ZUHRUF SÛRESİBu sûre Mekki olup, seksendokuz ayettir. Kur'ân Dersi 1Âyetin tefsiri için bak:8 2Âyetin tefsiri için bak:8 3Âyetin tefsiri için bak:8 4Âyetin tefsiri için bak:8 5Âyetin tefsiri için bak:8 6Âyetin tefsiri için bak:8 7Âyetin tefsiri için bak:8 8"Hâ Mîm. (Hidayet yolunu) apâşikâr gösteren bu kitaba yemin ederim ki gerçekten biz onu, anlayasınız diye Arapça bir Kur'ân yaptık. Şüphesiz o Kur'ân, katımızdaki ömmü'l-kitâp (anakitapta) sabit, yüce ve çok kıymetli bir kitaptır. Siz, haddi aşan bir topluluksunuz diye, o dersi (Kur'ân'ı) sizden uzaklaştırıp, vaz mı geçeceğiz? Halbuki biz, evvelki ümmetlere de nice peygamberler gönderdik. Onlar da kendilerine bir peygamber geldiğinde mutlaka onunla istihza ederlerdi. Bundan dolayı biz, kuvvet bakımından bunlardan daha çetin (ümmetleri) helak ettik. Nitekim o evvelki ümmetlerin misalleri geçmiştir". Bil ki ayetteki ifadesi şu iki takdirdedir: 1) Takdiri, "Bu, Hâ Mîm'dir. Kitab-ı Mübîn'e yemin ederim ki..." şeklindedir. Bu takdire göre kasem (yemin), bu sûrenin "Hâ Mîm" Sûresi oluşuna yapılmıştır. Bu durumda da, bundan sonraki ifâde, yeni bir cümle olur. 2) Bunun takdiri, "Bu Hâ Mîm (Sûresi'dir). Kitab-ı Mübîn'e yemin ederim ki Biz onu, Arapça bir Kur'ân yaptık" şeklindedir. Bu durumda yemin edilen husus, bu kitabın Arapça bir Kur'ân yapılışıdır. Kitap'dan Maksad Ayetteki kitab ile ne kastedildiği hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür: a) Bununla Kur'ân-ı Kerîm kastedilmiştir. Buna göre, Allahü teâlâ Kur'ân'ı Arapça kıldığına yemin etmiştir. b) Bununla, kitabet (yazı) kastedilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak, çok büyük faydalarından ötürü "yazı"ya yemin etmiştir. Çünkü ilimler, yazı sayesinde gelişir-yükselir. Zira önceden geçen bir ilmi ortaya koyup onu yazar, kitab haline getirir; sonra gelenler de ona vâkıf olursa, bu sonrakilerin o ilmi daha ileri götürmesi mümkün olur. İşte bu sayede de, faydalar çoğalır ve doruğa ulaşır. Mübîn'in Manası Cenâb-ı Allah'ın bu kitabı, "mübîn" (açık ve açıklayıcı) olarak vasfetmesinin sebepleri şunlardır: 1) Bu kitap, kendilerine indirildiği kimseler için mübîndir, açık ve açıklayıcıdır. Çünkü bu, onların dilleri ve lehçeleri ile inmiştir. 2) Mübîn, hidayet yolunu, dalâlet yolundan ayıran ve her konuyu, o konu dışındakilerden ayırıp, herbirini apaçık ve mufassal hale getiren demektir. Bil ki Hak teâlâ'nın, Kur'ân'ı "mübîn" (açıklayıcı) olarak nitelemesi, mecazdır. Çünkü gerçekte bu açıklayıcı, Allahü teâlâ'nın kendisidir. Kur'ân bu ismi, kendinde bulunan beyanlardan (açıklamalardan) dolayı, mecazî olarak almıştır. Kur'ân'ın Arapça Yapılması Ayetteki "Gerçekten Biz onu, anlayasınız diye Arapça bir Kur'ân yaptık" ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Kur'ân'ın muhdes (mahluk) olduğunu ileri sürenler, bu ayeti şu bakımlardan delil getirmişlerdir: 1) "Ayet, Kur'ân'ın "kılınmış" olduğunu göstermektedir. "Kılınmış" ise, yaratılmış ve yapılmış manasınadır. Eğer bu görüşe muhalif olanlar, "kılma" ile, "Allahü teâlâ'nın Kur'ân'a "Arapça" adını vermesi" manası niçin kastedilmiş olmasın?" derlerse, biz deriz ki: "Bu, şu iki bakımdan kabul edilmez: a) Eğer buradaki "kılma" ile, "bu ismi verme" manası kastedilmiş olsaydı, o zaman, hor ne kadar Arapça olsa da, Kur'ân'a "a'cemî" (yabancı dilde bir kitap) diyene göre, Kur'ân'ın "a'cemî" olması gerekirdi. Bunun olamayacağı malumdur. b) Eğer buradaki "kılma" işi, isim verme manasına olsaydı, o zaman "isim verme" işi de "kılınmış" birşey olurdu. Halbuki "isim verme" işi de Allah'ın kelâmıdır. Bu ise, Allahü teâlâ'nın kelâmının bir kısmını, "kılmış" olmasını gerektirir. Kılmak-yapmak, Allah'ın kelâmının bir kısmı için söz konusu olunca, bütünü hakkında da doğru olur. 2) Cenâb-ı Allah, bu kitabı "Kur'ân" diye isimlendirmiştir. Buna, bir kısmı bir kısmına yaklaştırılıp bir araya getirildiği için, "Kur'ân" ismi verilmiştir. Böyle olan herşey ise, "yapılmış", "işlenmiş" ve "kılınmış" olur. 3) Allahü teâlâ bu kitabı, "Arapça" olarak tavsif etmiştir. Kur'ân, bu lafızlar Arapların koyup kullanmalarına göre, manalarına ve ıstılahlarına tahsis edildikleri için "Arapça" olmuştur. Bu da, yine o Kur'ân'ın, "yapılmış", "kılınmış" ve "mahlûk" (yaratılmış) olduğuna delâlet eder. 4) Bilindiği gibi, Allah'dan başkasına yemin etmek caiz değildir. Buna göre bu ayetin takdiri, "Hâ Mîm, bu Kitab-ı Mübîn'in Rabbine yemin olsun ki..." şeklindedir. Bunu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilen, "Ey Tâhâ ve Yâsin (sûrelerinin) Rabbi; Ey Kur'ân-ı Azîm'in Rabbi..." şeklindeki dua da delâlet eder. "Bütün bunlara şöylece cevap veririz: Söylediğiniz şeyler doğrudur. Çünkü sizler, bütün bu deliller ile, (Kur'ân okuduğunuzda) birbirini takibeden bu harf ve kelimelerin muhdes ve mahluk olduğuna istidlal ettiniz. Bu ise, zaten açıkça bilinen birşeydir. Sizinle bu konuda münakaşa eden kim ki?.. Sizin yaptığınız, olsa olsa, sözlerinizin neticesi, kesinlikle böyle olduğu bilinen bir hususta, delil getirip durmaktan ibarettir. Buna lüzum yok. Lealle Teracci Edatının İzahı Ayetteki (umulur ki) kelimesi, temennî ve ümid ifade eder. Bu ise, işlerin neticesinin nereye varıp dayanacağını bilen bir zata uygun düşmez. Binâenaleyh bununla burada, (için ... diye) manası kastedilmiştir, yani, "Biz onu, manasını akledesiniz, muhtevasını kavrayasınız diye, biz onu Arapça bir Kur'ân olarak indirdik" demektir. Mu'tezile şöyle der: "Binâenaleyh bu ifadenin özü, "Biz onu, manasını iyice anlayasınız diye Arapça olarak indirdik" şeklinde olur ki, bu da şu iki şeyi ifade eder: a) Allah'ın fiillerinin, birtakım maksat ve gayelere bağlı olduğunu gösterir. b) Allahü teâlâ bu Kur'ân'ı, insanlar onunla hidayet bulsun diye indirmiştir. Bu ise, Allahü teâlâ'nın, her insanın hidayete ermesini ve kendisini tanımasını istediğine delâlet eder. Böylece de bu husus, Allahü teâlâ'nın birtakım kimselerden, kendisini inkârı ve Allah'ı tanımamalarını irade ettiğini söyleyenlerin görüşünün aksine bir görüş olur."Bil ki Mu'tezile'nin bu tür istidlalleri meşhurdur. Biz ehl-i sünnetin bunlara cevapları da meşhurdur. Binâenaleyh bu cevapları tekrarlamaya gerek yok. Allah en iyi bilendir. Kur'ân, Anlaşılmak İçindir Ayetteki, "(Kur'ân'ı) anlayasınız diye" ifadesi, Kur'ân'ın anlaşılacağına; "Bazısı anlaşılır, bazısı anlaşılamaz" diyenlerin aksine, Kur'ân'da kapalı, ne manaya olduğu anlaşılmayan ayetlerin bulunmadığına delâlet eder Cenâb-ı Allah daha sonra, "Şüphesiz o Kur'ân, katımızdaki ümmü'l-kitabta sabit, yüce ve çok kıymetli bir kitabtır" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birçok mesele var: Birinci Mesele Hamza ve Kisâ'î, "ümmü'l-kitâb" ifadesini, elifin kesresiyle immü'l-kitab; diğerleri, zammesiyle ümmü'l-kitab seklinde okumuşlardır. Ümmü'l-Kitab (......) deki "hû" (o) zamiri, ümmü'l-kitâb" (kitabın anası) ifâdesindeki kitaba; râcîdir. Alimler, "ümmü'l-kitâb" ile ne kastedildiği hususunda şu iki değişik görüşü ileri sürmüşlerdir. Levh-i Mahfuz'un Sıfatları Birinci Görüş: Hak teâlâ'nın, "Aksine o Kur'ân-ı Mecîd'dir. Levh-i Mahfûz'dadır" (Buruc, 21-22) ayetinden ötürü, bu, Levh-i Mahfuz'dur. Bil ki bu görüşe göre, ayette geçen şu sıfatların hepsi de, Levh-i Mahfuz'un sıfatları olur. Birinci Sıfat: "Ümmü'l-kitâb" (kitabın anası)... Onun böyle adlandırılmasının sebibi şudur: Herşeyin temeline ve esasına, o şeyin anası denir. Kur'ân da, Allah katında, Levh-i Mahfûz'da sabit olup, daha sonra en yakın semâ'ya (göğe) indirilmiş, oradan da insanların ihtiyaçlarına uygun olarak, parça parça (dünyaya) indirilmiştir. Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan şu rivayet edilmiştir: "Allah önce (kader) kalemini yaratmıştır. Allah Kalem'e, yaratmak istediği bütün şeyleri yazmasını emretmiştir. O halde bu kitap, Allah'ın katındadır." Levh-i Mahfuz'un Varlık Sebebi İmdi eğer "Allah, "allamü'l-guyûb" (gaybleri en iyi şekilde bilen) iken ve unutması-yanılması imkânsızken, Levh-i Mahfûz'u yaratmasındaki hikmet nedir?" denilirse biz deriz ki: Allahü teâlâ, Levh-i Mahfûz'da, mahlûkatla ilgili hadiselerin hükümlerini kaydedip, melekler de o hâdiselerin, oradaki yazılı şekillerine uygun olarak meydana geldiğini görünce, Allah'ın hikmetinin ve ilminin mükemmelliğini böylece anlarlar. İkinci Sıfat: Bu, ayetteki "katımızda bulunan" kelimesidir. Bunu İbn Abbas (radıyallahü anh) zikretmiştir. Buna, bu payenin verilmesi, onun bütün mahlûkatın hallerini ihtiva eden bir kitap oluşundan ötürüdür. Buna göre sanki o, Allah'ın mülkü ve melekûtunda meydana gelecek, bütün herşeyi ihtiva eden bir kitaptır. İşte bundan ötürü, ona böyle bir paye verilmiştir. Vahidî, bu kelimenin, Kur'ân'a sıfat olduğunu ve takdirinin, "O, Kur'ân katımızdadır, ümmü'l-kitaptadır" şeklinde olmasının muhtemel olduğunu söylemiştir, Üçüncü Sıfat: Onun " 'aliyy" (yüce) oluşudur. Bu, onun bütün yanlışlardan ve batıllardan yüce ve uzak olmasıdır. Bunun, "her zaman bir mucize olarak kaldığı için, bütün kitaplardan yüce olan" manasında olduğu da söylenmiştir. Dördüncü Sıfat: Onun "hakîm" yani, "belagat ve fesahat bakımından muhkem (sapasağlam) olmasıdır. Bu "hakîm"in, "üstün hikmetli" manasına olduğu da ileri sürülmüştür. Bütün bu sıfatların, bu manalarda, Levh-i Mahfuz'un değil de, Kur'ân'ın sıfatları olduğu da söylenmiştir."Ümmü'l-Kitâb" ile ilgili ikinci görüş, bununla, "O (Allah), sana o kitabı indirendir. O kitabta, muhkem ayetler vardır ve bunlar ümmül-kitabtır, yani kitabın esasıdır" (Al-i Imrân. 7) ayetinden hareketle, muhkem ayetlerin kastedilmiş olmasıdır. Buna göre ifadenin manası, "Hâ Mîm Sûresi, Kur'ân'ın esası olan, muhkem ayetler ihtiva eder" şeklindedir. Uyarmadan Vazgeçilmez Daha sonra Cenâb-ı Hak "Siz, haddi aşan bir topluluksunuz diye, o zikri (Kur'ân'ı) sizden uzaklaştırıp, vaz mı geçeceğiz?" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Kıraat Farkı Nâfî, Hamza ve Kisâî, elifin kesresiyle, (......) şeklinde okumuşlardır. Buna göre mana, "Eğer siz haddi aşanlar olursanız, zikri (Kur'ân'ı) sizden uzaklaştırıp, inzalinden vazgeçmeyiz" şeklinde olur. Bu (......) edatının, tıpkı "Faizden artakalanları bırakın, çünkü siz mü'minsiniz" (Bakara. 278) ayetinde olduğu gibi (çünkü) manasına olduğu da söylenmiştir. Binâenaleyh bu ayette ceza (cevap) kısmı, şart cümleciğinden önce gelmiştir. Diğer kıraat imamları, (için) takdirinde olarak, bir illet (sebep) manasıyla, fethalı olarak, (......) şeklinde okumuşlardır. Safhen Deyimi Ferrâ ve Zeccâc, "Onu terkettim, ondan vazgeçtim, onu bıraktım" manasında olmak üzere, Arapça'da, fiilinin kullanıldığını ve (......) kelimesinin, "yüz çevirerek, uzaklaşarak" manasında olduğunu söylemişlerdir. Bu kelimenin aslı, "Sen boynunu yana çevirdin" ifadesine dayanır. Binâenaleyh bu ifadenin takdiri, ya şeklinde olur (ve bu kelime mef'ûl-ü mutlak olur). Alimler, ayette geçen "zikr"in ne demek olduğu hususunda da ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, bu ifadenin manasının, "Biz sizden, Allah'ın azabının zikrini çevirir miyiz?" şeklinde olduğu ileri sürüldüğü gibi, bunun manasının, "Biz, sizden nasihat ve öğütlerimizi geri çevirir miyiz?" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Yine bunun manasının, "Biz sizden Kur'ân'ı geri çevirip, (çeker miyiz?)" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Binâenaleyh, ifadedeki istifham, istifhâm-ı inkarîolup, "Biz, haddi aşan kimseler olmanız sebebiyle, mazeretleri ortadan kaldırmayı ve uyarmayı ihmal etmeyiz" demektir. Katâde şöyle demiştir: "Şayet bu Kur'ân, bu ümmetin evvelkileri kabul etmediği zaman kaldırılmış olsaydı, o zaman onlar helak olurlardı. Ancak ne var ki Allah, rahmeti sebebiyle, bu Kur'ân'ı onlara indirmeyi sürdürmüş ve onları, bu Kur'ân'a, yirmi sene boyunca sürekli davet etmiştir." Bu Ayetten Maksad Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki, ayetin bu ifadesi, şu iki manaya gelebilir: 1) Rahmet... Buna göre mana, "Biz, sizin kötü tercihinizden dolayı, sizi ihmal etmeyeceğiz. Tam aksine, hak yola dönmenize değin, size hatırlatmalarda bulunacağız ve size öğüt vereceğiz" şeklinde olur. 2) Bu, olabildiğince bir tehdit ifade eder. Yani, "Siz, istediğinizle başbaşa bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz?! Hayır, hayır.. Biz size, amelde bulunma mecburiyetini getiriyor, sizi dine çağırıyoruz; görevinizi ihmal edip kötü şeylere yöneldiğinizde de, sizi muaheze edeceğiz.." demektir. İkinci Mesele Keşşaf sahibi, ifadesindeki fâ'nın, bu ifâdeyi, takdiri takdiri "Biz sizi ihmal edip de, böylece sizden zikri kaldırır mıyız?" şeklinde olan, bir mahzûfa atfetmek için olduğunu söylemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Halbuki biz, evvelki ümmetlere de nice peygamberler gönderdik. Onlar da kendilerine bir peygamber geldiğinde muhakkak onunla istihza ederlerdi.." buyurmuştur ki bu, "Geçmiş ümmetlerin, kendilerini hak dine davet eden peygamberlerine karşı takındıkları tavır, hep yalanlama ve atay etmek olmuştur. Binâenaleyh, kavminin, yalanlama ve istihzaya yönelmeleri sebebiyle, üzülmemen gerekir. Çünkü musibet genelleştikçe, kişiler üzerindeki tesiri ve baskısı hafifler" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bundan dolayı biz, kuvvet bakımından bunlardan daha çetin ümmetleri helak ettik" buyurmuştur. Bu, "Allah'ın, kendilerine peygamberler gönderdiği o önceki kavimler, Kureyş'ten daha çetin, yani sayıca ve kuvvetçe daha ileri idiler.." demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "O evvelki ümmetlerin misalleri geçmiştir..." buyurmuştur. Bu, "Mekke kafirleri, küfür ve yalanlama hususunda, kendilerinden öncekilerin yoluna girmiş, o yolu takib etmekteler. Binâenaleyh, onların başına gelen şeyin zillet ve rüsvaylığın kendilerinin de başına geleceğinden sakınsınlar. Çünkü biz onlar gibi olanların halini kendilerine anlattık... Nitekim Cenâb-ı Hak "Biz (onlardan) her birine misaller irâd ettik..." (Furkan, 39) ve "Siz, nefislerine zulmedenlerin diyarlarına da yerleştiniz. Onlara neler yaptığımız sizi için apaçık meydana çıktı... Size bir çok misaller de gösterdik..." (ibrahim, 35) buyurmuştur. Allah en iyisini bilendir. Hayat Seyri 9Âyetin tefsiri için bak:14 10Âyetin tefsiri için bak:14 11Âyetin tefsiri için bak:14 12Âyetin tefsiri için bak:14 13Âyetin tefsiri için bak:14 14"Celalim hakkı için, eğer onlara, "Gökleri, yeri kim yarattı?" (diye) sorarsan, "Elbette, onları, o mutlak galib, o her şeyi hakkıyla bilen yarattı" derler. (O Allah ki), yeri sizin için bir beşik yaratmış, onda, sizin için, doğru gidesiniz diye yollar açmıştır. Gökten, bir ölçü ile su indirmiştir, işte biz bu su ile, ölü bir memlekete can verdik. Siz de böylece, çıkarılacaksınız! Bütün (mahlûkları), sınıf sınıf yaratmış, sizin için gemilerden, hayvanlardan bineceğiniz şeyleri halketmiştir. Ta ki, sırtlarında karar kıtasınız, sonra üzerlerine yerleşince, Rabbinizin nimetini iyice düşünesiniz ve "Bunları bize râm eden Allah'ın şânı ne yücedir, münezzehtir, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik. Biz mutlaka, neticede ancak Rabbimize döneceğiz" diyesiniz". Bil ki, biraz önce, hem müsriflerden, yani müşriklerden, hem de peygamberlerden bahsedilmişti.. Dolayısıyla, "şayet onlara sorsan.." ifadesindeki, "onlara"zamirinin, hem peygamberlere hem de kâfirlere râci olması ihtimal