12

"De ki: "Gerçekten siz mi, yeri iki günde yaratanı ısrarla inkâr ediyor ve O'na ortaklar koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir. (Allah), oranın üstünden boşluklar yaptı. Orada bereketler yarattı. Orada, arayanlar için, tam dört günde, gıdalar takdir etti. Sonra, o gök bir buhar halinde iken, göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne, "ikiniz de, isteyerek veya İstemeyerek emrime gelin" buyurdu. Onlar da, "isteyerek geldik" dediler. Böylece onlan, yedi gök olarak iki günde meydana getirdi. Her gökte, ona âit emri vahyetti. En yakın göğü de kandillerle donattık, afetlerden koruduk, işte bütün bunlar, aziz ve alim Allah'ın takdiridir"

Önceki Kısımla Münasebet

Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, önceki ayette, "Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana şu vahyolunuyor. Sizin tanrınız ancak bir tek İlahtır. Onun için hepiniz O'na doğrulun. O'ndan mağfiret isteyin" demesini emredince, bunun peşinden, ulûhiyyet ve ma'bûdiyyet vasıflarında, kendisiyle putlar arasında bir ortaklığın bulunamayacağına delâlet eden ifadeyi getirmiştir. Zira O, göklerin ve yerin, kısa bir müddet içinde yaratılmasındaki hikmet ve kudretinin mükemmel olduğunu beyan buyurmuştur. Binâenaleyh, vasfı bu olan bir zâta, ulûhiyyet ve ma'bûdiyyet vasıflarında, bu değersiz ve adi puttan, O'nun ortakları saymak nasıl düşünülebilir? Ayetlerin kendinden öncekilerle münasebeti bu şekilde olup, bu ayetlerler ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Kesir, hemze ye hemzeden sonra sakin bir yâ ile, medsiz olarak, "eynekum..." şeklinde okumuştur. Kâlûn'un rivayetine göre, Nafi ile Ebû Amr da bu şekilde okumuşlar ve meddedip uzatmışlardır, (Aynekum...). Diğerleri İse, iki hemze ile medsiz olarak okumuşlardır.

İkinci Mesele

İnkarî manada bir istifhamdır. Cenâb-ı Hak, bunlardan, şu iki çirkin şeyi nakletmiştir.

a) Allah'ı inkâr etme. Ki bu, ayetteki, "yeri o iki günde yaratanı inkâr mı ediyorsunuz?" ayetinden anlaşılan husustur.

b) Kendisine, ortaklar, eşler ve benzerlerin koşulmuş olması. İlk önce bahsedilen "küfr"ün, bu iki ifadeden birisinin diğerine atfedilmiş olması, bu iki ifade arasında bir başkalığın bulunmasını gerektireceği zaruretinden dolayı, O'na eşlerin ortak koşulmasından başka olması gerekir. Görünen, onların küfürlerinden, şu manaların kastedilmiş olduğudur:

1) Onların, "Allah, ölüleri hasretmeye kadir değildir" şeklindeki sözleri. Binâenaleyh onlar, böylesi bir kudretin varlığı hususunda çekişip tartışınca, Allah'a küfretmiş olurlar.

2) Onlar, mükellef tutulmanın sıhhati ile peygamber gönderme (inzal) hususunda çekişip duruyorlardı. Ki, bütün bunlar, ulûhiyyette nazar-ı dikkate alınan vasıfları zedelemektedir. Bu da, Allah'ı inkâr etmek demektir.

3) Onlar, Allah'a çocuk isnadında bulunuyorlardı. Bu da, ulûhiyyet vasfını zedeler. Dolayısıyla, bu da Allah'ı inkâr etmiş olmayı gerektirir. Velhasıl onlar, bu tür sözleri söyleyip, o putların ulûhiyyetini ileri sürdükleri için, Allah'a eşler koşmuş, böylece onu inkâr etmişlerdir. Cenâb-ı Hak, onların bu şekildeki sözlerinin yanlışlığına, "tesir" ile İstidlalde bulunarak, şöyle demiştir: "Allahü teâlâ yeri, iki günde yaratan; yerin faydasına olan diğer şeyleri de, diğer iki günde yaratan; göklerin tamamını da, başka bir iki günde yaratan zât iken, o halde daha nasıl Allah inkâr edilebilir ve daha nasıl, adî, değersiz ve (hiçbir faaliyeti olamayan) bu putlar O'na eş koşulabilir?"

Binâenaleyh, her kim bu denli büyük şeyleri yaratmaya muktedir olursa, O'nu, O'nun haşre ve neşre dair olan kudretini; O'nun mükellef tutma ve peygamber gönderme konusundaki kudretini inkâr nasıl düşünülebilir? Ve yine, bu adi putların, mabûdiyyet ve ulûhiyyet vasfında, O'nun eş ve ortakları addedilmesi nasıl düşünülebilir?!

Geçerli Delil

İmdi eğer, "Bir şey ile, herhangi bir şeyin ispatına istidlal eden kimsenin, yaptığı bu istidlalin doğru olabilmesi için, kendisiyle istidlal olunan o şeyin, karşı tarafça da benimsenmiş, kabul edilmiş ve müsellem olması gerekir. Halbuki Allahü teâlâ'nın, yerin iki günde yaratıcısı olması meselesi, sırf akıl ile ispatı mümkün olmayan bir iştir. Bunu isbât, ancak nakil ve peygamberlere gelen vahy yoluyla mümkündür. Halbuki kâfirler, zaten vahiy ve nübüvvet hususunda çekişiyorlardı. Binâenaleyh, bu mukaddimenin onlara izah edilmiş olması düşünülemez.. Bu mukaddimenin onlara anlatılması imkânsız olunca da, bu mukaddime ile onların görüşlerinin yanlışlığına istidlalde bulunmak imkânsız olur..." denilirse, biz deriz ki: "Göklerin ve yerin yaratılmış olduklarını akıl yoluyla isbât etmek mümkündür. Bunun böyle olduğu sabit olunca da bununla kadir, kahir ve yüce bir ilahın varlığına istidlalde bulunmak, mümkün olur. İşte bu noktada da kâfirlere, "Böylesine kahir bir kudret ile muttasıl olan ilâhla, zararı ve faydası bulunmayan, cansız olan o putlar arasında, mabûdiyyet ve ulûhiyyet vasfında bir eşitlik ve denklik, nasıl düşünülebilir?" denilebilir. Geriye, "Bu durumda, Allahü teâlâ'nın, iki günde yerin yaratıcısı olmasıyla istidlalde bulunmanın herhangi bir tesiri kalmaz!.." denilmesi kalmaz. Bu sebeple biz diyoruz ki, bunun da bu konuda bir tesiri söz konusudur; zira, Tevrat'ın başında, bu konu bulunmamaktadır. Binâenaleyh bu, ehl-i kitap arasında son derece meşhur ve yaygındır. Mekke kâfirleri de, ehl-i kitabın, ilim ve hakikat erbabı kimseler olduğuna inanırlardı.

