ŞURA SURESİ

Elliüç ayet olup, Mekkî'dir.

Yücelerden Vahy

1

Âyetin tefsiri için bak:6

2

Âyetin tefsiri için bak:6

3

Âyetin tefsiri için bak:6

4

Âyetin tefsiri için bak:6

5

Âyetin tefsiri için bak:6

6

"Hamîm. Ayn, Sîn, Kâf... O, mutlak gâlib, O hüküm ve hikmet sahibi Allah, sana da, senden evvelkilere de, işte böyle vahyediyor. Göklerde ne var, yerde ne varsa O'nundur, O, çok yüce, çok büyüktür. Gökler nerdeyse, tepelerinden çatlayacaklar. Melekler Rablerine, hamd ile tesbih ederler. Yerdeki kimselerin de bağışlanmalarını isterler. Gözünüzü açm, Allah, af ve merhamet sahibi, Gafur ve Rahimdir. O'ndan başka hamiler edinenlere gelince, Allah onların üzerinde daima görüp gözetieyicidîr. Sen, onların üzerinde bir vekîl değilsin...".

Fevatih (Başlangıç Harfleri)

Bil ki, bu gibi fevâtihussuver (hurûf-i mukatta'a) hakkındaki söz, malumdur. Ancak ne var ki, burada, şöyle iki ilâve soru sorulabilir:

a) Bu yedi sûre, hep hâ, mîm ile başlamaktadır. Bu sûrenin başına (ayn, sîn, kâf) ifadesinin ilave edilmesinin sebebi ne olabilir?

b) Alimler, (Meryem, 1) ifâdesinin birleşik yazılacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Halbuki burada, (......) ifadesi ile, (......) ifâdesi, birbirinden ayrıdır. Acaba bunun sebebi nedir?

Bil ki, bu gibi ifadeler hakkında söz söylemek bir hayli zordur. Bu konuda tahmini konuşma kapısını açmanın ise, imkânı yoktur. Dolayısıyla, evlâ olan, bu konudaki ilmin, Allah'a havale edilmesidir. İbn Abbas ve İbn Mes'ûd, işte bu şekilde, (ayrı oldukları halde) okumuşlardır.

Vahyin Devamlılığı

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, sana da, ... işte böyle vahyediyor..." beyanına gelince, bu ifadenin başındaki kâf, misi anlamındadır. Zâ ise, daha önce bahsi geçmiş olan bir şeye işarettir. Buna göre kelâmın takdiri

"Hâ, mîm, ayn, sîn, kâf gibi olanları, Allah, sana da, (...) işte böyle vahyediyor.." şeklinde olur. İşte bu noktada, şöyle iki görüş ortaya çıkmaktadır:

1) İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, "Kitab sahibi her peygambere, hâ, mîm, ayn, sîn, kâf ifadesi vahyolunmuştur" dediği nakledilmiştir ki, bu, bence uzak bir ihtimaldir.

2) Manânın, "hâ, mîm, ayn, sîn, kâf diye adlandırılan kitap kitaptan, Allah sana ve senden öncekilere vahyetmiştir" şeklinde olması. Buradan kastedilen, "gibilik, benzerlik" Allah'ın birliğine, adaletine, nübüvvet müessesesinin haklığına, âhirete, dünyanın hallerini takbîhe ve âhirete yönelmeyi teşvik etmeye davet hususundaki benzerliktir. Bu hususu, bizim, A'lâ Sûresi'nde, bu sûrenin başının, tevhidin; ortasının, nübüvvet müessesesinin sonunun da ahiretin izahı hakkında olduğunu beyan etmiş olmamız da tekîd eder. Cenâb-ı Hak o sûrede, bu üç gayeyi iyice anlatınca, "Bunlar elbette, evvelki sahifelerde, İbrahim ile Musa'nın sahifelerinde de vardır" (A'la, 18-19) buyurmuştur ki, bu, "Bütün ilahî kitapların indirilmesinin maksadı, sadece ve sadece bu üç gayedir" demektir. Burada da böyledir. Yani, "Hâ, mîm, ayn, sîn, kâf adını alan, her kitabı Allah sana ve senden önceki peygamberlere vahyetmiştir" demek olup, bu "gibilik, benzerlikle kastedilen ise, bu yüce gayelere ve ilahî mukaddes mevzulara davettir. Keşşaf sahibi, "Bu tür şeyleri vahyetmenin, O'nun kanunu ve örfü olduğuna delâlet etsin diye, mazî sigasıyla "sana vahyetti" dememiş, tam aksine, muzari sigasıyla "sana vahyediyor" buyurmuştur. İbn Kesîr, meçhul sigasıyla "sana vahyolunuyor" şeklinde okumuştur ki, Ebû Amr'dan gelen iki rivayetten birisi de böyledir. Bazıları da, nûn ile, "vahyediyoruz.." şeklinde okurlarken, geriye kalan kıraat imamları, hâ'nın kesresiyle (malûm sigasıyla), "vahyediyor" şeklinde okumuşlardır.

Farklı Kıraat ve Manalar

Buna göre şayet, "Birinci kıraate, (bu fiilin meçhul okunmasına) göre, ayette geçen lafzatullahı ne ref etmiştir?" denilirse, biz deriz ki: (......) fiilinin delâlet ettiği şey... Sanki birisi, "Vahyeden kimdir?" diye sormuş da, bunun üzerine, "Allah..." denilmiştir. Bu kıraatin bir benzeri de, Sülemî'nin (En'âm, 137) ayetini, fiili meçhul ifâdesinin de merfû okuyuşudur.

"Ayeti nûn ile, (......) şeklinde okuyanlara göre, lafzatullahı ref eden şey nedir?" diye sorulacak olursa, biz deriz ki, Lafzatullah, mübtedâ olarak merfû, (......) kelimesiyle ondan sonra gelenler de haberleridir. Yahut, ifadeleri, lafzatullahın sıfatı, zarf, yani ifadesi ise, haberidir.

Cenâb-ı Hakk, bu kitabın vahiy ile husule geldiğini belirtince, bunu vahyedenin kim olduğunu da beyan ederek, "O, mutlak galib, O, hüküm ve hikmet sahibi..."buyurmuştur. Biz, Mü'min Sûresi'ninbaşında, Allah'ınazîzolmasının,O'nun sonsuz şeylere kadir olmasına; hakîm oluşunun da, O'nun, bütün malûmatı bildiğine, her türlü ihtiyaçtan azade ve müstağni olduğuna delâlet ettiğini açıklamıştık.. Böylece (burada), bizim için, O'nun azîz ve hakîm olmasından, O'nun, "Bütün makdûrâta kadir, bütün malûmatı bilen ve her türlü ihtiyaçtan müstağnî olan bir zât olması hakikati tahakkuk etmiş olur. Böyle olan kimsenin fiilleri ve sözleri, bir hikmet, salt doğru; kusurlardan, anlamsız şeylerden uzak ve berî olmuş olur. Bu kitabın musannifi (ben), bir kasîdede sövie dedim:

"Sayısız nimetleri, inamları, lutfu, cömertliği, ihsan ve kereminden ötürü, (en kâmil anlamda) hamd Allah'a mahsustur. O'nun işleri, kusur ve anlamsızlıktan münezzeh olup, mülkü de, zeval ve yok bulmaktan beri ve müteâldir."

Bu ayetlerde bahsedilen sıfatlardan bir üçüncüsü de, "Göklerde ne var, yerde ne varsa O'nundur" ayetinin ifade ettiği husus olup, bu, Celâlin zirvesinde, şu iki gayeye delâlet eder:

1) O'nun, onca büyüklüklerine ve genişliklerine rağmen, göklerin ve yerin bütün cüzlerinde, var etme, yok etme, tekvin ve iptal etme yoluyla tâm ve geçerli, nüfuzlu bir kudret ile vasfedilmiş olması..

2) Hak teâlâ, "Göklerde ne var, yerde ne varsa O'nundur" ifadesiyle, göklerde ve yerde olan her şeyin, kendisinin mülkü ve mülki olduğunu beyân edince, kendisinin, göklerde ve yerde olmaktan, (orada mekân tutmaktan) münezzeh olması gerekmiştir. Aksis halde,Kendisinin mâliki olması gerekir.O'nun, göklerin hiçbirinin şeyinde olmadığı sabit olunca da, O'nun, Arş'da olması da imkânsız olur. Çünkü senin üzerinde olan herşeye, "semâ" denilir. Binâenaleyh Arş, göklerin en üzerinde bulunduğuna göre, gerçek anlamda yegâne "semâ" o olmuş olur. Bu sebeple de, Arş'da bulunan her şeyin, O'nun mülkü ve milki olması gerekir. Böyle olunca da,

b) (......) lafzı da, bu gibi sûrelerde gelmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, (Meryem. 93) buyurmuştur, (......) kelimesinin, O'nun Arş'da bulunmaktan münezzeh olması gerekir. Eğer karşı taraf, "Cenâb-ı Hak, bu ayette, buyurmuştur. Mâ lafzı ise, akıllı olanları kapsamaz" derlerse, biz deriz ki: Bu da, şu iki bakımdan kabul edilmez..

a) Mâ lafzı, Cenâb-ı Hak için kullanılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Göğe ve onu bina edene, yere ve onu yayıp döşeyene.." (şams, 5-6) buyurmuştur. Ve yine, "Ben, sizin taptıklarınıza tapmam.. Siz de, benim ibadet ettiğime tapıcı değilsiniz.." (Kâfirûn, 2-3) buyurmuştur.kelimesinin Allah hakkında kullanıldığı hususunda ise, hiçbir şüphe yoktur. Binâenaleyh bu ayet (Meryem. 93), göklerde ve yerde olan her şeyin Allah'ın kulu olduğunu göstermektedir. Bu sebeple Allah, şayet göklerde, yerde ve Arş'da olan bir zât olmuş olsaydı, o zaman O, göklerdekiler zümresinden olmuş olurdu ve böylece de, kendi kendinin kulu olmuş olması gerekirdi. Bu ayetle, göklerde, Arş'da mevcut olan her şeyin Allah'ın kulu olduğu sabit olduğuna göre, kibriyâsı, kulluk töhmetinden münezzeh olanların, bir mekânda, bir cihette, Arş'da ve kürsîde olmaktan münezzeh olmaları gerekir.

Dördüncü ve beşinci sıfatlar da, "O, çok yüce, çok büyüktür" ayetinin ifade ettiği husustur. Buradaki yüce olma (ulüv) ile yanlış olduğu delil ile sabit olduğu için, cihet ve mekân açısından bir yüceliğin; "büyük olma" ile de, cüsse bakımından, kütlesinin büyüklüğünün kastedilmiş olması caiz değildir. Çünkü bu, O'nun, cüzlerden ve parçalardan meydana gelmiş olmasını gerektirir ki, bu da, "Allah, tektir., "(İhlas, 1) ifadesinin zıddı bir mana olmuş olur. Binâenaleyh, buradaki "yüce olma" ile, O'nun, mümkinata benzemekten ve muhdes varlıklarla (cins) münasebetinden münezzeh olması; el-Azîm ifadesinden de, kudret bakımından büyüklüğü ile, hükümranlık bakımından eziciliği ve ulûhiyyetinin mükemmel oluşunun kastedilmiş olması gerekir.

Şirk Gökleri Çatlatır

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Gökler nerdeyse, tepelerinden çatlayacaklar..." buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ebû Amr ile Ebû Bekr'in rivayetine göre Asım, tâ ile yâ ve nün ile (......) şeklinde okurlarken; İbn Kesir, İbn Âmir, Asım'ın ravisi Hafs ve Hamza, tâ ile (......) şeklinde okumuşlardır. Nâfî ve Kisâî, (......) şeklinde okumuşlardır. Keşşaf sahibi şöyle der: "Yûnus, Ebû Amr'ın, İki tâ ve nûn ile birlikte, (......) şeklinde okuduğunu söyleyen, garip bir rivayette bulunmuştur. Böyle bir kıraat, pek duyulmamış bir kıraattir (harf). İbnu'l-Arâbi'nin, "Nevâdir" adlı eserinde, "develer güneşleniyorlar" şeklinde bir ifadenin bulunduğu rivayet edilmiştir.

İkinci Mesele

Ayetteki (......) kelimesinin ne demek olduğu hususunda, şu izahlar yapılmıştır:

1) İlerime, Ibn Abbas'ın, bu ifadenin manasının, "Gökler, Allah'ın, onların üzerlerindeki (manevî) ağırlığından dolayı, neredeyse çatlayacak..." şeklinde olduğunu söylediğini rivayet etmiştir. Bil ki, bu görüş, cılız bir görüştür. İbn Abbas'ın, bundan, kesinkes uzak ve berî olduğuna hükmetmek gerekir. Bunun yanlış olduğunun delilleri şunlardır:

a) (......) ifadesinden, "o göklerin üstünde olanlardan" şeklinde bir mana anlaşılmaz.

b) Farzedelim ki, bu ifade buna hamledilebiliyor. Ne var ki, siz niçin, bu durumun ancak, Allah'ın o gökler üzerindeki (manevî) ağırlığından ötürü meydana geldiğini söylediniz?. Bu durumun, meleklerin o gökler üzerindeki ağırlığından ötürü meydana gelmiş olduğu niçin söylenilmez? Nitekim, hadis-i şerifte, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Gökler gıcırdadı. Gıcırdaması hakkıdır. Çünkü orada, her karış yerde mutlaka, kıyamda veya rükuda veya secdede bulunan bir melek bulunur" buyurmuştur.

c) Bu ifade ile, göklerin üzerindekinin, ulûhiyyet, kahr ve kudret açısından olan üstünlüğünün heybetinden dolayı, bu göklerin neredeyse çatlamış olmalarının kastedilmiş olması niçin söylenemesin? Yaptığımız bu izahlarla, onların ileri sürdüğü görüşün, son derece bozuk ve çarpık olduğu sabit olmuş olur.

2) Keşşaf sahibinin ileri sürmüş olduğu şu husus. "İnkâr, göklerin altındakiler tarafından yapılmıştır. Buna göre normalde, "Neredeyse o gökler, altlarında bulunanlardan, yani inkârın geldiği taraftan ötürü neredeyse çatlayacaktı" denilmeli. Fakat bu hususta iyice mübalağa edilmiş, ifade ters çevrilmiş, böylece İnkâr sözü üst taraftan tesir etmiş gibi söylenmiş ve sanki, "Gökler alt yanlarını bir tarafa bırak, neredeyse üst taraflarından çatlayacaklardı" denilmiştir ki bunun mübalağa olarak bir benzeri de, "Başlarının üzerinden kaynar su dökülecek onların. Bununla karınlarının içinde ne varsa hepsi ve derileri eritilecektir" (Hac, 19-20) ayetidir. Böylece burada da, ateş, karın parçalarında müessir kabul edilmiştir.

3) Ayetteki "bu" bu ifadesi, "yerlerin üstünden" manasına alınabilir. Çünkü Hak teâlâ bu ayetten önce, "Göklerde ne var, yerde ne varsa O'nundur" buyurmuştur. Daha sonra da "Gökler neredeyse tepelerinden, yerlerin üstünden çatlayacaklar" buyurmuştur.

3) Bu ifadenin manası, "göklerin bulunduğu taraflar cihetinden çatlayacaklar" demek olup, o taraf da üst taraftır. O halde bu ifadelerin manası, "göklerin kendisinde bulunduğu şeyin üst tarafından.." şeklindedir.

Üçüncü Mesele

Âlimler, bunun niçin olduğu hususunda değişik izahlar yapmışlardır. Bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Allahü teâlâ bu kitabı vahyedenin, azîz ve hakîm zâtı olduğunu bildirince, celâl ve kibriyasını da anlatarak, "Gökler neredeyse üstlerinden, yani Allah'ın heybet ve celâlinden ötürü çatlayacaktı" buyurmuştur.

b) Bunun sebebi, insanların Allah'ın çocuğu bulunduğunu söylemeleridir. Çünkü Allahü teâlâ, "Gökler neredeyse, bundan ötürü çatlayacaktı" (Meryem, 90) buyurmuştur. O halde bu ayettekinin sebebi de, onların Allah'a şirk koşmalarıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak bu ifadenin hemen peşinden, "O'ndan başka hâmîler edinenler" buyurmuştur. Doğru olan, birinci izahtır.

Meleklerin Mü'minler İçin Duaları

Allahü teâlâ daha sonra "Melekler Rablerine hamd ile tesbih eder ve yerdeki kimselerin de bağışlanmalarını isterler" buyurmuştur. Bil ki Allah'ın mahlûkatı iki çeşittir:

a) Maddeler âlemi ki, bunların en büyüğü göklerdir.

b) Manalar (ruhlar) âlemi ki bunların en büyüğü de meleklerdir. O halde Allahü teâlâ, kudret ve heybetinin, maddeler alemindeki tesirinden ötürü azametinin mükemmelliğini ifade etmiş. Bunun peşinden de manevî âlemler üzerindeki kudretinin nüfuzunun ve heybetinin hükümranlığını ifade eden sözü getirmiştir. Bunun delili, Hak teâlâ'nın, "Biribirlerine hangi şeyi soruyorlar?" (Nebe, 1) ayetidir. Hak teâlâ, azamet ve kibriyasını anlatmak isteyince, işe maddeler âlemini zikrederek "Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbi, Rahman (Allah)'a hitab etmeye kadir olamazlar" (Nebe, 37) buyurmuş, daha sonra da manalar âlemini anlatmaya geçerek, "O gün rûh (Cebrail) ve melekler saf halinde ayakta duracaklar Rahmân'ın izin verdiği kimselerden başkası konuşamaz. Onlar ancak doğruyu söyleyecekler" (Nebe, 36) buyurmuştur. Binâenaleyh tefsir ettiğimiz ayetlerdeki durum da aynıdır. Cenâb-ı Hak, heybetinin maddeler âlemine hükümran oluşu ile, azametinin mükemmelliğini anlatarak, "Gökler neredeyse tepelerinden çatlayacaklar" buyurmuş; daha sonra da manalar âlemine geçerek, "Melekler Rablerine, hamd ile tesbih ediyorlar" buyurmuştur. Binâenaleyh bu, güzel bir tertip, net bir açıklamadır.

Mevcudat İki Kısımdır

Bil ki mevcudat (varlıklar) üç kısımdır:

1) Tesir eder, ama tesir almaz. Bu, sadece Allahü teâlâ'dır. Binâenaleyh o, bu kısımların en kıymetlisidir.

2) Tesir altında kalır, ama kendisi tesir edemez ki bu, maddedir. Bu da, bu kısımların en değersizidir.

3) Birincisinden tesir alır, ikincisine tesir eder ki bunlar da mukaddes ruh cevherleridir. Bu kısım, orta dereceyi İşgal eder.

Bunu iyice kavradığına göre diyoruz ki, ruh cevherlerinin iki tür alaka ve münasebeti vardır:

a) Celâl ve kibriyâ alemiyle ilgili olan münâsebet. Bu, kabullenme ilgi ve münasebetidir. Çünkü kudsî cilalar ve samediyyet ışıkları, ruhanî cevherlere doğduğunda, onların cevherleri aydınlanır, mahiyetleri nurlanır. Sonra bu ruh cevherleri, bu manevî kuvvetten istifâde ettiği zaman, bu sayede maddeler âlemine hükümran olma kuvvetini kazanırlar. Durum böyle olunca, bu ruh cevherlerinin, birisi kibriyanın tarafına ve celâlin huzuruna yönelik, diğeri de maddeler âlemine yönelik, iki yönü vardır ki bunlardan birincisi, ikincisinden daha kıymetlidir.

Bunu da iyice kavradığına göre diyoruz ki: Hak teâlâ'nın, "Melekler Rablerine hamd ile tesbih ediyorlar" ifadesi, meleklerin celâl ve kibriyâ âlemine yönelik tarafına, "Yerdeki kimselerin de bağışlanmalarını istiyorlar" ifadesi de onların, maddeler âlemine yönelik yüzlerine bir işarettir. Bu ne güzel incelik, bu ne kadar kıymetli bir şey?! Bu ruhların, beşer ruhlarını mahlûkat (madde) çukurundan, marifetullah'ın zirvesine çekip çıkarmadaki ne müthiş tesiri...

Bunu da iyice kavradığın zaman, biz diyoruz ki: Birinci yöne, yani Allah'ın celâline yönelik ulvî taraf, iki şeyi, tesbihî ve tahmîdi (hamdi) ihtiva etmektedir. Çünkü Hak teâlâ'nın "Melekler Rablerine, hamd ile tesbih ediyorlar" ifadesi, işte bu iki şeyi anlatır. Tesbih, tahmidden öncedir. Çünkü tesbih, Allah'ı, O'na yakışmayan şeylerden tenzih etmek; tahmîd (hamd) ise, O'nu bütün hayırları veren olarak nitelemek demektir. Hak teâlâ'nın zâtı hususunda, yakışmayan şeylerden münezzeh olması, önem bakımından, bütün hayırların ve saadetlerin kaynağı olmasından önce gelir. Çünkü birşeyin var oluşu, başkasını varetmeden önce gelir. O halde O'nun aslında var oluşu, başkasını meydana getirmeye tesirli oluşundan öncedir. İşte bundan ötürü tesbih, tahmidden önce gelir ve bundan ötürü, "Melekler Rablerine hamd ile tesbih ediyorlar" buyurulmuştur. İkinci yöne, yani o kudsî ruhların, madde âlemine yönelik tarafına da, "Yerdeki kimselerin de bağışlanmalarını isterler" cümlesiyle işaret edilmiştir ki bundan maksad da, o ruhların bu âlemin hallerinin nizamındaki ve âlemdeki en uygun, en doğru yol ve yöntemlerin meydana gelmesindeki tesirleridir. Bu, bu yüce ayetlerde yer almış, ilahî-ulvî konulara bir bakıştı.

Melekler Kâfirler Hakkında İstiğfar Ederler mi?

Şimdi yine, tefsir ilmine uygun şeylere dönelim: Eğer, "O meleklerin, yerdekilerin içinde kâfirler de bulunduğu halde, bütün "yerdeki kimselere" istiğfar etmeleri nasıl doğru o'ur? Üstelik Cenâb-ı Hak, onlar için, "Allah'ın ve meleklerin laneti onlar üzerinedir" (Bakara, 161) buyurmuştur. Şu halde, melekler, nasıl olur da onlar için hem istiğfar, hem lanet ederler?" denilirse, biz deriz ki buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:

1) Ayetteki, "yerdeki kimseler.." ifadesi, umûmî değildir. Çünkü hem "Onlar yerdekilerin hepsine istiğfar ederler" denilebilir, hem de, "O melekler, yerdekilerin bir kısmına istiğfar ederler" denilebilir. Eğer ayetteki, "yerdeki kimseler" ifadesi, açık ve kesin olarak umumiliği anlatmış olsaydı, o zaman böyle bir tahkimat yapılamaz, oöyle bir ihtimalden bahsedilemezdi.

2) Farzedelim ki bu nass umûmî manadadır. Fakat Cenâb-ı Hak, Mü'min Sûresi'nde, "Meleklermüminlerin bağışlanmasını (şöylece) isterler: "Ey Rabbimiz, Senin rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır..." (Mü'min, 7) buyurmuştur.

3) Buradaki istiğfardan murad, Allahü teâlâ'dan, onlara hemen ceza vermemesini istemektir. Nitekim Hak teâlâ, "Allah gökleri ve yeri, yıkılmasın diye tutar..." (Fatır, 41) buyurmuştur.

4) O meleklerin, yeryüzünde bulunan herkes için mağfiret talebinde bulundukları da söylenebilir: Kâfirler hakkında, imân etmelerine vâsıta olsun diye; mü'minler hakkında ise, günahlarının bağışlanması için... Çünkü, "Allah'ım, kâfirlere hidayet ver. Kalblerîni iman nuruyla süsle, gönüllerinden küfür vahşetini kaldır" diye duâ ediyoruz ki bu da gerçekte bir istiğfardır.

Bil ki, "Yerdeki kimselerin de bağışlanmalarını istiyorlar (onlar için istiğfar ediyorlar)" ifadesi, meleklerin, kendileri için mağfiret talebinde bulunmadıklarını gösterir. Eğer melekler, günahta ısrar etmiş, yani günah işlemiş olsalardı, onların yerdekilerden önce, kendileri için mağfiret talebinde (istiğfarda) bulunmaları gerekirdi. Allahü teâlâ, meleklerin kendileri için istiğfar ettiklerinden bahsetmeyince, meleklerin bütün günahlardan berî olduklarını anlıyoruz. Peygamberlerin ise zedeleri (küçük hata ve kusurları) olabilir. Hiç günahı olmayan, mutlaka günahı olandan daha üstündür. Binâenaleyh ayetteki, "(Melekler) yerdeki kimselerin de bağışlanmalarını istiyorlar" ifadesi, o meleklerin, peygamberler için de istiğfar ettiklerine delâlet eder. Çünkü peygamberler de, "yerdeki kimseler" ifadesine dahildirler. Onlar, peygamberler için de bağışlanma (mağfiret) talebinde bulunduklarına göre, meleklerin, peygamberlerden üstün oldukları açıkça ortaya çıkar.

Allahü teâlâ, meleklerin tesbîh, hamd ve istiğfarda bulunduklarını nakledince, "Gözünüzü açm, şüphesiz Allah gafurdur, rahimdir" buyurmuştur. Bu ifadenin anlatmak istediği, şu hususa dikkat çekmektir: Melekler her ne kadar insanlar için istiğfar ediyor iseler de, esasında mutlak bağışlama ve rahmet, Allah Sübhânehû ve Teâlâ'ya aittir. Bunu şöyle birkaç yönden izah ederiz:

a) Meleklerin, insanlar için, mağfiret istemeleri de ancak Allahü teâlâ'nın, onların kalblerinde istiğfar etme duygusunu yaratmış olmasından ötürüdür. Eğer Hak teâlâ, meleklerin kalbinde bu duyguyu yaratmamış olsaydı, onlar böylesi bir istiğfara yönelemezlerdi. Durum böyle olunca da, mutlak manada yani esas rahîm ve gafur, Hak teâlâ olmuş olur.

b) Melekler işin başında "Yeryüzünde fesad çıkarıp kan dökecek kimseler mi yaratacaksın. Halbuki biz sana hamdile tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz" (Bakara, 30) demişler, ama işin sonunda, yerdekiler için istiğfar etmişlerdir. Ama Hak teâlâ'nın rahmeti ve ihsanı başlangıçta ve sonuçta hep mevcud olunca, mutlak gafur ve rahîm olanın Allahü teâlâ olduğu sabit olur.

c) Cenâb-ı Allah, o meleklerin, yeryüzündeki bütün insanlar için istiğfar talebinde bulunduklarını bildirmiş, ama onların yerdekiler için, rahmet talebinde bulunduklarını söylememiş, ama, "Gözünüzü açm, şüphesiz Allah gafurdur, rahîmdir" buyurmuştur ki bu, "Allah, meleklerin yeryüzûndekiler için istedikleri mağfireti verecek, buna da tam ve mükemmel rahmetini ekleyecektir" demektir.

Cenâb-ı Allah daha sonra "O'ndan başka hamiler edinenlere gelince..." buyurmuştur. Bu "Allah'a ortaklar ve eşler koşanlara gelince, " Allah onların üzerinde dâima görüp gözetleyiddir"; yani onların hallerini ve amellerini gözetlemektedir, amellerinin hiçbiri Allah'ın gözünden kaçmaz ve Allah onları amellerinden ötürü hesaba çeker. İnsanlar üzerindeki gerçek murakıb (gözetleyici), bir Allah'dır. Ey Muhammed, onların işi ve onları imana zorlama sana havale edilmemiştir. Sen sadece ve sadece bir inzarcısın (uyarıcı-tebliğ edicisin)" demektir.

Kur'an'ın Evrensel Çağrısı

7

Âyetin tefsiri için bak:12

8

Âyetin tefsiri için bak:12

9

Âyetin tefsiri için bak:12

10

Âyetin tefsiri için bak:12

11

Âyetin tefsiri için bak:12

12

"Böylece "Anakente ve oranm etrafında bulunanlara, gelecek tehlikeleri haber vermen için ve hakkında hiçbir şüphe bulunmayan o toplanma gününün dehşetiyle korkutman için, (sana) Arapça bir Kur'an vahyettik. (İnananların) birtakımı cennette, birtakımı cehennemdedir. Eğer Allah dileseydi, onlan elbet bir tek ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini rahmetine sokar. Zâlimlere gelince, onların ne bir dostu, ne bir yardımcısı vardır. Yoksa onlar Allah'dan başkasını dostlar mı edindiler? işte Allah, asıl dost O'dur. Ölüleri O diriltir. O, her şeye kadirdir, ihtilaf ettiğiniz her şey hakkında hüküm verme işi Allah'a aittir, işte benim Rabbim, O hâkim olan Allah'dur. Ancak O'na güvenip dayanırım. Yalnız O'na dönerim. O, gökleri ve yeri yaratandır. Size, hem kendi cinsinizden eşler, hem davarlardan çiftler verdi. Sizi bu suretle üretiyor. O'nun, benzeri gibisi bile yoktur. O, semi' ve basîrdir. Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Dilediğinin rızkım genişletir, dilediğininkini de kısar. Çünkü O, herşeyi hakkıyla bilendir".

Bil ki ayetteki zâlike kelimesi, bahsi geçen birşeye işarettir. O halde ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân'ı vahyetmesinin, burada bahsi geçen bir şeye benzetilmesini gerektirir. Halbuki burada, "O'ndan başka hamiler edinenlere gelince..."(şura, 6) ifadesinden başka, Allah'ın Kur'ân'ı vahyedişinin benzetebileceği, daha önce bahsi geçmiş bir şey yoktur. Buna göre mana, "Sana, "onların üzerinde daima görüp gözeten değilsin. Sen, onların üstünde bir vekil değilsin" diye vahyettiğimiz gibi, onlar için bir nezîr (uyarıcı) olasın diye, aynı şekilde sana Arapça Kur'ân'ı vahyettik." demektir.

Anakent: Mekke

Ayetteki "Anakent ahalisini ve etrafındaki kimseleri uyarman için" ifadesi, "Anakentin ahâlisine, tehlikeleri haber vermen için" manasındadır. Çünkü şehrin kendisi, inzâr edilebilecek akıl sahibi bir mantık değildir. Bu tıpkı, "O köye sor" (Yusuf, 82) ayeti gibidir. Bu ayet de, "O köyün halkına sor" manasındadır. "Ümmü'l-Kura" (Anakent) tabiri, şehirlerin aslı, temeli manasına olup, bununla Mekke kastedilmiştir. Bu ad Mekke'ye, ona duyulan saygıdan ötürü verilmiştir. Çünkü Mekke'de Beytullah ve Makam-ı İbrahim vardır. Araplar herşeyin temelini, aslını ve en önemlisini, "o şeyin anası" olarak adlandırırlar. Meselâ, "Bu kasîde, falancanın kasidelerinin ümmühâtından (analarındandır), yani en önemlilerindendir" denilir. Ayetteki "ve etrafında bulunanlar" tabiriyle de, Mekke etrafında bulunan bedeviler, mukîmler ve çadırda değil de evlerde kalanlar kastedilmiştir. "İnzâr" korkutmak demektir.

Risaletin Sınırı

İmdi eğer, "Ayetin lafzı, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Mekkelileri ve Mekke'yi çepeçevre kuşatan diğer kentleri inzâr için vahyettiğini gösterir. Bu da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bütün âlemlere değil de, sadece onlara gönderilmiş bir peygamber olmasını gerektirir" denilirse, buna şu şekilde cevap verebiliriz. Birşeyin özellikle zikredilmesi, bahsedilen hususun, o şeyin dışında kalanlar için söz konusu olmadığını göstermez. Binâenaleyh bu ayet, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sadece bunlara gönderilmiş bir peygamber; "Seni ancak bütün insanlara peygamber gönderdik" (Sebe, 28) ayeti de onun, bütün âlemu peygamber olarak gönderildiğine delâlet eder. Hem sonra onun, Mekkelilere gönderilmiş bir peygamber olduğu sabit olduğuna göre, doğru sözlü olmuş olması gerekir. Daha sonra bize onun, kendisinin bütün âleme peygamber olarak gönderildiğini iddia ettiği tevatüren nakledilmiştir. Doğru söyleyen birisi birşeyi haber verdiğinde, onun o şey hakkında da doğru söylediğini kabul etmek gerekir. Böylece de onun (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün âlemlere gönderilmiş bir peygamber olduğu sabit olur.

