FUSSİLET (SECDE) SÛRESİ

Ellidört ayet olup Mekki'dir.

1

Âyetin tefsiri için bak:8

2

Âyetin tefsiri için bak:8

3

Âyetin tefsiri için bak:8

4

Âyetin tefsiri için bak:8

5

Âyetin tefsiri için bak:8

6

Âyetin tefsiri için bak:8

7

Âyetin tefsiri için bak:8

8

"Hâ mim. (Bu), bilecek herhangi bir topluluk için, ayetleri ayrı ayrı açıklanmış, müjdeler verici, korkutucu, Arapça bir Kur'ân olmak üzere, Rahman ve Rahîm tarafından indirilmiş bir kitaptır. (Böyle iken), onların çoğu, (bunu düşünüp kabulden) yüz çevirmiştir. Artık dinlemezler onlar. Onlar, "Bizi kendisine davet edegeldiğin şeye, kalplerimiz örtülüdür. Kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır. O halde sen, (dinince) amel ve (hareket) et... Biz de elbette, (dinimize göre) amel ediciyiz.." derler. De ki: "Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana şu vahyolunuyor: Sizin Tanrınız, ancak bir tek Tanrı'dır. Onun için hepiniz O'na doğrulun, O'ndan mağfiret isteyin. Vay haline, o Allah'a ortak koşanların! Ki onlar, zekât vermezler. Onlar âhireti (İnkâr ile) kâfir olanların ta kendileridir. Gerçekten, iman edip de iyi iyi amel ve hareketlerde bulunanlar yok mu? Onlar için başa kakılmayan bir mükâfaat vardır"

Hurûf-i Mukattaanın İ'rabı

Bil ki, bu sûrenin başında, (terkibi) hususunda pekçok ihtimal söz konusudur:

a) En kuvvetli olanına göre, " (hâ, mîm) bu sûrenin ismi olup, mübtedâ, (......) kelimesi de haberidir" denilmesidir.

b) Ahfeş, (......) kelimesi merfû, mübtedâ; kitabım kelimesi ise, haberidir" derken,

c) Zeccâc, " mübtedâ, merfû; haberi ise, ifadesidir" der. Bu şu demektir: "Tenzîlün" kelimesi, sıfatla, ifadesiyle husûsileşmiş, (tahassüs kesbetmiş), böylece de mübtedâ olarak gelmesi caiz olmuş olan bir kelimedir.

Bil ki Allahü teâlâ, Hâ, Mîm adını taşıyan bu sûre hakkında şu hükümleri bildirmiştir:

1)Bu sûrenin, indirilmiş olmasına "Tenzil" kelimesiyle, ism-i mef'ûl (münezzel-indirilmiş) manası kastedilmiş olup, masdardan ism-i mef'ûl manasının kastedilmesi meşhur olan bir mecazdır. Nitekim Arapça'da, onun için bina edilmiş, yapılmış manasında, "Bu emirin binâsıdır"; "onun sikkesini taşıyan ve onun sikkesi vurulmuş" manasında da, "Bu dirhem, sultanın darbıdır; onun, sikkesi basılmıştır" denilir. Bu sûrenin "indirilmiş" olması ile, Allahü teâlâ'nın onu, Levh-i Mahfûz'a yazması, Cibril (aleyhisselâm)'e, o yazılan şeyleri hıfzedip ezberlemesini, daha sonra da onu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirip ona tebliğ etmesini emretmesi kastedilmiştir. Binâenaleyh, bu kelimelerin Cebrail (aleyhisselâm)'in indirmesi vasıtasıyla anlatılması tahakkuk edince, işte bu hadiseye "tenzil" ismi verilmiştir.

Kur'ân'ın İndirilmesi Rahmettir

2)Bu indirme işinin, doğrudan doğruya Rahman ve Rahîm tarafından olması... Bu, bu indirmenin Allah'dan sudur etmiş, büyük bir lütuf olduğuna delâlet eder. Çünkü bir sıfatla birlikte zikredilen fiil, mutlaka o sıfata uygun ve münasip olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, Rahman ve Rahîm olması, rahmetinin mükemmelliğine delâlet eden iki sıfattır.. Binâenaleyh, bu iki sıfata nisbet edlen "tenzil" işi, mutlaka ve mutlaka, nimet çeşitlerinin en büyüğüne delâlet eder. Aslında durum da böyledir. Çünkü, bu alemdeki mahlûkat, âdeta hasta, kötürüm ve İhtiyaç içinde kıvranan varlıklar gibidirler. Kur'ân da, hastanın ihtiyaç hissettiği ilâçları ve sağlam kimselerin ihtiyaç duyduğu gıdaları kapsamaktadır. Binâenaleyh, Allah nezdinde bu atemdekiler için gerekli olan en büyük nimet, Kur'ân'ı insanlara indirmesidir.

Kitap Olması

3)Bunun, bir kitap olması... Biz, "kitap" isminin, cem etmek anlamındaki bir kökten türemiş olduğunu ve Kur'ân'a, içinde, evvelkilerin ve sonrakilerin ilimlerini bulundurduğu için, "kitap" adının verildiğini beyan etmiştik.

Ayetlerinin Açıklanması

4)"Ayetlerinin ayrı ayrı açıklanmış" olması.. Ki, bu ifadeyle, ayetlerinin, farklı farklı konularda olması ve çeşitti manaları tafsilatlı olarak ifade etmesi kastedilmiştir. Binâenaleyh, bu ayetlerin bir kısmı, Allah'ın zâtının vasfı, "tenzih" ve "takdis" sıfatlarının; ilim, kudret, rahmet ve hikmetinin mükemmelliğinin; göklerin, yerin, yıldızların yaratılmasındaki hallerin ilginçliğinin; gece ve gündüzün birbirini takip etmesinin ve bitkiler, hayvanlar ve insanların hallerinin ilginçliğinin izahı hakkındadır. Bir kısmı da, kalbe ve uzuvlara yönelik mükemmelliyetlerin halleri ve durumları hakkındadır. Diğer bir kısmı, vaad vaîd; cennet ve cehennem ehlinin derecelerini belirleyen mükâfaat ve cezalar hakkındadır. Bir kısmı, va'z ve nasihat, bir kısmı, ahlâkı güzelleştirme, nefsi terbiye etme ve bir kısmı da evvelkilerin kıssaları, geçmişlerin tarihi hakkındadır. Velhasıl, kim (bu hususta) insaflı düşünürse, insanların elinde, Kur'ân kadar, kendisinde farklı ilim ve konuların yer aldığı başka bir kitabın olmadığını anlar.

Kur'ân Olması

5) Bunun, Kur'ân olması.. Kur'ân'a bu adın verilmesinin sebebi, daha önce geçmişti. Bu ifade, "ihtisas ve medh" üzere mansûbtur. Yani, "Ben, bu mufassal kitap ile, sıfatları şöyle şöyle... olan Kur'ân'ı kastediyor ve onu medhediyorum." takdirindedir. Bu ifadenin, hal olarak mansûb olduğu da ileri sürülmüştür.

Arapça Olması

6) Bunun, Arapça arabiyyen olması. Bu, "Bu Kur'ân, sadece ve sadece Arap dili üzere inmiştir" demektir. Ki bu husus, "Biz her peygamberi ancak kendi kavminin lisanıyla göndermişizdir" (ibrahim, 3) ayetiyle de kuvvet kazanır.

Anlayışlı Kimseler İçin

7) Bunun, "anlayan herhangi bir kavim için olması ki bu da, "Biz o Kur'ân'ı, Arap olan bir toplum üzerine indirdiğimiz için, onu Arapça yaptık.. Ne demek istediğini anlasınlar diye, işte böylece biz onu, Arapların dili üzere inzal buyurduk" demektir.

İmdi, eğer " ifadesi, peye taalluk etmektedir?" denilirse, biz deriz ki: Bunun, hem tenzîl, hem de (......) kelimesine taalluk etmesi mümkündür. Buna göre mana ya, "Bu, onlardan ötürü, Allah tarafından indirilmiştir" şeklinde olur, ya da, "Onlar için, ayetleri ayrı ayrı açıklamıştır" şeklinde olur. Ama, en uygun olanın, hem kendinden öncekiler hem de sonrakiler gibi, bu ifadenin de sıfat olmasıdır. Böylece, sılası (yani mevsûf) ile sıfatları arası açılmamış fasledilmemiş olur. Buna göre de mana, "Arap olan bir toplum için olan, Arapça bir Kur'ân olarak..." şeklinde olur.

Müjdeci ve Uyarıcı Olması

8-9) O'nun bir "müjdeci ve uyarıcı" olması. Yani, itaat edenlere, mükâfaat müjdesini verici; günahkâr olanları da ilahî ceza ile tehdit edici olmasıdır. Gerçek şu ki, Kur'ân, bir müjde ve bir uyarmadır (ikazdır). Fakat onun bu hususlarda mükemmel olduğuna dikkat çekmek için, bu beşaret nezâret masdarlarının ismi fail sığaları olan beşîr ve nezîr kullanılmıştır. Bu tıpkı, "Şair şiir, kail (konuşan) kelam" denilmesi gibidir.

Müşriklerin Yüz Çevirmeleri

10) Onların Kur'ân'dan yüz çevirip, onu dinlemeyip, ona iltifat etmeyişleri... İşte bütün bunlar Allahü teâlâ'nın (bu ayetlerde) Kur'ân'ı tavsit ettiği on srtattu. Bunlara şöyle birkaç mesele dayanır:

Kur'ân Mahluktur İddiası

Kur'ân'ın mahlûk olduğunu söyleyenler, şu bakımlardan bu ayetle istidlal etmişlerdir:

1) Allah Tealâ Kur'ân'ı, "tenzil" (indirme) ve "münzel" (indirilmiş) diye nitelemiştir. Tenzil: bir halden başka bir hale geçirmeyi ihsas ettirir. Şu halde Kur'ân'ın mahlûk olması gerekir.

2) Tenzil, masdardır. Masdar ise, nahivcilerin ittifakıyla, cümlede mefûl-ü mutlaktır. (Mef'ul'dür, yani mahluktur).

3) Bu ayetlerde geçen "kitap" ile, ya mefûl-ü mutlak olan masdar "kitap" kastedilmiştir, yahut da mef'ûl olan mektûb (yazılmış şey) manası kastedilmiştir.

4) Ayetteki "ayrı ayrı açıklanmış" ifadesi, Kur'ân'da tafsil ve temyiz yapılmak suretiyle, tasarruf eden birinin icraatını gösterir. Tasarruf ise, kadîm olan bir kitaba uygun düşmez.

5) Kur'ân'a, parçaları birbiriyle birleşip biraraya geldiği için, "Kur'ân" ismi verilmiştir ki bu durum, onun bir failin mef'ûlü, bir yapanın yaptsı olduğunu gösterir.

6) Allahü teâlâ onu, "Arapça" diye nitelemiştir. Böyle bir sıfat ise ancak, bu lafızların, Arapların kullanımlarına ve ıstılahlarına göre manalar almasından ötürü söz konusu olur. Binâenaleyh bir yapanın yapması ile olan şeyin mutlaka muhdes (sonradan) ve mahlûk olması gerekir.

Bunlara şöyle cevap verilir: Bütün bu delilleriniz, kullanılan kelimeler, harfler ve ifadelerle ilgilidir. Zaten bunlar bize göre de mahluktur. Bizim, kadîm olduğunu iddia ettiğimiz şey, bunların dışında kalan bir şeydir. Allah en iyi bilendir.

Zahirî Mana Asıldır

Kelamcıların çoğu, mükellefin görevinin, Kur'ân'ın lafızlarını, Arapça'ya göre konulmuş (ifade ettiği) manalar ile indirildiğine inanmak olduğu, ama bu lafızları, bunun dışında başka manalara hamletmenin kesinlikle yanlış olduğu inancındadırlar. Meselâ, ehl-i bâtının (kelimelerden bâtını manalar çıkaranların) ileri sürdükleri şeyler gibi... Onlar meselâ, bazan harfleri, cümmel (ebced) hesabına göre değerlendirip, manalandırıyorlar; bazan da her harfi başka bir manaya hamlediyorlar. Sufîterin de bu konuda pek çok metod ve usulleri vardır. Onlar buna "mükâşefe" ilmi adını vermişlerdir. Bütün bunların hepsinin yanlış olacağının delili, ayetteki "Arapça bir Kur'ân" ifadesidir, Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı, Arabın kullanımına ve ıstılahlarına göre manalara delalet ettiği için "Arapça" olarak sıfatlandırmıştır.

İşte bu sıfat, Kur'ân'ın lafızlarının o manalara delâlet ettiğini, bunun dışındaki manaların yanlış olduğunu göstermektedir.

Kur'ân'da Mukarreb Kelime

Bazı kimseler, Kur'ân'da Arapça dışındaki dillerden de bazı kelimeler bulunduğu görüşündedirler. Bunlara göre meselâ istebrak (ipek) ve siccil (taşlaşmış çamur) kelimeleri Farsça; mişkat (lamba) kelimesi Habeşçe, Kıstas (ölçü) kelimesi Rumca'dır. Bu görüşün yanlış olduğunun delili ise, bu ayetteki "Arapça bir Kur'ân..." ifadesi ile,"Biz her peygamberi ancak kendi kavminin lisanı ile gönderdik" (İbrahim, 4) ayetidir.

Lûgavi ve Şer'i Mâna

Mu'tezile, "iman, inkâr (küfür), salât (namaz), zekât, savm (oruç) ve hacc gibi kelimeler, lügavî manada değil, şer'î (ıstılahî) manadadırlar" der. Bu şu demektir: Şeriat bu lafızları, aslî lügavî manalarından alıp, başka manalara taşımıştır. Bize göre bu görüş yanlıştır. Çünkü şeriat bu lafızları değiştirmemiştir. Şeriatın yaptığı tek değişiklik bu kelimeleri ifade ettikleri manalardan bir tanesine tahsis etmektir. Meselâ, "imân", tasdik etmek manasınadır. Ama şeriat bunu, belli bir tasdik çeşidine has olarak (tahsis ederek) kullanmıştır. Salat, duâ manasınadır. Şeriat da bu lafzı, belli bir duâ çeşidi olan namaza tahsis etmiştir. Diğer kelimelerdeki durum da böyledir. Bizim görüşümüzün doğruluğunun delili ise, bu ayetteki "Arapça bir Kur'ân olarak.." ifadesi ile, "Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin lisanıyla gönderdik" (ibrahim, 4) ayetidir.

Arapça'nın Özelliği

Cenâb-ı Hakk Kur'ân'ı, bir övgü ve saygı sadedinde, "Arapça" olmakla nitelemiştir. Böyle bir hüküm, ancak Arap dilinin, diğer dillerden üstün olduğu söz konusu ise doğru olur. Bil ki bu netice, ancak dillerin çeşitli faziletlerini (üstünlüklerini), belli kaideye bağlayıp, sonra da bu çeşitlerin sadece Arapça'da mevcud olduğunu açıkladığımızda elde edilir. Bu sebeple diyoruz ki: Sözün, müfred kelimelerden, kelimelerin de harflerden meydana geldiğinde şüphe yoktur. Binâenaleyh kelimelerin maddesi vardır. Bu madde de, kelimelerin harfleridir. Yine demek ki, kelimelerin şekilleri vardır. Bu şekiller ise, kelimeler, harflerden meydana geldiği zaman ortaya çıkan o belli şekildir. Binâenaleyh yukarıda söz konusu edilen üstünlük, ya kelimelerin maddelerine (yani harflerine) göre, yahut da şekillerine göre tahakkuk eder. Kelimelerin maddeleri açısından olan üstünlük, o kelimeleri meydana getiren her bir harftir. Bil ki harfler de, bir kısmı mahreçleri açık, harekeleri net; bir kısmı ise mahreçleri kapalı (belirsiz), harekeleri karışık olmak üzere ikiye ayrılır. Arap harflerinin tamamı, mahreçleri açık, harekeleri seçik olan harflerdir ve bunlardan hiçbiri diğeri ile karışmaz. Diğer dillerin harfleri ise böyle değildir. Aksine o dillerde, birbiriyle karışan harfler vardır. Bu durum, fesahatin mükemmel olmasına mânidir. Hem sonra Arapça dışındaki dillerde bulunan harekeler (sesli harfler) açık harekeler olup, bunlar nasb, ret ve cerrdir. Bu Üç harekeden her biri diğerinden çok net bir biçimde ayrılır. "İşmâm" ve "ravm", Arap lehçelerinde pek az bulunur. Bu durum da, fesahati sağlayan özelliklerdendir. Terkib ile meydana gelen kelimeler de, şu kısımlara ayrılır:

a) Harfler, mahreçler: Biribirlerine yakın ve uzak olmak üzere ikiye ayrılır. Yine harfler sert ve yumuşak olmak üzere de ikiye ayrılır. Bu taksimat neticesinde şu dört kısım söz konusu olur:

1) Mahreçleri biribirine yakın sert harfler,

2) Mahreçleri biribirine yakın yumuşak harfler,

3) Mahreçleri biribirinden uzak sert harfler,

3) Mahreçleri birbirine uzak yumuşak harfler... Binâenaleyh bir kelimede, mahreçleri biribirine yakın iki sert harf ardarda geldiğinde bu kelimeyi telaffuz etmek güçleşir. Çünkü mahreçlerinin yakın olması sebebiyle, bu kelimeyi telaffuz etmek, adetâ insanın elini ayağını bağlayıp, sonra ona "yürü" demek gibi olur. O harflerin sert olması sebebiyle güç ve zor işlerin aynı mahreç üzerinde yoğunlaşması söz konusu olur. Güç işlerin ardarda yapılması ise, aciz kalmaya ve yorgunluğa sebep olur. İşte böylesi terkipler Arap dilinde pek azdır.

b) Harflerin bir kısmı, duyulduğunda hoş ve güzel olur. İşte içinde böylesi harfler bulunan kelimeleri dinlemek ve duymak hoş olur.

c) Vezin meselesi... Diyoruz ki: Kelime, ya iki harfli, ya üç (sessiz) harfli yahut, dört harfli olur. Bunların normali, üç harflistdir. Çünkü ses, harekeler (sesliler) sayesinde oluşur. Harekelerin ise, mutlaka ve mutlaka bir başlangıcı, ortası ve sonu vardır. Binâenaleyh bu durum da üçlü bir sistemdir. Her kelimede, onun tam olabilmesi için, bu üçlü sistemin bulunması gerekir. İki harflisi normalden noksandır, dörtlüsü ise normalden fazladır. Arap dilindeki genel durum, kelimelerini üç harfli oluşudur. Binâenaleyh anlattığımız bu hususlar ile dillerin üstünlük kaidesi ortaya çıkmış oldu. İstikra (enine boyuna yapılan araştırmalar) da Arapça'nın bu sayılan özellikleri taşıdığını gösterir. Diğer diller böyle değildir. Allah en iyi bilendir.

Allah'ın Fiillerinde Hikmet

Allahü teâlâ, "bilecek herhangi bir topluluk için..." buyurmuştur. Bu, "Biz, insanların ondan ne kastedildiğini anlamaları için o Kur'ân'ı Arapça olarak indirdik" demektir. Allah'ın fiillerinin, maslahatlara ve hikmetlere bağlı olduğunu söyleyenler, bu ifadeye tutunarak, "Bu, Allahü teâlâ'nın, işte bahsedilen hikmetten ötürü, Kur'ân'ı Arapça yaptığına delâlet eder. Binâenaleyh bu, Allah'ın fiillerinin ve hükümlerinin, birtakım sebeplere bağlı oluşunu gösterir" derler.

Kur'an'ın Anlaşılır Olması

Bazı kimseler, "Kur'ân'ın hepsi bilinemez. Onda, bilinebilecek olanlar, bilinemeyecek olan şeyler vardır" derler. Kelamcılar ise, Kur'ân'da, bilinmeyen ve anlaşılmayan birşeyin bulunmasının caiz olmayacağını, bunun delilinin, "Bilecek herhangi bir topluluk için... Arapça bir Kur'ân olmak üzere... indirilmiş bir kitap" ayeti olduğunu; bu ayetin "Biz onu, anlaşılsın diye Arapça yaptık" demek olduğunu; dolayısıyla Kur'ân'ın anlaşılamayacağını söylemenin, bu hükme ters olduğunu söylemişlerdir.

Kur'ân'dan Yüz Çevirenler

Cenâb-ı Hakk'ın "Böyle iken onların çoğu, yüz çevirmişlerdir. Artık dinlemezler onlar" ifadesi, hidayet edenin, Allah'ın hidayet verdiği kimseler; sapmış olanların da Allah'ın saptırmış olduğu kimseler olduğunu gösterir. Bunu şu şekilde izah ederiz: Kur'ân için bahsedilen bu dokuz sıfat, Kur'ân'ı bilmeye, manalarına ulaşmaya alabildiğine ihtimam göstermeyi gerektirir. Çünkü biraz önce, Kur'ân'ın Rahman ve Rahim Allah'ın katından indirilmiş olmasının, o Kur'ân'ın, menfaatlerin en üstününü, arzu edilen şeylerin en yücesini kapsadığına delâlet ettiğini açıklamıştık. Kur'ân'ın, mufassal (iyice açık olan) bir Arapça oluşu, son derece açık-seçik; beşir ve nezîr (müjdeci ve ikazcı) oluşu da, onda yer atan şeyleri anlamaya duyulan ihtiyacın en önemli şeylerden olduğuna delâlet eder. Çünkü insanın, kendisini sevaba, yahut ilahî ikaba (cezaya) götürecek şeyleri öğrenip-bilmesi en önemli şeylerdendir. İşte Kur'ân'ı anlamaya iyice teşvik etmede ve onu çepeçevre kuşatma meylini artırmada bu üç gerekçe söz konusu iken, onlar bu Kur'ân'a aldırmamış, ona önem vermemiş ve onu kulak ardı etmişlerdir, ki bu hidayete erenin, Allah'ın hidayet ettiği; sapıtanın da, Allah'ın saptırdığı kimse olduğuna delâlet eder.

Bil ki Allahü teâlâ onların Kur'ân'dan yüz çevirip, ona kulak vermediklerini belirtince, onların bu nefretlerini ve uzaklaşmalarını açıkça beyan edip, şu üç hususu dile getirdiklerini bildirmiştir:

a) Onlar, "Bizi kendisine davet edegeldiğiniz şeye karşı kalplerimiz örtülüdür" demişlerdir. Ekinne, tıpkı gıtâ (örtü)'nın çoğulunun (......) şeklinde gelişi gibi, kinân'ın çoğuludur. Kinân ise, okların konulduğu kap, okdanlıktır.

b) Onlar, "Kulaklarımızda bir ağırlık var" demişlerdir. Bu, "Kulaklarımızda, senin sözünü duyup dinlemeye manî bir ağırlık ve kapalılık var" demektir.

c) Onlar, "Bizimle senin aranda bir perde vardır" demişlerdir. Hicâb (perde) kişinin görmesine manî olan şey demektir. Buradaki min edatının kullanılış hikmeti şudur: Eğer, burada min kullanılmamış olsaydı, o zaman, bu perdenin iki tarafın tam ortasında olduğu manası çıkardı. Ama bu harf-i cerr kullanılınca, mana, "Bu perde hem bizim, hem de senin tarafında oluşmaya başladı" şeklinde olur. Bu da, "Bizim ile senin arandaki bütün mesafe perde ile kaplıdır. O mesafenin hiçbir yeri perdesiz değildir" demektir. Binâenaleyh bu min lafzı o, perdenin son derece kuvvetli olduğuna delâlet eder." Bu izahları Keşşaf sahibi yapmış olup, bunlar son derece güzel izahlardır.

Bil ki bu üç uzuv zikredilmekle yetinilmiştir. Çünkü kalp, marifetullah'ın yeri ve bedenin sultanıdır. Kulak ile göz, marifet (bilgi) elde etmek için, kalbi destekleyen ve ona yardımcı olan iki alet (vasıtadırlar). Binâenaleyh bu üç uzvun da kapalı olduğu Deyan edilince, bu, kabul etmeme hususunda söylenebilecek en ileri ve te'kidli bir söz olmuş olur

Bil ki birşeye karşı nefret gerçekleşince bu nefret kalbe iyice yerleşir. Binâenaleyh kişi, karşı taraftan manasını gerektiği şekilde anlamadığı bir söz dinleyip-duyduğunda, bu duyma, duyulup-görülen o şeyin inceliklerine vâkıf olmak için bir sebep olmaz. Bu İdrak eden ve algılayan nefistir (ruhtur). Nefsin birşeyden alabildiğine nefret etmesi ise, onun, o şeyi düşünmesine ve o şeyin inceliklerine vakıf olmasına manî olur. Durum böyle olunca da onların, "Bizi kendisine davet edegeldiğiniz şeye karşı, kalplerimiz örtülüdür. Kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır" şeklindeki sözleri, kastedilen manayı ifade etmede, tam ve mükemmel bir istiare (teşbih) olmuş olur.

İmdi eğer, "Cenâb-ı Hak bu sözü o kâfirlerden bir zemm sadedinde nakletmiştir. Yine zemm sadedinde buna yakın birşey daha zikrederek onların, "Kalplerimiz perdelidir" (Bakara, 88) dediklerini de bildirmiştir. Bu öç şeyin aynısını, bir izah sadedinde ve bunu kendisinin yaptığını bildirerek,"Biz onu iyice anlayabilmelerine mani olmak için kalplerinin üstüne perdeler, kulaklarının içine de ağırlık koyduk" (En'âm, 25) buyurmuştur. Binâenaleyh bu iki ayetin arası nasıl te'lif edilebilir?" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak En'âm Sûresi'nde, onların bu hususta yalan söylediklerini belirtmemiştir. Onları zemmettiği şey ise, onların, "Biz bu durumda olduğumuza göre, bizi Kur'ân'ı kabulle mükellef tutmak ve bize emirlerle yasakları yöneltmek doğru olmaz" demeleridir. Bu iddia bâtıldır. Birinci ayette İse, onların bu hususta yalan söylediklerine dair bir delâlet yoktur.

Bil ki onlar kendilerini bu üç vasıfta niteleyince "O halde sen (bildiğin gibi) amel ve hareket et" yani "Sen kendi dinine göre, biz de dinimize göre hareket edelim" demişlerdir. Yahut da bu, "Sen bizim İşimizi, biz de senin işini boşa çıkarmaya çalışalım" demektir. Velhasıl bize göre, bu kâfirler, "Bizi kendisine davet edegeldiğiniz şeye karşı kalplerimiz örtülüdür..." şeklindeki sözlerinde yalancı değiller. Aksine onlar, "O halde sen (bildiğin gibi) amel ve hareket et" demek suretiyle, bâtıl bir söz söylemiş ve inkâr etmişlerdir.

Allahü teâlâ, onların bu şüphelerini nakledince, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onların bu şüphelerine karşı, "Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana şu vahyolunuyor" demesini emretmiştir. Verilecek bu cevabı şu şekilde İzah edebiliriz: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sanki şöyle demekle emrolunmuştur: "Ben sizi zorta imana sevkedecek değilim, böyle bir gücüm yok. Çünkü ben de sizin gibi bir beşerim. Benim ile sizin aranızdaki fark, Allah'ın bana vahyedip size vahyetmerhiş olmasıdır. Ben sadece bu vahyi size tebliğ ediyorum. Bundan sonra eğer Allah size tevhid ve muvaffakiyyet nasip etmiş, sizi bununla şereflendirmek istemiş ise, onu kabul edersiniz. Yok eğer sizi bundan mahrum edip, kendi başınıza bırakmak İstemişse, bunu kabul etmezsiniz. Bunun, benim peygamberliğimle ve görevimle bir ilgisi yoktur."

Daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu vahyin özünün iki şeye, ilme ve amele varıp dayandığını beyan etmiştir. İlim hususundaki önder, tevhid bilgisidîr. Çünkü gerçek, Allah'ın bir oluşudur. Bu husus ayette, "Sizin tanrına ancak bir tek tanrıdır" cümlesiyle anlatılmaktadır. Aslında hakikat böyle olunca, bizim bu hakikati kabul etmemiz gerekir ki, bu kabul işi de ayette, "Onun için hepiniz O'na doğrulun " cümlesiyle anlatılmıştır ki bunun bir benzeri de,"Bizi sırat-ı müstakime ilet" (Fatiha.6) "Rabbimiz "Allah" deyip sonra dosdoğru olanlar..."Şüphesiz bu, benim doğru yolumdur. Öyleyse haydi ona tabî olun" (En'am, 153) ayetleridir. Hak teâlâ'nın bu emri hususunda şu iki izah yapılmıştır.

a) O'na yönelerek, dosdoğru olun.

b) Ayetteki İlâ harf-i cerri, (Onun için) manasınadır ve ayet, "Onun için dosdoğru olun" demektir. Harf-i cerler biribirlerinin yerini tutabilirler.

Bil ki mükellefiyetin iki temel taşı vardır:

1) İnanç: İnanç hususunda, baş ve re's, Allah'ın birliğine imandır. Allahü teâlâ bu imanı emredince, ikinci temet taş olan amele (ibadete) geçmiştir. Bunda da başı çeken, istiğfardır. İşte bundan ötürü, "Ondan mağfiret isteyin" buyurmuştur. Buna göre eğer, "Tevbe ve istiğfarın maksadı, uygun olmayan-yakışık almayan şeyleri izale etmektir. Bu izale işi, yapıtması gerekli olanları yapmaktan önce gelir. Öyleyse, Cenâb-ı Hak bu ayette niçin bu sıraya uymayıp, yapılması gerekli olanı, yapılmaması gerekli olanları İzâle etme işinden önce zikretmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu ayette gecen istiğfar (mağfiret isteme) ile, küfürden ötürü yapıtan istiğfar kastedilmemiştir. Aksine bununla, önce bir işin yapılması, sonra da yapılan o İşte kusur olduğu endişesi duyularak, bundan dolayı istiğfarda bulunma kastedilmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Şüphesiz benim kalbim de bulanır ve ben her gece ve gündüz Allah'a yetmiş kez istiğfar ederim" buyurmuştur.