Görünen odur ki, bu kâfirler, işte bu hususu ehl-i kitaptan duymuş ve bunun. bir gerçek olduğuna inanmışlardı. Durum böyle olunca da, onlara, "Bu kısa müddeti içinde, bu denli büyük şeyleri yaratmaya kadir olan ilâh hakkında, yontulmuş ağaçların, işlenmiş taşların mabûdiyyet ve ulûhiyyet vasıflarında, O'na ortak koşulması aklen nasıl uygun olur?" denilmesi, yerinde ve makul olur. Yaptığımız bu açıklamalarla ayetteki bu istidlallerin, kuvvetli, güzel ve yerinde olduğu ortaya çıkar.

Ayetteki "O, alemlerin Rabbidir" ifâdesine gelince, bu, "Yeri iki günde yaratmak, şânından ve kudretinden olduğunu anladığımız bu yüce zât, alemlerin Rabbi, yaratıcısı ve onların yoktan var edicisidir. Binâenaleyh daha nasıl sizler, ağaçların ve taşların, O'nun ortağı ve eşleri olduğunu söylüyorsunuz?!" demektir.

Ağır Dağlar Konulması

Cenâb-ı Haki kendisinin, yerin iki günde yaratıcısı olduğunu haber verince, bunun peşinden, kendisinin şu üç nevi ilginç fiilleri ve akıl almaz şeyleri yaptığını da haber vermiştir:

a) "(Allah) oranın üstünden baskılar yaptı.." ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadedeki, (revası) sözüyle dağlar kastedilmiş olup, bunların "revası" olmalarının ne demek olduğu hususu ise, Nahl 15 ayetinin tefsirinde geçmişti.

İmdi eğer, "Ayette, kaydının getirilmesinin ne faydası vardır? Tıpkı, (Mürselat, 27) ve (Enbiya, 31) ayetlerinde olduğu gibi, niçin demekle yetinilmemiştir?" denilirse, biz deriz ki: Şayet yerde, yerin altından baskı odakları kılınmış olsaydı, bu, alttaki baskı sütunlarının, bu ağır kütleyi, içeri geçmekten alıkoyan, bunu önleyen şeyler olduğu zannını verirdi. Ancak ne var ki, Allahü teâlâ, insanın, bizzat gözüyle yerlerin ve dağların, üst üste binmiş ağırlıklar olduğunu; hepsinin de bir tutana ve muhafaza edene muhtaç olduklarını; bu tutup muhafaza edenin de, sadece Cenâb-ı Hak olduğunu görüp anlayabilmesi için, bu ağır dağları yerin üstünde yaratmıştır.

b) Ayetteki "Orada bereketler yarattı..." "Bereket", hayrın bolluğu anlamındadır. Yerden elde edilen iyilik ve hayırlar İse, her türlü izah ve açıklamanın kendisini kuşatamayacağı kadar çok olup, biz bu hususu, Bakara Sûresi'nde tafsilatlı olarak anlatmıştık. İbn Abbas (radıyallahü anh), Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayetle nehir yatakları açmayı, dağları, ağaçlan, meyveleri, çeşitli canlıları ve kendisine ihtiyaç duyulan her türlü hayır ve iyiliği yaratmayı murad ettiğini söylemiştir.

c) Bu, "Onda, ... gıdalar takdir etti" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu hususta şu hususlar ileri sürülmüştür:

1) Bu ifâdenin manası, "Cenâb-ı Hakk yeryüzünde, orada yaşayanların azıklarını, geçim vasıtalarını ve menfaatlarına olan şeyleri yaratmış, takdir etmiştir" şeklindedir. Bu manada Muhammed İbn Ka'b, "Cenâb-ı Hak, bedenlerini yaratmadan önce, onların rızıklarını yaratmıştır" demiştir.

2) Mücâhid, bu ifadeye, "Cenâb-ı Hak, yeryüzünde, o yeryüzünün yağmurdan yana olan nasibini takdir etmiştir" şeklinde mana vermiştir. Bu görüşe göre, ayette bahsedilen azıklar, yeryüzünde bulunanlar için değil de, yer için söz konusu olmuş olur ki, bu da, "Allahü teâlâ, yeryüzünün herbir parçası için, yağmurdan yana olan hissesini takdir etmiştir" şeklinde olur.

3) Bu azıkların yere nisbet edilmesi ile, onların, yerden elde edilmesi ve orada meydana gelmeleri kastedilmiştir. Çünkü, nahiv alimleri, "Bir şeyin bir şeye nisbet edilmesinin güzel olması için, ufacık bir alâka ve sebebin bulunması bile yeterlidir" demişlerdir. Binâenaleyh, bir şey bazan, onu yapana; bazan da, o şeyin mahalline nisbet edilir. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın, cümlesinin manası, "Meydana gelmeleri yere has olan o azık ve gıdaları takdir etti" şeklinde olur. Zira, Allahü teâlâ, kır beldeyi, matlûb olan ve istenilen bir şeyin mahalli ve merkezi kılmıştır, öyle ki, meselâ bu beldenin halkı, o beldede meydana gelen şeylere; o beldenin halkı da, kendi beldesindekilere muhtaçtır. Böylece bu, insanların, mal kazanma hususundaki ticârete arzu duymalarına bir vesile olmuş olur. Ben, "Ziraat ve çiftçilik sanatı, bereket bakımından, diğer sanat ve zanaatlardan daha çok kazançlıdır. Çünkü Allahü teâlâ, rızıkları ve gıdaları, yerde halketmiş ve "Onda ... gıdalar takdir etti" buyurmuştur. Azık ve rızıklar, yere konulmuş olunca, onları yerden arayıp bulmak, ister istemez ön ptâna çıkmış olur" diyenler duydum.