Cenâb-ı Allah daha sonra "O toplanma gününün (dehşetiyle) korkutman için..." buyurmuştur. Normalde Arapçada inzâr (uyarma) fiili, bâ harf-i cerriyle kullanılır. Dolayısıyla burada da,denilmeliydi.

Toplanma Günü

Hem sonra burada, "Ümmü'l-Kurâ ahalisini, o toplanma gününün azabıyla korkutman için..." şeklinde bir takdir var. O güne "toplanma (cem) günü" denmesi hususunda şu izahlar yapılabilir:

1) İnsanlar o gün toplanacaklar. Nitekim Hak teâlâ, "(Allah) sizi o toplanma günü için toplar, biraraya getirir" (Teğabün, 9) buyurmuştur. Dolayısıyla o gün, göktekiler ile yerdekiler bir araya gelmiş olur.

2) O gün, ruhlar bedenleriyle birleştirilir.

3) O gün, her amel eden, amelleriyle biraraya gelir.

4) O günde, zalimle mazlum biraraya toplanır.

Ayetteki, "Hakkında hiçbir şüphe bulunmayan" kaydı, "toplanma günü"nün sıfatı olup, "Meydana geleceği hususunda hiçbir şüphe olmayan o toplanma günü..." manasındadır.

Cenâb-ı Allah, "(insanların) birtakımı cennette, birtakımı cehennemdedir" buyurmuştur. Bunun takdiri, "Niteliği, kendisinde bütün kavimlerin ikiye ayrılıp, bir grubu cennete, bir grubu cehenneme girecek olmaları olan o toplanma günü..." şeklindedir.

Ayrılma Ne Zaman?

Eğer, "Ayetteki "toplanma günü" tabiri, insanların biraraya geldiklerini, "birtakımı cennette, birtakımı cehennemdedir" ifadesi de, insanların bölük bölük olacaklarını gösterir. Binâenaleyh bu iki özelliğin bir arada bulunması imkânsızdır" denilirse, biz deriz ki: İnsanlar önce hep bir araya toplanacak, daha sonra böyle iki guruba ayrılacaklar.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Eğer Allah dileseydi, onlan elbet bir tek ümmet yapardı" buyurmuştur. Bundan maksad, Hak teâlâ'nın "Onlardan (Allah'ı bırakıp) başka veliler edinenlere gelince, Allah onların üzerinde dâima görüp gözetendir... " (şurâ, 6) ayetini takrir etmektir. Yani: "Onları imana sevk, senin kudretin dahilinde değildi. Eğer Allah, isteseydi bunu yapardı. Çünkü O, senden daha kudretlidir. Fakat O, kimilerini mü'min, kimilerini de kâfir yapmıştır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah dilediğini rahmetine sokar" ifadesi mü'minleri iman ve taata sokanın Allahü teâlâ olduğuna; "Zalimlere gelince onların ne bîr dostu, ne bir yardımcısı vardır" ifadesi de, Allahü teâlâ'nın kâfirleri rahmetine uğratmadığına delâlet eder ki, bu da, evvelkilerin, kendilerini o rahmete sokan bir dostları ve bir yardımcıları olduğu için o rahmete girebildiklerine; berikilerin de, kendilerini o rahmete sokan bir yardımcıları ve dostları olmadığı için giremediklerine delâlet eder.

Allahü teâlâ sonra, "Yoksa onlar Allah'dan başkasını hâmî mi edindiler?" buyurmuştur. Bu, "Allahü teâlâ önce onların, kendisinin dışında dostlar edindiklerini nakletmiş; sonra da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Sen onlar üzerinde bekçi değilsin. Yine onlar üzerinde bir kontrolcü de değilsin. İsteseler de, istemeseler de, onları imana sevketmen gerekmez. Çünkü eğer bu bir görev olmuş olsaydı, Allah onu yapardı. Çünkü O, senden daha kudretlidir" demiş" manasınadır. Daha sonra da, bu hususu, inkârı bir soru üslubuyla tekrarlamıştır. Çünkü, "Yoksa onlar Allah'dan başkasını dostlar mı edindiler" suâli bir istifham-ı inkârîdir.

Asıl Hami Allah'dır

Cenâb-ı Allah sonra, 'İşte Allah, asıl hâmî O'dur" buyurmuştur. Bunun başındaki fâ edatı, bunun, mukadder şart cümlesinin cevabı olduğunu gösteren fâ edatıdır. Buna göre Allahü teâlâ sanki, "Eğer onlar gerçek manada bir hâmî edinmek istiyorlarsa, bilsinler ki gerçek hâmî Allah'dır. O'nun dışında gerçek dost yoktur. Çünkü O, ölüleri diriltir ve O herşeye kadirdir. Binâenaleyh hâmî edinilmeye layık ve uygun olan O'dur, yoksa hiçbirşeye kadir olmayanlar değil..." demek istemiştir.

İhtilafta Hakem Kur'ân

Daha sonra da, 'İhtilaf ettiğiniz herşey hakkında hüküm verme işi Allah'a aittir" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:

Önceki Kısımla Münasebet

Ayetin, önceki kısımla münasebeti şöyledir: "Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, kâfirleri imana zorla sevketmekten menettiği gibi, mü'minleri de kâfirlerle münakaşa ve mücâdeleye girişmekten menetmiş ve 'İhtilaf ettiğiniz herşey hakkında hüküm verme işi Allah'a aittir" buyurmuştur. Bu hüküm de, o hususta hakka isabet edenlere mükâfaat verme, bâtılı savunanları ise cezalandırma hükmüdür. Bu ifadenin manasının, "Hakkında münakaşa edip ihtilafa düştüğünüz şeylerde, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hükmüne başvurun. Başkalarının hükmünü onun hükmüne tercih etmeyiniz" şeklinde olduğu söylendiği gibi, "Ruhun hakikatini bitme gibi, mükellef olmadığınız ve bilemeyeceğiniz şeyler hususunda, aranızda bir ihtilaf meydana gelirse, "Bunu en iyi Allah bilir" deyiniz" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Nitekim Hak teâlâ, "Sana "Rûh"u sorarlar. De ki: "Rûh, Rabbime (âit) emirlerden (işlerden)dir" (İsra, 85) buyurmuştur.

İkinci Mesele

Ayetin takdiri, "Allah sanki "Ey Muhammed de ki: "İhtilaf ettiğiniz şeylerin hükmü Allah'a aittir" demektedir" şeklindedir. Ayetin bu manada oluşunun delili ise, 'İşte benim Rabbim. O, hakîm olan Allah'dır. Ancak O'na güvenip dayanırım. Yalnız O'na dönerim" ifadesidir.

Kıyas Aleyhindekilere Cevap

"Kryas"ı kabul etmeyenler, bu ayeti delil getirerek şöyle derler: "Ayetteki bu ifâde ile, ya "onun hükmü, Allah'ın o husustaki nassından elde edilir" manası, ya da, "Onun hükmü, hakkında Allah'ın nassı bulunan şeye kıyasla elde edilir" manası kastedilmiştir. Bu ikinci mananın kastedilmiş olması batıldır. Çünkü bu bütün ahkâmın, bâtıl olan birşeye kıyasla elde edilmiş olmasına yol açar. Dolayısıyla birinci mananın kastedilmiş olması gerekir. Böylece de bütün ahkâmın nass ile elde edilmiş olmasını gerektirir ki, bu da, kıyas ile hüküm çıkarmayı ortadan kaldırır." Birisi, "Bu ifade ile, "Onun hükmü, ister bu açıklaması nass ile, ister kıyas ile olsun, Allah'ın açıklamasıyla bilinir" manasının kastedilmiş olması niçin caiz olmasın?" diyebilir? Buna da şu şekilde cevap verilir: Allah'ın hükmüne başvurmaktan maksad, ihtilafı sona erdirmektir. Kıyasa başvurmak ise, ihtilâfı artırır, ihtilafı çözmez. Dolayısıyla Allah'ın nasslarına başvurmak gerekir."

Cenâb-ı Allah sonra da, Nebisinin dilinden "aranızda hükmedecek olan O yüce zat, benim Rabbimdir. Ben, düşmanlarımın fenalıklarını bertaraf etme ve hertüriü hayrı elde etme hususunda O'na güvenip dayanırım ve ben, bütün işlerimde O'na yönelirim" buyurmuştur. Buradaki, "O'na güvenip dayanırım" (tevekkül ederim) ifadesi, "hasr" (sadece) manasına olup, "Ben ancak ve ancak O'na güvenirim" demektir ki bu da, Allah'dan başkasını dost edinenlerin yolunun yanlışlığını ortaya koymaya bir işarettir.

Allahü teâlâ sonra, "O, gökleri ve yeri yaratandır" buyurmuştur. "Fatır" kelimesi hem merfû, hem mecrûr okunmuştur. Merfû (ötüreli) okuyuşu, ya zâlikum ifadesinin haberi; yahut mahzûf bir "hüve (o)" mübtedâsının haberi oluşundan ötürüdür. Mecrûr (kesreli) okunuşu ise, kelâmın takdirinin, "Göklerin ve yerin yaratıcısı Allah'a aittir..." şeklinde olmasından ötürüdür. Bu durumda, ifadesi ise, sıfat ile mevsûf arasına girmiş bir ara cümledir.

Cenâb-ı Allah yani "Allah size hem kendinizden, yani kendi cinsinizden eşler, hem de davarlardan çiftler verdi. Sizi bu suretle üretip çoğaltıyor" buyurmuştur. "Davarlardan çiftler..." ifadesi, "davarlara, davarların kendi cinsinden eşler.." manasınadır. Arapça'da, "Allah mahlûkatı çoğalttı" manasında, (......) ifadesi kullanılır. Ayetteki, (......) ifadesi "bu tedbir (düzen) ile.." demek olup, buradaki tedbir de, çiftler halinde yaratma olup, bu da, Allahü teâlâ'nın, insanları ve davarları, erkekleriyle-dişileri arasında bir üreme meydana gelsin diye, çiftler halinde (erkekli-dişili) yaratmasıdır.

Ayetteki, "sizi" kelimesi, muhataplara râcîdir ki burada insanların şu iki yönden "lağlîb" edilmiş (hitapta esas alınmıştır):

a) Burada akıllılar tarafı, akıllı olmayanlar tarafına tağlib edilmiş,

b) Yine muhatablar tarafı, gâib olanlar tarafına tağlib edilmiştir. Buna göre eğer, ne demektir? Cenâb-ı Hak niçin, bunun yerine dememiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Allahü teâlâ bu tedbiri (düzeni), bu çoğalmanın kaynağı, merkezi, madeni kılmıştır. (Bundan dolayı zarf manasındaki fî harf-i cerrini kutlanmıştır.) Baksana, "canlılar için eşler yaratılmasında, çoğaltma yatmaktadır" denilir ki, bu tıpkı, "Kısasta sizin için hayat vardır" (Bakara, 179) denilmesi gibidir;

Allah'a Benzer Yoktur

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O'nun benzeri gibisi bile yoktur. O, semî ve basîrdir" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Eski ve yeni kelâm alimleri, Allah'ın, uzuvlardan, cüzlerden meydana gelmediği ne bir mekânda ne bir cihette bulunmadığı hususunda bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Şayet O, bir cisim olsaydı, diğer cisimlerin misli ve benzeri olurdu. Böylece de, O'nun için birtakım misil ve benzerlerin bulunmuş olması gerekirdi ki, bu husus, Cenâb-ı Hakk'ın, "O'nun benzeri gibisi bile yoktur" ayetinin sarih beyanıyla bâtıldır. Bu delili şu şekilde ifade etmek de mümkündür: Bu ayetle ya Cenâb-ı Hakk'ın, zâtların mahiyetleri açısından hiçbir şeyin misli olmadığı manası kastedilmiştir; veyahut da, sıfatları açısından, O'nun benzeri gibisi olmadığı manası kastedilmiştir.

İkincisi bâtıldır; çünkü kulları da, âlim ve kadir olmakla nitelenebiliyorlar. Ki, Cenâb-ı Hak da, bu sıfatlarla mevsûftur. Yine kullar, Allah'ın da bu şekilde tavsif edilmesinin yanısıra, malûm ve mezkûr olmakla da nitelenebiliyorlar. Böylece, ayetteki "misillik, benzerlik" ile, zâtın hakikati açısından eşitliğin nefyeditmesinin kastedilmiş olduğu sabit olmuş olur. Buna göre de mana, "Zâtlardan hiçbiri, zâtı bakımından, Allah'a denk olamaz..." şeklinde olur. Binâenaleyh, Allah şayet bir cisim olmuş olsaydı, O'nun cisim olması, sıfat değil, zât olmuş olurdu. Diğer alimler, cisim olma bakımından, yani, bir mekân tutma, uzunluğa, derinliğe ve bir eve sahib olma açısından, O'na eşit olacak olursa, bu durumda, diğer cisimler, bir zât olması açısından Allah'ın zâtına denk olmuş olurlardı. Halbuki, ayetin nassı bunu nefyetmektedir. Bu sebeple, Cenâb-ı Hakk'ın cisim olmaması gerekir.

İbn Huzeyme'ye Reddiye

Bil ki, Muhammed İbn İshak İbn Huzeyme, "et-Tevhîd" adını verdiği, halbuki, gerçekte bir şirk kitabı olan eserinde, âlimlerimizin, bu ayetle istidlal etmelerini ele almış ve bu hususta itirazlarda bulunmuştur. Ben, birtakım uzun uzadtya açıklamalarını bir kenara bıraktıktan sonra, -çünkü bu kimse, ifadesi son derece bozuk, anlayışı kıt, aklı da noksan bir kişidir!-, onun sözlerinin özetini vermeye çalışacağım. Bu cümleden olarak o, şöyle demiştir: "Biz, Allah'ın bir vechi olduğunu kabul ediyor ve şöyle diyoruz: Rabbimizin vechinde, nûr, ziya ve aydınlık vardır. Şayet O, yüzündeki hicabı, perdeyi kaldıracak olsaydı, O'nun yüzünün celâl ve azameti, gözü kendisine ulaşan herşeyi, muhakkak ki yakıp kül ederdi. Helak olma, yok olma gibi şeyler, O'nun vechinden kaldırılmıştır." Biz diyoruz ki: Allah'ın insanoğlunda, helak olacaklarını ve son bulacaklarını takdir ettiği; kendilerinden, celâl ve kerem vasıflarını kaldırdığı; hür, ziya ve parlaklıkla tavsif etmediği yüzler vardır. Şayet, sırf Allah'ın yüzünün olduğunu kabul etmek bir teşbihi ve benzetmeyi gerektirmiş olsaydı, o zaman "İnsanoğlunun, domuzların, maymunların ve köpeklerin yüzleri vardır"diyen herkes, şüphesiz ki, insanoğlunun yüzünü, maymunların, domuzların ve köpeklerin yüzüne benzetmiş olurdu!..

Daha sonra, bu kimse, "Bunun, Cehmiyye'nin inancı olduğu hususunda şüphe yoktur" demektedir. Şayet bu kimseye, "senin yüzün, domuzların, maymunların yüzüne benziyor" denilecek olsaydı, son derece öfkelenir ve kötü bir ağızla buna mukabelede bulunurdu. Böylece biz, vechin (yüzün) mevcudiyetini kabul etmekten, Allah ile mahlûkatı arasında bir benzetmenin kabul edilmesi gerekmediğini anlamış bulunuyoruz.

Bu zât, kitabın bir başka bölümünde de şunları söylemektedir: "Kur'ân-ı Kerim, pekçok sıfat hususunda, Cenâb-ı Hakk'ın zâtı ile mahlûkatı arasında bir eşitlik ve müsavatın bulunduğuna delâlet etmektedir. Bundan, bunu söyleyenin Müşebbihe olması gerekmediğine göre, burada da, (bizim söylememiz halinde de) böyledir."

Bu Zatın Teşbihe Kaçan İfadeleri

Biz, onun ele aldığı bu misalleri tafsilatlı biçimde ele alacağız. O şöyle demiştir:

1) "Allahü teâlâ bu ayette, (kendisi hakkında), "O, semîve basîrdir"demiş, insan hakkında da, aynı şekilde, "Ve onu, semt ve basîr kıldık" (Dehr, 2) buyurmuştur.

2) Cenâb-ı Hak, "De ki: "Yapın. Çünkü hareketinizi Allah da, Resulü de (...) görecektir" (Tevbe. 105) buyurmuş, mahlûkatı hakkında da, "Yerle gök arasında râm (ve) müsahhar olan kuşları görmediler mi?.." (Nahl, 79) buyurmuştur.

3) Cenâb-ı Hak, "Bizim nezâretimiz ... ile gemi yap" (Hûd,37) ve "Sen Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü muhakkak sen bizim gözlerimiz (önün)desin,." (Tûr, 48) buyurmuş, mahlûkatı hakkında da, ",,. hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün onların..."(Maide, 83) demiştir.

4) İblise, "Ey îblis, iki elimle yarattığıma secde etmenden seni hangi şey men etti?.. "(Sâd, 75) ve "Hayır, (Allah'ın) iki eli de açıktır" (Maide. 63) buyururken, mahlûkatı hakkında da,"Bu, sizin ellerinizin yapıp önden gönderdikleri yüzündendir" (Enfâl, 51),"Su, iki elinin yaptığı şey yüzündendir.." (Hac, 10) ve "Gerçek, sana biat edenler, aslında Allah'a biat etmiş olurlar. Allah'ın eli onların elleri üstündedir" (Fetih, 10) buyurmuştur.

5) Cenâb-ı Hak, "Rahman, Arş'a istiva etti" (Tahâ, 5) buyurmuş, hayvanlara binenler hakkında da, "Ta ki sırtlarında karar kılasınız... diye.. "(Zuhruf, 13) ve yine Nûh (aleyhisselâm)'un gemisi hakkında, "Cûdî üzerinde istiva etti, karar kıldı..." (Hûd, 44) buyurmuştur.

6) Cenâb-ı Hak, kendisini "azız" olarak adlandırmış ve "O, azizdir, cebbardır" (Haşr.23) buyurmuştur. Daha sonra bu ismi, mahlûkatı hakkında da,"Ey aziz, dediler, doğrusu bunun ihtiyar bir babası var.." (Yusuf, 78) ve "Ey azîz, bizi de ailemizi de kıtlık sardı..." (Yusuf, 88) demiştir.

7) Cenâb-ı Hak, kendisini "Melîk" diye adlandırmıştır. Bazı kullarını da, "melik" diye adlandırarak, meselâ, "Melik dedi ki: "Onu bana getirin" (Yusuf, 50) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, kendisini, "Azîm" diye adlandırmış, daha sonra bu ismi mahlûkatı hakkında da kullanarak, "Büyük arşın Rabbidir.." (Mü'minûn, 86) buyurmuştur.

Yine Cenâb-ı Hak, kendisini Cebbar ve Mütekebbir diye adlandırmış, bu ismi mahlûkatı için de kullanarak, "Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler" (Mü'min, 35) buyurmuştur."

Bu zât, bu tür misalleri uzun uzadıya sıraladıktan sonra, "Kim, bizim bahsettiğimiz bu misallere vâkıf olur, onları iyice anlarsa, bu kimse, bu misalleri dilerse çoğaltabilir" demiştir! Bu, bu kimsenin bu kitabında ele aldığı hususlardır.

Ben derim ki: Bu cahil ve miskin, bu tür hurafelere, "misl"in ne demek olduğunu bilmediği için düşmüştür. Kelâm alimleri, "misl"in ne demek olduğu hususunu iyice incelemiş, daha sonra bu ayetle istidlali, buna dayandırmışlardır.

Razî'nin Cevabı

Şimdi biz diyoruz ki: "Misi" olan iki şey, hakikati ve mahiyeti hususunda, her birinin diğerinin yerini alıp tuttuğu iki şey demektir.

Bu konudaki sözün özünden önce, şöylesi diğer bir mukaddimeyi ele alıyor ve şöyle diyoruz: Her şey hususunda nazar-ı dikkate alınan, ya o şeyin mahiyetinin tamamı, ya mahiyetinin parçalarından bir parçası, yahut mahiyetinin dışında, ama o mahiyetin vasıflarından ayrılmaz bir şey, veyahut da mahiyetinin dışında, ama o mahiyetin ayrılmaz vasıflarından olmayandır. Bu taksimat, bir şeyin zâtı ile, o şey ile kaim olan sıfatlar arasındaki farka dayandırılmış olup, bu, bedahetle bilinen bir husustur. Çünkü biz, olmamış ve olgunlaşmamış olan üzüm tanelerinin son derece yeşil ve ekşi olduğunu, daha sonra alabildiğine siyah ve tatlı hale geldiğini görmekteyiz. Şimdi burada, bu şeyin zâtı bakî, değişen şey ise, sıfatlarıdır. Bakî olan zâtlar ise, değişen sıfatlarından başkadır..

Yine biz, saçları, alabildiğine simsiyah görmekteyiz.. Derken daha sonra, onların, alabildiğine aklaştıklarını görmekteyiz. O halde bu demektir ki, zât devam ediyor, sıfatlar İse devamlı değişiyor. Devam eden ise, değişenden başka. Böylece, anlattıklarımızla, zâtların sıfatlardan başka olduğu ortaya çıkmış oldu..

Bunu iyice kavradığında şimdi biz diyoruz ki: Sıfatların değişmesi, asla zâtların değişmesini de gerektirmez. Çünkü biz, tek bir cismi, önce sakin, daha sonra hareket halinde, en nihayet de yine hareketsiz olarak görmekteyiz. O halde bu demektir ki, zâtlar, bütün hallerinde aynı minval ve aynı tarz üzere devam etmekte; sıfatlar ise, birbirini izlemek suretiyle kaybolup gitmektedir. Yaptığımız bu izahla da, sıfatların ve arazların değişmesinin, zâtların değişmesini gerektirmediği sabit olmuş olur.

Bunu da iyice anladıysan, şimdi biz diyoruz ki: Nesnelerden, hem köpeğin, hem maymunun yüzü, insanın ve atın yüzünün meydana geldiği maddelere eş ve müsavidir. Farklılık ise, o maddelerle kaim olan arazlar, yani renkler, şekiller; sertlik-yumuşaklık, kendisinde kılların bulunup bulunmaması vb. sebebiyle olur. O halde farklılık, sıfat ve arazlardaki farklılık ve sebebiyle meydana gelmiştir. Maddelerin zâtlan (cevherleri) ise, (et, kemik, kan, sinir, vs. olmak üzere) birbirlerine müsavidirler. Ancak ne var ki, avam, zâtlarla sıfatlar arasındaki farkı göremezler. İşte bu sebeple, insanın sebeb olması hiç şüphesiz, "İnsanın yüzü eşeğin yüzünden farklıdır" derler.

Andolsun ki onlar, doğru söylemişlerdir, çünkü bu farklılık şekil, renk ve diğer sıfatlar sayesinde olmuştur. Ama, maddelere gelince, madde olmaları açısından, birbirine eşit ve denktirler. Böylece, bu adamın zikrettiği bu sözleri, o ancak, avamdan olduğu; eşitlikte ve farklılıkta nazar-ı dikkate alınan şeyin, zâtlarla kaim olan arazlar ve sıfatlar değil de, eşyanın hakikati ve mahiyeti olduğunu bilmediği için söylediği sabit olmuş olur. Burada geriye şöyle denilmesi durumu kalmıştır: Peki, maddelerin hepsinin, eşit ve denk olduklarına dair delil nedir? Şimdi biz diyoruz ki, burada iki makam vardır:

Birinci Makam: Bu mukaddime, ya müsellemdir (kabul edilmiştir) ya da müsellem değildir. Eğer müsellem ise, maksadımız hasıl olmuş demektir. Yok eğer müsellem değil ise, şimdi biz diyoruz ki: "Alemin ilâhı, güneştir veya aydır, veya felektir, veya arşdır, veya kürsîdir" denilmesi niçin caiz olmasın?.. Böylece (ilah olan) bu cisim, diğer cisimlerin mahiyetinden başka olur, böylece de, kadîm, ezelî ve vâcibü'l-vücûd olmuş olur. Diğer maddeler ise, muhdes ve mahlûk olmuş olurlar. Şayet, evvelkiler ve sonrakiler böyle bir ilzamı, Mücessımeden kaldırmak için bir araya gelseler, buna güçleri yetmez. Şayet onlar, "Olmaz böyle şey! Çünkü Kur'ân, güneşin, ayın ve feleklerin tamamının muhdes ve mahlûk olduklarına delâlet etmektedir" derlerse, (buna mukabil), "Bu, ileri derecede ahmaklık türünden bir şeydir" denilir. Çünkü, Kur'ân'ın ve peygamberlerin nübüvvetinin sıhhati, Allah'ın bilinip tanınmasına bağlı bir şeydir. Binâenaleyh, ilahın tanınmasını Kur'ân ile peygamberlerin sözü vasıtasıyla ispat etmeyi, ne söylediğini bilen hiçbir kimse söylemez.

Allah Cisim Olamaz

İkinci Makam: Kelâm alimleri, maddelerin, zâtları ve hakikatleri bakımından eşit ve denk olduğuna dair kesin aklî deliller getirmişlerdir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, şayet bu âlemin ilâhının bir cisim olması halinde, onun zâtının, maddelerin zâtlarına eşit olacağı ortaya çıkmış olur. Ancak ne var ki bu husus, hem aklen hem de naklen geçersizdir. Aklen geçersiz olmasına gelince, şayet âlemin ilâhının zâtı, diğer maddelerin zâtlarına eşit olsaydı, bu durumda diğer maddeler için söz konusu olan her şeyin onun için de söz konusu olması gerekirdi. Bu durumda da, âlemin ilâhının muhdes, mahlûk, yok olmayı, dağılıp parçalanmayı kabul eden olması gerekirdi. Naklî delile gelince, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun benzeri gibisi bile yoktur" ifadesidir. Bu delilin izahı hususundaki sözümüzün tamamı bundan ibarettir. İşte bu noktada bizim, "Sıfat açısından her ne zaman bir denklik meydana gelirse, mahiyetin tamamı hususunda da bir eşitliğin bulunması gerekir" demediğimiz, ancak ne var ki, "Cisimlerin, mahiyetlerinin tamamı bakımından birbirlerine denk oldukları sabit olup, şayet O'nun zâtı bir cisim olsaydı, bu cisim, mahiyetinin tamamı bakımından diğer cisimlere eşit olurdu. Bu durumda da, her cisim, O'nun bir misli ve dengi olması gerekirdi." Çünkü biz, eşitliğin tahakkukunda nazar-ı dikkate alınanın, zâtlarla kaim olan sıfatlar değil, bizzat hakikatler olması açısından, "hakîkatler, yani cevherler" olduğunu beyan etmiştik. Böylece, yaptığımız bu izahlarla, ehl-i tevhidin, (ehl-i sünnetin) delilinin son derece kuvvetli olduğu; bu şahsın ileri sürdüğü bu sözlerin ise, o bunları hakikatleri bilmekten uzak olduğu söylendiği ve böylece de, avamın metoduna göre hareket ettiği, derken bahsettiği bu sözlere aldandığı ortaya çıkmış olur. Biz, Allah'dan hüsn-i hatimeler dileriz.

İkinci Mesele

Bu ayetin zahiri itibariyle, burada bir problem vardır. Çünkü şöyle denilebilir: Bu ayetin maksadı, Allah'ın eşi ve benzeri olmadığını belirtmektir. Zahiri ise, Allah için bir "misl"in mevcudiyetini gerektirir. Çünkü ayetin zahiri, Cenâb-ı Hakk'ın kendisinden değil, O'nun mislinden misli nefyetmeyi gerektirmektedir. Ki bu da, Allah'ın bir "misl"inin olmasını gerektirir. Ulemâ buna şöyle diyerek cevap vermişlerdir: "Araplar, "Sen cimri olamazsın" anlamında, "Senin gibiler cimri olmaz" der, böylece, aslında, cimriliği o şahıstan nefyetmeyi kastettikleri halde, cimriliği onun mislinden nefyetmiş olurlar. Yine birisi, "Benim için böyle söylenemez" manasında, "Böylesi sözler, benim gibi birisi için söylenmez" der. Nitekim şair de, "Benim mislim ve benzerim, hurma ağacı dallarının benzeri ve misli gibidir" demiştir ve bununla, mübalağayı kastetmiştir. Çünkü bu hüküm, ona benzediği için, benzeyenden nefyedildiğine göre, o şeyin kendisinden haydi haydi nefyedilmiş olur. Bunun bir benzeri de, Arapların, "Selâm, yüce meclise olsun!" şeklindeki sözleridir ki, bu sözün maksadı, "Allah'ın selâmı, selâmın verildiği meclislerde yerini bulduğuna göre, burada yerini bulması haydi haydi evlâ olur" demektir. Binâenaleyh, burada da, (......) ifadesinin manası, bahsettiğimiz biçimde mübalağa kastedilerek, "O'nun gibi hiçbir şey yoktur" demektir. Takdir böyle olduğuna göre, bu lafız, yani kâf (teşbih edatı), gereksiz ve anlamsız olmamıştır. Tam aksine, bahsettiğimiz tarzda bir mübalağa manasını ifâde etmiştir.

Cehm ve Safvân, bu ayetin maksadının, Allah hakkında "şey" denilemeyeceğini beyan etmek olduğunu iddia ederek şöyle demiştir: "Çünkü her şey, kendi zâtının mislinin bir mislidir. O halde, ifadesinin manası, "O'nun mislinin misli, "şey" değildir" şeklindedir. Ki bu da, Cenâb-ı Hakk'a, "şey" denilmemesini gerektirir."

Buna göre burada, bir başka izah şekli de şudur: "Bu iki teşbih harfi (kâf ile "misl" kelimesi)nin, bir arada getirilmesinin gayesi, Allah'ın "misl"den münezzeh olduğuna delâlet etmek olup izahı şöyle yapılabilir: Şayet O'nun bir misli olsaydı, o "misi", O'nun zâtının "misl"i olurdu. Halbuki bu, imkânsızdır. O halde O'nun "misi"inin olduğunu söylemek imkânsızdır. "O'nun bir "misl"inin olması halinde, o "misi" O'nun zâtının aynı olur" ifadesinin açıklamasına gelince, bu gayet açıktır. Bu işin imkânsız olduğunun beyânı ise, şöyledir: Şayet, O'nun zâtının misli gibi bir başka "misi" olsaydı, o zaman bu "misi", mahiyeti açısından O'nun "misl"ine denk, bizzat kendisi açısından ise, O'na muhaliftir. Halbuki, sayesinde müşareket ve ortaklığın meydana geldiği şey, sayesinde farklılığın meydana geldiği şeyden farklıdır. Binâenaleyh, bunların herbirinin zâtı, mürekkeb olmuş olur. Her mürekkeb ise, "mümkin" varlıktır. Böylece, Vâcibü'l-Vücûd için bir "misl"in bulunması halinde, o "misi" aslında, Vâcibü'l-Vücûd olamaz.

Bunu iyice kavradığına göre, ayetteki, "O'nun mısl'inin misl'i, "şey" değildir" ifadesi, "Şayet O'nun hakkında, "O, kendi zâtının misl'inin, misl'idir" denilmesinin doğru olması halinde, yukardaki beyanımıza binâen, O'nun şey olmayacağına bir işaret olmuş olur. Çünkü, şayet Vâcibü'l-Vücûd'un bir "misi"i olmuş olsaydı, o zaman, O, Vâcibü'l-Vücûd olmazdı" diye açıklamıştık. İşte bu, bu lafzın muhtemel olduğu manadır.

Misl İle Mesel'in Farkı

Bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın "misl"inin olmadığını göstermektedir. Halbuki, "Göklerde ve yerde en yüce sıfat (mesel) lar O'nun. O, Aziz (mutlak galib) ve Hakimdir" (Rum, 27) ayeti, Allah'ın bir meselinin olduğunu gösterir. Şu halde, bu iki tabir arasında mutlaka bir farkın bulunması gerekir. Biz diyoruz ki, "misi", bir şeye, onun mahiyetinin tamamı açısından denk olandır. "Mesel" ise, her ne kadar mahiyetin tamamı açısından o şeye muhalif ise de, mahiyetinin dışındaki bazı sıfatlar açısından, o şeye denk olan şeydir.

