanki âdeta "Her insanın başka bir insandan meydana gelmesi imkânsızdır. Çünkü "teselsül" imkânsızdır. Sonradan var olan muhdes bir varlığın ezelde bulunması da muhaldir. Binâenaleyh mutlaka bir İlk insanın olduğunu kabul etmek gerekir. Bu durumda o insanın meydana gelişi, meni ve kan (yumurta) ile değil, aksine Allah'ın doğrudan doğruya yaratmasıyla meydana gelir. İşte Allahü teâlâ bunu, "Kün feyekûn" ifadesiyle anlatmıştır. 69Âyetin tefsiri için bak:76 70Âyetin tefsiri için bak:76 71Âyetin tefsiri için bak:76 72Âyetin tefsiri için bak:76 73Âyetin tefsiri için bak:76 74Âyetin tefsiri için bak:76 75Âyetin tefsiri için bak:76 76"Allah'ın ayetleri hakkında çekişenlere bakmadın mı, nasıl haktan döndürülüyorlar? Onlar, kitabı ve peygamberlerimizle gönderdiğimiz şeyleri yalanlayanlardır. Artık bilecekler, boyunlarında bukağılar ve zincirler bulunduğu zaman... Onlar sıcak suyun içinde sürüklenecekler, sonra ateşte yakılacaklar. Sonra onlara, "Allah'a şerik sayıp taptığınız şeyler nerede?" denilecek, onlar da, "Bizden uzaklaşıp kayboldular. Daha doğrusu zaten biz daha evvel de asla onlara tapmadık" diyecekler. İşte Allah kâfirleri böyle şaşırtır. Size olan azap şundandır: Çünkü siz yeryüzünde haksız yere şımarıklık ediyorsunuz, Cehennem kapılarından, içinde ebedî kalıcı olarak girin. Bak o kibirlenenterin varıp gidecekleri yer ne kötüdür!" Bil ki Allahü teâlâ, ayetleriyle mücâdele edenleri tekrar kınamaya başlayarak, "Allah'ın ayetleri hakkında çekişenlere bakmadın mı, ..." buyurmuştur. Bu, Allah'ın ayetlerine karşı mücadele edip, kabullenmeyip onları yalanlamaları yüzünden, onları kınayan bir ifadedir. Böylece Allahü teâlâ, "nasıl döndürülüyorlar" ifadesiyle, onlar hakkındaki taaccübünü (hayretini) bildirmiştir ki bu, tıpkı bir kimsenin, sebebini açıklamayan birisine, onun gafletine şaşarak, "Nereye götürülüyorsunuz?" demesi gibidir. Allahü teâlâ sonra, kitabı yani Kur'ân'ı ve peygamberleriyle gönderdiği diğer kitapları yalanlayanların, bu mücâdele edenler olduğunu beyan etmiştir. Eğer, sevfe edatı geleceği ifade eder, iz edatı ise geçmiş zaman için kullanılır. Binâenaleyh ayetteki ifadesi tıpkı, "oruç tutacağım dün" demene benzer" denilirse, biz deriz ki: "Buradaki iz ile Izâ manası kastedilmiştir. Çünkü gelecek zamana âit şeyler Allah'ın haberleri içinde, kesin ve seksiz şeyler olduğu için, Allah bunları olup-bitmişliği ifâde eden lafızlarla anlatmıştır. Bu lafızlara rağmen mana gelecekle ilgilidir. Bu açıklama Keşşaf sahibine aittir, Daha sonra Cenâb-ı Hak onların azaplarının nasıl olacağını anlatmak üzere "Boyunlarında bukağılar ve zincirler bulunduğu zaman, onlar sıcak suyun içinde sürüklenecekler" buyurmuştur. Bu, "Onların boyunlarında bukağılar ve zincirler olduğu halde, bu zincirlerle, hamîm'de, yani cehennem ateşiyle kaynatılmış sıcak su içerisinde sürüklenirler. Sonra da ateşte yakılırlar" demektir. Arapça'da "secr", ateşte yakma manasınadır ki bu da, "Onlar cehennemde iken, ateş onları her taraftan kuşatır" demektir. Hak teâlâ'nın, "O, Allah'ın tutuşturulmuş bir ateşidir ki tırmanıp yüreklerinin tâ üstüne çıkacak (kaplayacak)tır o" (Hümeze, 6-7) ayeti de buna yakın bir manadadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sonra onlara, "Allah 'dan başka şerik sayıp taptığınız şeyler nerede?" denildiğinde onlar yani sıvışıp gözümüzden kayboldular. Artık onları göremiyor, onlardan medet umamıyoruz" diyecekler, sonra da "Daha doğrusu zaten biz, daha evvel de