Kâfirleri Tehdit

Allahü teâlâ, halkı hayra ve taata teşvik edince, yapılmaması gerekli şeylerden sakınmayı da emrederek, "Vay haline o Allah'a ortak koşanların! Ki onlar, zekât vermezler. Onlar ahireti inkâr ile kâfir olanların tâ kendileridir" buyurmuştur. Bu ayette ilgili birkaç mesele vardır:

Daha Öncekilerle Münasebet

Bu ayetin, kendinden öncekilerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir:

a) Akıl ve şeriat, saadetin özünün, Allah'ın emirlerine alabildiğine saygı duyma ve mahlûkata o nisbette şefkatli olmaya bağlı olduğunu söyler.

Bu böyledir, çünkü varlıklar, ya halik, ya mahlûk olarak ikiye ayrılır. Hâlık (yaratıcı) ile muamelede bulunmadaki tam saadet önce O'nun celâl ve azamet sıfatlarına sahip olduğunu kabul ve ikrar etmek, sonra da inancımıza göre, O'na alabildiğine tazîm (saygı) manası taşıyan fiilleri yapmaktır. İşte "Allah'ın emirleri ve alabildiğine saygı duyma" ile bu kastedilmektedir. Mahlukata karşı davranıştaki mükemmel mutluluk da, bütün kötülükleri onlardan defetmeye ve her türlü hayrı onlara ulaştırmaya gayrette yatmaktadır. İşte, "Mahlukata o nisbette şefkatli olma"dan murad da budur. Böylece en büyük taatın, Allah'ın emirlerine saygı; Allah'ın emrine saygının en efdali de, O'nun birliğini kabul olduğu anlaşılır. Tevhid, bu manadaki derecelerin en üstünü ve kıymetlisi olunca, bunun zıddı olan şirk de, derekelerin en âdisi ve en düşüğü olmuş olur. İnsanlara karşı davranış çeşitlerinin en efdali, onlara şefkatli olmak olunca, zekâttan kaçınıp ve zekât vermemek de, amellerin en âdsi ve kötüsü olmuş olur. Çünkü zekat vermemek, mahlukata şefkat duymanın zıddı bir harekettir.

Bunu iyice anladığına göre, diyoruz ki Allahü teâlâ, "Şu üç sıfatı taşıyan herkese yazıklar olsun" demiştir: Birinci sıfat, kişinin müşrik olmasıdır. Şirk, tevhidin zıddıdır. Ayetteki, "Vay haline o Allah'a ortak koşanların" ifadesiyle buna işaret edilmiştir. İkinci sıfat, zekât vermemeleridir. Bu da, Allah'ın mahlûkatına şefkatli olmanın zıddıdır. İşte bu hususa da ayette, "Onlar zekât vermezler" ifadesiyle işaret edilmiştir. Üçüncü sıfat, kişinin Kıyamete inanmayıp, dünyayı ve lezzetlerini elde etmeye alabildiğine gayret göstermesidir. Buna da, "Onlar âhireti İnkâr ile kâfir olanların tâ kendileridir" cümlesiyle işaret edilmiştir. Velhasıl bu üç şeye ilavede bulunulamaz. Çünkü insan için üç günü vardır: Dünü, bugünü, yarını... Dünün (mazinin) hallerinin ezelde nasıl olduğunu bilmek, Allahü teâlâ'nın ezelî ve bu âlemi yaratan zat olduğunu bilmeyle elde edilir. Bugünün hallerinin nasıl olacağını bilmek, bu âlemdekilere, güç yettiği kadar iyilikte bulunmayla elde edilir; ilerideki halleri bilmek ise, öldükten sonra dirilme ile Kıyameti kabul etmeden geçer. Binâenaleyh insan, işte bu üç mertebedeki gerçeklerin zıddına olursa, son derece câhil ve sapık olmuş olur. İşte bu sebepten ötürü, Allah bu kimseye "veyl" hükmünü vermiş ve "Vay haline o Allah'a ortak koşanların..." buyurmuştur ki bu son derece güzel bir tertiptir. Allah en hyi bilendir.

Zekâtın Manası

b) Hak teâlâ'nın "Onlar zekât vermezler" ifadesiyle, "Onlar, kendilerini "Lâ Hâne İllallah demek suretiyle, şirk kirlerinden tezkiye etmezler (temizlemezler)" manasının kastedildiği söylenebilir. Bu mana, "Nefse ve onu tesviye edene (düzenleyene) yemin olsun ki..." (Şems, 7) ifadesinden kastedilen husustur.

c) Ferrâ şöyle demiştir: "Kureyşliler, hacılara yemek yedirirdi. Onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman edenlere, yemek yedirmediler."

İkinci Mesele

Alimlerimiz, kâfirlerin de İslâmiyetin furû (ayrıntı) ile mükellef ve muhatap oldukları hususunda bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, şu iki şeye binâen, şiddetli bir va'îd (tehdidde) bulunmuştur:

1) Müşrik olmaya karşı,

2) Zekât vermemeye karşı... Binâenaleyh bu İki şeyin, böylesi bir tehdidin gerçekleşmesinde mutlaka bir tesirinin olması gerekir ki bu, müşriklerin zekât vermeyişlerinin, bu tehdidin artmasında büyük bir tesiri olduğunu gösterir. Ulaşmak istediğimiz netice de budur."

Zekâtı Terk Küfür mü?

Bazı kimseler, zekât vermeyip, bundan imtina etmenin küfrü gerektirdiğine delil getirerek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ zekât vermemeden bahsederken, hem bundan önce küfrü gerektiren ifadeye yani, "Vay haline o Allah'a ortak koşanların" ifadesine, hem de bundan sonra küfrü gerektiren ifadeye, yani, "Onlar Ahireti inkâr ile kâfir olanların tâ kendileridir" ifadesine yer vermiştir. Binâenaleyh eğer zekât vermeme küfür olmasaydı, küfrü ifade eden bu iki söz arasında, zekât vermeme işinden bahsedilmesi yersiz olurdu. Çünkü söz, bütün parçaları arasında ilgi ve münasebet gözetildiği zaman, ancak fasih olur." Bu görüşte olanlar, sonra da bu görüşlerini, Hazret-i Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh)'in, zekât vermeyenlerin kâfir olduğuna hükmetmesini de delil getirerek kuvvetlendirmişlerdir.

Bu görüşe şöyle cevap verebiliriz: İmanın, kalbin tasdiki ve dilin ikrarından ibaret olduğu detil ile sabit olup, bu iki husus, zekât vermeme durumunda insanda mevcut ise, zekât vermeyişinden ötürü kişinin kâfir olması gerekmez. Allah en iyi bilendir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, kâfirlerle ilgili va'îdi (tehdidi) tamamlayınca, peşisıra mü'minlerie ilgili va'di getirerek "iman edip de iyi İyi amel ve hareketlerde bulunanlar yok mu, onlar için başa kakılmayan bir mükâfaat vardır" buyurmuştur. "Gayru memnun" ifadesi, kesilmeyen, sona ermeyen demek olup, bu senin, "O ipi kestim" manasında, şeklindeki sözüne dayanır. Arapların, "Yolculuk onu kesti, bitkin hale getirdi" manasında şeklindeki sözleri de aynı köktendir. Yine bu kökten "O, yaptığı iyilikleri onların başına kakmaz" denilir. "Gayr-ı memnun" ifadesine, "onların başına kakılmayan bir ücret-mükâfaat" manası da verilmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, buna "ücret" adını verince, ücret başa kakmayı gerektirmez. Bu ayetin, hasta ve kötürüm kimseler hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Çünkü bunlar Allah'a taattan âciz olunca, bunlar için, sağlıklı hallerinde, işledikleri amellerin en güzeline verilen ücret gibi ücret yazılır.

Yer ve Göğün Yaratılışı

9

Âyetin tefsiri için bak:12

10

Âyetin tefsiri için bak:12

11

Âyetin tefsiri için bak:12

12

"De ki: "Gerçekten siz mi, yeri iki günde yaratanı ısrarla inkâr ediyor ve O'na ortaklar koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir. (Allah), oranın üstünden boşluklar yaptı. Orada bereketler yarattı. Orada, arayanlar için, tam dört günde, gıdalar takdir etti. Sonra, o gök bir buhar halinde iken, göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne, "ikiniz de, isteyerek veya İstemeyerek emrime gelin" buyurdu. Onlar da, "isteyerek geldik" dediler. Böylece onlan, yedi gök olarak iki günde meydana getirdi. Her gökte, ona âit emri vahyetti. En yakın göğü de kandillerle donattık, afetlerden koruduk, işte bütün bunlar, aziz ve alim Allah'ın takdiridir"

Önceki Kısımla Münasebet

Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, önceki ayette, "Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana şu vahyolunuyor. Sizin tanrınız ancak bir tek İlahtır. Onun için hepiniz O'na doğrulun. O'ndan mağfiret isteyin" demesini emredince, bunun peşinden, ulûhiyyet ve ma'bûdiyyet vasıflarında, kendisiyle putlar arasında bir ortaklığın bulunamayacağına delâlet eden ifadeyi getirmiştir. Zira O, göklerin ve yerin, kısa bir müddet içinde yaratılmasındaki hikmet ve kudretinin mükemmel olduğunu beyan buyurmuştur. Binâenaleyh, vasfı bu olan bir zâta, ulûhiyyet ve ma'bûdiyyet vasıflarında, bu değersiz ve adi puttan, O'nun ortakları saymak nasıl düşünülebilir? Ayetlerin kendinden öncekilerle münasebeti bu şekilde olup, bu ayetlerler ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Kesir, hemze ye hemzeden sonra sakin bir yâ ile, medsiz olarak, "eynekum..." şeklinde okumuştur. Kâlûn'un rivayetine göre, Nafi ile Ebû Amr da bu şekilde okumuşlar ve meddedip uzatmışlardır, (Aynekum...). Diğerleri İse, iki hemze ile medsiz olarak okumuşlardır.

İkinci Mesele

İnkarî manada bir istifhamdır. Cenâb-ı Hak, bunlardan, şu iki çirkin şeyi nakletmiştir.

a) Allah'ı inkâr etme. Ki bu, ayetteki, "yeri o iki günde yaratanı inkâr mı ediyorsunuz?" ayetinden anlaşılan husustur.

b) Kendisine, ortaklar, eşler ve benzerlerin koşulmuş olması. İlk önce bahsedilen "küfr"ün, bu iki ifadeden birisinin diğerine atfedilmiş olması, bu iki ifade arasında bir başkalığın bulunmasını gerektireceği zaruretinden dolayı, O'na eşlerin ortak koşulmasından başka olması gerekir. Görünen, onların küfürlerinden, şu manaların kastedilmiş olduğudur:

1) Onların, "Allah, ölüleri hasretmeye kadir değildir" şeklindeki sözleri. Binâenaleyh onlar, böylesi bir kudretin varlığı hususunda çekişip tartışınca, Allah'a küfretmiş olurlar.

2) Onlar, mükellef tutulmanın sıhhati ile peygamber gönderme (inzal) hususunda çekişip duruyorlardı. Ki, bütün bunlar, ulûhiyyette nazar-ı dikkate alınan vasıfları zedelemektedir. Bu da, Allah'ı inkâr etmek demektir.

3) Onlar, Allah'a çocuk isnadında bulunuyorlardı. Bu da, ulûhiyyet vasfını zedeler. Dolayısıyla, bu da Allah'ı inkâr etmiş olmayı gerektirir. Velhasıl onlar, bu tür sözleri söyleyip, o putların ulûhiyyetini ileri sürdükleri için, Allah'a eşler koşmuş, böylece onu inkâr etmişlerdir. Cenâb-ı Hak, onların bu şekildeki sözlerinin yanlışlığına, "tesir" ile İstidlalde bulunarak, şöyle demiştir: "Allahü teâlâ yeri, iki günde yaratan; yerin faydasına olan diğer şeyleri de, diğer iki günde yaratan; göklerin tamamını da, başka bir iki günde yaratan zât iken, o halde daha nasıl Allah inkâr edilebilir ve daha nasıl, adî, değersiz ve (hiçbir faaliyeti olamayan) bu putlar O'na eş koşulabilir?"

Binâenaleyh, her kim bu denli büyük şeyleri yaratmaya muktedir olursa, O'nu, O'nun haşre ve neşre dair olan kudretini; O'nun mükellef tutma ve peygamber gönderme konusundaki kudretini inkâr nasıl düşünülebilir? Ve yine, bu adi putların, mabûdiyyet ve ulûhiyyet vasfında, O'nun eş ve ortakları addedilmesi nasıl düşünülebilir?!

Geçerli Delil

İmdi eğer, "Bir şey ile, herhangi bir şeyin ispatına istidlal eden kimsenin, yaptığı bu istidlalin doğru olabilmesi için, kendisiyle istidlal olunan o şeyin, karşı tarafça da benimsenmiş, kabul edilmiş ve müsellem olması gerekir. Halbuki Allahü teâlâ'nın, yerin iki günde yaratıcısı olması meselesi, sırf akıl ile ispatı mümkün olmayan bir iştir. Bunu isbât, ancak nakil ve peygamberlere gelen vahy yoluyla mümkündür. Halbuki kâfirler, zaten vahiy ve nübüvvet hususunda çekişiyorlardı. Binâenaleyh, bu mukaddimenin onlara izah edilmiş olması düşünülemez.. Bu mukaddimenin onlara anlatılması imkânsız olunca da, bu mukaddime ile onların görüşlerinin yanlışlığına istidlalde bulunmak imkânsız olur..." denilirse, biz deriz ki: "Göklerin ve yerin yaratılmış olduklarını akıl yoluyla isbât etmek mümkündür. Bunun böyle olduğu sabit olunca da bununla kadir, kahir ve yüce bir ilahın varlığına istidlalde bulunmak, mümkün olur. İşte bu noktada da kâfirlere, "Böylesine kahir bir kudret ile muttasıl olan ilâhla, zararı ve faydası bulunmayan, cansız olan o putlar arasında, mabûdiyyet ve ulûhiyyet vasfında bir eşitlik ve denklik, nasıl düşünülebilir?" denilebilir. Geriye, "Bu durumda, Allahü teâlâ'nın, iki günde yerin yaratıcısı olmasıyla istidlalde bulunmanın herhangi bir tesiri kalmaz!.." denilmesi kalmaz. Bu sebeple biz diyoruz ki, bunun da bu konuda bir tesiri söz konusudur; zira, Tevrat'ın başında, bu konu bulunmamaktadır. Binâenaleyh bu, ehl-i kitap arasında son derece meşhur ve yaygındır. Mekke kâfirleri de, ehl-i kitabın, ilim ve hakikat erbabı kimseler olduğuna inanırlardı.

Görünen odur ki, bu kâfirler, işte bu hususu ehl-i kitaptan duymuş ve bunun. bir gerçek olduğuna inanmışlardı. Durum böyle olunca da, onlara, "Bu kısa müddeti içinde, bu denli büyük şeyleri yaratmaya kadir olan ilâh hakkında, yontulmuş ağaçların, işlenmiş taşların mabûdiyyet ve ulûhiyyet vasıflarında, O'na ortak koşulması aklen nasıl uygun olur?" denilmesi, yerinde ve makul olur. Yaptığımız bu açıklamalarla ayetteki bu istidlallerin, kuvvetli, güzel ve yerinde olduğu ortaya çıkar.

Ayetteki "O, alemlerin Rabbidir" ifâdesine gelince, bu, "Yeri iki günde yaratmak, şânından ve kudretinden olduğunu anladığımız bu yüce zât, alemlerin Rabbi, yaratıcısı ve onların yoktan var edicisidir. Binâenaleyh daha nasıl sizler, ağaçların ve taşların, O'nun ortağı ve eşleri olduğunu söylüyorsunuz?!" demektir.

Ağır Dağlar Konulması

Cenâb-ı Haki kendisinin, yerin iki günde yaratıcısı olduğunu haber verince, bunun peşinden, kendisinin şu üç nevi ilginç fiilleri ve akıl almaz şeyleri yaptığını da haber vermiştir:

a) "(Allah) oranın üstünden baskılar yaptı.." ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadedeki, (revası) sözüyle dağlar kastedilmiş olup, bunların "revası" olmalarının ne demek olduğu hususu ise, Nahl 15 ayetinin tefsirinde geçmişti.

İmdi eğer, "Ayette, kaydının getirilmesinin ne faydası vardır? Tıpkı, (Mürselat, 27) ve (Enbiya, 31) ayetlerinde olduğu gibi, niçin demekle yetinilmemiştir?" denilirse, biz deriz ki: Şayet yerde, yerin altından baskı odakları kılınmış olsaydı, bu, alttaki baskı sütunlarının, bu ağır kütleyi, içeri geçmekten alıkoyan, bunu önleyen şeyler olduğu zannını verirdi. Ancak ne var ki, Allahü teâlâ, insanın, bizzat gözüyle yerlerin ve dağların, üst üste binmiş ağırlıklar olduğunu; hepsinin de bir tutana ve muhafaza edene muhtaç olduklarını; bu tutup muhafaza edenin de, sadece Cenâb-ı Hak olduğunu görüp anlayabilmesi için, bu ağır dağları yerin üstünde yaratmıştır.

b) Ayetteki "Orada bereketler yarattı..." "Bereket", hayrın bolluğu anlamındadır. Yerden elde edilen iyilik ve hayırlar İse, her türlü izah ve açıklamanın kendisini kuşatamayacağı kadar çok olup, biz bu hususu, Bakara Sûresi'nde tafsilatlı olarak anlatmıştık. İbn Abbas (radıyallahü anh), Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayetle nehir yatakları açmayı, dağları, ağaçlan, meyveleri, çeşitli canlıları ve kendisine ihtiyaç duyulan her türlü hayır ve iyiliği yaratmayı murad ettiğini söylemiştir.

c) Bu, "Onda, ... gıdalar takdir etti" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu hususta şu hususlar ileri sürülmüştür:

1) Bu ifâdenin manası, "Cenâb-ı Hakk yeryüzünde, orada yaşayanların azıklarını, geçim vasıtalarını ve menfaatlarına olan şeyleri yaratmış, takdir etmiştir" şeklindedir. Bu manada Muhammed İbn Ka'b, "Cenâb-ı Hak, bedenlerini yaratmadan önce, onların rızıklarını yaratmıştır" demiştir.

2) Mücâhid, bu ifadeye, "Cenâb-ı Hak, yeryüzünde, o yeryüzünün yağmurdan yana olan nasibini takdir etmiştir" şeklinde mana vermiştir. Bu görüşe göre, ayette bahsedilen azıklar, yeryüzünde bulunanlar için değil de, yer için söz konusu olmuş olur ki, bu da, "Allahü teâlâ, yeryüzünün herbir parçası için, yağmurdan yana olan hissesini takdir etmiştir" şeklinde olur.

3) Bu azıkların yere nisbet edilmesi ile, onların, yerden elde edilmesi ve orada meydana gelmeleri kastedilmiştir. Çünkü, nahiv alimleri, "Bir şeyin bir şeye nisbet edilmesinin güzel olması için, ufacık bir alâka ve sebebin bulunması bile yeterlidir" demişlerdir. Binâenaleyh, bir şey bazan, onu yapana; bazan da, o şeyin mahalline nisbet edilir. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın, cümlesinin manası, "Meydana gelmeleri yere has olan o azık ve gıdaları takdir etti" şeklinde olur. Zira, Allahü teâlâ, kır beldeyi, matlûb olan ve istenilen bir şeyin mahalli ve merkezi kılmıştır, öyle ki, meselâ bu beldenin halkı, o beldede meydana gelen şeylere; o beldenin halkı da, kendi beldesindekilere muhtaçtır. Böylece bu, insanların, mal kazanma hususundaki ticârete arzu duymalarına bir vesile olmuş olur. Ben, "Ziraat ve çiftçilik sanatı, bereket bakımından, diğer sanat ve zanaatlardan daha çok kazançlıdır. Çünkü Allahü teâlâ, rızıkları ve gıdaları, yerde halketmiş ve "Onda ... gıdalar takdir etti" buyurmuştur. Azık ve rızıklar, yere konulmuş olunca, onları yerden arayıp bulmak, ister istemez ön ptâna çıkmış olur" diyenler duydum.

Cenâb-ı Hak, işte bu üç tür tedbir ve idaresinden bahsedince, bunun peşinden "arayanlar için, dört günde, müsavi..." buyurmuştur. Burada şöyle birkaç soru bulunmaktadır.

Günlerin Toplamı

Birinci Soru: Allahü teâlâ, yeri iki günde yarattığını belirtmiş ve bahsettiği bu üç şeyi de, diğer dört günde ıslah ettiğini belirtmiş, daha sonra da, gökleri iki günde yarattığını ifade buyurmuştur. Böylece bu günlerin toplamı sekize baliğ olmuştur. Ancak ne var ki O, diğer ayetlerinde, gökleri ve yeri altı günde yarattığını ifade etmiştir. Böylece, bir tenakuz ortaya çıkar. (Ne dersiniz?)

Bil ki alimler buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Yeryüzünde, yeryüzündekilerin azıklarını, ilk iki gün ile birlikte dört günde takdir etmiştir" şeklinde olup, bu tıpkı, bir kimsenin, "Basra'dan Bağdat'a on günde, Kûfe'ye de, onbeş günde gittim" demesi gibidir. Bu son cümlesi ile Basra-Bağdat ve Bağdat-Kûfe mesafelerini kastederek böyle söylemiştir. Yine bir kimsenin başka bir kimseye, "Ben sana, bir ayda bin; iki ayda da, binler(ce lira) verdim" deyip, "bin"i, "binler" ifadesinin içine; "ayı"ı da, "aylar" ifadesinin içine sokması, onun içinde mütalaa etmesi gibidir.

Bu Müphemliğin Hikmeti

İkinci Soru: Cenâb-ı Hak, yeri iki günde yarattığını belirtmiştir. Binâenaleyh, şayet O, geriye kalan bu üç şeyi de diğer İki günde yaratmış olduğunu belirtmiş olsaydı, durum karışık ve yanılgıdan da İyice uzak olmuş olurdu. Öyleyse niçin Cenâb-ı Hak böylesi bir sarih ifadeyi terketmiş de, bu mücmel sözü getirmiştir?

Cevap: Cenâb-ı Hakk'ın, "arayanlar için, dört günde, müsavi..." ifâdesinde, O'nun, "Ben bu üç şeyi iki günde yarattım..." demesinden daha kuvvetli bir mana vardır. Zira O, "Ben bu üç şeyi iki günde yarattım" demiş olsaydı, bu söz, o iki günün, bütünüyle o işlerle dopdolu olarak geçirilmiş olduğunu ifade etmezdi. Çünkü Arapça'da, o işin o iki günü kaplamadığı, almadığı halde, "Ben bu işi iki günde yaptım.." denebilir. Ama, Cenâb-ı Hak, yerin yaratılmasından bahsedip, bu şeyleri yaratıp, bundan sonra, "arayanlar için, tam dört günde..." buyurunca,,bu dört günün, herhangi bir fazlalık ya da noksanlık olmaksızın, o işlerle dopdolu geçmiş olduğuna delâlet etmiştir.

Farklı Kıraatler

Üçüncü Soru: Ayetteki kıraatler nelerdir?

Cevap: (......) kelimesi hakkındaki Keşşaf sahibi, bu kelimenin üç harekeyle, yani sıfat olduğu için mecrûr: mef'ûl'i mutlak olduğu için mansûb, ki bu durumda yani, şeklinde olur ve, merfû olarak, (......) şeklinde okunduğunu söylemiştir.

Sevâ'nın Manası

Dördüncü Soru: O dört günün, müsavi oluşu ile ne kastedilmiştir?

Cevap: Meselâ ekvator çizgisinde mevcut memleketlerdeki günler gibi, günlerin miktarı eşit olabilir. Bazan da, diğer mıntıkalardaki günler gibi, farklı olabilir. Böylece Cenâb-ı Hak, bu dört günün farklı değil, eşit olduğunu beyan buyurmuştur.

Sâllîn'in Manası

Beşinci Soru: Ayetteki, ifâdesi, neye taalluk eder? Cevap: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Zeccâc, "dört günde" tabiri, "dört günün bitiminde" demektir" demiştir. Bunu iyice kavradığın zaman, kelamının takdiri, "O yeryüzünde, yeryüzündekilerin, kendisine muhtaç oldukları azıkları talep etmelerinden ötürü, dört günün bitiminde, işte bu rızıklan yarattı, takdir etti" şeklinde olur.

b) Bu ifâde, hazfedilmiş bir şeye taalluk edip, kelâmın takdiri, "Bu tahsis ve izah, yerin ve yerdekilerin ne kadar zamanda yaratıldığını soran kimselerden dolayıdır" şeklinde olur.

Göklerin Yaratılışı

Cenâb-ı Hak, yeri ve yerdekileri nasıl yarattığını izah edince, bunun peşinden gökleri nasıl yarattığını belirterek, "Sonra, gök bir buhar halinde iken, göğe yöneldi..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Bu cümle, birisinin bir şeye, başka hiçbir şeye dönüp bakmaksızın yöneldiğinde, Arapların şeklindeki sözlerindendir. Ki bu durumda bu fiil, eğri büğrûlüğün zıddı olan, "istivâ-doğrulmak" ifâdesinden alınmış olur. Bunun bir benzeri de Arapların, "Dümdüz ve dosdoğru ona yöneldi" şeklindeki sözleridir. Cenab-ı Hakk'ın, "Dosdoğru ona yönelin" (Fussilet, 6) ifâdesi de, bu ifadedendir. Buna göre mana, "Daha sonra, hikmet" gereği, O'na, yeri ve yerdekileri yarattıktan sonra, herhangi bir engelleyici, O'nu bundan alıkoymaksızın, gökleri yaratmaya sevketti..." şeklinde olur.

Duhan'ın Manası

İkinci Bahis: "Eser (rivayet) ashabı şunu nakletmiştir: "Gökleri ve yeri yaratmadan önce, Allahü teâlâ'nın arşı suyun üzerinde idi. Derken o suda, bir hararet hali meydana getirdi. Bunun peşinden, o sudan bir köpük ve bir buhar yükseliverdi. Köpük su yüzünde kaldı. Allah onda kuruluğu, kuruluktan da yeri meydana getirdi. Duman ise, kabararak yükseldi; derken, Allahü teâlâ bundan da gökleri yarattı."

Bil ki anlatılan bu şey, Kur'ân'da mevcut değildir. Eğer bunun doğru ve sağlam bir delili varsa, kabul edilir; aksi halde edilmez. Bu hadise, Yahudilerin, Tevrat olduğunu iddia ettikleri kitabın başında bulunmaktadır. Ki bu kitapta, "Allah gökleri, karanlık parçalardan yaratmıştır..." ifadesi yer almıştır. Bu, makuldür. Çünkü biz, aklî meselelerle ilgili kitaplarımızda, zulmetin, karanlığın, olumlu (îcabî) bir keyfiyyet olmadığına işaret etmiştik. Bunun delili şudur: Şayet bir insan, kandilin ışık alanı içinde otursa, bir başkası da karanlık alan içinde otursa; ışığın alanı içinde oturan kimse, karanlığın içinde oturanın yerini göremez. Ve o hava ve yeri karanlık görür. Ama, karanlığın içinde oturan kimse ise, ışığın alanı içinde oturanı gördüğü gibi, o havayı da aydınlık görür. Şayet karanlık, "hava" ile kaim olan, (onunla var olan) bir sıfat olsaydı, anlatılan bu haller, bakan kimselerin durumlarının farklılığına göre, farklı farklı olmazlardı. Böylece zulmetin, "ışıksızlık, nûrsuzluk" olduğu sabit olmuş olur. Allahü teâlâ, bölünmeyen cüzleri yaratınca, onlarda ışık keyfiyyetini yaratmadan önce, onlar nursuz ve karanlık idi. Vaktaki onları bir araya getirdi ve onları, gökler, yıldızlar, güneş ve ay olarak yaratarak, bunlarda ışık sıfatını halketti, işte o zaman bunlar aydınlanmış oldu. Böylece de, Allahü teâlâ'nın, onlardan gökleri, güneşi ve ayı yaratmayı kastettiğinde, o cüzlerin karanlık olduğu sabit olmuş olur. Böylece de onlara, "duhân-duman, buhar" vasfının verifmesi yerinde olmuş olur. Çünkü, "duhân"ın manası, "Bu birine bitişmemiş, ışıksız, ayrı ayrı parçalar" şeklindedir. "Duhân"ın tefsiri hususunda hatırıma gelen bunlardan ibarettir. Gerçeğin ne olduğunu en iyi bilen ise Allah'tır.

Gök mü, Yer mi önce?

Üçüncü Bahis: "Sonra, o gök bir buhar halinde iken, göğe yöneldi" ayeti, göklerin yaratılmasının, yerin yaratılmasından sonra olduğunu; "Bundan sama da yeri yayıp döşedi!..." (Naziat, 30) ayeti ise yerin yaratılmasının, göklerin yaratılmasından sonra olduğunu ihsas ettirmektedir ki, bu durum bir çelişkidir: Alimler bu mesele hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta verilen meşhur cevap, şöyle denilmesidir. Allahü teâlâ önce yeri, iki günde yarattı. Bundan sonra da göğü yarattı. Göğü yaratmasından sonra da, göğü yayıp döşedi. İşte bu açıklamayla, çelişki giderilmiş olur.