Allah'ın İşitme ve Görme Sıfatı

Ayetteki, "O, semidir, basirdir" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın, duyulabilen her şeyi, duyan; görülebilen her şeyi de gören bir zât olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, buna göre şayet, "Bu lafzı, zahirî manasında almak imkânsızdır. Çünkü, bir vuruş ve bir kabarma meydana geldiğinde, bu iki nesnenin arasındaki hava, basınç neticesinde, şiddetli bir biçimde dönüşüme uğrar, bu sayede bu hava, dalgalanır ve bu dalgalanmayı, kulak deliğinin sathına (yani kulak zarına) götürür. İşte, işitme ve duyma budur. Görme ise, gözbebeğinin görülen şeyin şeklinden müteessir olmasından ibarettir. Böylece, duyma ve görmenin, duyu organlarının etkilenmesinden ibaret olduğu sabit olmuş olur ki, bu, Allah hakkında imkânsızdır. O halde, duyma ve işitme işlemlerini, Allahü teâlâ'nın, duyulabilen ve görülebilen şeyleri bilme manasına almanın caiz olamayacağı sabit olmuş olur" denilirse, buna şu şekilde cevap verebiliriz:

Duymanın, duyu organlarının etkilenmesinden başka olduğunun delili şudur: Biz, o sesi duyduğumuzda, onun hangi taraftan geldiğini anlarız. Böylece de biz, o sesi, o ses aslında nasıl ise öylece idrâk ettiğimizi anlamış olduk. Ki bu, o sesi anlamanın, kulak deliği (zarı)nın, o havanın dalgalanmasından müteessir olmasından başka bir hal olduğuna delâlet eder. Görmeye gelince, bunun da, gözbebeğinin müteessir imasından başka bir hal oluşunun delili şudur: Bakan kimsenin bakan bu gözbebeği, küçük bir cisimdir. Binâenaleyh, büyük bir şeklin küçük bir cisimde şekillenmesi, imkansızdır. O halde biz diyoruz ki, şekillenen bu şekil küçük, âlemin bizzat kendisinde görülen o biçim ve şekil ise büyüktür. Binâenaleyh, işte bu da, görmenin, o şekillenmenin bizzat kendisinden başka bir durum olduğuna dalâlet eder.

Durum böyle olduğu sabit olduğuna göre şimdi biz diyoruz ki: Allah'ın, etkilenmesi imkansız olduğundan, O'nun hakkında, görme ve işitmenin imkânsız olduğu neticesi çıkmaz.

İmdi, şayet onlar, "Farzedelim ki, duyma ve işitme, duyu organlarının müteessir olmalarından başka olan, iki durumdur. Ancak ne var ki, duyma ve işitmenin tahakkuk etmesi, bu etkilenmenin meydana gelmesine bağlıdır. Binâenaleyh, böyle bir etkilenmenin tahakkuku Allah hakkında imkânsız olduğuna göre, O'nun hakkında duyma ve görmenin tahakkuk etmesinin de, imkânsız olması gerekir" derlerse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinin zahiri, Hak teâlâ'nın duyan ve gören bir zât olduğuna delâlet etmektedir. Dolayısıyla bizim, ayetin zahirinden kaçmamız caiz olmaz. Ancak ne var ki, "duyma ve görme" diye isimlendirilen istidat ve hassenin tahakkuku, etkilenmenin gerçekleşmesine bağlı olduğuna ve Allah hakkında da böylesi bir etkilenmenin imkânsızlığına dair delil bulununca, duyma ve görme diye isimlendirilen hassenin tahakkuku imkânsız olur. Halbuki siz, böyle bir şartı öne sürüp duruyorsunuz. Binâenaleyh, sizin, onun tahakkuk ettiğine dair delil getirmeniz gerekir. Siz, ayetin zahirinden sapmayı gerektiren şeyi bulup getirinceye kadar, biz, ayetin lafzının zahirine tutunacağız.

Buna göre şayet birisi, "Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifadesi hasr ifade eder. Kullar da, "duyanlar, görenler" diye tavsif edildiğine göre, bu hasrın manası nedir?" derse, biz deriz ki: "Semi ve basîr", bu iki sıfatın tastamam ve mükemmel anlamda (O'nda) tahakkuk edip bulunduğunu iş'âr eden iki lafızdır. Bütün sıfatlar hususundaki mükemmellik ise, sadece ve sadece Cenâb-ı Hakk için söz konusudur. Binâenaleyh, işte bu "hasr"ın manası işte budur.

Göklerin ve Yerin Anahtarları O'nundur

Cenâb-ı Hakk'ın, "Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur" ifadesine gelince, bil ki, bu ifadenin maksadı, Allahü teâlâ'nın, göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu; putların ise, böyle olmadıklarını ve yine Allahü teâlâ'nın, bizim ve eşlerimizin yaratıcısı, çocuklarımızın, bizden ve eşlerimizden halkedicisi olduğunu, ama putların ise böyle olmadığını anlatmaktır. Hem, "Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Putlar İse böyle değildir. O halde, bütün bu ifadelerin maksadı, kadir, in'âmda bulunan, kerîm ve rahîm bir zâtın bulunduğunu açıklamaktır. Binâenaleyh, birer cansız varlıklar olan o putları, "mabûd olma" hususunda, O'na eş ve denk tutmak, nasıl caiz olur?" Cenâb-ı Hak, bu ifadesiyle, göklerdeki ve yerdeki rızık anahtarlarını kastetmiştir. Binâenaleyh, "göklerin anahtarları" yağmurlardır; "yerin anahtarları" İse bitkilerdir. Biz makâlîdin ne demek olduğunu, Zümer Sûresi'ndeki, (Zümer, 52) ayetini tefsir ederken anlatmıştık. Çünkü, rızkın anahtarları O'nun elindedir ve O, bol ve kıt vermek gibi, her şeyi hakkıyla bilendir.

Dinin Temeli

13

Âyetin tefsiri için bak:19

14

Âyetin tefsiri için bak:19

15

Âyetin tefsiri için bak:19

16

Âyetin tefsiri için bak:19

17

Âyetin tefsiri için bak:19

18

Âyetin tefsiri için bak:19

19

"O, "Dini doğru tutun, onda ayrılığa düşmeyin" diye, din(in aslın)dan, hem Nuh'a tavsiye ettiğini, hem sana vahyedegeldiğimizi, hem ibrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi, sizin için de şeriat yaptı. Senin, kendilerini davet etmekte olduğun bu şey, müşriklerin gözlerinde büyüdü (ağır geldi). Allah, kimi dilerse, buna onu seçer. (Ancak kendisine itaatia) dönmekte olanları buna muvaffak eder. Onlar, ancak kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden, belirlenmiş bir vadeye kadar bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında muhakkak ki hüküm verilmişti bile.. Onlardan sonra kitaba mirasçı yapılanlar da, ondan mutlaka şüphe edici bir tereddüt içindedirler. İşte bunun için sen, onları (tevhide) davet et. Emrolunduğun veçhile, dosdoğru harekette sebat kıl. Onların,hevâlarına uyma ve de ki: "Ben, Allah'ın indirdiği her kitaba iman ettim. Aranızda adalet etmekle emrolundum. Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir. Bizimle sizin aranızda hiçbir husûmet yoktur. Allah hepimizi biraraya toplayacak. Dönüş ancak O'nadır. Allah hakkında, kendisine icabet edilen şeyin ardından, münakaşa edenlerin hüccetleri, Rableri indinde boştur. Onların üzerlerine, hem bir gazâb, hem kendilerine çetin bir azâb vardır. Allah, hakkm ikamesine sebep olmak üzere, kitab ve mizanı indirendir. Ne biliyorsun, belki o saat, yakındır!? Buna inanmayanlar, onun çabucak gelmesini ister. İnananlar ise, ondan, korku içinde titrerler. Bilirler ki o, şüphesiz haktır. Gözünüzü açm ki, o saat hakkında mücadele edenler, muhakkak kî, hakikatten uzak bir sapıklık içindedirler. Allah, kullarına çok lütufkârdır. Kimi dilerse, onu rızıklandırır. O, kavidir, yegâne galibtir".

Önceki Kısımla Münasebet

Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olan vahyini, "O mutlak galib, o hüküm ve hikmet sahibi Allah sana da, senden evvelkilere de işte böyle vahyeder" (Şura, 3) beyanıyla yüceltince, bu ayetlerde de, bunu detaylıca anlatarak, "Din(in aslın)dan, hem Nûh'a tavsiye ettiğini... sizin için de şeriat yaptı..." buyurmuştur. Bu, "Ey Muhammed ashabı, Allah size, Nuh'a, Muhammed'e, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiği (emrettiği) dini, bir şeriat kıldı" demek olup, ayetin lafzından kastedilen mana budur. Cenâb-ı Allah burada özellikle bu beş peygamberden bahsetmiştir. Çünkü bunlar peygamberlerden, ulu olan, büyük şeriat sahibi ve çokça tâbîleri bulunanlardır. Geriye ayetin lafzıyla ilgili şöyle birkaç müşkil var:

a) Allahü teâlâ ayetin başında, "(Allah) Nuh'a tavsiye etti" buyurmuş, sonunda "ibrahim'e tavsiye ettiğimizi" buyurmuş; ortasında da,"Sana vahyedegeldiğimizi" buyurmuştur. Bu farklılığın hikmeti nedir?

b) Allahü teâlâ, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'dan bahsederken, gayb (üçüncü şahıs) sîgasıyla ifâde ederek, "Nuh'a tavsiye etti" buyurmuş; diğer ikisinde ise, mütekellim (bizzat konuşan) sîgasıyla ifade ederek, "tavsiye ettiğimiz!", "vahyedegeldiğimiz!" buyurmuştur.

c) Ayetin manası, "Allah size, bizim (Allah'ın) sana (Muhammed'e) vahyettiğimiz dini şeriat yaptı" şeklindedir. "sizin için şeriat kıldı" ifadesi, gayba (orada olmayan insanlara); "sana vahyettiğimiz..." ifadesi ise, hâzıra (orada bulunana) bir hitabtır. Binâenaleyh ayetin bu ifadesi, aynı söz ve manada, gaibe olan . hitab ile hâzıra olan hitabın birlikte yapılabileceğini göstermektedir. Bu bir işkâldir. Dolayısıyla bu müşkili çözmek gerekir. Müfessirler, bu konuyla ilgilenmemişlerdir. Velhasıl ayetin maksadı şudur: "Allah size doğruluğu hususunda peygamberlerin İttifak ettiği bir dini şeriat yapmıştır." Ben derim ki bu din ile kastedilenin, mükellefiyet ve ahkâmdan başka bir şey olması gerekir. Çünkü (her peygamberin) şeriatında mükellefiyet ve ahkâm farklı farklıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizden herbiriniz için bir yol ve şeriat verdik" (Maide, 38) buyurmuştur. Binâenaleyh bu ayetten, şeriatların farklılığı ile değişmeyen, bazı şeylerin kastedilmiş olması gerekir ki bunlar da, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, âhirete yönelmeyi, güzel ahlâk için gayret göstermeyi ve kötü ahlâktan sakınmayı gerektirir.

Bana göre Hak teâlâ'nın, "Onda (o dinde) ayrılığa düşmeyin" emri ile, "çok tanrılar edinerek ayrılığa düşmeyin" manası kastedilmiş olabilir. Nitekim Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), "Ayrı ayrı tanrılar mı, yoksa bir ve kahhar olan (Allah) mı iyi" (Yusuf, 39) demiştir. Keza Cenâb-ı Hak: "Senden önce gönderdiğimiz her peygambere, "Benden başka ilah yoktur. Öyleyse bana kulluk edin" diye vahyettik" (Enbiya, 25) buyurmuştur. Bazıları, "... Nuh'a tavsiye ettiğimiz (dini) sizin için de şeriat yaptı" ifâdesiyle, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, işin başlangıcında, Nûh (aleyhisselâm)'un şeriatı ile gönderilmiş olduğuna istidlal etmişlerdir. Ama buna, bizim şu izanımız cevap teşkil eder: Allahü teâlâ, "Nûh" ismine, diğer peygamber isimlerini atfetmiştir ki bu, bu ayetle anlatılmak istenen şeyin, bütün peygamberlerin üzerinde ittifak ettiği (yani şeriatlarının müşterek noktalarına) yapışma manası olduğuna delalet eder. Ayetteki, "Dini ikâme edin (doğru tutun)" emri, ya (şeriat yaptı) fiilinin mef'ûlünden ve mef'ûle atfedilen şeylerden bedel olarak mahallen mansubtur, yahut da müste'nef bir cümle olarak merfûdur. Bu ikinci ihtimâle göre, sanki, "Bu şeriat yapılan şey nedir?" diye sorulmuş da, buna cevaben, "Bu, dinin doğru tutulması işidir" denilmiştir.

Cenâb-ı Hak (......) buyurmuştur ki bu, "Senin müşrikleri, Allah'ın dininin, peygamberlerce üzerinde ittifak ve icma edildiği şekliyle dosdoğru tutup muhafaza etmeye davetin, onların gözlerinde büyüdü, onlara ağır geldi" demektir. Mananın bu şekilde oluşunun delili, kâfirlerin, "(O Muhammed), ilahları teke indiriyor öyle mi? Bu, çok şaşılacak bir iş!"(Sad, 5) demeleridir. Burada şöyle birkaç mesele var:

Asli Meselelerde Kıyasa Red

"Kıyas"ı kabul etmeyenler, bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir:" Allahü teâlâ, büyük peygamberlerin, dini, ihtilafa ve pek'şmuvfl götürmeyecek bir biçimde ikâme etmek gerektiği hususunda İttifak etliklerini haber vermiştir. Allahü teâlâ, insanları, bölünüp parçalanmaktan ve muhalefetten uzak bir dine götürdüğü için, bu hususu, onlara bir minnet sadedinde zikretmiştir. Kıyas kapısını açmanın ise, bölünmenin ve münakaşanın en büyük çeşitlerine götüreceği malumdur. Çünkü hisler (duyular), dinlerini kıyasa bina eden kimselerin Kıyamete kadar, aralarında bir ittifak için hiçbir ümid olmaksızın, bölünüp-parçalanmış olduklarına şâhidlik ediyor. Binâenaleyh kıyasın haram ve yasak olması gerekir."

Neshe Konu Olmayan Hükümler

Bu ayet, dinin esaslarının şu iki kısma ayrıldığını gösterir:

a) Neshin ve değişikliğin söz konusu olmadığı, bütün şeriat ve dinlerde aynı kalan şeyler.. Meselâ, doğru söylemenin, adaletli olmanın, iyilikte bulunmanın güzel; yalan söylemenin, zulmün, işkencenin ve eziyetin kötü olması bu gibi şeylerdendir.

b) Şeriatların ve dinlerin değişmesiyle değişen şeyler. Bu ayet, birinci kısmı anlatma hususunda, şeriatın İhtimamının, ikinci kısmı anlatma ve ortaya koymadan daha ileri olduğuna delâlet eder. Çünkü birinci kısmı sürdürmek ve onu korumak, âhiret yurdunda mutluluğun elde edilmesini sağlayacak hallerin ve huyların kazanılması için çok mühimdir.

İttifakın Faydaları

Ayetteki, "Dinî doğru tutun. Onda ayrılığa düşmeyin" emri, gerçek dinler arasında bir muvafakat ve uyumun, şer'an ve aklen matlub olan bir şey olduğunu hissettirmektedir. Böyle bir uyumun sağlayacağı faydaları şu şekillerde izah edebiliriz:

1) İnsanların nefislerinin tesirleri vardır. Binâenaleyh birçok insan birşey hususunda ittifak edip, görüş birliğine vardığında, bunun başkaları üzerinde tesiri fazla olur.

2) Bu nefisler (yani birçok insan) İttifak edince, herbiri o belli maksad hususunda diğerine destek vermiş olur. Yardımcıların çokluğu, maksadın tahakkukunu gerektirir. Fakat insanlar ayrılığa düşüp, birbiriyle çekiştiklerinde, tesirleri azalır. Dolayısıyla da maksadları hâsıl olmaz.

3) Ortada bir mücâdele ve münakaşanın bulunması, âlemin faydasına olan şeyin zıddınadır. Çünkü bu, birtakım karışıklıklara, Öldürmelere ve yağmalara (anarşiye) sebebiyet verir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ bu ayette, dinin ayrılığa, bölünüp parçalanmaya götürmeyecek bir şekilde ikâme edilmesini, dosdoğru ortaya konulmasını emretmiştir. Bir başka ayetinde de, "Nizalaşmayın, yoksa kuvvetiniz zayıflar (gevşersiniz)" (Enfâl, 36) buyurmuştur.

Resulün Seçilmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah kimi dilerse, buna onu seçer, (Ancak kendisine itaatla) dönmekte olanları buna muvaffak eder" buyurmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, üzerinde ittifak edilen dine tutunmaya irşâd edince, onları, bu hayra kendisinin irşâd ettiğini; o peygamberleri bizzat kendisinin seçtiğini ve onlara bol bol rahmeti ile ikramını verdiğini bildirmiştir.

b) Müşriklere, peygamberlerin bu çağrısı ağır gelmiştir. Çünkü bu çağrıda, onların ister istemez ve kibirlerine rağmen, o peygamberlere boyun eğmeleri söz konusudur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, peygamberliği, seçtiği kimselere verdiği ve insanların onlara boyun eğmeleri gerektiğini, bu hususta, soy, sop ve zenginlik gibi şeylerin nazar-ı dikkate alınmayacağını; aksine herkesin, Allah'ın seçtiği o peygamberlere boyun eğmeleri gerektiği hususunda aynı olduklarını beyan etmiştir. "İctibâ" (seçme) kelimesi, "bir araya gelme, eklenme, birleşme" manasından iştikak eder (türer). "O, haracı topladı""Onu tapladı"Suyu havuzda topladı" ifadeleri de bu köktendir. Binâenaleyh ayetteki bu tabirin manası, "Allah peygamberi kendisine çeker ve onu kendisine, ikram ve rahmet yaklaştırmasıyla yaklaştırır. Ayetteki, "kimi dilerse" ifadesi, tıpkı,"Allah dilediğine azab eder, dilediğine ise rahmet eder" (Ankabut. 21) ayeti gibidir. Allahü teâlâ sonra da, "(Allah, ancak Kendisine itaatla) dönmekte olanları buna muvaffak eder" buyurmuştur ki, bu tıpkı şu hadis-i kudsîde ifade edildiği gibidir: "Kim bana bir karış yaklaşırsa, ben de ona bir kulaç yakiaşmm. Kim bana yürüyerek gelirse, ben de ona koşarak giderim. Buhari, tevhid, 50; Müslim, zikr, 2-3 (3/2061). Bu, "Kim bana (Allah'a) taat ve ibadetler yaparak yönelirse, ben de ona göğsünü açmak ve bu işini kolaylaştırmak suretiyle hidayet ve irşâd ederek yönelirim" demektir.

Din Hususunda İhtilaf

Bil ki Allahü teâlâ bütün peygamberlere ve ümmetlere, üzerinde ittifak edilen o dine sarılmalarını emrettiğini bildirince, sanki birisi, "O halde daha niçin biz İnananları bölük pörçük görüyoruz?" demiş gibi, Allahü teâlâ şu cevabı vermiştir: "Onlar, ancak kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler." Bu, "Onlar, ayrılığın bir sapıklık (dalalet) olduğunu bile bite ayrıldılar ve onlar bunu, hased ile ihtirastan ve reislik elde etmek için yaptılar. Böylece onları, nefsânî hamiyyetleri, tabiatlarında bulunan taassub, herbir grubu ayrı bir yola girmeye, insanları o yola davet etmeye ve nâm elde etmek, reis olmak uğruna, kendi yolu dışında kalanların hepsini kötülemeye sevketmiştir. Dolayısıyla bu, böylesi bir ihtilafın (ayrılığın) doğmasına sebeb olmuştur.

Cenâb-ı Allah daha sonra, onların bu hareketleri sebebiyle bu azabı hakettiklerini, fakat bunu bir müddet tehir ettiğini, çünkü katında her azabın belli bir zamanı olduğunu haber vermiştir. Bu belli zamanın bulunması ise, ya biz ehl-i sünnetin canana göre, sırf Allah'ın meşietinden (iradesinden) ötürüdür, yahut da Mu'tezile'ye göre, Cenâb-ı Hakk'ın, aslah (uygun) olanın böyle bir zaman belirlemek olduğunu ilmesinden ötürüdür. İşte bu, ayetteki, "Eğer Rabbinden belirlenmiş bir vâdeye zamana) kadar, bir söz (hüküm) geçmemiş olsaydı, aralarında muhakkak ki hüküm verilirdi (iş hemen bitirilirdi)" buyruğunun anlattığı manadır.

"Ecel-i müsemmâ" (belirlenmiş o zaman) ise, bazan Kıyamette, bazan dünyada olur. Alimler, "ayrılığa düşenler" ifadesiyle kimlerin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Alimlerin çoğu, bunların yahudî ve hristiyanlar olduğunu, bunun delilinin ise, "Kendilerine kitap verilmiş olanlar, onlara ilim (gerçek) geldikten sonra aralarındaki hasedden ötürü ihtilafa düştüler" (Âl-i İmran, 19) ayeti ile, "Ehl-i kitap, kendilerine beyyine (delil-açıklama) geldikten sonra, ayrılığa düştüler" (Beyyine. 4) ayeti olduğunu, bir de buradaki, "Kendilerine ilim geldikten sonra..." ifadesinin, ehl-i kitaba uygun düştüğünü söylemişlerdir. Diğer âlimler ise, bu ifadeyle kastedilenlerin Araplar olduğunu söylemişlerdir. Ama bu görüş, daha önce geçen izahlardan anlaşılacağı gibi, yanlıştır. Çünkü hemen bunun peşisıra gelen, "Onlardan sonra kitaba mirasa yapılanlar da.." ifadesi, Arapların durumuna uygun düşmemektedir. Çünkü "onlardan sonra'kitaba vâris olanlar", Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındaki ehl-i kitaptır.

Daha sonra Allahü teâlâ, "(O kitaba mirasa olanlar), ondan (yani kitapları hususunda) kesin bir şüphe edici bir tereddüt içindedir." Onlar kitaplarına gerçek olarak inanmıyorlar" buyurmuştur.

Semavi Kitapların Hepsine İman

Hak teâlâ sonra, "işte bunun için sen, onları (tevhide) davet et Emrolunduğun şekilde dosdoğru harekette sebat kıl" buyurmuştur. Bu, "Bu ayrılık (tefrika) ve dindeki ihtilaflardan ötürü hanif (tevhid) dini üzere ittifaka, onda ve ona davette, tıpkı Allah'ın sana emrettiği bir biçimde dosdoğru ol, onların bâtıl ve farklı arzularına uyma" demektir. Cenâb-ı Allah "ve de ki: "Ben, Allah'ın indirdiği her kitaba iman ettim" yani "Allah'ın indirdiği kesin olarak bilinen her kitaba inanırım" buyurmuştur. Bu da, indirilmiş ilahî kitaplara bütün olarak iman demektir. Çünkü ayrılığa düşenler, kitabın bir kısmına iman etmiş, bir kısmını ise inkâr etmişlerdir. Bunun bir benzeri de Hak teâlâ'nın, "(Onlar), "Biz bazısına İnanır, bazısını inkâr ederiz" (derler) ve böylece bu ikisi arası (kendilerince) orta bir yol tutmak isterler. İşte bunlar gerçek kâfirlerin tâ kendileridir.." (Nisa, 150-151).

Daha sonra, "Aranızda adalet etmekle emrolundum" (de)" buyurulmuştur. Bu, "Münakaşa edip, benim hükmüme başvurduğunuzda, adaletle hükmetmem emrolundu" demektir. Kaffâl bunun, "Rabbim bana, yapmadığım şeyleri size emretme, sizi nehyettiğim şeylerde size muhalefet etme (aksini yapma) suretiyle kendim ile sizin aranızda fark gözetmememi emretti. Ben, sizinle aramda bir eşitlik gördüğüm gibi, Allah'ın hükmünü ilgilendiren hususlarda, sizin büyükleriniz ile küçükleriniz, soylu ve avam olanınız arasında da eşit davranırım" manasında olduğunu söylemiştir.

Nefsi Islah

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir. Bizimle sizin aranızda hiçbir husumet (hüccet) yoktur. Allah hepimizi toplayacak. Dönüş ancak O'nadır" buyurmuştur. Bu, "Herkesin ilahı birdir ve herkes kendi ameliyle başbaşadır. Binâenaleyh herkesin dünyada.kendısiyle uğraşması gerekir. Çünkü Allahü teâlâ, Kıyamet günü herkesi biraraya getirecek ve herkese yaptığına göre karşılık verecektir" demektir. Bu ayetin maksadı, herkesin başkalarıyla uğraşmayı bırakıp, kendi derdi ve mesüliyetiyle meşgul olmasıdır. Eğer "Onlara karşı işlenen, öldürme, evlerini harab etme, hurmalarını (ağaçlarını) kesme ve yurtlarından sürme gibi cürümlere karşı, böyle şeyleri bırakıp, uğraşmama nasıl uygun düşer?" denilirse, biz deriz ki, bu bırakma (aldırmama) işi, onların, bütün peygamberlerce doğruluğu hususunda ittifak edilmiş dini kabul etmeleri, tevhide girmeleri, putperestliği bırakmaları, peygamberlerin nübüvvetini, diriliş ve Kıyametin doğruluğunu ikrar etmiş olmaları şartına bağlıdır. Binâenaleyh o kâfirler, bu dini kabul etmediklerinde, bu şart tahakkuk etmemiş olur, şart bulunmayınca da, buna bağlı olan şey de söz konusu olmaz.

Hüccet ve Delili Getirme

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizinle bizim aramızda hiçbir husumet (hüccet) yoktur.." ifadesinden, onlarla mücadele etmenin haram oluşu kastedilmemiş olup, bunun delilleri şunlardır:

1) Bu söz, karşılıklı delil getirme sadedinde zikredilmiş olan bir ifadedir. Binâenaleyh, şayet bu ayetten, karşılıklı olarak delil getirmenin haram olduğu kastedilmiş olsaydı, o zaman bu karşılıklı delil getirmenin, linefsihi (bizzat) haram olması gerekirdi. Halbuki bu, bir çelişkidir,

2) Şayet deliller olmasaydı, (mükelleflere) teklîf yönelmezdi.

3) Delil, ilim ifade eder. Bunun ise, haram kılınmış olması mümkün değildir. Tam aksine, bu ayetten kastedilen, o müşriklerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğunu delil ve hüccet ile bilmiş olmalarıdır. Onlar onu, sırf haset ve inatlarından dolayı tasdik etmemişlerdir. Böylece de Allahü teâlâ, onlarla mücadele edip delil getirmeye lüzum kalmadığını; zira onların, delil ile Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğunu bildiklerini, işte bu yüzden, onlarla hüccetleşmeye asla bir ihtiyaç olmadığını beyan buyurmuştur. Bizim, "Bu ifade ile, hüccet getirmenin haram kılınmasının kastedilmesi caiz değildir" şeklindeki sözümüzü, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlarla mücadelem en güzel (yol) hangisi ise onunla yap.."(Nahl, 125); "Rabbimin yoluna hikmetle... davet et..." (Nahl. 125); "Ehl-i kitab ile en güzel (tarzdan) başka bir suretle mücadele etmeyin.." (Ankebût. 46),; "Dediler: "Ey Nûh, bizimle cidden uğraştın. Bizimle olan bu mücadelende ileri de gittin.." (hûd, 32) ve "İşte bunlar kavmine karşı ibrahim'e verdiğimiz hüccetlerdi.."(En'am, 83) ayetleri de destekler.

Yahudilerin Çelişkisi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah hakkında, yani O'nun dini hakkında, kendisine icabet edilen şeyin ardından, yani, insanların o dine icabet etmesinden sonra, münakaşa edenlerin hüccetleri, Rableri indinde boştur, yani batıldır" buyurmuştur. Bu hüccetleşme, yahudilerin şöyle demeleridir: "Sizler, ittifak edilen şeyi almanın, ihtilâf edileni almaktan daha evlâ olduğunu söylemiyor musunuz? Bu sebeple, Musa (aleyhisselâm)'nın nübüvveti, Tevrat'ın hak oluşu, bilittifak malumdur. Halbuki, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvveti ise, sizce üzerinde ittifak edilmiş olan bir husus değildir. Binâenaleyh siz, bu ayet hakkındaki sözünüzü "üzerinde ittifak edileni almanın, ona sarılmanın evlâ olduğu.." esasına bina ettiğinize göre, Yahudiliğe sarılmanın evla olması gerekir.." Böylece Cenab-ı Hak, bu hüccetin, boş ve bâtıl olduğunu beyan etmiştir. Bu böyledir, zira yahudiler, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın getirdiği mucizeler, söylediği söze uygun olarak zuhur ettiği için, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya iman etmenin vacib olduğu hususunda mutabıktırlar. Burada da, getirdiği mucizeler onun, yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in söylediğine uygun olarak zuhur etmiş, yahudiler, bu mucizeleri görüp müşahede etmişlerdir. Binâenaleyh, mucizelerin zuhuru, getiren şahsın sıdkına ve doğruluğuna delâlet ediyorsa, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetini de kabul ve itiraf etmek gerekir. Yok eğer, doğruluğuna delâlet etmiyorsa, onların, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) hakkında da, onun nübüvvetini kabul ve ikrar etmemeleri gerekir. Ama, mucizelerin zuhuru hususunda, her ikisinin de eşit ve denk olmalarına rağmen, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın nübüvvetini kabul, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetini inkârda ısrar etmek bir çelişki olur.

Kıyamet Yakın Olabilir

Cenâb-ı Hak, bu delillerini izah edince, münkirleri kıyamet azâbıyla korkutmak üzere; "Allah, hakkın ikamesine sebep olmak üzere, kitap ve mizanı İndirendir. Ne biliyorsun, belki Kıyamet saati yakındır" buyurmuştur. Ki bu, "Allah, çeşitli deliller ve beyyineleri ihtiva eden kitabı, mizanı, yani en doğru kıstas olan "fasl"ı indirmiş ve onların, Kıyametin ne zaman geleceğini bilmediklerini de beyan etmiştir. Durum, her ne zaman böyle olursa, aklı başında olan kimseye düşen, tefekkür ve istidlal hususunda, ciddiyet götürmesi, gayret sarfetmesi, cehalet ve taklid ehlinin yolunu terketmesidir" demektir.

Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), yahudileri Kıyametin geleceği hususuyla tehdit edip, bu hususta çokça durup, onlar da, buna dair herhangi bir emare ve işaret görmeyince, istihza yollu, "Kıyamet ne zaman kopacak?! Ah, keşke bir kopsa da, böylece biz, hak olan şeyin, bizim tuttuğumuz yol mu, yoksa, Muhammed ve ashabının üzerinde olduğu şey mi olduğunu görüversek.." dediler, işte onların bu şekildeki şüphelerini bertaraf etmek için, Cenâb-ı Hak, "Buna inanmayanlar, onun çabucak gelmesini ister, inananlar ise, ondan, korku içinde titrerler" buyurmuştur. Ki bunun manası açıktır. Mü'minler, Kıyamet koptuğu zaman tevbe etmenin imkânsız olduğunu bildikleri için, ondan dolayı tir tir titremiş ve korkmuşlardı. Ama, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere gelince, onlar için böyle bir korku söz konusu değildir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Gözünüzü açın ki, o saat hakkında mücadele edenler, muhakkak ki, (hakdan) uzak bir sapıklık içindedirler" buyurmuştur. Mümarat, mücadeleye dalmak anlamındadır. Zeccac, bu hususta şöyle demiştir: "Kıyametin vukuu hususunda, içlerine şek ve şüphe girmiş olan, böylece de bu hususta mücadele edip inkâra düşenler, gerçekten uzak bir sapıklık içindedirler. Çünkü, mazlumun hakkını zalimden tastamam almak, adaletin (Cenâb-ı Hakk'ın adalet vasfının) gereğidir. Binâenaleyh, şayet Kıyamet tahakkuk etmeyecek olsaydı, Allah'a zulüm isnat edilmesi gerekirdi ki bu, muhal olan şeylerin en muhal olanlarındandır! Şu halde, hiç şüphesiz, Kıyameti İnkâr etmek, uzak ve derin bir sapıklık olmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah, kullarına çok lütufkâr" olan, yani ihsanı bol olandır" buyurmuştur. Bu ifadenin burada yer alması güzel ve yerindedir. Zira, Allahü teâlâ onlara, bu latif ve güzel delilleri kapsayan bir kitap indirmiştir. Dolayısıyla bu, Allah'ın kullarına olan lütuflarından biri olmuştur. Hem, ayrılığa düşenler, şiddetti bir azabı hak etmişlerdir. Ama Cenâb-ı Hak, onlardan bu azabı tehîr etmiştir. Binâenaleyh bu da, Allah'ın lütuflarındandır. Bu sebeple, daha önce onlara menfaatlerin en büyüğünün ulaştırılmasından ve zararların da en büyüğünün onlardan savuştur utmasından bahsedilince, hiç şüphesiz ki burada bu ifâdenin zikredilmesi, yerinde ve güzel olmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O, kavi, yani dilediği herşeye kadir; buyurmuştur. Bu, "Temel iyilik ve lütuflar, bütün kullar hakkında, genel (herkes için söz konusu) olup, bu da insana hayatı, aklı, anlayışı gerekli olan rızkı vermek ve afet ve belaların ekserisini onlardan savuşturmaktır. Ama, ihsanın ve saadetin derece ve oranlarına gelince, bunlar farklı farklıdır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O, kavi, yani dilediği herşeye kadir; yani mağlub olmayan ve karşı konulmayandır" buyurmuştur.