Cenâb-ı Hak, işte bu üç tür tedbir ve idaresinden bahsedince, bunun peşinden "arayanlar için, dört günde, müsavi..." buyurmuştur. Burada şöyle birkaç soru bulunmaktadır.

Günlerin Toplamı

Birinci Soru: Allahü teâlâ, yeri iki günde yarattığını belirtmiş ve bahsettiği bu üç şeyi de, diğer dört günde ıslah ettiğini belirtmiş, daha sonra da, gökleri iki günde yarattığını ifade buyurmuştur. Böylece bu günlerin toplamı sekize baliğ olmuştur. Ancak ne var ki O, diğer ayetlerinde, gökleri ve yeri altı günde yarattığını ifade etmiştir. Böylece, bir tenakuz ortaya çıkar. (Ne dersiniz?)

Bil ki alimler buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Yeryüzünde, yeryüzündekilerin azıklarını, ilk iki gün ile birlikte dört günde takdir etmiştir" şeklinde olup, bu tıpkı, bir kimsenin, "Basra'dan Bağdat'a on günde, Kûfe'ye de, onbeş günde gittim" demesi gibidir. Bu son cümlesi ile Basra-Bağdat ve Bağdat-Kûfe mesafelerini kastederek böyle söylemiştir. Yine bir kimsenin başka bir kimseye, "Ben sana, bir ayda bin; iki ayda da, binler(ce lira) verdim" deyip, "bin"i, "binler" ifadesinin içine; "ayı"ı da, "aylar" ifadesinin içine sokması, onun içinde mütalaa etmesi gibidir.

Bu Müphemliğin Hikmeti

İkinci Soru: Cenâb-ı Hak, yeri iki günde yarattığını belirtmiştir. Binâenaleyh, şayet O, geriye kalan bu üç şeyi de diğer İki günde yaratmış olduğunu belirtmiş olsaydı, durum karışık ve yanılgıdan da İyice uzak olmuş olurdu. Öyleyse niçin Cenâb-ı Hak böylesi bir sarih ifadeyi terketmiş de, bu mücmel sözü getirmiştir?

Cevap: Cenâb-ı Hakk'ın, "arayanlar için, dört günde, müsavi..." ifâdesinde, O'nun, "Ben bu üç şeyi iki günde yarattım..." demesinden daha kuvvetli bir mana vardır. Zira O, "Ben bu üç şeyi iki günde yarattım" demiş olsaydı, bu söz, o iki günün, bütünüyle o işlerle dopdolu olarak geçirilmiş olduğunu ifade etmezdi. Çünkü Arapça'da, o işin o iki günü kaplamadığı, almadığı halde, "Ben bu işi iki günde yaptım.." denebilir. Ama, Cenâb-ı Hak, yerin yaratılmasından bahsedip, bu şeyleri yaratıp, bundan sonra, "arayanlar için, tam dört günde..." buyurunca,,bu dört günün, herhangi bir fazlalık ya da noksanlık olmaksızın, o işlerle dopdolu geçmiş olduğuna delâlet etmiştir.

Farklı Kıraatler

Üçüncü Soru: Ayetteki kıraatler nelerdir?

Cevap: (......) kelimesi hakkındaki Keşşaf sahibi, bu kelimenin üç harekeyle, yani sıfat olduğu için mecrûr: mef'ûl'i mutlak olduğu için mansûb, ki bu durumda yani, şeklinde olur ve, merfû olarak, (......) şeklinde okunduğunu söylemiştir.

Sevâ'nın Manası

Dördüncü Soru: O dört günün, müsavi oluşu ile ne kastedilmiştir?

Cevap: Meselâ ekvator çizgisinde mevcut memleketlerdeki günler gibi, günlerin miktarı eşit olabilir. Bazan da, diğer mıntıkalardaki günler gibi, farklı olabilir. Böylece Cenâb-ı Hak, bu dört günün farklı değil, eşit olduğunu beyan buyurmuştur.

Sâllîn'in Manası

Beşinci Soru: Ayetteki, ifâdesi, neye taalluk eder? Cevap: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Zeccâc, "dört günde" tabiri, "dört günün bitiminde" demektir" demiştir. Bunu iyice kavradığın zaman, kelamının takdiri, "O yeryüzünde, yeryüzündekilerin, kendisine muhtaç oldukları azıkları talep etmelerinden ötürü, dört günün bitiminde, işte bu rızıklan yarattı, takdir etti" şeklinde olur.

b) Bu ifâde, hazfedilmiş bir şeye taalluk edip, kelâmın takdiri, "Bu tahsis ve izah, yerin ve yerdekilerin ne kadar zamanda yaratıldığını soran kimselerden dolayıdır" şeklinde olur.

Göklerin Yaratılışı

Cenâb-ı Hak, yeri ve yerdekileri nasıl yarattığını izah edince, bunun peşinden gökleri nasıl yarattığını belirterek, "Sonra, gök bir buhar halinde iken, göğe yöneldi..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Bu cümle, birisinin bir şeye, başka hiçbir şeye dönüp bakmaksızın yöneldiğinde, Arapların şeklindeki sözlerindendir. Ki bu durumda bu fiil, eğri büğrûlüğün zıddı olan, "istivâ-doğrulmak" ifâdesinden alınmış olur. Bunun bir benzeri de Arapların, "Dümdüz ve dosdoğru ona yöneldi" şeklindeki sözleridir. Cenab-ı Hakk'ın, "Dosdoğru ona yönelin" (Fussilet, 6) ifâdesi de, bu ifadedendir. Buna göre mana, "Daha sonra, hikmet" gereği, O'na, yeri ve yerdekileri yarattıktan sonra, herhangi bir engelleyici, O'nu bundan alıkoymaksızın, gökleri yaratmaya sevketti..." şeklinde olur.