Bil ki, bence bu cevap, şu bakımlardan bir problem arzeder:

1) Allah, yeri iki günde yarattığını beyan etmiş, üçüncü günde ise, oranın üstünden baskılar yaptığını; onda hareketler yaratıp, ... onda, gıdalar takdir ettiğini beyan etmiştir. Bütün bu durumların meydana getirilebilmesi için, yerin yayılıp döşenmiş olması gerekir. Çünkü, yeryüzünde dağları yaratma işi, ancak, yerin yayılıp döşenmiş olmasından sonra mümkün olur. Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetteki, buyruğu da, ağaçların, bitkilerin ve hayvanların, o yeryüzünde yaratılması şeklinde tefsir edilmiştir. Bu ise, ancak, aynı şekilde yerin yayılıp döşenmiş olmasından sonra mümkün olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sonra ... göğe yöneldi" buyurmuştur ki, bu da, göğün yaratılmasının, yerin yaratılmasından ve o yerin, yayılıp döşenmesinden sonra olmasını iktizâ eder. Bu durumda ise, gecen soru, aynen devam ediyor demektir.

2) Geometrik deliller, yerin, küre biçiminde olduğunu göstermektedir. Binâenaleyh şimdi biz, "Yerin yaratılışının başlangıcından, onun küre şeklinde olduğunu ve şu anda da, aynen küre biçiminde bulunduğunu söylersek, bu durumda yer yaratıldığından beri, yayılıp döşenmiş olur. Yok eğer onun, (daha önce) küre olmadığını, sonradan küre haline geldiğini söylersek, bu durumda da, "O, bundan önce yayılıp döşenmişti. Daha sonra, bu sıfat ondan giderildi. (O küre halinde)" denilmesi gerekir. Halbuki bu, yanlıştır.

3) Yer, oldukça büyük bir kütledir. Böyle olan bir nesne ise, varlık alemine girdiği andan itibaren, yayılıp döşenmiş olur. Binâenaleyh, "O, daha önce yayılıp döşenmiş değildi, sonra, yayılıp döşenmiş oldu.." demek, batıl bir söz olur. Tarih kitaplarında, "Yeryüzü, Beyt-i Makdis'tekı, o kayanın mahallinden başlanarak yaratıldı" biçiminde gelen söz ise, müşkillik arzeden bir sözdür. Çünkü, eğer bununia, yerin bunca büyüklüğüne rağmen, orada yaratılmış olduğu kastediliyorsa, bu, kesif ve yoğun maddelerin, birbiri içine girmiş olduklarını söylemek olur ki, bu imkânsızdır. Yok eğer bundan, onun ilk önce, orada küçük parçalar halinde yaratıldığı, daha sonra da, geriye kalan parçalarının yaratılıp; derken, ilk önce yaratılan parçalarla bitiştikleri kastediyorsa, bu, yerin yaratılmasının göğün yaratılmasından sonra olduğunu söylemek olur.

3) Yerin bizzat kendisinin iki günde; yerde bulunan diğer şeylerin, diğer iki günde ve göklerin de, bir diğer İki günde yaratılmış olduğu söz konusu olunca, bunların toplamı altı gün eder. Binâenaleyh, yerin yayılıp döşenmesi işi bundan sonra meydana gelecek olsa, bu döşenme işi, altı günden sonraki bir başka zamanda olmuş olur. Bu durumda da göklerin ve yerin yaratılması, altı günden daha fazla bir zamanda olmuş olur ki, bu bâtıldır, olamaz.

5) Bu ifadeden sonra Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra, o gök bir buhar halinde iken, göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne, "ikiniz de, isteyerek veya istemeyerek gelin" cümlesinin göklerin ve yerin yaratılmasını dile getiren bir ifade olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh şayet, göklerin yaratılması, yerin halkedilmesinden önce olmuş olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, "İkiniz de, isteyerek, veya istemeyerek gelin,." emri, var olanın yeniden var edilmesini gerektirirdi. Halbuki bu bâtıldır, imkânsızdır. Meşhur olan cevaba karşı söyleyeceğimiz sözlerin tamamı bundan ibarettir.

Vahidî, "Kitabı Bâsît"inde, Mukatil'in şöyle dediğini nakletmiştir: "Allah, gökleri, yerden önce yaratmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinin takdiri ise, "Sonra, o yer bir duman halinde iken, Allahü teâlâ, semâya yönelmiş ve ona, yeri yaratmazdan önce, ... demiş idi." şeklindedir. Bu takdire göre Cenâb-ı Hakk'ın, tıpkı,"Eğer o çalmış bulunuyorsa, zaten daha evvel onun kardeşi de çalmıştı" (Yusuf, 77) ifadesinin, ifadesinin takdirinin, ve "Biz nice memleketleri helak ettik! Öyle ki, ... azabımız gelip çattı onlara..." (A'raf, 3) ayetindeki, ifadesinin takdirinin, şeklinde olması gibi, burada da tâ takdir edilmiştir. Vahidinin naklettiği bu olup, bence tutarsızdır. Çünkü ifadenin takdiri, şeklinde olmuş olur ki bu, iki zıddı bir arada bulundurmak demektir. Çünkü sümme edatı sonralığı; kâne kelimesi ise, önceliği ifade eder. Dolayısıyla, bu ikisinin arasını cem etmek tenakuz olur. Ki bu, bu ifadeyi zahirine göre manalandırmanın mümkün olmayışının delilidir. Biz, Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinin, yer ile göğün var edilmesinden önce söylendiğini beyan etmiştik. Durum böyle olunca, ayetteki, "geliniz" ifadesini, emir ve mükellefiyete hamletmek imkânsız olur. Binâenaleyh bunu, bahsettiğimiz manaya hamletmek gerekir. Geriye ayetin lafızlarıyla ilgili birkaç soru kalmaktadır:

Bazı Sorular

Birinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, "Ona ve yeryüzüne, İkiniz de, isteyerek veya istemeyerek gelin..." buyurdu" ifadesindeki incelik nedir?

Cevap: Bundan maksat, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin mükemmelliğini ortaya koymaktır ki, buna göre kelamın takdiri, "Bunu isteseniz de istemeseniz de, geliniz" şeklinde olur. Ve bu tıpkı, zorba bir kimsenin eli altındakine "İstesen de istemesen de, bunu yapacaksın" demesi gibidir. Ve yine bu kimsenin, "Sen bunu, ister istemez yapacaksın" demesi gibi olur ki, bu iki kelimenin mansûb oluşları, manasında olmak üzere, "hâl" oluşlarından ötürüdür. Onlarda, "Biz bunu, istemeyerek değil, isteğimizle yaparız, geliriz" dediler.

Şöyle bir açıklama da ileri sürülmüştür. Allahü teâlâ, (bu ayette göklerden ve yerden bahsederken) önce göğü, daha sonra da yeri zikretmiş, bunun peşinden de, önce "istemeyi" sonra da, "istememeyi" zikretmiştir. Binâenaleyh itaat halini, göğe; istememeyi de, yere hamletmek gerekir. İtaati, semaya tahsis etmenin sebepleri ise şunlardır:

1) Semâ, hareketini, değişmez bir tarzda, aynı metod üzere devam ettirdiği için, Allah'a itaat eden bir canlıya benzemiş olur. Yer ise böyle değildir. Çünkü yerin halleri değişik değişiktir. Bazan sükûnet içinde, bazan da birbirine girmiş hareketler içinde olur.

2) Gökteki varlıklar, sadece taat içindedirler. Nitekim Cenâb-ı Hak,"Kendilerine her surette kahir ve hakim olan Rablerinden korkarak ne emirolunurlarsa onu yaparlar.."(Nahl, 50) buyurmuştur. Yerdekilere gelince, onlar hakkında durum, hiç böyle değildir.

3) Semâ, her şeyinde, mükemmellikle vasfedilmiştir. Çünkü o, renklerin en güzelini taşımaktadır ki, bu, aydınlık olmasıdır. Onun sebebi, yine en üstün şekildir ki, bu da, yuvarlak oluşlarıdır. Onun yeri, yerlerin en üstünüdür ki, bu da yüksekte ve yüce olmasıdır. Kütleleri de, kütlelerin en üstünüdür ki, bu da onların, inciler kakılmış yıldızlar olmalarıdır. Ama yeryüzü böyle değildir, çünkü yer, karanlıklar ve yoğunluklar mekânıdır. Halleri farklı farklıdır. Zâtları ve sıfatları başka başkadır. İşte bu sebeple hiç şüphesiz, semânın itaat içinde olduğu, yerin ise, bu işe istemeyerek boyun eğdiği ifade edilmiştir. Yerin yaratılmasının illeti onun isteksiz olmasına varıp dayanınca; yerdekiler de, hep isteksizliği, sıkıntıyı, kahr ve adaletsizliği gerektiren şeyler ile tavsif edilmişlerdir.

İkinci Soru: Ayetteki, ve ifadesiyle ne kastedilmiştir?

Cevap: ile "varlığa, yar oluşa geliniz" manası kastedilmiş olup, bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "ol! o da oluverir" emri gibi olmuş olur. Bunun manasının, "Sizler, olmanız gerekli olan şekil ve vasıf üzere geliniz" yani, yer, döşenmiş, karar kılınmış ve bir beşik gibi olmuş olduğu halde; semâ da, yerdekiler için bir tavan, bir kubbe gibi olmuş olduğu halde, gelsin; bu şekilde geliniz.." şeklinde olduğu da söylenmiştir. (......)'nın manasının ise, "İstenilene uygun bir biçimde geldik, hazır olduk" demektir. Ki bu, senin tıpkı "Onun ameli, beğenilmiş ve makbul olmuş olarak geldi" demen gibidir. Mananın, "Sizden herbiriniz, diğerine, hikmetin ve tedbirin gerektirdiği bir biçimde, yani yerin, semâ için karar kılınacak bir mekân; semânın da yer için bir tavan olacağı bir halde (varlığa) geliniz.." şeklinde olması da mümkündür.

Gökte Şuurlu Varlıklar

Üçüncü Soru: Ya, kelimelerinin lafızlarına göre, yahut da manalarına göre denilmesi değil miydi? Çünkü, bunlar yedi kat gök, yedi kat yerdirler?!

Cevap: Bunlar, kendilerine hitap olunan, sonra da cevâp verenler kabul edilip, "istemek" ve "istememek" ile vasfedilince, ifadesinin yerine denilebilir. Ki bu tıpkı, (Yusuf.3) "Secde ediciler olarak..." ifadesi gibi olmuş olur. Bazı kimseler, bu ifadeyle, göklerin diri olduğuna dair istidlalde bulunmuş ve şöyle demiştir: "Yer, göklerin ortasında, büyük bir dağın ortasındaki küçük bir zerreden daha küçüktür. İşte bu sebepten dolayı, akla ve hayata delâlet eden lafız, (cem-i müzekker salim kalıbı), tağlib yoluyla kullanılmıştır. Ancak ne var ki, kelamcılar bu görüşün yanlış olduğu hususunda ittifak ettikleri için, bu görüş batıldır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Böylece onları yedi gök olarak iki günde meydana getirdi" buyurmuştur. Birşeyin "kaza"sı, tamamlanması ve bitirilmesi demektir. Ayetteki "onlar" zamirinin, mana bakımından semâ'ya (göğe), (yedi tane olacakları için) racî olması mümkün olup, tıpkı denilmesi gibidir. Bunun bir benzeri de (Hakka, 7) ifadesidir. Bu zamirin, daha sonra "yedi kat gök" (Bakara. 29) ile tefsir edilmiş müphem bir zamir olması da mümkündür. Bu iki mansub oluş arasındaki fark, birisinin hal olmadan ötürü, diğerinin de temyiz olmadan ötürü mansub olmasıdır.

Ehl-i eser (hadisciler), Allahü teâlâ'nın yeryüzünü, pazar ve pazartesi günlerinde, yerdeki şeyleri salı ve çarşamba gününde, gökleri ve göktekileri perşembe ve cuma gününde yarattığını, cuma gününün son saatinde, hepsinin yaratılışını tamamladığını ve bu son saatte Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'i yarattığını söylemişlerdir ki bu son saat, Kıyametin koptuğu saattir.

İmdi, "yevm" (gün), bir gece ve gündüzün toplamıdır. Bu ise, ancak, güneşin doğması ve batmasıyla meydana gelir. Gökler, güneş ve ay yaratılmazdan önce, "gün" kavramı nasıl düşünülebilir?" denilirse, biz deriz ki: "Bu, "Eğer ortada bir gezegen ve güneş bulunmuş olsaydı, bu yaratma müddeti, bir günlük bir miktar olurdu" demek olan, bir zaman dilimi manasınadır.

Daha sonra Allahü teâlâ "Her göğe, ona ait emri vahyetti" buyurmuştur. Mükâtil, buradaki "vahyetti" ifadesine, "Allah her gökte, istediğini emretti" manası verdi. Katâde de, "Her gökte, oranın güneşini, ayını ve yıldızlarını yarattı" demiştir. Süddî ise, "Allah her gökte melekler, denizler ve buz dağları ve benzeri mahlûkatı yarattı" der ve şöyle devam eder: "Allah'ın her gökte, meleklerin herbirinin kendisine yönelip, tavaf ettiği bir beytullahı vardır. Bu beytullahlardan herbiri, Kabe'nin hizasına düşmektedir. Eğer onlardan bir çakıl düşecek olsa, Kabe'ye düşer." Doğruya en yakın olan şöyle denilmesidir: Nahiv ilminde, birşeyin birşeye izafe edilmesi (nisbet edilmesi) için, ufacık bir sebebin yeterli olacağı hükmü vardır. Allahü teâlâ'nın her gök ehlinde, belli mükellefiyetleri vardır. Bu cümleden olarak, kimi melekler, bu âlemin yaratılışının başlangıcından Kıyamete kadar kıyamda; kimileri başlarını kaldırmadan, rükûda; kimileri de yine aynı şekilde secdededirler. Meselâ bir iş, bir gök ehline mahsus olunca, bu iş o göktekilerin İşi olmuş olur. Binâenaleyh Hak teâlâ'nın, "(Allah) her göğe, ona ait emri (işi) vahyetti" ayetinin manası, "Allah her göğe, ona âit olan işi vermiştir" şeklinde olur. Bu tıpkı, (A'raf, 3) âyetteki azabımız o beldeye geldi fiilinin (gelmişti) takdirinde olması gibidir. Bunu Vahidî nakletmiştir ki bu bence zayıftır. Çünkü aslında bu lamın takdiri, "Daha sonra göğe yöneldi ... ve vahyetti" şeklindedir. Ki bu, iki ztd şeyin arasını cemetmektir. Çünkü "sümme" (sonra) edatı, sonralığı; kane kelimesi ise, önceliği gerektirir. Binâenaleyh bu iki şeyin arasını cemetmek tenakuz olur. Bunun bir benzeri de bir kimsenin, "Bu gün Zeyd'i dövdüm, sonra da dün Amr'ı dövdüm" demesidir. Bu demlemeyeceğine göre, sizin (yani Vahidî'nin) söylediği şey de bâtıldır. Allah'ın kelâmını, tenakuza ve tezada götürecek şekilde te'vil ve tefsir etmek caiz değildir.

Bence, tercihe şayan olan şöyle denilmesidir: Göklerin yaratılması, yerlerin yaratılışından öncedir. Geriye bu ayetin nasıl te'vil edileceği sorusu kalıyor. Bundan dolayı diyoruz ki: Halk, aslında yaratmak ve var etmek değildir. Bunun delili ise, Hak teâlâ'nın, "Allah katında isa'nın (yaratılışının) durumu, Âdem'in durumu gibidir. (Allah) Adem'i topraktan halketti. Sonra da O'na "ol" dedi, O da oldu" (Al-i İmran, 59) ayetidir. Binâenaleyh eğer, "halk", yoktan varetmek demek olsaydı, bu durumda ayetin takdiri, "Âdem (aleyhisselâm)'i topraktan varetti ve sonra ona "ol" dedi, o da oluverdi" şeklinde olurdu ki bu imkânsızdır. Çünkü bu durumda, Allahü teâlâ'nın, olmuş (mevcud) bir şeye, "ol" demiş olması ve o mevcud şeyin, bunun üzerine yeniden var olması gerekirdi ki bu imkânsızdır. Böylece "halk"ın yoktan varetmek manasına olmayıp, aksine takdir etmek (ölçüp-biçmek, planlamak) demek olduğu anlaşılır. "Takdir" ise, Allah'a aittir. Bu iş, O'nun birşeyi varedeceğine hükmetmesi ve bunu gerçekleştirmesi demektir.

Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, ayetteki, "Yeri iki günde halketti" ifadesi, "Allah, yerin, iki günde meydana gelmesine hükmetti" demektir. Allah'ın, birşeyi şu şekilde ve şu süre içinde meydana getirmesi hususundaki hükmü, o şeyin o anda hemen meydana gelmesini gerektirmez. Böylece, Allahü teâlâ'nın, yerin iki günde meydana geldiğine dair hükmü, gökleri meydana getirmeden önce olan bir hükümdür. Binâenaleyh yerin yaratılması ile ilgili hükümden, yerin göklerin yaratılışından önce yaratıldığı hükmü çıkmaz. İşte bu durumda, söz konusu olan problem ortadan kalkmış olur. Dolayısıyla bu problemin çözümü hususunda, ulaşabildiğim netice budur.

O anda hemen meydana gelmesini gerektirmez. Böylece, Allah Tealâ'nın, yerin iki günde meydana geldiğine dair hükmü, gökleri meydana getirmeden önce olan bir hükümdür. Binâenaleyh yerin yaratılması ile ilgili hükümden, yerin göklerin yaratılışından önce yaratıldığı hükmü çıkmaz. İşte bu durumda, söz konusu olan problem ortadan kalkmış olur. Dolayısıyla bu problemin çözümü hususunda, ulaşabildiğim netice budur.

Yer ve Göğün İtaati

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Ona ve yeryüzüne, "İkiniz de, isteyerek veya istemeyerek gelin " buyurdu." Onlar da, "isteyerek geldik" dediler" buyurmuştur. Bil ki bu sözün zahiri, Allahü teâlâ'nın göğe ve yere gelmelerini emrettiğini, onların da itaat ederek emre uyduklarını göstermektedir. İşte bu noktada, ayetin bu ifadesiyle ilgili şöyle iki görüş ileri sürülmüştür:

Birinci Görüş: Ayetin zahirine göre manalandınrsak şöyle deriz: "Allahü teâlâ, yer ile göğe, gelmelerini emretmiştir. Onlar da Allah'ın emrine İmtisal etmişlerdir." Bu görüşte olanlar şöyle derler: "Bu akıldan uzak görülecek bir iş değildir. Baksana Allahü teâlâ, dağlara Davûd (aleyhisselâm) ile birlikte tesbih etmelerini emredip, "Ey dağlar, onunla birlikte tesbih edin" (Sebe, 10) buyurmuştur. Allahü teâlâ, dağa tecelli etmiş ve "Rabbi dağa tecelli ettiği (göründüğü) zaman..."(A'raf, 143) buyurmuştur.

Keza, Allahü teâlâ, elleri ve ayakları konuşturacağını bildirerek, "O gün, dilleri, elleri ve ayakları, yaptıkları şeyler hususunda onlar aleyhine şâhidlik ederler" (Nur, 23) buyurmuştur. Durum böyle olunca, Allahü teâlâ'nın, göklerin ve yerin bizzat kendilerinde, hayat, akıl ve anlayış yaratması, onlara bu özellikleri verip, sonra onlara emir ve mükellefiyetler yöneltmesi nasıl uzak görülür? Bu ihtimal şunlar ile de destek bulur:

a) Bir engel bulunmadığı müddetçe aslolan, ayetin lafzını zahirine hamletmektir. Buradaysa bir engel yoktur ve dolayısıyla, ayetin lafzını zahirî manasına almak gerekir.

b) Allahü teâlâ, gökler ve yer ile ilgili haberler vermiş ve onların "isteyerek geldik" dediklerini belirtmiştir. Bu ifadede geçen "isteyerek" (isteyenler olarak) şeklindeki cemi (çoğul) kelime, akleden ve bilen varlıklar için kullanılan bir cemidir.

c) Allahü teâlâ'nın,"Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arzettik (vermek istedik), ama onlar bunu yüklenmekten çekindiler" (Ahzab, 72) ayeti, bu varlıkların, Allah'ın mükellefiyetlerinin yöneltilmesine uygun olarak, Allah'ı bildiklerini gösterir.

Bu husustaki problem şöyle denilmesidir: Ayetteki, "ikiniz de ister isteyerek, ister istemeden gelin" ifadesinden, "varlık âlemine, var olmaya gelme" manası kastedilmiştir. Böyle olması halinde, bu emrin yöneltilmesi zamanında gökler ve yerler henüz mevcud değil demektir. Çünkü eğer mevcud olmuş olsalardı, o zaman bu emir, "Ey mevcud, mevcud ol" demek olurdu ki bu mümkün değildir. Böylece de, bu emir kendilerine yöneltildiği esnada onların ma'dûm (yok) oldukları sabit olur. Onlar yok olunca da, hitabı anlamaz ve bilmezler. Dolayısıyla onlara bir emir yöneltmek mümkün olmaz.

Eğer birisi, "Mücahid, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın "Allahü teâlâ, göklere "Güneşini, ayını ve yıldızlarını doğdur" diye; yere de, "Yataklarını (vadilerini) aç, meyvelerini ver" diye emretmiştir. Bunlara bu şeyleri yerleştirmiş, sonra da onlara bunları, ortaya çıkarmalarını emretmiştir" dediğini rivayet etmiştir. (Buna ne dersiniz)?" derse, biz deriz ki: Böyle olması halinde, "isteyerek geldik" ifadesinden, yerlerin ve göklerin kendilerinin meydana gelişi manası değil, içlerine yerleştirilmiş bu şeyleri ortaya koymaları manası kastedilmiş olur. Fakat bunu söylemek yanlış olur. Çünkü Allahü teâlâ, "Böylece (Allah) onları yedi gök olarak iki günde meydana getirdi" buyurmuştur. Bu ayetin başındaki "fâ" edatı, tâkibiyyedir. Bu ise, göklerin meydana gelişinin, Hak teâlâ'nın, "isteyerek veya istemeden gelin" demesinden hemen sonra olduğunu gösterir. Bu konuda söylenebilecek şeylerin hepsi bundan ibarettir.

İkinci Görüş: Ayetteki, "(Allah) ona ve yeryüzüne "ikiniz de isteyerek veya istemeden gelin" buyurdu" ifadesinden, göklere ve yere emir ve mükellefiyet yöneltilmesi manası değil, aksine, Cenâb-ı Hakk'ın onları varetmeyi isteyip onların da buna karşı koymaması, Allah'ın istediği şekilde varolmaları ve bu hususta, kendisine itaat olunan bir padişahın emr-ü fermanı geldiğinde, itaat eden bir memur gibi olmaları kastedilmiştir.

Bunun bir benzeri de, bir kimsenin şöyle söylemesidir. Duvar, kazığa beni niçin yarıyorsun? dediğinde, kazık, "Bunu bana değil, bana vurana sor. Çünkü arkamdaki bu taş (balyoz), peşimi bırakmıyor" der. Bil ki bu görüş, ayetin zahirini bırakmaktır. Zahiri terketmek ise, ifadeyi zahirî manaya almanın mümkün olamayacağına dair bir delil bulunduğunda söz konusudur. Halbuki biraz önce, ayetin, "ister isteyerek, ister istemeden gelin" ifadesinin, ancak yer ile gök yok iken söylenmiş bir emir olduğunu anlatmıştık. Durum böyle olunca da, ayetin bu ifadesini, emir ve mükellefiyet manasına hamletmek imkânsız olur. Dolayısıyla bunu bahsettiğimiz hususa hamletmek gerekir. Bil ki yer ile gök hususunda, emir ve mükellefiyet olabileceği emredilen şeyin onlarda bulunması şartına bağlıdır. Bu ise, Allahü teâlâ'nın göklerde melekleri oturttuğuna, yahut da onlara bazı şeyler emredip nehyettiğine delâlet eder. Ayette, Allahü teâlâ'nın, melekleri göklerle birlikte, yahut onlardan önce yaratıp, sonra onları göklere yerleştirdiğine dâir bir açıklama yok. Yine ayette, meleklerin, emrolundukları o kanunların (emirlerin-yasakların) neler olduğu da belirtilmemiştir. Bu sırlar, insan aklının çözemeyeceği-bilemeyeceği şeylerdir. Hatta insanların anlayış ve vehimlerinin ulaşabileceği noktalardan çok yüce ve uzaktırlar.

Göğün Kandilleri

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "En yakın göğü de kandillerle donattık" buyurmuştur. "Mesâbîh", Allah'ın göklerde yarattığı ve herbirine ancak Kendisinin bilebileceği belli bir ışık, belli bir sır ve belli bir özellik verdiği, aydınlatıcılardır. Bundan sonra "âfetlerden koruduk" buyurmuştur ki bu "Onu iyice koruduk" takdirindedir ve "Onları, vahyi çalmaya-öğrenmeye uğraşan o şeytanlardan koruduk ve herbir şeytana, taşlayıcı ve isabetsizlik etmeyen bir yıldız hazırladık" demektir. Bu yıldızların kimi yakıcı, kimi öldürücü, kimi çarpıcıdır. Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan şu rivayet edilmiştir: "Yahûdîler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e göklerin ve yerlerin yaratılışını sordular. da, yeri pazar ve pazartesi gününde, dağlan ve ağaçlan iki günde (salı-çarşamba gününde), perşembe günü göğü, Cuma günü de yıldızları, güneşi, ayı ve melekleri yarattı. Sonra da Adem (aleyhisselâm)'i yaratıp, onu cennete yerleştirdi" Müstedrek 2/533.buyurmuştur. Daha sonra yahûdîler, "Yâ Muhammed, sonra neyi (yarattı)?" dediklerinde, o, "Sonra Arş'a istiva etti" buyurdu. Bunun üzerine onlar, "Sonra da istirahat etti" deyince de, Resûlüllah (aleyhisselâm) öfkelendi. Bunun üzerine "Bize hiçbir yorgunluk gelmez" (Kaf, 38) ayeti nazil oldu.

Bil ki Allahü teâlâ, böylesi tafsilatlı açıklamalarda bulununca, "İşte bütün bunlar, aziz ve alîm Allah'ın takdiridir" buyurmuştur. Buradaki "azîz", Allah'ın kudretinin mükemmelliğine; âlîm" de, ilminin mükemmelliğine bir işarettir. Bu ne harikulade bir bitiriştir: Çünkü bütün bu işler, ancak kâmil bir kudret, kapsamlı bir ilim sayesinde olabilir.

Müşriklere Tehdîd

13

Âyetin tefsiri için bak:18

14

Âyetin tefsiri için bak:18

15

Âyetin tefsiri için bak:18

16

Âyetin tefsiri için bak:18

17

Âyetin tefsiri için bak:18

18

"Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, de ki: "Ad ve Semûd'u çarpan yıldırım gibi, size de bir azabın gelip çatacağını hatırlatırım." Onlara, "Allah'dan başkasına tapmayın diye, önlerinden ve arkalarından peygamberler geldiği vakit dediler ki, "Eğer Rabbimiz dileseydi, elbette üstümüze melekler indirirdi. Bundan dolayı biz, sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz. Ad kavmine gelince, onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve "Kuvvetçe bizden daha güçlü kim imiş?" dediler. Onlar, kendilerini yaratan Allah'ın kendilerinden çok daha kuvvetli olduğunu düşünmediler mi? Onlar bizim mucizelerimizi bilerek inkâr ediyorlardı. Bundan dolayı biz de, dünya hayatında, zelîl kılıcı azabı onlara tattırmak için, uğursuz günlerde, onların üzerine çok gürültülü bir kasırga gönderdik. Ahiret azabı, elbet daha rüsvay edicidir. Onlara hiçbir surette yardım da olunmaz. Semûd'a gelince, onlara da doğru yolu gösterdik. Ama onlar, körlüğü hidayete tercih ettiler. Onun için kendilerini, kazanmış oldukları (şirkleri) yüzünden o horlayıcı azab yıldırımı yakaladı. iman edip, müttakî olanları ise kurtardık".

Bil ki söz, tâa "Sizin tanrınız ancak bir tek tanrıdır" (Fussilet. 6) ayetinden başlamıştır. Cenâb-ı Hak, bunun böyle olduğuna, "De ki: "Siz mi o yeryüzünü iki günde yaratana küfrediyorsunuz... "(Fussilet, 9) ifadesini delil getirmiştir. Velhasıl bu sözün özü şudur. Bu kadar kahir ve kadir bir ilâh nasıl inkâr edilebilir ve ilahlık vasfında, bu âdi maddeler nasıl O'nun ortakları sayılabilir.

Âd'a Gelen Azabın Benzeri

Allahü teâlâ bu delilini böylece tamamlayınca, "Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, de ki: "Ad ve Semûd'a çarpan yıldırım gibi, size de bir azabın gelip çatabileceğini hatırlatırım" buyurmuştur. Bu şu manayadır: Delil getirme en mükemmel bir biçimde tamamlanmıştır. Eğer onlar buna rağmen cehaletlerinde yine de ısrar edeceklerse, onların başına azab indirmekten başka bir müdâhale ve iş kalmamıştır. Bundan ötürü, "Eğer onlar gönderdiğimiz bu kesin hüccetleri kabul etmez, cehalet ve taklidlerinde ısrar ederlerse, de ki: "Ben sizi uyardım" buyurmuştur. Müberred, "saika", hangi şey olursa olsun, helak eden ve yok eden herşey manasınadır" der. Bu kelime elifsiz olarak “ şeklinde de okunmuştur. Keşşaf sahibi, bu okuyuşa göre kelimenin, masdarının, "masdar bina-ı merre"si olduğunu söylemiştir.