Niyet ve İradenin Önemi

20

Âyetin tefsiri için bak:26

21

Âyetin tefsiri için bak:26

22

Âyetin tefsiri için bak:26

23

Âyetin tefsiri için bak:26

24

Âyetin tefsiri için bak:26

25

Âyetin tefsiri için bak:26

26

"Kim, âhiret mahsûlünü dilerse, onun mahsûlünü arttırırız. Kim de, (sadece) dünya ekinini isterse, ona da, (yalnız) bundan veririz. Ahirette ise, onun hiçbir nasibi yoktur. Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği şeyleri din olarak kendilerine yasa yapan ortakları mı var? Eğer, o "fasl" kelimesi (karar) olmasaydı, aralarında mutlaka (dünyada icra) edilmiş, (işleri bitirilmişti) bile... Şüphesiz ki, o zalimler için, elim bir azâb vardır. Sen, o zalimlerin, (dünyada) işleyip kazandıkları kötülükler yüzünden, (Kıyamet gününde nasıl) korkulara duçar olacaklarını -ki, bu onların başına gelecektir- göreceksin, iman edip de, salih amellerde bulunanlar ise, cennetlerin (has) bahçelerindedirler. Rableri huzurunda, ne dilerlerse, (hepsi) onlarındır, işte bu, büyük fazlın ta kendisidir, işte bu, Allah'ın, -iman edip iyi amellerde bulunan- kullarına müjdelemekte olduğudur. De ki: "Ben, bu (tebliğime) karşı akrabalıkta sevgiden başka hiçbir mükâfaat istemiyorum." De ki: "Kim bir iyilik kazanırsa, biz onun bu husustaki iyiliğini arttırırız. Çünkü Allah, çok affedicidir, mükâfaat ile mukabele edicidir. Yoksa o, Allah'a karşı bir yalan düzdü mü?" derler. Fakat, eğer Allah dilerse, senin kalbini mühürler. Allah, bâtılı mahveder. Sözleriyle hakkı yerine getirir. Şüphesiz ki O, kalblerde olanları dahi bilendir. O, kullarının tevbesini kabul eden, kötü hareketlerini bağışlayan, ne işlerseniz bilendir, iman edip de, iyi iyi amellerde bulunanlara icabet eder. Onlara, fazlından artırır da. Kâfirlere gelince, onlar için de çok çetin bir azâb vardır".

Bil ki Allahü teâlâ, kendisinin kullarına lütufkâr olduğunu, onlara çokça ihsanda bulunduğunu beyân edince, onların da, hayırları isteme, kötülüklerden sakınma hususunda mutlaka sa'y ü gayret göstermeleri gerektiğini beyân buyurarak, "Kim. ahiret mahsûlünü dilerse, onun mahsûlünü arttırırız..." buyurmuştur. Keşşaf sahibi, "Allahü teâlâ, çalışan kimsenin, kendisiyle bir fayda elde ettiği şeyi, mecazî olarak, "hars-mahsûl" diye adlandırmıştır" demiştir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Ahiret Veya Dünyayı Dileyenin Farkı

Allahü teâlâ, bu ayette, ahireti isteyen ile dünyayı isteyen arasında, şu bakımlardan fark olduğunu ortaya koymuştur.

a) Cenâb-ı Hak, ahiret ekinini isteyeni, bu ayette dünya ekinini isteyenden önce zikretmiştir ki bu, bir üstün kılma (ve iltifatın) emâresidir Çünkü, Cenâb-ı Hak ahiret ekinini ahiret diye tavsif etmiş, daha sonra da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Biz, öne geçmiş olan sonrakileriz... (sonradan gelip de herkesi geçmiş olan, ahireti kazanmış olan kimseleriz)" şeklindeki sözüne dikkat çekmek için, ayette önce zikretmiştir.

b) Cenâb-ı Hak, ahiret ekinini isteyen kimse hakkında, "onun ekinini arttırırız" buyurmuş, dünya ekinini murad eden hakkında da, "ona da, (yalnız) bundan veririz.." buyurmuştur. Bu ifadedeki "bundan" ifadesi, kısmilik ifade eder. Buna göre mana, "Ona, onun istediği şeylerin hepsini değil, bir kısmını verir" şeklinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, İsrâ Sûresi'nde, "Kim bu çarçabuk geçen (dünyayı) dilerse biz de burada ona, (evet) kimi dilersek ona, dileyeceğimiz şeyi çarçabuk veririz" (İsra, 18) buyurmuştur.

Ben derim ki: Aklî delil ile bu iki hususu açıklamak mümkündür: Çünkü âhiret için çalışıp, bu işe devam eden herkesin, bu hususta yaptığı amellerin çokluğu, o kimsede birtakım melekelerin meydana gelmesine sebeb olur. Binâenaleyh bu amellere çokça devam eden her insanın, ahireti İstemeye kalbinin meyli daha fazla olur. Durum böyle olunca da mutluluklar ve sevinçler o nisbette büyük ve çok olur. İşte ayetteki, "Onun mahsûlünü arttırırız" ifadesiyle bu kastedilmiştir. Ama dünyayı isteyen kişi, bu isteğinde ne kadar ısrarlı ve devamlı olursa, dünyayı elde etme hususundaki arzusu da o nisbette çoğalır ve dünyaya meyli o nisbette kuvvetlenir. Meyil, hep artmakta olup, elde edilmek istenen şey de aynı halde kalınca, mahrumiyyet de şüphesiz o nisbette gerekli ve elzem olur.

c) Allahü teâlâ, âhiret ekinini isteyenler hakkında, "onun mahsûlünü arttırırız" buyurmuş. Bu kimseye, dünyayı (dünya hayır ve menfaatlerini) nasib edip etmeyeceğinden bahsetmemiş, bu konuda ne müsbet ne menfî bir şey bildirmeyip meskût bırakmıştır. Fakat dünya ekinini isteyen kimseye, Allahü teâlâ çok açık ve net bir biçimde âhiret payından hiçbirşey vermeyeceğini beyan buyurmuştur. Ki işte bu, bu hususta büyük bir farkın bulunduğuna delâlet eder. Cenâb-ı Hak sanki, "Ahiret asıl, dünya ise ona tabidir, ikinci derecededir. Binâenaleyh aslı elde eden, ihtiyacı kadarıyla ikinciyi de elde etmiş olur" demek istemiştir. Fakat Hak teâlâ, dünyadan bahsedilen yerde ahiretin adının anılmayacak derecede değerli olduğuna dikkat çekmek için, bu hususu zekretmemiştir.

d) Allahü teâlâ, âhireti isteyenin, istediği şeyin fazla fazla verileceğini beyan buyurmuş; dünyayı isteyenin isteklerinin ise ancak bir kısmının verilip, artık ahirette onun için hiçbir pay olmadığını bildirmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak ilk cümle ile, âhireti isteyenin halinin hep terakki ve artışa doğru tırmandığını; ikinci cümleyle de, dünyayı isteyenin durumunun, birinci makamda (dünyada), noksanlıkta; ikinci makamda (ahirette) de tam bir butlan (yokluk) içinde olduğunu beyân etmiştir.

e) Ahiret veresiye, dünya ise peşindir. Peşin olan, veresiye olana tercih edilir. Çünkü insanlar, "peşin, veresiyeden daha iyidir" demektedirler. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk işte bu kaziyyenin (mantıkî hükmün), âhiret ve dünya halleri bakımından, tam tersi olduğunu beyân buyurmuştur. Ahiret her ne kadar veresiye (sonradan elde edilecek) ise de, hep artmaya ve sürekliliğe yöneliktir. Binâenaleyh daha efdal ve mükemmeldir. Dünya ise, her ne kadar peşinse de, Önce noksanlığa ve sonra tamamen yok olmaya mahkûmdur. Dolayısıyla daha değersiz ve düşük olmuş olur. Binâenaleyh bu, ahiretin durumunun, dünyanın durumuna asla uymadığına; Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan da rivayet edildiği gibi, dünyada âhiret hallerinin sadece isimlerinin (kelimelerle anlatımının) bulunduğuna delâlet eder.

f) Ayet, gerek âhiret ve gerekse menfaatlerinin hemencecik hazır (çantada keklik) olmayıp, aksine her iki konuda da mutlaka bir "ekim" (ön hazırlık) yapmanın gerekli olduğuna delalet etmektedir. Ekim ise, ancak ekme ile ilgili birtakım güçlüklere katlanma, sonra sulama, sonra büyütme, hasad etme, daha sonra da temizleme ve seçme ile elde edilir. Cenâb-ı Hak, bu ikisine de "ekin" adını verince, herbirinin, birtakım zorluklara ve güçlüklere göğüs germe ile elde edileceğini anlıyoruz. Hak teâlâ sonra, âhiretin artmaya ve hep kemâle doğru yükselmeye, dünyanın ise, önce noksanlaşmaya, sonra da yok olmaya mahkûm olduğunu beyan buyurmuştur. Binâenaleyh âdeta, "Bu iki kısmın herbirinde de ekimin, sulamanın, büyütmenin, hasadın ve ayıklamanın yorgunluk ve sıkıntılarına her halükârda göğüs gerildiğine göre, bu yorgunluk ve argınlıkları, hep artışa ve sürekliliğe doğru gidene yöneltmek; noksanlığa ve yokluğa gidene yöneltmekten daha evlâdır" denilmek istenmiştir.

Ahireti Arzulayan Bereket Bulur

Hak teâlâ'nın, "Onun ekinini arttırırız" ifadesinin tefsiri hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:

1) Mana, "Biz onu, ona muvaffak kılma, yardım etme ve bütün hayır ve taat yollarını ona kolaylaştırma hususunda artırmada bulunuruz" şeklindedir.

2) Mukâtil buna, "Onun, mükâfaatını kat kat vererek, ekinini (âhiret gayretini) arttırırız" manasını vermiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah onların ücretlerini eksiksiz öder. Onlara, fazlından ziyâdesini de verir" (Fâtır,30) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Kim, aklı-fikri dünya olduğu halde sabahlarsa, Allah onun aklını-fikrini dağıtır, fakirliğini onun iki gözü arasında kılar (iyice yaklaştırır). Bunca çabasına rağmen dünyalık olarak ona yine sadece, mukadder olan kadar şey verilir. Kim de aklı-fikri âhiret olduğu halde sabahlarsa, Allah onun aklını fikrini derli toplu kılar, kalbine bir zenginlik verir, dünya(lık)da o kimseye, ister istemez gelir" Benzeri hadis Tirmizi, kıyame 30 (3/632). buyurmuştur. Yahut da bu manada buna yakın lafızlarla bunu anlatmıştır.

İhlas ve Kulluk Tohumu

Ayetin lafzının zahiri, mükâfaat elde etmek, yahut da cezayı, yani cehennem azabını defetmek için namaz kılan kimsenin namazının sahih olacağına delâlet etmektedir. Ama âlimler, bu namazın sahih olmayacağı hususunda ittifak etmişler, (buna ne dersiniz)?

Cevap: Allahü teâlâ, "Kim âhiret ekinini dilerse..." buyurmuştur. "Hare" (ekin) ise ancak sağlam bir tohumun ekilmesiyle olur. Bütün hayırlar ve mutluluklar için sağlam tohum da ancak Allah'a kulluktur.

Niyetsiz Abdest ve Öbür Taatter

Âlimlerimiz (Şafii fakîhleri), bir kimsenin, niyet etmeksizin abdest alması durumunda, bu abdestin sahih olmayacağını ileri sürerek şöyle demişlerdir: "Çünkü bu insan, bunu yaparken, âhiret ekinini kastetmemiştir. Zira ayet, kişinin, Allah'ı ve ahireti hatırlamaktan gafil olmasından bahsetmektedir. Böyle olunca, niyetten gafil olanın, âhiretle ilgili mükâfaatlardan bir payının olmaması gerekir. Namazın sorumluluğundan, edâ edip kurtulmak da âhiret menfaatlerindendir. Binâenaleyh bu menfaatin, niyetten uzak olarak alınan bir abdestte bulunmaması gerekir."

Allah'ın Hükmüne Zıt Yasa

Bil ki Allahü teâlâ âhiret ve dünya amelleri hususunda en büyük kanunu ve en sağlam kıstası beyan edince, bunun peşinden dalâlet ve şekavet konusunda asıl ve temel olan şeye dikkat çekerek, "Yoksa onların, Allah'ın ian vermediği şeyleri din olarak kendilerine yasa yapan ortaklan mı var?" buyurmuştur. Ayetin başındaki (fi) lafzının hemzesi, takrir (iyice anlatma) ve tefrî içindir. "Ortaklan" ifadesiyle, onların, kendilerine şirki, ba'si (dirilişi) inkârı ve dünyadan başkasını bilmedikleri için, ancak dünya için çalışmayı onlara süslü gösteren şeytanları kastedilmiştir. "Ortaklar" kelimesiyle, onların putlarının kastedildiği de ileri sürülmüştür. Çünkü müşrikler, putlarını Allah'ın ortaklan olarak kabul ettikleri için, "ortaklan" denilmiştir. Bu iş, onların sapmalarına sebeb olduğu için, sapıklık dinini meşru kılan (yasa haline getiren) şey kabul edilmiştir. Nitekim Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) da "Rabbim onlar, insanlardan çoğunu saptırdılar" (İbrahim, 36) demiştir. Cenâb-ı Hak, "Allah'ın izin vermediği şeyleri din olarak kendilerine yasa yapan" yani "Bu sahte dinlerin ve yasaların hepsi de Allah'ın istemediği şeylerdir" denip, sonra da "Eğer o "fasi" kelimesi olmasaydı..." yani "Hakedilen bu cezanın ertelenmesine dâir önceden verilmiş bir karar olmasaydı", yahut da, "Fasılın (ayırımın-hükmün) Kıyamet gününde olacağına dâir vaadimiz olmasaydı", "Onların"yani, "Kâfirler ile mü'minlerin, yahut da "müşriklerle ortaklarının (ortak koştukları) şeylerin" arasında hüküm verilirdi" buyurmuştur.

Sonra da, "Şüphesiz ki o zâlimler için elim bir azab vardır" buyurmuştur. Bazıları bunu, ayetteki "kelimetü'l-fasr'a atfederek, şeklinde, fethayla okumuşlardır. Buna göre mana, "Eğer o fasıl" kelimesi, yani âhirette zâlimlere azab söz konusu olmasaydı, onların arasında, şimdiden dünyada iken hüküm verilirdi" şeklinde olur.

Yaptıklarından Kaçanlar

Daha sonra Allahü teâlâ, cehennemliklerle cennetliklerin hallerini şu şekillerde anlatmıştır:

1) "Zalimleri, kazandıkları o günahlardan ötürü, alabildiğine korkmuş bir vaziyette görürsün. Halbuki, onlar korksalar da, korkmasalar da, yaptıklarının vebal ve günahı onlan gelip bulacaktır."

Cennetlikler

2) Allahü teâlâ, cennetliklerin halini de, "iman edip de salih amellerde bulunanlaı ise, cennetlerin (has) bahçelerindedirler" ifadesiyle anlatmıştır. Çünkü cennel "ravza"si, cennetin en güzel yerleridir. Ayette, günahkâr müslümanların hepsinir neticede cennete gireceklerine bir işaret vardır. Fakat Cenâb-ı Hak, iman edip sâlih amellerde bulunanlara, cennetin "ravza"larını, yani has bahçelerini verecektir, Binâenaleyh o has bahçelerin dışında kalan mıntıkaların da, mutlaka ve mutlaka, iman edip, salih amellerde bulunanların dışındakilere verilmiş olması gerekir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Rahlen huzurunda ne dilerlerse, hepsi onlarındır" buyurmuştur. Bu, bütün herşeyin, onlar için mevcud ve hazır olduğunu gösterir. Hak teâlâ daha sonra, bunun yüce bir derece olduğunu belirterek, 'İşte bu büyük fazlın tâ kendisidir" buyurmuştur.

Alimlerimiz bu ayetle, kullara mükâfaat vermenin, Allah üzerinde bir borç ve vazife olmadığına, bunun ancak Allah'ın lütfü neticesi olduğuna istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Çünkü Allahü teâlâ, "İman edip de sâlih amellerde bulunanlar ise, cennetlerin (has) bahçelerindedirler. Rableri huzurunda ne dilerlerse, hepsi onlarındır" buyurmuştur. Binâenaleyh bu, cennetin has bahçelerini ve arzu ettikleri herşeyi yanlarında hazır bulmalarının, ancak iman ve salih amellerine karşılık bir mükâfaat olduğuna delâlet eder. Daha sonra Hak teâlâ, "İşte bu büyük fazlın tâ kendisidir" buyurmuştur ki bu da, yapılan amellere karşılık verilen bu mükâfaatm, hakedilme ile değil, lütuf yoluyla verildiği hususunda açık bir ifadedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "İşte bu, Allah'ın iman edip, iyi amellerde bulunan kullarına müjdelemekte olduğu mükâfaattır" buyurmuştur. Keşşaf sahibi şöyle der: Bu kelime yebsuru, yubşiru ve yubeşşiru şeklinde okunur.

Ahiret Ödülünün Değeri

Bil ki bu ayetler şu bakımlardan mükâfaatm kıymetinin büyüklüğüne delâlet etmektedir:

a) Allah Sübhânehû ve Teâlâ, iman edip, sâlih amelde bulunmaya karşılık cennetin has bahçelerini vermiştir. Mevcudatın en büyüğü ve en kerimi olan Sultan (c.c), zor işlere mukabil bir mükâfaat verdiğinde bu, o mükâfaatın, künhünü ancak Allah'ın bilebileceği bir dereceye çıktığını gösterir.

b) Allahü teâlâ, "Rableri huzurunda, ne dilerlerse hepsi onlarındır" buyurmuştur. Hak teâlâ'nın bu beyanı sınırsızlığı ifade eder. Çünkü hiçbir derece yoktur ki, insan ondan daha yücesini istemesin.

c) Allahü teâlâ, "İşte bu büyük lütfün tâ kendisidir" buyurmuştur. Kibriya ve azamet vasfı bulunan Zat'ın, mutlak (kayıtsız şartsız) büyüklüğüne hükmettiği şey, son derece büyük demektir.

d) Hak teâlâ, ta'zim yoluyla müjde işini tekrarlayarak, "İşte bu, Allah'ın ... müjdelemekte olduğu ödüldür" buyurmuştur ki bu ifade de, son derece büyüklüğü gösterir. Allah'tan, bizi bunlara ulaştırmasını ve bunları elde etmemizi niyaz ederiz.

Akrabalık Hakkı

Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bu yüce ve kıymetli kitabı vahyedip, bu kitapta üç çeşid delil yerleştirip, mükellefiyetin çeşitlerini anlatıp, taata ödül verip, masiyete karşılık da ceza vereceğini bildirince, bir câhil, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bu tebliğden gayesinin mal ve makam olduğunu zannetmesin diye, "Ben bu tebliğim ile sizden peşin (dünyevî) bir menfaati ve mevcud bir şeyi istemiyorum" demesini emrederek, "De ki: "Ben bu (tebliğime) karşı akrabalıkta sevgiden başka hiçbir mükâfaat istemiyorum" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Alimler bu ayet hakkında şu üç görüşü ileri sürmüşlerdir: Birinci Görüş: Şa'bi şöyle der: "İnsanlar bu ayet hakkında bize çok sordular. Biz de bunun üzerine, bunun manasını sormak için İbn Abbas (radıyallahü anh)'a yazdık. İbn Abbas (radıyallahü anh) da, "Allah'ın Resulü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Kureyş'in nesebinin merkezini teşkil eder. Kureyş'in her batını (her boyu) mutlaka ona dayanır. İşte ondan dolayı Cenâb-ı Hakk, "De ki: Sizi davet ettiğim şeye karşılık, size olan yakınlığımdan ötürü, beni sevmenizden ve bana sempati duymanızdan başka herhangibir ücret istemiyorum" buyurdu ki bu, "Siz, benim kavmimsiniz. Sözlerimi dinlemeye ve bana itaat etmeye daha layıksınız. Dolayısıyla eğer siz bundan imtina ederseniz, hiç olmazsa akrabalık hakkını gözetin, bana eziyet etmeyin ve bana karşı çıkmayın" demektir" diye cevap vermiştir.

İkinci Görüş: Kelbf, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Medine'ye gelince, başına birtakım görevler, mesuliyetler ve haklar ârız oldu. Eli de dar idi. Bunun üzerine ensâr, "Allah sizi işte bu peygamber sayesinde hidayete kavuşturdu. Bu sizin kızkardeşinizin oğludur ve şimdi şehrinizde komşunuzdur. Dolayısıyla malınızdan onun için birşeyler toplayın" dediler. Onlar da bunu yaptılar ve sonra topladıkları malı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e getirdiler. Ama o bunu kabul etmedi. İşte bunun üzerine, bu ayet nazil oldu. Bu, "Ben, sizin iman etmenize karşılık, akrabalarımı sevmenizden başka bir ücret istemiyorum" demektir. Binâenaleyh Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) onları akrabalarını sevmeye teşvik etmiştir.

Üçüncü Görüş: Bu, Hasan el-Basri'ye âit olup, o şöyle demiştir: "Ben, sizden ücret istemiyor, sadece sizi Allah'a yaklaştıracak şeyleri yani amel-i salih işleme arzusunu taşımanızı istiyorum."

Birinci görüşe göre ayetteki, "kurbâ" ifadesinden, "rahm" manasındaki akrabalık; ikinci görüşe göre, "akrabalar" manasındaki yakınlık kastedilmiştir. Üçüncü görüşe göre ise bu kelime, "kurb" ve "takrîb" köklerinden olarak, "fu'lâ" vezninde :r kelime kabul edilmiştir.

Tebliğden Ötürü Ücret

İmdi, eğer, "Ayet bir müşkillik arzeder. Çünkü vahyin tebliğine karşılık ücret talebinde bulunmak caiz değildir. Delilleri ise, şunlardır:

1) Allahü teâlâ, peygamberlerin ekserisinin ücret talebinde bulunmadıklarını açıkça söylediklerini nakletmiştir. Meselâ, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) kıssasında, onun, "Bundan dolayı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak Âlemlerin Rabbine aittir" (Şuarâ, 109) dediğini bildirmiştir. Yine Hazret-i Hûd, Hazret-i Sâlih, Hazret-i Şuayb ve Hazret-i Lût (aleyhisselâm) kıssalarında da, onların aynı şeyi söylediklerini haber vermiştir. Bizim peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), diğer peygamberlerden daha üstündür. Binâenaleyh nübüvvet ve risâletine karşılık ücret isteğinde bulunmamış olması daha uygundur.

2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), diğer ayetlerde, böyle bir ücret talebinde bulunmadığını açıkça ifade etmiş ve "Sizden istediğim ücret, sizin içindir" (Sebe, 37) ve "Sizden hiçbir ücret istemiyorum ve ben işi zorlaştıranlardan değilim" (sad, 86) demekle emrolunmuştur.

3) Akıl da bunun böyle olması gerektiğini gösterir. Zira bu tebliğ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üzerinde bir farz ve bir vâcib (görev)di. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sana Rabbinden indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, peygamberlik (vazifesini) yerine getirmemiş olursun" (Maide, 67) buyurmuştur. Vazifeyi yerine getirmeye karşılık bir ücret istemek, âlimler âlimi (peygamber) şöyle dursun, insanların en düşüğüne bile uygun düşmez.

4) Nübüvvet, hikmetten daha üstündür. Nitekim Hak teâlâ hikmeti anlatırken, "Kime hikmet verilmiş ise, şüphesiz ki ona çok hayır verilmiş demektir" (Bakara, 269) buyurmuş; dünyadan bahsederken de, "De ki: "Dünya metâı, azdır" (Nisa, 77) buyurmuştur. Binâenaleyh eşyanın en kıymetlisine, yine eşyanın en değersizi ile karşılık (ücret-fiat) vermek nasıl uygun ve yerinde olabilir.

5) Ücret istemek, bir töhmet sebebi olur ki, bu da nübüvvetin doğruluğunun kesinliğine gölge düşürür, ters düşer. Binâenaleyh yapılan bu izahlarla, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'İn, tebliğ ve risâletine karşılık, herhangi bir ücret talebinde bulunmasının kesinkes caiz olmayacağı sabit olmuş olur. Halbuki ayetin zahiri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, tebliğ ve risâletine (peygamberliğine) karşılık, insanlardan bir ücret talebinde bulunduğu manasını vermektedir. Bu ücret de, "akrabalıkta sevgi" isteğidir. İşte soru budur" denilirse, buna şöyle cevap veririz: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, tebliğ ve risâletine karşılık herhangi bir ücret istemesinin caiz olmadığı hususunda bir münakaşa yok. Geriye ayetteki, "akrabalıkta sevgiden başka hiçbir mükâfaat" ifadesi kalmaktadır. Bunu şu iki açıdan izah ederek cevap veririz:

a) Bu, şâirin "Onların, kılıçlarında, zırhlara çarpmadan ötürü meydana gelen kırıklardan başka bir kusuru yoktur" (Bu ise, aslında kusur değil şereftir)" şeklindeki ifadesi kabilindendir. Bu, "Ben sizden bunun dışında birşey istemiyorum. Bu ise gerçekte bir ücret değildir. Çünkü müslümanlar arasında bir sevgi ve sempatinin meydana gelmesi, zaten mecburî birşeydir" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Mü'minler ve mü'mineler, biribirlerinin dostlarıdırlar" (Tevbe, 71) buyururken, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Mü'minler, tıpkı (taşları) birbiriyle kenetlenmiş bir duvar gibidirler Buhari, Salât, 88. demiştir. Bu konuda ayet ve haberler (hadisler) çoktur.

Müslümanların ekserisi arasında böyle bir sevgi ve sempatinin bulunması mecburî olunca, bunun müslümanların en kıymetlisi ve büyüğüne karşı bulunması, daha lüzumlu ve uygun olur. Binâenaleyh ayetteki, "Ben bu (tebliğime) karşı, akrabalıkta sevgiden başka hiçbir mökâfaat istemiyorum" ifadesi, "Akrabalıktaki sevgi ise bir ücret sayılmaz" demektir. Dolayısıyla netice, ortada istenen bir ücretin olmadığına varıp dayanır.

b) Ayetteki bu ifade, "istisnâ-ı munkatı" olup, söz "ecr" ifadesinde tamamlanmış ve illâ ile yeni bir söz başlamıştır ki bu, "Ancak ben size, size olan akrabalığımı hatırlatınm. Sözümde bir "ücret" lafzı geçmektedir. Ama bu aslında bir ücret değildir" demektir.

Üçüncü Mesele

Keşşaf sahibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in,"Kim, Muhammed ailesinin sevgisi üzere (yani onları severek) ölürse, şehid olarak ölmüş olur. Dikkat edin; kim Muhammed ailesinin (soyunun) sevgisi üzere ölürse, bağışlanmış olarak ölür. Dikkat edin; kim Muhammed ailesinin sevgisi üzere ölürse, tevbe eden birisi olarak ölmüş olur. Dikkat edin; kim Muhammed ailesinin sevgisi üzere ölürse, imanı kemâle ermiş bir mü'min olarak ölür. Dikkatedin; kim Muhammed ailesinin sevgisi üzere ölürse, önce ölüm meleği, sonra da münker ve nekir onu cennet ile müjdeler. Dikkat edin; kim Muhammed ailesinin sevgisi üzere ölürse, cennete tıpkı bir gelinin, kocasının evine göçtüğü gibi göçer. Dikkat edin; kim Muhammed ailesinin sevgisi üzere ölürse, kabrinde cennete doğru iki kapı açılır. Dikkat edin; kim Muhammed ailesinin sevgisi üzere ölürse, Allah onun kabrini, rahmet meleklerinin ziyâretgâhı kılar. Dikkat edin; kim Muhammed ailesinin sevgisi üzere ölürse, ehl-i sünnet ve'l-cemâat üzere ölür. Dikkat edin; kim Muhammed ailesine buğzederek ölürse, Kıyamet günü iki başı arasına, "Allah'ın rahmetinden ümitsiz" diye yazılmış olarak gelir. Dikkat edin; kim, Muhammed ailesine buğzederek ölürse, kâfir olarak ölür. Dikkat edin; kim Muhammed ailesine buğzederek ölürse, cennet kokularından mahrum kalır" dediğini rivayet etmiştir. İşte bu, Keşşaf sahibinin rivayet ettiği şeydir.

Âl-i Resul Terimi

Ben de şöyle diyorum: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in âli (ailesi), işleri, idaresi ve geçimi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e varıp dayanan kimselerdir. Binâenaleyh işleri, en mükemmel ve ileri derecede ona varıp dayanan herkes, O'nun âli (âilesi)dir. Hazret-i Fatıma, Hazret-i Ali, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) arasındaki ilgi ve yakınlığın, son derece ileri olduğunda bir şüphe olmayıp, bu âdeta, tıpkı mütevatir bir haber ile bilinen bir husustur. Binâenaleyh Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "âl"inin öncelikle onlar olması gerekir.

Özel ve Genel Anlamda Al

Hem sonra, insanlar bu "âl" (âile)nin kimler olduğu hususunda, ihtilâf etmişlerdir: Bu cümleden olarak, bunların Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in akrabaları olduğu söylendiği gibi, bunların, onun ümmeti olduğu da ileri sürülmüştür. Dolayısıyla biz, bu kelimeyi, "yakınlık" (akrabalık) manasına alırsak, "âl" bunlar olur. Eğer bu kelimeyi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in davetini kabul eden insanlar manasına alırsak, bu sayılan Hazret-i Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (radıyallahü anh), yine O'nun âli olur. Böylece her iki takdire göre de, bunlar onun Âli'dirler. Onların dışında kalanlara gelince onlar, "âl" lafzının muhtevasına girip girmedikleri hususu ihtilaflıdır. Keşşaf sahibi, şunu rivayet etmiştir: Bu ayet nazil olunca, "Ya Resûlellah, sevmemiz vâcib olan bu akrabaların (âlin) da kimlerdir?" diye soruldu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ali, Fatıma ve iki oğludur" cevabını verdi. Böylece bu dört şahsın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in akrabası oldukları sabit olur. Bu sabit olunca da, bunlara alabildiğine saygı göstermek gerekir. Ki bunun böyle oluşunun delilleri şunlardır:

1) Bu ayetteki, "Akrabalıkta sevgiden başka hiçbir mükâfaat..." ifadesi... Bu ifade ile nasıl istidlal edildiği biraz önce anlatıldı.

2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hazret-i Fatıma (radıyallahü anha)a)'yı sevdiğinde şüphe yoktur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Fatıma benden bir parçadır. Onu üzüp, ona eziyet veren herşey, bana da eziyet eder ve beni üzer" Buhari, fezailü's-Sahâbe, 12. buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hazret-i Ali, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin'i sevdiği de, ondan mütevatir bir nakil (hadis) ile sabittir. Bu sabit olduğuna göre, "O (peygambere) uyun ki, hidayet bulaşınız." (Araf, 158) "Onun emrine muhalefet edenler sakınsınlar.." (Nur, 63); "De ki:" Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin..."(Al-i Imrân, 31) ve "Andolsun ki Allah'ın Resulünde sizin için güzel bir örnek vardır" (Ahzab, 21) ayetlerinden ötürü, bütün ümmete aynısı vâcibtir.

3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "âl"ine duâ etmek, yüce bir makamdır. Bundan ötürü, bu dua, namazda tahiyyatın sonunda yapılmaktadır ve "Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin verham Muhammeden ve âle Muhammedin" "Allah'ım, Muhammed'e ve âline salât (rahmet) et. Muhammed'e ve âline merhamet et" şeklindedir. Böyle bir saygı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "afinden başkası için söz konusu değildir. Binâenaleyh işte bütün bunlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "âl"ini sevmenin vâcib olduğunu gösterir. Şafii (radıyallahü anh) de şöyle demiştir:

"Ey binitli kişi, Minâ'daki o taşlıkiı yerde dur ve oranın taşlı yerlerinde oturanlar ile, kalkıp gidenlere kulak ver. Seher vaktinde, tıpkı taşan Fırat ırmağının ahengiyle, hacılar Minâ'ya doğru dolup taştığında, bil ki eğer Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ailesini sevmek bir Rafızîlik (taşkınlık ve sapıklık) ise, ins ve cin âlemi şehâdet etsin ki, (o halde ben) bir rafiziyim."