dahilindedir. Ancak ne var ki, doğruya en yanın olan, bu zamirin kafirlere râci olmasıdır. Böylece Allah Tealâ bu kâfirlerin, göklerin, yerin ve ikisi arasında olanların yaratıcısının, Aziz ve Hakîm olan Allah olduğunu ikrar ve kabul ettiklerini beyan buyurmuştur ki, bundan da maksadı, onların buna rağmen, yine de, Allah'ın yanısıra başkasına ibadet edip, O'nun öldükten sonra diriltmeye kadir olacağını inkâr ettiklerini belirtmektir. Onlar hakkındaki haber ve açıklama, daha önce de geçmişti. Cenâb-ı Hak şimdi, yarattığı şeyleri tekrar zikretmek suretiyle, kendisine delâlet eden delilleri ortaya koymaya başlayarak, "(O Allah ki), yeri sizin için bir beşik yaratmış..." buyurmuştur. Şayet bu ifâde, kâfirlerin sözünün devamı olan bir ifâde olmuş olsaydı, o zaman, onların, "Yeri bizim için bir beşik kılan.." demeleri gerekirdi. Bir de, bu sözün arasındaki, "İşte biz bu su ile, ölü bir memlekete can verdik" ifadesi, ancak Allah'ın kelâmı olmaya uygun düşer. Bu ifâdenin, halk dilindeki bir benzeri de, bir kimsenin birisinin, "Bu mescidi yapan alim falancadır" dediğini duyup, bu sözü duyan bu kimsenin de, "Zahit ve kerim olan..." demesidir. Buna göre sanki, bu sözü duyan kimse, "Ben onu, senin onu tarif ettiğin sıfatın ötesinde, daha güzel sıfatlarla tanıyor ve biliyorum.. Böylece de, onun vasfı hususunda ilâvede bulunuyorum.." demiş olur. Böylece de, o iki adam tarafından ifade edilen bu iki sıfat, tek bir şahıs için olmuş olur. Bu Ayetteki İlahî Sıfatlar Bu ayetteki nazmın keyfiyyetini anladığına göre, şimdi biz diyoruz ki: Bu ayet, Allah'ın şu çeşitti sıfatlarına delâlet eder: Birinci Sıfat: Allah'ın, göklerin ve yerin yaratıcısı olması.. Kelâmcılar, Allah'ı bilmenin başında, O'nun, bu âlemin yaratıcısı ve faili olduğunu bilmenin geldiğini söylemişlerdir. İşte bundan dolayı da, bu ayette, Cenâb-ı Hakk'ın hâlık (yaratıcı) olmasıyla, söze ve kelâma başlanmıştır. Ki bu mana ancak biz, ayetteki "halk-yaratma" kelimesini "yaratma, yoktan var etme, îcad etme" manasına aldığımızda tam ve uygun olur. İkinci Sıfat: Ayette geçen el-Azîz kelimesinin ifade ettiği husustur. "el-Azîz" gâlib, anlamındadır. Sayesinde üstünlük ve galebenin elde edildiği şey ise, kudrettir. O halde, buradaki el-Azîz kelimesi, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin mükemmel oluşuna bir işarettir. Üçüncü Sıfat: Ayetteki el-Alîm kelimesinin ifade ettiği husus olup, bu da Allah'ın, ilminin mükemmel olduğuna bir işarettir. Bil ki, ilim ve kudretin en mükemmel hali bir zatta mevcut olduğunda, o zât, bütün mümkinâtı yaratmaya kadir olur. İşte bu incelikten dolayı Cenâb-ı Hak, bu iki sıfatın kendisinde mevcut olduğunu önce belirtmiş, daha sonra diğer ayrıntıları buna dayandırmıştır. Dördüncü Sıfat: "Yeri sizin için bir beşik yaratmış.." ayetinin ifade ettiği husus.. Biz, bu kitabımızda, yerin bir "mehd-beşik" oluşunun ancak onun durgun, hareketsiz olduğu; ziraatçılık ve bina yapmanın ancak onlara riâyetle mümkün olabileceği birtakım hususî sıfatlarla muttasıf olduğu ve onun, ölülerin ve dirilerin kusur ve ayıplarını örtücü ve gizleyici olduğu için olduğunu belirtmiştik. Beşik, çocuk için bir istirahat mahalli olunca, yer de, kendisindeki pekçok rahatlık sebebiyle, "beşik" olarak nitelenmiştir. Yerde Hazırlanan Geçitler Beşinci Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, "Orada, sizin için, yollar açmıştır.." ayetinin ifade ettiği husustur. Ki bu ifadenin maksadı, insanların mükemmel anlamda istifade edebilmelerini, ancak herkesin bir beldeden diğer bir beldeye, bir mıntıkadan diğer bir mıntıkaya geçmeye kadir olduğunda söz konusu olacağını; Allah'ın eğer, bu geçitleri, işte bu şekilde hazırlamamış ve üzerlerine birtakım hususî alamet ve ipuçları koymamış olması halinde bu yararlanmanın mümkün olamayacağını bildirmektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "... doğru gidesiniz diye..." buyurmuştur ki, bu ifâdenin manası: a) Bu yolları koymanın maksadı, sizin yol bulabilmeniz içindir; b) Dinde, hakka ulaşasınız diye.." şeklindedir. Altıncı Sıfat: ölçü ile su indirmiştir. İşte biz, bu su ile, ölü bir memlekete can verdik" ayetinin beyan ettiği husustur. Burada, şöyle birkaç bahis vardır: 1) Bu ifadenin zahiri, suyun (yağmurun) gökten indiğini göstermektedir. Binâenaleyh durum, gerçekten böyle midir, yoksa, o yağmurun buluttan indiğini; zira, insanın üzerinde bulunan her şeye "semâ" dendiği için, "semâdan inen" şeklinde adlandırıldığı da söylenebilir mi? Cevap: Bu konu, tafsilatlı bir biçimde daha önceleri ele alınmıştı. 2) Ayetteki, tabirinin manası, "o bölgenin halkının, ihtiyaç duyduğu kadar; ne fazla, ne de noksan olmaksızın gökten iner.." demektir. Yoksa bu ifade, "Nuh'un kavmine ölçüsüz bir biçimde indirilip, onları boğması" anlamında değildir.. Tam aksine, "sizin ve hayvanlarınızın geçimini temin edecek kadarıyla indirmiştir" demektir. 3) Ayetteki, "ölü bir memleket" ifadesi, "bitki bulunmayan belde" demek olup, enşernâ fiili de, "Biz, onu dirilttik" anlamındadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Siz de böylece çıkarılacaksınız" buyurmuştur ki bu, "Bu delil, Allah'ın kudret ve hikmetine delâlet ettiği gibi, O'nun öldükten sonra diriltmeye ve Kıyameti gerçekleştirmeye de kadir olacağına delâlet eder. Buradaki, vech-i şebeh (benzetme yönü) Cenâb-ı Hakk'ın, ölü halde iken bir beldeye can vermesi gibi, insanları da ölümlerinden sonra, onları canlılar ve hayat sahibi varlıklar haline getirmesidir. Bazıları, "Hayır, buradaki "vech-i şebeh" Allah'ın yağmur suyuyla yeryüzünde bitki bitirmesi gibi, tıpkı, menî gibi bir su ile, onları, yani insanları yerden çıkarması ve onları yeniden yaratmasıdır" demişlerdir. Ama, bu izah zayıftır. Çünkü lafzın zahirinde, bu ilâve açıklamalar değil, sadece yeniden yaratmanın isbâtı yer almıştır. Yedinci Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, "Bütün (mahlûkları) sınıf sınıf yaratmış..." ayetinin ifade ettiği husus.. İbn Abbas, "Ayetteki, "ezvac" kelimesiyle, tıpkı, tatlı-ekşi, beyaz-siyah ve erkek-dişi gibi çeşitler, türler kastedilmiştir" derken, bazı muhakkik alimler, "üst-alt, sağ-sol, Ön-arka, mazi-müstakbel, zât-sıfat, yaz-kış ve ilkbahar-sonbahar gibi, Allah'ın dışında her şey çifttir" demişlerdir. Bunların çift oluşu, mümkinü'l-vücûd olduklarına, yoktan var edildiklerine delâlet eder. Hak Sübhânehû ve Teâlâ ise, zıddan, eşten, mukabil ve ona destek veren minhden (nevâdıd) münezzeh olan tek bir varlıktır. İşte bundan dolayı O, "Bütün (mahlukları), sınıf sınıf yaratmış.." buyurmuştur ki, "Çift olan her şey, yaratılmış, mahlûktur" demektir. Böylece bu, bunları yaratanın, çift olmaktan münezzeh olan mutlak, tek ve vâhid (Allah) olduğuna delâlet eder. Ben de şunu ekliyor ve diyorum ki: Hesap ilmini bilenler, şu bakımlardan, "tek" olanın "çift"'den daha üstün olduğunu söylemişlerdir: 1) Çift'in en azı, ikidir. Ki "iki" de ancak, iki tane bir bulunduğunda meydana gelir. O halde bu demektir ki, çift, tek'e muhtaçtır. Tek ise, çift olmaktan müstağni olan, "birlik, bir" demektir. Halbuki, müstağni olan, muhtaç olandan daha üstündür. 2) Çift, eşit olarak, ikiye bölünebilir. Tek ise, bölünmeyen demektir. Bölünmeyi kabul etmek, (bolünebilmek), bir etkilenmedir, teessürdür. Halbuki, bölünmeyi kabul etmemek, kuvvettir, çetin oluştur ve karşı koymadır. Dolayısıyla tek, çiftten daha üstündür. 3) Tek olan sayının mutlaka, iki kısmından birisi çift, diğeri ise, tekdir. O halde, bu demektir ki tek sayıda, aynı hem çift, hem de tek vardır. Halbuki, çift olan sayıda, iki kısımdan her biri, mutlaka çifttir. (İki değişik kısmı) ihtiva eden ise, böyle olmayandan daha üstündür. 4) Çift olma, iki kısmından her birinin, diğerine, zât, sıfat ve mikdar bakımından denk olması demektir. Bütün mükemmellikler bunun için bulunmakta olup, aynısı, başkası için de söz konusu olunca, bu mutlak anlamda mükemmellik olmuş olmaz. Ama, tek olana gelince, tek oluş sadece ona ait olup, ondan başkasında ve benzerinde söz konusu değildir. O halde bu demektir ki, bu anlamdaki mükemmellik, başkasına değil, sadece ona aittir. Dolayısıyla da, tek oluş, daha üstün olmuş olur. 5) Çift sayıda, mutlaka iki kısımdan her biri, diğerine, bazı bakımlardan denk, bazı bakımlardan ise ayrıdır. Sayesinde denkliğin, ortaklığın meydana geldiği şey, sayesinde farklılık ve başkalığın meydana geldiği şeyden başkadır. O halde, bu demektir ki, her çift, zâtları gereği, mümkinü'l-vücutturlar (var olmaları başkasına bağlıdır). Her mümkin varlık ise, muhtaçtır. Böylece, çift olmanın, muhtaç oluşun kaynağı olduğu sabit olmuş olur. Tek oluş ise, müstağni ve müstakil olmanın kaynağıdır. Çünkü çift sayı, bu teklerden her birine muhtaçtır. Ama, bu tek sayılardan her birisi, çift sayılardan müstağnidir. Böylece, çift sayıların, mümkin, muhdes ve mahlûk oldukları, tek'in ise, kendi başına, müstakil olarak kaim olabilen, kendisi dışındaki her şeyden müstağni olduğu ortaya çıkar. İşte bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, "Bütün (mahlûkları), sınıf sınıf yaratmış.." buyurmuştur. Sekizinci Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizin için gemilerden, hayvanlardan bineceğiniz şeyleri halketmiştir.." ayetinin beyan ettiği husustur. Çünkü yolculuk, ya deniz ya da kara yolculuğu şeklinde olur. Deniz yolculuğunda taşıyan, gemidir, kara yolculuğunda taşıyan ise, hayvanlardır. Burada, şöyle iki soru sorutabilir: Zamirin Müzekker Yerine Müennes Olması Birinci Soru: Cenâb-ı Hak ayetteki, yerine, niçin dememiştir? Alimler buna birkaç bakımdan cevap vermişlerdir: a) Ebû Ubeyde, "Ayetteki zamirin müzekker getirilişi, Cenâb-ı Hakk'ın, U lafzından dolayı olup, ifadenin takdiri, şeklindedir" demiştir. b) Ferrâ şöyle der: "Cenâb-ı Hak, buradaki (......) kelimesini, tıpkı ceyş, cünd kelimeleri gibi, kendisinde, çoğulluk anlamı bulunan müfred'e muzaf kılmıştır. İşte bundan dolayı zamir, müzekker kılınmış; "zuhur" kelimesi de çoğul getirilmiştir. c) Buradaki müenneslik, hakiki müenneslik değildir. İşte bundan dolayı buradaki lafız, farklı olabilmiştir. Ki bu tıpkı, "Benim yanımda, sana muvafakat eden kadınlar vardır" denilmesi gibidir. İkinci Soru: Arapça'da, "hayvanlara bindiler" ve "gemilere bindiler" denilir. Halbuki, ayette Cenâb-ı Hak, her iki cinsi de zikretmiştir. O halde daha nasıl, sadece buyurmuştur? Cevap: Kuvvetinden dolayı, vasıtasız, yani harf-i cersiz müteaddi olan taraf, vasıta ile (harf-i cer ile) müteaddi olan tarafa üstün tutulmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak sonra üzerlerine yerleşince, Rabbinizin nimetini iyice düşünesiniz... diye.." buyurmuştur. Allah'ın nimetlerini anmak demek, o kimselerin o nimetleri kalblerinden çıkarmamaları demek olup, bu zikir, anış, kişinin, Allahü teâlâ'nın denizin sathını, rüzgârları ve geminin kütlesini, insanın, o gemiyi istediği ve dilediği tarafa evirip çevirebileceği bir biçimde yaratmış olduğunu bilmesi demektir. Binâenaleyh, insanlar, denizin, rüzgârların ve geminin, insanın istediği tarafa evirip çevireceği bir biçimde yaratılmasının, insanın tedbirinden değil, tam aksine Hakîm, Alîm ve Kadir olan Allah'ın yönetimi ile olduğunu bildiğinde, bunun Allah'tan kaynaklanan yüce bir nimet olduğunu anlar da, işte bu durum, insanı, Allah'a boyun eğmeye, O'na itaata ve O'nun sonsuz nimetlerine şükretmeye sevkeder. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Bunları, bize râm eden Allah'ın şânı ne yücedir, münezzehtir! Yoksa biz bunlara güç yetiremezdik.." diyesiniz.." buyurmuştur. Bil ki, Cenâb-ı Hak, gemiye binmek için, muayyen, belli bir zikir tayin etmiştir ki, bu, "Onun akması da, durması da Allah'ın adıyladır"(Hûd, 31) ifadesidir. Hayvanlara binmek için de, bir başka zikir belirlemiştir ki, bu da, "Bunları bize musahhar, hizmetçi eden Allah'ın şânı ne yücedir, münezzehtir!" ifadesidir. Evlere, konak yerlerine girerken de, bir başka ifadeyi belirlemiştir ki, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın "Rabbim, beni bereketli bir menzile kondur.. Sen konaklatanların en hayırlısısın..." (Mü'min, 29) ifâdesidir. Bu husustaki sözün özü şudur: İnsanın üzerine bindiği o hayvan, mutlaka ve mutlaka, insandan çok çok kuvvetlidir. Üstelik, kendisinin insana boyun eğmeye sevkeden bir aklı da yoktur. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hak, o hayvandan böylesi bir yararlanmanın olabilmesi için, hem dış yaratılışı, hem de iç yaratılışı açısından o hayvanı, hususî birtakım özelliklerle donanmış olarak yaratmıştır. Onun dış yaratılışına gelince, o, dört ayağı üzerinde yürür. Böylece de onun dışı, insanın üzerinde durmasının çok güzel ve uygun olan bir yer gibi olur. İç yaratılmasına gelince, o hayvan, onca kuvvetine rağmen, Allahü teâlâ onu, insanın emrine amade kılıp inkiyad eder bir biçimde yaratmıştır. İnsan işte bu enteresanlıklar hususunda iyice düşünüp, aklıyla, bu sırlar denizine dalınca, işte bu sonsuz ve ezici kudret ve hikmetinden ötürü duyduğu hayret büyür de, işte o zaman mutlaka, "Bunları bize râm eden Allah'ın şânı ne yücedir, münezzehtir! Yoksa, biz bunlara güç yetiremezdik.." der. Ebû Ubeyde, "O, onu hakimiyeti altına almıştır" anlamında, Arapça'da ifadesinin kullanıldığını söylerken, Vahidî, bu ifadenin iştikakının, Arapların deyimlerinden olduğunu söyler. Yine, "Güç kuvvet bakımından onun dengiyim" anlamında, deyimi kullanılır. Buna göre, ayetin anlamı, "Biz insanlarda, bu hayvanı ve bu gemiyi, zapt ve rabt altına alabilecek kudret ve kuvvet yoktur. Binâenaleyh, ilmi, hikmeti ve mükemmel kudretiyle bunları bizim emrimize amade kılan Allah'ı takdis ederiz.." şeklindedir. Keşşaf sahibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, ayaklarını özengiye koyduğunda, "Bismillah" dediğini, hayvanın üzerine dimdik oturduğunda da, "el-Hamdu lillâhi alâ külli hâlin; sübhâneliezî sehhara lenâ hazâ... Ve mâ künnâ lehû mukrinîn ve Innâ İlâ Rabbinâ le munkalfbûn.." dediğini rivayet etmiştir. Kadî, tefsirinde, Ebû Muhled'den, Hazret-i Hasan İbn Ali (radıyallahü anh)'nin, şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hazret-i Hasan, hayvana binip de, "Sübhânellezî sehhara lenâ hazâ..." diyen birisini gördü, bunun üzerine ona, "Bununla emrolunmadın, sen "el-Hamdülillâhi'llezî hedânâ li'l-İslâmi, el-Hamdülillahi'llezî menne aleynâ bi Muhammedin (sallallahü aleyhi ve sellem), ve'l-hamdu lillahillezî cealena min hayri ümmetin uhricet linnâsi.." demek, daha sonra da, "Sübhâneliezî sehhara lenâ hazâ.." söylemekle emrolundun..." dedi. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şu rivayet edilmiştir: O yolculuğa çıkmak isteyip de, binitine bindiğinde, üç defa tekbir alır, sonra "Sübhânellezî sehhara lenâ hazâ..." der, daha sonra da, "Allah'ım, bu yolculuğumda senden, iyiliği, takvayı ve razı olacağın amelleri yapmaya beni muvaffak kılmanı istiyorum! Allah'ım, bu yolculuğu bize kolaylaştır; yerin uzaklığını bize yakınlaştır! Allah'ım, bu yolculuğumda sen yoldaşım ve ehlime bıraktığım halifemsin. Allah'ım, yolculuğumuzda bize yoldaş ol ve ehlimiz hususunda da bize halef ol!" derdi. Evine döndüğünde de, "Bizler, Rabbimize, tevbe ediciler, dönücüler ve hamdedicileriz.." derdi. Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu ayet, şu bakımlardan, Cebriyye (ehl-i sünnet)nin görüşünün aksine delâlet eder: 1) Allahü teâlâ,,buyurmuş, bu ifadenin başına, "için" anlamına gelen lâm'ı getirmiştir ki, bu Allahü teâlâ'nın, bizden, bu fiili yapmamızı istediğine delâlet eder. Ki bu da, Cebriyye (ehl-i sünnet)'nin, Allahü teâlâ, insanlardan küfrü de, inkârı da ısrarı da,murad etmiştir" şeklindeki görüşlerinin bâtıl olduğuna delâlet eder. 2) (......) ifadesi, Allahü teâlâ'nın, fiillerinin, birtakım maksat ve gayelere bağlı olduğuna delâlet eder. 3) Allahü teâlâ'nın bu hayvanları bu vasıflarda yaratmasının sebebi, sırf kullarından şükür sâdır olması içindir. Binâenaleyh, şayet kulun fiilini Allahü teâlâ yaratmış olsaydı, o zaman ayetin manası, "Ben bu hayvanları, kulumun lisânında, dilinde. "Sübhanellezî sahhara lenâ..." ifadelerini yaratmam için halkettim.." şeklinde olurdu. Halbuki bu, bâtıldır. Çünkü Allahü teâlâ, bu vasıtalar olmadan da bu lafızlar kulunun dilinde yaratmaya kadirdir. Bil ki, bu izahlara karşı verilecek cevap malumdur, bunları tekrar etmenin bir anlamı yoktur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Biz mutlaka neticede Rabbimize dönüp gidicileriz..." (diyesiniz)" buyurmuştur. Bil ki bu sözün, daha öncekilerle ilgisi şudur: Gemiye binmek tehlikelidir. Bazan gemi parçalanıp yolcuları helak olabilir. Hayvana binmek de böyledir. Çünkü hayvan için de, binicisinin helakine sebep olacak umulmadık şeyler olabilir. Durum böyle olunca da, gemiye binmek de, hayvana binmek de insanın kendini tehlikeye atmasını gerektirir. Binâenaleyh binenin, ölümü hatırlaması ve şüphesiz (bir gün) yok olacağını, Allah'a döneceğini ve Allah'ın kaza ve kaderinden bir kurtuluşun olmadığını hatırlaması gerekir. Öyle ki bu sakıncalar onun başına tesadüfen gelecek olsa, ölüme hazırlanmış ve ölümü gönlüne yerleştirmiş olur. 15Âyetin tefsiri için bak:19 16Âyetin tefsiri için bak:19 17Âyetin tefsiri için bak:19 18Âyetin tefsiri için bak:19 19"Böyle iken kullarından kiminin, O'ndan bir parça olduğunu iddia ettiler. Gerçekten insan açıkça "keför"dur. Yoksa O, yaratmakta olduklarından, kızlar edindi de, oğulları size mi ayırıp seçti? Onlardan biri, benzerini Rahman'a isnâd ettiği şeyle müjde verildiği zaman, o insan, gamla dolar ve âdeta dilsiz halde, yüzü kapkara kesilir. (Onlar) süs içinde yetiştirilmekte olup da, mücâdeledeki (hüccetini) açıklayamayan kişiyi mi (Allah'a nisbet ediyorlar?) Onlar, O Rahman'ın bizzat kulları olan meleklerin de dişi olduğunu söylediler. Onların yaratılışında hazır mı idiler?! Onların, (bu yalan) şâhidlikleri kaydedilecek ve onlar (bu hususta) sorguya çekileceklerdt". Bil ki Allahü teâlâ, "Eğer onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorarsan, elbette ... "Allah yarattı" derler"(Zuhruf,9) buyururca, onların bunu kabul etmelerine rağmen, Allah'ın kimi kullarını onun bir parçası saydıkların anlatmıştır. Bundan maksadı da, onların akıllarının azlığına ve tutarsızlığına dikkat çekmektir. Ayetle ilgili birkaç mesele var: Ebû Bekr'in rivayetine göre Âsim, Kur'ân'ın her yerinde, zâ'nın ve hemzenin zammesiyle (......) şeklinde okumuştur. Kelimenin her iki şekli de kullanılan lehçelerdir. Hamza ise, vakf yaptığında (bu kelimede durduğunda), hemzesiz olarak, (cüzfi) şeklinde durur. "Kullarından kimini O'na bir cüz (parça) isnâd ettiler" ifadesiyle ne kastedildiği hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür: 1) Meşhur olan görüşe göre, bu ifade ile, müşriklerin, Cenâb-ı Hakk'ın çacuğu olduğunu söylemeleri kastedilmiştir ki, bunu şu şekilde izah edebiliriz: İnsanın çocuğu, onun bir parçasıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Fatıma benden bir parçadır" buyurmuştur. Aklen de böyledir. Çünkü babadan bir parça (nutfe) ayrılır, sonra bu parça ana rahminde büyür ve bundan, aynen asıl olan, baba gibi olan bir insan meydana gelir. Durum böyle olunca da, kişinin çocuğu, kendisinin bir parçası demektir. Binâenaleyh ayetteki "kıldılar" ifadesi, "isnâd ettiler, böyle olduğunu söylediler" demektir. Buna göre mana, "Onlar, Allah'ın bir parçası olduğunu söylediler. Bu parça da, O'nun kullarından bir kuldur" şeklindedir. Bil ki eğer Allahü teâlâ, "Kulları için, O (Allah'dan) bir parça kıldılar, isnâd ettiler" demiş olsaydı, bu, onların, bazı insanlarda, Allah'ın bir parçasının bulunduğunu soytediklerini ifade ederdi ve bu parça da, çocuk olmuş olurdu. O halde ayetteki bu ifadenin manası, "Onlar, Allah'a bir parça isnad ettiler ve bu parça O'nun kullarından bir kuldur" şeklindedir. Velhasıl, o müşrikler, Allah'ın çocukları bulunduğunu söylediler. Bunu izah için alimler birtakım izahlar yapıp şöyle dediler: "Arapça'da "cüz", "dişi" demektir." Bunu söyleyenler, görüşlerini isbat için, şu iki beyti delil getirdiler. Lisanü-l-Arap 1/37. "Eğer, bir hür kadın bir gün, kız çocuğu doğurmuşsa, buna şaşmamalı.. (Zira), zeki bir hür kadın da bazen kız çocuğu doğurur" "Evs kabilesi kızlarından, hep kız doğuran biriyle evlendirildim.. Ki, o kızlar evlerinde hep, yumuşak böğürtlen ağacından yapılmış eğerceklerle ip bükerler.." Zeccac, Ezherî ve Keşşaf sahibi (Zemahşerî), bu kelimenin bu manada olduğunu söylemenin yanlış ve bu beyitlerin uydurma olduğunu iddia etmişlerdir. 2) "Ayetteki bu ifade ile, Allah'a ortak koşma (şirk) kastedilmiştir. Çünkü o müşrikler, Allah'ın ortakları bulunduğunu söylerlerken, bütün kızların Allah'ın değil, bazısının da başka (tanrıların) kızları olduğunu iddia etmişlerdir. Binâenaleyh bu müşriklerin, kulların hepsinin Allah'a ait olmadığını, bir kısmının Allah'ın, bir kısmının başkalarının olduğunu söylemişlerdir." Ayetin bu manada olduğunu söyleyenler, "Bu görüşün birincisinden daha evlâ oluşunun delili şudur: Eğer bu ayeti, Allah'ın ortakları olmadığı manasına alır, bundan sonraki ayeti de, Allah'ın çocukları olmadığı manasına alırsak, ayet, bütün bâtıllara karşı toptan bir reddiye olmuş olur" dediler. Kızlar Allah'ın, Oğullar Sizin Mi? Daha sonra Cenâb-ı Allah, "O, yaratmakta olduklarından, kızlar edindi de, oğulları size mi ayırıp seçti?!" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ bu münazarayı, en güzel bir şekilde sıralamıştır. Çünkü o, kendisinin çocuğu bulunamayacağını anlatmış, çocuğunun olmasının farzedilmesi halinde bu çocuklarının kız olmasının imkânsızlığını beyân etmiştir. Çocuğunun bulunamayacağının izahı şöyle yapılabilir: Çocuk, hiç şüphe yok ki babadan bir parçadır. Parçası bulunan şey ise, "mürekkeb" varlıktır. Her mürekkeb ise, "mümkin" varlıktır. Hem sonra, böyle olan şey, birleşmeyi, ayrılmayı, biraraya gelmeyi ve dağılmayı kabul eder demektir. Bunları kabul eden şey ise, sonradan var olmuş ve yaratılmış bir (kuldur). Dolayısıyla böyle olan, kadîm ve ezelî bir ilah olamaz. İkinci hususa, yani Allah'ın çocuğu olduğu farzedilmesi durumunda, bu çocuğun kız olmasının imkânsızlığının izahı da şöyledir: Çünkü oğlan, kızdan daha üstündür. Binâenaleyh kalkıp, Allah'ın, kendisi için kız çocuklar edinip, erkek çocukları kullarına nasip ettiğini söylersek, kulların durumunun, Allah'ın durumundan daha mükemmel ve üstün olması gerekir ki bu, aklın bedaheti ile reddedilen bir durumdur. Arapça'da, "Onun için, bu, o hususta bir ortağı bulunmaksızın tahakkuk etmiştir", "Falanca için şunu seçtim" manasına: denilir ki bu tıpkı, "Rabbiniz oğulları size mi seçip verdi" (İsra, 40) ayetinde olduğu gibidir. Daha sonra Hak teâlâ, kızların noksan olduklarını şöylece beyan etmiştir: 1) "Onlardan birine, Rahman'a isnâd ettiği şeyin bir benzen müjde verildiği zaman, o insan gamla dolar ve (adetâ) dilsiz halde, yüzü kapkara kesilir." Bu, "Noksanlıkta bu derece Olan bir şeyi, aklı olan insanın Allah'a nisbet etmesi nasıl uygun olabilir?" demektir. Anlatıldığına göre bir Arabın hanımı kız doğurmuş. Bunun üzerine adam, hanımının bulunduğu evi terkedince hanımı şu beyti söylemiş: " Ebû Hamza'ya da ne oluyor, oğlan doğurmadık diye öfkelenerek, yanıbaşımızdaki evde yatıp kalkıyor da yanımıza uğramiyor. Dilediğimizi yapmak (elde etmek) elimizde değil. Biz ancak, bize verileni alıyoruz." Ayetteki (......) kelimesi, ef'âl-i nakısanın (noksan fiillerin) pek çoğunun da aynı manaya geldiği gibi, (......) (oldu) manasındadır. Keşşaf sahibi, mübtedâ-ı mahzûfun haberi olarak (......) ve (......) şeklinde okunuşu da söylemiştir. Buna göre bu cümle, haber mevkiinde olur. 2) "(Onlar) süs içinde yetiştirilmekte olup da, duruşmada (hüccetini) açıklayamayan kişiyi mi (Allah'a nisbet ediyorlar)" ayetinin ifade ettiği husus... Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var: Hamza, Kisâî ve Asımın ravisi Hafs, fiili, yâ'nın zammesi, nûn'un fethası ve sının şeddesiyle, meçhul olarak (......) şeklinde okurlarken; diğerleri, yâ'nın zammesi, nûn'un sükûnu ve şın'ın fethasıyla (......) şeklinde okumuşlardır. Keşşaf sahibi bunun, (......) şeklinde de okunduğunu söyleyerek, "inşâ" manasına olarak "münaşe'e" şeklinde kullanılması tıpkı, "mugalât" fiilinin, "iglâ" manasında kullanılması gibidir" demiştir. Ayetteki bu ifade ile, yine kızların eksikliğine dikkat çekilmek istenmiştir. Şöyle ki birtakım süsler içinde büyütülen, aslında noksandır. Çünkü eğer onun kendinde böyle bir noksanlık olmasaydı, süsle-püsle tezyine ihtiyaç duymazdı. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onun durumunun eksikliğini, 'Vuruşmada (hüccetini) açıklayamadan" iadesiyle belirtmiştir. Bu, "Kız-kadın, mücâdele ve çekişme ihtiyaç duyduğu zaman bunu hakkıyla yapamaz ve delilini ortaya koyamaz. Çünkü dili tutuk, aklı kıt ve tabiatan biraz ahmaktır. Nitekim, "Kadın, hüccetini ortaya koymak isteğiyle konuştuğunda, çoğu zaman aleyhine hüccet olacak şeyleri söyler" denilir. İşte bütün bu izahlar, kadının ileri derecede eksik olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh bunların, Allah'ın çocukları olduğunu söylemek nasıl uygun düşer. Bu ayet, süslenmenin kadınlar için mubah, erkekler için haram olduğuna delâlet eder. Çünkü Allahü teâlâ, bunu ayıp ve noksanlığın gerekçelerinden kabul etmiştir. Binâenaleyh erkeğin buna yönelmesi, kendisini zillete düşürmesi demektir ki bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Mü'minin kendisini rezil-rüsvay etmesi caiz değildir" hadisinden ötürü haramdır. Erkeğe uygun olan süs, Allah'a taat yolunda sabır ve takva zineti ile süslenmektir. Şafiî şöyle der: "Bir gün, koruyucu olarak kanaatkârlık zırhını giydim. Onunla hem şeref ve haysiyetimi korurum, hem de onu, azık edinirim. Vefasız felekten, (onun musibetlerinden) hiç çekinmedim. Onun en fazla yapacağı şey, benim üzerime ölümü ve fakirliği fırlatması olabilecektir. Binâenaleyh ben, ölüm için, Allah (a olan imanımı) ve O'nun affını, fakirlik içinse, sabır ve katlanmayı hazırladım." Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar, O Rahman'ın bizzat kulları olan meleklerin de dişi olduğunu söylediler" buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır: Buradaki "kıldılar" fiili ile de, "hükmettiler, öyle olduğuna karar verdiler, söylediler" manası kastedilmiştir ki bunun peşisıra Cenâb-ı Hak, "Onların yaratılışında hazır mı idiler?" buyurmuştur. Bu ifadedeki soru, istifham-ı inkârî olup, "Onlar, melekler yaratılırken orada değillerdi, dolayısıyla bunun aklî deliller ile bilinmesine imkân yoktur. Naklî delillerin hepsi de, nübüvvet müessesesinin kabul edilmesine varıp dayanır. Halbuki bu kâfirler nübüvveti de kabul etmemektedirler. Dolayısıyla böyle bir netice ve hükme, naklî delillerle de varmak mümkün değildir" manasındadır. Böylece o kâfirlerin bu iddiayı, ne kesin, ne zarurî bir delil ile ileri sürmedikleri ortaya çıkar. Daha sonra Cenâb-ı Allah, onları tehdit ederek, "Onların (bu yalan) şâhidlikleri kaydedilecek ve onlar (bu hususta) sorguya çekileceklerdir" buyurmuştur ki bu, delilsiz iddianın kötü bir şey olduğuna, taklidin de büyük bir kınama ile çetin bir azabı gerektireceğine delâlet eder. Muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: "Kâfirler, böyle söylemekle, şu üç bakımdan kâfir olmuşlardır: a) Allah'a çocuk isnâd etmek suretiyle, b) Bu çocuğun kız olduğunu söylemek suretiyle, c) Meleklerin dişi olduğunu iddia etmek suretiyle..." Nafî, İbn Kesîr ve İbn Âmir, nûn ile, (......) kelimesini (Rahman'ın yanındadırlar) şeklinde okumuşlardır. Bu, Ebû Hatîm'in tercih ettiği kıraattir. Ebû Hatim, bunun tercih delillerini şöyle sıralar: a) Böyle okuma, (......) (Araf, 206) ve (......) (Rad, 33) ayetlerine uygun düşer. b) Bütün mahlûkat, zaten Cenab-ı Hakk'ın ibâdı (kulları)dır. Binâenaleyh bunun "ibâdu'r-rahmân" şeklinde okunuşunda, melekler için bir medih söz konusu olmaz. c) İfadenin takdiri, "melekler, o kâfirlerin yanında değil, Rahman'ın yanında (katında)dırlar. Binâenaleyh bu kâfirler, o meleklerin dişi olduklarını nasıl bilebilirler?" şeklindedir. Diğer kıraat imamları ise, bunu (kullar) şeklinde okumuşlardır ki bu, ya abd veya âbid'in çoğulu olup, tıpkı kâim, kıyam: ayakta duran, sâim, siyâm: oruç tutanlar ve nâim-niyâm (uyuyanlar) kelimeleri gibidir. Bu kıraat da, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın kıraat olup, Ebû Ubeyd'in tercihidir. Ebû Ubeyd bu tercihin gerekçesini şöyle açıklamıştır: "Çünkü Cenâb-ı Hak o kâfirlerin "Melekler Allah'ın kızlarıdır" şeklindeki sözlerini reddetmiş ve meleklerin kendisinin ancak kulları olduğunu haber vermiştir. Bu kıraati de "Aksine o (melekler) şereflendirilmiş kullardır" (Enbiya, 26) ayeti destekler. Sadece Nâfî, bundan sonra şeddesiz, yumuşak ve zammeli hemze ve med ile "eüşhidü şeklinde okumuştur ki bu, "Onlar, meleklerin yaratılışında hazır mı edildiler?" demektir. Yine Nâfî'nin bunu medsiz ve meçhul olarak, (e üşhidû) diye okuduğu rivayet edilmiştir. Diğer kıraat imamları ise, elifin fethasıyla (......) şeklinde okumuşlardır ki bu, "Onlar orada mıydılar?" demektir. Meleklerin insanlardan üstün olduğunu söyleyenler bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Ayetteki "İbâd" (kullar) kelimesini "Ind" (yanında) şeklinde okuduğumuzda, bu yanında oluşla, şüphe yok ki, taatları sebebi ile Allah'a olan yakınlıkları ve faziletleri kastedilmiş olur. Üstelik ayetteki hüm (onlar) lafzı da, nasr (sadece) manasını ifade edip, "Bu yanında oluş, sadece meleklere hastır" demek olur. Binâenaleyh "hasr" manasına delâlet eden bu lafız nazar-ı dikkate alındığında, meleklerin, kendileri dışındaki mahlûkattan daha üstün olmaları gerekir. Bu kelimeyi abd (kul) kelimesinin çoğulu olarak "ibâd" şeklinde okuyanların kıraatine gelince, daha evvel, Kur'ân'da geçen "İbâd" kelimelerinin, hep mü'minler için kullanılan bir lafız olduğunu belirtmiştik. Binâenaleyh bu ayette geçen, "Onlar Rahman'ın kullarıdır" ifadesi, kutluğun sadece o meleklerin ait olduğunu ifade eder. Dolayısıyla, kulluğa delâlet eden bu lafız, aynı zamanda üstünlük ve şerefe de delâlet edince, kulluğun meleklere hasr edildiğini gösteren bu ifade, aynı zamanda, fazilet ve şerefin de o meleklerin hasrına delâlet eder. Bu da meleklerin, diğer mahlûkattan daha üstün olmalarını gerektirir. Allah en iyi bilendir. 