Duhan'ın Manası

İkinci Bahis: "Eser (rivayet) ashabı şunu nakletmiştir: "Gökleri ve yeri yaratmadan önce, Allahü teâlâ'nın arşı suyun üzerinde idi. Derken o suda, bir hararet hali meydana getirdi. Bunun peşinden, o sudan bir köpük ve bir buhar yükseliverdi. Köpük su yüzünde kaldı. Allah onda kuruluğu, kuruluktan da yeri meydana getirdi. Duman ise, kabararak yükseldi; derken, Allahü teâlâ bundan da gökleri yarattı."

Bil ki anlatılan bu şey, Kur'ân'da mevcut değildir. Eğer bunun doğru ve sağlam bir delili varsa, kabul edilir; aksi halde edilmez. Bu hadise, Yahudilerin, Tevrat olduğunu iddia ettikleri kitabın başında bulunmaktadır. Ki bu kitapta, "Allah gökleri, karanlık parçalardan yaratmıştır..." ifadesi yer almıştır. Bu, makuldür. Çünkü biz, aklî meselelerle ilgili kitaplarımızda, zulmetin, karanlığın, olumlu (îcabî) bir keyfiyyet olmadığına işaret etmiştik. Bunun delili şudur: Şayet bir insan, kandilin ışık alanı içinde otursa, bir başkası da karanlık alan içinde otursa; ışığın alanı içinde oturan kimse, karanlığın içinde oturanın yerini göremez. Ve o hava ve yeri karanlık görür. Ama, karanlığın içinde oturan kimse ise, ışığın alanı içinde oturanı gördüğü gibi, o havayı da aydınlık görür. Şayet karanlık, "hava" ile kaim olan, (onunla var olan) bir sıfat olsaydı, anlatılan bu haller, bakan kimselerin durumlarının farklılığına göre, farklı farklı olmazlardı. Böylece zulmetin, "ışıksızlık, nûrsuzluk" olduğu sabit olmuş olur. Allahü teâlâ, bölünmeyen cüzleri yaratınca, onlarda ışık keyfiyyetini yaratmadan önce, onlar nursuz ve karanlık idi. Vaktaki onları bir araya getirdi ve onları, gökler, yıldızlar, güneş ve ay olarak yaratarak, bunlarda ışık sıfatını halketti, işte o zaman bunlar aydınlanmış oldu. Böylece de, Allahü teâlâ'nın, onlardan gökleri, güneşi ve ayı yaratmayı kastettiğinde, o cüzlerin karanlık olduğu sabit olmuş olur. Böylece de onlara, "duhân-duman, buhar" vasfının verifmesi yerinde olmuş olur. Çünkü, "duhân"ın manası, "Bu birine bitişmemiş, ışıksız, ayrı ayrı parçalar" şeklindedir. "Duhân"ın tefsiri hususunda hatırıma gelen bunlardan ibarettir. Gerçeğin ne olduğunu en iyi bilen ise Allah'tır.

Gök mü, Yer mi önce?

Üçüncü Bahis: "Sonra, o gök bir buhar halinde iken, göğe yöneldi" ayeti, göklerin yaratılmasının, yerin yaratılmasından sonra olduğunu; "Bundan sama da yeri yayıp döşedi!..." (Naziat, 30) ayeti ise yerin yaratılmasının, göklerin yaratılmasından sonra olduğunu ihsas ettirmektedir ki, bu durum bir çelişkidir: Alimler bu mesele hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta verilen meşhur cevap, şöyle denilmesidir. Allahü teâlâ önce yeri, iki günde yarattı. Bundan sonra da göğü yarattı. Göğü yaratmasından sonra da, göğü yayıp döşedi. İşte bu açıklamayla, çelişki giderilmiş olur.

Bil ki, bence bu cevap, şu bakımlardan bir problem arzeder:

1) Allah, yeri iki günde yarattığını beyan etmiş, üçüncü günde ise, oranın üstünden baskılar yaptığını; onda hareketler yaratıp, ... onda, gıdalar takdir ettiğini beyan etmiştir. Bütün bu durumların meydana getirilebilmesi için, yerin yayılıp döşenmiş olması gerekir. Çünkü, yeryüzünde dağları yaratma işi, ancak, yerin yayılıp döşenmiş olmasından sonra mümkün olur. Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetteki, buyruğu da, ağaçların, bitkilerin ve hayvanların, o yeryüzünde yaratılması şeklinde tefsir edilmiştir. Bu ise, ancak, aynı şekilde yerin yayılıp döşenmiş olmasından sonra mümkün olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sonra ... göğe yöneldi" buyurmuştur ki, bu da, göğün yaratılmasının, yerin yaratılmasından ve o yerin, yayılıp döşenmesinden sonra olmasını iktizâ eder. Bu durumda ise, gecen soru, aynen devam ediyor demektir.

2) Geometrik deliller, yerin, küre biçiminde olduğunu göstermektedir. Binâenaleyh şimdi biz, "Yerin yaratılışının başlangıcından, onun küre şeklinde olduğunu ve şu anda da, aynen küre biçiminde bulunduğunu söylersek, bu durumda yer yaratıldığından beri, yayılıp döşenmiş olur. Yok eğer onun, (daha önce) küre olmadığını, sonradan küre haline geldiğini söylersek, bu durumda da, "O, bundan önce yayılıp döşenmişti. Daha sonra, bu sıfat ondan giderildi. (O küre halinde)" denilmesi gerekir. Halbuki bu, yanlıştır.

3) Yer, oldukça büyük bir kütledir. Böyle olan bir nesne ise, varlık alemine girdiği andan itibaren, yayılıp döşenmiş olur. Binâenaleyh, "O, daha önce yayılıp döşenmiş değildi, sonra, yayılıp döşenmiş oldu.." demek, batıl bir söz olur. Tarih kitaplarında, "Yeryüzü, Beyt-i Makdis'tekı, o kayanın mahallinden başlanarak yaratıldı" biçiminde gelen söz ise, müşkillik arzeden bir sözdür. Çünkü, eğer bununia, yerin bunca büyüklüğüne rağmen, orada yaratılmış olduğu kastediliyorsa, bu, kesif ve yoğun maddelerin, birbiri içine girmiş olduklarını söylemek olur ki, bu imkânsızdır. Yok eğer bundan, onun ilk önce, orada küçük parçalar halinde yaratıldığı, daha sonra da, geriye kalan parçalarının yaratılıp; derken, ilk önce yaratılan parçalarla bitiştikleri kastediyorsa, bu, yerin yaratılmasının göğün yaratılmasından sonra olduğunu söylemek olur.