Ayet Sahabenin Faziletine Delildir

Ayetteki "Akrabalıkta sevgiden başka hiçbir mükâfaat" ifadesinde, sahabe için de büyük bir değer vardır. Çünkü Hak teâlâ, "Yarışlarında öne geçip kazananlara gelince, onlar öncüdürler, işte onlar (Allah'a) en çok yaklaştırılmış olanlardır" (Vakıa, 10-11) buyurmuştur. Binâenaleyh Allah'a itaat eden herkes, Allah katında mukarreb (yakın olanlar)lerden olmuş olur. Böylece de (......) istisnasının muhtevasına girmiş olur. Velhasıl bu ayet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in âlini ve ashabını sevmenin vücûbiyyetine delâlet eder. Böyle bir makam ve şeref ise, ancak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nesli ile sahabesini sevmeyi birleştiren ehl-i sünnet ve'l-cemâatin görüşüne göre kabul edilebilir. Bir vaizden, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle demiş olduğunu dinlemiştim: "Benim ehl-i beytimin misâli, tıpkı, Nûh (aleyhisselâm)'un gemisinin misali gibidir. Kim o gemiye binerse, kurtulur." Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ashabım, yıldızlar gibidir. Onların hangisine uyarsanız, hidâyete erersiniz..." Keştu'l-Hafa, 1/132. buyurmuştur. Şu anda biz, mükellefiyetler deryası içindeyiz. Şüphe ve şehvet dalgalan, bize zarar verebilir. Denizde hareket eden ise, şu iki şeye muhtaçtır:

a) Bütün kusurlardan ve çatlaklardan uzak ve berî olan bir gemi;

b) Aydınlatıcı, parlak ve apaçık görünen yıldızlar.. Binâenaleyh, bir kimse böyle bir gemiye biner ve bakışları da, o apaçık yıldızlar üzerine düşer, onları izlerse kurtuluş sahiline kavuşma ümidi, o nisbette çok ve baskın olur. İşte aynen bunun gibi, ehl-i sünnet alimlerimiz de, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in âlinin, soyunun sevgisinin gemisine binmiş, gözlerini ve bakışlarını, sahabe yıldızlarına dikmiş, böylece de, Allah'dan hem dünya hem de âhiret hususunda selâmet ve saadeti elde etmeyi ummuşlardır.

Biz yine tefsire dönelim: Keşşaf sahibi, kondi kendine bir soru sorarak "Ayette, ya denilmeli değil miydi? Öyleyse, ,denilmesinin hikmeti nedir?" der ve buna yine şöyle diyerek cevap verir: "Tıpkı bir kimsenin, "Ben onları seviyorum. Onlar, benim sevgimin odak noktası ve mahallidir" manasını kastederek, "Benim, falancanın âline karşı bir muhabbetim ve sevgim vardır..""Benim, onlar hususunda bir tutkum ve aşırı bir sevgi ve muhabbetim vardır" demesi gibi, bunlar, bu sevginin odak noktası ve merkezi, mahalli kabul edilmişlerdir."

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kim bir iyilik kazanırsa, biz onun bu husustaki iyiliğini arttırırız" buyurmuştur. Bu ayetin Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) hakkında nazil olduğu ileri sürülmüştür ama, zahir olan, bunun hangi güzellik olursa olsun, umumîliği ifade etmesidir. Ancak ne var ki bu ifade, "akrabalıkta sevgi" ifadesinin peşinden zikredilince bu maksadın o sevgiyi tekîd etmek olduğuna delâlet etmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü Allah, çok affedici, mükâfaat ile mukabele edicidir" buyurmuştur. Allah hakkında, "şekûr" kelimesinin kullanılması mecazî olup, mana, "Allahü teâlâ, kendilerine mükâfaat verme ve pekçok lütfunu arttırma hususunda, kendisine itaat edenlere ihsanda bulunur" şeklindedir.

Vahyi Yalanlama

Cenâb-ı Hak, "Yoksa, "O, Allah adına bir yalan düzdü mü derler?" buyurmuştur. Bil ki, bu sûrenin başında söz, bu kitabın, ancak Allah'ın vahyi ile meydana geldiğini anlatma hususu ile başlamıştır -ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "O mutlak gâlib, O hüküm ve hikmet sahibi Allah sana da, senden evvelkilere de İşte böyle vahyeder" (şûrâ.3) ayetinden anlaşılan husustur-, ilgili söz, bu noktaya gelinceye kadar, aynı hususu izah sadedinde devam etmiş ve birbiriyle münasebet örgüsü içinde gelmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, burada, bu müşriklerin, "Bu, Allah'dan olan bir vahiy değildir" şeklindeki şüphelerini naklederek, "Yoksa, "O, Allah'a karşı bir yalan düzdü " mü derler?!" buyurmuştur. Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu ifadenin başındaki em edatı, munkatıa olan em'dir. Hemzenin manası ise tenbîh ve kınamanın bizzat kendisidir. Buna göre adeta sanki, "Böylesi bir kimseyi, yalanların en çirkini ve en aşınsı olan Allah'a iftirada bulunmaya nisbet etmeyi, onların kalblerinde bulunur, dillerine de bunu alabilirler mi?! (Bu, mümkün müdür? Asla!.)" denilmek istenmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak buna, "Fakat, eğer Allah dilerse, senin kalbini mühürler" diyerek cevap vermiştir ki, bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

a) Mücâhid, "Allah, senin kalbine, onların eziyyetlerine karşı sabretme gücü verir; kalbini sabitleştirir. Böylece de sana, onların, "O, yalancı bir iftiracıdır" şeklindeki sözleri, zor gelmez" şeklinde açıklamıştır.

b) Yani Cenâb-ı Hak bu söz ile, "Eğer Allah dileseydi, seni, kalblerine mühür basılmış kimselerden kılardı. Böylece de O'na yalanlar uydururdun.. Çünkü, Allah'a yalanlar düzmeye, ancak böylesi kimseler cüret edebilir" manasını kastetmiştir ki, bu sözün zikrediliş gayesi, bunun uzak bir şey olduğunu tam anlamıyla ifade etmektir. Bunun bir misali, bir kimsenin, emîn, güvenilir birisini hıyanet etmekle itham ettiğinde, o emîn, güvenilir kimsenin, hîzlânı (ilahî yardımcısı bulunmayışını) ve kalbinin kör olduğunu kastetmeyip, sadece, kendisinden böyle bir hiyanetin sudur etmesinin imkânsız bir şey olduğunu kastederek, "Belki de Allah, beni kendi başıma bıraktı, (benden yardımı kesti), belki de Allah, benim kalbimi köreltti!., (öyle mi?!) Bu mümkün mü?" demesidir.

Allah Hakkın Yardımcısıdır

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Allah, bâtılı mahveder... hakkı yerine getirir" buyurmuştur. Ki bu, "Allah'ın sünneti ve yasası, bâtılı çürütmek, hakkı ise iyice sağlamlaştırmaktır. Demek ki, şayet Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), bâtılı savunan bir yalancı olsaydı, Allah onu rezil rüsvay eder, onun savunduğu o bâtılın içyüzünü ortaya döker ve onu, maddî-manevî bakımlardan desteklemezdi. Durum böyle olmadığına göre, biz, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah'a karşı yalanlar uyduran yalancılardan olmadığını anlamış bulunuyoruz" demektir. Bu ifadenin, Allah'ın, peygamberine, onların üzerinde bulundukları o iftira, yalan ve yalanlama... gibi bâtıl hallerini mahvedeceğine; Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üzerinde bulunduğu o hakikati sağlamlaştıracağına dair bir vaadi olması da mümkündür.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki O, kalblerde olanları dahi bilendir" buyurmuştur. Ki bu, "Allah, senin ve onların sinelerindeki şeyleri bihakkın bilendir ve bu iş de, işte bu şekilde cereyan etmektedir" demektir. Katâde den, bu ayetin manasının, "Şayet, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'a karşı yalan uydurmuş olsaydı, Allah mutlaka ona karşı bu tehdidini yerine getirirdi" manasında olmak üzere, "Senin kalbini mühürler, sana Kur'ân'ı unutturur ve senden vahyini keser..." şeklinde olduğu rivayet edilmiştir.

Bil ki Allahü teâlâ, "Yoksa, "O, Allah'a karşı bir yalan düzdü" mü derler?!" buyurup, sonra da, peygamberlerini o müşriklerin kendisine isnad ettikleri bu şeyden tebrie edip, aklayıp ve onların da bu yalan ve iftiraları sebebiyle büyük bir cezayı hakettikleri malûm olunca, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak onları tevbe etmeye teşvik etmiş ve onlara, kötülükleri her ne kadar büyük olsa da, her kötülük yapanın tevbesini kabul edeceğini bildirmiş ve "O, kullarının tevbesini kabul eden, kötü hareketlerini bağışlayan...dır.." buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Tevbenin Kabulü

Keşşaf sahibi şöyle der: "Arapça'da, hem hem de "Ondan o şeyi kabul ettim" deyimleri kullanılır. Binâenaleyh, deyiminin manası, "Onu ondan aldım ve onu, kabulün başlangıcı ve kaynağı kıldım"; (......) ifadesinin manası ise, "Onu ondan aldım, bunu onun namına kaydettim..." şeklindedir." Tevbe'nin ne demek olduğuna dair genişçe incelememiz, Bakara Sûresi'nde geçmişti. Tevbede, en az mutlaka bulunması gereken şey, geçen günahtan dolayı pişmanlık duymak; bulunduğu anda günah işlememek; işlediği o günahlara, ilende bir daha dönmemeye kararlı ve azimli olmaktır.

Câbir şunu rivayet etmiştir: "Bir bedevi, Hazret-i Pevciamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mescidine girdi ve "Allah'ım, ben senden affım istiyor ve sana tevbe edip iltica ediyorum" dedi ve tekbir aldı. Namazını bitirince, Hazret-i Ali (r. a) ona, "Ey adam, lisânın yaptığı istiğfar yalancıların tevbesidir. Senin tevben de ayrıca bir tevbeye muhtaçtır" deyince, o bedevi, "Ey mü'minlerin emîri, o halde tevbe nedir ve nasıl yapılır?" dedi; bunun üzerine Hazret-i Ali (radıyallahü anh), "Tevbe, şu altı şeyi kapsar: Geçmiş günahlara pişman olmak; yapılmayan, ifa edilmeyen farzları iade etmek; haksız yere alman şeyleri geri vermek; nefsi, canı, Allah'a isyan hususunda terbiye edip eğittiğin gibi, O'na tâat hususunda da eritmek; nefse, günah lezzetini taddırdığm gibi, nefse, :âatın acılarını da taddırmak; güldüğün her gülüşe bedel olarak, ağlamaktır" dedi.

Tevbeyi Kabul Vacip Değil

Mu'tezile, "Tevbeleri kabul etmek, aklen Allah'a vaciptir" derken, ehl-i sünnet alimlerimiz, "Allah'a hiçbir şey zorunluve vacip değildir. Yaptığı herşeyi O, kerem ve lütfü gereği yapar" demişlerdir. Ehl-i sünnet, görüşlerinin doğruluğuna dair, bu ayetle istidlalde bulunarak şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, tevbeleri kabul etmekle övünmüştür. Binâenaleyh, tevbeleri kabul etmek şayet vacib olsaydı, bu denli bir övünme (anlamlı) olmazdı. Baksana, bir kimse kendisini, insanları haksız yere dövmemek ve onları, öfkesinden dolayı öldürmemek ile medhederse, bu pek güçlü bir medih olamaz.. (Çünkü, zaten yapmaması gereken budur..) Ama, "Aslında benim görevim olmadığı halde, ben onlara iyilik ve ihsanda bulunuyorum" dediğinde, bu bir medh ve övgü olmuş olur.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesiyle, ya Cenâb-ı Hakk'ın, tevbesi yapıldıktan sonra, büyük günahları affetmesi, yahut küçük günahları affetmesi, veyahut da, tevbesi yapılmadan önce, büyük günahları affetmesi kastedilmiştir. Birincisi bâtıldır, aksi halde, cümlesi, tıpkı cümlesinin aynısı olur.

Halbuki tekrar, aslolanın hilâfına bir harekettir. İkincisi de olamaz, çünkü bu, zaten olması gerekendir, bir görevdir. Görev) ifâ ile de övünme olmaz. Geriye üçüncü ştk kalmıştır. Buna göre mana, "O, bazan, tevbeyi kabul etmeyi vasıta kılarak; bazan da, tevbesiz, doğrudan doğruya affeder" şeklinde olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, ne işlerseniz bilendir" buyurmuştur. Hamza, Kisâî ve Asımın ravisi Hafs, tâ ile, muhatap sîgasında (......) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları, yâ ile, gâib sığasında olarak, (......) şeklinde okumuşlardır ki, buna göre mana, "Allah onların yaptıklarını bilir; onların, hasenatlarına mukabil onlara mükâfaat verir, seyyiâtlarına karşı da, onları cezalandırır" şeklinde olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "îman edipde, iyi iyi amellerde bulunanlara icabet eder.. Onlara, fazlından arttırır da..." buyurmuştur ki, bu ifadeyle ilgili olarak şu iki görüş vardır:

a) "İman edip salih ameller işleyenler.." ifadesi, fail durumunda, mahallen merfü olup, buna göre mana, "Mü'minler, Allah'ın onları kendisine davet ettiği şey hususunda, Allah'a icabet ederler" şeklinde

b) Bu ifâde, mahallen mansub olup, fiilin faili ise, mukadder olup, Cenâb-ı Hak'tır. Buna göre ifadenin takdiri, (......) şeklinde olur. Ancak ne var ki lâm tıpkı (......) (Mutaffifin, 3) ayetinde hazfedildiği gibi, (yani ifadenin aslı, (......)'deki lâm, düşürülmüştür), hazfedilmiştir. Bu ikinci takdir, daha evlâdır; çünkü, bu ifadenin hem öncesindeki hem de sonrasındaki sözler, Allah'a ait olan sözlerdir. Çünkü bu ifadeden önce, "O, kullarının tevbesini kabul eden, kötü hareketlerini bağışlayandır.." ifadesi; sonrasında da, "onlara, fazlından arttırır da.." cümlesi yer alır. Böylece, "arttırır..." fiiline atfedilmiş olur. Halbuki, birinci takdire göre, icabet eden kul olurken, fazlı arttıran da Allah olmuş olur.

İcabet Mü'minlere Ait

Bu icabet işinin, iman edenlerin işi olduğunu söyleyenlere gelince, bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Mü'minler Rablerine, Rablerinin, onları kendisine davet ettiği şey hususunda icabet ederler.

b) Mü'minler, Rablerine, Rablerinin kendilerine emrettiği şeyler hususunda itaat ederler. İkinci izaha göre, fiili, itaat etmek anlamına alınmıştır.

İcabet Allah'a Alt

Fiilin Allah'a ait olduğunu söyleyenlere gelince, onlar bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak mana, "Allah, mü'minlerin duasına icabet eder ve onlara, onların istemiş olduğu şeyi, lütfü gereği arttırır" şeklinde olur, denilmiştir.

Kafirin Duasına İcabet?

Buna göre şayet insanlar, "Duaya icabet etme halinin mü'minlere tahsis edilmesi, Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlerin duasına icabet etmeyeceğini gösterir mi?" derlerse, biz deriz ki: Bazı kimseler, kâfirlerin duasına icabetin caiz olmayacağını; zira, duaya icabet etmede, bir tazim anlamı bulunduğunu; bunun ise, kâfirlere uygun düşmeyeceğini söylemişlerdir. Bazı şeyler hususunda, kâfirlerin duasına da icabet etmenin caiz olacağı da ileri sürülmüştür. Buna göre ayetteki tahsisin faydası şu olmuş olur: Mü'minlerin duasına icabet etmek, bir şereflendirme manasında olurken, kâfirlerin duasına icabet etmek ise, bir istidrâc (kâfirin, küfründe ilerlemesine mühlet tanıma) manasında olmuş olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlara, fazlından arttırır; yani, onlara, o duaları sebebiyle talep ettikleri şeyi verir ve arttırır. Kâfirlere gelince, onlar için de çok çetin bir azab vardır" buyurmuştur ki, bu ifadenin maksadı, bir tehdittir.

Allah'ın Hikmetli Yönetimi

27

Âyetin tefsiri için bak:31

28

Âyetin tefsiri için bak:31

29

Âyetin tefsiri için bak:31

30

Âyetin tefsiri için bak:31

31

"Eğer Allah, kullarına (eşit bir şekilde) bol bol rızık verseydi, yeryüzünde muhakkak ki taşkınlık ederler, azarlardı. Fakat O, ne mikdar dilerse, (rızkı o kadar) indirir. Şüphe yok ki O, kullarının her (halinden) hakkıyla haberdardır, (her şeyi) kemâliyle görendir. O, (insanlar) ümitlerini kestikten sonra, yağmuru İndirmekte, rahmetini yapmakta olandır. O, hakiki yâr ve her hamde lâyık olandır. Göklerin, yerin ve bunların içinde yayıp ürettiği canlıların yaratılışı, O'nun ayetlerindendir. O, bütün bunları toplamaya da, dileyeceği zaman hakkıyla kadirdir. Sizi çarpan her musibet, kendi ellerinizin işleyip kazandığı (günahlar) yüzündendir. (Bununla beraber Allah), birçoğunu da affeder. Siz, yerde (Allah'ı) aciz bırakabilecekler değilsiniz. Sizin, Allah'tan başka ne bir hamîniz, ne de bir yardımcınız vardır.."

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki, Allahü teâlâ, önceki ayette, kendisinin, mü'minlerin duasına icabet ettiğini söyleyince, bu hususta şöyle bir soru varid oldu: Mü'min, bazan bir sıkıntı, belâ ve fakirlik içinde bulunabiliyor, sonra da dua ediyor, ama duasının kabul olunduğuna dair herhangi bir emare ve iz göremiyor. Şu halde Cenâb-ı Hakk'ın, "İman edenlere ... icabet eder..." ifadesiyle bu durum nasıl bağdaştırabilir? Cenâb-ı Hak, işte bu soruya, "Eğer Allah, kullarına (eşit bir şekilde) bol bol rızık verseydi, yeryüzünde muhakkak ki taşkınlık ederler, azarlardı. Yani, masiyetlere yönelir ve yeltenirlerdi" diyerek cevap vermiştir. Bu bir mahzur olunca, Allah'ın onlara, talep ettikleri şeyi vermemesi gerekir. Cübbâi şöyle der: "Bu ayet, şu iki bakımdan, Cebriyye'nin (Ehl-i sünnetin) görüşünün bâtıl olduğuna delâlet eder:

1) Hasılı kelâm, Allahü teâlâ, şayet, kullarına bolca rızık vermiş olsaydı, onlar yeryüzünde taşkınlık yapar, azarlardı. Halbuki, yeryüzünde taşkınlık yapma, asla istenen bir şey değildir. O halde bu demektir ki, bol bol rızık verilmesi de, mevcut değildir, murad edilmemiştir. Binâenaleyh bu söz, ancak biz, "Allahü teâlâ, yeryüzünde taşkınlık yapılmasını murad etmiştir" dediğimizde tam ve anlamlı olur. Ki, işte bu, Cebriyye'nin görüşünün bozuk olmasını gerektirir.

2) Allahü teâlâ, rızkı bol bol vermeyi murad etmediğini; zira bunun, fesat ve fitnelere yol açtığını beyan buyurmuştur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, fasit şeylere götüren şeyi murad etmediğini beyân ettiğine göre, mefsededn bizzat kendisini murad etmemesi öncelikle gerekir."

Ehl-i sünnet alimlerimiz, buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Azmaya, katı kalpliliğe ve kahredip ezip geçmeye karşı duyulan aşırı meyil, o yok iken meydana gelmiştir. Binâenaleyh, bunun mutlaka bir failinin bulunması gerekir. Bu gibi hallerin faili, ya kuldur, yahut Allah'tır. Birincisi batıldır, çünkü kişi, bu şeyleri ancak tabiatı ve karakteri bunlara meylettiği zaman yapar ve işler. Böylece de, aynı soru, bu ikinci meyli kimin meydana getirdiği hususunda da sorulabilir. Bu ise, teselsülü gerektirir. Hem zulme, katı kalpliliğe ve acımasızlığa karşı duyulan aşırı meyil, bir kusurdur, noksanlıktır. Aklı olan kimse, kendisinde bu tür noksanlıkları gerektirecek şeylerin bulunmasına razı olmaz. Bu bâtıl olunca, bu meyil ve arzuyu icad edip var edenin, Allah olduğu sabit olmuş olur."

Azanlara Niçin Servet Veriliyor?

Daha sonra Cübbâî, tefsirinde, kendi aleyhine bir soru irad ederek, şöyle der: Şayet, "Allah, bir taşkınlık olmasına rağmen, kullarından bazılarına rızkını bol bol vermemiş midir?" denilirse, (ne dersin bakalım?)." Cübbâî sorduğu bu soruya da şu şekilde cevap verir: Kendisinde rızkın ve taşkınlığın bulunduğu kimsenin, kendisine o rızık verilse de verilmese de, her halükârda taşkınlık yapacağı onun hal ve durumundan anlaşılmaktadır."

Ben derim ki: Bu cevap bozuktur. Bunun delili ise, hem Kur'ân, hem de akıldır. Kur'ân'a gelince.bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sakın! Çünkü insan, kendisini ihtiyaçtan vareste gördü diye, muhakkak azar.."(Alak,6-7) ayetidir. Cenâb-ı Hak bu ayetinde, zenginliğin, tuğyanın ve taşkınlığın tahakkukuna sebep olacağına, mutlak ve kayıtsız şartsız olarak hükmetmiştir. Akıldan delile gelince, kişinin nefsi, kötülüklere meyleder de, ancak ne var ki, o kötülükleri işlemek için gerekli alet ve vasıtaları bulamazsa, yapacağı kötülük ve şer, o nisbette azalır. Ama, onları ifa etmek için, gerekli alet ve vasıtaları elde eder ise, işleyeceği o kötülük de o nisbette çoğalır. Böylece, mal elde etmenin, tuğyan ve azgınlığa sebebiyet vereceği sabit olmuştur.

Mutlak Eşitlik İmkânsız

Bu mesele, malî imkânın, bir taşkınlığı hangi sebepten dolayı gerektirdiğinin beyânı ve izahı hakkındadır. Alimler bu hususta da, şu izahları yapmışlardır:

1) Allahü teâlâ, rızık bakımından herkesi eşit tutmuş olsaydı, bir kısmının bir kısmına hizmet etmesi imkânsız olurdu. Eğer durum da böyle olsaydı, o zaman alem harap olur, beşerî maslahat ve işler atâlete uğrardı.

2) Bu ayet, özellikle Araplara hastır. Çünkü onlar, her ne zaman, malî bir imkâna kavuşur, iyice ekinlerini kandırıp doyuran yağmuru ve onları doyuran (yaş kuru) sebze ve meyveleri bulduklarında, talan ve yağmalama gibi fiillere yönelir, azarlardı.

3) İnsan karakteri gereği, büyüklenir, büyüklük taslar. Binâenaleyh o, bir zenginlik ve bir iktidar elde ettiğinde, asıl yaratılışının gereği olan şeye dönmüş olur. Ama, bir sıkıntı, bir belâ ve istenmeyen bir durumun içine düştüğünde, inkisarı kalbe düşer mahzunlaşır da, böylece itaate ve tevazu haline döner..

Nüzul Rivayeti

Habbâb Ibnu'l-Eret, "Bu ayet, bizim hakkımızda nazil oldu. Çünkü biz, Kurayza, Nadîr ve Kaynukaoğullarının mallarına gözümüzü diktik ve o malların, bizim olmasını arzuladık" derken, bu ayetin, rızıklarının geniş, bol ve zenginliğini temenni eden ehl-i suffe hakkında nazil olduğu da ileri sürülmüştür.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Fakat o ne mîkdar dilerse, rızkı o kadar) indirir" buyurmuştur. İbn Kesir ve Ebû Amr, fiili şeddesiz olarak (yunzilu), diğerleri şeddeli olarak, (......) şeklinde okumuşlardır. Biz diyoruz tâ: "Ayette geçen (......) kelimesi, "takdir ile" manasınadır. Nitekim Arapça'da (......) denilir.

Hak teâlâ, "Şüphe yok ki O, kullarının her halinden hakkıyla haberdârdır (herşeyi) kemâliyle görendir" buyurmuştur ki bu, "O, insanların hallerini, karakterlerini ve işlerinin akıbetini bilir, buna göre de, maslahatlarına uygun olarak rızıklarını takdir eder" demektir.

Ümitsizlikten Sonra Yağmur

Cenâb-ı Allah, fazla fazla vermenin, dinleri açısından zarar vereceğini bildiği için, onlara ihtiyaçlarından fazlasını vermeyeceğini beyan buyurunca, onların rızka ihtiyaçları olduğunu, kendisinin bu rızkı onlara vermemezlik etmeyeceğini beyan ederek "O, (insanlar) ümitlerini kestikten sonra, yağmuru indirmekte olandır" buyurmuştur. Nâfî, İbn Âmir ve Âsim, fiili, şeddeli olarak yunezzilu; diğerleri, şeddesiz olarak yunzilu şeklinde okumuşlardır. Keşşaf sahibi, diğer fiilin, nûnun fethası ve kesresiyle, veşekillerinde okunduğunu söylemiştir. Ümid kesildikten sonra yağmuru yağdırmak, insanları daha fazla şükre sevkedicidir. Çünkü bir belaya uğradıktan sonra, ilgili nimeti elde etmekten duyulacak sevinç, daha tam ve mükemmel olur. Böylece o nimete ulaşanın, buna şükretmesi daha fazla olur.

Allahü teâlâ, "O, rahmetini yayar" buyurmuştur ki bu, "Allah rahmetini, yani, bereketli yağmurları, onun sağladığı menfaatleri ve sayesinde bolluk ile bereketin olduğu şeyleri yayar, bolca verir" demektir.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre, kendisine, "Kıtlık had safhaya vardı. İnsanlar artık ümitsizliğe düştü" denildiğinde o, bu ayeti kastederek, "İşte şimdi yağmura kavuşurlar" demiştir. Allahü teâlâ'nın, bu beyanı ile, bütün herşey hakkındaki o bol rahmetini murad etmiş olması da mümkündür. Buna göre sanki "O, yağmur demek olan rahmetini indirir ve diğer rahmet çeşitlerini yaygın olarak verir. "Cenâb-ı Allah "O hakîkî yârdır ve her hamde lâyık olandır" buyurmuştur. "Velî", kullarına lutfetmeyi üstlenen; "hamid" ise, mahlûkatına her türlü rahmetini ulaştırdığı için, hamde layık olan demektir.

Gökler, Yer, Canlıların Delili

Daha sonra Cenâb-ı Hak, ulûhiyyetine delâlet eden bir başka ayetini getirerek, "Göklerin, yerin ve bunların içinde yayıp ürettiği canlıların yaratılışı da O'nun ayetlerindendir" buyurmuştur. Şimdi diyoruz ki: Göklerin ve yerin yaratılışının, hikmetli bir tanrının varlığına delil oluşunu daha önce anlatmıştık. Canlıların varlığının, hikmetli bir ilahın varlığına delil oluşu da böyledir. Buna göre eğer, dâbbe (canlı) lafzı, melekler hakkında nasıl kullanılabilir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir:

1) Fiil, her nekadar onu onlardan birisi yapsa bile, bazan bir topluluğa nisbet edilir. Nitekim Arapça'da mesela, bu fiili içlerinden sadece biri yaptığı halde, "Falancaoğulları şöyle şöyle yaptı" denilir ki "O iki (denizden) inci ve mercan çıkar" (Rahman. 22) ayeti de böyledir.

2) "Debîb" hareket demektir. Melekler için de hareket söz konusudur.

3) Şöyle de denebilir: Allahü teâlâ, göklerde, tıpkı insanların yeryüzünde yürüyüp gezdikleri gibi yürüyen çeşitli canlılar yaratmıştır.

Dilediği Zaman Mahşerde Toplar

Daha sonra Hak teâlâ, "O, bütün bunları toplamaya da dileyeceği zaman hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Keşşaf sahibi şöyle der: İzâ edatı mazi fiilin başına geldiği gibi, muzarî fiilin de başına gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, (Leyl, 1) buyurmuştur. Bu ayetteki ifadesi de böyledir. Bu ifadenin anlatmak istediği şey, Cenâb-ı Hakk'ın, bütün bunları ayrı ayrı yaratmasının, bir acziyyetten ötürü değil, maslahattan (hikmetten) ötürü oluşunu beyân etmektir. İşte bundan dolayı, "O, bütün bunları toplamaya da, dileyeceği zaman hakkıyla kadirdir.." Yani, "haşri ve hesabı birlikte yapmaya kadirdir" buyurmuştur. Bu toplamanın maksadı, hesaba çekmek olduğu için, dememiş, (bunları toplamaya) buyurmuştur. Buna göre sanki, "dilediğimde akıllı varlıkları biraraya getirmeye kadirim" demek istemiştir.

Mescit Hakkında Cübbâî'nin Dergahı

Cübbâi, Hak teâlâ'nın meşîetinin (iradesinin) muhdes (sonradan meydana gelme) olduğuna, ayetteki "dileyeceği zaman" ifadesini delil getirerek şöyle der: "İzâ kelimesi, zarf-ı zamandır. "Dileyeceği..." kelimesi ise, muzarî (gelecek zaman) kalıbıdır. Binâenaleyh eğer, Allah'ın meşîeti kadîm (ezeli) olsaydı, bu meşieti, gelecek zaman ile ilgili belli bir vakte nisbet etmesinin bir manası olmazdı. Ayetteki bu ifade, böyle bir nisbete delâlet edince, Hak teâlâ'nın meşîetinin muhdes olduğunu anlıyoruz." Buna şu şekilde cevap verebiliriz: "Bu iki kelime, meşîete (Allah'ın meşietine) dahil oldukları gibi, "kadir" lafzına yani, Allah'ın kudretine de dâhil olmuş olurlar. O zaman buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin de muhdes (sonradan) olması gerekir. Bu söz konusu olamayacağına göre, aynı durum Cübbâî'nin ileri sürdüğü husus için de geçerli olur. Daha sonra Hak teâlâ, "Size çarpan her musibet, kendi ellerinizin işleyip kazandığı günahlar yüzündendir" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Nâfî ve İbn Âmir, "fâ"sız olarak (......) şeklinde okumuşlardır ki bu, Şâm ve Medine mushaflarında da böyledir. Diğer kıraat imamları da fâ ile okumuşlardır ve bu onların mushaflarında böyle fâ iledir. Birinci okuyuşa göre ifadenin başındaki mâ, (......) manasında mübteda, (......) ifadesi ise onun haberidir. Buna göre mana, "Sizin başınıza gelen şeyler, ellerinizin kazandığı (günahlar) yüzünden olmuştur" şeklindedir. İkinci kıraata göre ise, baştaki mâ, şart manası taşımıştır.

Musibetten Maksad

Bu musibetler ile, ağrılar, acılar, hastalıklar, kıtlıklar, boğulmalar, yıldırım çarpması ve benzeri hoşa gitmeyen herşey kastedilmiştir. Alimler, ağrı, sızı ve benzeri, bu şeylerin, daha önce işlenmiş birtakım günahlara karşılık verilmiş bir ceza olup, olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir:

Bazıları, şu sebeplerden ötürü bunun böyle olduğunu kabul etmemişlerdir:

a) Cenâb-ı Hak, "Bugün, her nefis, kazandığına (yaptığına) göre cezalandırılır" (Mu'min, 17) buyurmuş ve bu cezanın Kıyamet gününde olacağını beyan buyurmuştur. Yine, Fatiha Sûresi'nde "O, din gününün (Kıyametin) sahibidir" buyurmuştur. Âlimler bununla, Kıyamet gününün kastedildiği hususunda müttefiktirler.

b) Dünyadaki musibetler konusunda, zındık da, sıddîk da ortaktırlar. Böyle olan şeyin ise, daha önce işlenmiş günahlara bir ceza olarak verildiğini kabul etmek imansızdır. Aksine istikra (derinlemesine araştırma), bu musibetlerin, günahkârlardan daha ziyade, sâlih ve muttakilerin başına geldiğini göstermektedir. İşte bundan ötürü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Bela ve musibetler öncelikle peygamberlere, sonra velilere, sonra derece derece daha aşağı olanlara verilmiştir" Benzeri hadis; Buhâri, Marda ve Tıb, 3.buyurmuştur.

c) Dünya, mükellefiyet yurdudur. Binâenaleyh eğer işlenen günahlara burada karşılık verilmiş olsaydı, o zaman dünya aynı anda, hem mükellefiyet, hem de ceza yurdu olmuş olurdu.