Allahü teâlâ sonra "Onlara önlerinden ve arkalarından peygamber geldiği vakit..." buyurmuştur. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

1) Bu, "Kendilerine gönderilen o peygamberler, onlara her taraftan yaklaştılar, ellerinden gelen gayreti sarfettiler ve onları doğru yola getirmek için her çâreye başvurdular. Fakat onlardan karşılık olarak ancak yüzçevirme ve isyan gördüler" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, şeytanın da, "Sonra onlara önlerinden ve arkalarından mutlaka gelirim" (A'raf. 17) dediğini nakletmiştir ki bu, "Onlara her yönden gelir ve onları azdırmak için her çareye-hileye başvururum" demektir. Yine birisi, "Falancanın etrafında her çareye başvurup döndüm dolaştım ve her yandan yaklaştım. Fakat bu çabam ona tesir etmedi" der.

2) Bu ifâde şu manayadır: "Peygamberler onlara, onlardan önce ve sonra gelmiştir." Buna göre eğer, "Onlardan önce ve sonra gelen peygamberlerin, onlara geldiğini söylemek nasıl mümkün olur?" denilirse, biz deriz ki: Hûd ve Sâlih (aleyhisselâm) onların hem kendilerini hem de kavimlerini imana davet için gelmişlerdir. Bu durumda bütün peygamberler sanki onlara gelmiş olurlar.

Daha sonra Allahü teâlâ, "Allah'dan başkasına tapmayın diye..." buyurmuştur. Bu, "Onlara önlerinden ve arkalarından gelen o peygamberler, onlara tevhidi ve şirk koşmamayı emrettiler" demektir. Keşşaf sahibi şöyle der: " ifâdesinin başındaki en edatı, ya "yani" (diye) manasınadır, yahut da enne'nin hafifletilmiş şekli olup, takdirindedir ve "Durum, bizim size: "Allah'dan başkasına ibadet etmeyiniz" dememizden ibarettir" manasına gelir."

Daha sonra Cenab-ı Hak, o kâfirlerin şöyle dediklerini nakletmiştir: "Eğer Rabbimiz dileseydi, elbette üstümüze melekler indirirdi" yani onlar, o peygamberleri yalanladılar ve "sizin yalancı oluşunuzun delili şudur: Eğer Allahü teâlâ insanlara peygamber göndermek isteseydi, peygamberlerini meleklerden gönderirdi. Çünkü meleklerin gönderilmesi, öldükten sonra dirilişe ve peygamberliğe inanmaya daha fazla sevkedici olurdu" dediler. Onlar bu şüphelerini ileri sürünce, "Bundan dolayı biz, sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz" demişlerdir ki bu, "Binâenaleyh siz insan olup, melek olmadığınıza göre, peygamber değilsiniz. Peygamber olmayınca da, sizlerin sözünüzü kabul etmeyiz" demektir. İşte bu ifâdeden kastedilen budur. Bil ki biz, bu şüphenin cevabı ile ilgili, Enam Sûresi'nde yeterli açıklamayı yaptık.

Ayetteki, "Sizinle gönderilen" ifadesi, o kâfirlerin, peygamberlerin peygamberliğini kabul ettikleri manasında değildir. Onlar bunu, ya peygamberlerin sözü olarak nakletmişlerdir, yahut da alayvârî söylemişlerdir ki bu tıpkı Firavun'un,"Size gönderilen o peygamberiniz, hiç şüphe yok ki mecnundur"(Şuara, 27) demesi gibidir.

Nüzul Sebebi

Rivayet olunduğuna göre Ebû Cehil, Kureyşten bir topluluğun içinde, "Muhammed'in işi bize karışık geliyor, tam seçip-anlayamaz olduk. Dolayısıyla şiiri, sihri ve kehâneti bilen bir adam arayıp bulun da, o onunla konuşup, sonra onun ne demek İstediğini bize açıklasın" dedi. Bunun üzerine Utbe b. Rebla, "Vallahi, ben şiiri, sihri, kehâneti dinledim ve benim bu hususta bilgim var. Bu işler bana kapalı değil" dedi ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek, "Ey Muhammed, sen mi yoksa Hâşim mi; sen mi yoksa Abdulmuttalib mi, sen mi yoksa (baban) Abdullah mı daha hayırlı? Niçin bizim putlarımızı tenkid ediyor ve bizi saptırmaya uğraşıyorsun? Eğer maksadın başkanlıksa, sancağı sana teslim edelim ve liderimiz oi. Yok eğer evlenmeye ihtiyacın varsa, seni istediğin on kızla evlendirelim. Yani Kureyş'den dilediğin on kızı sana verelim. Yok eğer maksadın mal ise, seni zengin kılacak kadar mal toplayalım" dedi. Resûlüllah (aleyhisselâm) bütün bunları dinledi ve o sözünü bitirince, "Bismillâhirrahmânirrahîm. Hâ. Mîm. (Bu) Rahman ve rahîm tarafından indirilmiş bir kitabtır.." diye başlayıp, (bu sûrenin) "Ad ve Semûd'u çarpan yıldırım gibi, size de bir azabın gelip çatması..." ayetine kadar okudu. Tam burada Utbe, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ağzını kapatarak, "Hısım-akraban aşkına yeter" dedi ve evine döndü, Kureyşlilerin yanına varmadı. Onların yanına varmayıp, (ortalıklarda görünmeyince) Kureyşliler, "Zannediyoruz ki Utbe dinini değiştirdi" dedi ve yanına gittiler. Ona, "Ey Utbe, seni bizden alıkoyan, dinden çıkmış olmandır (herhalde)" dediler. Bunun üzerine Utbe kızdı ve artık bir daha Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile konuşmayacağına yemin edip, "Vallahi onunla konuştum. Fakat o bana, ne şiir, ne sihir ne de kehânet olmayan bir sözle karşılık verdi. "Ad ve Semûd'u çarpan yıldırım gibi..." deyince, ağzını tuttum ve hısım akraba aşkına artık devam etmemesini istedim. Yemin olsun ki Muhammed birşey söyleyince yalan söylemeyeceğini biliyorum. Dolayısıyla başınıza bir azab inmesinden korktum" dedi.

Âd Kavminin Felâketi

Bil ki Allahü teâlâ, Âd ve Semûd kavimlerinin inkârlarını kısaca belirtince, bunlardan herbirinin özelliklerini de beyân etmek üzere, Âd kavmi için, "Âd kavmine gelince, onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar" buyurdu. Buradaki "büyüklük taslama" hususunda, şu iki mana verilir:

a) Burun kıvırma, kibrini ortaya koyma, başkasına iltifat etmeyip değer vermeme,

b) Başkalarına hükümran olup, onları hizmetçi gibi çalıştırma...

Daha sonra Hak teâlâ bu büyüktük taslamanın (tekebbürün) sebebini, onların "Kuvvetçe bizden daha güçlü kim imiş?" sözleriyle açıklamıştır. Onlar, iri cüsseli ve alabildiğine güçlü idiler.

Allahü teâlâ sonra, onların, ileri derecedeki kuvvetlerine aldanmalarının doğru olmadığını anlatmak için "Olar kendilerini yaratan Allah'ın kendilerinden çok daha kuvvetli olduğunu düşünmediler mi?" buyurmuştur, yani, onlar başkalarından daha kuvvetli idiyseler de, bilsinler ki, kendilerini yaratan Allah, onlardan çok çok daha kuvvetlidir. Binâenaleyh eğer kuvvetteki fazlalık, kuvveti az olanın, mükemmel olana itaatini gerektiriyorsa, bu durum onların Allah'a boyun eğip, O'nun emir ve yasaklarını dinlemelerini gerektirir" demektir.

Âlimlerimiz, bu ayeti, bütün kuvvet ve kudretin Allah'ın olduğuna delil getirerek, "Bütün güç kudret Allah'a aittir" demişlerdir ki bu husus, ayetteki bu ifadeyle destek bulur. Çünkü bu ifadede, kuvvet ve kudretin Allah'ın olduğuna delâlet eder. Yine bu husus, "Allah, rızık verendir, kuvvet sahibi ve metin olandır" (zâriyat, 58) ayetiyle de desteklenir.

İlahî Kuvvetle Kul Kuvvetinin Mukayesesi

Eğer "ism-i tafdil kalıbı, aralarında bir ilgi ve benzerlik bulunan iki şey için kullanılır: Ama kulun kudreti sonlu, Allah'ın kudreti sonsuzdur. Sonlu olan, sonsuz olanla (aralarında ilgi olmadığı için) mukayese edilemez. Binâenaleyh ayetteki, "Allah'ın, kendilerinden çok daha kuvvetli olduğunu düşünmediler mi?" ifadesindeki mukayese nasıl olur?" denilirse, biz deriz ki: Bu, Allahu Ekber (Allah büyüktür) sözümüzün kâidesince gelmiş bir sözdür.

Daha sonra Allahü teâlâ, "Onlar bizim mucizelerimizi (ayetlerimizi) bilerek inkâr ediyorlardı" buyurmuştur ki bu, "Onlar, ayetlerimizin gerçek olduğunu biliyorlardı. Fakat, tıpkı emânet bırakılan kimsenin, bırakılan o emaneti, bile bile inkâr etmesi gibi, inkâr ettiler" demektir.

Bil ki sözün dizisi, "Âd kavmine gelince, onlar yeryüzünde tekebbür ettiler ve ayetlerimizi inkâr ettiler" şeklindedir. Ayetteki, "Onlar, "Kuvvetçe bizden daha güçlü kimmiş?" dediler. Onlar, kendilerini yaratan Allah'ın kendilerinden çok daha kuvvetli olduğunu düşünmediler mi?" ifadesi ise, onları bu tekebbüre sevkeden sebebi anlatmak için, söz arasına girmiş, bir "itiraz" cümlesidir.

Âd Kavminin İmhası

Bil ki bütün güzel ahlâk ve huyların esasının, mahlûkata ihsan (iyilik yapma) ve Halık'a (yaratıcıya), alabildiğine saygı göstermek olduğunu anlatmıştık. Binâenaleyh buradaki, "Yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar" ifadesi, mahlûkata (insanlara) iyi davranmanın zıddı bir tutumdur; "Onlar bizim ayetlerimizi bilerek inkâr ediyorlardı" ifadesi de, Yaratıcı'ya saygıya zıddır. Durum böyle olunca, Âd kavmi, helaki (ölümü) ve ibtâli (işi boşa çıkarmayı) gerektiren kötü sıfatlar bakımından en ileri noktaya varmışlardı. İşte bundan dolayı, Allahü teâlâ onlara azabı musallat kıldı ve "Bundan dolayı biz de onların üzerine çok gürültülü bir kasırga gönderdik" buyurmuştur.

Sarsar

Buradaki "sarsar" hakkında iki görüş var:

1) Bu, sesli ve gürültülü esen fırtına demektir. Buna bu adın verilmesinin sebebi hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Bu rüzgâr şiddetli estiğinde, ondan soğuk ve gürültülü esen rüzgârın sesine (sarsarına) benzer bir ses duyufur. Bundan ötürü buna bu ad verilmiştir.

b) Bu, "kapı sarîrî (gıcırtısı)" tabirinden alınmadır.

c) Bu, gürültülü ve sesli manasına gelen "surre" kökündendir. (Zâriyat, 29) ayetindeki kelime de bu köktendir.

2) Bu, tıpkı ateşin yakıp kavurması gibi soğuğu ile yakıp kavuran, dondurucu bir rüzgâr demektir ve "soğuk" manasına gelen "sırr" kelimesindendir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Kendisinde "sın" (soğukluk) bulunan rüzgâr gibi..." (Al-i Imrân, 117) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir; "Rüzgârlar sekiz tanedir. Bunlardan dördü azab (rüzgarıdır). Âsıf, sarsar, akîm vesemûm; dördü ise rahmet rüzgârlarıdır. Naşirat, mübeşşirat, mürselât, zâriyat..." İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın da, "Allahü teâlâ kulları üzerine, ancak yüzüğüm kadar rüzgâr göndermiştir" dediği rivayet edilmiştir. Onun bu söz ile anlatmak istediği şudur: O rüzgâr bu kadar az olmasına rağmen herşeyi helak etmiştir. Bu da, Allah'ın kudretinin mükemmelliğine delâlet eder.

Ayetteki, "Uğursuz uğursuz günlerde" ifadesiyle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Nâfî, İbn Kesir ve Ebû Amr, bunu, hâ'nın sükûnu ile nehsat; diğerleri de hâ'nın kesresiyle nehisat; şeklinde okumuşlardır. Keşşaf sahibi şöyle der: "Arapça'da "Mes'ud oldu, uğurlu oldu" fiilinin zıddına fiili kullanılır. "Nahs" kelimesi, ya ism-i fail olan nahis'in, muhaffefi (kolaylaştırılmış şekli)dir, yahut fa'l vezninde sıfattır, yahut da ismi fail manasında bir masdardır.

Uğursuz Gün Var mı?

Yıldızlardan hüküm çıkaran müneccimler, bu ayete dayanarak, bazı günlerin uğurlu, bazı günlerin de uğursuz olduğunu ileri sürerek, "İşte bu ayet, bu manada son derece sarihtir" demişlerdir. Kelamcılar da, ayetteki "Uğursuz günler" ifadesinin, "tozlu, topraklı; nerdeyse, hiçbir şeyin görülmediği, hiçbir tasarrufta bulunulamayan" günler anlamında olduğunu söyleyerek cevap vermişlerdir. Yine kelamcılar, "Bu günlerin uğursuz olması, Allahü teâlâ'nın onları, bu günlerde helak etmesi manasındadır" demişlerdir. Birinci görüşü benimseyenler buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Arapça'da, nehısât, uğursuz şeyler anlamındadır. Çünkü, nasıl "bulanık" şeyin mukabili, "saf, temiz" olan ise, bunun karşılığı da, mutluluk, bahtiyarlık ve uğurluluktur." Bunlar, kelâmcıların ikinci görüşlerine de şu şekilde cevap vermişlerdir: Allahü teâlâ o azabı, o uğursuz günlerde gerçekleştirdiğini haber vermiştir. Binâenaleyh, o günlerin "uğursuz olması"nın, o günlerde tahakkuk eden azabtan başka ve ayrı olması gerekir.

Dünya ve Ahiret Zilleti

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bundan dolayı Biz de, dünya hayatında, zelîl kılıcı azabı onlara taddırmak için..." buyurmuştur. Yani, "Hor ve hakîr kılıcı, zelîl edici o azabı taddınrız..." demek olup, bunun sebebi de, onların kibirlenmeleridir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, onların büyülenmelerine, onlara rüsvaylık, aşağılık ve zilleti ulaştırmakla mukabelede bulunmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ahiret azabı, elbet daha rüsvay edicidir" buyurmuştur. Yani, "Ahiret azabı ise, daha fazla hor kılıcı, zelîl ve rüsvay edicidir" demektir, "Onlara hiçbir surette yardım da olunmaz". Yani, "Onlar, bu şiddetli ve son derece fazla olan hor ve hakirliğin içine düşmelerinin yanı sıra, onu bunlardan men edecek bir yardımcı da yoktur" demektir.

Semûd Kavmi

Allahü teâlâ Âd kıssasından bahsedince, bunun peşinden Semûd kıssasını getirerek, "Semûd'a gelince" buyurmuştur. Keşşaf sahibi şöyle der: "Semûd kelimesi, ref ve nasb ile, tenvinli ve tenvinsiz olarak okunmuştur. Ama, mübtedânın başına gelen emmâ'dan sonra geldiği için, merfû olarak okunması daha fasihtir. Yine bu kelime sâ harfinin dammesiyle de okunmuştur (sünûd). Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki bu, "Biz onlara, hayır ve şer yollarını gösterdik. Ama onlar, delâlate düşmeyi, doğru yola girmeye tercih ettiler" demektir.

Hidayet

Bil ki Keşşaf sahibi, Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara, 2) ayetini tefsir ederken, ayetteki "el-hudâ" kelimesini, "Arzu edilen şeye ulaştıran delâlet ve işaret" şeklinde açıklamıştır. Halbuki bu ayet, onun bu görüşünü iptal etmektedir. Çünkü bu ayet, "hidayet"in, arzu edilen elde edilmediği halde, bulunduğuna ve tahakkuk ettiğine delâlet etmektedir. Böylece, keşşaf sahibinin, "Arzu edilene ulaştıran" kaydının, hidâyetin te'vilinde nazar-ı dikkate alınmayan gereksiz bir kayıt olduğu sabit olmuş olur. Bu ayette bunu ihsas eden bir soru da bulunmaktadır. Ancak ne var ki o, yeterli ve sadra şifa verici bir cevap zikretmediği için, biz bu soruyu zikretmiyoruz.

Mu'tezile şöyle demektedir: "Bu ayet, Allahü teâlâ'nın, deliller zikrettiğine, hertürlü mazeret ve bahaneleri ortadan kaldırdığına, ancak ne var ki imanın kuldan sudur ettiğine delâlet eder. Çünkü ayetteki, "Semûd'a gelince, onlara da doğru yolu gösterdik" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın, deliller koyduğuna; "Ama onlar, körlüğü hidâyete tercih ettiler" ifadesi ise, onların bu körlüğü, bizzat kendilerinin işlediğine delâlet eder. Binâenaleyh bu ifade, küfür ve imanın kuldan sudur edip, onun fiili olduğunu gösterir." Ben derim ki, tam aksine bu ayet, bu iki şeyin kuldan değil, Allah'tan olduğuna delâlet eden en kuvvetli delillerdendir. Bunu şu iki şekilde izah edebiliriz:

a) Onlar, bunu elde etmeyi arzuladıkları için, bu körlük ancak onlardan sudur etmiştir. Binâenaleyh onların kalplerinde bu şeyin zıddını değil de bunu sevme bulunduğuna göre, şimdi sen bak! Eğer bu tercih, herhangi bir müreccih bulunmaksızın olmuş olursa, o zaman bunu söylemek batıl olur. Yok eğer, bu müreccih (tercihi yapan) kul ise, taleb, (soru) yeniden avdet eder. Yok eğer bu müreccih, Allah ise, o zaman matlûb (netice) elde edilmiş olur.

b) Allahü teâlâ, "Ama onlar, körlüğü hidayete tercih ettiler" buyurmuştur. Bir kimsenin, o şeyin bir körlük ve cehalet olduğunu bile bile, körlüğü ve cehaleti sevmeyeceği, bunu arzu edemeyeceği, hatta o körlükte ve cehalette bir bilgi ve yol göstericiliğin bulunduğunu zannetmediği sürece asla ona rağbet etmeyeceği zarurî olarak bilinen bir husustur. Binâenaleyh bu kimsenin böylesi bir cehaleti tercih etmeye yeltenmesinden önce, başka bir cehaletin mutlaka ve mutlaka bulunmuş olması gerekir. Şimdi sen bak, eğer bu ikinci cehalet, kulun seçeneği ile olmuş ise, o zaman teselsül gerekir. Halbuki bu, imkânsızdır. Binâenaleyh, bütün bu cehaletlerin, kulun ihtiyarı olmadan bu işin kendisinde meydana geldiği bir cehalete varıp dayanması gerekir ki, elde edilmek istenen netice de budur.

Allahü teâlâ, onların küfürlerini tavsif edince, "Onları o horlayıcı azâb yıldırımı yakaladı..." buyurmuştur, (......) kelimesi, "azabın en büyüğü", "bel kıranı" demek olup, hûn ise, "zelîl eden, aşağılayan" anlamındadır. Azâb kelimesinin masdar ile hûn diye vasfedilmesi, bu azabın son derece çetin olduğunu bildirmek içindir. Yahut da hûn kelimesi, azâb kelimesinden bedeldir. "kazanmış oldukları şeyler yüzünden..." buyurmuştur. Cenâb-ı Hak bu ifadeyle, onların şirk koşmalarını, Salih peygamberi yalanlamalarını ve o deveyi boğazlamalarını kastetmiştir. Keşşaf sahibi burada, yine, büyük bir tutarsızlık içine düşmüştür. Uygun olanı, ona iltifat edilmemesidir. Çünkü bu, her ne kadar lafızlarla ve kelimelerle ilgili hususta sa'y ü gayret göstermiş ise de, ancak ne var ki bu zavallı kişi, manaları anlamaktan uzak bir kimsedir.

Korunanları Allah'ın Kurtarması

Cenâb-ı Hak, bu ilahî tehdidi zikredince, bunun peşinden vaadini de getirerek, "İman edip, muttaki olanları ise kurtardık" buyurmuştur. Yani, "Bunlar, Âd ve Semûd kavminin yaptığı o fiillerden kendilerini ittika etmişlerdir..." demektir. Buna göre şayet, "Böylesi bir şeyin Ümmet-i Muhammed hakkında olmayacağını ve Allah'ın da bu husus, "Sen onların içinde olduğun sürece, Allah onlara azâb etmeyecektir"(Enfâl. 33) ayetinde açıkça belirttiğini ve sahih hadislerde de, Allahü teâlâ'nın, bu ümmetten bu tür âfetleri kaldırdığının yer aldığını bile bile, daha Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kavmini, Âd ve Semûd'un başına gelen azâb yıldırımı gibi şeylerle uyarması nasıl uygun düşer?" denilirse, biz deriz ki: Kureyşliler bu azâb yıldırımı gibisine müstehak olmada, kendilerinin Âd ve Semûd'a denk ve müsavi olduklarını anlayınca, derece ve yoğunluğu onlarınkinden az olsa bile, bu tür bir azabın tahakkuk edebileceğini bekleyedurmuşlardır. Korkutma hususunda bu kadarcık şey dahi kâfidir.

Azaların İtirafları

19

Âyetin tefsiri için bak:24

20

Âyetin tefsiri için bak:24

21

Âyetin tefsiri için bak:24

22

Âyetin tefsiri için bak:24

23

Âyetin tefsiri için bak:24

24

"Gün gelecek o gün Allah'ın düşmanları, işte onlar, toplu halde ateşe sürüleceklerdir. Nihayet oraya geldikleri zaman, onlar ne yapıyor idiyseler, kulakları, gözleri, derileri kendilerinin aleyhine şahitlik edecektir. Derilerine, (şöyle) dediler: "Bizim aleyhimize niye şahitlik ettiniz?" Onlar da, "Bizi, her şeyi söyleten Allah söyletti. Sizi ilk defa o yaratmıştır. Yine ancak O'na döndürülüyorsunuz" dediler. "Siz, ne kulaklarınız, ne gözleriniz, ne de derileriniz kendi aleyhinize şahitlik eder diye, (düşünüp) sakınmadınız. Bilakis, Allah, yapmakta olduklarınızın birçoğunu bilmez sandınız. Rabbinize karşı beslediğiniz şu zannınız yok mu? işte sizi o helak etti. Bu yüzden, hüsrana düşenlerden oldunuz. Şimdi eğer (azaba) dayanabilirlerse, işte onların yurdu, ateş! Eğer rızâlık vermek için dünyaya dönmek isterlerse onların bu dilekleri kabul edilmez".

Bil ki Allahü teâlâ, o kâfirlerin dünyadaki azabının keyfiyetini beyân buyurunca, zecr ve sakındırma hususundaki ibret alma işinin tam bir şekilde gerçekleşebilmesi için, bunun peşinden ahiretteki azablarının keyfiyetini anlatan ifadelere yer vermiştir. Nafi kıraati, haşr işini Allah'a izafe ederek nahşuru e'dâe okunmuştur ki, bunun takdirî manası "Allahü teâlâ, kendisinin, baştan sona kadar gelmiş geçmiş düşmanları olan kâfirlerin topunu hasredip cehenneme sürecektir" şeklindedir. Bu kıraatin delili ise, bu ifadenin "Biz kurtardık.." (Fussilet. 18) kelimesine atfedilmiş olmasıdır. Böylece de, lafzı bakımından ona muvafık olmasının güzel oluşudur ki, bu okuyuşu, Cenâb-ı Hakk'ın, (Meryem, 85) ve (Kehf, 47) ifâdeleri de teyit eder.

Diğer kıraat imamları ise, bu ifadeyi, meçhul olarak okumuşlardır. Çünkü, Semûd kıssası artık bitmiştir. Dolayısıyla, ayetteki ifadesi, başka bir sözün başlangıcıdır. Bir de, onlan haşredenler, Cenâb-ı Hakk'ın, "toplayın, hasredin..." (saffât, 22) emrine muhatab olanlardır ki, bunlar da meleklerdir. Üstelik bu kıraat da, Cenâb-ı Hakk'ın, "dağıtıma tabi tutulurlar" buyruğuna mutabıktır. Yine, birinci kıraatin takdiri, Allahü teâlâ'nın, "Biz, Allah'ın düşmanlarını toplayıp cehenneme süreriz" demesi şeklinde olunca, bu takdire göre evlâ olanın, ayetin ifadesinin "Biz, bizim düşmanlarımızı toplar da ateşe süreriz" şeklinde olması gerekirdi.

Bil ki Allahü teâlâ, kendisinin düşmanlarının toplanıp cehenneme sürüleceklerini belirtince, buyurmuştur. Yani, "Sonrakiler onlara yetişsinler diye, baştakiler tutulurlar. Yani, geriden gelenler onlara ulaşsınlar diye, en öndekiler durdurulurlar" demektir ki bu da, onların bir araya geldiklerinde yaptıklarının kendilerine sorulacağını, bundan mesul tutulacaklarını beyân etmektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Nihayet oraya geldikleri zaman, kulakları, gözleri, derileri kendilerinin aleyhine şahitlik edecektir" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Kelamın Takdiri, dirin böyle olmasına göre, ayetteki (......) kelimesi, zâid addedilmiş olur. Burada şöylesi bir ek faydanın olduğu da söylenmiştir ki, bu fayda da, "Onlar gelir gelmez, işte bu şehâdetin mutlaka ve mutlaka tahakkuk edeceği"nin belirtilmesidir. Ki bu tıpkı, Bu (azâb) vaki olduktan sonra mı O'na iman edeceksiniz?" (Yunus, 51) ifadesi gibidir. Yani, "O azabın meydana geldiği o vakitte, onların O'na iman etmeleri vaktinin mutlaka ve mutlaka, bulunması gerekir" demektir.

Azaların Şahitliği

Rivayet olunduğuna göre, kıyamet gününde kul şöyle diyecektir: "Ey Azîz Rabbim, sen bana zulmetmeyeceğin vaadinde bulunmadın mı?" Bunun üzerine Allahü teâlâ, "Bu, senin için, aynen söz konusudur, vakidir" buyurur. Kul, "Ben, kendime, yine kendimden olan bir şahidi kabul ederim" der, bunun üzerine de Allah, onun ağzını kapatır ve ondan sudur eden fiilleri, onun uzuvlarına söyletir. İşte, "Kulakları, gözleri, derileri kendilerinin aleyhine şahitlik edecektir" ifadesi bunu anlatmaktadır.

Alimler, bu şehâdetin nasıl olacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, bu hususta şu üç görüş ileri sürülmüştür:

a) Allahü teâlâ, o uzuvlarda, anlayış, konuşma kudreti ve konuşma fiilini halkeder de, böylece o uzuvlar tıpkı, bir adamın görüp bildiği şeye şehâdet etmesi gibi şehâdette bulunurlar.

b) Allahü teâlâ, tıpkı o ağaçta (Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yla ilgili ağaçta) o konuşmayı yarattığı gibi, bu uzuvlarda da bunlara delâlet eden sesleri ve harfleri yaratır.

c) Allah o uzuvlarda, o insandan bu işlerin sudur ettiğine delâlet eden birtakım haller meydana getirir. İşte bu emarelere, şehâdet etmek ismi verilmiştir. Bu meselâ, tıpkı bu âlemin hallerinin değişmesinin, âlemin kendisinin "muhdes" olduğuna delâlet etmesi gibidir.

Mutezilenin Zorlanması

Bil ki, bu mesele, Mutezile için, (İzahı) zor olan bir meseledir. Birinci görüşe, (yani, a maddesindeki açıklamaya) gelince: Bu, onların mezhebine göre, izahı zor olan bir meseledir. Çünkü aklın, kudretin ve anlayışın olabilmesi için, Mutezile'ye göre, bedenin olması şarttır. Binâenaleyh dil, dil olarak kaldığı müddetçe, ilim ve aklın mahalli, yeri olması imkânsızdır. Bu sebeple, şayet Allahü teâlâ, bu bünyeyi ve onun şeklini değiştirecek olsa, o bir lisân ve deri olmaktan çıkar. Halbuki ayetin zahiri, bu "şehâdet"in kulağa, göze ve deriye nisbet edilmiş olduğuna delâlet etmektedir. Şimdi biz, "Cenâb-ı Hak, bu uzuvların yapısını değiştirmez" diyecek olsak, bu durumda onların, akıllı, anlayışlı ve konuşan olmaları mümkün olmaz. İkinci görüşe, yani, Allahü teâlâ'nın, bu sesleri ve harfleri o uzuvlarda yaratmış olduğu şeklindeki izaha gelince, bu da, Mutezilenin prensiplerine göre, doğru değildir. Zira, onlara göre, konuşan (mütekellim), kelâm (konuşma) ile vasfedilen değil, bizzat konuşma fiilini yapandır. Çünkü onlar, Allah'ın, o konuşmayı o ağaçta yarattığını söylüyorlar. Dolayısıyla, o konuşma fiilini yapan o ağaç değil, bizzat Allahü teâlâ'dır. Bu sebeple şimdi biz şayet, "Allahü teâlâ, o sesleri, o harfleri o uzuvlarda yaratmıştır" dersek, bu durumda şahitlik yapan o uzuvlar değil, Allah'ın kendisinin olması gerekir. Ve yine, bu konuşmayı yapanın o uzuvlar değil, Allahü teâlâ olması gerekir. Halbuki, Kur'ân'ın (ayetin) zahiri, bu şehâdetin, Allah'dan değil, o uzuvlardan sudur ettiğine delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Allah, "Kulakları, gözleri, derileri kendilerinin aleyhine şahitlik edecektir" buyurmuştur. Üstelik onlar da, o uzuvlara, "Niye bizim aleyhimize şahitlik ettiniz?" diyeceklerdir. Bunun üzerine o uzuvlar da, "Bizi, her şeyi söyleten Allah söyletti" şeklinde cevap vereceklerdir. Bütün bu ayetler, o sözleri söyleyenin, o uzuvlar olduğuna ve bu sözlerin Allah'ın sözü olmadığına delâlet etmektedir. Bu iki görüşe göre, problemin arzedilmesi, işte bu şekildedir.

