46

"Sana, senden evvelki peygamberlere de söylenmiş olandan başka bir şey söylenmiyor. Şüphe yok ki senin Rabbin, hem mağfiret sahibi, hem eltm azab sahibidir. Eğer biz onu, yabana (dilde) bir Kur'ân yapsaydık, muhakkak ki "Ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arap muhatablara, Arapça olmayan bir Kur'ân mı?" diyeceklerdi. Onlara söyle ki o Kur'ân, iman edenler için bir hidayet ve şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır. Kur'ân bunlara karşı bir körlüktür. (Sanki) onlar uzak bir yerden çağrılıyorlardı. Andolsun ki biz Musa'ya kitabı verdik, onda da ihtilaf edildi. Eğer Rabbin tarafından geçmişte verilmiş bir hüküm (kader) bulunmasaydı, aralarındaki iş şimdi olup bitmişti (halledilmişti). Şüphesiz onlar bunun hakkında şüpheci bir tereddüd içindedirler. Kim iyi amel ve hareket ederse, bu kendisi içindir; kim de kötülük ederse, bu da kendi aleyhinedir. Yoksa Rabbin, kullarına zerre miktarı zulmedici değildir".

Bil ki Allahü teâlâ, ayetleri hakkında ileri geri konuşanları tehdid edip, ayetlerinin kıymetli, Kitabullah'ın derecesinin yüce olduğunu bildirince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e kavminin eziyetlerine karşı sabretmesini ve bu sûrenin başında, "Onlar, "Bizi kendisine davet edegeldiğiniz şeye karşı kalbimiz örtülüdür ... derler" (Fussilet, 5) ayetinde haber verdiği bu sözden ötürü kalbinin sıkılmamasını tavsiye ederek, "Sana. senden evvelki peygamberlere de söylenmiş olandan başka birşey söylenmiyor" buyurur. Bu ifâde ile ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:

a) Doğruya en yakın izaha göre bununla, "Kavminin kâfirlerinin sana söylediği sözler, tıpkı geçmiş peygamberlerin kâfir kavimlerinin, o peygamberlere söylediği üzücü sözler ve onlara indirilen kitapları tenkid eden sözler gibidir. Senin Rabbin, hakkı savunanlar için mağfiret sahibi, batıldan yana olanlar için de, elîm bir azab sahibidir. Binâenaleyh sen bu işi Allah'a havale et ve emrolunduğun, davet ve tebliğ işiyle meşgul ol" manası kastedilmiştir.

b) Bununla, "Allah, sana, tıpkı diğer peygamberlerine söylediği şeyleri söylemektedir. Çünkü O, sana da, diğer bütün peygamberlere de, kavimlerinin beyinsizliklerine karşı sabretmelerini emretmiştir. Binâenaleyh itaat edenlerin ûmid içinde bulunmaları, O'na isyan edenlerin de, O'ndan korkup çekinmeleri gerekir" manası kastedilmiştir. Bu sûrenin tefsirindeki sözlerimizden, sûrenin gayesinin, müşrik ve kâfirlerin, "Bizi kendisine davet edegeldiğiniz şeye karşı, kalblerimiz örtülüdür..." şeklindeki sözlerine cevap vermek olduğu ortaya çıkar. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, böyle bir metodun yanlışlığına dikkat çekerek, bazan bu Kur'ân'a iman edenler için vaadde, yüz çevirenler için va'idde (tehdidde) bulunmuş ve ilgili söz, tâ sûrenin başından buraya kadar güzel bir tertib ve mükemmel bir nizâm içinde uzayıp gelmiştir. Derken Cenâb-ı Hak onların bu sözlerine karşı, yeni bir cevap vererek, "Eğer biz onu, yabana (dilde) bir Kur'ân yapsaydık, muhakkak ki, "Ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arap olan muhataplara, Arapça olmayan bir Kur'ân mı?" diyeceklerdi" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili bir kaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza, Kisâî, Asım'ın ravisi Ebu Bekir, bir istifham olmak üzere, iki hemze ile (......) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları bunun gibi, ve benzeri ifadelerde, yine istifham olmak üzere, tek hemze ile ve bir prensipleri olarak, medd ile okumuşlardır. Ibn Abbas (radıyallahü anh)'ın bunu tek hemzeyle okuduğu rivayet edilmiştir. İki hemzeyle okuma durumunda, bunlardan birincisi, istifham-ı inkâr hemzesi olup, manası, "Onlar bunu yadırgadılar ve, ya "Arap olan bir peygambere, yabancı dilde bir Kur'ân mı?" yahut da, "Arap olan muhataplara, yabancı dilde bir Kur'ân" dediler" şeklinde olur. Bunu, yine istifham olarak, tek hemzeyle okuma durumunda, bu ifadeyle, muhatapları Arap olduğu halde, Kur'ân'ın yabancı dilde olması manası kastedilmiş olur.