Günahlara [Musibetler Birer Cezadır]

Bu tür belâ ve musibetlerin işlenmiş günahlara karşılık birer ceza olduğunu söyleyenler de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilen şu hadis-i şerife tutunmuşlardır: "İnsanoğluna bir ağaç çiziği (diken batması) veya benzeri (küçük) bir şey (bile), ancak onun günahı sebebiyle isabet eder." Müsned, 6/261 (Benzeri Hadis). Hadis, bu manada bir başka lafızla da rivayet edilmiştir. Bu görüşte olanlar, hem tefsir ettiğimiz ayete, hem de, "Yahudilerden kaynaklanan bir zulüm sebebiyledir ki, helâl ve hoş şeyleri onlara haram kıldık" (Nisa, 160) ayetine tutunmuşlardır. Bu görüşte olanlar yine, tefsir ettiğimiz ayetin peşisıra gelen, "Kazandıkları (günahlar) yüzünden, onları helak eder" (şûra, 34) ayetini de delil getirirler. Bu ayet, o helakin, insanların yaptıkları şeyler yüzünden olduğu hususunda açık bir ifadedir. Birinci görüşü benimseyenler, bunların bu ayeti delil getirmelerine karşılık şöyle derler: "Bu tür musibetlerin meydana gelmesi, peygamberler ve veliler hakkında olduğu gibi, bir ceza kabilinden olmayıp, mükellefiyette imtihan etme kabilindendir. Buna göre, "kendi ellerinin işleyip kazandığı (günahlar) yüzünden..." ifadesi, "Sizler bunları işlediğinizde, en uygun düşen, bu musibetlerin size verilmesidir" manasına gelmiş olur. Diğer delillere verilecek cevab da böyledir. Allah en iyi bilendir.

Tenasüh İddiası

Hem tenâsühcüler (ruhların bir bedenden başka bir bedene geçtiğini savunanlar), hem de, "Çocuklar ve hayvanlar acı duymazlar (ceza görmezler)" diyenler, "Bu ayet, musibet ve belaların ancak daha önce işlenmiş suçlardan ötürü insanların başına geldiğine delâlet etmektedir" diyerek istidlal ederler. Daha sonra tenâsühcüler, "Fakat bu musibet ve belalar çocuklar ve hayvanlar için de söz konusudur. Binâenaleyh bunların, eskiden işlenmiş günahlardan ötürü meydana gelmiş olması gerekir" demişlerdir. Çocuklar ve hayvanlar için acı duymanın söz konusu olmadığını savunanlar ise şöyle demişlerdir: "Bu çocuk ve hayvanların, başka bir bedende olmadıkları sabittir. Çünkü tenasüh görüşü yanlıştır. Binâenaleyh çocukların ve hayvanların acı duymayacaklarına kesin olarak hükmetmek gerekir. Çünkü elem ve acı bir musibettir." Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Ayetteki, "Size çarpan her musibet, kendi ellerinizin işleyip kazandığı (günahlar) yüzündendir" cümlesi, anlayan ve akledebilenler için bir hitabtır. Binâenaleyh bu ifadeye, hayvanlar ile çocuklar girmez. Üstelik Allahü teâlâ da, "Canlılara isabet eden her musibet, daha önceden işlenmiş bir günahtan ötürüdür" buyurmamıştır. Allah en iyi bilendir.

Müteşabihler

Ayetteki, "ellerinizin işleyip kazandığı (günahlar) yüzün- dendir" ifadesi, kesbin (kazanılan şeyin), "el"e nisbet edilmesini gerektirir. Halbuki "kesb", el ile değil, elde bulunan kudret sayesinde olur. Halbuki burada "el" kelimesiyle kastedilen, kudret olup ve böyle bir mecaz da yaygın olarak kullanıldığı için, Cenâb-ı Hak için kullanılmış olan "el" lafzını, Allah'ı uzuvlardan ve parçalardan tenzih edebilmek için, "kudret" manasına hamletmek gerekir. Allah en iyi bilendir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Birçoğunu da affeder" buyurmuştur ki bu, "Allah, pek çok musibet ve belayı, kendi fazlı ve rahmeti ile yürürlüğe koymaz" demektir.

Hasan el-Basrî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Şiddetli ağrı içinde kıvranan İmran b. Husayn'ın yanına gittik. Ona, "Senin bu haline üzülüyoruz" denildi. O, "Böyle yapmayın. Çünkü Allah'a yemin olsun ki, onun sevip verdiği şeyleri ben de severim" ve bu ayeti okuyup, "İşte bu (acı), benim ellerimin kazandığı şeyler yüzündendir. Bana, Rabbimin affı ulaşacaktır" dedi."

Ebû Sahle, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu ayeti okuyarak şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah, bir kere affettiği bir şeyi ahirette yeniden söz konusu etmeyecek kadar yüce ve kerîmdir. Yine Allah dünyada iken cezalandırdığı bir suça karşı, ahirette tekrar azab etmeyecek kadar kerimdir." Aynı manada başka hadis için bkz. Tirmizi, İman 11 (5/16). Bunu Vahidî, el-Bâsît'inde zikrederek, "Durum böyle olduğuna göre, Allah'ın kitabındaki en ümit verici ayet budur. Çünkü Allahü teâlâ, mü'minin günahlarını ikiye ayırmış. Onların bir kısmını, dünyada iken insana verdiği belâ ve musibetlerle affedip silmiş, bir kısmını da yine dünyada iken, belâ bile vermeden atfetmiştir. Allahü teâlâ ise, affından dönmeyen bir kerimdir. Bu, Allah'ın mü'minlere karşı davranış metodu (sünnetullahı)dır. Kâfirlere gelince, onlar Kıyamet günü, Rableri ile yüz yüze gelinceye kadar, Allah onların günahlarının cezasını vermez, bu hususta acele etmez.

Daha sonra Allahü teâlâ, "Siz yeryüzünde Allah'ı âciz bırakabilecekler değilsiniz" buyurmuştur ki bu, "Ey müşrikler topluluğu sizler, yeryüzünde beni âciz bırakamazsınız. Nerede olursanız olunuz, beni âciz bırakamaz ve yerde, kaçıp saklanarak, beni aşıp elimden kurtulamazsınız" demektir. "Sizin, Allah'dan başka ne bir haminiz, ne de bir yardımcınız vardır." Bununla da putlara ibadet edenler kastedilmiştir. Cenâb-ı Hak, böylece, putlara ibadette asla bir fayda bulunmadığını beyân etmiştir. Gerçek nasîr (yardımcı), Allahü teâlâ'dır. Binâenaleyh hiç şüphesiz O, kendisine ibadet edilmesi güzel ve yerinde olan bir zattır.

Allah'ın Ayetleri ve Mü'minler

32

Âyetin tefsiri için bak:39

33

Âyetin tefsiri için bak:39

34

Âyetin tefsiri için bak:39

35

Âyetin tefsiri için bak:39

36

Âyetin tefsiri için bak:39

37

Âyetin tefsiri için bak:39

38

Âyetin tefsiri için bak:39

39

"Denizde, dağlar gibi akıp giden gemiler de O'nun ayetlerindendir. Eğer O dilerse, rüzgârı durdurur da, (o gemiler) denizin üstünde kalıverirler. Şüphesiz bunda, çok sabreden ve şükreden herkes için kesin ayetler vardır. Yahut kazandıkları (işledikleri) şeyler yüzünden insanları helak eder, bir çoğunu da bağışlar. Ayetlerimiz hakkında mücadele etmekte olanlar, kendileri için kaçacakları hiçbir yer olmadığını bilsinler. Size verilen şey, dünya hayatının (geçici) birer faydasıdır. Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha devamlıdır. İman edip, ancak Rablerine tevekkül etmekte, büyük günahlardan ve fahiş kötülüklerden kaçınmakta, öfkelendikleri zaman bağışlamakta olanlara, Rablerine icabet edenlere, namazlarını dosdoğru kılanlara -ki bunlar işlerini aralarındaki müşavere ile yaparlar-, rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak edenlere ve kendilerine karşı bir zulüm ve taşkınlık yapıldığı zaman, biribirine destek ve yardımcı olanlara mahsustur (bu sevaplar)".

Farklı Kıraatler

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Nâfî ve Ebû Amr, hem vasıl hem de vaktf halinde, yâ ile, (......) şeklinde okumuşlardır. Binâenaleyh okuyuşta yâ'nın gösterilmesi, kelimenin aslı üzere okunuşundan ötürüdür, hazfı ise, kolaylık olsun içindir.

Gemilerdeki Nimet

Cevâr kelimesi "Akıp giden gemiler" takdirindedir. Anlaşılmasında bir karışıklık olmadığı için, mevsûf durumunda olan "sütün" (gemiler) kelimesi hazfedilmiştir.

Üçüncü Mesele

Bil ki Allahü teâlâ, rüzgâr estiğinde, suyun yüzünde hareket eden o koca koca gemiler) de, ayetlerinden (delillerinden) biri olarak zikretmiştir. Yine bil ki bundan bahsedişinin maksadı şu iki şeydir:

a) Bununla, kadir ve hakim bir zatın varlığına istidlal edilmesi,

b) Allah'ın, kulları üzerindeki büyük nimetlerinin farkedilmesi...

Birincisi: Alimler, ayetteki "a'lâm" kelimesi ile dağların kastedildiğinde ittifak etmişlerdir. Şâire Hansa, kardeşine yaktığı ağıtta, ""Kardeşim Sahr, Öncülerin kendisine uydukları bir öncü İdi. Âdeta o, başında ateş bulunan bir dağ idi."

Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu kasidenin okunmasını istemiş, râvî bu beyte gelince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Bakın şu kadındaki belagata: Kardeşini dağa benzetmekle yetinmedi de bir de da onun tepesine ışık yerleştirdi!" buyurmuştur. Bunu iyice anladığına göre, şimdi diyoruz ki: Dağ gibi olan bu koca koca gemiler, rüzgâr estiğinde, en hızlı bir şekilde denizin yüzünde gidiyor; rüzgâr dindiğinde ise, kalıveriyorlar. Nahl Sûresi'nde, rüzgârları hareket ettiren ve durduranın Allahü teâlâ olduğunu delillerle açıklamıştık. Çünkü hiçbir insan, onları ne harekete, ne durdurmaya kadir değildir. Bu durum ise, kadir bir ilâhın varlığına delâlet eder. Hem sonra bu gemiler alabildiğine ağırdırlar. Buna rağmen suyun üstünde batmadan durmaktadırlar. Bu da ayrı bir delildir.

İkincisi: Bu, bunlardaki büyük faydaların farkedilip anlaşılmalıdır. Allahü teâlâ, yeryüzünün herbir mıntıkasına, faydalanılacak değişik şeyler vermiştir, işte bu gemiler sayesinde, bir mıntıkada bulunan fayda ve hususiyetler, diğer bir mıntıkaya; o mıntıkadakiler de bu mıntıkaya taşınınca, ticaret yoluyla büyük faydalar sağlanmış olur. İşte bu sebeplerden ötürü, Cenâb-ı Hak, gemilerin bu özelliğine de işaret etmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Eğer O dilerse, rüzgârı durdurur da, (o gemiler) denizin üstünde kalıverirler" buyurmuştur. Ebû Amr ve birçok kıraat imamı, hemze ile fiili (......) şeklinde okumuşlardır. Çünkü hemzenin sükûnu, fiilin meczûm oluşunun alâmetidir. Vers'in rivayetine göre Nâfî bunu hemzesiz olarak okumuştur. Yine sadece Nâfî, rîh'i cemî olarak riyâh okumuştur. Diğerleri müfred olarak okumuşlardır. Keşşaf sahibi, hem yazıllu hem de yazallu tarzında, bu fiilin lâm'ın fethası ve kesresiyle okunduğunu söyler. Ayetteki, "revâkid" kelimesi "revâtib" (durgun ve hareketsiz olan şeyler) manasında olup, "o gemiler, suyun üstünde hareketsiz öylece dururlar" demektir.

Mü'mine Yakışan Tavır

Cenâb-ı Allah, yani, "Bütün bunlarda, Allah'ın belâlarına sabredip, nimetlerine şükredenler için ayetler (deliller) vardır" buyurmuştur. Bunun anlatmak istediği, mü'minin Allah'ı bildiren delillerden asla ve kat'â gafil olmaması gerektiğine dikkat çekmektir. Çünkü mü'min olan, mutlaka yâ belâ ve musibetler içinde, yahut da nimetler içindedir. Eğer bir belâya dûçâr ise, sabreder; nimet içinde ise şükreder. Böyle olunca da o, asla gafillerden olmamış olur.

Daha sonra Allahü teâlâ, "Yahut kazandıkları (işler) şeyler yüzünden (Allah), insanları helak eder" buyurmuştur. Arapça'da, "helak etti" manasında fiili kullanılır. Yine, "Günahları onu helak etti, mahvetti" manasında, günahkâr kimse hakkında, denilir. Buna göre mana, "Allah isterse, denizde yolculuk edenleri şu iki belaya dûçâr kılabilir. Ya rüzgârları dindirir, böylece gemiler, denizin üstünde durgun-hareketsiz kalıverir. Yahut da rüzgârları, kasırga ve fırtınaya çevirir. Böylece gemiler batar, yolcuları boğulurlar" şeklinde olur. Bu durumda, ayetteki ifadesi, fiiline atfedilmiş olur. Çünkü ayetin takdirî manası, "Eğer Allah dilerse rüzgârları dindirir, böylece gemiler kalıverir. Yahut da o rüzgârları kasırga biçiminde estirir, böylece de gemiler batar" şeklinde olur.

Hak teâlâ, "Birçoğunu da bağışlar" buyurmuştur ki bu da, "Allah isterse, bir kısmını helak eder; bir kısmını da affetmek suretiyle kurtuluşa erdirir" demektir. Buna göre eğer, "Aynen kendisi gibi meczûm kılınarak, fiilinin, fiili hükmünde sayılmasının sebebi nedir?" denilirse biz deriz ki: Bu, "Eğer Allah isterse, bir kısmını helak eder, bir kısmını da affetmek suretiyle kurtarır" demektir. Ama bu kelimeyi, vâv ile (......) şeklinde okuyanlara göre, bu kelime ile yeni bir cümle başlamaktadır.

Ayetlere Karşı Çıkanlar Kaçamazlar

Daha sonra Cenâb-ı Allah "Ayetlerimiz hakkında mücâdele etmekte olanlar, kendileri için kaçacakları hiçbir yer olmadığını bilsinler" buyurmuştur. Nafi ve İbn Âmir, müste'nef (yeni başlayan) bir cümle olarak, fiili ref ile (ötüreli) okurlarken; diğer kıraat imamları nasb ile (......) şeklinde okumuşlardır. Binâenaleyh ref ile okunması müste'nef oluşundan ötürüdür. Nasb ile okunması ise, mahzûf bir illete (sebebe) affedilmesinden ötürüdür ve takdiri, "Allah onlardan intikam alsın ve onlar da şunu bilsinler için..." şeklindedir. Mahzuf bir illete atıfta bulunmak ise, Kur'ân'da, nadir olan şeylerden değildir.

Meselâ, Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü biz onu insanlara bir ayet ve bizden bir rahmet kılacağız" (Meryem, 21) ve "Allah, gökleri ve yeri adaletle ve gerçek bir gaye ile ve herkesin kazandığı ne ise, ... onunla mukabele edilmesi için yaratmıştır"(Casiye,22) ayetleri böyledir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Kim, meczum olarak (......) şeklinde okursa, bu kimse adeta, "Eğer Allah dilerse, şu üç şeyi, yani, birtakım kimseleri helak etmeyi, birtakım kimseleri kurtarmayı) ve birtakım kimseleri de sakındırmayı birlikte yapar.." demiş olur. Bunu iyice kavradığına göre şimdi biz diyoruz ki: Ayetin manası, "o yalanlamaya dalarak çekişen kimseler, gemiler durduğunda ve rüzgârlar kasırga biçiminde estiğinde, kendileri için bir kurtuluş ve çarenin olmadığını bilmeleri ve böylece de bu, onların Allah'tan başka, fayda ve zararı dokunan bir ilâhın olmadığını itiraf etmelerine sebep ve vesile olması içindir.." şeklinde olur.

Dünya Zevklerinin önemsizliği

Bil ki Allahü teâlâ, kendisinin birliğinin delillerini getirince bunun peşinden, dünya hayatının mahiyeti ve önemsizliğini beyan eden ifadelere yer vermiştir. Çünkü bu delilleri kabulden alıkoyan şey, riyaset ve makam elde etme duygusu sebebiyle, dünyaya duyulan arzu ve istektir. Binâenaleyh dünya, kişinin gözünde önemsizleştiğinde, kişi dünyaya iltifat etmeyecek ve böylece de, delillerden yararlanmış olacaktır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Size verilen şey, dünya hayatının (geçici) birer taydaşıdır" buyurmuştur. Allahü teâlâ, dünyanın değersizliğine ve önemsizliğine dikkat çekmek için, onu, "metâ-bir geçimlik" olarak isimlendirmiştir. Nitekim duyular da, dünya ile İlgili olan her şeyin, çok çabuk ve hızlı bir biçimde sona erip son bulduğunu görüp müşahede etmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha devamhdır" buyurmuştur ki, bu, "Dünyevî arzu ve istekler, sonlu olan kıymetsiz şeylerdir.." demektir. Allah bu tür şeylerin değersizliğine, onlara "metâ-geçimlik" adını vermekle; sona erdiklerine de, onları "dünya"dan addetmek suretiyle dikkat çekmiştir. Ahiret ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Halbuki, aklın sarîh delâleti, hayırlı ve sürekli olanı, fanî ve kıymetsiz olana tercih etmeyi gerektirir.

Saîdlerin Sıfatları

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu hayırlı olan şeyin, kendisinde şu nitelikler bulunan kimseler için tahakkuk edeceğini beyân buyurmuştur.

1- İman

Birinci Sıfat: Bu kimsenin, mü'minlerden olması.. Bunun böyle olduğunun delili Cenâb-ı Hakk'ın "iman edip..." ifadesidir.

2- Tevekkül

İkinci Sıfat: Bu kimsenin, Allah'ın tütfuna ve fadlına tevekkül edip güvenenlerden olması.. Bunun böyle oluşunun delili ancak Rablerine tevekkül de etmekte..." ifadesidir. Ama, "Taat"ın, mükâfaatı gerektirdiğini, dolayısıyla kişinin Allah'a değil, bizzat yaptığı amele tevekkül ettiğini, güvendiğini" iddia edenlere gelince, böyle olan kimse, bu ayetin muhtevasına girmez.

3- öfkeyi Yenme

Üçüncü Sıfat: Bu kimselerin, büyük günahlar ile hayasızlıklardan uzak olmuş olmaları.. Ibn Abbas'tan, ayetteki (......) ifadesinin manasının, "Allah'a ortak koşma, şirk" olduğu rivayet edilmiştir. Ki bunu, Keşşaf sahibi nakletmiştir. Ama, bu bence akıldan uzak bir görüştür. Çünkü imanın şartı, daha önce zikredilmişti... Ki bu zaten müşrik olmamayı gerektirir.. Ayetteki bu ifadeyle bid'atler ve şüpheler ortaya atma ile ilgili olan şeylerin; "fevahiş" ifadesiyle, şehevî kuvvetlere alâkalı olan şeylerin ve "öfkelendikleri zaman bağışlamakta olanlar..." ifadesiyle de, gazabla alâkalı olan şeylerin kastedildiği de ileri sürülmüştür. Cenâb-ı Hak, "gufran" lafzıyla beraber, özellikle "gadab" kelimesini zikretmiştir. Çünkü "gazab", ateş karakterindedir. Ona galib gelmek İse, zor, çetin ve ona karşı durmak da meşakkatlidir. İşte bundan dolayı, gufran kelimesini zikretmiştir. Allah en iyisini bilendir.

4- Rabbe İcabet ve Şûra

Dördüncü Sıfat: "Rablerine icabet edenlere..." ayetinin ifâde ettiği husus olup, bununla, tam ve mükemmel manada teslimiyet kastedilmiştir. Buna göre şayet karşı taraf, "Allah bu hususta imanı şart koşunca, iman'ın içine Allah'a icabet etme de girmiş olmaz mı?" derlerse, biz deriz ki: Bence doğruya en yakın olan, bu ifâdenin, samimi bir kalble Allah'ın kaderine razı olunması ve kişinin kalbinde, herhangi bir şey hakkında herhangi bir mücadele duygusunun yer almaması, manasına alınmasıdır.

Cenâb-ı Hak bu şartı da beyan edince, "Namazlarını dosdoğru kılanlara..." buyurmuştur ki, bununla da, farz namazlar kastedilmiştir. Çünkü mükâfaatın tahakkuk etmesinin şartı budur.

Ayet-i kerimedeki "ki bunlar İşlerini aralarındaki müşavere ile yaparlar" cümlesine gelince, bu, "onların arasında bir hâdise meydana geldiğinde, bir araya gelir ve karşılıklı meşverette bulunurlar" demektir ki, Allah, böyle davrananları övmüştür. Yani, "Onlar kendi başlarına hareket etmez. Hatta, anlaşamadıkları sürece, o işi yapmazlar" demektir. Hasan el-Basri'nin, "Müşavere eden her topluluk, yapacakları işin en doğrusuna ulaşırlar" dediği rivayet edilmiştir. eş-Şûra, tıpkı "el-fütya" kelimesi gibi, "karşılıklı müşavere etmek" anlamında bir masdardır. Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinin manası, "işleri, müşavereli, meşveretidir" şeklindedir.

5- Tecavüze Mukabele

Beşinci Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, "ve kendilerine zulüm ve taşkınlık yapıldığı zaman, biribirine destek ve yardımcı olanlara..." ayetinin ifade ettiği husus olup bu, "onlar, zalimin zulmüne, birlikte karşı koyma hususunda, Allahü teâlâ'nın kendilerine tanıdığı çizgide hareket eder, onun dışına çıkmazlar" demektir. Nahai'nin bu ayeti okuduğunda şöyle deyip açıkladığı nakledilir: "Sahabe-i kiram, kendini bilmezlerin yüz bulup da kendilerine hücuma fırsat verecek şekilde kendi nefislerini zelil kılmalarını kerîh görürlerdi."

Af Konusundaki İşkâl

İmdi, şayet "Bu ayet, şu iki sebepten dolayı bir işkâl arzeder:

1) Cenâb-ı Hak daha önce, "öfkelendikleri zaman bağışlamakta olanlar.." buyurunca, daha nasıl bununla beraber, buna adeta zıt gibi olan, "ve kendilerine karşı bir zulüm ve tecavüz yapıldığı zaman, biribirine destek ve yardıma olanlara..." ifadesini zikretmesi uygun düşer?

2) (İlgili) bütün ayetler, affetmenin daha güzel olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "ve affetmeniz takvaya daha yakındır" (Bakara, 237), "boş ve kötü lakırdıya rastladıkları vakit, şerefli (insanlar) olarak geçerler.." (Furkan. 72), "Sen kolaylığı tut, iyiliği emret. Cahillerden yüz çevir.." (Araf, 199) ve "Eğer herhangi bir ceza ile mukabele edecek olursanız, ancak size reva görülen ukubetin misillemesiyle ceza yapın. Sabrederseniz, andolsun ki bu, tahammül edenler için elbet daha hayırlıdır" (Nahl, 126) buyurmuştur ki, işte bütün bu ayetler, mevzûbahs ayetin manasına zıt olurlar.

Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Affetmek iki şekilde olur:

a) Affın, fitnenin, suçlunun, suçunun yatışmasına ve onun suçundan vazgeçmesine bir vesile olması..

b) Yapılacak affın, suçlunun suçunun artmasına; öfke ve kininin kuvvetlenmesine sebep olması.. İşte, af konusunda varid olan mezkûr ayetler, birinci kısımdandır. Bu ayet ise, İkinci kısım affı ifâde etmektedir. (Kötülüğü artıracak affa yer yoktur.) Böylece, var gibi görünen böyle bir tezat, ortadan kalkmış olur. Allah en iyisini bilendir. Baksana, suçunda ısrar edeni affetmek, hem onu hem de başkalarını suça teşvik gibi olmuş olur. Binâenaleyh bir kimse, kölesini cariyesi ile ısrarlı bir biçimde zina ettiğini bitse de, şayet onu affetse, bu mazmûm olur, kınanır. Rivayet olunduğuna göre, Zeyneb Hazret-i Aişe'ye yöneldi de, ona hakaret etti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, Hazret-i Zeynebi bundan men etti, ama o bundan vazgeçmedi. Bunun Üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Aişe'ye: 'İşte sana fırsat, hakkım almaya çalış?" buyurdu. Hem Allahü teâlâ, intikam almaya teşvik etmemiş, tam aksine bunun, sadece meşru olduğunu beyan buyurmuş, daha sonra bunun meşru oluşunun, mümasele (misli ile mukabele) şartına bağlı olduğunu açıklamış, daha sonra da,"... Fakat kim affeder, barışı sağlarsa mükâfaatı Allah'a aittir" (Şûra. 30) ifadesiyle, afvetmenin daha evlâ olduğunu beyan buyurmuştur. Binâenaleyh, mezkûr soru, böylece zail olmuş olur. Allah en iyisini bilendir.

Hak Esasını Kabul

40

Âyetin tefsiri için bak:46

41

Âyetin tefsiri için bak:46

42

Âyetin tefsiri için bak:46

43

Âyetin tefsiri için bak:46

44

Âyetin tefsiri için bak:46

45

Âyetin tefsiri için bak:46

46

"Kötülüğün karşılığı, ona denk bir kötülüktür. Fakat kim affeder ve durumunu düzeltirse onun ecri Allah'a aittir. Şüphe yok ki O, zalimleri asla sevmez. Kim kendisine, (yapılan) zulmün ardından hakkını alırsa, bunlar aleyhinde bir yol yoktur. O yol ancak, insanlara zulmetmekte, yeryüzünde haksız olarak teğallübe kalkışmakta olanlara karşıdır. İşte bunlar (yok mu), bunların hakkı, pek acıklı bir azâbtır Bununla beraber kim sabreder, bağışlarsa, işte bu, şüphesiz ve elbet azmolunacak işler cümlesindendir. Allah, kimi şaşırtırsa, bundan sonra onun hiçbir hâmîsi yoktur. O zalimleri göreceksin ki, onlar azabı gördükleri zaman, "(Dünyaya) geri dönmenin bir yolu var mı?" diyeceklerdir. Onların, (ateşe) arzolunurlarken, zilletten boyunlarını büke büke göz ucuyla (nasıl) bakacaklarını göreceksin. Îman etmiş olanlar şöyle diyeceklerdir: "Gerçekten hüsrana düşenler, Kıyamet günü kendilerini de, taraftarlarını da hüsrana uğratanlardır." Gözünüzü açın ki, zalimler, muhakkak sürekli bir azâb içindedirler. Onların Allah'tan başka, kendilerine yardım edecek hiçbir dostları yoktur. Allah, kimi sapıklıkta bırakırsa, ona hiçbir yol bulunamaz!

Bil ki Allahü teâlâ, "Ve kendilerine karşı bir zulüm ve taşkınlık yapıldığı zaman, birbirine destek ve yardımcı olanlar..." (şura, 39) buyurunca, bunun peşinden, bu intikam almanın, misli ve dengi bir biçimde olması şartı ile kayıtlı olması gerektiğine delâlet eden şeyi getirmiştir. Çünkü, noksan yapma da, fazla yapma da, bu konuda bir zulüm; ama misli ile karşılık ise, adalettir. Ki, işte bu adalet sayesinde, yerler ve gökler ayakta durmaktadır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Kötülüğün karsağı, ona denk bir kötülüktür" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Mukabeleye "Seyyie" Denilmesinin İzahı

Bir kimse, "Yapılan kötülüğe karşılık vermek meşrudur ve müsaade edilmiştir. Binâenaleyh, buna daha nasıl, "seyyie-kötülük" ismi verilmiştir" diyebilir. Keşşaf sahibi buna şu şekilde cevap vermiştir: "Her İki fiil de, yani ilk fiil ve ona verilen karşılık da, kötülüktür. Zira isabet ettiği kimseyi üzmüştür. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer onlara bir "seyyie" isabet ederse, "Bu, sendendir" derler" (Nisa, 78) ayetinde, onları sıkan musibet ve belaları kastetmiştir. Başkaları da bu hususu şöyle cevaplamıştır: Cenâb-ı Hak, bu iki şeyden birini mecazî manada; diğerini mukabilinde getirince, bunlardan birinin ismini diğeri için de kullanmıştır. Ama doğru olan, Keşşaf sahibinin yaptığı açıklamadır.

İkinci Mesele

Bu ayet, fıkıh İlminde, büyük bir temel teşkil eden bir ayettir. Çünkü bu ayetin muktezâsı, her suça dengi ile mukabelede bulunmayı gerektirir. Bu böyledir, zira hakları zayi etmek, şer ve düşmanlık kapılarının açılmasına müncer olur. Çünkü, herkesin tabiatında ve yapısında, zulmetme, taşkınlık yapma ve düşman olma duyguları vardır. İnsan, bunlardan men olunmazsa, bunları yapmaya yellenir ve bunların peşini bırakmaz. İşlenen suçun miktarından fazla bir mukabelede bulunmak da zulümdür. Halbuki, seri hükümler ve şeriat, zulmetmekten münezzeh ve beridirler. Binaenaleyh, geriye ancak, işlenen suça, misliyle mukabelede bulunmak kalır. Hem sonra bu nass, diğer şu ve benzeri nasslarla da desteklenir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Eğer herhangi bir ceza ile mukabele edecek olursanız, ancak size reva görülen ukubetin misillemesiyle ceza yapın..." (Nahl, 126), "Kim bir kötülük işlerse, ona, bunun benzerinden başkasıyla karşılık verilmez" (Mû'min, 30), "... Maktuller hakkında size kısas yazıldı... "(Bakara, 178) -halbuki kısas, eşitlik ve denklikten ibarettir-, "... Yaralar birbirine kısastır..." (Maide, 35) ve "Kısasta sizin için bir hayat vardır" (Bakara, 179) buyurmuştur. Binâenaleyh, bütün bu nasslar, bir şeye misliyle mukabele etmeyi gerektirmektedir. Burada şöyle bir incelik de vardır: Hakkı tam olarak almak, ancak, fazlayı tam yapmakla mümkün olunca, burada, suçluya fazla zarar verme ile, kendisine karşı suç işlenilen kimseyi, hakkını tam almaktan men etme arasında bir tearuz ve çelişki meydana gelir. Binâenaleyh, bu ikisinden hangisi daha evlâdır? İşte burası, müstenitlerin içtihatlarının mahalli olup, bu, durumlarının değişmesine göre değişir.

Bu temel kaideye, geriye kalanlara dikkat çekme bakımından, bazı meseleler dayanır:

Müslim'in Kâfire Bedel Kısası'ı

Birinci Misâl: Şafiî (r.h), müslüman kimsenin, zimmîye mukabil; hür kimsenin de, köleye mukabil (Öldürülemeyeceğine-kısas edilemeyeceğine) dair istidlalde bulunarak şöyle der: "Kısasın olabilmesi için, "mümâsetet-denklik" şarttır. Halbuki bu denklik, bu iki meselede söz konusu değildir, bulunmaz. Binâenaleyh, bu ikisi arasında kısasın olmaması gerekir. Kısasın olabilmesi için, denkliğin şart oluşunun izahına gelince, bu, bahsedilen bu nasslar sebebiyledir.