3) Yerin bizzat kendisinin iki günde; yerde bulunan diğer şeylerin, diğer iki günde ve göklerin de, bir diğer İki günde yaratılmış olduğu söz konusu olunca, bunların toplamı altı gün eder. Binâenaleyh, yerin yayılıp döşenmesi işi bundan sonra meydana gelecek olsa, bu döşenme işi, altı günden sonraki bir başka zamanda olmuş olur. Bu durumda da göklerin ve yerin yaratılması, altı günden daha fazla bir zamanda olmuş olur ki, bu bâtıldır, olamaz.

5) Bu ifadeden sonra Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra, o gök bir buhar halinde iken, göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne, "ikiniz de, isteyerek veya istemeyerek gelin" cümlesinin göklerin ve yerin yaratılmasını dile getiren bir ifade olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh şayet, göklerin yaratılması, yerin halkedilmesinden önce olmuş olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, "İkiniz de, isteyerek, veya istemeyerek gelin,." emri, var olanın yeniden var edilmesini gerektirirdi. Halbuki bu bâtıldır, imkânsızdır. Meşhur olan cevaba karşı söyleyeceğimiz sözlerin tamamı bundan ibarettir.

Vahidî, "Kitabı Bâsît"inde, Mukatil'in şöyle dediğini nakletmiştir: "Allah, gökleri, yerden önce yaratmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinin takdiri ise, "Sonra, o yer bir duman halinde iken, Allahü teâlâ, semâya yönelmiş ve ona, yeri yaratmazdan önce, ... demiş idi." şeklindedir. Bu takdire göre Cenâb-ı Hakk'ın, tıpkı,"Eğer o çalmış bulunuyorsa, zaten daha evvel onun kardeşi de çalmıştı" (Yusuf, 77) ifadesinin, ifadesinin takdirinin, ve "Biz nice memleketleri helak ettik! Öyle ki, ... azabımız gelip çattı onlara..." (A'raf, 3) ayetindeki, ifadesinin takdirinin, şeklinde olması gibi, burada da tâ takdir edilmiştir. Vahidinin naklettiği bu olup, bence tutarsızdır. Çünkü ifadenin takdiri, şeklinde olmuş olur ki bu, iki zıddı bir arada bulundurmak demektir. Çünkü sümme edatı sonralığı; kâne kelimesi ise, önceliği ifade eder. Dolayısıyla, bu ikisinin arasını cem etmek tenakuz olur. Ki bu, bu ifadeyi zahirine göre manalandırmanın mümkün olmayışının delilidir. Biz, Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinin, yer ile göğün var edilmesinden önce söylendiğini beyan etmiştik. Durum böyle olunca, ayetteki, "geliniz" ifadesini, emir ve mükellefiyete hamletmek imkânsız olur. Binâenaleyh bunu, bahsettiğimiz manaya hamletmek gerekir. Geriye ayetin lafızlarıyla ilgili birkaç soru kalmaktadır:

Bazı Sorular

Birinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, "Ona ve yeryüzüne, İkiniz de, isteyerek veya istemeyerek gelin..." buyurdu" ifadesindeki incelik nedir?

Cevap: Bundan maksat, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin mükemmelliğini ortaya koymaktır ki, buna göre kelamın takdiri, "Bunu isteseniz de istemeseniz de, geliniz" şeklinde olur. Ve bu tıpkı, zorba bir kimsenin eli altındakine "İstesen de istemesen de, bunu yapacaksın" demesi gibidir. Ve yine bu kimsenin, "Sen bunu, ister istemez yapacaksın" demesi gibi olur ki, bu iki kelimenin mansûb oluşları, manasında olmak üzere, "hâl" oluşlarından ötürüdür. Onlarda, "Biz bunu, istemeyerek değil, isteğimizle yaparız, geliriz" dediler.

Şöyle bir açıklama da ileri sürülmüştür. Allahü teâlâ, (bu ayette göklerden ve yerden bahsederken) önce göğü, daha sonra da yeri zikretmiş, bunun peşinden de, önce "istemeyi" sonra da, "istememeyi" zikretmiştir. Binâenaleyh itaat halini, göğe; istememeyi de, yere hamletmek gerekir. İtaati, semaya tahsis etmenin sebepleri ise şunlardır:

1) Semâ, hareketini, değişmez bir tarzda, aynı metod üzere devam ettirdiği için, Allah'a itaat eden bir canlıya benzemiş olur. Yer ise böyle değildir. Çünkü yerin halleri değişik değişiktir. Bazan sükûnet içinde, bazan da birbirine girmiş hareketler içinde olur.

2) Gökteki varlıklar, sadece taat içindedirler. Nitekim Cenâb-ı Hak,"Kendilerine her surette kahir ve hakim olan Rablerinden korkarak ne emirolunurlarsa onu yaparlar.."(Nahl, 50) buyurmuştur. Yerdekilere gelince, onlar hakkında durum, hiç böyle değildir.

3) Semâ, her şeyinde, mükemmellikle vasfedilmiştir. Çünkü o, renklerin en güzelini taşımaktadır ki, bu, aydınlık olmasıdır. Onun sebebi, yine en üstün şekildir ki, bu da, yuvarlak oluşlarıdır. Onun yeri, yerlerin en üstünüdür ki, bu da yüksekte ve yüce olmasıdır. Kütleleri de, kütlelerin en üstünüdür ki, bu da onların, inciler kakılmış yıldızlar olmalarıdır. Ama yeryüzü böyle değildir, çünkü yer, karanlıklar ve yoğunluklar mekânıdır. Halleri farklı farklıdır. Zâtları ve sıfatları başka başkadır. İşte bu sebeple hiç şüphesiz, semânın itaat içinde olduğu, yerin ise, bu işe istemeyerek boyun eğdiği ifade edilmiştir. Yerin yaratılmasının illeti onun isteksiz olmasına varıp dayanınca; yerdekiler de, hep isteksizliği, sıkıntıyı, kahr ve adaletsizliği gerektiren şeyler ile tavsif edilmişlerdir.