20Âyetin tefsiri için bak:25 21Âyetin tefsiri için bak:25 22Âyetin tefsiri için bak:25 23Âyetin tefsiri için bak:25 24Âyetin tefsiri için bak:25 25"Dediler ki: "Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdık." Onların bu hususta hiçbir bilgileri yok. Onlar, yalandan başka hiçbirşey söylemiyorlar. Yoksa biz, onlara bundan evvel bir kitap verdik de, şimdi ona mı tutunuyorlar. (Buna karşı şöyle) dediler: "Biz, atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve biz, onların izleri üzerinde doğru yolda bulunmaktayız." Senden önce, herhangi bir memlekette, fena akıbetleri haber verici bir peygamber gönderdiğimizde, oranın refah erbabı mutlaka, "Biz atalarımızı bir (din) üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyduk" demişlerdir. O peygamberlerden herbiri şöyle dediler: "Ben atalarınızı üstünde bulduğunuz dinden daha doğrusunu size getirdimse, (o zamanda mı) atalarınızın dinine uyacaksınız." Onlar da, "Biz, o sizin gönderildiğiniz şeyleri inkâr ediyoruz" dediler. Bunun üzerine biz de onlardan intikam aldık. İşte bak, yalanlayanların akıbeti nice oldu!" Bil ki Allahü teâlâ o kâfirlerin küfür ve şüphelerinden bir başka çeşidini de nakletmiştir. Bu, o kâfirlerin, "Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdık" deyişleridir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var: Mutezile şöyle der: "Bu ayet, Cebriyye'nin (yani ehl-i sünnet'in), "kâfirin küfrü de Allah'ın iradesiyle meydana gelir" şeklindeki görüşlerinin yanlışlığına şu iki bakımdan delâlet etmektedir: 1) Allahü teâlâ müşriklerin "Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdık" dediklerini nakletmiştir ki bu Cebriyye'nin görüşünün açıkça aynısıdır. Fakat Cenâb-ı Hak, kâfirlerin bu sözlerini, "Onların bu hususta hiçbir bilgileri yok. Onlar, yalandan başka hiçbirşey söylemiyorlar" buyurarak yanlış olduğunu söylemiştir. Böylece Cebriyye nin görüşünü sanki önce nakletmiş, peşisıra da bu görüşün fasit ve bâtıl olduğunu beyan etmiştir. Binâenaleyh Cebriyye'nin görüşünün bâtıliığı sabit olur. Bunun bir benzeri de, En'âm Sûresi'ndeki, "Müşrikler diyecekler ki: "Eğer Allah dileseydi, nebiz, ne de babalarımız müşrik olmazdık." De ki: "Yanında (bu hususta) bir bilgi (ve delil) var mı? (Varsa), haydi onu bize getirin. Sizler sadece zannınıza tâbi oluyor ve sadece yalan söylüyorsunuz" (En'âm, 138) ayetidir. 2) Allahü teâlâ, bu ayetten önce, o müşriklerin, küfür ifade eden şu söz ve işlerini de nakletmiştir: a) "Kullarından kimini, O (Allah'a) bir parça isnâd ettiler..."(Zuhruf, 15). b) "O Rahman'ın bizzat kulları olan meleklerin de dişi olduğunu söylediler" (Zuhruf, 19). c) "Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdık" (Zuhruf, 20) dediler. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bu üç hususu ard arda nakledip, ilk iki sözün kesin küfür olduğu sabit olduğuna göre, bu üçüncü sözün de küfür olması gerekir." Bil ki Vahidî, el-Basît'inde bunlara şu iki şekilde cevap vermiştir: 1) Zeccâc'ın ifadesine göre, Hak teâlâ'nın, "Onların bu hususta hiçbir bilgileri yok" sözü, müşriklerin, "melekler dişidirler" ve "melekler Allah'ın kızlarıdır" şeklindeki sözleriyle ilgilidir. 2) Kâfirler, "Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdık" şeklindeki sözleri ile, "Biz böyle emrolunduk, Allah buna razı oldu, bizim böyle yapmamızı emretti, aksini yapmamızı hoş görmedi" manasını kastetmişlerdir." Bunlar, Vahidî'nin, Mu'tezile'ye karşı verdiği cevaptır. Bence bu iki izah zayıftır. Birincisinin zayıflığı şöyledir: Allahü teâlâ, önce müşriklerin iki bâtıl iddialarını nakletmiş, bunların bâtıt oluşlarının sebebini izah etmiş, daha sonra da ilk ikisinden tamamen ayrı bir meselede, üçüncü bir görüşü nakletmiş ve bunun da bâtıl olduğunu beyan edip, bu husustaki tehdidini (va'îdini) bildirmiştir. Binâenaleyh ilk iki görüşün hemen akabinden gelen bu bâtıllık hükmünü, daha önce geçmiş ve bununla ilgisi olmayan bir söze vermek, son derece uzak bir şeydir. İkinci izah da zayıftır. Çünkü, "Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdik" ifadesindeki bu dilemenin ne ile ilgili olduğu açıkça bildirilmemiştir. Mücmellik delilin hilafınadır. Binâenaleyh ayetin takdirinin, "Eğer Rahman, bizim onlara tapmamızı dileseydi, biz bunlara tapmazdık" şeklinde olması gerekir. Halbuki (eğer) kelimesi, bir şeyin (hususun) bulunmayışından ötürü, bir diğer şeyin yokluğunu anlatır. O halde ayetteki bu ifade, Allahü teâlâ'nın, onların putlara ibadet etmelerine dâir bir meşîetinin (dilemesinin) olmadığına delâlet eder ki, bu Cebriyye'nin görüşünün aynısıdır. Binâenaleyh Allah'ın fasit ve batıl olduğunu bildirdiği husus, bu husustur. Bazı kimseler, Mu'tezile'nin bu istidlaline şu şekilde de cevap vermişlerdir: Kâfirler bu sözü, istihza ve alay yollu söylemişlerdir. Dolayısıyla ayetteki tenkid ve kınamayı haketmişlerdir. (Mu'tezilî olan) Keşşaf sahibi, bu istidlale karşı şu iki şekilde cevap vermiştir: a) Ayetin lafzında, kâfirlerin bunu istihzâvâri söylediklerini gösteren birşey yoktur. Hakkında delil bulunmayan şeyi iddia etmek, bâtıldır. b) Allahü teâlâ, o müşriklerin şu üç şeyi iddia ettiklerini nakletmiştir: 1) Kullarından kimini, Allah'ın bir parçası (çocuğu) olduğunu iddia ettiklerini, 2) Meleklerin dişi olduğunu söylediklerini, 3) "Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdık" dediklerini... Binâenaleyh kalkar da, "Ayetteki kınama sadece üçüncü söz ile ilgilidir. Çünkü onlar bunu iştihzâvârî 'değil de, ciddî olarak söylemişlerdir" dersek, o zaman aynı kınamanın, ilk iki husus hakkında da söz konusu olması gerekir. Bu durumda da, onların bu şeyleri ciddî olarak söylemiş olmaları halinde, haklı olduklarına inanarak söylemiş olmaları gerekir. Halbuki bunun küfür olduğu malumdur. Ama ilk iki husustaki tenkidin, bizzat sözün kendisine, üçüncü görüşte ise, sözün kendisine değil de, iştihzâvârî söylenmiş oluşuna yöneltildiğini söylemek, ifâdenin, karışık olması demek olur ki, böyle birşey Allah'ın kelâmı hakkında caiz olmaz." Bil ki bu söze karşı, bence verilecek gerçek cevap, En'âm Sûresi'nde de ifade ettiğimiz şu husustur: O müşrikler, Allah'ın insanların küfrünü dilemesiyle, iman etmeyi emretmenin doğru olmayışına istidlalde bulunup, böylece de "emir" ile "irade" (dileme)nin aynı şey olması gerektiğine inandıkları için, bu sözü söylemişlerdir. Biz (ehl-i sünnete) göre bu bâtıldır. Binâenaleyh, o müşrikler bu kınamayı, sırf "Allah kâfirin küfrünü de irade eder" şeklindeki inançlarından ötürü değil, aksine, "kâfirin küfrünü Allah irade ettiğine göre, kâfire imanı emretmesinin kabîh olması gerekir" diye inandıkları için müstahak olmuşlardır. İşte biz, bu ayetlerde söz konusu olan kınama ve tenkidi bu manada alırsak, Mu'tezile'nin bu ayetle istidlali düşer. Bu izahın tamamı En'âm Sûresi'nde geçmiştir. Allah en iyi bilendir. Allahü teâlâ, müşriklerin bâtıl inançlarını nakledince, "Onların bu hususta hiç bir bilgileri yok. Onlar, yalandan başka hiçbir şey söylemiyorlar" buyurmuştur. Bunu şöyle izah ederiz: Sanki şöyle denilmek İstenmiştir: "Müşrikler, "Allah kâfirin küfrünü murad edip, kâfirde, buna sebep olan şeyleri yaratınca, kâfire imanı emretmesinin çirkin olması gerekir. Çünkü böylesi bir emir ve tehdit, şu görünür âlemde (dünyada, insanlar arasında) bile çirkin kabul edilir. Binâenaleyh bunun, gayb âleminde de kabîh (çirkin) olması gerekir" demektedirler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Onların bu hususta hiçbir bilgileri yok" buyurmuştur ki bu şu manayadır: "Onların, bu kıyasın doğruluğuna dair bir bilgileri yok. Çünkü insanlardan birisinin fiil ve hükümleri, Allah'ın dışında kalan herşeyin maslahatların (iyiliklerin, faydaların) bulunmasından istifade ettiği, fasit (kötü) şeylerin bulunmasından zarar gördüğü için, maslahatların ve mefsedetlerin nazar-ı dikkate alınmasına bağlıdır. Binâenaleyh insanın tabiatı ve aklı, hüküm ve fiillerini, maslahatların gözetilmesine dayamaya sevkeder. Fakat Allah Sübhanehû ve Teâlâ, hiçbirşeyden istifade etmez ve hiçbirşey O'na zarar veremez. Arada böylesine büyük bir farkın bulunuşu aşikâr iken, Allah'ın, hüküm ve fiillerini maslahatların (menfaatlerin) gözetilmesine dayandırdığı nasıl söylenebilir? O halde, "Onların bu hususta hiçbir bilgileri yok" ayeti, "Onların, gayb âleminin, dünyaya kıyasının doğruluğu hususunda bir bilgileri yok (yani bu iki âlem, birbirine kıyas edilemez)" manasınadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onlar yalandan başka hiçbirşey söylemiyorlar" buyurmuştur ki bu, "Bu kıyasın doğru olup olmadığını kesin bilmediklerine göre, kesin aklî delil ile, onların bu kıyasta yalancı ve uydurmacı oldukları anlaşılır. Çünkü her bakımdan menfaat ve zarardan münezzeh olan zatı, bazı şeylerden istifade eden ve bazı şeylerden zarar gören muhtaç bir varlığa kıyas etmek, aktın açıkça bâtıl olduğunu gösterdiği yanlış bir kıyastır" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Yoksa biz, onlara bundan evvel bir kitap verdik de, şimdi ona mı tutunuyorlar?" buyurmuştur. Bu, "Cenâb-ı Hakk'ın, onlardan naklettiği bu bâtıl görüşün doğruluğunu, onlar akıl ile ya da nakil ile anladılar" demektir. Bu işin akıl ile isbat edilmesine gelince, bu bâtıldır; zira, Cenâb-ı Hak, "Onların bu hususta hiçbir bilgileri yok. Onlar, yalandan başka hiçbir şey söylemiyorlar" buyurmuştur. Bunu nakil ile isbat etmek de, batıldır. Zira Cenab-ı Hak, "Yoksa biz, onlara bundan önce bir kitap verdik de, şimdi ona mı tutunuyorlar?" buyurmuştur. ifadesindeki -hû zamiri, ya Kur'ân'a ya da peygambere râcî olup, buna göre mana, "Onlar, bu batıl şeyi, Kur'ân'dan önce indirilmiş olan kitapta buldular mı ki, böylece onların buna dayanmaları, buna tutunmaları caiz olabilsin?!" şeklinde olup, bundan maksat da, bunun, bir inkâr ve yadırgama sadedinde zikredilmesidir. Buna ne aklî delilin, ne de naklî delilin delâlet etmediği sabit olunca, bu hükmün, böyle bir şeyin bâtıl olması gerekir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Buna karşı şöyle) dediler: "Biz, atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk. Ve biz, onların izleri üzerinde doğru yolu bulmuşuzdur" buyurmuştur. Ki bu, "Allahü teâlâ, onların, bu görüşlerinin doğruluğuna dair asla bir delillerinin bulunmadığını beyan edince, onları buna sevkeden sebebin, sadece katıksız taklid olduğunu da beyan buyurmuştur" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, cahillerin, taklid yoluna tutunmalarının ta eskilerden beri sürüp gelen bir iş olduğunu beyân etmek üzere: "Senden evvel herhangi bir memlekete, fena akıbetleri haber verici bir peygamber gönderdiğimizde, oranm refah erbabı mutlaka, "Biz atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyduk..." demişlerdir" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki (......) kelimesi, kesre ile (immetin) şeklinde de, okunmuştur ki, her ikisi de, kastetmek anlamında olan umum kökündendir. O halde ümmet, tıpkı "kendisine doğru seyahat edilen şey" hakkında kullanılan rihle gibi, "kastedilen yol" anlamındadır. İmme kelimesi ise, kastedilen kimsenin üzerinde bulunduğu hâl, durum demektir. Allah'ın kitabında, taklidin yanlış olduğu hususunda sadece bu ayet bulunmuş olsaydı bile, yeterdi. Çünkü Allahü teâlâ, bu kâfirlerin benimsedikleri görüşü ortaya koymaları hususunda, ne aklî ne de naklî herhangi bir delile tutunmadıklarını beyan etmiş, bunun peşinden de, bunların bu görüşü, geçmişlerini ve atalarını taklid etmek suretiyle benimsediklerini belirtmiştir. Allah bütün bu hususları kınamak için zikretmiştir ki, işte bu, taklide tutunmanın bâtıl olduğuna delâlet eder. Aklî bakımdan da, taklidin kötü bir şey oluşunun delili şudur: Taklid, bâtılı savunan ile haktan yana olan arasında ortak bir noktadır. Çünkü, bâtılı savunanlar içinde mukallitler bulunabileceği gibi, hakkı savunanlar içinde de mukallitler bulunabilir... Binâenaleyh, taklit hakka ileten bir yol olmuş olsaydı, bir şeyin hem kendisinin hem de o şeyin zıddının hak olması gerekirdi.. Halbuki bunun bâtıl olduğu malumdur. Allahü teâlâ, kişiyi taklide yöneltenin, dünyadaki lezzetlerden yararlanma, tenbellik ve çalışmama tutkusu ile, İstidlalde bulunma, tefekkür etmenin zorluklarına katlanma konusunda duyulan öfke olduğunu beyan buyurmuştur. Zira Cenâb-ı Hak, "... oranın refah erbabı mutlaka, "Biz atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk.." demişlerdir" buyurmuştur. Mutrefün, nimet ve refahın, kendilerini şımarttığı kimseler, demektir. Binâenaleyh, bunlar ancak şehevî ve eğlendirici şeyleri severler; hakkı talep etme yolundaki sıkıntılara katlanmadan da hiç hoşlanmazlar. Bunu iyice kavradığına göre, şimdi sen, bütün belâların başının, dünyayı ve maddî lezzetleri sevmek olduğunu; bütün hayır ve güzel şeylerin başının da, Allah ve ahiret yurdunu sevmek olduğunu anlamış oldun.. İşte bundan dolayıdır ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Dünya sevgisi, her günahın başıdır" Keşfu'l-Hafa, 1/333buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, peygamberine, "Ben atalarınızı üstünde bulduğunuz dinden daha doğrusunu size getirdimse (o zamanda mı) atalarınızın dinine uyacaksınız.." demesini emretmiştir. Ki bu, "Sizin atalarınızın dininden daha güzelini de mi getirsem?!.." demektir. İşte bu noktada, Cenâb-ı Hak onların, "Biz, atalarımızın dini üzere kalacağız. Ondan ayrılmayacağız. Sen bize, ondan daha doğru olanını getirsen bile, "biz, seninle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz.." Bu, her ne kadar, bizim üzerinde bulunduğumuzdan daha doğru olsa bile..." dediklerini beyan buyurmuştur. İşte bu noktada, artık onlar için, herhangi bir mazeret, tutunacakları herhangi bir delil kalmadığı için, Cenâb-ı Hak, "Bunun üzerine biz de, onlardan intikam aldık. İşte hak, yalanlayanlarının akıbeti nice oldu!" buyurmuştur ki, bununla, kâfirleri tehdit kastedilmiştir. Allah en iyisini bilendir. İbrahim (aleyhisselâm)'in Tebliği 26Âyetin tefsiri için bak:30 27Âyetin tefsiri için bak:30 28Âyetin tefsiri için bak:30 29Âyetin tefsiri için bak:30 30"Bir zaman da ibrahim, babasına ve kavmine, "Ben, gerçekten sizin tapmakta olduklarınızdan uzağım, yalnız beni yaratan müstesna. Şüphe yok ki O, beni doğru yola muvaffak edecektir" demişti. (İbrahim) bunu, rücû etsinler diye, zürriyeti arasında bakî bir kelime yaptı. Daha doğrusu ben, onları da, atalarını da, kendilerine hakkı açıklayan bir peygamber gelinceye kadar faydalandırdım. (Fakat) kendilerine o hak gelince onlar, "Bu, sihirdir. Biz onu inkâr ediyoruz..." demişlerdir". Bil ki, Allahü teâlâ bir önceki ayette, o kâfirleri, bu bâtıl sözleri söylemeye davet eden şeyin, sırf atalarını, geçmişlerini taklit etmek duygusu olduğunu, bu yolun bâtıl bir yol, yanlış bir metod olduğunu ve delile müracaat etmenin taklide tutunmaktan daha evlâ olduğunu beyan buyurunca, bunun peşinden işte bu ayetleri de getirmiştir ki, bundan maksat, taklid görüşünün yanlışlığına delâlet eden diğer bir hususu belirtmektir. Bu hususu şu iki bakımdan izah edebiliriz: 1) Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, delile istinaden, müdellel olarak, atalarının dininden kendisini tebrie edip uzak gördüğünü anlatmıştır. Şimdi biz diyoruz ki, dinler hususunda ataları taklid etmek, ya haram olur, ya da caiz. Eğer bu haram ise, taklid görüşü bâtıl olmuş olur. Eğer caiz ve mümkün ise, Arapların atalarının en şereflisinin İbrahim (aleyhisselâm) olduğu malûmdur. Çünkü Arapların, İbrahim (aleyhisselâm)'in zürriyetinden olmaları dışında, başka herhangi bir övgü ve şeref vesileleri yoktur. Durum böyle olunca da, ataların en şereflisi olan bu atayı, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i taklit etmek, diğerlerini taklit etmekten daha yerinde ve uygun olur. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i taklit etmenin, başkalarını taklit etmekten daha evlâ olduğu sabit olduğuna göre şimdi biz diyoruz ki, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), babalarının dinini terkedip, delile tutunmanın, atalara uymaktan daha evlâ olduğunu söylemiştir. Durum böyle olduğuna göre, hem ataları taklit etmeyi terketme, hem de delili taklide tercih etme hususunda, Hazret-i ibrahim (aleyhisselâm)'i taklit etmek gerekir. Bunun da böyle olduğu sabit olunca, şimdi biz diyoruz ki: Taklidin vücûbiyyetine dair olan görüş, (Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in dışındakiler!) taklitten men etmeyi gerektirir. Varlığı, yokluğuna götüren şey ise, bâtıldır. Binâenaleyh (mutlak anlamda), taklid görüşünün bâtıl olması gerekir. İşte bu anlattığımız, taklidin bâtıl olduğunu gösterme hususunda, ince bir yoldur ki, bu ayetle kastedilen de budur. 2) Gerek dinî gerekse dünyevî hususlarda taklidi bırakıp delile tutunmaya yönelmenin daha evlâ olduğu hususundaki ikinci delilimiz de şudur: Allahü teâlâ, Hazret-i ibrahim (aleyhisselâm), atalarının yolunu bırakıp delile uyduğu için, hiç şüphesiz Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in dinini ve yolunu, zürriyeti arasında, Kıyamete değin baki bırakacağını beyân buyurmuştur. Atalarının dinleri ise, sona ermiş ve bâtıl olmuştur. Böylece, delile tâbi : -aya yönelmenin, Kıyamete değin, eseri ve izi medholunmuş olarak kalacağı; taklid ve taklîdde ısrarın eserinin ise, son bulacağı, dünyada ondan hayır namına, eser ve iz namına hiçbir şeyin kalmayacağı sabit olmuş olur. Böylece de, bu iki izah sayesinde, delile tabi olmanın ve taklidi terketmenin daha evlâ olduğu ortaya çıkmış olur ki, işte bu ayetin asıl maksadı da budur. Şimdi biz, ayetin lafızlarının tefsirine geçelim. Ayetteki, "Ben, gerçekten, sizin tapmakta olduklarınızdan uzağım" cümlesine gelince, Kisâî, Ferra, Müberred ve Zeccâc, bu ayetteki berâ kelimesinin, tıpkı (......) ve (......) kelimeleri gibi, tesniye ve çoğul olmayan bir masdar olduğunu, zira Arapların "Ben, senden berî ve uzağım; biz senden beri ve uzağız.." dediklerini, ama, (ikil, tesniye olarak) ve (çoğul olarak) demediklerini, zira bu durumda, mananın (uzaklık sahibi iki kişi) ve (uzaklık sahibi ikiden fazla kimse) şeklinde olacağını, ama ve demen halinde ise, bu kelimeleri tesniye ve çoğul yapabileceğini söylemişlerdir. Daha sonra Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), kendisini yaratanı bu uzak kalıştan İstisna ederek, "Beni yaratan müstesna" demiştir ki bu, "Ben, Allah'tan değil, sizin taptıklarınızdan beriyim, uzağım.." demektir. Buradaki illâ edatının, (lâkin) manasında olması ve mananın da, "Ancak ne var ki, beni yaratan müstesna. Çünkü O, beni dinine iletmiş, kendisine itaata muvaffak kılmıştır.." şeklinde olması da caizdir. Bil ki, Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bir başka ayette, "Beni yaratan alemlerin Rabbi müstesna... O halde O, beni hidayete iletir..." (Şuarâ, 77-78) şeklinde söylediğini, burada ise, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Beni, hidâyete iletecek..." dediğini nakletmiş, böylece bu iki şeyi cem ettiğini ve kelamın takdirinin adeta "O. beni hidâyete iletir ve o, beni hidayete iletecek" şeklinde olduğunu belirtmiştir ki, böylece bu ifade, bu hidayetin hem o anda, hem de ilerde devam edeceğine delâlet eder. üfer) Yani, İbrahim, konuştuğu o tevhîd kelimesini, yani, "Ben, gerçekten sizin tapmakta olduklarınızdan uzağım.." ifadesini, "Tanrıyoktur"yerine; "Beniyaratan müstesna..."ifadesini de "Ancak Allah vardır" yerine koymuştur. Böylece, ifadesi, adeta "La ilahe illâllâhu..." "Allah'tan başka tanrı yoktur" cümlesi yerine kullanılmış olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, bu kelimeyi, kendi zürriyeti arasında bakî olan ve devam eden birşey kıldığını ve zürriyeti arasında her zaman, mutlaka, Allah'ın bir olduğuna inanan ve O'nun birliğine çağıranların bulunacağını, böylece, umulur ki, onlardan müşrik olanların, Allah'ın; birliğini savunanların çağrısı ile dönebileceklerini, beyan buyurmuştur. Ceale fiilinin failinin Allah olduğu da ileri sürülmüştür. (......) ifadesi tahfif ile (kelmeten) ve (......) kelimesini de (......) şeklinde okunmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Daha doğrusu ben. onları da, atalarını da, ... faydalandırdım" buyurmuştur. Yani, "Hazret-i İbrahim'in torunları olan Mekkelileri uzun ömürlü kılmak ve nimetlere gark etmek suretiyle, faydalandırdım da, böylece onlar benim mühlet verişime aldandılar; nimetlere dalmak, şehevî arzulara tâbi olmak ve şeytana boyun eğmek suretiyle de, tevhîd kelimesini ihmâl ettiler.." demektir.. Ta ki, onlara "hak", yani Kur'ân ve "açıklayıcı bir resul" geldi.. Bu resul, risâletini açıkladı, yanındaki ayetleri, mucizeleri ve delilleri izah etti, ama. onlar o Resulü yalanladılar, ona sihirbaz; getirdiğine de sihir adını taktılar ve böylece onu İnkâr ettiler. Ayetin kendinden öncekilerle münasebeti de şudur: Bu Mekke müşrikleri babalarını taklide yönelip, hüccet ve deliller hakkında tefekkürde bulunmayınca, Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine uzun süre mühlet verişi ve onları dünya nimetleriyle faydalandırmasına aldandılar da, haktan ve hakikatten yüz çevirdiler. Keşşaf sahibi şöyle der: "Şayet, bu ifadeyi tâ'nın fethasıyla (metta'te) şeklinde okuyanların bu okuyuşlarının sebebi nedir?" denilecek olsa, biz deriz ki, Cenâb-ı Hak adeta, "... bunu, dönsünler diye, zürriyeti arasında baki bir kelime yaptı" ayetinin ifade ettiği mana hususunda kendi zâtına âdeta itirazda bulunarak, "Evet, sen onları uzun ömür ve bol rızkla faydalandırırsan, onlara bunu verirsen, bu onları işte kelime-i tevhidden alıkor" demek istemiş ve bununla onları iyice ayıplamak istemiştir. Çünkü, Allah onları böylesine bol nimetlerden yararlandırınca, onlara düşen, onlara yapması gereken, bunu, O'na şirk koşmaya ve eşler tanımaya değil de, daha fazla şükretmeye ve tevhid inancında sebata vesile edinmeleri idi.. Bunun misâli, kendisine iyilik ettiği kimsenin kötülüğünden yakman kimsenin, kendisine dönerek, "Yaptığın iyilik ve ihsanlarla, buna sebep olan sensin!" demesidir ki, bu kimsenin bu sözünden maksadı, kendisinin yaptığını kötülemek değil, iyiliğe kötülükle mukabele eden kimseyi kötülemektir. Allah Risaleti Dilediğine Verir 31Âyetin tefsiri için bak:32 32"Bir de (şunu) söylediler: "Şu Kuran, iki şehirden birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?'" Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini bile aralarında, (onlar değil), biz taksim ettik Kimini, derece derece kiminin üstüne çıkardık ki, bir kısmı bir kısmını çalıştırsın. Rabbinin rahmeti, onların toplayageldiklerinden daha hayırlıdır". Zengin ve Nüfuzlu Resul İstekleri Bil ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın bu sûrede, o müşriklerden naklettiği küfürlerinin dördüncüsüdür. Bu miskinler şöyle demişlerdir: "Allah'ın risâlet makamı, kıymetli bir makamdır. Binâenaleyh bu makam ancak, şerefli bir kimseye yakışır." Onların bu sözü doğrudur, ancak ne var ki onlar bu sözle, şöylesi yanlış bir mukaddime eklemektedirler: "Şerefli, kıymetli kimse, malı ve makamı çok olan kimsedir. Halbuki Muhammed, böyle değildir. Dolayısıyla, Allah'ın risaleti, ona uygun düşmez. Bu makam ancak, şu iki şehrin birinde, yani Mekke ve Taif'te malı çok ve makamı büyük olan birisine uygun düşer."Müfessirler, Mekke'dekinden maksadın Velid ibn Muğfre; Taif tekinden maksadın ise Urve İbn Mesûd es-Sekafî olduğunu söylemişlerdir. Cenâb-ı Hak, onların bu şüphelerini, şu iki bakımdan çürütmüştür: a) "Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?! ayetinin ifade ettiği husus.. Cenâb-ı Hakk'ın bu cevabını şu bakımlardan açabiliriz: 1) "Biz dünyadaki makamları da farklı farklı kıldık.. Ve hiç kimse, onları değiştiremedi.. Böyle olunca, din ve nübüvvet makam lan ndaki farklılığı, onlar, haydi haydi değiştiremezler." 2) "Bu zenginliğin, falancaya tahsis edilmesi, bizim hükmümüz ve o kimseye olan lütfumuz ve ihsanımızdan dolayıdır. Peki, bu serveti ihsan ettik diye nübüvveti de ihsan etmemiz gerektiği nereden çıkarılıyor? Hiç akıl bunu gerektirir mi?" 3) "Biz, daha önce geçmiş herhangi bir sebep olmaksızın, insanlara farklı farklı derecelerde dünya makamlarını ihsan edince, aynı şekilde daha önce geçmiş bir sebep bulunmaksızın dînî makamları vermede de, farklı farklı ihsanlarda bulunmamız niçin caiz olmasın?.." İşte, verilen cevabın izahı bundan ibarettir. Şimdi biz, ayetin lafızlarını tefsire yöneliyor ve şöyle diyoruz. ifadesindeki hemze, istifham; karşı tarafı cehalete nisbet etmeye ve onların hak'dan yüz çevirişlerinden, tahakküm sevdalarından ve nübüvvet gibi en ciddi bir işi çekip çevirme iddialarından dolayı taaccüb etmeye delâlet eden inkarî (red ifade eden) bir hemzedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu hususa bir misal getirerek, "Dünya hayatında onların maişetlerini bile aralarında, (onlar değil), biz taksim ettik. Kimini, derece derece kiminin üstüne çıkardık ki (...)" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Eşitlik Hukuktadır, Maişette Değil "Biz kullar arasındaki bu farklılığı, kuvvetlilik-zayıflık, ilim cehalet, maharetlılik-aptallık ve şöhretlilik-şöhretsizlik... gibi hususlarda meydana getirdik. Biz, böyle yaptık, zira bütün bu hususlarda herkesi müsavi kılsaydık, hiç kimse hiç kimseye çalışmaz ve hiç kimse bir başkasının emri altına girmezdi. Böyle olması halinde ise bu durum, dünyanın harab olmasına, onun nizamının bozulmasına müncer olurdu. Böyle olmamıza rağmen, hiç kimse bizim hükmümüzü değiştirmeye ve yargımızın sınırlarının dışına çıkmaya kadir olamamıştır. Binâenaleyh insanlar, az ve değersiz olmasına rağmen dünya halleri hususunda hükmümüzden kaçamadığına göre, nübüvvet ve risâlet makamını belli kimselere tahsis etmemiz hususunda, onların hüküm ve yargımıza itiraz etmeleri nasıl mümkün olabilir?!" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Dünya hayatında onların maişetlerini bile aralarında, (onlar değil), biz taksim ettik" buyruğu, onların hertürlü maişetlerinin, ancak Allah'ın hükmü ve takdiri ile meydana gelmiş olmasını iktiza eder ki, bu, haram ve helâl rızkın hepsinin Allah'tan olmasını gerektirir. b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbinin rahmeti, onların toplayageldiklerinden daha hayırlıdır.." ifadesinden ne kastedilmiştir? Bu şu şekilde izah edilebilir: Allahü teâlâ, dini bakımdan bazı lütuf ve rahmetini kullarından bazısına tahsis edince, işte bu rahmet, o insanların toplayıp bir araya getirdikleri mallarından daha hayırlı olur. Çünkü dünya, son bulma ve sona erme ile yüzyüzedir.. Halbuki, Allah'ın lütuf ve rahmeti ise, ebediyen ve daima kalıcıdır. Allah'ı Bulmak ... Asıl Mesele 33Âyetin tefsiri için bak:39 34Âyetin tefsiri için bak:39 35Âyetin tefsiri için bak:39 36Âyetin tefsiri için bak:39 37Âyetin tefsiri için bak:39 38Âyetin tefsiri için bak:39 39"Eğer (bütün) insanlar, (küfre imrenecek) bir tek ümmet haline gelmeyecek olsaydı, Rahman'ı inkâr eden kimselerin evlerinin tavanlarını, üstünden çıkacakları merdivenlerini, odalarının kapılarını, üzerine yaslanacakları tahtlarını hep gümüşten yapardık!.. (Onları) altın zinetler(e boğardık).Bunların hepsi, dünya hayatının geçici metâından başka şeyler değildir. Ahiret (saadeti) ise, Rabbiniz katında, (ancak küfür ve günahlardan) kaçınanlara mahsustur. Kim Rahman'ın zikrinden yüz çevirirse, biz ona, şeytanı musallat ederiz. Artık bu, onun bir arkadaşıdır.. Şüphesiz ki bunlar, onları yoldan çıkarırlar. Onlar da, kendilerinin hidâyete erdirilmiş olduklarını zannederler.. Nihayet o bize geldiği zaman der ki: "Keşke seninle benim aramda, gün doğusu ile gün batısı arası kadar uzaklık olsaydı.. (Sen) ne kötü arkadaşmışsm!. (Bütün temenni ve pişmanlığınız) bugün size asla fayda vermez. Çünkü zulmettiniz. Muhakkak siz de, azâbta ortaklarsınız..". Bu ifadelerle ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki Allahü teâlâ, onların, zenginin fakire tercih edilmesi gerektiği fikrine binâen, ileri sürdükleri o şüphelerine bir üçüncü şeyle de cevap vermiştir ki, o da şudur: Allahü teâlâ, dünya menfaatlerinin ve lezzetlerinin, kendisi katında önemsiz ve değersiz olduklarını beyan etmiş ve bunların değersizliğini, "Eğer, (bütün) insanlar, (küfre imrenecek) bir tek ümmet haline gelmeyecek olsaydı..." diye beyan etmiştir ki bu, "Şayet insanlar, kâfir kimseyi bol rızık ve refah içinde gördüklerinde, küfre arzu duymayacak olsalardı, hiç şüphesiz nimetlenmeyi sağlayan pekcok şeyi onlara verirdim. Bu nimetler de: a) Onların evlerinin tavanlarının gümüşten olması, b) Üzerine basıp çıktıkları merdivenlerin gümüşten olması, c) Evlerinin kapılarının ve üzerine yaslanıp oturdukları divanlarının da gümüşten olması., dır.." demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Onları) altın zinetler(e boğardık)..." buyurmuştur. Bu kelime iki manaya gelir: a) Altın. b) (Genel anlamda) zinet.. Ki, bunun böyle oluşunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın 'Tam yer, zinet ve ihtişamını takıp süslendiği zaman.."rvunus,23) ayetidir. Birinci takdire göre mana, "Biz onlara, bunun yanısıra pekçok altın da verirdik..."; İkinci takdire göre ise mana, "Biz onlara her konuda çok ve büyük zinetler verirdik.." şeklinde olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bütün bunların, dünya hayatının metâı olduğunu beyan etmiştir. Allah bunlara, "meta" adını vermiştir; zira insan, bunlardan kısa bir müddet istifade eder, sonra da bu şeyler yok olur giderler.. Ahiret ise, devamlı ve sürekli olup, o, Allah katında ve O'nun hükmünde, dünyaya muhabbetten kaçınıp da Mevlâ'yı sevmeye yönelenler içindir. Sözün özü şudur: O cahil kimseler, peygamberlik makamının, fakirliğinden dolayı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verilmeyip, zengin kimseye verilmesinin daha uygun olacağını sanmışlardır. İşte böylece de Allahü teâlâ, mal ve makamın kendisi katında önemsiz olduğunu ve bunların, daima son bulmakla karşı karşıya bulunduğunu; bu iki şeyin bulunmasının, bir şeref ve kıymet ifâde etmeyeceğini beyan buyurmuştur. Allah en iyi bilendir. îbn Kesir ve Ebû Amr, cins manasını murad ederek, müfret olarak, sin'in fethası ve kâfin sükûnu ile sakfen şeklinde okumuşlardır ki, Cenâb-ı Hakk'ın, (Nahl. 26) ayetinde de böyledir. Diğer kıraat imamları isa, çoğul sîgasıyla sukufen şeklinde okumuşlardır. Bunun neyin çoğulu olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bu kelimenin, tıpkı (rehin bırakılan şey) kelimelerinde olduğu gibi, sakf kelimesinin çoğulu olduğu ileri sürülmüştür. Ebû Ubeyd, "Bu ikisinin bir üçüncü örneği yoktur" derken, bunun, tıpkı (......) kelimesinin çoğulunun (......) kelimesinin çoğulunu da (......) olmaları gibi, (......) kelimesinin çoğulu olduğu da ileri sürülmüştür. Bu durumda bu kelime, çoğulun çoğulu olmuş olur. Cenâb-ı Hak, "Rahman'ı inkâr eden kimselerin evlerinin tavanlarını (...)" buyurmuştur. Ayetteki, (......) kelimesi, den bir "bedel-i istimal" dir. Keşşaf sahibi, (......) kelimesinin (......) şeklinde okunduğunu da söylemiştir. (......) kelimesinin çoğuludur; yahut da, (......)'