Bu nasslardan nasıl istidlal edildiğine gelince, biz şöyle diyoruz: Biz, bu nasslarda bahsedilen "denklik, mümaselet" ifadesini, delilin tahsis ettiği durumlar hariç, ya her bakımdan denkliğe, yahut da, belli bir konudaki denkliğe hamlederiz.. Tercihe şayan olan, birincisidir. Çünkü, belli ve muayyen husus, ayet-i kerimede yer almamıştır. Binâenaleyh, biz, ayeti bu belli hususa hamledersek, o zaman ayet mücmellesin Ama, birinci kısma hamledersek. bu durumda da, tahsisi üstlenmek gerekir. Halbuki mücmelliği bertaraf etmenin, tahsili bertaraf etmekten daha evlâ olduğu malûmdur. Böylece ayetin, aklî ve ayrı bir naklî delilin tahsis etmiş olduğu durumlar hariç, bütün hususlarda bir denkliğin gözetilmesini gerektirdiği sabit olmuş olur. Bunun böyle olduğu da sabit olduğuna göre, şimdi biz diyoruz ki: Müslümanı zimmîye; hürrü de köleye mukabil öldürmede (kısas etmede) denkliği gözetmek mümkün değildir. Çünkü şeriat, katlin, kısasın farz olmasında İslâmiyet'e, müslüman oluşa, -ya bizzat kâfir hakkında olduğu gibi-, bulunmadığı durumda onu, yani İslâmiyet'i gerçekleştirmek için; yahut da, -mürted hakkında olduğu gibi- İslâmiyet'i sürdürmek için itibar etmiştir. Ayrıca, hürriyet de, şeriatın, yargı, imamet ve şehâdet hususlarında nazar-ı dikkate aldığı bir sıfattır. Böylece, kısasın olabilmesi için, denkliğin şart olduğu sabit olmuş olur ki bu denklik burada bulunmamıştır. Binâenaleyh kısasın yapılmaması gerekir.

Bir Ele Mukabil Çok Elin Kısası

İkinci Misal: Şafiî (r.h), tek bir elin kesilmesine mukabil, ellerin (birçok elin) kesileceği hususunda istidlal ederek şöyle der: Kesmenin tamamının veya bir kısmının, bu kesenlerin tamamından veya bir kısmından kaynaklanmış olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh, İşte bu nasslardan dolayı, aynı şeyin, bu kesenlerin tamamı hakkında meşru ve yasal olması gerekir. Hepsini veya bir kısmını kesmenin, hepsi veya bir kısmı hakkında meşru olduğunu söyleyen herkes, bu kesmenin hepsi hakkında da meşru olduğunu söylemiş olur. Geriye, "Bu durumda bu meseleden, suçludan daha fazlasının alınması neticesi çıkar. Halbuki, yasaktır" denilmesi kalır. Ancak ne var ki, biz diyoruz ki: Suçlu ile, kendisine karşı suç işlenilen kimse arasında bir çatışma meydana geldiğinde, kendisine karşı suç işlenilenin tarafını gözetmek daha evlâ olur.

Üçüncü Misal: Babanın ortağı (evlâdını öldürmesi halinde ona yardım eden) hakkında kısas meşrudur Bunun delili, bu kimseden, yaralamanın sudur etmiş olmasıdır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, yaralamalar birbirine kısastır..." (maide, 45) ayetinden dolayı, misliyle mukabele edilmesi gerekir. Bu sabit olunca, kısasın tamamı da sabit olmuş olur. Çünkü, aralarında fark olduğunu söyleyen kimse yoktur.

Misliyle Mukabele Caizdir

Dördüncü Misâl: Şafiî (r.h) şöyle der: "Yakanı yakarız, boğanı boğarız. Bunun delili, her şeye misliyle mukabele etmek gerektiğine delâlet eden bu nasslardır".

Kısasta Şahitlik

Besinci Misâl: Kısas (yapılması gerektiğine dair) şahitlik edenler, bu şahadetlerinden geri dönüp de, "kasten yalan söyledik" dediklerinde, bunlara kısas gerekir. Çünkü bunlar, bu şehâdetleriyte, o kimsenin kanının akıtılmasına sebep olmuşlardır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kötülüğün karşılığı, ona denk bir kötülüktür" ifâdesinden dolayı, bunların da kanlarının akıtılması gerekir.

[Mükrehe Kısasın Hükmü]

Altıncı Misâl: Şafiî (r.h) şöyle der: Mükrehe (zor altında bir işi yapana) kısasın uygulanması gerekir. Çünkü bu kimseden, o öldürme işi, zulmen sudur etmiştir. Binâenaleyh, aynısının bu kimseye de farz olması gerekir. Bu kimseden, Öldürmenin sâdır olduğu duyularla sabittir. Bu kimsenin zulmen öldürdüğüne gelince, müslümanlar, bu kimsenin, Allah tarafından adam öldürmemekle mükellef kılındığı ve yine bu kimsenin buna mukabil, büyük bir günaha ve çetin bir azaba müstehak olacağı hususunda müttefiktirler. Bu sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kötülüğün karşılığı, ona denk bir kötülüktür" hükmünden dolayı, bu kötülüğe, misliyle mukabelede bulunulması gerekir". Yedinci Misâl: Şafiî (r.h) şöyle der: "Ağır bir şeyle öldürmek, kısası gerektirir. Bunun delili, şudur: Suçlu, o kimsenin hayatına son vermiştir. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kötülüğün karşılığı, ona denk bir kötülüktür" hükmünden dolayı maktulün velisinin, katilin hayatını sona erdirme imkânını elde etmesi gerekir".

Hürrün Köleye Mukabil Kısası

Sekizinci Misâl: Hür kimse, köleye mukabil kısâsen öldürülmez. Biz bu meseleyi, her ne kadar birinci misâlimizde ele aldıysak da, ancak ne var ki burada biz, bir başka açıdan bunu İzah ediyor ve şöyle diyoruz: Katil, kölenin sahibine ait, meselâ on dinara denk bir şeyi telef etse, bu durumda katilin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kötülüğün karşılığı, ona denk bir kötülüktür" ayetinden dolayı, on dinar ödemesi gerekir. Tazmîn vacib olunca, kısasın vâcib olmaması gerekir. Çünkü, bu ikisi arasında bir fark olduğunu söyleyen yoktur.

Dokuzuncu Misâl: Gasbdan elde edilen menfaatlar, Şafiî (r.h)'ye göre, tazmin edilir. Bunun delili şudur: Gasbeden kimse, örfte, meselâ bir dinara eş değerdeki menfaatleri, mâlikin elden kaçırmasına, yitirmesine sebep olmuştur. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk'ın, "Kötülüğün karşılığı, ona denk bir kötülüktür" hükmünden dolayı, gasb edenin de, dengi bir malı, elden çıkarması gerekir. Gasbeden kimseye, bu kadar şeyin elden çıkarmasını gerekli gören herkes, bunun malı gasbedilen kimseye verilmesi gerektiğine hükmetmiş olur.

Bir Ele Mukabil Çok Elin Kısası

Onuncu Misâl: Hür kimse, köleye mukabil kısas edilemez. Çünkü eğer hür kimse köleye mukabil kısas edilmiş olsaydı, o zaman bu hür kimse, hem "Kim bir kötülük işlerse, ona bunun benzerinden başkasıyla karşılık yapılmaz.." (Mü'min, 40) ayetinden, hem de, yukarda yazmış olduğumuz diğer nasslardan dolayı, kısası gerektiren durumlar hususunda, köleye denk olmuş olurdu. Sonra hür kimsenin kölesi bizzat kendisinin kölesine mukabil olarak kısasen öldürülür. Binaenaleyh, başkasının kölesinin bizzat bahsettiğimiz bu nasslardan dolayı, kısası gerektiren durumlar hususunda kendisinin kölesine denk olması gerekir. Böyle olması halinde, kendisinin kölesi, kısası gerektiren durumlar hususunda başkasının kölesine denk olmuş olur. Böylece de, kendisinin kölesi, kendisinin misli için, (yani öldürülen köle için) bir misil olmuş olur. Mislin misli de, misildir. Binâenaleyh, kendisinin kölesinin kısası gerektiren durumlar hususunda, kendisi için bir misil olması gerekir. Şimdi hür bir kimse, başkasının kölesine karşı (kısasen) öldürülecek olsaydı, o zaman bu hür kimse, yaptığımız bu izahlardan anlaşıldığı üzere, bizzat kendisi kölesine mukabil öldürülmüş olurdu. Halbuki, hür bir kimse kendi kölesine mukabil öldürülemez. Binâenaleyh, başkasının kölesine mukabil de öldürülmemesi gerekir.

Böylece biz, bu on misâli, bu ayete dayanarak zikrettik. Zekası elinden tutan herkese, işte bu temel esasa dayanarak, pekçok şer'î meseleler çıkarması kolaydır. Allah en İyisini bilendir.

Ayrıca burada şöyle bir bahis daha vardır: Ebû Hanife (r.h), (bir ele mukabil), ellerin kesilmesi hususunda şöyle der: "Kesmenin tamamının veya bir kısmının, kesenlerin hepsinden veya bir kısmından sudur tnimş olduğunda şüphe yoktur. Ancak ne var ki, bu hakkı tastamam alabilmek, ancak bu ziyadeyi yerine getirmekle mümkün olur. Çünkü, (meselâ), on eli elden çıkarmak, telef etmek, tek bir eli telef etmekten daha fazladır. Binâenaleyh bunun, aslolan haram oluş hali üzere kalması gerekir."

Buna mukabil Şafii (r.h) de şöyle der: "Şayet tek bir ele mukabil, on eli telef etmek haram olmuş olsaydı, tek bir cana mukabil on canı telef etmek de haram olmuş olurdu. Çünkü, canı telef etmek, eli telef etmeyi de kapsar.. Binâenaleyh, bir tek cana mukabil on canı telef etmek, tek bir ele mukabil on eli telef etmeyi gerektirir. Bu sebeple, tek bir ele mukabil on eli telef etmek haram olmuş olsaydı, o zaman, tek bir candan dolayı on canı telef etmek de haramı kapsamış olurdu. Haramı kapsayan her şey ise, haramdır. Bu durumda, tek bir cana mukabil on can öldürmenin haram olması gerekirdi.. Halbuki biz, bunun haram olmayacağı hususunda ittifak edince, ziyade durum hakkında, ileri sürdüğümüz hususun, (ey Hanefi'ler) şer'an sakıncalı olmadığını anlamış bulunuyoruz.. Allah, en iyisini bilendir.

Aynıyla Karşılık Delille Kayıtlı

Biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kötülüğün karşılığı, ona denk bir kötülüktür" ifadesinin, delilin tahsis etmiş olduğu durumlar hariç, bütün hallerde mutlak manada denkliğin gözetilmesinin vücûbiyyetini gerektirdiğini açıklamıştık. Halbuki fukaha, bu hususa, pekçok misallerde tahsisi sokmuş, bu hususu tahsis etmiştir. Bu bazan, daha düşük bir nassa, bazan da kıyasa binâen böyle yapılmıştır. Tahsisi iddia edenin, bu hususta açıklamada bulunması gerektiğinde hiçbir şüphe yoktur. Mükellefe, bütün meselelerde, bu nassa tutunması kâfidir. (Bu manada) Mücahid ve Süddî şöyle demişlerdir: "Birisi birisine, "Allah onu rezil rüsvay etsin!" dediğinde, o da ona aynısıyla mukabelede bulunsun. Ama, birisi birisine haddi gerektiren bir iftira attığında, iftira atılana, aynı şeyi söylemek değil, tam aksine, iftira atan kimseye, Allah'ın emrettiği had cezası gerekir". Daha sonra Cenâb-ı Hak "Kim affetmek ve göz yummak suretiyle, kendisiyle hasmı arasını ıslah eder de bağışlarsa, -ki, nitekim Cenâb-ı Hak da, böyle yapılması halinde-, "O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile sanki yakın dosttur" (Fussilet, 33) ayetinde belirttiği gibi dost olacağını buyurmuştur. "Mükâfaatı Allah'a aittir." Bu, yücelik ve ululukta, bir başkasının kendisine kıyaslanamayacağı derecede kapalı ve dopdolu bir vaaddir.

Affın Mükâfaatı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki o, zalimleri asla sevmez.." buyurmuştur. Bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Bu cümlenin maksadı, suça maruz kalan kimsenin, zalimden fazlasını talep etmesinin caiz olamayacağına dikkat çekmektir. Çünkü zalim kimse, zulmünün dışında, masumdur. Zalimin zulmüne birlikte karşı koymada (intişâr) ise, özellikle harb esnasında ve izzeti nefsi korumanın doruk noktaya çıktığı durumlarda, denkliği muhafaza etme ve aşın gitmeme hususunda, hemen hemen, emin olunamaz, bu Konuda güvence verilemez. Böylece, mazlum olan kimse çoğu kez, kısasa (hakkını tastamam almaya) yöneldiğinde, zalim durumuna düşmüş olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kıyamet günü olduğunda, bir münadî şöyle nida eder: "Allahü teâlâ'dan alacağı olanlar, ayağa kalksın.."Bunun üzerine, birtakım kimseler ayağa kalkar da, bunun üzerine onlara, "Sizin, Allah'ta olan alacağınız nedir?" denilir. Onlar, "Biz, bize zulmeden kimseleri bağışlayan kimseleriz..." derler de, onlara, "Allah'ın izniyle cennete giriniz" denilir."

b) Allahü teâlâ, zalimi affetmeye teşvik edince, buna rağmen, zalimleri sevmediğini de haber vermiştir. Bu, Cenâb-ı Hak zalimleri sevmediği halde buna rağmen, o, zalimleri affetmeye teşvik edince, imanı sebebiyle Allah'ın sevgilisi olan mü'mini haydi haydi affedeceğine dikkat çekmektir...

Hakkını Almanın Meşruluğu

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kim kendisine, (yapılan) zulmün ardından hakkını alırsa..." buyurmuştur. Ki bu, "zâlimin ona zulmetmesinden sonra.." demek olup, bu, masdarın, (yani "zulm" kelimesinin) mef'ûlüne muzâf kılınması kabîlindendir. "İşte bunlara, yani zalimin zulmüne birlikte karşı koyanlara ceza vermek ve sorumlu tutmak gibi, herhangi bir yol yoktur. Çünkü bunlar, zalimin zulmüne birlikte karşı koyma gibi, kendilerine mubah kılmanı yapmışlardır".

Şafiî (r.h), kısasta aşırı gitmenin, ziyan edilmiş, heder edilmiş bir şey olduğunu beyan hususunda bu ayete tutunarak şöyle der: "Şeriat bu kimseye, hakime, kesmek hususunda, ya mutlak manada müsaade etmiştir, yahut da, ileri geçmeme, aşırı gitmeme şartıyla müsaade etmiştir. Bu ikincisisi batıldır. Çünkü, kesmede asl olan, haramlıktır. Binâenaleyh, kesebilmek ileri gitmeme şartına bağlanıp, ve bu şart da belirsiz olunca, kesmenin asıl haramlık üzere kalması gerekir. Çünkü bu hususta asl olan, haramlıktır. Helâl oluş ise, meçhul bir şarta bağlı olarak tahakkuk etmektedir. Binâenaleyh, bu asıl haremliğin sürmesi gerekir. Bu böyle olmadığına göre, şeriatın bu kimseye, ister ileri gitsin ister gitmesin kesme hususunda müsaade etmiş olduğunu anlamış oluyoruz. Durum böyle olunca da, bu ileri gitmenin tazmini gerektirmemesi gerekir. Çünkü, bu kimse, zâlimin kendisine zulmünden sonra hakkını almıştır. Binâenaleyh, bu konuda o kimsenin hiç mesul tutulmaması, (bu konuda hiç kimsenin yol bulamaması) gerekir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "O yol ancak, insanlara zulmedenlere, yani zulmü başlatanlara, yeryüzünde haksız olarak teğallübe kalkışmakta olanlara karşıdır. İşte bunlar (yok mu), bunların hakkı, pek acıklı bir azabür" buyurmuştur. Daha sonra da, buyurmuştur ki bu, "Kısas talebinde bulunmayıp sabreden ve affedenlere şelince, onların bu sabrı ve affedişleri, azmolunacak işler cümlesindendir." Zâlimden intikam almamaya azmetmek, Özenilecek güzel işlerdendir" demektir. Burada "azm" kelimesinin muzaf olduğu huve zamiri, tıpkı Arapların, "Yağın iki batmanı bir dirheme" şeklindeki sözlerinde, (bu yağın) ifadesinin hazfi gibi, manadan anlaşıldığı için, hazfedilmiştir. Nakledildiğine göre, Hasan el-Basri'nin meclisinde, birisi birisine hakaret etmiş, hakarete uğrayan kimse ise, öfkesini içinde tutup sabretmiş, terlemiş, terini silmiş ve meclisden kalkıp bu ayeti okumuştur. Bunun üzerine Hasan el-Basrî, "Vallahi cahillerin anlamadığını, bu adam anlamış ve içine sindirmiş" dedi.

Cenâb-ı Allah daha sonra, "Allah kimi şaşırtırsa, bundan sonra onun, hiçbir hâmisi yoktur" buyurmuştur. Bu, "Hızlarımdan yani Allah'ın onu saptırmasından sonra, artık ona yardım işini üstlenecek hiçbir yardımcısı yoktur" demektir ki bu, dalâletin Allah'dan olduğu ve hidayetin, Allah'ın dışında hiçbir kimsenin kudreti dâhilinde olmadığı hususunda çok açık bir ifadedir.

Kâdî "Bunun manası, "Allah kimi cennet yolundan idlâl eder (saptırırsa), artık o kimseye yardım edebilecek bir dost yoktur" şeklindedir" der. Buna söyle cevap veririz: Ayette bahsedilen saptırma işini, belli bir misâl (iş) İle yani cennet yolundan saptırma manası ile sınırlandırmak, delilin aksine bir harekettir. Hem üstelik sizi (Mu'tezile'nin) görüşüne göre, o kimseyi cennetten saptıran da Allah değil, aksine o kimsenin bizzat kendisidir.

Kâfirlerin Pişmanlığı

Cenâb-ı Allah sonra, "O zâlimleri göreceksin ki, onlar azabı gördükleri zaman, "(Dünyaya) geri dönmenin bir yolu var mı?" buyurmuştur. Bu, "Onlar görüp müşahede ettikleri o azabın dehşetinden ötürü, dünyaya geri dönme talebinde bulunacaklardır" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Allah, onların, cehennem üzerlerine salındığındaki durumlarını da beyan buyurarak, "Onların (ateşe) arzolunurlarken, zilletten boyunlarını büke büke göz ucuyla (nasıl) bakacaklarını göreceksin" demiştir. Yani başlarına gelen o zilletten ötürü, onları hakir, zelîl ve perişan bir halde görürsün. Onların bakışları, göz kapaklarını, karşı tarafın dalgın ve gafil vaktini gözeterek, çok sinsi ve belli belirsiz bir şekilde hareket ettirirler. Bu tıpkı, kendisinin öldürüleceğini yakînen bilen kimsenin o kılıca göz ucuyla bakışı gibidir. Böyle olan kimse sanki göz kapaklarım açamıyor ve gözlerini, tıpkı sevdiği şeylere dolu dolu bakışı gibi dikemiyor.

Kâfirlerin Körlüğündekl İşkâl

Eğer, Allah Tealâ kâfirlerden bahsederken, onların kör olarak haşrolunacaklarını söylememiştir. Binâenaleyh burada, onların göz ucuyla baktıklarını nasıl belirtebilir?" denilirse, biz deriz ki: Belki de kâfirler, başlangıçta bu şekilde bakabiliyorlardı, daha sonra kör kılındılar. Belki de bakabilenler bir topluluk, kör olarak hasredilenler de başka bir kâfir grubudur.

Cenâb-ı Allah, kâfirlerin durumundan bahsedince, mü'minlerin kâfirler için söyleyecekleri sözleri de haber vererek, "İman etmiş olanlar şöyle diyeceklerdir: "Gerçekten hüsrana düşenler Kıyamet günü kendilerini de, taraftarlarım da hüsrana uğratanlardır" buyurmuştur. Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki "Kıyamet günü" kelimesi, ya "hüsrana uğratma"ya taalluk eder, onunla ilgilidir, ki bu durumda mü'minlerin bu sözü dünyada söylenmiş bir söz olur, yahut da, "diyeceklerdir" fiiline taalluk eder, yani "mü'minler, kâfirleri bu halde görünce, Kıyamet günü böyle söylerler" demektir.

"Zalim" Kâfir Manasına

Daha sonra Allahü teâlâ, "Gözünüzü açın ki, zâlimler, muhakkak sürekli bir azab içindedirler" buyurmuştur. Kâdî, "İşte bu ayet, kâfir ve fasıkların (günahkârların) azabının ebedî olacağına delâlet eder" der. Buna şu şekilde cevap veririz: Kur'ân'da mutlak (sıfatsız) olarak geçen zâlim kelimesi, kâfir manasındadır Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kâfirler, zâlimlerin tâ kendileridir" (Bakara, 253) buyurmuştur. Bu hususu, Hak teâlâ'nın bu ayetten sonraki, "Onların Allah'tan başka kendilerine yardim edecek hiçbir dostları yoktur" ifadesi de te'kid eder ki bu, "Allah yanında onlara şefaatçi olacakları kuruntusuyfa taptıkları o putlar, bu şefaati yapamayacaklardır" demektir. Bu mananın ise, ancak kâfirler için söz konusu olabileceği malumdur. Hak teâlâ bundan sonra da, "Allah kimi sapıklıkta bırakırsa, ona hiçbir yol bulunamaz" buyurmuştur ki, bu dalâlete sevkedenin de, hidayet edenin de, biz ehli sünnetin görüşünde olduğu gibi, Allahü teâlâ olduğuna delâlet eder. Allah en iyi bilendir.

Defi Mümkün Olmayan Gün

47

Âyetin tefsiri için bak:50

48

Âyetin tefsiri için bak:50

49

Âyetin tefsiri için bak:50

50

"Allah'dan, geri çevrilmesi asla mümkün olmayacak bir gün gelmezden evvel, Rabbinize icabet edin. O gün, sizin için ne bir sığınak, ne de bir inkâr imkânı vardır. Eğer onlar, (imandan) yine yüz çevirirlerse, biz seni, onların üzerine (zaten) bir bekçi olarak göndermedik. Sana düşen, tebliğden başka birşey değil. Gerçekten biz insana, katımızdan bir nimet tattırdığımız vakit o, bununla ferahlanır. Eğer onlara, kendi ellerinin öne sürdükleri şeyler yüzünden bir fenalık isabet ederse, o zaman, insan gerçekten bir nankör olur. Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O, dilediğini yaratır. Dilediğine kız (çocuklar), dilediğine erkek (çocuklar) lütfeder. Yahut erkekler ve kızlar olarak, çift (cinsten de) verir. Dilediğini de kısır bırakır. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir ve herşeye kadirdir".

Bu Gün Hangi Gündür?

Bil ki Allahü teâlâ, vaad ve va'idinden uzun uzun bahsettikten sonra, esas maksaddan bahsetmek üzere: "Allah'dan geri çevrilmesi asla mümkün olmayacak bir gün gelmezden evvel, Rabbinize icabet edin" buyurmuştur. Ayetteki, "Allah'dan" ifadesinin, "geri çevrilmesi asla mümkün olmayacak" ifadesinin sılası, yani onunla ilgili olması, dolayısıyla da, "Allah o hususta karar verdikten sonra, engellenmesine çâre olmayan" manasında olması mümkün olduğu gibi; yine "Allah'dan" ifadesinin, "gelme" fiilinin sılası, yani onunla ilgili olması ve "Reddine hiç kimsenin kadir olamayacağı bir gün, Allah'dan gelmezden önce" manasında olması da mümkündür. Alimler, bu "gün" ile, hangi günün kastedildiği hususunda değişik izahlarda bulunmuşlar: Bunun, insanın ölümünün geldiği gün veya Kıyamet günü olduğu ileri sürülmüştür. Çünkü Cenâb-ı Hak bunu, "engellenemez" bir gün olarak nitelemiştir. Böyle bir sıfat İse, her iki gün için de söz konusudur. "Geri çevrilmesi asla mümkün olmayan" ifadesinin, "Öne alınamaz ve geri bırakılamaz" manasında olması ve "O günde, telafi yapılabilsin diye, mükellefiyete döndürülme söz konusu olamaz" manasında olması mümkündür. Daha sonra, Cenâb-ı Hak, bu günü nitelerken, "O gün ne sizin için, o azabtan kurtulmanızda faydalı olacak bir sığınak, ne de herhangi bir kimsenin reddetmesi sebebiyle değişecek bir durum yoktur" buyurmuştur. Ayetteki "nekîr" kelimesi ile, "inkâr" manası da kastedilmiş olabilir. Buna göre ifade, "istediğiniz o amellerden hiçbirini İnkâr edemeyeceksiniz" manasında olur: Eğer onlar, yani "kendilerine imânı icabeti emrettiğim bu kimseler, yine yüz çevirir, yani bu emri kabullenmezlerse, biz seni, onların üzerine, işlerini kontrol etmen için, amellerini zabt-u rabt altına alman için, bir bekçi olarak göndermedik. (Ey Peygamber), sana düşen sadece tebliğdir." Bu, Allah'ın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İçin bir tesellisidir.

Nimete Aldanma

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların bu bâtıl inançlarında ısrarlarının sebebini de beyan etmiştir. Çünkü onlar dünyada bir saadet ve ikrama nail olmuşlardır. Dünyalık elde etmek ise, aldanmaya, azmaya, kibirlenmeye ve hakka boyun eğmemeye sebep olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Gerçekten biz insana, katımızdan bir nimet tattırdığımız vakit o, bununla ferahlanır" buyurmuştur. Allah'ın dünyadaki nimetleri ne kadar büyük olursa olsun, yine de, âhirette hazırlanan mutlulukların yanında, denize nisbetle bir katre gibidirler. İşte bundan ötürü Hak teâlâ bu nimetleri, "tadma" ile ifade etmiş ve böylece "insanoğlu, dünyada bulunan, aslında önemsiz olan bu nimetleri elde ettiğinde alabildiğine sevinip gururlanır, ucbe ve kibre kapılır; bütün arzuları elde ettiğini, en yüce mutluluklara ulaştığını sanır ki bu, âhiret saadetleri hususundaki inancı zayıf olanların düşecekleri bir hal, takib ettikleri bir yol olup, bu yol, dünya nimetlerini adetâ ahiret nimetlerine ulaştıran bir vasıta kabul eden, mü'minlerin yoluna ters olan bir yol ve tutumdur.

Musibet Sırasında Nankörlük

Allahü teâlâ, daha sonra, hastalık ve fakirlik gibi, hoşlanmadıkları ve üzüldükleri şeyler isabet ettiğinde, onların hemen nankörlüğü ortaya koyacaklarını beyan buyurmuştur ki bu, "insan gerçekten bir nankör olur" cümlesinin anlattığı husustur. "Kefûr", nankörlükte zirvede olan demektir. Cenâb-ı Hak, insanın tabiatının, tabiatı, Allah'ın gösterdiği terbiye metodlarıyla terbiye etmediği müddetçe, bu nankörlüğü gerektireceğini anlatmak için, "O nankördür" dememiş de, "insan nankördür" demiştir.

Allah, insana, rahmetini tattıracağını ve onun başına rahmetinin zıddını da getirebileceğini beyân edince, bunun peşisıra, "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır" buyurmuştur. Bu ifadenin anlatmak istediği şey, insanın, elde ettiği mal ve makam ile aldanmaması ve herşeyin, Allah'ın mülkü ve milki olduğunu, elde ettiği bu kadarcık malın, Allah'ın kudret elinde olduğunu; çünkü bunu ona Allah'ın verdiğini bilmesini sağlamaktır. İşte böyle bir inanç, insanı daha fazla İbadet ve itaata sevkeder. Ama insan, bu nimetlerin, kendi aklı, gayreti ve çalışması sayesinde olduğuna inandığında, kendi kendini beğenir ve Allah'a itaatten yüz çevirir.

Daha sonra Allahü teâlâ, Kendisinin bu alemdeki çeşitli tasarruflarından da bahsetmiştir. Çünkü O, kimine kız; kimine erkek; kimine kız-erkek karışık çocuklar verir, kimini de hepsinden mahrum eder ki işte bu mahrum edişi, "Dilediğini de kısır bırakır" cümlesiyle anlatmıştır. Bil ki tabiatcılar, çocuğun doğmasının babanın nutfesinin ve ana rahminin, bu ise elverişli olmasına bağlı olduğunu; çocukların erkek olmasının sebebinin hararetin; kız olmasının sebebinin de soğukluğun hâkim olması olduğunu söylemişlerdir. Biz bu hususu, tam ve uzun bir şekilde, Nahl Sûresi'nde ele aldık ve tabiatcıların bu görüşünü yakînî delillerle çürüttük. Böylece, bütün bunların, tabiattan, yıldızlardan ve feleklerden değil, ancak Allah'dan olduğu ortaya çıkar.Bu ayetle ilgili söyle birkaç soru söz konusudur.

1- Bazı Sorular

Birinci Soru: Allahü teâlâ bu ayette, kızı, erkekten önce zikrederek, "Dilediğine kızlar, dilediğine erkek (çocuklar) verir" buyurmuştur. Bundan sonraki ifadede ise, erkeği kızdan önce zikrederek, "Yahut erkekler ve kızlar olarak, çift (cinsten) de verir" buyurmuştur. Bu önce ve sonra zikretmenin sebebi nedir?

İkinci Soru: Allahü teâlâ, "kız" (dişi) kelimesini nekire "Inâsen"; "erkek" kelimesini de mahfe olarak getirerek, "ez-Zükûr" buyurmuştur. Bu farkın sebebi nedir?

Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hak, sırf kızları verişinden ve sırf erkek (çocuklar) verişini belirtirken niçin hibe (lütfetme) lafzını kullanmış; ikisini birlikte verişinden bahsederken, bu lafzı kullanmayarak, "Yahut erkekler ve kızlar olarak, çift (cinsten de) verir" buyurmuştur?

Dördüncü Soru: Çocuğun meydana gelişi, Allah'tan bir hibe olduğuna göre, meydana gelmemesi hususunda hibe etmeyişi yeter sebebtir. Binâenaleyh çocuğun meydana gelmeyişini anlatmak için, Cenâb-ı Hakk'ın, "Dilediğini de kısır bırakır" demesine ne tuzum vardı?

Beşinci Soru: Ayetin ifade ettiği bu hükümlerle, belli kimseler mi kastedilmiştir, yoksa mutlak olarak herkes mi kastedilmiştir?

1- Kız-Erkek Sıralaması

Birinci soruya, birkaç şekilde cevap verebiliriz:

1) Kerîm olan zat, neticenin hayır, rahat, sürür ve neş'e üzere son bulması için gayret eder. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, önce kız çocuğu verip, sonra da o kimseye erkek çocuk verince, sanki o kimseyi gamdan sürura geçirmiş olur ki bu, son derece keremli bir istir. Ama önce erkek çocuk, sonra kız çocuk verince, sanki o kimseyi, sürûrdan kedere geçirmiş olur. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, kız çocuğu vermeyi önce zikretmiş, ikinci olarak da erkek çocuğun hibe edilişinden bahsetmiştir. İşte böylece Allah, o kimseyi kederden sevince geçirmiş olur. İşte kereme uygun düşen de budur.

2) Cenâb-ı Hak, önce kız çocuğu verdiğinde, insan Allah'a itiraz edilemeyeceğini anlar, böylece de buna razı olur. Daha sonra bu kimseye erkek çocuk verdiğinde, o, bu yeni çocuğun Allah'ın kendisine bir lütfü ve İhsanı olduğunu anlar. Böylece daha fazla şükür ve itaatta bulunur, bunun sırf Allah'ın lütfü ve keremi ile olduğunu anlar.

3) Bir vâlz şöyle demişti: "Kız çocuğu zayıftır, noksandır, âcizdir. Binâenaleyh her ne zaman ihtiyaç ve acziyet fazta olursa, Allah'ın ona inayat ve dikkati de o nisbette çok olduğu hususuna dikkat çekmek için, Cenâb-ı Hak burada önce kız çocuğunu zikretmiştir."

3) Bununla sanki "Ey zayıf ve âciz kız, baban ve annen, dünyaya gelmenden hoşlanmadılar. Her ne kadar onlar senin varlığından rahatsız oldularsa da, sen, ihsan eden ve lutfedenin Allah olduğunu bilesin diye, önce seni zikrettim" denilmek istenmiştir. Binâenaleyh bu kız, durumun böyle olduğunu anlayınca, taat ve ibadetini artırır, tenkid ve kınamayı gerektiren şeylerden daha çok uzak durur. Kızın, erkekten önce zikredilmesinin sebebleri işte bunlardır. Ayetteki ikinci cümlede ise Allah, erkekleri önce zikretmiştir. Çünkü erkekler, kadınlardan daha kâmil ve efdaldirler. Kâmil ve efdal olanlar ise, daha ez değerli olandan önce zikredilirler. Velhasıl çocuğun kız veya erkek oluşuna bakıldığında, bu durum, erkeğin kızdan önce zikredilmesini gerektirir. Ama yukarıda bahsettiğimiz gibi, haricî ve sonradan olma bazı sebepler nazar-ı dikkate alındığında bu durum, kızın erkekten önce zikredilmesini gerektirir. Dolayısıyla her iki hususta da, Önce zikredilmesi, sonra zikredilmeyi gerektiren sebepler bulunduğu için, Cenâb-ı Hak bir defasında şunu, diğer defasında ötekini önce zikretmiştir. Allah en İyi bilendir.