İkinci Soru: Ayetteki, ve ifadesiyle ne kastedilmiştir?

Cevap: ile "varlığa, yar oluşa geliniz" manası kastedilmiş olup, bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "ol! o da oluverir" emri gibi olmuş olur. Bunun manasının, "Sizler, olmanız gerekli olan şekil ve vasıf üzere geliniz" yani, yer, döşenmiş, karar kılınmış ve bir beşik gibi olmuş olduğu halde; semâ da, yerdekiler için bir tavan, bir kubbe gibi olmuş olduğu halde, gelsin; bu şekilde geliniz.." şeklinde olduğu da söylenmiştir. (......)'nın manasının ise, "İstenilene uygun bir biçimde geldik, hazır olduk" demektir. Ki bu, senin tıpkı "Onun ameli, beğenilmiş ve makbul olmuş olarak geldi" demen gibidir. Mananın, "Sizden herbiriniz, diğerine, hikmetin ve tedbirin gerektirdiği bir biçimde, yani yerin, semâ için karar kılınacak bir mekân; semânın da yer için bir tavan olacağı bir halde (varlığa) geliniz.." şeklinde olması da mümkündür.

Gökte Şuurlu Varlıklar

Üçüncü Soru: Ya, kelimelerinin lafızlarına göre, yahut da manalarına göre denilmesi değil miydi? Çünkü, bunlar yedi kat gök, yedi kat yerdirler?!

Cevap: Bunlar, kendilerine hitap olunan, sonra da cevâp verenler kabul edilip, "istemek" ve "istememek" ile vasfedilince, ifadesinin yerine denilebilir. Ki bu tıpkı, (Yusuf.3) "Secde ediciler olarak..." ifadesi gibi olmuş olur. Bazı kimseler, bu ifadeyle, göklerin diri olduğuna dair istidlalde bulunmuş ve şöyle demiştir: "Yer, göklerin ortasında, büyük bir dağın ortasındaki küçük bir zerreden daha küçüktür. İşte bu sebepten dolayı, akla ve hayata delâlet eden lafız, (cem-i müzekker salim kalıbı), tağlib yoluyla kullanılmıştır. Ancak ne var ki, kelamcılar bu görüşün yanlış olduğu hususunda ittifak ettikleri için, bu görüş batıldır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Böylece onları yedi gök olarak iki günde meydana getirdi" buyurmuştur. Birşeyin "kaza"sı, tamamlanması ve bitirilmesi demektir. Ayetteki "onlar" zamirinin, mana bakımından semâ'ya (göğe), (yedi tane olacakları için) racî olması mümkün olup, tıpkı denilmesi gibidir. Bunun bir benzeri de (Hakka, 7) ifadesidir. Bu zamirin, daha sonra "yedi kat gök" (Bakara. 29) ile tefsir edilmiş müphem bir zamir olması da mümkündür. Bu iki mansub oluş arasındaki fark, birisinin hal olmadan ötürü, diğerinin de temyiz olmadan ötürü mansub olmasıdır.

Ehl-i eser (hadisciler), Allahü teâlâ'nın yeryüzünü, pazar ve pazartesi günlerinde, yerdeki şeyleri salı ve çarşamba gününde, gökleri ve göktekileri perşembe ve cuma gününde yarattığını, cuma gününün son saatinde, hepsinin yaratılışını tamamladığını ve bu son saatte Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'i yarattığını söylemişlerdir ki bu son saat, Kıyametin koptuğu saattir.

İmdi, "yevm" (gün), bir gece ve gündüzün toplamıdır. Bu ise, ancak, güneşin doğması ve batmasıyla meydana gelir. Gökler, güneş ve ay yaratılmazdan önce, "gün" kavramı nasıl düşünülebilir?" denilirse, biz deriz ki: "Bu, "Eğer ortada bir gezegen ve güneş bulunmuş olsaydı, bu yaratma müddeti, bir günlük bir miktar olurdu" demek olan, bir zaman dilimi manasınadır.

Daha sonra Allahü teâlâ "Her göğe, ona ait emri vahyetti" buyurmuştur. Mükâtil, buradaki "vahyetti" ifadesine, "Allah her gökte, istediğini emretti" manası verdi. Katâde de, "Her gökte, oranın güneşini, ayını ve yıldızlarını yarattı" demiştir. Süddî ise, "Allah her gökte melekler, denizler ve buz dağları ve benzeri mahlûkatı yarattı" der ve şöyle devam eder: "Allah'ın her gökte, meleklerin herbirinin kendisine yönelip, tavaf ettiği bir beytullahı vardır. Bu beytullahlardan herbiri, Kabe'nin hizasına düşmektedir. Eğer onlardan bir çakıl düşecek olsa, Kabe'ye düşer." Doğruya en yakın olan şöyle denilmesidir: Nahiv ilminde, birşeyin birşeye izafe edilmesi (nisbet edilmesi) için, ufacık bir sebebin yeterli olacağı hükmü vardır. Allahü teâlâ'nın her gök ehlinde, belli mükellefiyetleri vardır. Bu cümleden olarak, kimi melekler, bu âlemin yaratılışının başlangıcından Kıyamete kadar kıyamda; kimileri başlarını kaldırmadan, rükûda; kimileri de yine aynı şekilde secdededirler. Meselâ bir iş, bir gök ehline mahsus olunca, bu iş o göktekilerin İşi olmuş olur. Binâenaleyh Hak teâlâ'nın, "(Allah) her göğe, ona ait emri (işi) vahyetti" ayetinin manası, "Allah her göğe, ona âit olan işi vermiştir" şeklinde olur. Bu tıpkı, (A'raf, 3) âyetteki azabımız o beldeye geldi fiilinin (gelmişti) takdirinde olması gibidir. Bunu Vahidî nakletmiştir ki bu bence zayıftır. Çünkü aslında bu lamın takdiri, "Daha sonra göğe yöneldi ... ve vahyetti" şeklindedir. Ki bu, iki ztd şeyin arasını cemetmektir. Çünkü "sümme" (sonra) edatı, sonralığı; kane kelimesi ise, önceliği gerektirir. Binâenaleyh bu iki şeyin arasını cemetmek tenakuz olur. Bunun bir benzeri de bir kimsenin, "Bu gün Zeyd'i dövdüm, sonra da dün Amr'ı dövdüm" demesidir. Bu demlemeyeceğine göre, sizin (yani Vahidî'nin) söylediği şey de bâtıldır. Allah'ın kelâmını, tenakuza ve tezada götürecek şekilde te'vil ve tefsir etmek caiz değildir.