Üçüncü görüşe, yani, bu şahitliğin, o işlerin onlardan sudur ettiğine delâlet edercesine o uzuvlar üzerinde husûsî birtakım emare ve alâmetlerin zuhur etmesi şeklinde yorumlanmasına gelince bu, hakikaten ??? geçmektir. Halbuki asl olan, bunun yapılmamasıdır. Bu konudaki sözün sonu budur.

Ama bizim, ehl-i sünnet alimlerimize göre, böyle bir problem söz konusu değildir. Çünkü biz ehl-i sünnete göre, hayat, ilim ve kudretin olabilmesi için, bünye (beden)'in olması şart değildir. O halde bu demektir ki, Allahü teâlâ, bu uzuvların herbir parçasında aklı, kudreti ve konuşmayı yaratmaya kadirdir. Böyle olması halinde, bu problem söz konusu olmaz. Hayat ve hayat ile alâkalı herhangi bir sıfat için bünyenin şart olmadığını beyan hususunda bu ayetle istidlalde bulunmak son derece güzel olur. Allah en iyisini bilendir.

Üç Duyunun Özelliği

Bu üç uzvun özellikle ele alınması hususunda müfessirlerin herhangi bir sebep ve hikmetten bahsettiklerini görüp müşahede etmedim. Şimdi ben diyorum ki: Duyu organlarının, işitme, görme, koklama, tadma ve dokunma diye beş tane olduğunda şüphe yoktur. Ve yine, dokunmayı sağlayan vasıtanın deri olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh Allahü teâlâ, burada duyu organlarından işitmeyi, görmeyi ve dokunmayı ele almış; tadma ve koklama şeklinde ele alman diğer ikisini zikretmemiştir. Çünkü, tadma işi de, bazı bakımlardan dokunmanın içine dahildir. Çünkü bir şeyin tadını algılama, dilin derisi ile, damağın, yiyeceğin kütlesine temas etmesiyle meydana gelir. Dolayısıyla bu iş, dokunma işine dahildir. Geriye koklama duyusu kalmaktadır ki, bu, insanda zâten zayıf olan bir duygudur. Allah'ın, koklama duyusu ile ilgili bir mükellefiyeti, bir emri ve bir yasağı yoktur.

Bunu iyice kavradığında şimdi biz diyoruz ki: İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Buradaki derilerin şehâdeti ile, insanın, tenasül uzuvlarının şehâdeti kastedilmiş olup, bu, kinaye üslûbunda söylenmiş olan bir sözdür. Nitekim Cenâb-ı Hak, cinsî münâsebeti kastederek, "Onlarla, randevulaşmaymız" (Bakara, 235) ve def-i hacet, yani tuvalet ihtiyacını gidermek manasını kastederek, "Veya içinizden biri gait'den (ayak yolundan) gelmişse..." (Maide, 6) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de, "İnsanoğlunun konuşacak olan ilk uzvu, onun uyluğu ile elidir..." Mûsned, 5/3. dediği rivayet edilmiştir."

Böyle olması halinde, bu ayet, zina fiilini yapanlar hakkında şiddetli bir tehdit olmuş olur. Çünkü zinanın başlangıcı, el ile olduğu gibi; sonu da, uyluk iledir.

Daha sonra Allahü teâlâ, onların uzuvlara, "Bizim aleyhimize niye şahitlik ettiniz?" Onlar da: "Her şeyi söyleten Allah bizi söyletti. Sizi ilk defa O yaratmıştır. Yine ancak O'na döndürülüyorsunuz" dediklerini nakletmiştir ki, bu, "Sizi yaratmaya ve dünyada iken sizi konuşturmaya kadir olan Allah, Kıyamet gününde iken, sizi yine yaratmaya ve yeniden konuşturmaya, öldükten sonra diriltmeye de kadirdir. O halde O'nun, uzuv ve organları konuşturması nasıl imkânsız görülebilir?!" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Siz, ne kulaklarınız, ne gözleriniz, ne de derileriniz kendi aleyhinize şahitlik eder diye, (düşünüp) sakınmadınız" buyurmuştur. Bu, onların, o kötü işlere yöneldiklerini gizlendiklerini, ancak ne var ki onların gizlenmelerinin, kendilerinin aleyhine olarak kulaklarının, gözlerinin ve derilerinin şehâdet etmesi endişesinden ötürü olmadığını; zira onların, Öldükten sonra dirilmeyi ve Kıyameti inkâr ettiklerini, ancak ne var ki, bu gizlenmenin, onların gizlice ve görünmeksizin yapılan fiilleri Allah'ın bilemeyeceği zannını taşıdıkları için olduğunu belirtmektedir.

Nüzul Sebebi

İbn Mes'ûd'un şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ben, Kâ'be'nin örtüsüne bürünmüştüm. Derken yanıma, ikisi Sakîfli, biri de Kureyşli olan üç adam geldi. Bunlardan birisi, "Siz, Allah'ın, dediklerinizi duyduğunu zanneder misiniz?" dedi. Bunun üzerine ikisi, "Konuştuğumuz zaman, (yüksek sesle konuşur da), seslerimizi duyarsak, O da seslerimizi duyar. Aksi durumda duymaz" dediler. Ben bunu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e anlattıktan sonra, ayeti nazil oldu."

Allah Hakkında Hüsn-i Zan

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Rabbinize karşı beslediğiniz şu zannmız yok mu? İşte sizi, ohelâketti. Bu yüzden, hüsrana düşenlerden oldunuz..." buyurmuştur. Bu, Allahü teâlâ hakkında, herhangi bir şeyin bilgisinin O'nun ilminden hariç olduğunu zanneden bir kimsenin, şüphesiz ki hüsrana düşen ve helak olan kimselerden olacağı hususunda sarîh bir delildir. Ehl-i tahkik şunu demiştir: Zan, İki kısımdır. Allah hakkında, hüsn-i zan ve fasit zan. Hüsn-i zanna gelince, bu, O'nun hakkında hep rahmet ve lütuf zannında bulunmak, hüsn-i zan beslemektir. Bir kutsî hadiste Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur: "Ben, kulumun benim hakkımdaki zannıncayım, zannı üzereyim," Buhari, Tevhid, 15; Mûslim, Tevbe, 1 (3/2102) Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Sizden hiç biriniz, Allah hakkında iyi zanda bulunmaksızın ölmesin" Müslim, Cennet, 61 (3/2205) buyurmuştur. Kabîh, çirkin zan ise, fasittir, bâtıldır. Bu bazı hallerin Allah'ın ilminden gizli kaldığını sanmaktır.

Katâde şöyle demiştir: "Zan, iki çeşittir: Kurtaran zan ve helak eden zan. Kurtaran zanna gelince bu, "Çünkü ben, hakikaten hesabıma kavuşacağımı zannetmiştim.." (Hakka. 20) ve "... onlar hakikaten Rablerine kavuşup döneceklerini bilirler.."(Bakara, 36) ayetlerinde ifade buyurduğudur. Helak edici zanna gelince, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbinize karşı beslediğiniz şu zannınız yok mu? İşte sizi, o helak etti..." ayetinde ifade ettiği zandır. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Zâliküm, mübtedâ olduğu için merfû, zannukum ve erdakum kelimeleri de, iki haberdirler. Zannukum kelimesinin zâlikum'dan bedel, erdakum kelimesinin haber olması mümkündür."

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şimdi eğer (azaba) dayanabilirlere, işte onların yurdu, ateş!.." buyurmuştur. Yani, "Eğer onlar, bekledikleri bir yardım talebinde bulunmaktan geri durmuşlarsa, bunu bulamamışlardır. Ateş de onların yurdu, yani makamları olmuştur" demektir, "Eğer rızalık vermek isterlerse, onların bu dilekleri kabul edilmeyecektir" yani, "Onlara, arzuladıkları şey verilmeyecek ve buna icabet edilmeyecektir." Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şimdi bizler sızlansak da, katlansak da birdir. Bizim için sığınacak hiçbir yer yoktur" (İbrahim, 21) ayetidir. Bu ifade, (mine'l-mu'tibîne) şeklinde de okunmuştur. Yani, "Onlar Rablerini hoşnut kılmak isteseler bile, bunu yapamazlar. Yani, "Onların buna imkânı yoktur."

Kur'an'ı Susturma Çabalan

25

Âyetin tefsiri için bak:29

26

Âyetin tefsiri için bak:29

27

Âyetin tefsiri için bak:29

28

Âyetin tefsiri için bak:29

29

"Biz onlara birtakım yanaşmaları sebep yaptık da, önlerinde ne var, ardlarında ne varsa, onlar bunları süslü gösterdiler. Cin ve insanlardan kendilerinden evvel geçmiş ümmetler içinde, bunlara karşı da o söz hak olmuştur. Çünkü onlar hüsrana düşenlerdi. O küfredenler (şöyle) dediler: "Bu Kur'ân'ı dinlemeyin. Onun hakkında manasız yaygaralar yapın. Belki üstün gelirsiniz." işte biz o kâfirlere, muhakkak ki en çetin bir azabı tattıracağız. Onları, yapageldiklerinin en kötüsüyle cezalandıracağız. Bu, Allah'ın düşmanlarının cezasıdır ki, ateştir. Bizim ayetlerimizi bilerek inkâr etmelerinin cezası olarak orada onlara (cehennemde) ebedîlik yurdu vardır. O küfredenler (cehennemde), "Ey Rabbimiz, cinden ve insandan bizi saptıranları göster bize de, onları ayaklarımız altına alalım. Ta ki en aşağıda kalanlardan olsunlar" dediler".

Bil ki Allahü teâlâ, bu kâfirlerin küfrü üzerine, onlar için hem dünyada hem de ahiretteki şiddetli tehdid ve vaîdini zikredince, bunun ardından, küfre düşmelerinin sebebini zikretmiş ve "Biz onlara birtakım yanaşmaları sebep yaptık da" buyurmuştur. Bu ifade hakkında birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

es-Sıhâh sahibi şöyle demiştir: "Arapça'da, "(Buna bedel) ona, bir meta verdim" anlamında, denilir. Bu iki kimse hakkında, (bey'âni) denildiği gibi (kaydâni) de denilir. ise, "Allah, onu ona getirdi ve onu ona verdi" anlamındadır." Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz onlara birtakım yanaşmaları sebep yaptık da..." ifadesi, bu anlamdadır.

İkinci Mesele

Ehl-i sünnet bu ayet ile, Allahü teâlâ'nın kâfirden küfrü murat ettiği hususunda istidlalde bulunmuşlar ve şöyle demişlerdir: "Allah, bu yanaşmaları onlara sebep kıldığını zikretmiştir. Allahü teâlâ, bu yanaşmaları her ne zaman onlara sebep kılarsa, onların, bâtılı onlara süslü göstereceğini bilmektedir. Bir fiil yapıp da, bu fiilin, mutlaka bir neticeye götüreceğini bilen kimse yok mu? İşte bu fiilin failinin mutlaka, bu neticeyi murad etmiş olması gerekir.. İşte böylece, Allahü teâlâ bu yanaşmaları onlara sebep kılınca, O'nun, onlardan bu küfrü murad etmiş olduğu sabit olmuş olur."

Cübbâi, buna şöyle diyerek cevap vermiştir: "Şayet Allah, isyanları murad etmiş olsaydı, o zaman asîlerin bunu işlemekle muti olmuş olmaları gerekirdi. Çünkü, bir başkasının kendisinden dilediğini yapan kişinin, o kimseye itaat etmiş olması, mutî olmuş olması gerekir. Bir de, "Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zariyat, 56) ayeti, Allahü teâlâ'nın, kullardan ancak ibâdeti dilemiş olduğuna delâlet eder. İşte böylece, Cenâb-ı Allah'ın onlardan ma'siyyeti dilememiş olduğu sübût bulmuş olur. Bu ayete gelince, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak burada, "Biz, onlara günahları, süslesinler diye birtakım yanaşmaları onlara vesile kıldık" buyurmamış, aksine, "Onlar ... onlara süslü gösterdiler" buyurmuştur. Allahü teâlâ'nın bu buyruğunun anlamı, "Allah, herkesi, kendi cinsinden olan diğerine yaklaştırdı da, böylece, ikisinden herbirini diğerine sebep kıldı; zengini fakire, fakiri zengine.." şeklindedir. Sonra Cenâb-ı Hak, onların bir kısmının, diğerlerine, günahları süslemiş olduğunu beyan etmiştir.

Bil ki, âlimlerimizin istidlal şekli daha önce de bahsettiğimiz gibi şöyledir: Bir kimse bir iş yapar ve o işin bir neticeye götüreceğini kesinkes bilirse, muhakkak ki bu işi yapan kimse, o neticeyi murad eder, ister. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak burada, o yanaşmaları-arkadaşları onlara musallat etmiş ve o arkadaşları onlara musallat ettiğinde, onların bu küfre ve sapıklığa düşeceklerini bilmiştir. Cübbat'nin ileri sürdüğü itiraz, bu durumu değiştirmez. Cübbâî'nin, "Eğer Allahü teâlâ, onların günah işlemelerini dilemiş olsaydı, onlar bu isyan ve günahları işlemekle, Allah'a itaat etmiş olurlardı" şeklindeki görüşüne karşı diyoruz ki: Eğer birinin, istenen şeyi yapması onu isteyene itaat manasına gelseydi, o zaman Allah'ın da, kullarının istedikleri ve duâ ettikleri şeyi onlara verdiğinde, kullarına itaat etmiş sayılması gerekirdi. Bunun böyle olmadığı malumdur. Keza bu lafzı ilzamdır, sözde olan bir itaat durumudur. Zira "itaat" ile falancanın istediğini yaptığını kastedersen, bu, muayyen bir şeyi insanın kendi kendisine gerekli kılmasıdır. Yok eğer başka bir şey kastedersen, mutlaka onu açıklamak gerekir. Ta ki onun sahih olup olmadığı incelenebilsin.

Süslenen Şey

Alimler, ayetteki, "Önlerinde ne var, ardlarında ne varsa bunları süslü gösterdiler" ifadesiyle ne murad edildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir.

1) Zeccâc bu hususta şu iki izahı yapmıştır:

a) "O arkadaşları onlara, önleri sıra gelecek olan âhiret işlerine dâir, öldükten sonra dirilişin, cennetin, cehennemin olmadığını ve ardları sıra olan dünyanın hoş olduğunu söylediler, böylece de dünyanın kadîm olduğu, yaratıcısının ve failinin ise taibat ve felekler olduğu fikrini verirler.

b) Onlar bunlara, görüp bildikleri amellerini ve "ardlarında ne varsa" yani yaptıklarını iddia ettikleri şeyleri hoş ve süslü gösterdiler." İbn Zeyd de buna "Onlar onlara daha önce yapmış oldukları âdî işler ile, yapacakları âdî ve kötü amelleri, güzelmiş gibi gösterdiler" manasını vermiştir.

Cehennemlik Hükmü

Cenâb-ı Allah, daha sonra "Cin ve insanlardan, kendilerinden evvel geçmiş ümmetler içinde, bunlara karşı da o söz hak olmuştur. Çünkü onlar hüsrana düşenlerdi" buyurmuştur. Ayetteki, "ümmetler içinde" ifadesi, 'deki "nüm" zamirinden hal olmak üzere mahallen mansubtur. Buna göre kelâmın takdiri, "Bu söz onlara, onlar geçmiş ümmetler içinde olarak hak oldu. Çünkü o geçmiş ümmetler de hüsrana düşenlerdi" şeklindedir.

Ehl-i sünnet âlimlerimiz bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: Allahü teâlâ bu hükmün bu kimselere hak olduğunu, bunlar hakkında kesinleştiğini haber vermiştir. Eğer onlar kâfir olmasalardı, bu hak hüküm bâtıla, bu bilgi cehalete, bu doğru haber yalana dönüşmüş olurdu. Böyle olması ise imkânsızdır. İmkânsızlığı gerektiren şey de imkânsızdır. Böylece onlardan imanın sâdır olup, küfrün sâdır olmamasının imkânsız olduğu sabit olur.

Bil ki bu söz sûrenin başındaki tâ, "Onlar, "Bizim kendisine davet edegeldiğimiz şeyden, kalbimiz örtülüdür..." derler" (Fussilet, 5) ayetinden başlamaktadır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, işte bu şüpheye çeşitli cevaplar vermiş ve söz, sözü aça aça buraya kadar gelip dayanmış.

Kur'ân'ı Gürültüye Getirmek İstemeleri

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların yeni bir şüphesini nakletmek üzere: "O küfredenler şöyle dediler:

"O küfredenler şöyle dediler: "Bu Kur'ân'ı dinlemeyin. Onun hakkında manasız yaygaralar yapın. Belki üstün gelirsiniz" demiştir. Keşşaf sahibi, "Bu kelime, hem ğayn'ın fethası, hem de zammesiyle (......) ve (......) şekillerinde okunmuştur. Çünkü Arapça'da bu fiil, hem hem de şeklinde kullanılır. "Lağv", manasız-faydasız, düşük sözdür" demiştir.

Bil ki bu kimseler Kur'ân'ın, hem lafız, hem de mana bakımından mükemmel bir söz olduğunu, onu duyan-dinleyen herkesin, lafızlarının sağlamlığını görüp, aklı, onun manalarını anlayacağını ve onun hak bir kelâm, kabul edilmesi gerekli bir söz olduğunu biliyorlardı. Bundan dolayı, insanları onu dinlemekten alıkoymak için tedbir alıp, birtbirlerine, "Kur'ân okunduğunda, onu dinlemeyin. O okunurken seslerinizi hurafeler, masallar anlatarak, yalan-yanlış şiirler okuyarak, batıl sözler söyleyerek yükseltin ki, Kur'ân'ı okuyanın okuyuşunu karıştırır-şaşırtır ve onun okuyuşunu bastırırsınız" dediler. İşte Kureyşliler biribirine bunu tavsiye ediyorlardı ki bu, "Kur'ân'ın okunuşunu, insanlara anlaşılır bir halden çıkarabilmek için, "Kur'ân okunurken, "lağv" (boş sözler) ve batıl işler yapın. Ancak böylece Muhammed'e üstün gelebilirsiniz" diyorlardı. Bu, onlardan sâdır olan câhilce bir düşüncedir. Çünkü onlar o anda bile kendilerinin lüzumsuz işlerle ve boş sözlerle meşgul olduklarını; Allahü teâlâ'nın ise fazlı ile Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yardım etmekte olduğunu kabul etmişlerdir.

Cenâb-ı Hak, bunu anlatınca, onları şiddetli bir azabla tehdit ederek, "işte biz o kâfirlere, muhakkak ki en çetin bir azabı tattıracağız" buyurmuştur. Çünkü "zevk" (tatma) kelimesi, ancak denemek için yapılan az miktarda birşey için kullanılır. Fakat Allahü teâlâ, bu tadısın çok şiddetli bir azab olduğunu belirtmiş Binâenaleyh onun azt böylesine şiddetli bir azab olunca, kim bilir tadılan şeyin çoğunun durumu ne olur!

Hak teâlâ sonra, "Onları, yapageldiklerinin en kötüsüyle cezalandıracağız" buyurmuştur. Âlimler bunun manası hususunda değişik izahlar yapmışlar ve ekserisi, "Bununla, onların amellerinin kötü olanlarının cezası kastedilmiştir" demişlerdir. Hasan el-Basrî, "Hayır, bununla Cenâb-ı Hakk'ın, o kimselere, iyi amellerine karşı mükâfaat vermeyeceğini anlatmak istemiştir. Çünkü onlar, iyi amellerini küfür (inkâr) ile boşa çıkarmışlar ve böylece o güzel amelleri zâyî olmuştur. Geriye ellerinde ancak o kötü işleri kalmış ve şüphesiz böylece o kötü amellerinin karşılığıyla başbaşa kalmışlardır" demiştir.

Allah Düşmanlarının Cezası

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Bu Allah'ın düşmanlarının cezasıdır ki, ateştir" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak az önce, "Onları, yapageldiklerinin en kötüsüyle cezalandıracağız" buyurunca, Allah düşmanlarının cezası kılınan o en kötü cezanın cehennem olduğunu beyân etmiştir. Daha sonra da, ... "Bizim ayetlerimizi bilerek inkâr etmelerinin cezası olarak onlar için cehennemde kötülük (işkence-azab) yerleri belirlenmiştir ve bu yerler onlar için ebedi kalacakları azab yurdlandır" buyurmuştur. Bu, o kâfirlerin, Kur'ân okunurken yaptıkları şamatanın cezasıdır. Cenâb-ı Hak bu şamataya, "bile bile inkâr" demiştir. Çünkü onlar Kur'ân'ın mucize olarak zirvede bir söz olduğunu bildikleri için, eğer insanlar onu duyup dinlerlerse, mutlaka ona iman edeceği endişesini taşımalarından dolayı, bu fasit yöntemi bulmuşlardı. Bu da, onların, Kur'ân'ın mucize olduğunu bildiklerini, ama hasetlerinden ötürü bile bile inkâr ettiklerini gösterir.

Cin ve İnsan Şeytanları

Bil ki Allahü teâlâ, onları bu şiddetli azabı gerektirecek küfre sevkeden şeyin, kötü arkadaşlarla düşüp-kalkmak olduğunu açıklayınca, bu şiddetli azaba düştüklerinde o kâfirlerin, "Ey Rabbimiz, cin ve insanlardan bizi saptıranları göster bize de (...)" demişlerdir. Burada cinlerin ve insan türünün zikrediliş sebebi şudur: Şeytanlar, cin şeytanları-insan şeytanları diye ikiye ayrılır.

Nitekim Allahü teâlâ, "işte böylece biz, her peygambere, insan ve cin şeytanlarını birer düşman yaptık" (En'am, 112) ve "Cinlerden ve insanlardan, insanların kalblerine vesvese verenlerin şerrinden (sığınırım de)" (Nass, 5-6) buyurmuştur. Bu iki türün, İblis ve Kabil olduğu da ileri sürülmüştür. Çünkü inkâr İblisin; haksız yere adam öldürme de Kabil'in yoludur. Erinâ (bize göster) kelimesi, kesrenin ağırlığından ötürü, râ'nın sükûnu ile ernâ diye de okunmuştur. Bu tıpkı Arapların, (uyluk) kelimesini, fahz diye telaffuz etmeleri gibidir. Bunun, "Bize, bizi saptıran o iki tür kimseyi ver" manasında olduğu da söylenmiştir. Alimler, Halil (b. Ahmed'in) şöyle dediğini nakletmişlerdir: "Râ'nın kesresiyle "Elbiseni bana göster" dediğinde, bu, "Onu bana göster" manasına olur, ama bunu sükûn ile şeklinde söylersen, bu o elbisenin verilmesini istemek, yani "Elbiseni bana ver" manasına olur."

Daha sonra, "Onları ayaklarımızın altına alalım. Tâ ki en aşağıda kalanlardan olsunlar" dediler" buyurulmuştur. Mukâtil buna, "Onlar cehennemde bizden daha aşağıda olsunlar..." manasını verirken, Zeccâc, "Onlar cehennemin en alt tabakasında olsunlar..." manasını vermiştir.

Hikmete meyleden bir talebem şöyle demişti: "Ayetteki saptıran o iki tür ile, şehvet ve gazab kastedilmektedir. Buna, meleklerle ilgili kıssadaki,"(Allah'ım) o yeryüzünde, fesad çıkarıp, kan akıtacak kimseler mi yaratacaksın?" (Bakara, 30) ayetiyle işaret edilmiştir. "Ayaklarımızın altına alalım" ifadesiyle de, "Ey Rabbimiz, bize yardım et de şehvet ve gazabımızı, kudsî ruh cevherinin ayakları altına alalım" manası kastedilmiştir. Bu ikisinin, o ruh cevherinin ayakları altında olması ile, bunların o ruhun emrine verilmesi, ona itaat etmeleri, nefse (ruha) hâkim ve gâlib olmamaları kastedilmiştir."

Rabbim Allah Diyen Dürüstler

30

Âyetin tefsiri için bak:32

31

Âyetin tefsiri için bak:32

32

"Gerçekten, "Rabbimiz Allah'tır" deyip de sonra dosdoğru olanlar (yok mu), işte onların üzerlerine, "Korkmayın, tasalanmayın, vaadolunduğunuz cennetle sevinin" diye diye melekler inecektir." Biz, dünya hayatında da ahiret hayatında da sizin dostların iziz. Af ve merhameti çok olan Gafur ve Rahîm'den bir lütuf ve ikram olmak üzere, burada canlarınız neyi arzu ederse sizindir, burada ne isterseniz sizindir".

Bil ki Allahü teâlâ (tehdidini) uzun uzun anlatınca, peşisıra bu kıymetli vaadini zikretmiştir. Bu, bütün Kur'ân'da gözetilmiş olan güzel bir sıralamadır. Defalarca anlattığımız gibi, kemâlât, üç kısımdır; nefsanî kemâlât, bedenî kemâlât ve haricî kemâlât. Bunların en şereflisi, nefsanî kemâlât; ortası bedenî kemâlât; en aşağı olanı da haricî kemâlâttır. Yine daha önce anlattığımız gibi, nefsanî kemâlât, iki kısma münhasırdır, yakînî ilim ve amel-i sâlih. Muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: "İnsanın kemâli, zâtı gereği hakikati tanımada; kendisiyle amel edebilmesi için de hayrı tanımadadır. Salih amellerin başı ve başkanı ise, insanın ifrat ve tefrite düşmeksizin, ortada ve dosdoğru olmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, 'İşte böylece sizi mutedil (örnek) bir ümmet yaptık" (Bakara, 143) ve "Ya Rabbî, bizi sırat-ı müstakime hidayet et" (Fatiha,5) dememizi buyurmuştur ki, bu ayette buna: "Sonra da dosdoğru olanlar..." ifadesiyle işaret edilmişti. Bir hafız efendi el-Abbadî'nin meclisinde bu ayeti okumuştur. Bunun üzerine el-Abbâdî'nin şöyle dediğini duydum: "Kıyametteki kıymet istikâmete göredir."

Bunu iyice kavradığına göre diyoruz ki: "Ayetteki, "Gerçekten, "Rabbimiz Allah'dır" deyip de sonra dosdoğru olanlar.." ifadesiyle, sadece sözü doğru olmak kastedilmemiştir. Çünkü sırf sözü doğru oluş, "istikameti" ifade etmez. Cenâb-ı Hak, sözün peşinden "istikâmeti" (dosdoğru olmayı) da getirince, bu sözün, tam bir yakîn ve gerçek marifetullah ile içice olması gerektiğini anlamış oluruz.

İstikametin İzahı

Bunu iyice kavradığına göre diyoruz ki: İstikâmet hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Bununla, din, tevhid ve marifetullah hususundaki istikamet (doğruluk) kastedilmiştir.

b) Bununla, sâlih amellerdeki istikamet kastedilmiştir. Birinci görüşe göre, bu hususta şunlar söylenir:

1) Hazret-i Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh), "Sonra da dosdoğru olanlar..." ifadesine, "Başkalarının ilahlarına değer vermediler.." manasını vermiştir.

2) İbn Abbas (radıyallahü anh), bir rivayetinde, bu ayetin Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) hakkında nazil olduğunu; çünkü onun, belâ ve sıkıntıların en şiddetlisine düştüğü halde, dininden asla ve kafa zerrece dönmediğini, tavrını hiç değiştirmediğini söylemiştir. O halde, Hazret-i Ebû Bekir, "Rabbimiz Allah'dır" deyip, hiçbir sebepten ötürü değişmeden, bu yolda, bu sözde dosdoğru kalan zat olmuş olur. Ben diyorum ki: Bu hususta şu izahlar da yapılabilir: Bu âlemin bir ilahı olduğunu inkâr eden kimse için, geriye şöyle birtakım işler kalır:

1) Allahü teâlâ'nın sıfatlarını nefy (red) hususunda, "ta'tîl"e, yani Cenâb-ı Hakk'ın hiç sıfatı olmadığını söyleyecek kadar ileri gitmemesi ve yine Allah'a sıfatlar vermede de "teşbîh"e (mahlûkata benzetmeye) varıp dayanacak kadar ileri gitmemesi, aksine "teşbîh" ile "ta'tîl" arasında dosdoğru bir itidal çizgisi üzerinde kalmasıdır. Yine bu kişinin, "cebr" ile "kader" arasında, mu'tedil (doğru-orta) bir çizgi üzerinde kalması gerekir. Ümit ve ümitsizlik arasında dosdoğru bir çizgi üzerinde, orta bir yolda olması gerekir ki, "Gerçekten "Rabbimiz Allah'dır" deyip de sonra dosdoğru olanlar.," ayetinden kastedilen de budur.

2) İkinci görüşe gelince ki bu, ayetteki "istikâmet"i, amel-i salihte bulunma manasına almamızdır, bu sahabe ve tabiinden pek çok kimsenin görüşüdür. Onlar bu görüşün daha evlâ olduğunu söylemişlerdir. Çünkü böylece ayetteki, "Gerçekten, "Rabbimiz Allah'dır" deyip de" ifadesi, söz ve inanç bakımından istikâmeti, "sonra dosdoğru olanlar" ifadesi de, sâlih amelleri içine alır.

Meleklerin Onlara İnmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onların üzerine... melekler inerler" buyurmuştur. Bunun, ölürken olacağı ileri sürülmüştür. Yine bunun şu üç yerde, ölürken, kabirde ve diriliş esnasında Kıyamete kadarki zamanda olacağı da söylenmiştir. "korkmayın" diye", ifadesinin başındaki en edatı, ya "ey" (yani) manasınadır, yahut da enne edatının muhaffef şekli olup, takdirindedir.