asla onlara tapmadık" diyecekler ki bu, "Putperestler putların bir şey olmadıklarını anlayıp, "Onlara asla ibadet etmemiştik" diyecekler" demektir ki bu tıpkı senin, birisini deneyip onda hiçbir hayır bulamadığında, "Ben falancayı birşey sanırdım. Meğer o hiçbir şey değilmiş" demen gibidir. Bu ifade ile, Allahü teâlâ'nın, En'âm Sûresi'nde, onların, "Allah'a yemin olsun ki ey Rabbimiz, biz şirk koşmamıştık" (En'âm. 23) dediklerini haber verişinde de olduğu gibi, "Onlar âhirette yalan söyleyip, Allah'dan başkasına ibadet edişlerini inkâr ettiler" manasının kastedilmiş olması da mümkündür. Daha sonra Hak teâlâ, "İşte Allah kâfirleri böyle şaşırtır" buyurmuştur. Kâdî şöyle der: "Bu ifade, "Allah kâfirleri cennet yolundan şaşırtır, saptırır" manasındadır. Çünkü Allah'ın onları, delillerden ve hüccetlerden saptırıp uzaklaştırdığı söylenemez. Zira dünyada iken onları Allah bu delillere sevketmiştir." Keşşaf sahibi ise buna, "Onların putlarının sıvışıp kaybolması gibi, Allah onları da putlarından saptırıp, uzaklaştırır. Öyle ki, eğer onlar putlarını, yahut putları (taptıkları şeyler) onları arayacak olsalar, birbirlerini bulamazlar" şeklinde mana vermiştir. Cenâb-ı Allah daha sonra "Size olan (azap) şundandır: Çünkü siz yeryüzünde haksız yere şımarıklık ediyorsunuz" buyurmuştur ki bu: "Busaptırılışınız, haksız yere şımarıklık ve taşkınlık etmenizden ötürüdür. Bu şımarıklık ve taşkınlığınız da, müşrik olup, putlara tapmanızdır. Sizin için ayrılmış, o yedi cehennem kapısından giriniz." demektir. Bir başka ayette de, "Onun yedi kapısı vardır. Onlardan her kapı için, ayrılmış bir kısım (insanlar) vardır" (Hicr, 44) buyurulmuştur "Onlar orada ebedî kalıcı olarak, (oraya girerler). O kibirlilerin varıp gidecekleri yer ne kötüdür!" Bununla, önceki ayetlerde, Kur'ân ayetleriyle mücâdele edenlerin sıfatlarından olarak belirttiği, "Allah'ın ayetleriyle mücâdele edenlerin göğüslerinde ... bir büyüklükten başka bir şey yok" (Mümin, 56) hususu kastedilmiştir. Hazret-i Peygamberi Teselli 77Âyetin tefsiri için bak:78 78"Artık sen sabret. Şüphesiz Allah'ın vaadi bir gerçektir. Velhasıl ya onlara yapmakta olduğumuz tehdidin (gerçekleşmesini) kısmen sana göstereceğiz, yahut seni kendi (katımıza) alacağız. Nihayet onlar ancak bize döndürülüp getirileceklerdir. Andolsun ki senden evvel de peygamberler gönderdik. Onlardan, sana kıssalarını anlattığımız kimseler de, sana anlatmadığımız kimseler de var. Hiç bir peygamber, Allah'ın izni olmaksızın herhangi bir mucizeyi kendiliğinden getiremez. Allah'ın emri gelince de, hak ile hükmohnur. Bâtılı savunanlar, İşte burada hüsrana düşmüşlerdir" Bil ki Allahü teâlâ, sûrenin başından buraya kadar, ayetlerine karşı mücâdele edenlerin yollarını çürütmek için söz söyleyince, bu ayette, Peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onların eziyetlerine ve bu mücadelelerle rahatsız edilişine sabretmesini emretmiş, sonra da, "Şüphesiz Allah'ın vaadi bir gerçektir" demiş, bu vaad ile, ona söz verdiği yardımı ve düşmanlarına azap indirmeyi kastetmiş, daha sonra da, "ya onlara yapmakta olduğumuz tehdidin (gerçekleşmesini) kısmen sana göstereceğiz" buyurmuş; "onlar" ifadesi ile o kâfirleri, tehdid ile de, Bedir günündeki öldürülmeleri gibi, onların başına gelen azabı kastetmiştir ki matlub olan budur. "Yahut, onlara bu azabı indirmezden önce, seni kendi (katımıza) alacağız. Çünkü nihayet onlar, Kıyamette bize döndürülüp getirileceklerdir. Biz de