Sûrenin Bütünlüğü

Alimler, bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkında şunu nakletmişlerdir: Kâfirler, işi yokuşa sürmek ve sarpa sardırmak için, "Kur'ân yabancı bir dilde inseydi ya..." dediler. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu." Bence sebeb-i nüzul olarak bu gibi şeylerin söylenmesi, Kur'ân'a karşı yapılmış büyük bir haksızlık olur. Çünkü bu, bu birbiriyle alakası olmayan ayetlerin gelmiş olduğunu düşündürür. Bu ise, Kur'ân hakkında en büyük ta'n (tenkid) sebebidir. Binâenaleyh böyle bir tenkid kabullenildiğinde, Kur'ân'ın mucize olduğunu iddia etmek şöyle dursun, onun muntazam bir kitap olduğunu iddia etmek bile mümkün olmaz. Bence gerçek olan, bu sûrenin başından sonuna kadar, "Kalblerimiz örtülüdür" (Fussilet, 5) ayetinde nakledilen şüpheye cevap veren, bir bütün olmasıdır. Tefsir ettiğimiz ayetteki söz de yine, aynı konuyla ilgili olup o iddiaya cevaptır. Buna göre ayetin manası, "Eğer biz bu Kur'ân'ı yabancı bir dilde indirmiş olsaydık, o zaman onlar, "Arap bir topluma, yabancı dilde bir kitab nasıl indirilir?" diyebilirlerdi ve onlara yine "Senin bizi kendisine davet ettiğin söz hususunda kalblerimiz örtülüdür, yine o sözü duyma hususunda kulaklarımızda ağırlık var. Çünkü biz onu (yabancı dilde olduğu için) anlayamıyoruz" deme hakkı doğardı. Fakat biz bu kitabı Arapça ve sizin kelimelerinizle indirip, siz de bu dili konuşup anlayan kimseler olunca, "Kalblerimiz bu söze karşı örtülüdür ve kulaklarımızda bundan ötürü ağırlık var" diye iddiada bulunmanız nasıl mümkün olur?" şeklindedir. Binâenaleyh bizim bu ayetin ifadesini de, müşriklerin o (Fussilet, 5. ayetindeki) sözlerine bir cevap kabul etmemiz halinde, sûre, başından-sonuna, en güzel bir münasebet ve uyum içinde olmuş olur. Binâenaleyh sebeb-i nüzul olarak bunun zikredilmesi, cidden şaşılacak şeydir.

Kur'ân Müminlere Şifadır

Cenâb-ı Hak sonra "Onlara söyle ki o Kuran iman edenler için bir hidayet ve şifâdır, iman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır. Kur'ân bunlara karşı bir körlüktür" buyurmuştur. Bil ki bu söz de yine onların, "Bizi kendisine davet edegeldiğin şeye karşı kalblerimiz örtülüdür" sözleriyle ilgilidir. Buna göre Cenâb-ı Hak, sanki, "Size gönderdiğim bu kelâm (bu Kur'ân), başka bir dilde değil, sizin dilinizdedir. Binâenaleyh artık sizin, "Bunun dilini bilmediğimiz için, kalblerimiz buna karşı örtülüdür" demek mümkün değildir" demek istemiştir.

Bütün bunlardan sonra geriye şöyle demek kalır: "Allah'ın, hakka meyleden bir karakter, doğruluğa meyleden bir kalb ve dini taleb hususunda gücünü-kuvvetini sarfetmeye sevkedecek olan bir himmet verdiği herkes için, hiç şüphesiz bu Kur'ân bir hidayet ve şifadır. Kur'ân'ın bu kimse hakkında hidayet olması, Kur'ân, onu hayırlara sevkeden bir delil, bütün mutluluklara götüren bir kitap oluşundan ötürüdür. Şifa oluşu da şöyledir: Kişinin hidayete ermesi mümkün olduğunda, hidayet gerçekleşir. İşte bu hidayet o kimsenin küfür ve cehalet hastalığına bir şifa olur.