Bu takdirdeki hû zamiri, zamir-i sândır. Bil ki faydaların gözetil meşindeki en ileri nokta, zararları gidermek ve menfaatleri celbetmektir. Halbuki zararları savuşturmanın, menfaatleri celbetmeden daha önemli olduğu malumdur. Zararlar, ya gelecekte, ya şu anda, yahut geçmişte olur.

Burada şöyle aklî bir incelik vardır: Gelecek, şimdiki zamandan öncedir. Şimdiki zaman da, geçmişten öncedir. Çünkü henüz olmamış ama olması beklenen şey "gelecek"tir, meydana geldiğinde "şimdiki zaman" olur, meydana gelip yok olduktan sonra da mazî olur. Hem sonra, gelecek, her ân olmaya doğru yaklaşır. Mazî ise, her an meydana gelmişlikten gittikçe uzaklaşır. İşte bundan ötürü şâir, "Arzu ettiğin şey, yarından da yakındır. Korktuğun şey de, dünden daha uzaktır" demiştir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, gelecekte olması beklenen zararları savuşturmak, geçmişteki zararları defetmekten daha evladır. Hem sonra korku, kalbin gelecekte olabilecek bir zarardan dolayı, kalbin acı duymasından; "gam" (keder) ise, geçmişte olan bir menfaatin kaybedilmesi sebebiyle kalbin izdir ab duymasından ibarettir. Durum böyle olunca korkuyu gidermek, gam sebebiyle meydana gelen hüznü gidermekten daha ileri olur, öncelik arzeder.

Bunu iyice kavradığına göre diyoruz ki: Allahü teâlâ meleklerin, tâ İşin başından, mü'minlere ileride Kıyametin halleri içinde meydana gelecek şeylerden dolayı "Size korku yoktur" diye haber verdiklerini, sonra da, "Dünya hallerinden olarak, elden kaçırdığınız şeyler sebebiyle size keder yok" dediklerini bildirmiştir. Bu iki şey tahakkuk edince de zararlar, yorgunluklar ve bitkinlikler tamamen bertaraf olur.

Melekler onlara bu haberi verdikten sonra, onlar için birtakım menfaatler olduğu müjdesini vermişler ve "vaadolunduğunuz cennetle sevinin" demişlerdir. İmdi eğer, "Beşaret (sevinç-müjde), o menfaatin tahakkuk ettiğine dâir verilen ilk haberden ibarettir. Fakat bir adama, bir faydasının tahakkuk ettiği haber verilip, sonra bu haber ikinci kez verilince, bu ikinci haber müjde değil, sadece haber olur. Binâenaleyh mü'min kimse, hayır müjdelerini duyup, sonra aynı haberi meleklerden duyunca, bunun bir haber olup, müjde sayılmaması gerekir. Öyleyse bu habere, müjde (beşaret) denilişinin sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki: Mü'min, inanan muttaki kişinin cennetlik olduğunu işitir. Fakat bizzat kendisinin cennetlik olduğunu işitmemiştir. İşte meleklerden bunu işitmesi, kendisi için ilk haber dolayısıyla beşaret olduğu gibi, muazzam faydası olan bir haber olmuş olur.

Bil ki bu söz mü'minin, ölürken, kabirde ve diriliş esnasında, birtakım korkunç ve dehşetli hallerden dolayı korku duymayacağına, aksine kalbi emîn ve gönlü yatışmış olacağına delâlet eder. Çünkü ayetteki, "Korkmayın, tasalanmayın" ifadesi, kesinlikle hiçbir korku ve tasanın olmayacağını ifade eder.

"Biz Sizinle Beraberiz" Demeleri

Daha sonra Cenâb-ı Allah, meleklerin mü'minlere "Biz, dünya hayatında da, ahiret hayatında da sizin dostlarınızız" dediklerini haber vermiştir ki bu kâfirlerle ilgili olarak zikredilen tehdidin mukabilidir. Çünkü Cenâb-ı Hak onlarla ilgili olarak,"Biz onlara birtakım yanaşmaları (arkadaşları) sebep yaptık (musallat kıldık)"(Fussilet. 25) buyurmuştur.

Meleklerin, mü'minlerin dostları olmaları şu manayadır: Şeytanların, birtakım vesveseler vermek ve batıl şeyleri hayal ettirmek suretiyle, ruhlar (insanlar) üzerinde tesiri olduğu gibi, ilham vermek, yakınî mükaşefeler ve gerçek makamlar vasıtasıyla da meleklerin insan ruhu üzerinde tesirleri vardır. Velhasıl meleklerin, temiz ve arınmış ruhların, yâr ve yardımcıları oluşları pek çok yönden olup, mükaşefe ve müşahede sahipleri için malumdur. Çünkü bu kimseler şöyle derler: Bu dostluk dünyada mevcud olduğuna göre, ahirette de devam edecektir. Çünkü bu ilgi ve münasebetler, zatî ve ayrılmaz şeyler olup, sona ermezler. Bu ilgiler, kişinin ölümünden sonra daha kuvvetli olarak devam ederler. Çünkü insanın ruh cevheri melekler cinsindendir. Dolayısıyla bu ruh, güneşe oranla bir şule, denize oranla bir katre gibidir. Maddî bağlar ve bağlılıklar ise, ruh ile melekler arasına girmiş şeylerdir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)"Eğer şeytanlar insanoğlunun kalbini sarıp kuşatmasaydı, onlar gökler âlemini seyrederlerdi' Benzeri hadis: Müsned, 2/363 buyurmuştur. Binâenaleyh maddî bağlar ve bağlılıklar, bedenî tedbirler ortadan kalktığında, aradaki engeller ortadan kalkar, eser müessire, katre denize, şule de güneşe ulaşmış olur. İşte ayetteki 'Biz dünya hayatında da âhiret hayatında da sizin dostlarınızız" ifadesi ile anlatılmak istenen budur.

Allahü teâlâ sonra, "Burada canlarınız neyi arzu ederse sizindir. Burada ne isterseniz sizindir" buyurmuştur, İbn Abbas (radıyallahü anh), bu ifadenin, "temenni ettiğiniz herşey" manasına olduğunu söylemiştir. Bu tıpkı, "Orada taze yemişler onların, temennî edecekleri herşey onlarındır" (Yasin, 57) ayeti gibidir. İmdi eğer, "Bu tefsire göre, "Canlarınız neyi arzu ederse sizindir" ifadesiyle, "Burada ne isterseniz sizindir" ifadesi arasında bir fark kalmamış olur" denilirse, biz deriz ki: Bence, "birinci ifade maddî cennetlere, ikincisi ise, Hak teâlâ'nın "Onların orada duaları, "Sübhâneke Allahümme" demeleri, oradaki selâmları da, "selâm" demeleridir. Dualarının sonu da, "Elhamdülillâhi Rabbi'l-âlemîn"dir" (Yûnus. 10) ayetinde zikredilen ruhânî-manevî cennetlere işarettir.

Nüzul

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "afv ve merhamet sahibi Gafur ve Rahîm'den lütuf ve ikram olmak üzere..." buyurmuştur. "Nüzul", "nezît"in rızkı demektir, "nezît" de, misafir manasınadır. Bu kelimenin mansûb oluşu, hal oluşundan ötürüdür. Arifler şöyle demişlerdir: "Bu ayet, bahsedilen bu şeylerin adetâ bir ziyafet olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü kerim bir zat, ziyafet verdiğinde mutlaka, bunun sonunda güzel bir elbise verir. Bu güzel elbise de, ru'yet, tecellî ve tam mükaşefe esnasında tahakkuk edecek mutluluklardır. Allah'dan fazl-u ikramı ile bizi buna ehil kılmasını niyaz ederiz. O yakındır, dualara icabet eder.

En Makbul Kişi

33

Âyetin tefsiri için bak:36

34

Âyetin tefsiri için bak:36

35

Âyetin tefsiri için bak:36

36

"(İnsanları) Allah'a davet eden salih amel işleyen ve "Ben şüphesiz möslümanlardanım" diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir? Ne iyilik, ne de kötülük bir olmaz. Sen en güzel tarzda karşılık ver. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile, sanki yakın dost olur. Buna, sabredenlerden başkası kavuşamaz. Buna, ancak büyük bir hazza sahip olan erişebilir. Eğer seni şeytandan bir dürtüş fitlerse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, hakkıyla işiten, çok İyi bilendir".

Bil ki ayetle ilgili bir kaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Daha önce bahsettiğimiz gibi, söz, sûrenin başında, kâfirlerin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Bizi kendisine davet edegeldiğiniz şeyden kalblerimiz örtülüdür" (Fussilet, 5) dedikleri yerde başlamıştır. Onların bu sözden maksadları, "Biz senin sözüne itibar etmiyor, delilini kabul etmiyoruz" demektir. Daha sonra onlar, bu beyinsizlikleri hususunda bir başka yola başvurarak, "Bu Kur'ân'ı dinlemeyin, onun hakkında manasız yaygaralar yapın" (Fussilet. 26) demişlerdir. Hak teâlâ da bu şüpheleri giderme ve bu sapıklıkları bertaraf etme hususunda yeterli cevap ve izahta bulunmuştur. Daha sonra Hak teâlâ şöyle bir açıklamada bulunmuştur: "O Kureyş kâfirleri, her ne kadar bu yanlış sözleri söylüyorlarsa da, sana düşen tebliğe devam etmektir. Çünkü hak dine davet taatların en mükemmeli ve ibadetlerin başıdır. Cenâb-ı Hak bu hususa, "(İnsanları) Allah'a davet eden, sâlih amel işleyen ve "Ben şüphesiz müslümanlardanım" diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?" diyerek işaret etmiştir. Bu, bu sûrenin ayetleri arasındaki en güzel bir tertibi ifâde eder. Bu hususta şöyle bir diğer izah da yapılabilir: Saadet mertebeleri, tam ve tam üstü olmak üzere ikidir. Tam mertebe, zatında kâmil olmayı sağlayan üstün sıfatları iktisab etmektir. Binâenaleyh insan bu dereceye erişince, artık bundan sonra nakıs olanları kemâle eriştirme işiyle uğraşır. İşte "tam üstü" olan budur.

Bunu anladığın zaman biz deriz ki: "Gerçekten, "Rabbimiz Allah'dır" deyip, sonra da dosdoğru olanlar..." ifadesi, birinci mertebeye işaret olup, bu, nefis cevherinin (ruhun) mükemmelliğini ifade eden hallerin elde edilmesi demektir. Binâenaleyh, kişi bu mertebeyi elde ettiğinde, ikinci mertebeye geçiş gerçekleşir. Bu da, noksan olan kimseleri kemâle erdirme işiyle meşgul olmaktır. Bu da, halkı, hak dine davet etmekle olur. İşte bu, "(insanları) Allah'a davet edenden ... daha güzel sözlü kimdir?" ifadesiyle anlatılmak istenen şeydir. Bu da, bu ayetler arasındaki ilgi ve münasebet hususunda yapılmış güzel bir izahtır. Bil ki Allah'ın, kuvvetli bir akıl ve mükâsefe yolunu açan ilahî ilimlerden bol nasip verdiği kimse, bu sûredeki ayetler arasındaki tertibe bakıp, bundan daha güzelinin ve mükemmelimin bulunmayacağını anlar.

İkinci Mesele

Bazı kimseler, ayetteki, "(însanları) Allah'a davet edenden daha güzel sözlü kimdir?" ifâdesiyle, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kastedildiğini söylerken, bazıları, bunların, müezzinler olduğunu söylemişlerdir. Fakat gerçek olan, hangi yolla olursa olsun, Allah'a çağıran herkesin, bu ayetin muhtevasına girmesidir. Allah'a davetin çeşitli mertebeleri vardır:

Peygamber Tebliğinin Üstünlüğü

Birinci Mertebe: Peygamberlerin daveti, şu bakımlardan, başkalarının davetinden üstündür:

a) Onlar, ilk önce hüccet ile davet etmekte, ikinci sırada da kılıçla davette bulunmayı aynı anda yapmışlardır. Bu iki yolu birleştirme işi, nadiren söz konusu olmuştur.

b) Bu daveti ilk başlatan, peygamberlerdir. Alimler ise, davetlerini, peygamberlerin davetine bina etmişlerdir. Değerli bir işi ilk defa yapıp ihdas etmek ise, daha efdaldir.

c) Peygamberlerin ruhları, kuvvet bakımından daha güçlü, cevher bakımından daha katıksız ve berraktırlar. Binâenaleyh, ölü kalpleri diriltmede, bulanık ruhları arındırmada peygamberlerin ruhlarının tesiri daha mükemmel olur. O halde, onların davetleri daha üstündür.

d) Ruhlar, şu üç kısma ayrılır:

1) Kusurlu ve nakıs olan...

2) Noksanları kemâle erdiremeyecek durumdaki kâmil...

3) Nakıs olanları kemâle erdirmeye muktedir olan kâmil rûh.. Birinci kısım, avam kimseler; ikinci kısım, evliya; üçüncü kısım da, enbiyâ ve peygamberlerdir. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ümmetimin alimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir' El makasıd, a. 359buyurmuştur.

Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki: Peygamberlerin ruhları için şöyle iki meziyyet söz konusudur:

a) Zâtları bakımından mükemmel oluşu,

b) Başkalarını kemâle erdirmeleri.. Binâenaleyh onların, bu davete olan kudret ve kuvvetleri daha ileri derecede olur. Dereceleri de daha üstün ve mükemmel olmuş olur.

Bunu iyice anladığında şimdi biz diyoruz ki: Peygamberlerin, şöyle olan iki sıfatları vardır: İlim ve kudret.. Alimler ilim bakımından peygamberlerin naibleri; idareciler de kudret bakımından peygamberlerin vekilleridir. İlim, ruhlara hükümran olmayı; kudret İse, maddelere hükümran olmayı gerektirir. O halde bu demektir ki âlimler, ruhlar âlemi hususunda peygamberlerin naibi; idareciler de, maddelere hükmetme hususunda peygamberlerin halefidirler.

Alimlerin Taksimi

Bunu iyice kavradığına göre, Allah'a davet hususunda, peygamberlerden sonra gelen derecelerin en mükümmeli, âlimlerin derecesinin olduğu ortaya çıkmış olur. Sonra alimler de üç kısma ayrılır:

a) Allah'ı (iyi) bilenler.

b) Allah'ın sıfatlarını bilenler.

c) Allah'ın ahkâmını bilenler. Allah'ı (iyi) bilenler, Hak teâlâ'nın, haklarında, "Hikmeti dilediğine verir. Kime de hikmet verilirse, ona çok hayır verilmiştir" (Bakara. 269) buyurmuş olduğu hukemâ'dır. Allah'ın sıfatlarını bilenler ise, kelâmcılardır. Allah'ın ahkâmını bilenler ise, fakîhlerdir. Bu üç makamdan herbiri için, nihayeti olmayan üç derece söz konusudur. İşte bu sebepten dolayı, Allah'a davet etmenin sonu ve sınırı olmayan, mertebe ve dereceleri vardır. İdarecilere gelince, bunlar da, Allah'ın dinine kılıç ile davet ederler. Bu da, şu iki şekilde olur:

a) İman olmadığı zaman, imanı gerçekleştirmek için.. Bu, kâfirlerle yapılan savaş gibidir.

b) İmanın devamını sağlamak için.. Bu da, meselâ bizim, "Mürted öldürülür" şeklindeki hükmümüz gibidir.

Müezzinlere gelince, bunlar, ayetin ifadesine, doğrudan doğruya girmezler... Onların bu ifâdenin kapsamına girmelerine gelince, "ezân"daki kelimelerin zikredilmesinin, namaza bir çağrı ve davet olmasından dolayıdır. Böylece bu İş, Allah'a davet etmenin şümulüne girmiş olur. Bu dahil olmanın, dolaylı ve zayıf olmasına gelince, genel olarak müezzinler bu kelimelerin manalarını tam olarak bilemezler. Onların, bu kelimelerin manalarını kavramış oldukları kabul edilse bile, ne var ki onlar, bu kelimeleri telaffuz ederlerken, bu yüce manaları kastetmezler.. Allah'a davet etmenin mertebeleri hususundaki sözün tamamı bundan İbarettir.

En Mühim İş: Tebliğ

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a davet edenden ... daha güzel sözlü kimdir?" ifadesi, Allah'a davet etmenin, dışındaki bütün şeylerden daha güzel olduğuna delâlet eder. Bunu iyice kavradığına göre şimdi biz diyoruz ki: Amellerin en güzeli olan herşeyin, vâcib olması gerekir. Çünkü vâcib olmayan her şeyden, vâcib elbette daha güzeldir. Böylece, amellerin en güzeli olan bütün şeylerin de, vâcib olması gerekir. Bunu da iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki: Allah'a davet etmek, bu ayetin muktezâsına göre, amellerin en güzelidir. Amellerin en güzeli olan her şey ise, vâcibtir. Bu, Allah'a davet etmenin vâcib olduğu neticesini verir.

Ezanın Hükmü

Sonra biz diyoruz ki, ezan da, Allah'a davettir. O'na davet ise, vâcibtir. Bu da, ezanın vâcîb olduğu neticesini verir. Bilesin ki, fakîhlerin ekserisi, ezanın vâcib olmadığını iddia etmişlerdir. Ve bunlar, ezanın, bu ayetin muhtevasına dahil olmadığını söylemişlerdir. Kendisine, delilin kesinkes delâlet ettiği şey, bu ayetle kastedilen da'vetin sözlerin en güzeli olduğudur. Ezanın, sözlerin en güzeli olmadığı sabittir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın dinine, yakînî deliller ile davette bulunmak, ezandan daha güzeldir. Bu da, yani ikinci şekil de, bu ayetin muhtevasına giren şeyin, ezan olmadığı neticesini verir.

İnşallah Mü'minim" Demek Hakkında

Alimler, kişinin, "Ben müslümanım" veya, "İnşâallah ben müslümanım" gibi sözlerinden hangisinin daha evlâ olduğu hususunda, İhtilaf etmişlerdir. Birincisini benimseyenler, görüşlerinin doğruluğuna bu ayetle istidlal etmişlerdir. Çünkü ayetin takdirî manası, "Ben müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim vardır?" şeklindedir. Böylece Allah, bu sözün, sözlerin en güzeli olduğuna hükmetmiştir. Şayet, sözlerin en güzeli olma hususunda, bizim, "İnşâallah" dememiz muteber olsaydı, o zaman bu ayetin zahirinin delâlet ettiği şey, bâtıl olmuş olurdu.

Beşinci Mesele

Ayet, sözlerin en güzelinin, şu üç hasleti bir arada bulunduran kimsenin sözü olduğuna delâlet etmektedir:

a) Allah'a davet.

b) Amel-i sâlih.

c) Müslümanlardan olma. Allah'a davete gelince, biz bunu biraz önce açıkladık ki, bu, yakını deliller ve kesin deliller getirmek suretiyle, Allah'a davet etmekten ibarettir.

Ayetteki, "Salih amel işleyen" ifadesine gelince, bil ki, amel-i salih, ya kalbin ameli olur, ki bu, marifetullahtır, yahut da, uzuv ve organların ameli olur ki, bu da, diğer taatlardır.

Ayetteki, "Ve "Ben, şüphesiz müslûmanlardanım" dedi" sözü, kalb ile uzuv ve organların ameline, dilin amelini de eklemek demektir. Böylece bu kimse, şu dört hasletle tavsif edilmiş olur.

1) Dil ile ikrar.

2) Uzuvlarla salih amel.

3) Kalb ile, hakiki itikâd ve inanç.

3) Allah'ın dini hususunda deliller getirmekle iştigal etmek. Bu dört hasleti taşıyan kimsenin, insanların en kerimi ve en üstünü olduğunda şüphe yoktur. Bu dört mertebedeki derecelerin en mükemmeli, ancak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için söz konusudur.

İyilik-Kötülük Mukayesesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İyilik ve kötülük bir olmaz" buyurmuştur. Bil ki biz, ilgili sözün, bu sûrenin başından, ta Allahü teâlâ'nın, o müşriklerin, "Bizi kendisine davet edegeldiğin şeyden kalblerimiz örtüler içindedir" (Fussilet, 5) dediklerini nakledişinden itibaren başladığını beyan etmiştik. Böylece Böylece bu müşrikler, kendilerini, eski dinlerinde alabildiğine ısrar edeceklerini, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in delillerinden etkilenmeyeceklerini ortaya koymuşlardır. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, onların bu sözlerine cevap verme hususunda geniş açıklamalarda bulunmuş, pekçok izahlar yapmış, bunun peşinden de va'd ve valdini getirmiştir. Derken, onların, "Bu, Kur'ân'ı dinlemeyin. Onun hakkında manasız yaygaralar yapın "(Fussilet, 26) şeklindeki başka bir sözlerini de nakletmiş, buna da çeşitli açıklamalarla cevap vermiş, daha sonra da o şüpheleri cevaplandırma hususunda, tafsilata girmiş, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, Allah'a daveti terketmeme hususunda, teşvik etmiş, böylece de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) işe, İlk önce "Gerçekten, "Rabbimiz Allah'tır" deyip de sonra doğruluğu iltizâm edenler (yok mu?) (...) İşte onlar için büyük bir mükâfaat vardır" (Fussilet, 30) diyerek başlamış, daha sonra bu safhadan yükselerek bir başka safhaya geçmiştir ki, bu da, Allah'a davetin, derecelerin en büyüğü olduğunu bildirmektir. Böylece ilgili söz, sûrenin başından buraya kadar, en güzel bir tertib içinde gelivermiştir.

Derken, adeta birisi, "Allah'a davet etmek her ne kadar yüce bir taat ise de, ancak ne var ki, bu kâfirlerin beyinsizliklerine karşı sabretmek, bizim güç yetiremeyeceğimiz derecede, ileri, şiddetli bir şeydir" demiş de, işte o zaman da Cenâb-ı Hak, bu müşkülâtı bertaraf etmeye muvafık olan ifadeyi getirerek, "İyilik, ve kötülük bir olmaz (...)" buyurmuştur. Buradaki "iyilik" ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, hak dine daveti; kâfirlerin cehaletlerine karşı sabrı, intikam almayı düşünmemesi ve onlara iltifat etmemeleri kastedilirken; seyyie, "kötülük" ile de, o müşriklerin, "Bizi kendisine davet edegeldiğin şeyden, kalblerimiz örtüler içindedir" (Fussilet, 5) şeklindeki sözlerindeki boşluk ve manasızlık ile, "Bu Kur'ân'ı dinlemeyin. Onun hakkında manasız yaygaralar yapın" (Fussilet, 26) şeklindeki sözlerinde ifade ettikleri husus kastedilmiştir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk sanki, "Ey Muhammed, senin hareketin güzel, onlarınki ise çirkindir, kötüdür. Güzel ile çirkin müsavîdeğildir" demek istemiştir ki bu da, "Sen, dünyada büyük bir saygı ve tazimi; ahirette de, ödül ve mükâfaatı gerektirecek olan bu güzel ameli yaparken, onlar bunun zıddını yaptılar. Binâenaleyh onların, bu kötü şeylere yeltenip onları yapmaları, senin bu güzel şeyle meşgul olmana engel olmaması gerekir" demektir.

En Güzel Tarzda Mukabele

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sen en güzel olanla karşılık ver..." buyurmuştur ki, bu da, "Onların beyinsizliklerini, cehaletlerini, en güzel yol ile savuştur, sav. Çünkü sen, onların, defaatla her zaman, bu gayri ahlâkî tutumlarına sabırla karşılık verip, onların beyinsizliklerine, öfke ile; zarar vermelerine de eziyyet etmek ve korkutmak yoluyla mukabelede bulunmazsan, onlar bu kötü huylarından utanacaklar ve bu kötü fiillerini terkedeceklerdir" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile sanki yakın dost olur" buyurmuştur. Yani, "Onların kötülüklerine, iyilikle; kötü fiillerine de, güzel fiillerle mukabelede bulunursan, onlar, o kötü fiillerini bırakırlar, böylece düşmanlıktan muhabbete, buğz ve kinden de meveddete (dostluğa) geçmiş olurlar" demektir.

Sabrın Güzel Akibeti

Cenâb-ı Hak, din, dünya ve ahiret hususunda bu faydalı metoda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i (ve onun şahsında insanlığı) irşad edince, "Buna sabredenlerden başkası kavuşmaz. Buna ancak büyük bir hazza sahip olan erişebilt" buyurmuştur. Zeccâc şöyle der: "(Bunlardan birinci ifâde), bu hareket tarzına, kötülüklere göğüs germeye, sıkıntılara katlanmaya; öfkeyi yutkunmaya ve intikam duygusunu terketmeye karşı sabredenlerden başkası ulaşamaz; (ikincisi de), buna, ancak, ruhanî faziletlere ve ruhanî kuvvet bakımından yüksek derecelere dair büyük bir haz ve hisse sahibi olanlardan başkası ulaşamaz. Çünkü, intikam alma ve onu savuşturma ile meşgul olma işi, ancak, ruhun etkilenmesinden sonra söz konusu olabilir. Ruhun, hariçten gelenlerden etkilenmesi ise, ancak, o ruhun zayıf olması halinde olabilir. Ama, ruhun cevheri kuvvetli olursa, bu haricî etkenlerden müteessir olmaz. O bunlardan etkilenmeyince de, za'fa düşmez, sıkıntı duymaz, intikam alma peşinde koşmaz" demektir." Böylece, açıkladığımız bu hareket tarzına, ancak, rûh kuvveti, rûh cevherinin duruluğu ve zât temizliği gibi hususlarda büyük bir pay sahibi olanların ulaşabileceği, ancak onların bunu elde edeceği sabit olmuş olur. İkinci ifadedeki, "büyük haz, pay" tabiri ile, ahiret mükâfaatının kastedilmiş olması da muhtemeldir. Bu izaha göre de, bu iki ifadeden birinci kısmı ile, sabretmek işi medhedilmiş olur; ikinci ifade de, en büyük mükafaatın verileceği hususunda bir vaad olmuş olur.

Vesveseye Karşı Sığınak

Cenâb-ı Hak, gazab ve öfkeyi, intikam duygusunu yenme ve düşmanlığı terketme hususunda bu mükemmel metodu zikredince, bunun peşinden, yine bu konuda faydası büyük olan bir başka metodu da getirerek, "Eğer seni şeytandan bir dürtüş Merse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, hakkıyla işiten, çok iyi bilendir" buyurmuştur. Bu ayet, ihtiva ettiği bu üstün manalar ve inceliklerle birlikte, A'râf Sûresı'nin sonlarında, A'râf, 200 ayetinin tefsirinde, tafsilatlı biçimde tefsir edilmişti. Keşşaf sahibi şöyle der: " ve (nezğ ve nesğ) aynı manaya olup, nesğ, (nesh)'in benzeri olan bir kelimedir. "Şeytan, insanları dürtüyor" ifadesi, o şeytanın adeta, insan, yapılmaması gereken şeylere teşvik etmesi suretiyle, çarpması ve dürtmesi demektir. Bu ayetteki (......) kelimesi ism-i fail manasında olup, adeta, (gayreti gayrete geldi) denilmesi gibidir. Yahut da, bu ifadeyle, şeytanı masdar ile niteleme manası düşünülerek, ism-i fail kastedilmiştir. Kısaca, ayetin maksadı, "Şeytan seni, kötülükleri en güzel yolla savuşturmaya dair meşru kılınan yoldan alıkorsa, onun şerrinden Allah'a sığın, işine devam et, sakın ha, ona itaat edip onun sözünü dinleme" şeklindedir. Allah en iyisini bilendir.

Gökte ve Yerde Tevhid Delilleri

37

Âyetin tefsiri için bak:39

38

Âyetin tefsiri için bak:39

39

"Gece, gündüz, güneş, ay, (hep) O'nun ayetlerindendir. Siz, ne güneşe, ne aya secde etmeyin, bunları yaratan Allah'a secde edin, eğer O'na ibadet edecekseniz. Eğer (buna karşı) kibirlenmek isterlerse, Rabbinizin nezdinde bulunanlar, onlar hiç usanmayacak, (zaten) kendisini gece gündüz tesbih edip duracaklardır. Senin, hakikaten boynunu bükmüş gördüğün arz da, O'nun ayetlerindendir. Fakat biz, üzerine suyu indirdiğimiz vakit o, harekete gelir, kabanr. Ona muhakkak can veren, elbet ölüleri de dirilticidir. Çünkü O, herşeye hakkıyla kadirdir".

Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayette, amellerin ve sözlerin en güzelinin Allah'a davet olduğunu beyan buyurunca, Allah'a davetin, zâtına ve sıfatlarına delâlet eden delilleri izah etmekten ibaret olduğuna dikkat çekmek için bunun peşinden Allah'ın varlığına, kudret ve hikmetine delâlet eden delilleri getirmiştir. Bu, bu ayetler arasındaki münasebetten elde edilen, kıymetli bir dikkat çekiştir. İşte bu sebeple, bu incelikleri bilmek, Kur'ân ilimlerinin en güzeli olmuştur. Bu yüce neticelere, (bilgilere) delâlet eden delillerin, cüz ve parçalarıyla beraber, bu âlemin tamamı olduğunu öğrenmiştin. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak burada, felekiyyâtla (göksel varlıklarla) işe başlamıştır ki, bu da gece ve gündüzdür. Cenâb-ı Hak, karanlığın yokluk; nurun (aydınlığın) da varlık olduğuna; ve yokluğun, varlıktan önce olduğuna dikkat çekmek için, geceyi gündüzden önce zikretmiştir ki, bu da bütün bu şeylerin sonradan olduğuna dikkat çekmektedir. Güneşin, ayın, feleklerin ve diğer yıldızların bir yaratıcının varlığına delâlet etmeleri hususunu ise, biz bu eserimizde defalarca açıkladık. Özellikle (......) (Fatiha, 1) ve (......) (En'âm, 1) ayetlerinin tefsirinde...