Bence, tercihe şayan olan şöyle denilmesidir: Göklerin yaratılması, yerlerin yaratılışından öncedir. Geriye bu ayetin nasıl te'vil edileceği sorusu kalıyor. Bundan dolayı diyoruz ki: Halk, aslında yaratmak ve var etmek değildir. Bunun delili ise, Hak teâlâ'nın, "Allah katında isa'nın (yaratılışının) durumu, Âdem'in durumu gibidir. (Allah) Adem'i topraktan halketti. Sonra da O'na "ol" dedi, O da oldu" (Al-i İmran, 59) ayetidir. Binâenaleyh eğer, "halk", yoktan varetmek demek olsaydı, bu durumda ayetin takdiri, "Âdem (aleyhisselâm)'i topraktan varetti ve sonra ona "ol" dedi, o da oluverdi" şeklinde olurdu ki bu imkânsızdır. Çünkü bu durumda, Allahü teâlâ'nın, olmuş (mevcud) bir şeye, "ol" demiş olması ve o mevcud şeyin, bunun üzerine yeniden var olması gerekirdi ki bu imkânsızdır. Böylece "halk"ın yoktan varetmek manasına olmayıp, aksine takdir etmek (ölçüp-biçmek, planlamak) demek olduğu anlaşılır. "Takdir" ise, Allah'a aittir. Bu iş, O'nun birşeyi varedeceğine hükmetmesi ve bunu gerçekleştirmesi demektir.

Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, ayetteki, "Yeri iki günde halketti" ifadesi, "Allah, yerin, iki günde meydana gelmesine hükmetti" demektir. Allah'ın, birşeyi şu şekilde ve şu süre içinde meydana getirmesi hususundaki hükmü, o şeyin o anda hemen meydana gelmesini gerektirmez. Böylece, Allahü teâlâ'nın, yerin iki günde meydana geldiğine dair hükmü, gökleri meydana getirmeden önce olan bir hükümdür. Binâenaleyh yerin yaratılması ile ilgili hükümden, yerin göklerin yaratılışından önce yaratıldığı hükmü çıkmaz. İşte bu durumda, söz konusu olan problem ortadan kalkmış olur. Dolayısıyla bu problemin çözümü hususunda, ulaşabildiğim netice budur.

O anda hemen meydana gelmesini gerektirmez. Böylece, Allah Tealâ'nın, yerin iki günde meydana geldiğine dair hükmü, gökleri meydana getirmeden önce olan bir hükümdür. Binâenaleyh yerin yaratılması ile ilgili hükümden, yerin göklerin yaratılışından önce yaratıldığı hükmü çıkmaz. İşte bu durumda, söz konusu olan problem ortadan kalkmış olur. Dolayısıyla bu problemin çözümü hususunda, ulaşabildiğim netice budur.

Yer ve Göğün İtaati

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Ona ve yeryüzüne, "İkiniz de, isteyerek veya istemeyerek gelin " buyurdu." Onlar da, "isteyerek geldik" dediler" buyurmuştur. Bil ki bu sözün zahiri, Allahü teâlâ'nın göğe ve yere gelmelerini emrettiğini, onların da itaat ederek emre uyduklarını göstermektedir. İşte bu noktada, ayetin bu ifadesiyle ilgili şöyle iki görüş ileri sürülmüştür:

Birinci Görüş: Ayetin zahirine göre manalandınrsak şöyle deriz: "Allahü teâlâ, yer ile göğe, gelmelerini emretmiştir. Onlar da Allah'ın emrine İmtisal etmişlerdir." Bu görüşte olanlar şöyle derler: "Bu akıldan uzak görülecek bir iş değildir. Baksana Allahü teâlâ, dağlara Davûd (aleyhisselâm) ile birlikte tesbih etmelerini emredip, "Ey dağlar, onunla birlikte tesbih edin" (Sebe, 10) buyurmuştur. Allahü teâlâ, dağa tecelli etmiş ve "Rabbi dağa tecelli ettiği (göründüğü) zaman..."(A'raf, 143) buyurmuştur.

Keza, Allahü teâlâ, elleri ve ayakları konuşturacağını bildirerek, "O gün, dilleri, elleri ve ayakları, yaptıkları şeyler hususunda onlar aleyhine şâhidlik ederler" (Nur, 23) buyurmuştur. Durum böyle olunca, Allahü teâlâ'nın, göklerin ve yerin bizzat kendilerinde, hayat, akıl ve anlayış yaratması, onlara bu özellikleri verip, sonra onlara emir ve mükellefiyetler yöneltmesi nasıl uzak görülür? Bu ihtimal şunlar ile de destek bulur:

a) Bir engel bulunmadığı müddetçe aslolan, ayetin lafzını zahirine hamletmektir. Buradaysa bir engel yoktur ve dolayısıyla, ayetin lafzını zahirî manasına almak gerekir.

b) Allahü teâlâ, gökler ve yer ile ilgili haberler vermiş ve onların "isteyerek geldik" dediklerini belirtmiştir. Bu ifadede geçen "isteyerek" (isteyenler olarak) şeklindeki cemi (çoğul) kelime, akleden ve bilen varlıklar için kullanılan bir cemidir.

c) Allahü teâlâ'nın,"Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arzettik (vermek istedik), ama onlar bunu yüklenmekten çekindiler" (Ahzab, 72) ayeti, bu varlıkların, Allah'ın mükellefiyetlerinin yöneltilmesine uygun olarak, Allah'ı bildiklerini gösterir.