2- Marife-Nekire Farkı

İkinci soruya, yani Cenâb-ı Hakk'ın niçin kızları nekire, erkekleri marife olarak zikrettiği sorusunun cevabı da şöyledir: Bundan murad, erkeğin kadından daha efdal olduğuna dikkat çekmektir.

3- Verme Hakkında Ayrı Fiiller

Üçüncü soruya, yani Cenâb-ı Hakk'ın her iki cinsten evlad verişini; "Yahud erkekler ve kızlar olarak, çift (cinsden) de verir" diye ifade edişi hususuna da şöyle cevap verilir: Biri diğeriyle birlikte zikredilen her iki şey çifttirler ve bunlardan her birine "çift" denir, ifadesindeki zamiri, birinci ifadede geçen, kızlara ve erkeklere râcîdir. Buna göre mana, "Allah, kız ve erkeği birlikte verir ve böylece onlan çift kılar" şeklinde olur.

3- Üslup Değişikliğinin Sebebi

Dördüncü sorunun cevabı da şöyledir: Akîm, çocuğu olmayan demektir. Nitekim Arapça'da, "Doğurmayan (çocuğu olmayan) akîm erkek ve doğurmayan akîm kadın" denilir. " 'Ukm" kelimesi, kesmek-sona erdirmek demektir. "Mülk (krallık) akîmdir" darb-ı meseli de bu kabildendir; zira saltanatta bazan öldürme veya hukuku çiğneme gibi durumlarla akrabalık bağlan kesilir.

5- Burada "İnsan"dan Maksad?

Besinci sorunun cevabına gelince, İbn Abbas, "Cenâb-ı Hak, "dilediğine kız çocuklar lütfeder" cümlesiyle, Lût ve Şuayb (aleyhisselâm)'ı kastetmiştir. Çünkü bunların sadece kız çocukları vardı. "Dilediğine erkek çocuklar lütfeder" cümlesiyle, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i kastetmiştir. Çünkü bunun sadece erkek çocukları vardı. "Yahut erkekler ve kızlar olarak, çift (cinsten de) verir" cümlesi ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kastetmiştir. Çünkü O'nun (aleyhisselâm), Kasım, Tâhir, Abdullah ve İbrahim adlarında dört oğlu, Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma adlarında da dört kızı vardı. "Dilediğini de kısır bırakır" ifadesiyle de Hazret-i İsâ ve Hazret-i Yahya (aleyhisselâm)'yı kastetmiştir" demiştir. Fakat müfessirlerin çoğu bu hükümlerin, bütün insanlar hakkında genel olduğunu, çünkü bu ayetlerin maksadının, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin eşyanın yaratılışında, istediği ve dilediği gibi nüfuz ettiğini anlatmak olduğu, dolayısıyla da ayetleri tahsis etmenin (sınırlandırmanın) bir manası olmadığını söylemişlerdir. Allah en iyi bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Allah, bu ayeti, "Şüphesiz O, hakkıyla bilendir ve herşeye kadirdir" buyurarak sona erdirmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh) buna, "O, yarattıklarım hakkıyla bilen, yaratmak istediğine de bihakkın kadir olandır" manasını vermiştir. Allah en iyi bilendir.

Vahy Nevileri

51

Âyetin tefsiri için bak:53

52

Âyetin tefsiri için bak:53

53

"Bir vahy ile veya bir perde arkasından, yahut bir elçi gönderip de, izni ile dilediğini vahyetmesi dışında, Allah'ın hiçbir insana konuşması söz konusu değildir. Şüphesiz O, çok yücedir ve hakimdir. İşte biz, sana da böylece emrimizden bir rûh vahyettik. Önce sen, kitab nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz o (kitabı) bir nûr yaptık ve bununla, kullarımızdan dilediğimize hidayet ederiz. Şüphesiz ki sen, mutlaka doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun. Göklerde ne var, yerde ne varsa, hepsi kendisinin olan Allah yolunu gösteriyorsun. Gözünüzü açın (bütün) işler ancak Allah'a dönüp dayanır".

Bil ki Allahü teâlâ kudretinin, ilminin ve hikmetinin mükemmelliğini bildirince, bunun peşinden peygamberlere nasıl konuşup vahyettiğini anlatmıştır. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ayetin manası şöyledir: "Allah, insanlar ile ancak şu üç şekilde konuşur:

a) Vahy yoluyla, ki bu vahyden maksad, kalbe atılan ilham, yahut da rüyadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesine ve oğlunu kesmesi için Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e bu şekilde vahiyde bulunmuştur." Mücahidin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allahü teâlâ Zebur'u, Dâvud (aleyhisselâm)'a, kalbine vahyederek indirmiştir."

b) Allah, kelâmını herhangibir elçiyi vasıta kılmaksızın, peygambere doğrudan doğruya duyurur ki bu da vahiydir. Bunun delili, Hak teâlâ'nın Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya vasıtasız olarak duyurduğu kelamına "vahiy" demiş olmasıdır. Çünkü Allahü teâlâ, "Vahyolunana kulak ver, dinle" (taha, 13) buyurmuştur.

c) Allah'ın, peygambere, melek bir elçi gönderir ve bu melek, Allah'ın vahyini, insan olan peygambere tebliğ eder, ulaştırır. Bu hususu hasr yoluyla ifade edersek şöyle denilebilir: "Allah'dan olan vahyin insana ulaşması, ya bir tebliğ edici vasıta kılınmaksızın, yahut böyle bir tebliğ edici, vasıta kılınarak olur.

Birincisi, yani Allah'ın vahyinin bir aracı vasıta kılınmaksızın peygambere ulaşması hakkında şu denebilir: O duymayışına gelince, bu, vahy ile" ifadesinden; ikincisine, yani ilahî vahyin peygambere bir şahıs (melek) vasıta kılınmaksızın ulaşıp, ama peygamberin Allah'ın kelâmının bizzat kendisini duymasına gelince, bu da, "bir perde arkasından..." ifâdesinden; üçüncüsüne, yani peygambere ilahî vahyin bir aracı vasıtasıyla ulaşmasına gelince, bu da, "Yahut bir elçi gönderip de, izni ile dilediğini vahyetmesi..." ifadesinden anlaşılmaktadır. Bil ki bu üç kısımdan her biri vahiydir. Fakat Cenâb-ı Hak, birincisine "vahiy" ismini vermiştir. Çünkü kalbte ilham yoluyla meydana gelen şey, bir anda meydana gelir. Dolayısıyla vahiy lafzını bunun için kullanmak daha evlâdır. İşte bu kısımları biribirinden ayırıp ortaya koyma hususundaki sözümüz bundan ibarettir.

Allah Mekândan Münezzeh

Allahü teâlâ'nın bir mekânda bulunduğunu söyleyenler, bu İKİNCİ MESELE ayetteki, "Birperde arkasından..."ifadesini delil getirmiş- lerdir. Çünkü ayetin takdirî manası, "Allah, insan ile, ancak şu üç şekilde konuşur:

a) Bir perde arkasında olarak... şeklindedir. Bu söz, Allahü teâlâ'nın, ancak belli bir yer ve yönde bulunması halinde doğru olur. Buna şu şekilde cevap verilir: Ayetin zahiri, her ne kadar siz (mücessimenin) ileri sürdüğü manayı akla getirse bile, aklî ve naktî deliller, Allahü teâlâ'nın bir yer ve yönde bulunmasının imkânsızlığına delâlet etmektedir. Binâenaleyh ayetin bu ifadesini, buna göre te'vil etmek gerekir. Bu şu manadadır: Bir kimse, konuşanı görmediği halde, sözünü duyup dinlediğinde, bu durum o kimsenin sanki bir perde arkasından konuşmasına benzer. İşte bu mecazî mananın söz konusus olmasının sebebi, böyle bir benzerliktir.

Ayet Rü'yetullahı Menetmez

Mu'tezile şöyle der: "Bu ayet, Allahü teâlâ'nın görülemiyeceğine delâlet eder. Çünkü Allahü teâlâ, vahyinin işte bu üç şekilde olduğunu bildirmiştir. Binâenaleyh eğer Allah, görülebilseydi, kulu O'nu gördüğü halde, Allah'ın kullarıyla konuşması mümkün olurdu. Böylece de bu, üç çeşide ilave, dördüncü bir (vahiy) çeşidi olmuş olurdu. Halbuki Allahü teâlâ, böyle bir dördüncü kısmın, "Ben, insanlar ile ancak şu üç şekilde konuşurum..." demek suretiyle, bulunmadığını bildirmiştir."

Buna şu şekilde cevap verilir: Biz (ehl-i sünnet), ayetin lafzına bir kayıt koyuyoruz. Bu durumda ayetin manası, "Allah dünyada insanlarla ancak şu üç tarzda konuşur" şeklinde olur. Buna göre de, sizin ileri sürdüğünüz şeye mahal kalmaz. Böyle bir kayıt koyma, her ne kadar ayetin ifade ettiği mananın aksine ise de, bu ayetler ile Cenâb-ı Hakk'ın Kıyamet günü görülebileceğini ifade eden ayetlerin arasını te'lif edip, uyuşturmak için, gereklidir. Allah en iyi bilendir.

Allah'ın Kelâm Sıfatı

Ümmet-i Muhammed, Allahü teâlâ'nın kelâm (konuşma) sıfatı bulunduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Eş'ârî ve taraftarlarının dışındakiler, Allah'ın kelâmının, işte bu duyulan harfler ve birleştirilmiş sesler olduğu hususunda müttefiktirler. Ama İmam-ı Eş'ârî ve taraftarları, Allah'ın kelâmının, işte bu (bildiğimiz) harfler ve sesler ile ifade edilen, kadîm bir sıfat olduğunu söylemişlerdir.Birinciler, yani Allah'ın kelâmının bu harfler, kelimeler ve seslerden ibaret olduğunu söyleyenler de, kendi içlerinde iki grupturlar:

a) Bu harflerin ve seslerin de kadîm olduğunu söyleyen Hanbelî'ler, ki bunları akıllılardan saymaya değmez. Bir gün onlardan birine tesadüf ettim ve şöyle dedim: "Allahü teâlâ'nın bu harfleri, ya tek bir defada, yahut da ard arda konuşmuş olduğunu farzedelim. Birinci ihtimal söz konusu olamaz. Çünkü bütün bunları tek bir defada konuşmak, terkib edilmiş-dizilmiş olan nazmı ifade etmez. Binâenaleyh işte ard arda olan harf ve seslerden mürekkeb (meydana gelmiş) bu nazmın, Allah'ın kelâmı olmaması gerekir. İkinci ihtimal de bâtıldır. Çünkü Cenâb-ı Hak eğer bu harfleri ard arda konuşmuş olsaydı, bunlar muhdes (mahluk) olmuş olurlardı." O (Hanbelı) bu sözü duyunca, "Bize düşen, inanıp geçmektir, yani Kur'ân'ın kadîm olduğunu kabul edip, duyduğumuza uygun olarak inanıp, bu söz üzerinde durmamaktır" dedi. Böylece bunu söyleyen kimsenin, kalbinin teslimiyetine hayran kaldım.

Bu işin ehli olan kimselere gelince, onlar, bu harflerin ve seslerin, mevcut değilken, yok iken meydana geldikleri hususunda mutabıktırlar. Onların, "Bu harfler mahluk mudur, yoksa böyle denilmeytp de, tam aksine, bunlar hadistir mi, denilir. Yahut, bunlar, başka bir ifâdeyle mi ifâde edilebilir?" şeklinde, bu hususta farklı farklı ifadeler kullanmışlardır. Yine bunlar, "Bu harfler, Cenâb-ı Hakk'ın zâtıyla kâim midir? Yoksa, Allah bu harfleri, başka bir cisimde mi yaratmıştır?" şeklinde de ihtilaf etmişlerdir. Birincisi, Kerrâmiye nin, ikincisi, Mu'tezile'nin görüşüdür. Allah'ın kelâmının, bu lafız ve ibarelerin kendisine delâlet ettiği kadîm bir sıfat olduğunu iddia eden Eşârîler, Cenâb-ı Hakk'ın, "Birperde arkasından..." ifadesinden, melek ile peygamberin, harflerden ve seslerden münezzeh olan o kelâmı, bir perde arkasından duyduğu hususunda ittifak ederek şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın zâtının bir cisim olmadığı ve bir mekânda bulunmadığı halde, zâtının görülmesi imkânsız bir şey olmadığına göre, harf ve ses olmadığı halde, kelâmullahın duyulup işitilmesinde, hangi İmkânsızlık söz konusu olabilir?

Ebû Mansûr el-Matûrîdî es-Semarkandî de, Cenâb-ı Hakk'ın zâtıyla kaim olan bu sıfatın duyulmasının imkânsız olduğunu; duyulan şeyin, Cenâb-ı Hakk'ın o ağaçta yarattığı harfler ve sesler olduğunu iddia etmiştir ki, bu görüş, Mu'tezile'nin görüşüne yakın bir görüştür. Allah en iyisini bilendir.

Kelâm Hakkında Mutezilenin İddiası

Kadı. bu ayetin, şu bakımlardan kelâmullahın hadis olduğuna delâlet ettiğini söylemektedir:

a) Ayetteki fiili buna delâlet etmektedir. Çünkü, ile kullanılan muzarî fiil, istikbâl ifâde eder.

b)Cenâb-ı Hak, kelâmını, "vahiy" olarak vasfetmiştir. Çünkü "vahiy" sözü, bu işin, en hızlı bir biçimde meydana geldiğini ifade eder.

c) "Yahut bir elçi gönderip de, izni ile dilediğini vahyetmesi..." ifadesi, meleğin, beşer olan peygambere tebliğ ettiği bu kelâmın, tıpkı, o peygamberin, doğrudan doğruya Allah'tan duyduğu kelâm gibi olmasını gerektirir. Meleğin, beşer olan peygambere tebliğ ettiği şey ise, hâdis'tir. Binâenaleyh, o peygamberin doğrudan doğruya Allah'tan duyduğu o kelâm, meleğin beşer olan peygambere tebliğ ettiğine denk bir kelâm olup, meleğin, beşer olan peygambere tebliğ ettiği kelâm hadis olup, hâdise denk olan da yine hadis olunca, o zaman, "Peygamberin doğrudan doğruya Allah'tan dinlediği o kelâmın da, hadis olduğunun söylenilmesi gerekir.

d) Ayetteki, "Yahut bir elçi gönderip de (...) vahyetmesi" cümlesi, bu vahyin, "irsâl-peygamber olarak gönderme"den sonra olmasını gerektirir. Mevcudiyeti, bir başkasının mevcudiyetinden sonra olan ise, hadis olur.

Kadî'nin bu görüşlerine şu şekilde cevap veririz: "Biz ehl-i sünnet, sizin öne sürdüğünüz bu izahların tamamını, harfler ve sesler manasına alıyor, biz de, bunların, yok iken meydana gelerek hadis olduklarını kabul ediyoruz. Aklın bedaheti de, durumun böyle olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, doğruluğu, aklın bedaheti ve Kur'ân'ın zahiri ile bilinen bir neticeyi ispat etmeye ne gerek var? Allah en iyisini bilendir.

Altıncı Mesele

(Doğrudan) Allah'tan olan vahyin, bir başka şahsın vasıtasıyla olmadığı sabit olup, her vahyin bir başka şahıs vasıtasıyla meydana gelmiş olması da imkânsızdır. Aksi halde, ya "teselsül" ya da, "devr-i fasit" gerekir ki her ikisi de muhaldir. Binâenaleyh, bir başka şahıs vasıta olmaksızın da, vahyin meydana gelebileceğini mutlaka kabul etmek gerekir. Şimdi burada, şöylesi birkaç bahis ortaya çıkmaktadır:

Peygamberin Sesi Teşhisi

Birinci Bahis: Bir başka şahis vasıta olmaksızın, Allah'ın vahyini dinleyen bu peygamber, dinlediği o kelâmın, "Kelâmullah" olduğunu nasıl ayırdedecektir? İmdi eğer biz, "O, harf ve sesten münezzeh olan o kadîm sıfatı duymuştur" dersek, o peygamber bu kelâmı dinlediğinde, onun Kelâmullah olduğunu zarurî olarak bilmiş olması imkânsız olmaz. Yine, "O, bundan sonra bir başka delile muhtaçtır.." da denilebilir. Ama biz, duyulanın harfler ve sesler olduğunu söylersek, bu duyulanın Kelâmullah olduğuna delâlet eden bir delilin bulunması durumu hariç, onun Kelâmullah olduğu hususunda kesin bir karar vermek imkânsız olur.

Vahyin Tamamlanma Mertebeleri

İkinci Bahis: İlgili peygamber bu vahyi melekten dinlediğinde, bu sözü tebliğ edenin, saptıran şeytan değil de, mâsûm olan melek olduğunu nasıl bilir? Gerçek şudur ki, o peygamber, bunu, kesin bir biçimde ancak, ona vahyi tebliğ edenin habîs şeytan değil de, mâsûm bir melek olduğuna delâlet eden bir mucizeye binâen bilebilir. Böyle olması durumunda ise, Allah'tan olan ilahî vahiy, ancak, mucize zuhûrundaki şu üç mertebe ile tamamlanır:

Birinci Mertebe: Melek, o Kelâmı Allah'dan aldığında, melekler için bu kelâmın, "Kelâmullah" olduğuna delâlet eden bir mucizenin tahakkuk etmesi gerekir.

İkinci Mertebe: Bu melek peygambere vâsıl olduğunda, yine peygamber için, mutlaka bir mucizenin bulunması gerekir.

Üçüncü Mertebe: İlgili peygamber o vahyi, ümmetine ulaştırdığında, yine o peygamber için bir mucizenin olması gerekir. Böylece, mükellefiyetin, insanlara, ancak mucizelerdeki bu üç mertebeden sonra teveccüh ettiği sabit olmuş olur.

Vahy Meleği Cebrail

Üçüncü Bahis: Meleklerden herhangi birisinin, bu vahyi, doğrudan doğruya Allah'tan aldığında şüphe yoktur. O halde bu melek, Cebrail (aleyhisselâm)'dir. Cebrail (aleyhisselâm)'in bu vahyi, bir başka melekten aldığı da söylenebilir. Velev ki, arada bir vasıta butunsun, bütün bunlar ihtimal dahilindedir. Bunlardan herhangi birisinin kesin olduğuna delâlet eden herhangi bir şey yoktur.

Vasıtasız Vahy

Dördüncü Bahis: Beşer arasında, herhangi bir vâsıta olmaksızın, doğrudan doğruya Allah'tan vahiy alan var mıdır? Meşhur olan Musa (aleyhisselâm)'nın, Kelâmullah'ı, arada herhangi bir vasıta olmaksızın dinlemiş ve duymuş olmasıdır. Bunun delili, "Vahyolunana kulak ver." (Tahâ, 13) ayetidir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Derken, kuluna, vahyettiğini vahyetti..."(Necm, 10) ayetine dayanılarak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de. doğrudan doğruya vahiy aldığı ileri sürülmüştür.

Beşinci Bahis: Melekler, kendilerini, farklı farklı şekillere sokup öyle gösterebiliyorlar. Peygamberin, her seferinde, o meleği gördüğünün kabul edilmesi halinde, bu defada gördüğünün, ilk defada gördüğünün aynısı olduğunu bilebilmesi için, bir mucizeye ihtiyaç duyulur. Eğer, peygamber onun şahsını görmezse, seste bir benzerliğin meydana gelmiş olması ihtimalinden dolayı, bu durumda, mu'cizeye duyulan ihtiyaç, daha fazla olur. Ancak ne var ki, her defasında mu'cizenin izhâr edilmesine duyulan ihtiyaç konusunda bir problem olduğunu da hiç kimse söylememiştir.

Allah'ın Şeytana Hitabı!

Kur'ân'da, Allah ile İblis arasında geçtiği zikredilen münazara, Allahü teâlâ'nın, herhangi bir vasıta olmaksızın İblis ile konuştuğuna delâlet etmektedir. O halde bu durum, Allah'dan İblise bir vahiy olarak isimlendirilebilir mi, isimlendirilemez mi? Görünen odur ki, buna vahiy denilemeyeceğidir. Bu konuda mutlaka, derin ve mükemmel bir araştırma yapmak kaçınılmazdır.

Sekizinci Mesele

Nail, lâm hafinin reî'i ile, yursilu ve takdirinde olmak üzere, mahallen merfû olarak yâ'nın sükûnu ile, fe yûhî şeklinde okurken, diğer kıraat imamları, masdar te'vîlinde (manasında) olmak üzere, nasb ile fe yûhiye şeklinde okumuşlardır. Buna göre sanki, "Allahü teâlâ beşer ile ancak, vahiy veya kelâmını bir perde arkasından duyurmak yahut da elçi gönderme ile.,, konuşur" denilmek istenmiştir. Ancak ne var ki, bu konuda bir problem söz konusudur. Çünkü, kelimeleri isim, yursıle ise fiildir. Halbuki, fiilin isme atfı ise, hoş değildir... Buna şu şekilde cevap verilir: Kelâmın takdiri, "Cenâb-ı Hak, beşer ile ancak, ona vahyetmek, yahut, perde arkasından ona vahyi duyurmak (......), yahut da elçi göndermek suretiyle konuşur" şeklindedir.

Şeytan Vahyde Parazit Yapamaz

Ehl-i hakka (ehl-i sünnete) göre, doğru olan şudur: "Melek, ilgili vahyi ilgili peygambere tebliğ ettiğinde, şeytan, bu vahiy arasına bâtıl şeyler sokmaya muktedir olamaz." Bazıları, "Biz, senden evvel hiçbir resul, hiçbir nebî göndermedik ki, o, arzu ettiği zaman şeytan onun dileği hakkında ille (bir fitne ortaya) atmış olmasın"(Hacc. 52) ayetine dayanarak, bunun olabileceğini ileri sürmüş ve "Şeytan, Necm Sûresi'nin ayetleri arasına, "Bunlar (putlar) yüce kuğulardır. Onlardan şefaat beklenir" ibaresini soktuğunu söylemişlerdir. Dostumuz Melik Sam İbn Muhammed, -ki, saltanat erbabından kendileriyle karşılaştıklarımın en efdalidir -şöyle derdi: "Çok güçlü delillerin mevcudiyetinden sonra, böylesi bir söz, şu iki bakımdan batıldır:

a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kim rüyasında beni görürse, o gerçekte beni görmüştür. Çünkü şeytan, benim suretime giremez... " İbn Mace, rûyâ, 2 (2/1283). buyurmuştur. Binâenaleyh şeytan, rüyada, peygamberin kılığına girmeye muktedir olamadığına göre, daha nasıl, Allah'ın vahyini tebliğle meşgul olduğu bir sırada Cebraîl (aleyhisselâm)'e benzemeye muktedir olabilecektir?

b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ömer bir yola girmeye dursun; şeytan, mutlaka yolunu değiştirir, başka bir yola girerdi" Buhari, fezâilüs-sahabe, 6. buyurmuştur. Binâenaleyh şeytan, aynı yolda Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'le birlikte bulunmaya muktedir olmadığına göre, daha nasıl, Allah'ın vahyini tebliğ ettiği bir yerde, Cebrail (aleyhisselâm) ile bulunabilir, buna güç yetirebilir?!"

Onuncu Mesele

Ayetteki "Bu melek, Allah'ın izni ile, Allah'ın dilediklerini vahyeder" demektir, ki bu ifade, güzelin kendi zatında (lizatihi) güzel; çirkinin ise kendi zatında çirkin olmayıp tam aksine, herhangi bir tahsis yapmaksızın, Allah'ın, dilediği şeyleri emretme; yine herhangi bir tahsis söz konusu olmaksızın istediği şeylerden de nehyetme yetkisine sahip olmasını iktizâ eder. Çünkü, eğer durum böyle olmasaydı, o zaman, Cenâb-ı Hakk'ın "dilediğinizi" ifadesi yerinde ve doğru olmazdı. Allah en iyisini bilendir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, ayetin sonunda, buyurmuştur ki bu, "O, mahlûkatın sıfatlarından münezzeh; fiillerini, hikmetinin gereğine göre icra eden böylece de, bazan arada bir vasıta olmaksızın ilham yoluyla; bazan sözünü duyurmak suretiyle; bazan da, kerîm meleğini vasıta kılmak suretiyle konuşan bir hakimdir" demektir.

Kur'ân'ın "Ruh" Vasfı

Cenâb-ı Hak, peygamberlerine olan vahyinin kısım ve keyfiyetlerini beyan edince, "İşte biz, sana da böylece emrimizden birrûh vahyettik.." buyurmuştur ki, buradaki "rûh" kelimesiyle, Kur'ân kastedilmiştir. Kur'ân'a "rûh" vasfı, o, cehalet veya küfür ölümlerine karşı hayatı sağladığı için verilmiştir.

Vahyden Önce Peygamber

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Önce sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin" buyurmuştur. Ulemâ, "Peygamberler, kendilerine vahiy gelmezden önce küfür üzere idiler" demlemeyeceği hususunda icmâ etmelerinin yanısıra, bu ayetin ne demek istediği hususunda ihtilaf etmiş ve buna cevap olmak üzere, şu izahları yapmışlardır:

a) "Kitap, yani Kur'ân nedir? İman, yani namaz nedir bilmezdin" demektir. Bu görüşe göre, buradaki "İman" kelimesi, "Allah imanınızı, yani namazlarınızı zayi edici değildir" (Bakara, 133) ayetinden dolayı namaz manasına alınmıştır.

b) Burada bir muzaf hazfedilmiş olup, kelamın takdiri, "sen, kitap nedir, iman ehli kimlerdir; yani, iman edecekler ve etmeyecekler kimlerdir, bilmezdin" şeklindedir.

c) Sen, beşikte bir çocuk iken, "kitap nedir, iman nedir bilmezdin."

d) İman, Allah Tealâ'nın, kendisiyle mükellef tuttuğu bütün şeyleri İkrar etmekten ibarettir. Halbuki Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamberliğinden önce, Allah'ın mükellef tuttuğu şeylerin tamamını bilmiyor, tam aksine o, (sadece) Allah'ı tanıyıp biliyordu. Bu, bizim bahsettiğimiz şeye aykırı değildir.

e) Allah'ın sıfatları ikiye ayrılır:

1) Sırf aklî delillerle bilinebilenler;

2) Sadece, nakil delillerle bilinebilenler.. Binâenaleyh, bu ikinci kısmın, peygamberlikten önce bilinmesi mümkün değildir.

Kur'ân'ın "Nur" Vasfı

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Fakat biz, o (kitabı) bir nûr yaptık ve bununla, kullarımızdan dilediğimize hidâyet ederiz..." buyurmuştur. Alimler, ayetteki "onu ... yaptık" kelimesindeki "onu" zamirinin neye râcî olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, kimileri bunun, ayetteki "iman" lafzına değil de, "kitab"a, yani "Kur'ân'a râcî olduğunu; zira, sayesinde ahkâmın bilindiği şeyin Kur'ân olduğunu; dolayısıyla da, hiç şüphesiz böylece, sayesinde hidâyete eriten, yol bulunan nûr'a benzetildiğini söylerlerken, kimileri de, bu zamirin, hem "kitap" hem "İman" lafzına ikisine birden raci olduğunu söylemişlerdir. Bu güzeldir, zira bunların ikisi de aynı şey demek olup, tek zamirin, aynı anda iki şeye raci olması, tıpkı, "Onlar bir ticaret, yahut bir oyun, bir eğlence gördükleri zaman dağılıp oraya yöneldiler" (Cum'a. 11) -(ki burada, buyurulmamış da, buyurulmuştur)- ayetinde olduğu gibidir.

Kurân'ın Rehberliği

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "ve bununla, kullarımızdan dilediğimize hidayet ederiz..." buyurmuştur. Bu, Allahü teâlâ'nın, Kur'ân'ın bizzat kendisini, hidâyetin ta kendisi kıldıktan sonra -nitekim bir ayette, "O, müttakiler için hidâyet rehberidir" (Bakara, 2) buyurmuştur- O'nun, bu Kur'ân sayesinde bazılarını hidayete erdirip bazılarını erdirmediğine delâlet eder. Bu ayette ele alınan hidâyet, ancak davetten ve ilgili delillerin izahından ibarettir. Çünkü Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i vasfederken, "Şüphesiz sen, sırat-ı müstakım'e hidayet edersin.." (şûra. 52) buyurmuştur. Ki bu, herkes ve herşeye nisbetle, umumîliği ifade eder. Halbuki, "Bununla, kullarımızdan dilediğimize hiyadet ederiz" cümlesi ise, hususîliği ifade eder. Böylece "davet" manasında olan hidâyetin, umumîliği; "ve bununla, kullarımızdan dilediğimize hidayet ederiz.." cümlesindeki hidâyetin ise, hususîliği ifade ettiği sabit olur. Hususî olan hidayet ise, umumî olan hidayetten başkadır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "Bununla, kullarımızdan dilediğimize hidayet ederiz.." cümlesinden kastedilen şeyin, delillerin ortaya konulması ve özürlerin izâle edilmesi (manasına gelen) hidayetten başka bir şey anlamına gelmesi gerekir. Bu hidayetin, cennet yoluna iletme manasında olması da mümkündür. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Fakat biz onu bir nûr yaptık ve bununla, kullarımızdan dilediğimize hidayet ederiz..." buyurmuştur ki bu, "Biz, Kur'ân'ı, sayesinde dilediğimiz kimseleri hidayete erdirdiğimiz bir nûr yaptık" demek olup, bu ancak, dünyada tahakkuk eden hidayete uygun düşer. Hem size (Mu'tezile'ye) göre, bazıları hakkında cennete hidayet etmek vacib, diğer bazıları hakkında ise yasaktır. Her iki duruma göre de artık, ayetteki "kullarımızdan dilediğimize" ifadesinin bir mana ve anlamı kalmaz. Böylece bu ayetle, Cenâb-ı Hakk'ın, dilediği kimseleri hidâyete erdirdiği ve dilediği kimseleri de saptırdığı, bu hususta kendisine İtiraz edilemeyeceğinin kastedildiği sabit olmuş olur.

Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Rehberliği

Daha sonra Cenâb-ı Hak Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Şüphesiz ki sen, mutlaka doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun" buyurmuş, böylece Allahü teâlâ, Kur'ân'ın hidayete erdirmesi gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın de hidayete erdireceğini; Peygamberin dosdoğru vola sevkedeceğini ve bu dosdoğru yolun da "Göklerde ne var, yerde ne varsa, hepsi kendisinin olan Allah'ın yolu..." olduğunu beyan etmiş ve böylece de, kendisine ibadet edilebilecek olan zâtn, göklerin ve yerin mâliki olan zât olduğuna dikkat çekmiştir ki, bundan maksadı da, Allah'tan başkasına ibadet edenlerin görüşünü iptal etmektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Gözünüzü açın, (bütün) işler ancak Allah'a dönüp dayanır..." buyurmuştur ki, bu, bir tehdit ve caydırıcılık özelliği taşımaktadır. Böylece Cenâb-ı Hak, bu mükellefiyetleri kabul etmeyenlerin işlerinin, Allah'a, yani kendisinden başka bir hâkimin olmadığı o yüce makama varıp dayanacağı, böylece de o hâkimin bütün insanlığı, hak ettikleri mükâfaat ya da ceza ile, mükâfdallandıracağını ya da cezalandıracağını açıklamıştır.

Müellif (r.h) şöyle der: "Bu sûrenin tefsiri, Hicrî 603 senesinin Zilhicce ayının sekizinci cuma gününün sonunda tamamlanmıştır. Ey işleri idare eden! Ey, zamanları evirip çeviren! Ey, hertürlü hayrı, sürürü ve neş'eyi veren! Ve, ey, belâları, serleri savuşturan, def eden! Ey, Erhamerrahimîn! Fazlın ve rahmetinle, bizi kabirlerin karanlıklarında, nurlu mekânlara ulaştır!.." (Amin).

0 ﴿