Güneşin Rabbine Kulluk Edin

Kendileri, kadir bir ilâhın varlığına dair birer delil oldukları halde, Cenâb-ı Hak, güneş ve ayın iki "muhdes" varlık olduklarını beyan edince "Siz, ne güneşe, ne aya secde etmeyin.." buyurmuştur, ki bu, "Bu İkisi, Allah'ın varlığına delil olan iki kuldur.." demektir. Secde, sonsuz derecede tazimde bulunma demektir. Dolayısıyla secde, ancak, varlıkların en kıymetlisi olana uygun düşer. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Güneşe ve aya secde etmeyiniz" buyurmuştur. Çünkü bunlar, yaratılmış iki kul ve mahlûkturlar. Binâenaleyh "Onları yaratan, kadir ve hakim olan zâta, yani Allah'a secde edin" buyurmuştur. (......) kelimesindeki (......) zamiri, "gece, gündüz ve ay" ifadelerine racidir. Çünkü, akıllı olmayan çoğullar, müennes ve müennesler hükmündedir. Nitekim Arapça'da, "Kalemleri açtım" denilir ve bu, ve ifadeleriyle anlatılır. Hak teâlâ, buyurunca, gece, gündüz ve ay, dişil (müennes) hükmünde oldular. İşte bu sebeple de, akabinde, " buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak, "Eğer O'na ibadet edecekseniz" buyurmuştur. Çünkü, meselâ sabitlerin yıldızlara tapması gibi, bazı kimseler, güneşe ve aya secde ediyor ve bunun, aslında, Allah'a secde etmek olduğunu iddia ediyorlardı. Böylece onlar, bu aradaki vasıtadan men edildiler ve doğrudan doğruya, eşyayı yaratan Allah'a secde etmekle emrolundular. Eğer: "Namazda mutlaka, muayyen bir kıblenin gözetilmesi gerekir. Binâenaleyh, şayet biz, güneşi, secde ederken muayyen bir kıble kabul edersek, bu daha uygun olur" denilirse, biz deriz ki: Güneş, derecesi yüksek, makamı büyük ve aydınlatıcı bir cevherdir. Binâenaleyh, şayet şeriat güneşin namazlarda kıble edinileceğine işaret etmiş olsaydı ve güneşin tarafına doğru secde etmek alışkanlık haline gelmiş olsaydı, bu secdenin, Allah'a değil de güneşe yapıldığı vehmi ağır basardı. İşte bu mahzurdan dolayı, Şâri-i Hakîm olan Allah, güneşi secde için kıble edinmekten nehyetmiştir. Ama belli bir hücre, oda (Beytullah, Kâbe)'nin kıble kabul edilmesinde, onun ulûhiyyetini zannettirecek herhangi bir durum yoktur. Böylece, kıbleden istenilen maksat hasıl olmuş olur. Bahsedilen mahzur da, bertaraf olmuş olur. Binâenaleyh bu, (Kâ'be'nin kıble kabul edilmesi) daha evlâ olmuştur. Bil ki Şafii (radıyallahü anh)'ye göre, bu ayetteki secdenin yapılma yeri (secdeyi icâb ettiren ifâde), ayetin sonundaki ifadesidir. Çünkü, aynı ayetteki, "secde ediniz..." ifadesi, bununla münasebet halindedir. Ebû Hanife'ye göre bunu gerektiren ifade, ifadesidir. Çünkü, ilgili mana, bu ifade ile tamamlanmaktadır. Cenâb-ı Hak, secde etmeyi emredince, daha sonra: "Eğer (buna karşı) kibirlenmek isterlerse, Rabbinin nezdinde bulunanlar, onlar hiç usanmayacaklar, (zaten) kendisini gece gündüz tesbih edip duracaklardır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili şöyle birkaç soru vardır:

İstikbarın Manası

Birinci Soru: Güneşe ve aya secde edenler, "Bizim, doğrudan doğruya Allah'a kulluk etme ehliyetimiz yoktur. Biz, zelil, kusurlu ve aciz kimseleriz. Ne var ki biz, Allah'ın iki kulu olan güneşe ve aya ibadet ediyoruz" diyorlardı. Bunların bu sözü bu şekilde olunca, daha onların Allah'a secde etmekten tekebbür etmiş olduklarının söylenmesi nasıl uygun düşer?

Cevap: Ayetteki, "istikbâr"lafzından, sizin bahsettiğiniz şey kastedilmemiştir. Tam aksine ayetten kastedilen, "Ey Muhammed, şayet onlar, senin, güneşe ve aya secde etmekten nehyedişini kabul etmez de tekebbür ederlerse.." manasıdır.

"İnde Rabbik" Tabiri

İkinci Soru: Allah'ın bir mekânda ve bir cihette olduğunu söyleyen Müsebbibe, bu hususta, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbinin nezdinde bulunanlar.." ifadesine tutunmuşlardır.

Cevap: Bu, tıpkı, "hükümdarın yanında şu kadar asker vardır" denilip, buradaki "yanında" ifadesiyle, mekânca bir yakınlığın kastedilmeyişi kabilindendir. Bunun böyle oluşunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben, kulumun benim hakkımdaki zannı yanındayım. Ben, benden ötürü kalpleri mahzun olanların yanındayım' Keşfü'l-Hafa, 1/203; Kısmen; Buhâri, tevhid, 15. kutsî hadisi ile, "Hak meclisinde (ve) kudret sahibi, mülkü çok yüce olan (Allah)'ın yanındadırlar" (Kamer, 55) ayetidir. Yine örfte, "Şafii (radıyallahü anh)'nin yanında, nezdinde, ona göre, müslüman bir kimse, zımmî mukabilinde kısâsen öldürülmez" denilir.

Melâikenin Efdaliyeti

Üçüncü Soru: Bu ayet, meleklerin beşerden üstün olduğuna delâlet eder mi?

Cevap: Evet. Çünkü, üstün olanın durumu ile daha düşük olanın durumu hakkında istidlalde bulunulur da, "Bu kimseler, her ne kadar falancaya itaattan yüz çevirip büyüklük taslasalar bile, büyüklük ona hizmet ediyor ve onun önderliğini kabul ediyorlar" denilir. Böylece, bu tür bir istidlalin, yüksek olanın durumu ile düşük olanın durumuna istidlalde bulunulması halinde güzel olacağı sabit olmuş olur.

Melâikenin Nevileri

Dördüncü Soru: Cenâb-ı Hak burada, meleklerin vasıflarıyla ilgili olarak, "(zaten) kendisini gece gündüz tesbih edip duracaklardır" buyurmuştur ki bu, onların daima tesbihatta bulunduklarına; bundan bir an olsun dahi ayrılmadıklarına delâlet eder. Halbuki onların, bu işle devamlı bir biçimde meşgul olmaları, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Onu senin kalbine, Ruhu'l-emîn İndirdi" (Şuarâ, 193-193), "Onlara, ibrahim'in müsafirinden haber ver.." buyurduğu gibi, meselâ o meleklerin yeryüzüne inmeleri gibi, diğer işlerle meşgul olmalarına mani olur. Yine Cenâb-ı Hak, "Onun üzerinde görevli, katı ve zorba melekler vardır"nahrim, 6) buyurmuştur. (Ne dersin?)

Cevap: Cenâb-ı Hakk'ın burada, tesbihata devam ettiklerini bildirdiği bu melekler, meleklerin muayyen bir kesimi olup, bunlar, diğerlerinden daha yüce ve daha üstün olanlarıdır. Çünkü Allahü teâlâ, bunları, "yanında olmak"la vasfetmiştir. "Yanında" ifadesiyle, şerefçe ve mertebece mükemmel olmaları kastedilmiştir. Ki bu, diğer bir kısım meleklerin, başka şeylerle meşgul olmalarına ters düşmez.

Onlar, "Farzedelim ki, durum senin yaptığın bu izah gibi olsun. Ancak ne var ki, o meleklerin mutlaka nefes almaları gerekir. Binâenaleyh, onların bu teneffüsüyle meşgul olmaları, tesbihatta bulunmalarına mani olur" derlerse, biz deriz ki: Beşere nisbetle nefes alıp vermek, hayatiyyetin mümkin olabilmesi için bir vesile olduğu gibi, Allahü teâlâ da, onların hayat hallerinin mümkün olmasının vesilesini zikretmiştir ki, bu da onların tesbihatta bulunmalarıdır. Cevherleri alabildiğine saf ve temiz zâtları aydınlık dan ve marifetullah basamaklarına yücelme içine dalmış bulunan meleklerin hallerini, beşerin haline kıyaslamak, insaftı bir kimsenin işi değildir. Çünkü bu iki durum arasında, doğu ile batı arasındaki uzaklık kadar mesafe bulunur.

Kuru Arzın Canlanması

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Senin, hakikaten boynunu bükmüş gördüğün arz da, O'nun ayetlerindendir" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, bu dört felekiyyât, yani gece, gündüz, güneş ve aydan bahsedince, bunun peşinden yer ile ilgili ayeti getirerek, "Senin, hakikaten boynunu bükmüş gördüğün arz da, O'nun ayetlerindendir" buyurmuştur. Huşu, kişinin zelilliğini, Allah karşısındaki tevazuu ve alçaklığını kabul etmesi demektir. Dolayısıyla bu ifade, yerin, yağmurdan ve bitkilerden uzak kaldığı zamanki durumunu anlatmak için, teşbihen kullanılmış olan bir ifadedir.

Cenâb-ı Hak, "Fakat biz, üzerine suyu indirdiğimiz vakit o, harekete gelir, kabam" buyurmuştur. Bu ayetteki, (......) kelimesinin manası, "yer, bitkilerle harekete geçti"; (......) kelimesinin manası ise, "şişti, kabardı" şeklindedir. Çünkü bitki, yeryüzüne çıkması yaklaştığında, toprak ondan ötürü kabarır, şişer, daha sonra da, bitkiden ötürü çatlar, yarılır.

Ölen İnsanlar da Dirilecek

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Can veren, elbet ölüleri de dirilticidir" buyurmuştur. Yani, "ölümünden sonra diriltmeye kadir olan, ölümlerinden sonra bu bedenleri yaratmaya da kadirdir" demektir ki biz, bu delilin izahını defalarca yaptık. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü O, her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Bu da, (bu konuda) temel bir delil olup, izahı şöyledir: Bu parçalanmış, dağılmış cüzleri yeniden bir araya getirmek, telif etmek, zâtı gereği mümkin bir iştir. Hayatın, aklın ve kudretin, bu parçalar bir araya getirildikten sonra, bunlara yeniden verilmesi de, aynı şekilde zâtı gereği mümkin şeylerdir. Allahü teâlâ da, mümkinâta kadirdir. Binâenaleyh, Allah'ın, bu parçaları bir araya getirmeye ve bunlara hayat, kudret, akıl ve anlayış vermeye kadir olması gerekir. Ki, bu, bedenlerin yeniden haşrinin, kendisinde asla hiçbir imkânsızlığın olmadığına ve mümkin bir iş olduğuna çok net bir biçimde delâlet eder. Allah, en İyisini bilendir.

Kur'an'ın Hakkaniyeti

40

Âyetin tefsiri için bak:42

41

Âyetin tefsiri için bak:42

42

"Bizim ayetlerimiz hakkında sapkınlık edenler şüphesiz bize gizli kalmazlar. O halde, ateşin içine atılacak olan kimse mi hayırlıdır, yoksa, Kıyamet günü korkusuzca gelecek olan kişi mi? Siz, dilediğinizi yapın. Çünkü O, ne yapıyorsanız, hakkıyla görendir. (Bunlar), Kur'ân'a -ki O, kendilerine gelince- küfredenlerdir. Halbuki o, cidden azîz (ve galip) bir kitaptır ki, ne önünden ne ardından ona hiçbir bâtıl, (yanaşıp) gelemez. (O), bütün kâinatın hamdettiği, yegâne hüküm ve hikmet sahibi (Allah)'dan İndirilmedir"

İlhadın Manası

Bil ki Allahü teâlâ, dinine davet etmenin, en büyük makam, en kıymetli mertebe olduğunu beyan edip, sonra da bunun, tevhidin, adaletin, dirilişin ve Kıyametin hak oluşunun delillerini anlatmak suretiyle olacağını bildirince, yeniden bu deliller hususunda münakaşa edip, şüpheler atma çabasına girenleri tehdide yönelerek, "Bizim ayetlerimiz hakkında sapkınlık edenler..." buyurmuştur. Arapça'da, dosdoğru çizgiden sapıp bir yarıkta, bir hendek eştiğinde, denilir. Binâenaleyh mülhid, sapan demektir. Bu kelime daha sonra örten (ıstılahen), Özellikle haktan meyledip, bâtıla sapan hakkında kullanılır olmuştur. "Şüphesiz bize gizli kalmazlar" cümlesi bir tehdid olup, tıpkı, heybetli bir kralın, "Benim mülkümde bana karşı çıkanları biliyorum" dediğinde, bu sözün bir tehdid oluşu gibidir.

Daha sonra Allahü teâlâ "O halde ateşin içine atılacak olan kimse mi hayırlıdır, yoksa Kıyamet günü korkusuzca gelecek olan kişi mi?" buyurmuştur. Buradaki istifham (soru) istifham-ı takriri olup maksadı, ayetler hakkında sapkınlık edenlerin, ateşe atılacaklarına; ayetlere iman edip, onları tasdik edenlerin ise, Kıyamet günü emin olacaklarına dikkat çekmektir.

Müteakiben Hak teâlâ, "Siz dilediğinizi yapın. Çünkü O, ne yapıyorsanız hakkıyla görendir" buyurmuştur. Bu bir üçüncü tehdid (va'îd) olup, bunun bir benzeri de, heybetli bir padişahın, çok kızgınken, bazı kölelerini soruşturmaya tabî tutup, sonra onlara, "istediğinizi yapın" demesi gibidir. Çünkü bu ifade, ileri derecede bir tehdiddir.

Daha sonra Allahü teâlâ, "Bunlar zikri, o kendilerine gelince inkâr edenlerdir" buyurmuştur ki bu da bir tehdiddir. Bunun cevabı hususunda şu iki izah yapılmıştır:

1) Bu cevap, Kur'ân-ı Kerim'de vasfedilmiş, diğer cevaplar gibi mahzûf olup, takdiri, "Kur'ân kendilerine geldiğinde, Kur'ân'ı inkâr edenler, bu İnkârları yüzünden cezalandırılırlar" şeklinde veya benzer bir şekildedir.

2) Bu (......)'nın cevabı ileride gelen, "Onlar uzak bir yerden çağrılıyorlar" (Fussilet 33) ayetidir. Birinci izah daha doğrudur.

Kur'ân'ın Galibiyeti

Allahü teâlâ, Kur'ân'ın ayetleri hususunda ileri-geri konuşanları alabildiğine tehdid edince, bunun peşinden Kur'ân'ın büyüklüğünden bahsederek, "Halbuki O, cidden aziz ve galip bir kitaptır" buyurur. Buradaki "aziz"in şu iki manası vardır:

a) Galip, kahir (üstün),

b) Eşi-benzeri bulunmayan...

Kur'ân'ın galip (üstün) manasında "azîz" oluşu, belirtildiği gibidir. Çünkü Kur'ân hüccetlerinin kuvvetli oluşu sayesinde, kendi dışındaki herşeye gâlib gelmiştir. Kur'ân'ın, eşi-benzeri olmayan manasında "aziz" oluşu da böyledir. Çünkü evvelki ve sonraki bütün insanlar, ona muâraza etmekten, bir benzerini getirmekten âciz kalmışlardır.

Bâtıl Ona Yanaşamaz

Cenâb-ı Allah sonra, Ve önünden, ne ardından ona hiçbir bâtıl (yanaşıp) gelemez" buyurur. Bu ifadeyle İlgili olarak şu izahlar yapılmıştır:

a) Tevrat, Zebur ve İncil gibi, daha önce gelmiş kitaplar, Kur'ân'ı yalanlamadığı gibi, bundan sonra da onu yalanlayacak bir kitap gelmeyecektir.

b) Kur'ân'ın hak olduğunu bildirdiği hiçbirşey bâtıl olmaz; bâtıl olduğunu söylediği hiçbirşey de hak olmaz.

c) Kendisine herhangi bir noksanlığın ârız olması, böylece de "önünden" ona bâtılın yol bulmasından, yahut da kendisine ilavede bulunulmasından, böylece de "ardından" ona bâtılın yol bulmasından o mahfuzdur (korunmuştur). Bunun manasının böyle oluşunun delili, "Hiç şüphesiz biz, onu koruyucularız" (Hicr, 9) ayetidir. Bu izaha göre, ayetteki "bâtıl" kelimesi, fazlalık ve noksanlık olmuş olur.

d) Bu ifadeden kastedilen mananın, "Gelecekte ona muaraza edebilecek bir kitabın bulunması mümkün değildir. Geçmişte de ona muaraza edecek, onunla boy ölçüşebilecek bir kitap bulunmamıştır" şeklinde olması da muhtemeldir.

e) Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu bir teşbih (benzetme)dir ve teşbih ile anlatılmak İstenen şudur: Ona bâtıl arız olamaz ve bâtılın ona girmek için bulabileceği hiçbir yol yoktur.

Bil ki Ebû Müslim el-İsfehânî, Kur'ân'da neshin olmadığı görüşüne bu ayeti şöyle delil getirebilirdi: Çünkü "nesh" ibtâl etmek demektir. Binâenaleyh bu mana da, Kur'ân'a nesh girmiş olsaydı, ona, bu ifadede bahsedilen bâtıl, ardından gelmiş olurdu. Bu da, bu ayetin manasının zıddına bir durum olurdu.

Hak teâlâ sonra da "O, bütün kâinatın hamdettiği, yegâne hüküm ve hikmet sahibi (Allah'dan) indirilmedir" buyurmuştur. Bu, "Ben (Allah), bütün hallerim ve fiillerimde hakim, nimetlerimin çokluğu sebebiyle de, bütün mahlûkâtın yanında hamîdim" demektir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Allah, Kur'ân'ın başına, "Elhamdülillah" cümlesini koymuş ve cennetliklerin söyleyecekleri en son sözün yine bu söz olduğunu haber vermiştir.

Nübüvvet Davetinin Aynılığı

43

Âyetin tefsiri için bak:46

44

Âyetin tefsiri için bak:46

45

Âyetin tefsiri için bak:46

46

"Sana, senden evvelki peygamberlere de söylenmiş olandan başka bir şey söylenmiyor. Şüphe yok ki senin Rabbin, hem mağfiret sahibi, hem eltm azab sahibidir. Eğer biz onu, yabana (dilde) bir Kur'ân yapsaydık, muhakkak ki "Ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arap muhatablara, Arapça olmayan bir Kur'ân mı?" diyeceklerdi. Onlara söyle ki o Kur'ân, iman edenler için bir hidayet ve şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır. Kur'ân bunlara karşı bir körlüktür. (Sanki) onlar uzak bir yerden çağrılıyorlardı. Andolsun ki biz Musa'ya kitabı verdik, onda da ihtilaf edildi. Eğer Rabbin tarafından geçmişte verilmiş bir hüküm (kader) bulunmasaydı, aralarındaki iş şimdi olup bitmişti (halledilmişti). Şüphesiz onlar bunun hakkında şüpheci bir tereddüd içindedirler. Kim iyi amel ve hareket ederse, bu kendisi içindir; kim de kötülük ederse, bu da kendi aleyhinedir. Yoksa Rabbin, kullarına zerre miktarı zulmedici değildir".

Bil ki Allahü teâlâ, ayetleri hakkında ileri geri konuşanları tehdid edip, ayetlerinin kıymetli, Kitabullah'ın derecesinin yüce olduğunu bildirince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e kavminin eziyetlerine karşı sabretmesini ve bu sûrenin başında, "Onlar, "Bizi kendisine davet edegeldiğiniz şeye karşı kalbimiz örtülüdür ... derler" (Fussilet, 5) ayetinde haber verdiği bu sözden ötürü kalbinin sıkılmamasını tavsiye ederek, "Sana. senden evvelki peygamberlere de söylenmiş olandan başka birşey söylenmiyor" buyurur. Bu ifâde ile ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:

a) Doğruya en yakın izaha göre bununla, "Kavminin kâfirlerinin sana söylediği sözler, tıpkı geçmiş peygamberlerin kâfir kavimlerinin, o peygamberlere söylediği üzücü sözler ve onlara indirilen kitapları tenkid eden sözler gibidir. Senin Rabbin, hakkı savunanlar için mağfiret sahibi, batıldan yana olanlar için de, elîm bir azab sahibidir. Binâenaleyh sen bu işi Allah'a havale et ve emrolunduğun, davet ve tebliğ işiyle meşgul ol" manası kastedilmiştir.

b) Bununla, "Allah, sana, tıpkı diğer peygamberlerine söylediği şeyleri söylemektedir. Çünkü O, sana da, diğer bütün peygamberlere de, kavimlerinin beyinsizliklerine karşı sabretmelerini emretmiştir. Binâenaleyh itaat edenlerin ûmid içinde bulunmaları, O'na isyan edenlerin de, O'ndan korkup çekinmeleri gerekir" manası kastedilmiştir. Bu sûrenin tefsirindeki sözlerimizden, sûrenin gayesinin, müşrik ve kâfirlerin, "Bizi kendisine davet edegeldiğiniz şeye karşı, kalblerimiz örtülüdür..." şeklindeki sözlerine cevap vermek olduğu ortaya çıkar. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, böyle bir metodun yanlışlığına dikkat çekerek, bazan bu Kur'ân'a iman edenler için vaadde, yüz çevirenler için va'idde (tehdidde) bulunmuş ve ilgili söz, tâ sûrenin başından buraya kadar güzel bir tertib ve mükemmel bir nizâm içinde uzayıp gelmiştir. Derken Cenâb-ı Hak onların bu sözlerine karşı, yeni bir cevap vererek, "Eğer biz onu, yabana (dilde) bir Kur'ân yapsaydık, muhakkak ki, "Ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arap olan muhataplara, Arapça olmayan bir Kur'ân mı?" diyeceklerdi" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili bir kaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza, Kisâî, Asım'ın ravisi Ebu Bekir, bir istifham olmak üzere, iki hemze ile (......) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları bunun gibi, ve benzeri ifadelerde, yine istifham olmak üzere, tek hemze ile ve bir prensipleri olarak, medd ile okumuşlardır. Ibn Abbas (radıyallahü anh)'ın bunu tek hemzeyle okuduğu rivayet edilmiştir. İki hemzeyle okuma durumunda, bunlardan birincisi, istifham-ı inkâr hemzesi olup, manası, "Onlar bunu yadırgadılar ve, ya "Arap olan bir peygambere, yabancı dilde bir Kur'ân mı?" yahut da, "Arap olan muhataplara, yabancı dilde bir Kur'ân" dediler" şeklinde olur. Bunu, yine istifham olarak, tek hemzeyle okuma durumunda, bu ifadeyle, muhatapları Arap olduğu halde, Kur'ân'ın yabancı dilde olması manası kastedilmiş olur.

Sûrenin Bütünlüğü

Alimler, bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkında şunu nakletmişlerdir: Kâfirler, işi yokuşa sürmek ve sarpa sardırmak için, "Kur'ân yabancı bir dilde inseydi ya..." dediler. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu." Bence sebeb-i nüzul olarak bu gibi şeylerin söylenmesi, Kur'ân'a karşı yapılmış büyük bir haksızlık olur. Çünkü bu, bu birbiriyle alakası olmayan ayetlerin gelmiş olduğunu düşündürür. Bu ise, Kur'ân hakkında en büyük ta'n (tenkid) sebebidir. Binâenaleyh böyle bir tenkid kabullenildiğinde, Kur'ân'ın mucize olduğunu iddia etmek şöyle dursun, onun muntazam bir kitap olduğunu iddia etmek bile mümkün olmaz. Bence gerçek olan, bu sûrenin başından sonuna kadar, "Kalblerimiz örtülüdür" (Fussilet, 5) ayetinde nakledilen şüpheye cevap veren, bir bütün olmasıdır. Tefsir ettiğimiz ayetteki söz de yine, aynı konuyla ilgili olup o iddiaya cevaptır. Buna göre ayetin manası, "Eğer biz bu Kur'ân'ı yabancı bir dilde indirmiş olsaydık, o zaman onlar, "Arap bir topluma, yabancı dilde bir kitab nasıl indirilir?" diyebilirlerdi ve onlara yine "Senin bizi kendisine davet ettiğin söz hususunda kalblerimiz örtülüdür, yine o sözü duyma hususunda kulaklarımızda ağırlık var. Çünkü biz onu (yabancı dilde olduğu için) anlayamıyoruz" deme hakkı doğardı. Fakat biz bu kitabı Arapça ve sizin kelimelerinizle indirip, siz de bu dili konuşup anlayan kimseler olunca, "Kalblerimiz bu söze karşı örtülüdür ve kulaklarımızda bundan ötürü ağırlık var" diye iddiada bulunmanız nasıl mümkün olur?" şeklindedir. Binâenaleyh bizim bu ayetin ifadesini de, müşriklerin o (Fussilet, 5. ayetindeki) sözlerine bir cevap kabul etmemiz halinde, sûre, başından-sonuna, en güzel bir münasebet ve uyum içinde olmuş olur. Binâenaleyh sebeb-i nüzul olarak bunun zikredilmesi, cidden şaşılacak şeydir.

Kur'ân Müminlere Şifadır

Cenâb-ı Hak sonra "Onlara söyle ki o Kuran iman edenler için bir hidayet ve şifâdır, iman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır. Kur'ân bunlara karşı bir körlüktür" buyurmuştur. Bil ki bu söz de yine onların, "Bizi kendisine davet edegeldiğin şeye karşı kalblerimiz örtülüdür" sözleriyle ilgilidir. Buna göre Cenâb-ı Hak, sanki, "Size gönderdiğim bu kelâm (bu Kur'ân), başka bir dilde değil, sizin dilinizdedir. Binâenaleyh artık sizin, "Bunun dilini bilmediğimiz için, kalblerimiz buna karşı örtülüdür" demek mümkün değildir" demek istemiştir.

Bütün bunlardan sonra geriye şöyle demek kalır: "Allah'ın, hakka meyleden bir karakter, doğruluğa meyleden bir kalb ve dini taleb hususunda gücünü-kuvvetini sarfetmeye sevkedecek olan bir himmet verdiği herkes için, hiç şüphesiz bu Kur'ân bir hidayet ve şifadır. Kur'ân'ın bu kimse hakkında hidayet olması, Kur'ân, onu hayırlara sevkeden bir delil, bütün mutluluklara götüren bir kitap oluşundan ötürüdür. Şifa oluşu da şöyledir: Kişinin hidayete ermesi mümkün olduğunda, hidayet gerçekleşir. İşte bu hidayet o kimsenin küfür ve cehalet hastalığına bir şifa olur.

Ama hızlân denizinde boğulmuş, mahrumiyet sahrasında şaşırmış ve kalbi şeytana tâbi olma hisleriyle dopdolu olan kimse için bu Kur'ân, kulağında bir ağırlık olur. Nitekim Hak teâlâ, onların, "Kulaklarımızda bir ağırlık var"(Fussilet, 5) dediklerini haber vermiştir. Yine bu Kur'ân, onlar için bir körlük olur. Nitekim Cenâb-ı Hakk, onların, "Bizimle senin aranda bir perde var" (Fussilet, 5) dediklerini bildirmiştir. Kur'ân'ın beyanı ile bu beyandan faydalanma arasına girmiş olan bu perde yüzünden onlar, "Sanki onlar uzak bir yerden çağrılıyor" gibidirler. İnsaflı olup da zorlanmayan herkes, bizim bu ayeti, bahsettiğimiz manada tefsir ettiğimiz zaman, sûrenin başından-sonuna dek bir gayeye, tek bir konuya dâir, muntazam bir tek söz olduğunu anlar. Binâenaleyh yapılan bu tefsir, diğer müfessirlerin yaptıkları tefsirden daha uygun olur. Kıraat âlimlerinin çoğu, ayetteki (......) kelimesini, bu şekilde masdar olarak okumuşlardır. İbn Abbas (radıyallahü anh) ise, bunu na't (sıfat) olarak (......) şeklinde okumuştur. Ebû Ubeyde, birincisinin esas kıraat olduğunu söyler ve şöyle der: "Ayetteki, hüda ve şifâ kelimeleri birer masdardırlar. Binâenaleyh bu kelimenin de onlar gibi bir masdar olması gerekir. Eğer önceki bu kelimeler, hâdî ve şâfi olsaydı, o zaman bu kelimenin meksur olarak (......) şeklinde böylece onlar gibi ism-i fail olması uygun düşerdi.

Cenâb-ı Hak, "(Sanki) onlar uzak bir yerden çağrılıyorlar" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Cenâb-ı Hak bu ifadeyle, onların sözden, sadece bir ses ve uğultu hisseden hayvanlar gibi olduklarını kastetmiştir" derken, yine bunun, "Kim uzaktan çağrılırsa duymaz, duysa bile ne söylendiğini anlamaz. Dolayısıyla bunların durumu da böyledir" manasında olduğu da söylenmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Andolsun ki biz Musa'ya kitap verdik, onda da ihtilaf edildi" buyurmuştur. Ben derim ki, bu da yine önceki ifadeyle ilgilidir. Buna göre sanki, "Biz Musa'ya o kitabı (Tevrat'ı) verdiğimizde, onlar onun hakkında ihtilaf edip, kimisi onu kabul etti, kimi etmedi. İşte tıpkı bunun gibi sana da bu kitabı (Kur'ân 'ı) verdik. Bazı insanlar onu kabul ettiler ki bunlar senin ashabındır. Bazıları bunu kabul etmediler. Bunlar da, "Bizi kendisine davet edegeldiğin şeye karşı kalblerimiz örtülüdür" diyenlerdir" denilmektedir.