Bu husustaki problem şöyle denilmesidir: Ayetteki, "ikiniz de ister isteyerek, ister istemeden gelin" ifadesinden, "varlık âlemine, var olmaya gelme" manası kastedilmiştir. Böyle olması halinde, bu emrin yöneltilmesi zamanında gökler ve yerler henüz mevcud değil demektir. Çünkü eğer mevcud olmuş olsalardı, o zaman bu emir, "Ey mevcud, mevcud ol" demek olurdu ki bu mümkün değildir. Böylece de, bu emir kendilerine yöneltildiği esnada onların ma'dûm (yok) oldukları sabit olur. Onlar yok olunca da, hitabı anlamaz ve bilmezler. Dolayısıyla onlara bir emir yöneltmek mümkün olmaz.

Eğer birisi, "Mücahid, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın "Allahü teâlâ, göklere "Güneşini, ayını ve yıldızlarını doğdur" diye; yere de, "Yataklarını (vadilerini) aç, meyvelerini ver" diye emretmiştir. Bunlara bu şeyleri yerleştirmiş, sonra da onlara bunları, ortaya çıkarmalarını emretmiştir" dediğini rivayet etmiştir. (Buna ne dersiniz)?" derse, biz deriz ki: Böyle olması halinde, "isteyerek geldik" ifadesinden, yerlerin ve göklerin kendilerinin meydana gelişi manası değil, içlerine yerleştirilmiş bu şeyleri ortaya koymaları manası kastedilmiş olur. Fakat bunu söylemek yanlış olur. Çünkü Allahü teâlâ, "Böylece (Allah) onları yedi gök olarak iki günde meydana getirdi" buyurmuştur. Bu ayetin başındaki "fâ" edatı, tâkibiyyedir. Bu ise, göklerin meydana gelişinin, Hak teâlâ'nın, "isteyerek veya istemeden gelin" demesinden hemen sonra olduğunu gösterir. Bu konuda söylenebilecek şeylerin hepsi bundan ibarettir.

İkinci Görüş: Ayetteki, "(Allah) ona ve yeryüzüne "ikiniz de isteyerek veya istemeden gelin" buyurdu" ifadesinden, göklere ve yere emir ve mükellefiyet yöneltilmesi manası değil, aksine, Cenâb-ı Hakk'ın onları varetmeyi isteyip onların da buna karşı koymaması, Allah'ın istediği şekilde varolmaları ve bu hususta, kendisine itaat olunan bir padişahın emr-ü fermanı geldiğinde, itaat eden bir memur gibi olmaları kastedilmiştir.

Bunun bir benzeri de, bir kimsenin şöyle söylemesidir. Duvar, kazığa beni niçin yarıyorsun? dediğinde, kazık, "Bunu bana değil, bana vurana sor. Çünkü arkamdaki bu taş (balyoz), peşimi bırakmıyor" der. Bil ki bu görüş, ayetin zahirini bırakmaktır. Zahiri terketmek ise, ifadeyi zahirî manaya almanın mümkün olamayacağına dair bir delil bulunduğunda söz konusudur. Halbuki biraz önce, ayetin, "ister isteyerek, ister istemeden gelin" ifadesinin, ancak yer ile gök yok iken söylenmiş bir emir olduğunu anlatmıştık. Durum böyle olunca da, ayetin bu ifadesini, emir ve mükellefiyet manasına hamletmek imkânsız olur. Dolayısıyla bunu bahsettiğimiz hususa hamletmek gerekir. Bil ki yer ile gök hususunda, emir ve mükellefiyet olabileceği emredilen şeyin onlarda bulunması şartına bağlıdır. Bu ise, Allahü teâlâ'nın göklerde melekleri oturttuğuna, yahut da onlara bazı şeyler emredip nehyettiğine delâlet eder. Ayette, Allahü teâlâ'nın, melekleri göklerle birlikte, yahut onlardan önce yaratıp, sonra onları göklere yerleştirdiğine dâir bir açıklama yok. Yine ayette, meleklerin, emrolundukları o kanunların (emirlerin-yasakların) neler olduğu da belirtilmemiştir. Bu sırlar, insan aklının çözemeyeceği-bilemeyeceği şeylerdir. Hatta insanların anlayış ve vehimlerinin ulaşabileceği noktalardan çok yüce ve uzaktırlar.

Göğün Kandilleri

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "En yakın göğü de kandillerle donattık" buyurmuştur. "Mesâbîh", Allah'ın göklerde yarattığı ve herbirine ancak Kendisinin bilebileceği belli bir ışık, belli bir sır ve belli bir özellik verdiği, aydınlatıcılardır. Bundan sonra "âfetlerden koruduk" buyurmuştur ki bu "Onu iyice koruduk" takdirindedir ve "Onları, vahyi çalmaya-öğrenmeye uğraşan o şeytanlardan koruduk ve herbir şeytana, taşlayıcı ve isabetsizlik etmeyen bir yıldız hazırladık" demektir. Bu yıldızların kimi yakıcı, kimi öldürücü, kimi çarpıcıdır. Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan şu rivayet edilmiştir: "Yahûdîler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e göklerin ve yerlerin yaratılışını sordular. da, yeri pazar ve pazartesi gününde, dağlan ve ağaçlan iki günde (salı-çarşamba gününde), perşembe günü göğü, Cuma günü de yıldızları, güneşi, ayı ve melekleri yarattı. Sonra da Adem (aleyhisselâm)'i yaratıp, onu cennete yerleştirdi" Müstedrek 2/533.buyurmuştur. Daha sonra yahûdîler, "Yâ Muhammed, sonra neyi (yarattı)?" dediklerinde, o, "Sonra Arş'a istiva etti" buyurdu. Bunun üzerine onlar, "Sonra da istirahat etti" deyince de, Resûlüllah (aleyhisselâm) öfkelendi. Bunun üzerine "Bize hiçbir yorgunluk gelmez" (Kaf, 38) ayeti nazil oldu.

Bil ki Allahü teâlâ, böylesi tafsilatlı açıklamalarda bulununca, "İşte bütün bunlar, aziz ve alîm Allah'ın takdiridir" buyurmuştur. Buradaki "azîz", Allah'ın kudretinin mükemmelliğine; âlîm" de, ilminin mükemmelliğine bir işarettir. Bu ne harikulade bir bitiriştir: Çünkü bütün bu işler, ancak kâmil bir kudret, kapsamlı bir ilim sayesinde olabilir.

Müşriklere Tehdîd

12 ﴿