onlardan, alabildiğine intikam alacağız." Bunun bir benzeri ayet de, "Eğer seni (alır) götürürsek de şüphe yok ki biz onlardan mutlaka intikam alırız. Yahut onlara vaadettiğimiz azabı, hemen kendilerine göstereceğiz. Çünkü biz onlara hükümranız" (zuhruf, 41-42) ayetidir. Dahasonra Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki senden evvel de peygamberler gönderdik. Onlardan, sana kıssalarını anlattığımız kimseler de, sana anlatmadığımız kimseler de var" buyurmuştur. Bu, şu manayadır: Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Sen de, senden önceki peygamberler gibisin. Biz onlardan bazısını sana anlattık, diğerlerini ise anlatmadık. Onlar içinde de, Allah'ın ayetler ve mucizeler verdiği, ama kavminin mücâdele edip, kavmince yalanlanan; senin başına gelenlere benzer, başlarına keder ve belâlar gelip, sabredenler vardı. Onların kavimleri hep bir inad ve İşi yokuşa sürme babında, onlardan fazladan mucizeler istiyorlardı. Ama Allah, göstermesinde fayda olan mucizeleri veriyordu. Fakat, fayda olmayan mucizeleri göstermiyordu. İşte bu durum nasıl onların nübüvvetlerini zedeleyen bir şey değilse, senin için de aynı durum geçerlidir. Senin kavminin de fazladan mucize istemedeki durumu da aynıdır. Onları göstermede bir fayda olmadığı için, pek yerinde olarak onlan göstermedik." İşte, "Hiç bir peygamber, Allah'ın izni olmaksızın, herhangi bir ayeti (mucizeyi) kendiliğinden getiremez" ifadesi ile anlatılmak istenen budur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'ın emri gelince de, hak ile hükmolunur.." buyurmuştur ki bu, yeniden mucize talebinin peşinden gelmiş olan, bir tehdittir. Ayetteki, "Allah'ın emri.." ifadesiyle, kıyamet günü; "bâtılı savunanlar" ifadesiyle de, işi sarpa sardırmak maksadıyla, gereğinden fazla mucize getirilmesini isteyenler ile, Allah'ın ayetleri hakkında dedikodu yapan muannitler kastedilmiştir. 79Âyetin tefsiri için bak:81 80Âyetin tefsiri için bak:81 81"Allah, kimine binesiniz, kimini yiyesiniz diye, sizin için davarlar yaratandır. Onlarda, size, (daha başka) faydalar da vardır. Göğüslerinizdeki bir hacete ermeniz için, onların üzerine biniyorsunuz. (Karada), onların üzerinde, (denizde) gemilerin üstünde taşınıyorsunuz. (Allah) size ayetlerini gösteriyor. Artık siz, Allah'ın ayetlerinden hangisini İnkâr edebilirsiniz?" Bil ki Allah Tealâ, vaid ve tehditlerini iyice anlatınca, hem rahîm, hakîm bir ilâhın varlığına delâlet edecek şeyleri, hem de kullarına in'âm ve lütuf sayılacak şeyleri, yeniden anlatmaya başlamıştır. Zeccâc, "En'âm, sadece devedir" derken, Kadî, buradaki "en'am" sözüyle sekiz çift hayvanın kastedildiğini (En'am, 143) söylemiştir. Bu ayetle ilgili şöylesi birkaç soru sorulabilir: Birinci Soru: Niçin, ayetteki ve ifadelerine, "ta'lîl (maksat) lâm'ı, gelmiş de, diğerlerinin başına gelmemiştir? Bunun sebebi nedir? Cevap: Keşşaf sahibi şöyle der: "Binmek, ister vacip ister mendûb olsun, hac ve savaş için söz konusudur. Binâenaleyh, bu iki şey de, dinî bir hedef taşır. Dolayısıyla, bu iki ifadenin başına bu harf (garaz lâm'ı) gelmiştir. Ama, yemek ve menfaat temin etme işleri ise, mubah olan şeyler türündendir. Bu sebeple, pek yerinde olarak bu ifâdelerin başına bu harf getirilmemiştir. Ki, bunun bir benzeri de, (Nahl. 8) ayetidir... Dolayısıyla, burada da, binmeye delâlet eden fiilin başına lâm getirilmiş, ama zînete ait kelimenin başına getirilmemiştir. İkinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesinin manası, "Karada ve denizde taşınırsınız..." şeklindedir. Bunu iyice kavrayınca, hatıra şöyle bir soru gelmektedir: Cenâb-ı Hak, (hud, 40) ayetinde ("orada") buyurduğu halde, niçin bu ayette (......) dememiş de, (......) buyurmuştur? Cevap: (......) lafzı, istilâ (bir şeyin üzerinde olmayı ifâde) içindir. Binâenaleyh, gemiye konulan o şey hakkında, "oraya konuldu..." denildiği gibi, "onun üzerine konuldu..." da denilebilir. Bu iki kullanılış da, sahih ve doğru olunca, ifâdesindeki mananın tamam olabilmesi için, ala lafzının kullanılması daha uygun olmuştur. (Yani, (......) denilmesi gerekirken (......) kelimesine uygun olsun diye, ifadesinin kullanılması daha uygun ve yerinde olmuştur). Cenâb-ı Hak, bunca delillerden bahsedince, "(Allah), size ayetlerini gösteriyor. Siz, Allah'ın ayetlerinden hangisini inkâr ediyorsunuz?" buyurmuştur. Bu, "sayıp Çöktüğünüz bu delillerin hepsi, açık ve net delillerdir..." demektir. Binâenaleyh, "Siz, Allah'ın ayetlerinden hangisini inkâr ediyorsunuz?" ifâdesi, bahsi geçen delillerin hiçbirinin inkâr edilmesinin mümkün olmadığına bir dikkat çekmedir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki, "hangi" kelimesi, meşhur ve yaygın olan kullanılışa göre getirilmiştir. Çünkü şeklindeki kullanış, azdır. Çünkü, müzekkerlik ve müennesliği belirtmek, sıfatlarda değil, isimlerde söz konusu olur. Meselâ denildiği gibi de denilebilir. 82Âyetin tefsiri için bak:85 83Âyetin tefsiri için bak:85 84Âyetin tefsiri için bak:85 85"Ya onlar, yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden evvelkilerin akibeti nice olmuştur, baksınlar? Hem onlar, bunlardan daha çok idi. Kuvvetçe ve yeryüzündeki eserlerce de daha güçlü ve satvetli idiler. Fakat, kazanıp durdukları, kendilerine asla fayda vermedi. Öyle ya, kendilerine peygamberleri apaçık mucizeler getirince, onların nezdindeki ilme karşı, şımarıklık gösterdiler de, istihza edegeldikleri şey kendilerini çepeçevre kuşatıverdi. Artık, vaktaki o çetin azabımızı gördüler. "Allah'a, bir olarak inandık. O'na eş koşmakta olduğumuz şeyleri inkâr ettik" dediler. Fakat, hışmımızı gördükleri zaman, imanları fayda verecek değildi. Allah'ın, kulları hakkında carî olan âdeti budur. İşte kâfirler, burada hüsrana uğradı" Bil ki, Allahü teâlâ, bu sûrenin sonunda hoş ve güzel bir tertibi gözetmiştir. Çünkü O, ilk önce, ulûhiyyetinin delilleri ile kudret, rahmet ve hikmetinin mükemmel oluşu hususunda bir fasıl zikretmiş, bunun peşinden de, tehdit ve vaîdleri hususunda diğer bölümü getirmiştir. Bu sûrenin sona erdiği fasıl ise, işte bu tehdidi ifade eden bölümüdür ki, bundan maksad ise, "Allah'ın ayetleri hakkında mücadele eden ve bu sebeple de göğüslerinde alabildiğine kibir bulunan o kâfirler yok mu, bütün bunların sebebi, riyaset peşinde koşmak, mal ve makamca başkalarını ileri geçmek arzusudur. Binâenaleyh, işte bu tür şeyleri elde etmek maksadıyla, kim hakka inkiyâd etmezse, dünyaya mukabil, âhiretini satmış olur!" manasıdır. Böylece Allahü teâlâ, bu yolun yanlış olduğunu, zira dünyanın fani ve geçici olduğunu beyan etmiş, bu hususa delil olarak da, "Ya onlar, yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden evvelkilerin akibeti nice olmuştur, baksınlar?.."buyurmuştur. Ki bu, "şayet onlar, yeryüzünü köşe bucak gezmiş olsalardı, direten ve kibirlenen kimselerin akibetlerinin, sonrakilerden malca, sayıca ve makamca daha üstün ve ileri olmalarına rağmen, yok olmak olduğunu görür ve