Ama hızlân denizinde boğulmuş, mahrumiyet sahrasında şaşırmış ve kalbi şeytana tâbi olma hisleriyle dopdolu olan kimse için bu Kur'ân, kulağında bir ağırlık olur. Nitekim Hak teâlâ, onların, "Kulaklarımızda bir ağırlık var"(Fussilet, 5) dediklerini haber vermiştir. Yine bu Kur'ân, onlar için bir körlük olur. Nitekim Cenâb-ı Hakk, onların, "Bizimle senin aranda bir perde var" (Fussilet, 5) dediklerini bildirmiştir. Kur'ân'ın beyanı ile bu beyandan faydalanma arasına girmiş olan bu perde yüzünden onlar, "Sanki onlar uzak bir yerden çağrılıyor" gibidirler. İnsaflı olup da zorlanmayan herkes, bizim bu ayeti, bahsettiğimiz manada tefsir ettiğimiz zaman, sûrenin başından-sonuna dek bir gayeye, tek bir konuya dâir, muntazam bir tek söz olduğunu anlar. Binâenaleyh yapılan bu tefsir, diğer müfessirlerin yaptıkları tefsirden daha uygun olur. Kıraat âlimlerinin çoğu, ayetteki (......) kelimesini, bu şekilde masdar olarak okumuşlardır. İbn Abbas (radıyallahü anh) ise, bunu na't (sıfat) olarak (......) şeklinde okumuştur. Ebû Ubeyde, birincisinin esas kıraat olduğunu söyler ve şöyle der: "Ayetteki, hüda ve şifâ kelimeleri birer masdardırlar. Binâenaleyh bu kelimenin de onlar gibi bir masdar olması gerekir. Eğer önceki bu kelimeler, hâdî ve şâfi olsaydı, o zaman bu kelimenin meksur olarak (......) şeklinde böylece onlar gibi ism-i fail olması uygun düşerdi.

Cenâb-ı Hak, "(Sanki) onlar uzak bir yerden çağrılıyorlar" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Cenâb-ı Hak bu ifadeyle, onların sözden, sadece bir ses ve uğultu hisseden hayvanlar gibi olduklarını kastetmiştir" derken, yine bunun, "Kim uzaktan çağrılırsa duymaz, duysa bile ne söylendiğini anlamaz. Dolayısıyla bunların durumu da böyledir" manasında olduğu da söylenmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Andolsun ki biz Musa'ya kitap verdik, onda da ihtilaf edildi" buyurmuştur. Ben derim ki, bu da yine önceki ifadeyle ilgilidir. Buna göre sanki, "Biz Musa'ya o kitabı (Tevrat'ı) verdiğimizde, onlar onun hakkında ihtilaf edip, kimisi onu kabul etti, kimi etmedi. İşte tıpkı bunun gibi sana da bu kitabı (Kur'ân 'ı) verdik. Bazı insanlar onu kabul ettiler ki bunlar senin ashabındır. Bazıları bunu kabul etmediler. Bunlar da, "Bizi kendisine davet edegeldiğin şeye karşı kalblerimiz örtülüdür" diyenlerdir" denilmektedir.

Daha sonra Allahü teâlâ, "Eğer Rabbin tarafından geçmişte verilmiş bir hüküm bulunmasaydı" yani "onlardan azabı belli bir güne, yani Kıyamet gününe kadar tehir etme hükmü (kaderi) olmasaydı, ki Cenâb-ı Hak, "Kıyamet günü, onlara vaadolunan (belirlenmiş olan) gündür" (Kamer, 36) buyurmuştur. "Aralarındaki iş şimdi olup bitmişti" yani "tasdik eden ile, başlarına gelecek o azabı yalan sayanlar arasındaki iş, şimdi halledilmişti. "Şüphesiz onlar bunun hakkında şüpheci bir tereddüt içindedirler" yani onlar, senin ve kitabının doğruluğu hususunda bir şek ve şüphe içindedirler. Binâenaleyh onların, "Davet edegeldiğin şeye karşı kalblerimiz örtülüdür" (Fussilet, 5) şeklindeki sözlerinden fazla rahatsız olmaman gerekir.

Daha sonra Allahü teâlâ, ve iyi hareket ederse bu kendisi içindir; kim de kötülük ederse, bu da kendi aleyhinedir" buyurmuştur ki bu, "Onların yüz çevirişlerine fazla aldırma. Çünkü onlar eğer iman ederlerse, bu imanlarının faydası kendilerine dönecektir. Yok eğer inkâr ederlerse, inkârlarının zararı da yine kendilerinedir. Hak Sübhânehû ve Teâlâ, herkese yaptığı amele uygun karşılık verecektir. Çünkü "Rabbin kullarına zerre miktarı zulmedici değildir" demektir.

İnkârın Batılhğı

46 ﴿