Daha sonra Allahü teâlâ, "Eğer Rabbin tarafından geçmişte verilmiş bir hüküm bulunmasaydı" yani "onlardan azabı belli bir güne, yani Kıyamet gününe kadar tehir etme hükmü (kaderi) olmasaydı, ki Cenâb-ı Hak, "Kıyamet günü, onlara vaadolunan (belirlenmiş olan) gündür" (Kamer, 36) buyurmuştur. "Aralarındaki iş şimdi olup bitmişti" yani "tasdik eden ile, başlarına gelecek o azabı yalan sayanlar arasındaki iş, şimdi halledilmişti. "Şüphesiz onlar bunun hakkında şüpheci bir tereddüt içindedirler" yani onlar, senin ve kitabının doğruluğu hususunda bir şek ve şüphe içindedirler. Binâenaleyh onların, "Davet edegeldiğin şeye karşı kalblerimiz örtülüdür" (Fussilet, 5) şeklindeki sözlerinden fazla rahatsız olmaman gerekir.

Daha sonra Allahü teâlâ, ve iyi hareket ederse bu kendisi içindir; kim de kötülük ederse, bu da kendi aleyhinedir" buyurmuştur ki bu, "Onların yüz çevirişlerine fazla aldırma. Çünkü onlar eğer iman ederlerse, bu imanlarının faydası kendilerine dönecektir. Yok eğer inkâr ederlerse, inkârlarının zararı da yine kendilerinedir. Hak Sübhânehû ve Teâlâ, herkese yaptığı amele uygun karşılık verecektir. Çünkü "Rabbin kullarına zerre miktarı zulmedici değildir" demektir.

İnkârın Batılhğı

47

Âyetin tefsiri için bak:54

48

Âyetin tefsiri için bak:54

49

Âyetin tefsiri için bak:54

50

Âyetin tefsiri için bak:54

51

Âyetin tefsiri için bak:54

52

Âyetin tefsiri için bak:54

53

Âyetin tefsiri için bak:54

54

"Kıyametin (ne zaman kopacağı) bilgisi O (Allah'a) havale edilir. O'nun bilgisi olmaksızın, hiçbir meyve tomurcuk(larından) çıkamaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. O (müşriklere), "Benim ortaklarım nerede?" diye nida edileceği gün "Sana arzettik. Bizden hiçbir şâhid yok" diyecekler. Önceden tapmış oldukları şeyler, onlardan uzaklaşıp kaybolmuştur. Onlar kendileri için, kaçıp kurtulacak hiçbir yer olmadığını anlarlar. İnsan hayır istemekten usanmaz. Eğer ona bir şer dokunursa, bakarsın ki o hemen ümidini kesip, ümidsizliğini açığa vurmuştur. Yemin olsun ki, eğer ona dokunan sıkıntıdan sonra, kendisine tarafımızdan bir rahmet tattınrsak, mutlaka, "Bu benim hakkımdır. Kıyametin kopacağını da zannetmiyorum. Andolsun ki Rabbime döndürülsem bile, şüphesiz O'nun katında benim için daha güzel bir hal vardır" der. Fakat biz, yemin olsun ki, o kâfirlere, neler yaptıklarım elbette haber vereceğiz. Andolsun ki onlara, en çetin bir azab tattıracağız. İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve bir tarafa çekilir. Ona bir ser dokunduğu zaman ise, artık o uzun uzun yakam. De ki: "Eğer o Kur'ân Allah katından gelmiş de, siz onu inkâr etmişseniz, bana haber verin. Hakdan uzak bir muhalefette bulunanın tâ kendisi olan kimseden daha sapık olan kimdir? Gerek dış dünyada, gerek öz benliklerinde, biz onlara ayetlerimizi (delillerimizi) göstereceğiz, ta ki onun (Kur'ân'ın) gerçek olduğunu onlar da bilecekler. Rabbinin herşeye hakkıyla şâhid olması sana kâft değil mi? Gözünü aç, muhakkak onlar Rablerine kavuşma hususunda bir şüphe içindedirler. Gözünü aç (bak), O gerçekten herşeyi çepeçevre kuşatandır".

Kıyamet Vaktini Allah Bilir

Bil ki Allahü teâlâ kâfirleri bir önceki ayette, "Kim iyi amel ve hareket ederse, bu kendisi içindir; kim de kötülük ederse, bu da kendi aleyhinedir" ifadesiyle tehdid edip, bu ifade de, "Herkesin hakettiği şey, Kıyamet günü kendisine verilecektir" demek olunca, sanki birisi "O Kıyamet günü ne zaman?" demiş de, Cenâb-ı Hak, "Mahlûkatın, o günün ne zaman olacağını bilme imkânı yoktur. Onu ancak ben bilirim" manasında olarak, "Kıyametin bilgisi O (Allah'a) havale edilir" buyurmuştur. O ifade, hasr (sadece) manasını taşır ve Kıyametin ne zaman olacağını ancak Allah'ın bileceğini bildirmektedir. Bunun bilgisi sadece Allah katında olduğu gibi, ileride, belirli zamanlarda meydana gelecek şeylerin meydana geleceğini bilme işi de yine ancak Hak Sübhânehû ve Teâlâ'ya aittir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu iki hususun misallerinden olarak, şu iki konuyu zikretmiştir: "Onun bilgisi olmaksızın, a) Hiçbir meyve tomurcuklarından çıkamaz, b) Hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz." Ebû Ubeyde, "ekmâm" (tomurcuklar) kelimesinin meyvelerin kabı (kapçığı) ve meyvenin içinde olduğu şey manasına olduğunu, müfredinin, ve olduğunu söylemiştir. Nâfî, İbn Âmir, Âsım'ın, râvisi Hafs, elif ile cemî olarak (......) şeklinde okurlarken, diğerleri elifsiz-müfred olarak (......) şeklinde okumuşlardır.

Gaybın Bazan Bilinme İmkânı

Bil ki bu ayetin bir benzeri de, "O Kıyametin ilmi şüphesiz ki Allah nezdindedir. Yağmuru O indirir" (Lokman, 33) ayetidir. İmdi eğer, "Müneccimler, âlemin çeşitli halleri hakkında bazı şeyleri biliyorlar. Aynen bunun gibi, insanların doğum burçlarından, yine onların bazı hallerini (önceden) biliyorlar. Ayrıca da ilm-i reml ismi verilen bir diğer konu daha var. Bu da çoğu kez isabet kaydeder. Yine "ilmü tâ'bîr" (rüya yorumlama ilmi) de bazan, bil-ittifak gaybî halleri, istikbaldeki şeyleri gösterebilir. Binâenaleyh bu bilinen ilimlerle, bu ayet nasıl bağdaştırılabilir?" denilirse, biz deriz ki, bu ilimlerin sahibleri, hiçbir zaman bilinmesi istenilen şey hakkında kesin ve kati hükümde (iddiada) bulunamazlar. Bunların varacakları en ileri nokta, zayıf bir zan ve tahminden ibarettir. Halbuki bu ayette, "Kıyametin ilmi ancak Allah katındadır" diye ifade edilmiştir, ilim ise, kesinlik ve katiyyet ifade eder. İşte bu izah ile, bu iki durum arasında tezat gibi görünen şeyler ve zorlamalar bertaraf edilir. Allah en iyi bilendir.

Cenâb-ı Allah, Kıyametten bahsedince, bunun peşisıra Kıyametin hallerinden birini zikretmiştir. Burada ele aldığı bu şeyde, sûrenin başı ile son derece ilgilidir. Zira sûrenin başı, o kâfirlerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendilerini tevhide ve putlardan ve heykellerden uzak olmaya davet etmiş olmasından ötürü, onların Kur'ân'ı dinlemekten şiddetle nefret ettiklerine delâlet eder. Bunun böyle oluşunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, sûrenin başında, "De ki: "Ben ancak sizin gibi bir insanım. Fakat bana, sizin tanrınızın bir tek tanrı olduğu vahyolunuyor" (Fussilet, 6) buyurmuş olmasıdır. Cenâb-ı Allah aynı şekilde sûrenin sonunda da, kendisinin ortakları ve benzerleri olduğunu söyleyenlere yönelik va'îdini (tehdini) getirerek, "O (müşriklere), "Benim ortaklarım yani sizin iddia ve inancınıza göre benim ortaklarım nerede?" diye nida edileceği gün, "Sana arzettik. Bizden hiçbir şâhid yok" diyecekler" buyurmuştur. İbn Abbas, buradaki (......) kelimesinin, "Sana duyurduk" manasında olup, tıpkı, (inşikak, 2) ayetindeki benzeri kelimenin, "işitti" manasına oluşu gibi olduğunu söylerken, Kelbî buna, "Sana bildirdik" manasını vermiştir ki, Kelbî'ninki uzak bir görüştür. Çünkü Kıyamettekiler Allah'ı ve Allah'ın herşeyi ilm-i vâcib ile (kesin bilgi ile) bildiğini bilirler. O halde Allah'a birşeyi bildirmek ve öğretmek imkânsızdır.

Allahü teâlâ sonra, onların "Bizden hiçbir şahid yok" diyeceklerini haber verir. Bu ifadeye şu manalar verilmiştir:

1) "Hiçbirimiz, senin ortağın bulunduğunu söylememiştir." Bu manaya göre, bu sözden çıkarılan netice, müşriklerin Kıyamet günü, Allah'a şirk koşma işinden tamamen berî olduklarını iddia edecekleridir.

2) "Bizden hiç kimse, o şirk koşulanları görmedi." Çünkü onlar onlardan, putları ve taptıkları diğer şeyler de onlardan sıvışıp uzaklaşmışlardır. Dolayısıyla onlar, putlarını, ilahî azaba muhatap oldukları bu esnada göremeyecekler.

3) Ayetin bu ifadesi, putların sözüdür. Çünkü Allah, Kıyamette onlara can verecek, onlar da, "Bizden hiçbiri, putperestlerin bize nisbet ettikleri ortaklığın doğruluğunu onaylamamıştır" diyecekler. İfadenin bu manada olması halinde, putların onlara fayda vermeyecekleri ve adetâ onlardan kaçıp uzaklaşacakları anlatılmak istenmiştir.

Cenâb-ı Allah sonra, "Onlar kendileri için kaçıp kurtulacak hiçbir yer olmadığını anlarlar" buyurmuştur. Bu, Allah'ın yeni başlayan bir sözüdür. Çünkü Allahü teâlâ buyuruyor ki, kâfirler önce bunu zannen Dildiler, sonra da o ateşten ve azabtan kurtuluşlarının olmadığını kesinkes anladılar. Bazıları bu ifadeye, "Onlar önce, kendilerinin o ateşten kurtuluşları olmadığını zannettiler, sonra bunun kesin olduğunu Dildiler" manası vermişlerdir ki, bu zayıf bir görüştür: Çünkü cehennemlikler azablarının devamlı olduğunu bilmektedirler. Allahü teâlâ o kâfirlerin durumlarının, Allah'a ortak koşma ve Allah'ın benzerlerinin olduğu hususunda dünyada diretip ısrar ettikten sonra, âhirette o ortaklardan berî olduklarını söylediklerini beyan buyurunca, insanın her zaman hallerinin değiştiğini, metodunun tutarlı olmadığını, eğer iyilik ve kudret hissederlerse, gururlanıp-büyüklük tasladıklarını, yok eğer bir belâ ve sıkıntı hissederlerse, sararıp solduklarını beyan etmiştir ki, bu tıpkı bir darb-ı meselde, "Bu tıpkı bir kırillâ (balıkçıl) kuşu gibidir, eğer denizde bir hayr (av) görürse alçalıp iner, eğer bir kötülük (görürse) kaçıverir" denilmesi gibidir. İşte bu sebeple, "İnsan hayır istemekten usanmaz. Eğer ona bir şer dokunursa, bakarsın ki, o hemen ümidini kesip, ümitsizliğini açığa vurmuştur" buyurmuştur. Yani, "insan, talim yerine gidip, maksatlarına ulaştığında, bu manada bir noktada durmak istemez, ille de daha fazlası olsun der ve daha fazlasını elde etmeyi ister. Ama işi ters gidip de mahrum oluş başladığında ise, ümitsizliğe kapılır. Binâenaleyh, insanın, sonu olmayan bu sonsuz ümidinden genel bir ümitsizliğe geçmesi, onun sıfatının ve halinin devamlı değiştiğine delâlet eder.

"Bakarsın ki, o hemen ümidini kesip, ümitsizliğini açığa vurmuştur" cümlesinde, şu iki açıdan tam bir mübalağa ve tekid bulunur:

a) "Feûl" vezninden dolayı,

b) Tekrardan dolayı... Ye's, kalbin sıfatlarındandır. Kunût ise, yüzde ve müşahede edilen hallerde, bu ümitsizliğin alametlerinin belirmesi demektir.

Nimete Nankörlük

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu ümitsizliğe kapılan kimseye, nimet ve lütuflarının yeniden avdet etmesi halinde, -ki bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Yemin olsun ki, eğer ona dokunan sıkıntıdan sonra, kendisine tarafımızdan bir rahmet tattırırsak..." ifadesinden kastedilmiş-, bu kimsenin, şu üç tür bozuk sözü söyleyeceği ve kendisinin Allah'dan uzaklaşmış olmasını gerektiren bâtıl inanca kail olacağını beyân buyurmuştur:

a) O, "Bu, zâten her halükârda benim içindi, benimdir" der. Bu söz hususunda da şu iki izah yapılır:

1) "Bu benim hakkımdı; gelip beni buldu. Çünkü ben bunu, bendeki çeşitli faziletler, iyi ameller ve Allah'a olan yakınlığım sebebiyle hak etmiştim" der. Halbuki bu sefil varlık bilmez ki, hiç kimse için, Allah'a hiçbir şey vacib olmaz. Bu böyledir, zira, bu şahsın, sayılan bu faziletlerden uzak olması halinde de, bu şeyler ona verilmiş olabilir. Binâenaleyh bu sözün yanlışlığı açıktır. Yok eğer, bu kimse, çeşitli faziletler ve övgüye değer sıfatlarla mevsuf ise, bilmelidir ki, bütün bunlar, onun için, Allah'ın lütfü ve ihsanı sayesinde tahakkuk etmiştir. Dolayısıyla Allah, bir kuluna lütufta bulunduğunda, O'nun bu kimseye, o bahşişi lütfedip vermesinin, bu kimsenin Allah üzerinde başka bir şeye de müstehak olmasına sebep olması imkânsız olur. Böylece, bu kimsenin, "Bütün bu iyilikler, benim müstehak olmamdan dolayıdır" şeklindeki sözünün yanlışlığı sabit olmuştur.

2) "Bu benim içindir, yani, o hep böyle devam edecek; bu şey, hem benim, hem evlâtlarım hem de zürriyetimde olarak devam eder" demektir.

b) Bu kimsenin, "Kıyametin kopacağını da zannetmiyorum..." demesidir. Yani, bu kimse, dünyaya alabildiğine arzulu iken, o nisbette de ahretten nefret eden kimsedir. Binâenaleyh, dünya hallerini ilgilendirdiğinde, "Su benimdi, benim içindi" der, ahiret ile alâkalı olduğunda ise, "Kıyametin kopacağını da zannetmiyorum" der.

c) Bu kimsenin, "Andolsun, Rabbime döndürülsem bile, şüphesiz O'nun katında benim için daha güzel bir hal vardır" demesidir. Yani, "O, zann-ı galibi ile, öldükten sonra dirilmenin ve Kıyametin hak oluşu inancının bâtıl olduğuna hükmeder. Hak olmasının farzedilmesi durumunda da, yine, Allah katında cennetin de, yine kendisi için olacağını iddia eder" demektir. Ki bu ifade, o kimselerin, kesinkes mükâfaat elde edecekleri İnancını taşıdıklarına, şu bakımlardan delâlet etmektedir:

a) Bu ifadenin başında Inne edatının bulunması,

b) Lî kelimesinin, önce zikredilmiş olması,

c) Indehû kelimesinin, bütün o hayırların, Allah katında, o kimse için hazır ve müheyya olduğuna delâlet etmesi.. Çünkü sen, "Benim, "Benim falanca yanında, şu kadar dinarım var" dediğinde bu, o dinarların, o kimsenin yanında, mevcut ve hazır olduğunu ifade eder. Binâenaleyh, şayet sen,"Benim falanca üzerinde, şu kadar dinarım var" dediğinde, bunu ifade etmez.

d) (......)'nın başındaki lâm,

e) (......) ifadesinin, güzellikteki mükemmelliği ifade etmesi...

Cenâb-ı Hak, onların bu üç bozuk görüşünü nakledince, "Fakat biz, yemin olsun ki, o kâfirlere, neler yaptıklarını elbette haber vereceğiz" buyurmuştur. Yani, "Biz onlara, durumun, onların İnandıklarının aksine; tasavvur ettiklerinin tersine olduğunu açıklayacağız" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak onların, "Şüphesiz O'nun katında benim için daha güzel bir hal vardır" demelerine mukabil, Biz, onların herhangi bir amel yaptılarsa, önüne geçtik de bunları saçılmış zerreler yaptık" (Furkân,23) ve "Andolsun ki onlara, en çetin bir azabtan tattıracağız" (fussilet. 50) buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak, belâlara düştükten sonra, kendilerine in'âmda bulunduğu kimselerin bu sözlerini nakledince, fiillerini de naklederek, "İnsana, nimet verdiğimiz zaman, Allah'ın emrine saygı duymaktan ve mahlûkatma şefkat etmekten yüz çevirir, ki kenara sıvışır, böbürlenir, büyüklük taslar. Ama daha sonra, onu, fakirlik ve sıkıntılar yakalarsa, talebini devam ettirmeye yönelir, yalvarıp yakarmaya başlar" buyurmuştur. Bu ifadede, ayetin sonundaki "geniş, uzun" kelimesi, duanın çokluğunu ve devamlılığını ifâde için istiare yoluyla kullanılmış bir kelimedir. "Genişlik" kavramı, maddî varlıkların sıfatlarından olmakla birlikte, bu manevî niyaz halini ifade etmek için istiare edilmiştir, zira burada da uzun uzun süren ve devam eden gözyaşları sözkonusudur. Azabın şiddetini ifade etmek için galîz (kalın, kaba) kelimesinin istiare yoluyla kullanılması gibi duayı ifade,için tûl (uzunluk) kavramı da bazan kullanılabilir.

Bil ki Allahü teâlâ, şirk koşmaya dair büyük tehdidini zikredip, müşriklerin, kıyamet gününde şirklerinden döneceklerini; o korkunun kendilerini sarması sebebiyle, zillet ve tevâzûlarını izhar edeceklerini beyan edip; yine insanın, hep değişkenlik üzere yaratıldığını, şayet kendisinde kuvvet görürse, alabildiğine kibirlenip büyüklük tasladığını, eğer bir zayıflık, kuvvetsizlik ve gevşeklik hissederse, o zaman da iyice, zillet ve miskinliğini izhâr ettiğini bildirince, bunun peşinden o kâfirlerin, Cenâb-ı Hakk'ın birliğini kabul hususunda duydukları nefrette ve Hazret-i Peypamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı düşmanlıkta ileri gitmemelerini gerektiren bir ifadeyi getirerek, "De ki: "Eğer o Kur'ân Allah katından gelmiş de, siz onu inkâr etmişseniz, bana haber verin: Haktan uzak bir muhalefette bulunanın ta kendesi olan sizden daha sapık olan kimdir?" buyurmuştur. Bu sözü, şu şekilde izah edebiliriz: "Siz, her ne zaman bu Kur'ân'ı dinlerseniz, ondan yüz çevirirseniz, onun hakkında düşünmezsiniz. Ve, "Bizi kendisine davet edegeldiğin şeyden, kalblehmiz örtüler içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık ... vardır" (Fussilet, 5) diyecek kadar, ondan aşırı biçimde nefret edersiniz. Ama, Kur'ân'ın bâtıl olduğuna dair olan bilginin, bedihî bir bilgi olmadığı ve Cenâb-ı Hakk'ın birliğinin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin yanlışlığına dair bilginizin de, aynı şekilde bedihî ve kesin bir bilgi olmadığı zorunlu olarak bilinen bir husustur. Onlara şöyle denilmiş oluyor: Delilin sıhhatli (geçerli) olması gibi, fasid olması ihtimali de vardır. Doğru olması halinde, sizin o delili reddetme hususundaki ısrarınız, sizin cezalandırılmanızı gerektiren en büyük sebeplerden olacaktır. İşte böylece bu izah, sizin bu dar yolu bırakmanızı düşünmeye ve istidlale başvurmanızı gerektirir. Eğer, o delil onun doğruluğuna delâlet ediyorsa, o zaman onu kabul edersiniz; yok, yanlışlığını gösteriyorsa, bırakırsınız. Ama, delilden önce, onu kabul etmeme ve ondan yüz çevirme, akla uygun bir şey değildir. Ayette yer alan "Haktan uzak bir muhalefette bulunan kimseden" ifadesi, yani "sizden" manasına kullanılmıştır. Zamir yerine bu şekilde ifade etmekten maksad. onların haktan uzaklık vasıflarını iyice ortaya koymak içindir.

Âfak ve Enfüsteki Ayetler

Tevhîd ve nübüvvetin izahı hususunda, bu uzun açıklamalarda bulunup, müşriklerin şüphelerini ve sapıtanların göz boyamalarını ve yanıltmalarını cevaplayınca, "Gerek dış dünyada gerek kendi benliklerinde ayetlerimizi (delillerimizi) onlara göstereceğiz, ta ki onun hak olduğunu kendileri de bilecekler" buyurmuştur. Vahidî, "Afâk" kelimesinin müfredi "ufuk" kelimesi olup, bu kelime, "yeryüzünün bir köşesi, tarafı" anlamındadır. ifadesi de, "semânın çeşitli tarafları, ufukları" anlamındadır.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Gerek âfâkda, gerekse kendi nefislerindeki ayetlerimizi onlara göstereceğiz..." ayetinin tefsiri hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:

Birinci Görüş: "Ataktaki ayetler" ile, felekin, yıldızların, gece-gündüzün, ışıkların, saptırmanın, karanlıkların, "anasır-ı erbea - dört unsur'un ve "üç kaynak"ın (mevalid-i selâse), ayet olmaları kastedilmiştir. Ki, Cenâb-ı Hak, bunlara, Kur'ân'da çokça yer vermiştir. "gerekse kendi öz benliklerinde" ifadesinden de, "yavruların, ceninlerin, ana rahminin karanlıkları içerisinde nasıl oluştuklarından ve o enteresan uzuvların ve akıl almaz terkiblerinin nasıl meydana geldiklerinden çıkarılan deliller kastedilmiştir. Ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Kendi nefislerinizde dahi (nice ayetler var). (Bunları) görmüyor musunuz?" (zariyât, 21) ayetindeki mana gibidir. Yani, "Biz onlara, kalblerinden o şüpheleri giderip, böylece kadir, hakîm, alîm ve ortaklardan, eşlerden ve benzerlerden münezzeh bir ilâhın varlığına dair, o kalblerde kesin bir inanç, bir hüküm meydana gelinceye değin, bu delilleri defalarca gösterdik" demelidir. İmdi eğer: "Bu izah zayıftır. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, "göstereceğiz" ifadesi, onları, şu ana kadar bu ayetlere muttali kılmadığını, bundan sonra, onları bu ayetlere muttali kılacağını gerektirir. Halbuki Cenâb-ı Hak, gerek ulvî alemde, gerekse süflî alemde var olan ayetlere, onları, daha önce muttali kılmıştır. Binâenaleyh böylece, bu ifâdeyi biraz önce geçen o manaya hamletmenin imkânsız olduğu sabit olmuş olur" denilirse, biz deriz ki: Bu kimseler her ne kadar bu şeyleri görmüşlerse de, ancak ne var ki Cenâb-ı Hakk'ın varlıklara yerleştirdiği akılları hayrette bırakacak durumlar sonsuzdur. O halde bu demektir ki, Cenâb-ı Hak, onları bu tür enteresan durumlara, zaman zaman muttali kılmaktadır. Bunu, şöyle bir misâlle açıklayabiliriz: Herkes, gözü ile insanın bünyesini görüp müşahede etmektedir. Ancak ne var ki, Allah'ın, bu bedenin terkibine yerleştirdiği enteresanlıklar pekcoktur. İnsanların pekçoğu bunları bilemez. Bunlardan birisine muttali olan kimse de, her ne zaman bu konudaki tefekkürünü arttırırsa, onun, bu akıl almaz ilginç şeylere vukûfiyyeti de o nisbette artar. Binâenaleyh, yaptığımız bu izahla, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gerek âfâkda, gerekse kendi nefislerindeki ayetlerimizi yakında onlara göstereceğiz..." ifâdesinin yerinde olmuş olduğu anlaşılmış olur.

İkinci Görüş: Afâktaki deliller ile kastedilen, Mekke'yi çepeçevre kuşatan beldelerin fethi ve yine, "nefislerindeki ayetler" ifadesi ile de, Mekke'nin fethi kastedilmiştir. Bu görüşte olanlar, Cenâb-ı Hakk'ın "göstereceğiz" ifadesinin bu izaha uygun düşüp, birincisine uygun düşmemesinden hareketle, bu görüşü ilk görüşe tercih etmişlerdir. Ancak ne var ki, biz bunu, Cenâb-ı Hakk'ın, biraz önce de izah ettiğimiz gibi, "göstereceğiz" ifadesinin, birinci izaha da uygun düştüğünü belirterek cevaplamış olduk.

Denilebilir ki: "Bu ayeti bu manaya hamletmek uzaktır. Çünkü, bu konuda söylenebilecek en nihaî söz şudur: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi kuşatan beldelerin bir kısmına hükümran olmuş, daha sonra da Mekke'yi fethetmiştir. Ancak ne var ki bir kısım beldelere hükümran olmak, hükümran olanın haklı olduğunu göstermez. Çünkü biz, kâfirlerin de bazen, İslâm beldelerine ve oranın yöneticilerine hükümran olduklarını görmekteyiz. Halbuki bu, kâfirlerin haklı ve hakkı savunan olduklarını göstermez." Evet, böyle denilebileceği içindir ki, biz, ayetin birinci manaya hamledilmesinin daha doğru olduğunu söylüyoruz. Sonra da diyoruz ki, eğer biz bu ikinci izahı doğru kabul edersek meseleye bakışımız şöyledir: Biz, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, sadece o beldelere hükümran olmasıyla, onun, nübüvvet iddiasında haklı olduğuna istidlal etmiyor, tam aksine biz bununla, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Mekke'ye hükümran olacağını, oraları hükümranlığı altına alacağını, ashabının düşmanlarına galip geleceğini haber vermiş olup, bu ihbarın da gerçekleşmiş olması yönünden istidlal ediyoruz. Çünkü bu, gaybtan haber vermedir. Haberini verdiği o şey de, verdiği habere uygun olarak tahakkuk etmiştir. Binâenaleyh bu, gayba dair verilmiş olan doğru bir haber verilmiş olur. Gaybden haber verme işi ise, mucizedir. İşte bu izahla, bu hükümranlığın tahakkuk etmesiyle, bu dinin hak olduğu hususunda istidlal edilir" denilir.

Daha sonra "Rabbinin her şeye hakkıyla şahit olması sana kâfi değil mi?" buyurmuştur. Ayetteki (......) ifâdesi, (......) fiilinin faili; "... her şeye hakkıyla şahit olması..." ifadesi de, failden bedel olarak merfû mahallinde olup, ifâdenin takdirî manası "Senin Rabbinin herşeye şahit olması onlara yetmedi mi?" şeklinde olur. Allahü teâlâ'nın, "eşyaya şahit olması" ise, O'nun, eşyaya delâlet edecek olan delilleri yaratmasıdır ki, biz bu hususu,(En'âm, 19) ayetinin tefsirinde tafsilatlı olarak anlatmıştık. Buna göre mana, "Onlara, Allahü teâlâ'nın bu sûrede ve Kur'ân'ın, Allah'ın birliğine, herşeyden münezzeh olduğuna, adaletine ve nübüvvet müessesesinin hak olduğuna delâlet eden bütün sûre (ve ayetlerde) açıkladığı bu deliller yetmedi mi?" şeklinde olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak bu sûreyi, "Gözünü aç, muhakkak onlar Rablerine kavuşma hususunda bir şüphe içindedirler" diyerek hitâma erdirmiştir ki, bu, "kâfirler, öldükten sonra dirilmenin ve Kıyametin vukûunun hak olduğu hususunda, büyük bir şek ve aşırı bir şüphenin içindedirler" demektir. Ayetteki mirye kelimesi, damme ile murye şeklinde de okunmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Gözünü aç (bak), O, gerçekten herşeyi çepeçevre kuşatandır" buyurmuştur. Bu, "O, sınırı olmayan malûmatın tamamını bilendir. Binâenaleyh O, bu kâfirlerin içlerini de dışlarını da bilir ve herkesi, yaptığına mukabil, ona uygun şeyle cezalandırır. Eğer, yaptığı kötü ise, karşılığı da kötüdür" demektir.

Buna göre şayet, "Ayetin ifadesi, Allahü teâlâ'nın ilimlerinin, bildiklerinin sonlu ve nihayetli olmasını gerektirir" denilirse, biz deriz ki: Ayetteki ifadesi, O'nun, yani Allah'ın ilminin, herşeyi ihata etmiş olduğunu gösterir. Binâenaleyh bu, onların toplamının sonlu olmasını değil, tek olarak düşünüldüğünde herbirinin sonlu olmasını iktizâ eder. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.

Bu sûrenin tefsiri, (hicrî) 603 yılının Zilhicce ayının Çarşamba günü öğlen vaktinde tamamlandı. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a; salât ve selâm da, peygamberlerin sonuncusu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, O'nun âline ve ashabına olsun... (Amin).

0 ﴿