anlarlardı. Binâenaleyh onlar, bu büyük imkânlarından ve ezici kudretlerinden ancak, hayal kırıklığı, hüsran, nedamet ve helak elde edebildiler. Ya bu, miskin yoksulların hali nasıl olacaktır?! Onların bunlardan sayıca çok olmalarının izahına gelince, bu, haberlerden anlaşılan bir husustur. Onların yeryüzünde kuvvet ve eserce ileri olmaları ise, onların, kendilerinden geriye kalan, büyük ve göz alıcı eserlerinden anlaşılır. Ki bunlar, meselâ Mısır'da bulunan ehramlar gibi büyük kale mezarlar, eski kralların kurdukları büyük beldeler ve Cenâb-ı Hakk'ın onların dağlardan yontarak evler edindiklerine dair nakletmiş olduğu şeylerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak Fakat, kazanır oldukları şeyler, kendilerine asla fayda vermedi.." buyurmuştur. ifadesinin başında mâ kelimesi, ya olumsuzluk manasındadır, yahut da istifham manasında olup, mahallen mansûbtur. ifâdesinin başındaki mâ ise, ya mâ-i mevsûle veya masdariyye olup, mahallen merfûdur. Yani, "Onların kazanmış oldukları ya da kazanmaları, onlara ne fayda verebildi ki?!" demektir. Resullere Müstağni Davrananlar Daha sonra Cenâb-ı Hak, o kâfirlere, peygamberlerinin, delil ve mucizeler getirdiğinde, kendi yanlarındaki ilimleriyle şımardıklarını beyan buyurmuştur. Bil ki, ifâdesindeki vâv zamirinin, kâfirlere de, peygamberlere de râci olması muhtemeldir. Ama biz bunun, kâfirlere râcî olduğunu söylersek, bu durumda "o kâfirlerin şımarıp sevinmelerine sebep olan ilim, hangi ilimdir?" diye bir soru sorulabilir. İşte bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) Bununla, onların ilim adını verdiği şeyler, yani Allah'ın, onlardan, Kur'ân'da naklettiği şüpheleri kastedilmiştir.. Bu meselâ onların, "Bizi ancak o dehr helâk eder" (Câsiye, 24); "Şayet Allah dileseydi biz şirk koşmazdık, atalarımız da... "(En'am, 107), "Unufak olmuşlarken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?!" (Yasin,78) ve "...Eğer ben Rabbime döndürülüpgötürülürsem, elbette, bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum..." (Kehf,36) şeklindeki sözleridir. Ki onlar, bu sözleriyle sevinip şımarıyor, taşkınlık ediyor, böylece de peygamberlerin sözlerini kabul etmeyip, onlara tepeden bakıyorlardı. Nitekim Cenâb-ı Hak da "her fırka kendi ellerindeki ile böbürlenmek suretiyle parça parça oldular" (Mü'minun, 53) buyurmuştur. b) Bununla, felsefecilerin ilimlerinin kastedilmiş olması da mümkündür. Çünkü onlar, Allah'ın vahyini duyduklarında onu kabul etmez, peygamberlerin ilimlerini, kendi ilimleri yanında küçük görürlerdi. Nitekim, Sokrat'ın, bir peygamberin gelmiş olduğunu duyduğu; ona, "Keşke onun yanına gitsen" denildiğinde, onun, "Biz yolumuzu bulmuş kimseleriz, artık bize doğru yol gösterecek bir kimseye ihtiyacımız yoktur" dediği söylenmiştir. c) Bununla, o kâfirlerin, dünya işlerini bilmeleri, o işleri güzelce yürütmeleri de kastedilmiş olabilir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Onlar dünya hayatından yalnız bir dış taraf bilirler.. Ahiretten ise onlar, gafillerin ta kendileridir" (Rum,7) ve "Onların ilimden erebildikleri işte budur.,." (Necm, 36) buyurmuştur. Binâenaleyh, peygamberleri onlara, dinî ilimleri, yani Allah'ı tanıma, ahireti bilip inanma, ruhu kötü şeylerden temizleyip arındırma bilgilerini getirince, onlar bunlara aldırmamış, bunlarla alay etmiş, kendilerininkinden daha faydalı, daha kapsamlı ve daha yararlı olan bir ilim bulunmadığına inanmışlar ve bununla şımarmışlardır. Ama biz, bu zamirin, peygamberlere râcî olduğunu söylersek, bu hususta da şu iki izahı yapabiliriz: a) Bu sevinme, peygamberler için söz konusudur. Bu, "O peygamberler, kendi kavimlerinden ileri derecede bir cehalet; haktan yüz çevirme müşahede edip, onların akıbetlerinin kötü olacağını ve onların, cehaletlerinden ve haktan yüz çevirmelerinden dolayı başlarına gelecek olan ceza ve ukubeti anlamış olduklarında, işte o zaman o peygamberler kendilerine verilen bir ilimle sevinmişler ve Allah'a şükretmişlerdir. Kâfirleri de, cehalet ve istihzalarının cezası kuşatmıştır. b) Bu ifadelerle, "kâfirler, peygamberlerin yanındaki ilimlerle, ona gülmek ve onunla alay etmek suretiyle şımarmışlardır" manası kastedilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Şımararak, bu deliller ve onların getirdiği vahiy bilgisiyle alay ettiler.." demek istemiştir. Mananın böyle olduğunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "istihza edegeldikleri şey kendilerini çepeçevre kuşatıverdi.." ifadesidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Artık, vaktaki o çetin azabımızı gördüler, "Allah'a, bir olarak inandık. O'na eş koşmakta olduğumuz şeyleri inkâr ettik.." dediler" buyurmuştur. Bu ifâdede geçen be's kelimesiyle, şiddetli azap kastedilmiştir ki, (araf, 165) ifadesi de, bu anlamdadır. Buna göre eğer: "Ayetteki, ifadesiyle, şayet söylenmiş olsaydı, ifadesi arasında ne fark olurdu?" denilirse, biz deriz ki: Bu tıpkı, "Allah hiçbir oğul edinmemiştir.." (Meryem, 53) ayetindeki gibidir. Buna göre mana, "Onların imanlarının onlara fayda vermesi sahih ve doğru olmamıştır, olmaz!" şeklindedir. İmdi şayet, "iman etmesinin kişiye fayda vermeyeceği vakit hakkında katî bir şey söyleyebilir misin?" denilirse, biz deriz ki: Bu, kendisinde, rahmet ve azap meleklerinin inişinin bizzat müşahede edildiği vakittir. Çünkü bu vakitte kişi, iman etmeye mecbur kalmış olur. Bu iman ise, fayda vermez. İman ancak, aksini yapabilmeye muktedir olunup, kişi böylece hür ve irâde sahibi olduğunda fayda verir, geçerli ve sahîh olur. Ama insanlar, ahiret alametlerini, (Ölürken) görüp müşahede ettiklerinde, (ettikleri iman ise), fayda vermez. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Allah'ın, kulları hakkında carî olan âdeti budur..." buyurmuştur. Bu, "ye's halinde, (iman etmekten başka bir çaresi salmadığı durumunda), imanın makbul olmayışı, Allah'ın, bütün ümmetler hakkında sürüp gelen değişmez yasasıdır" demektir. (......) cümlesindeki (......) kelimesi, zaman manasını ifade eden bir kelime olup, buna göre mana, "Onlar, o şiddetli azabın vaktini gördüklerinde hüsrana uğradılar.." şeklindedir. Doğruya ileten ise, Allah'dır. Bu sûrenin tefsiri, Herât şehrinde, hicrî 603 yılının Zilhicce ayının ikinci cumartesi gününde tamamlandı. Ey niteleyenlerin en mükemmel nitelemelerinin bile, celâl ve izzetin adına, (bilgisini ancak) kendisine ayırdığın şeylerin en küçüğüne dahi ulaşılamayan! Ey, tefekkür edenlerin anlayışlarının ve düşünenlerin fikirlerinin, senin kibriyânın sırlarının ilke ve yasalarını kuşatmaktan aciz olan zât! Lütfunla ve rahmetinle bizi, bâtılı savunan, böylece de ziyana uğrayan kimseler arasına katma. Ve, bizi, Kıyamet gününde mahrum olanlardan kılma... Çünkü sen, ekremü'l-ekremîn ve erhamu'r-râhimîn'sin... Hamd, alemlerin rabbi olan Allah'a, salât ü selâm, Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed'e, O'nun âline, ashabına ve bütün ümmet-i Muhamed'e olsun... |
﴾ 0 ﴿