ün çoğuludur ki, (......) tıpkı, merdiven, iskele vb. şeyler gibi, yüksek yerlere çıkma aleti, demektir, Yani, "Onlar, o merdivenler üzerine çıkarlar, yükselirler.." demektir. Ayette (......) kelimesinin mansûb oluşu hakkında şu iki görüş ileri sürülmüştür: a) Bu kelimenin manası, "Biz onların evleri için, gümüşten tavanlar ve onlar için de zinetler yapardık.." şeklindedir. b) Kelamın takdiri, "Gümüşten ve zinetlerden, yani şeklindedir. Harf-i cer hazfedilince, mecrûr mansûb kılınmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Bunların hepsi, dünya hayatının geçici metâından başka şeyler değildir" ayetine gelince, Asım ve Hamza, mîm'in şeddesi ile, lemmâ şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları şeddesiz olarak lemâ diye okumuşlardır. Hamza'nın bu ifadeyi şeddeli olarak lemma okumasına gelince, bu kelimeyi, bu okuyuşuyla illâ anlamına almaktadır. Nitekim Sîbeveyh, "yapsana!" manasında olmak üzere Arapların, "Allah aşkına senden, mutlaka yapmanı isterdim.." dediklerini nakletmiştir. Ki bu kıraati, Übeyy (radıyallahü anh)'in, şeklindeki kıraati de destekler. Bu kıraat, bu ayetteki (......)'nın, (......) anlamında olduğunu göstermektedir. Bu kelimeyi şeddesiz olarak okuyanların kıraatine gelince, Vahidî, "Bu kıraata göre, mâ zâiddir; kelamın takdiri, şeklindedir" demiştir. Ebu'l-Hasen de "Uygun olan, bunun şeddesiz kıraatidir. Çünkü, (......)'nın, anlamına geldiği, pek bilinen birşey değildir" demiştir. Kisâî'nin de, "Ben, bunun şeddeli olmasının izahını bilemiyorum.." dediği nakledilmiştir. Mu'tezile şöyle demektedir: "Bu ayet, onlara böyle davranması halinde, bu davranışın onları küfre sevkedeceği için, Allahü teâlâ'nın insanlara dünya nimetlerini vermediğine delâlet eder. Öyleyse bu demektir ki Allahü teâlâ'nın onlara bunu vermeyişinin sebebi, onları küfre götürmemektir. Yaptığımız bu izah şöyle birtakım hükümlerin çıkarılabileceğine delâlet eder: 1) Allahü teâlâ, o insanlara, kendilerini küfre sevkedecek şeyleri vermediğine göre, insanlarda küfrü de yaratmamıştır. 2) Lütuf fiillerinin, birtakım mazeretlerin ve bahanelerin kaldırılmasının yerine geçtiği sabittir. Binâenaleyh Allahü teâlâ, onların mazeret ve bahanelerini ortadan kaldırmak için bunu yapmadığına göre, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, o insanlara verip lütfettiği o şeylerin, onları imana sevkedici olmasını gerektirir. Binâenaleyh ayet işte bu bakımdan, Allahü teâlâ'nın lütuf fiillerini yaratmasının vâcib olduğuna delâlet eder. 3) Bu ayet ile, Allahü teâlâ'nın yaptığı ve yapmadığı her şeyin, bir hikmet ve maslahattan ötürü olduğu anlaşılır. Bu ise, Allah'ın hüküm ve tüllerinin birtakım maslahat, maksad ve gayelere bağlı olduğuna delâlet eder. İmdi eğer, "Cenâb-ı Hakk, kâfirlere nimet kapılarını açması halinde, bunun insanların küfürde toplanmalarına sebep olacağını; bu yüzden de, insanların imanda toplanmalarına sebep olması için, müslümanlara bunu vermediğini bildirmiştir" denilirse, biz (Mu'tezile) buna karşı deriz ki: Böyle olması halinde insanlar, dünyalık elde etmek maksadıyla İslâm ve imanda birleşmiş olurlardı. Böyle iman ise, münafıklara yakışır. Dolayısıyla en doğru olan, işin müslümanlara zorlaştırılmasıdır. Ki böylece İslâm'a giren herkes, İslâm'a, delillere dayandığı ve Allah'ın rızasını elde etmeye vesile olduğu için girmiş olur. Dolayısıyla da işte bundan ötürü mükâfaatı büyük olur. Rahmandan Uzak Olanın Arkadaşı Şeytan Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kim Rahman'ın zikrinden yüz çevirirse biz ona, şeytanı musallat ederiz." Artık bu, onun bir arkadaşıdır" buyurmuştur. Bununla Cenâb-ı Hak, dünya âfetlerine dikkatimizi çekmek istemiştir. Çünkü mal ve makam elde eden kimse, Allah'ın zikrine karşı kör gibi olmuş olur. Böyle olan kimse ise, sapan ve saptıran şeytanların arkadaşlarından, onlarla oturup kalkanlardan olmuş olur. İşte bu ayetin, kendisinden önceki ayetlerle münasebetinin izahı böyledir. Keşşaf sahibi şöyle der: Ayetteki, fiili, şîn'ın fethasıyla da okunmuştur. Bu iki okuyuş arasındaki mana farkı şudur: İnsanın gözünde bir hastalık bulunduğunda, babı kullanılır. İnsan, gözünde bir hastalık olmadığı halde, sanki kör imiş gibi baktığında, babı kullanılır. Bunun bir benzeri de, topal olan kimsenin yürüyüşünün fiilinin; aslında topal olmadığı halde, topal gibi yürüyen kimsenin yürüyüşünün fiilinin kullanılmasıdır. Nitekim Hutay'e: "Sen ne zaman ona gelirsen, onun ateşinin ışığına kör bakarsın" yani o ateşin büyüklüğünden ve ışığının yayıldığı alanın genişliğinden ötürü, gözün zayıfladığı için, kör gibi bakarsın" demiştir. Ayetteki bu fiil, (......) şeklinde de okunmuştur. Buna göre, ayetin başındaki men edatı, şart manasını ifade etmeyen bir ism-i mevsûl olmuş olur. Böyle okuyan kimse, ayetteki nukayyıd fiilini de, nukayyidu şeklinde ref ile okuyabilir. Şîn'ınfetha ile okunması halinde, ayetin manası, "Kim Rahman'ın zikrine, yani Kur'ân'a karşı kör olursa..." şeklinde olur. Buradaki "zikir" kelimesine "Kur'ân" manasını verişimiz, "O (münafıklar) sağırlar, dilsizler ve körlerdir..." (Bakara, 18) ayetinden ötürüdür. Şîn'ın zammeyle okunması halinde ise, ayetin manası, "Kim Kur'ân'a karşı körlük taslarsa, yani "Bu Kur'ân'ın gerçek olduğunu bile bile, cahilce ve körce davranırsa..." şeklinde olur. Bu da, "Vicdanları buna tam bir kanaat hasıl ettiği halde zulm ve kibir ile yine bunları inkâr ettiler" (Neml, 13) ayetinin anlattığı manaya işaret etmektedir. Mukâtil: "Ayetteki, ifadesi, "Biz ona şeytanı ekleriz, böylece bunlar biribirlerinin ayrılmaz arkadaşları olurlar" manasındadır" demiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki bunlar, onları yoldan çıkarırlar" yani "şeytanlar o kimseleri, hak ve hidayet yolundan çıkarırlar" buyurmuştur. Buradaki "bunlar" ve "onlar" zamirleri, insanlar ve şeytanlar manasında olduğu için, cemî (çoğul) getirilmişlerdir. Çünkü "Kim Rahman'ın zikrinden yüz çevirirse..." ayetindeki lafızlar her nekadar müfred ise de, cemî manasındadırlar. "Onlar da kendilerinin hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler" yani, "Şeytanlar kâfirleri yoldan çıkarırlar; kâfirler de kendilerinin hidayete ermiş olduklarını sanırlar." Demektir. Cenâb-ı Hak, yine müfred ifade ile, "Nihayet o bize geldiğinde..." buyurmuştur ki bu, "O kâfir bizim huzurumuza geldiğinde..." demektir. Fiil, (câânâ) şeklinde de okunmuştur ki bu, "Kâfir ve onu yoldan çıkaran şeytan bize geldiklerinde..." demektir. Rivayete göre kâfir, Kıyamet günü, kabrinden dirilip kalktığında, şeytanı onun elinden tutar, ondan ayrılmaz, böylece Cenâb-ı Hak ikisini birlikte cehenneme atar. İşte bu kâfirin, "Keşke seninle benim aramda, gün doğuşu ile gün batışı arası kadar uzaklık olsaydı" deyişinden anlaşılmaktadır. Bu, "Keşke benimle senin aranda, mümkün olan en büyük uzaklık bulunsaydı" demektir. Alimler, (......) ifadesinin tefsirini şu değişik şekillerde yapmışlardır: 1) Ekseri âlimler, bu ifade ile, "doğu ile batı arasındaki uzaklık" manasının kastedildiğini; Arapların bir gelenek olarak, iki zıt şeyden birinin ismini diğeri yerine de kullandıklarını; nitekim Ferezdak'ın da, "güneş ve ay" manasında, "Onun iki kameri (ayı) ve doğan yıldızları bizimdir" dediğini; Arapların, "Küfe ve Basra" manasında Basratân (iki Basra); kuşluk ve ikindi vakti için, el-Asrân (iki ikindi); Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer için, el-Ömerân ve su ile hurma için, el-Esvedân (iki siyah şey) dediklerini söylemişlerdir. 2) Astronomi bilginleri şöyle demişlerdir: "Doğudan batıya doğu olan hareket, Felek-i A'zamîn (en büyük feleğin) hareketidir. Batıdan doğuya doğru olan hareket ise, hem sabit yıldızların, hem de ay dışındaki gezegen yıldızlara eş olan feleklerin hareketleridir. Durum böyle olunca da, "doğu" ve "batı" ifadelerinden herbiri, izafî olarak (başka şeylere nisbetle), "doğu" ve "batı" olmuş olur. Böylece bu iki yönden herbiri için "doğru" (meşrık) kelimesinin kullanılmasının, mecaz değil hakikat olduğu anlaşılır." 3) Bu ifade, yaz mevsiminin doğusu ile, kış mevsiminin doğusu (yani güneşin doğuş noktası) manasına da alınmıştır. Bu iki nokta arasında da büyük bir uzaklık vardır. Bence bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü ayetteki bu ifadeden, mümkün olan en büyük uzaklık kastedilmiştir ki bu, ancak dahası bulunamayan bir uzaklıkta söz konusu olur. Halbuki güneşin yaz doğum noktası ile kış doğum noktası arasındaki uzaklık böyle değildir. Dolayısıyla ayeti bu manaya almak, doğru olmaz. 4) Biz, güneşin günlük hareketinin doğudan doğup, batıdan batması şeklinde olduğunu gözümüzle görüyoruz. Hilâl ise, aybaşında, batı tarafında gözükür ve sonra yavaş yavaş doğuya kayar ki bu da, ayın hareketinin doğusunun (yani doğuş yerinin) batı tarafı olduğunu gösterir. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, "doğu" denen taraf, güneşin doğusu, fakat ayın batısı; "batı" da, ayın doğusu, fakat güneşin batısı olmuş olur. Bu durumda da, "doğu" ve "batı" için, meşrikayn (iki doğu) denmesi doğru olur. Yaptığım bu izah belki de, ayetin lafzına uygun ve maksadına mutabık olma açısından, doğruya diğerlerinden daha yakındır. Allah en iyi bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "(Sen) ne kötü arkadaşmışsın" (der)" buyurmuştur. Yani kâfir o şeytana, "Keşke seninle benim aramda, gün doğuşu ile, gün batışı arası kadar (iki doğu arası kadar) uzaklık olsaydı. Sen ne kötü arkadaşmışsın meğer" der. Bu, ayetin lafızlarının tefsiriyle ilgili husustur. Ama bu sözün maksadı, dünyanın önemsizliğini ve mal ile makamdaki büyük zararları anlatmaktadır. Bu böyledir. Çünkü mal çokluğu ve makam büyüklüğü, insanı Rahman'ı zikretmekten, Allah'ın Kur'ân'ını mütalaa etmekten kör gibi yapar. Böyle olan ise şeytanlarla oturup kalkan kimse olmuş olur. Şeytanlarla oturup kalkan da, hak ve hidayet yolunu şaşırmış ve kaybeder. Böylece de hem dünyada, hem âhirette şeytanların yâr ve yaranı olmuş olur. Şeytanlarla oturup kalkmak ise, kâfirin "Keşke seninle benim aramda, gün doğuşu ile, gün batışı arası kadar (iki doğu arası kadar) uzaklık olsaydı. Sen ne kötü arkadaşmışsın!" şeklindeki sözünden ötürü Kıyamet gününde, alabildiğine büyük bir zarar sebebidir. Anlattıklarımız ile, mal ve makam çokluğunun, hem dinî hem de dünyevî bakımdan, büyük bir noksanlık ve mahrumiyete sebep olduğu sabit olur. Bu sabit olunca da, "Bu Kur'ân, iki şehrin birindeki büyük (ve zengin) bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 31) diyenlerin, fasit bir söz söyleyip, bâtıl bir şüphe ortaya attıkları ortaya çıkar. Azapta Beraberlik Fayda Vermez Daha sonra Cenâb-ı Hak "(Bütün temenni ve pişmanlığınız) bugün size asla fayda vermez. Çünkü zulmettiniz. Muhakkak siz de, azabta ortaklarsınız" buyurmuştur. Ayetteki fö ve cümlesi, fail olarak mahallen merfû olup, "Size o gün, azabta ortak olmanız da fayda vermeyecektir" manasındadır. Bunun bu şekilde ifade edilmesinin sebebi, insanların, "Musibet (belâ) herkese geldiğinde, normal olur (yani insana fazla ağır gelmez)" demelerinden ötürüdür. Nitekim, Hansa bu manada şöyle der: "Şayet, etrafımda kardeşlerine ağlayanların o kalabalık ve çoklukları olmasaydı, derdimden dolayı kendimi öldürecektim. Fakat ne var ki, ben de herkese uyarak, ondan yana nefse taziyede bulunuyorum". Binâenaleyh Allahü teâlâ, bu azabta müşterek oluşlarının, dünyada olduğu gibi, bir rahatlama (bir kolay geliş) sebebi olamayacağını ve bunun şundan dolayı olduğunu beyan buyurmuştur: a) Bu azab, çok çetindir. Dolayısıyla onların herbirinin kendi derdine düşmesi, diğerinin durumunu görmelerine fırsat vermez. Dolayısıyla da bu azabta ortak oluş, bir hafifleme ve rahatlama (teselli) sebebi olamaz. b) Başlarına aynı belâ ve musibet gelen kimselerden herbiri (dünyada), biribirine ellerinden geldiğince yardımda bulunur. Böylece de bir tür rahatlama meydana gelir. Bu husus, Kıyamet günü imkânsızdır. c) İnsanın, eş ve ahbabı ile oturup kalkması, pek çok yönden teselliyi ifade eder. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, şeytan her nekadar kâfir için de bir eş ve dost ise de, onunla oturup kalkmanın Kıyamette bir teselli ve cezayı hafifletme vasıtası olmayacağını beyân buyurmuştur. İbn Mücâhid'in kitabında, İbn Âmir'in, elifin kesresi ile inneküm; diğer kıraat imamlarının ise, elifin fethasıyla enneküm şeklinde okudukları yazılmıştır. Allah en iyi bilendir. 40Âyetin tefsiri için bak:45 41Âyetin tefsiri için bak:45 42Âyetin tefsiri için bak:45 43Âyetin tefsiri için bak:45 44Âyetin tefsiri için bak:45 45"Artık (Resulüm), o sağırlara sen mi duyuracaksın, yahut o körlere, o apaçık bir dalalette bulunan kimselere sen mi yol göstereceksin! Eğer seni kesin olarak vefat ettirsek, şüphe yok ki onlardan biz intikam alırız, yahut vaadettiğimiz (azabı), behemehal onlara gösteririz. Çünkü biz, onların üstünde iktidar sahipleriyiz. Binâenaleyh sen, sana vahyolunana kuvvetle sarıl. Muhakkak ki sen, dosdoğru bir yol üzerindesin. Şüphesiz o Kur'ân senin için de, kavmin için de bir zikir (hatırlatma)dır. Siz ondan sorumlu olacaksınız. Senden evvel gönderdiğimiz peygamberlere, biz o Rahmân'dan başka tapılacak tanrılar yapmış mıyız bir sor". Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayette onları kör gibi davranan kimseler olarak niteleyince, bu ayette de sağırlar ve körler olarak nitelemiştir. Bu ne güzel bir sıralamadır. Çünkü insan, ilk defa dünyayı elde etme çabasına girdiğinde, tıpkı gözünde hafif bir pus meydana gelmiş gibi olur. Sonra her nezaman bu işlerle iştigali artarsa, maddeye olan meyli de o nisbette çoğalır, manevî şeylerden yüz çevirişi doruk noktasına ulaşır. Çünkü aklî ilimlerde şöyle bir kural vardır: Birşeyi çokça yapmak, insanda o hususta köksalmış birtakım melekelerin oluşmasına sebep olur. Böylece bu İnsan, o hafif pustan, kör gibi bakmaya geçer. Aynı hali günlerce devam ettirdiğinde de, kör gibi olma durumundan, bizzat körlüğe geçer. Binâenaleyh ayetteki tertib, yakinî ve aklî delillerle sabit olan şeye uygun ne güzel bir sıralamadır. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kavmini dine çağırmaya gayret gösteriyor, ama onlar bundan dolayı küfürde ısrara kesin olarak karar veriyor ve azgınlıklarını sonuna kadar sürdürme niyeti içine giriyorlardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Artık (Resulüm), o sağırlara sen mi duyuracaksın, yahut o körlere sen mi yol göstereceksin?" buyurmuştur. Bu, "Onlar senden ve senin dininden öylesine nefret etmişlerdir ki, sen onlara Kur'ân'ı duyurmaya çatıştığında âdeta sağır gibi, mucizelerini gösterdiğinde de sanki kör gibi olu verdiler" demektir. Cenâb-ı Allah, bunun peşisıra, onların sağırlıklarının ve körlüklerinin, ancak apaçık bir sapıklık içinde bulunmalarından ötürü olduğunu bildirmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i Teselli Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in davetinin, onların kalplerine müessir olmadığını anlatınca, "Eğer seni kesin olarak alıp götürürsek, yani onların başına o belâ gelmezden önce seni öldürür, içlerinden alırsak, "şüphe yok ki (senden sonra) onlardan biz intikam alırız" buyurmuştur. Yahut da bu ifade, "Sana senin hayatında, onlara vaadettiğimiz zillet ve öldürülmeyi göstereceğiz. Çünkü biz bunu yapmaya muktediriz" demektir. Bil ki, bu söz, Hak teâlâ'nın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i alabildiğine teselli ettiğini göstermektedir. Çünkü Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in davetinin onlarda tesirli olmadığını beyân buyurmuştur. Ümit kesmek, iki rahatlıktan biridir. Hak teâlâ bunun peşisıra da, onlardan, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in intikamını, o hayatta iken veya öldükten sonra olacağını belirtmiştir ki, bu da bir teselli vesilesidir. Cenâb-ı Allah daha sonra, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, emirlerine sımsıkı sarılmasını ferman buyurarak, "Haydi sen, bunun hak olduğuna inanarak ve gereğince amel ederek, sana vahyolunana kuvvetle sarıl." Çünkü bu, ancak dinde sapanların saptığı dosdoğru bir yoldur" demiştir. Cenâb-ı Hak, dinî menfaatler hususunda dine sarılmanın tesirini beyan edince, dünyevî menfaatler hususunda bunun tesirini de anlatarak, "Şüphesiz o Kur'ân, senin için de kavmin için de bir zikirdir" yani "Bu, hem senin için, hem de, "Allah'ın bu büyük kitabı indirdiği kişi, falan soy ve kabiledendir" denileceği için, kavmin için büyük bir şereftir" buyurmuştur. Bil ki bu ayet, insanın mutlaka güzel övgü ve iyi nam bırakmaya rağbet göstermesi gerektiğine delâlet eder. Eğer iyi nâm, teşvik edilen bir husus olmasaydı, Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz bu Kur'ân, senin için de kavmin için de bir zikirdir (şereftir)" demek suretiyle, bunu Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir nimet olarak zikretmezdi; Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) de, "Benden sonraki (insanlar) arasında, benim için güzel bir nâm bırak" (Şuara, 84) diye duâ ederek bunu istemezdi. Bir de güzel nâm, şerefle geçirilmiş bir hayatın yerini tutar, hatta böylesi bir hayattan daha üstündür. Çünkü hayatın tesiri, ancak o insanın bulunduğu yerde olur. Ama güzel nâmın iz ve tesirleri, her yerde ve her zamanda görülür. Allahü teâlâ sonra da "Siz ondan sorumlu olacaksınız" buyurmuştur. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır: 1) Kelbî, "Bu, "Bizim size, bu gûzet nâmı in'âmımızın şükrünü yerine getirip-getirmediğiniz sorulacak" manasındadır.." derken, 2) Mukatil, "Bununla, "Kim yalan söylerse, niçin yalan söylediği sorulacak ve bu soru, onu azarlamak ve utandırmak için sorutacak" manası kastedilmiştir. 3) Bu, "Sizler, mükellef olduğunuz şeyleri yerine getirip-getirmediğinizden hesaba çekileceksiniz" demektir. Bil ki kâfirlerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini inkâr edip, ona buğzetmeleri hususundaki en kuvvetli sebep, onun putperestliği yadırgaması ve kabullenmemesidir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, putlara ibadeti yadırgamanın, sadece onun dininin özelliklerinden olmayıp, bütün peygamberlerin de, putperestliği yadırgamada müttefik olduklarını beyân ederek, "Senden evvel gönderdiğimiz peygamberlere, biz o Rahman 'dan başka tapılacak tanrılar yapmış mıyız bir sor?" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili şu görüşler ileri sürülmüştür: Birinci Görüş: Bu, "Ehli kitabîn, Tevrat ve İncil'e mensup olmuşlardan mü'minlerine sor, onlar sana, hiçbir peygamberin dininde putlara tapmanın yer almadığını söyleyeceklerdir. Binâenaleyh bu husus bütün peygamberlerin ittifak ettiği bir husus olduğuna göre, müşriklerin bunu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir buğz sebebi kılmamaları gerekir" demektir. İkinci Görüş: Atâ, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Miraç için Mescid-i Aksâ'ya götürülünce, Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'i ve zürriyetinden gelen bütün peygamberleri diriltti. Cebrail (aleyhisselâm) ezan okudu, sonra da kamet getirdi, "Ey Muhammed, öne geç ve onlara namaz kıldır.." dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazı bitirince, Cebrail (aleyhisselâm) ona, "Ey Muhammed, "Senden evvel gönderilen peygamberlere, o Rahman'dan başka tapılacak tanrılar yapılmış mı sor?" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Hiçbirşey sormuyorum, çünkü bunda şüphem yok" cevabını verdi. "Sor" Burada "Araştır, Düşün" Manasınadır Üçüncü Görüş: Sorma mümkün olmayan bir hususta, "sor" demek ile, "Bak, araştır, istidlalde bulun" manası kastedilir ki, bu tıpkı bir kimsenin, "Yeryüzüne, "nehirlerini kimin kazdığını, ağaçlarını kimin diktiğini ve meyvelerini kimin topladığını sor. Eğer o sana diliyle cevap vermezse bile, lisan-ı haliyle cevap verir" demesi gibidir. İşte burada, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kendinden önce geçmiş peygamberlere birseyler sorması (aklen) imkânsızdır. Dolayısıyla bu ifade, "Bu meseleyi aklınla araştır, anlayışınla İncele.." manasınadır. Allah en iyi bilendir. 46Âyetin tefsiri için bak:56 47Âyetin tefsiri için bak:56 48Âyetin tefsiri için bak:56 49Âyetin tefsiri için bak:56 50Âyetin tefsiri için bak:56 51Âyetin tefsiri için bak:56 52Âyetin tefsiri için bak:56 53Âyetin tefsiri için bak:56 54Âyetin tefsiri için bak:56 55Âyetin tefsiri için bak:56 56"Andolsun ki biz, Musa'yı da ayetlerimizle, Firavun'a ve idare kadrosuna peygamber olarak gönderdik de, o, "Ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim" dedi. Fakat onlara ayetlerimiz gelince, bir de ne görsünler; onlar bunlara gülüyorlar. Biz onlara herhangi bir ayet gösterdiğimizde bu mutlaka öbürlerinden daha büyük olurdu. Onlar belki dönerler diye azab ile yakaladık. Dediler ki: "Ey sihir yapan, bizim için, Rabbine, sana vaat ettiği şekilde dua et. Muhakkak ki (o zaman) doğru yola kavuşturuluruz". Fakat biz onlardan azabı giderince, bir de bakarsın ki, verdikleri sözü bozmuşlar! Firavun, kavmi içinde haykırdı ve "Ey kavmim, Mısır mülkü ve altımda akan şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ gözünüzü açmayacak mısınız? Yoksa ben, o (Musa'dan) hayırlı değil miyim? O, değersizdir. Neredeyse meramını bile ifade edemiyor, öyle ya onun üstüne altın bilezikler atılmalı, yahut beraberinde, peşpeşe gelen ve (onu tasdik eden) melekler bulunmalı değil miydi?" dedi. Böylece kavmini küçümsedi. Onlar da ona itaat ettiler. Doğrusu, onlar fâşıklar güruhu idiler. Nihayet onlar bizi gazablandınnca, onlardan intikam aldık ve hepsini suda boğduk. Onları, bu halleriyle sonradan gelen ümmetler için ibret verici bir selef ve bir misal yaptık". Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele var: Bil ki burada, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile Firavun kıssasının yeniden ele alınmasının maksadı, daha önce geçen o sözü anlatmaktır. Çünkü Kureyş kâfirleri, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini, fakir olması ve malı-makamı olmaması sebebiyle tenkid etmişlerdi. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, doğru oluşunda hiçbir akıllının şüphe etmeyeceği o net ve kesin mucizeleri Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya verdikten sonra, tıpkı Kureyş kâfirlerinin ileri sürdüğü şüpheleri Firavun'un da ona karşı ileri sürdüğünü ve "Ben malı çok ve makamı yüksek bir zenginim. Baksanıza, Mısır'ın padişahı benim. Şu çaylar ve nehirler, ayaklarımın altından akıyor. Musa (aleyhisselâm) ise, fakirdir, önemsiz kişidir. Üstelik dili kekemedir, meramını ifade edemez. Fakir olan, nasıl Allah tarafından, zengin ve büyük bir hükümdara elçi olarak gönderilmiş olabilir?" dediğini belirtmiştir. Böylece Firavun'un ileri sürdüğü bu şüphenin, Mekke kâfirlerinin ileri sürdüğü, "Bu Kur'ân, iki şehrin (Mekke ve Tâifin) birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf. 31) şeklindeki iddialarının aynısı olduğu görülür. Bu şüpheyi Firavun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya karşı ileri sürmüştür. Cenâb-ı Hak, "Daha sonra onlardan intikam aldık ve hepsini suda boğduk" buyurmuştur. Allahü teâlâ'nın burada da kıssayı anlatmasının maksadı, şu iki hususu ortaya koymaktır: 1) Kâfir ve câhil kimseler, hep bu tutarsız iddia ve çarpık şüphe ile peygamberlere karşı çıkmışlardır. Dolayısıyla buna iltifat edilmez ve buna aldırış edilmez. 2) Firavun, dünyada eriştiği bunca güce ve kudrete rağmen, ezilmiş ve yerle bir edilmiştir. Binâenaleyh senin düşmanlarının durumu da böyle olacaktır. Böylece, bu kıssanın burada yeniden anlatılışının maksadının, daha evvel geçtiği yerdeki maksadın aynısı olmadığı; aksine burada, bununla müşriklerin o şüphelerine cevap verme maksadı güdüldüğü anlaşılır. Demek ki kıssa burada tekrar edilmiş değildir. Bu, güzel inceliklerden birisidir. Allah en iyi bilendir. Bu, ayetin lafızlarının tefsiriyle ilgilidir. Allahü teâlâ, Hazret-i Musa'yı ayetleriyle, yani ona verdiği mucizelerle, Firavuna ve Firavun'un idare kadrosuna gönderdiğini; böylece Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, "Ben, âlemlerin Rabbinin elçisiyim" dediğini, onlara bu mucizeleri getirince, onların bu mucizelere güldüklerini bildirmiştir. Denildiğine göre, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) asasını atınca, o bir ejderhâ oluverip, onu eline alınca da, yine asâ olunca, onlar güldüler. Yine Hazret-i Musa (aleyhisselâm) onlara elini, yed-i beyzâ (parıl parıl parlayan bir el) olarak gösterip, sonra eski haline çevirince, gülü verdiler. Eğer edatına, "sürpriz durum, ansızın olma" manasını ifade eden,ile nasıl cevap verilebilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu müfâcee (sürpriz) bildiren fiil ile birlikte, mukadder (mahzûf) bir şey vardır. Buna göre sanki, "o, ayetlerimizi onlara getirdiğinde, tam güldükleri sırada susup kaldılar" denilmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Siz onlara herhangi bir ayet getirdiğimizde, bu mutlaka öbürlerinden daha büyük olurdu..." buyurmuştur. Buna göre şayet, "Bu ifadenin zahiri, bunlardan herbirinin diğerinden daha üstün olduğunu göstermektedir; oysa ki bu, imkânsızdır" denilirse biz deriz ki, bu şeylerden her birinin, fazilet bakımından doruk noktada bulunduklarını ifade etme hususunu iyice anlatmak kastedildiğinde, insanlar arasında o mucizelere bakıp da, "Bu, berikinden daha üstündür" denildiğinde, ikinci şahsın, "Hayır, ikincisi daha üstündür"; üçüncüsünün, "Hayır, üçüncüsü daha üstündür!" diyebileceklerin bulunması anlamında olmak üzere, bu söz zikredilmiş olabilir. Bu durumda bu şeylerden her biri hakkında, "Bu, berikisinden daha üstündür" ifadesi kullanılmış olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onları, belki dönerler yani küfürden imana dönerler diye, azab ile yakaladık" buyurmuştur. Mu'tezile şöyle der: "Bu ayet, Allahü teâlâ'nın, herkesin iman etmesini istediğine ve bu kesin mucizeleri, küfürden imana dönmelerini istediği için göstermiş olduğuna delâlet eder." Müfessirler, ayetteki, "azâb" kelimesine, Allahü teâlâ'nın, tufan, çekirge, bit, kurbağa istilâsı, kan ve biçim değiştirme... gibi, onlara musallat kıldığı şeyler kastedilmiştir, demişlerdir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya "Büyücü!" Hitabı Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Dediler ki: "Ey büyücü, bizim için Rabbine sana vaadettiği şekilde dua et. Muhakkak biz (o zaman) doğru yola kavuşturuluruz" buyurmuştur. Buna göre şayet, "Onlar bir yandan, "Muhakkak biz (o zaman) doğru yola kavuşturuluruz." derlerken, daha nasıl, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, "Ey büyücü.,." diyebilmişlerdir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) Onlar, mahir, alim ve bilgin bir kimseye, sihirbaz diyebiliyorlardı. Çünkü onlar, sihiri, gözlerinde çok büyütmüşlerdi. Ki bu tıpkı, zamanımızda, kâmil ve ileri derecedeki bir âlim hakkında, "O, adeta büyüledi..." denilmesi gibidir. b) Bu ifâde, insanların iddiasına ve Firavun'un kavmince inanıldığı şekilde söylenmiş bir ifade olup, tıpkı başka bir ayetteki "(kendi iddian ve inancına göre), kendisine zikrin indirildiği şahıs! "Muhakkak ki sen, mecnûnsun" ifadesi gibidir. c) Onların, şeklindeki sözleri, aksine karar vermiş ve inanmış oldukları halde söylenmiş bir sözdür. Baksana, Cenâb-ı Hak, "Fakat biz onlardan azabı giderince, bir de bakarsın ki, verdikleri sözü bozmuşlar..." buyurmuştur. Binâenaleyh, onların, o kelamı sihir diye nitelemeleri, "Onların, biz hidayete erdirilmişleriz..." şeklindeki sözlerine ters düşmez. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onlardan o azabı giderince, onların o ahdi bozduklarını da beyân etmiştir. Cenâb-ı Hak, Firavun'un, Musa (aleyhisselâm)'ya olan davranışını nakledince, kavmine karşı olan davranışını da naklederek, "Firavun, kavmi içinde haykırdı..." buyurmuştur. Ki bu, Firavun bu şekilde haykırdı ve "Ey kavmim, Mısır mülkü ve altımdan akan şu ırmaklar, yani Nil'den, kollar halinde akıttığımız şu çaylar benim değil mi?" dedi. Bu nehirlerin büyükleri dört tane olup, bunlar Melik Nehri, Tolon Nehri, Dimyat ve Tınnîs nehirleridir. Bu nehirlerin, onun köşkünün altından aktığı söylenmiştir. Sözün özü şudur: Firavun, malının çokluğu ve makamının kuvvetli oluşu ile, kendisinin üstünlüğüne istidlalde bulunmuş ve "... Yoksa ben, o (Musa'dan) hayırlı değil miyim? O, değersizdir. Neredeyse meramım bile ifâde edemiyor.." Firavun, Cay "değersiz" sözü ile, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın fakir oluşunu, durumunun ve hâlinin zayıflığını; ifadesiyle de, dilindeki peltekliği kastetmiştir. Alimler, bu ifadenin başındaki fi edatının hangi manaya geldiği hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bu cümleden olarak Ebû Ubeyde, bu ifadenin mecazî manasının, "Hayır, doğrusu ben daha hayırlıyım.." şeklinde olduğunu söylemiştir. Buna göre önceki söz, "Halâ gözünüzü açmayacak mısınız?" sözünün sonunda tamamlanmış; daha sonra da, söze yeniden başlanarak (......) anlamında (......) denilmiştir. Diğerleri ise, buradaki edatının "muttasıl" olduğunu, çünkü takdirin, "gözünüzü açmayacak mısınız, yoksa açacak mısınız?" şeklinde olduğunu; ancak ne var ki, ifadesinin yerinde getirildiğini; zira, Arapların bir kimseye, "Sen hayırlısın" dediklerinde, bundan, o kimsenin yanında basiretli kimselerin bulunduğunun anlaşıldığını söylerlerken, bir üçüncü grup da, ilgili sözün, sözünün sonunda tamamlandığını, ifadesiyle ise, yeni bir söze başlandığını; zira ifâdenin takdirinin, "Gözünüzü açmayacak mısınız, yoksa açacak mısınız?" şeklinde olduğunu; ancak ne var ki, sadece lafzının zikreditmesiyle yetinildiğini ve bunun, senin tıpkı bir başkasına, "bilecek misin, yoksa yemeyecek misin?" anlamında olmak üzere, "Yiyecek misin, yoksa?!.." demen gibi olduğunu, kısaltma yapmak için, sadece (......) kelimesini zikretmekle yetindiğini; ayette de, işte böyle olduğunu söylemişlerdir. Buna göre şayet, "Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Dilimden de düğümü çöz ki, sözümü İyi anlasınlar.. "(taha,27-28) diyerek, Cenâb-ı Hakk'tan, dilindeki o peltekliği gidermesini istememiş midir? Allah bunu ona verdiğini, "Ey Musa, istediğin sana verilmiştir.." crahâ, 36) sözüyle belirtmemiş midir? Dolayısıyla, Firavun daha ne hakla, bu pelteklikten dolayı onu ayıplayıp kınıyor?!." denilirse, buna şu iki bakımdan cevap verebiliriz: a) Firavun, sözüyle, "O, iddia ettiği şeyde doğru olduğuna dair delilini bile, neredeyse açıklayamıyor..." manasını kastetmiştir; yoksa, "o, konuşamıyor, söz söyleyemiyor.." manasını kastetmemiştir. b) Firavun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı önceki haline bakarak ayıplamıştır. Çünkü, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), dilinde böyle bir tutukluk olduğu halde, Firavunun yanında uzun zaman kalmıştır. Firavun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı, daha önce bildiği peltekliğe müsbet etmiştir. Zira Firavun, Allah'ın, bu kusuru ondan izâle ettiğini bilmiyordu.. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Öyle ya, onun üstüne altın bilezikler atılmalı.,. değil miydi?" buyurmuştur. Bu ifadeyle, şu kastedilmiştir: O kavmin örfü şu idi: Onlar birisini lider ve reis yaptıklarında, onu altın bilezikler ve gümüş halkalarla süslerlerdi. Firavun da, Musa (aleyhisselâm)'dan, işte böylesi bir durum talep etmiş ve bunu görmeyi arzulamıştır. Kıraat imamları, ayetteki (......) kelimesinin okunuşu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmı esvire, diğerleri esâvire şeklinde okumuşlardır. O halde esvire, sivâr kelimesinin çoğulu olup, "cem-i kıllet" veznidir. Bu tıpkı, senin (eşekler) (kargalar) demen gibidir. Bunu, esâvire okuyanlara gelince, bu, esâvir kelimesinin, isvar kelimesinin çoğulu olmasından dolayıdır. Bu da, bilezik anlamına gelmektedir. O halde, (......) kelimesindeki tâ, (......) kelimesindeki yâ'dan bedel tutulmuş olup, bu tıpkı, (lider, papaz - liderler.,) (zındıklar) ve (......) kelimeleri gibidir. Böylece, (......) kelimesi, (......) kelimesinin çoğulu olmuş olur.. Sözün özü şu tek noktaya varıp dayanır: Bu da, Firavunun, "Ben mal ve makamca daha ileriyim; binâenaleyh, benim ondan daha üstün olmam gerekir. Dolayısıyla, Musa'nın Allah'ın elçisi olması imkânsızdır. Zira, nübüvvet makamı, hizmet edilmeyi gerektirir. Şerefli olansa, bayağı olana nasıl hizmet edebilir?!" demiş olmasıdır. Sonra, bu yanlış mukaddime, yani, "mal ve makamca ileri olan daha üstün olur.." şeklindeki söz, Mekke müşriklerinin, "Şu Kur'ân, iki memleketin birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf. 31) şeklindeki sözlerinde kendisine tutundukları mukaddimenin bizzat aynısıdır. Daha sonra Firavun, "... yahut beraberinde, peşpeşe gelen (ve onu tasdik eden) melekler bulunmalı değil miydi?" demiştir. Ayetteki (......) kelimesiyle manasının kastedilmiş olması ve bu ifadenin senin, "Onu ona yaklaştırdım, o da yaklaştı" şeklindeki sözünden iştikak etmiş olması muhtemel olduğu gibi, Arapların "Birbirlerine yaklaştılar" şeklindeki sözlerinden de iştikak etmiş olması mümkündür. Zeccâc, bu ifadenin de, onun nübüvvetinin doğruluğunu teyit etmiş olurlar.." şeklinde olduğunu söylemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Böylece kavmini küçümsedi. Onlar da ona İtaat etti.." buyurmuştur ki, bu, "Firavun, kavminden Hazret-i Musa'nın kendilerine emrettiği şeyleri hafife almalarını ona aldırmamalarını istedi de, onlar da ona uydular, Firavuna itaat ettiler. Zira onlar, "fâsık bir topluluk idiler." Çünkü onlar, bu fâsık câhile itaat etmiş, onun sözünü dinlemişlerdi. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Nihayet onlar bizi gazablandırınca, onlardan intikam aldık.." buyurmuştur. Anlatıldığına göre İbn Cüreyc, bir şeye kızmış ve kendisine, "Ey Ebû Hâlid, sen de öfkelenir misin?.." denildiğinde, o, "Sabırları, vakarı ve ağırbaşlılığı yaratan (Allah) da öfkelenmiştir. Zira Allah, "Nihayet onlar bizi gazaplandırmca.." buyurmuştur" dedi. Bil ki, gerek "öfkelenme" gerekse "intikam alma" ifadelerinin Allah hakkında kullanılması imkânsız olan şeylerdendir. Bu demektir ki, bu iki ifadeden herbiri, kendileri hakkında te'vîle başvurulması gerekli olan müteşabih lafızlardandır. Allah hakkında "öfke"nin kullanılması, "cezalandırmayı dilemesi"; "intikam" ise, geçmiş bir suçtan dolayı, cezalandırmayı istemesi anlamındadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onları, bu halleriyle sonradan gelen ümmetler için, ibret verici bir selef ve bir misal yaptık.." buyurmuştur. Selef, amel-i salih, ya da güzel borç gibi, daha önce yapmış olduğun her şeye denilir. Yine "selef", "gelmiş geçmiş atalar, akrabalar" demek olup, müfredi "sâlifun"dur. Tufeylin, kavmine ağıt yakarken söylediği şu beyit de bu anlamdadır: "Onlar, en doğru ve müstakim yol üzere oldukları inancı üzere, atalarımız olarak gelip geçtiler.. Zamanın, insanların başına getirdiği musibetler ise, (bazan) her şeyi altüst eder." Bu izaha göre Ferrâ ve Zeccâc, "Sonrakiler, sayesinde öğüt alsınlar diye, onları önce geçenler kıldık. Yani, "Biz onları, ümmet-i Muhammed'in kâfirleri için bir selef kıldık..." demektir" demişlerdir. Kıraat imamlarının ekserisi, fetha ile, (selefen) şeklinde okumuşlardır ki, bu, daha önce söylediğimiz gibi, sâlif kelimesinin çoğuludur. Hamza ve Kisai ise lâm'ın ve sîn'in dammesiyle, sülüfen diye okumuşlardır. Bu da, selef kelimesinin çoğuludur. Leys, Arapların, "önce geçmiş, yaşamış" anlamında olmak üzere, lâm harfinin dammesiyle (......) kelimesini kullandıklarını söylemişlerdir. Cenâb-ı Hak, "ve bir misal yaptık" buyurmuştur ki, O, bununla, "Onlardan sonra gelenler için bir öğüt, bir ayet ve bir ibret vesilesi..." manasını murad etmiştir. Ebû Ali el-Farisî şöyle der: "Buradaki mesel kelimesi, kendisinden çoğul manasının kastedildiği tekil bir kelimedir. İşte bundan dolayı, selefen kelimesine atfedilebilmiştir. Mesel kelimesinden, birden fazla sayıdaki şeylerin kastedilebileceğinin delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah şöyle bir mesel irâd etti: Hiçbir şeye gücü yetmeyen memlûk bir kul, bir de (hür) bir zat ki, kendisine tarafımızdan güzel bir rızk nasip etmişizde (...)"(Nahl, 75) ayetidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, buradaki "mesel" kaimesinin muktezasına, iki şeyi sokmuştur. Allah en iyisini bilendir. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) ve Müşrikler 57Âyetin tefsiri için bak:62 58Âyetin tefsiri için bak:62 59Âyetin tefsiri için bak:62 60Âyetin tefsiri için bak:62 61Âyetin tefsiri için bak:62 62"Meryem oğlu bir misâl olarak (öne) atılınca, hemen senin kavmin bundan, yüz çevirirler. Dediler ki: "Bizim tanrılarımız mı iyi, yoksa o mu?" Bunu sana, bir mücadeleden başka bir (maksatla) irâd etmediler. Daha doğrusu onlar, çok düşman bir topluluktur. O, İsrailoğullarına bir misal yaptığımız bir kuldan başka bir şey değildi. Eğer biz dileseydik, sizin yerinize, yeryüzünde yerinizi alacak melekler yaratırdık. Şüphe yok ki, o, saatin ilmidir. Artık buna karşı, sakın şüpheye düşmeyin. Bana tâbi olun. Bu, doğru bir yoldur. Sakın sizi şeytan çevirmesin. Çünkü o, gerçekten sizin apaçık bir düşmanmızdır". Ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki Allahü teâlâ bu sûrede, o müşriklerin pekçok çeşitli küfürlerinden bahsetmiş ve onlara pekçok yönden cevap vermiştir. Onların küfürleri şunlardır: 1) "Kullarından kimi O'na bir cüz isnat ettiler" (Zuhruf, 15) ayetinin ifade ettiği husus. 2) "Onlar, Rahman'ın bizzat kulları olan melekleri de dişiler yaptılar..." (Zuhruf, 19) ayetinin ifade ettiği husus.. 3) "Eğer Rahman dileseydi, biz bunlara tapmazdık"(Zuhruf, 20) ayetinin ifade ettiği husus.. 4) "Şu, Kur'ân, iki şehrin birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?.." (zuhruf, 31) ayetinin ifade ettiği husus. 5) Tefsirini yapmakta olduğumuz bu ayet (Zuhruf, 57)... Ayetin lafzı, sadece, Meryem oğlu bir misâl olarak getirilince, o kavmin bağırıp çağırmaya, gürültü yapmaya taşladıklarına delâlet ediyor. Ama, bu misâlin nasıl olduğu, hangi şey hakkında olduğuna gelince, ayetin lafzı buna delâlet etmemektedir. Müfessirler bu hususta şunları ileri sürmüşlerdir ki, hepsi de ihtimâl dahilindedir: 1) Kâfirler, hristiyanların. Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya taptıklarını duyunca, "Onlar, İsa'ya tapıyorlar; oysa, bizim ilâhlarımız, İsa'dan daha iyidir" dediler. Onlar bu sözü, kendileri meleklere taptıkları için söylediler. 2) Rivayet edildiğine göre, "Siz de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduklarınız da hiç şüphesiz ki cehennem odunusunuz.." (Enbiya, 98) ayeti nazil olunca, Abdullah İbnu'z-Ziba'râ, "Bu, bize ve İlâhlarımıza mı, yoksa bütün ümmetlere şamil bir hüküm mü?" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Hayır, bütün ümmetlere şamil bir hüküm" buyurdu. Bunun üzerine Abdullah, "Ben seni yendim; Kabe'nin Rabbine yemin ederim ki sen, Meryem oğlu İsa'nın peygamber olduğunu iddia etmedin mi? İsa ve annesini hayırla yâd etmiyor muydun? Sen, hristiyanların, İsa ve annesine; yahudilerîn, Uzeyr'e taptıklarını ve meleklere de tapıldığını biliyorsun.. Binâenaleyh, eğer bunlar cehennemde olacaklarsa, biz, bizim ve ilâhlarımızın onlarla beraber olmasına çoktan razıyız..." dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sustu, kâfirler güruhu sevindiler, güldüler ve çığlıklar attılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki, kendileri için bizden en güzel (bir saadet) sebkat etmiş olanlar, işte bunlar oradan (cehennemden) uzaklaştırılmışlardır"(Enbiyâ, 101) ayetini indirdi. İşte bu ayet de (Zuhruf, 57) o zaman nazil oldu. Buna göre mana, "Abdullah İbnu'z-Ziba'râ, Meryem oğlu İsa'yı bir misal getirip, hristiyanların İsa'ya ibadet etmeleri sebebiyle Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le mücadele edince, "Bir de ne görelim, senin kavmin Kureyş, bu meselden dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in susturulmasını görmeleri sebebiyle sevinçlerinden çığlıklar attılar, büyüktendiler ve gülmeye başladılar. Çünkü örf, taraflardan birisi, davasını savunamayıp acze düştüğünde, ikinci tarafın çığlıklar atması ve bundan sevinç duyması şeklinde cereyan edegelmiştir. Dediler ki: "Bizim tanrılarımız mı iyi, yoksa o mu?" Yani, "Sence bizim ilâhlarımız (melekler) İsa'dan daha iyi değil midir? Binâenaleyh İsa cehennem odunu olduğuna göre, bizim ilâhlarımızın durumu ise, daha hafif ve daha ehven olur!.." demektir. 3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hristiyanların, Hazret-i İsa'ya taptıklarını ve O'mı, kendilerinin İlâhı kabul ettiklerini anlatınca, Mekke kâfirleri de, "Muhammed, tıpkı hristiyanların, Mesih'i kendilerinin ilâhı kabul etmeleri gibi, bizim de, kendisini bizim ilâhımız kabul etmemizi istiyor.." dediler ve işte bu durumda, "Bizim ilâhlarımız mı yoksa o mu?", yani, "Bizim ilâhlarımız mı yoksa, Muhammed mi daha hayırlıdır?" dediler ve bu sözü, "Muhammed, bizi, kendisine tapmaya davet ediyor; halbuki atalarımız ise, bu putlara tapmanın gerekli olduğunu iddia etmişlerdi. Bu iki şeyden birisinin mutlaka yapılması gerekli olduğuna göre, bu putlara tapmak daha uygun olur.. Çünkü, atalarımız ve geçmişlerimiz, putlara tapma hususunda mutabakata varmışlardı. Ama, Muhammed ise, bizim kendisine tapmamız hususunda ithama maruz bir kişidir. Binâenaleyh, putlara tapmakla meşgul olmak daha evlâ olur.." dedikleri için bu sözü söylediler. Cenâb-ı Hak ise, "Biz, İsa'ya tapmanın güzel bir yol olduğunu söylemedik.. Tam aksine bu, bâtıl ve yanlış bir yoldur.. Çünkü isa, sadece, bizim kendisine in'âmda bulunduğumuz bir kuldur. Durum böyle olunca da, onların, "Muhammed, bizim, kendisine tapmamızı istiyor" şeklindeki sözleriyle ortaya attıkları bu şüphenin, zail olduğu..." şeklinde beyanatta bulunmuştur. İşte bu üç açıklama, ayetin lafzının, bunlardan herbirine muhtemel olduğu şeyler cümlesindendir. Nâfî, İbn Âmir, Kisâi ve Asım'in ravisi Ebû Bekr, sad harfinin dammesi ile, (yasuddûne) şeklinde okumuşlardır ki, bu, Ali İbn Ebî Talibin; diğer kıraat imamları ise, sad harfinin kesesi ile okumuşlardır ki, bu da İbn Abbas'ın kıraatidir. Alimler, bu kelimenin manası hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Kisâî, bu iki okuyuşun, tıpkı (......) veya (......) (çardak kuruyorlar...) (......) veya (......) "kapanıyorlar, devam ediyorlar.." kelimelerinde olduğu gibi, aynı anlamda olduklarını söylerken, bazıları bu iki kullanış arasında fark bulunduğunu söylemişlerdir. Binâenaleyh, bu kelimenin sâd'ın dammesi ile okunması halinde, bu kelime (......) masdarından olur ve mana, "İşte bu meselden dolayı haktan yüz çevirip dönüverdiler.." şeklinde olur. Ama, kesre ile okunması halinde, kelimenin anlamı "çığlık attılar, sevindiler, gürültü yaptılar.." şeklinde olur. Âsim, Hamza ve Kisâî, ikincisi uzatılmak suretiyle, iki hemze ile, istifham yaparak, (e âlihetunâ) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları, tek hemze ve med ile istifham tarzında (âlihetunâ), şeklinde okunmuşlardır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bunu sana, bir mücadeleden başka bir (maksatla) irâd etmediler.." buyurmuştur ki bu, "Onlar sana bu meseli, hak ile bâtılın arasındaki farkı öğrenmek maksadıyla değil, sırf cedelleşmek ve sözde, galip gelmek amacıyla zikretmişlerdir.." demektir. 'Vaha doğrusu onlar, düşmanlıkta çok ileri gitmiş bir topluluktur.." Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduklarınız da..." (Enbiyâ, 98) ifâdesi, melekleri ve Hazret-i İsa'yı şümulüne almaz. Bunun böyle olduğunu şu birkaç bakımdan izah edebiliriz: 1) (......) kelimesi, kesinlikle, akıllı varlıkları şümulüne almaz. 2) (......) kelimesi, çok net bir biçimde, istiğrak ve kapsamlılık anlamını ifade etmez. Bunun böyle oluşunun delili, ve kelimelerinin başına getirilerek ve meselâ, "Siz ve Allah'ın dışında taptıklarınızın hepsi..." veyahut, "Siz ve Allah'ı bırakarak taptıklarınızın bir kısmı..." denilebilmesidir. 3) "Siz ve Allah'ın dışında taptıklarınızın hepsi..." yahut da, "Siz ve Allah'ın dışında taptıklarınızın bir kısmı..." şeklindeki sözler, karşı tarafa söylenmiş olan şifahî sözlerdir. Binâenaleyh, belki de bu sözlerin kendilerine söylenmiş olduğu kimseler arasında, meleklere ve Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya tapan kimseler bulunmuyordu.. 4) Farzedelim ki, "Siz de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduklarınız..." ifadesi, genel (umûm) bir ifâde olsun.. Ancak ne var ki, meleklere ve İsa (aleyhisselâm)'ya saygı duyulacağına, onların tazim edileceğine delâiet eden nasslar, hâs ifâdelerdir. Sınırlı kavrama (husus), genel kavrama (umûm) tercih ve takdim olunur. Mücadele etmenin kötü olduğunu söyleyenler, bu ayete tutunmuşlardır. Ancak ne var ki, biz Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın ayetleri hakkında, küfredenlerden başkası mücadele etmez.."(Mü'min, 3) ayetinin tefsirinde, pekçok ayetin, cedelleşmenin övgüyü ve medhi gerektirdiğine dalâlet ettiğini söylemiştik. Binâenaleyh, bu iki ayetin arasını uzlaştırmanın yolu şudur: O ayetleri, hakkı ortaya koyan cedel anlamına; bu ayeti de, bâtılı ortaya koyan, onu izah eden cedel anlamına hamletmek... İsa (aleyhisselâm) Nimete Mazhar Kuldur Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O, bizim kendisine nimet verdiğimiz... bir kuldan başka birisi değildir" buyurmuştur ki bu, "İsa, ancak diğer kullarımız gibi bir kuldur. Tıpkı, Hazret-i Adem'i yaratmamız, ona nübüvvet vermek suretiyle şereflendirmemiz ve onu, olması gerektiği gibi, hayranlık uyandıran bir İbret vesilesi kıldığımız gibi, İsa'ya da lütufta bulunduk ve onu, babasız yaratmak suretiyle, bir ayet ve mucize kıldık" demektir. "Ey erkek, eğer biz dileseydik, tıpkı evlatlarınızı bize halef yaptığınız gibi, sizden, yeryüzünde size halef olacak melekler meydana getirir, yaratırdık." Böylece bu husus, bizim, İsa (aleyhisselâm)'yı, erkek olmaksızın sadece dişiden halketmemiz gibi olurdu. Böylece de sizler, bizim ne denli üstün bir kudreti haiz olduğumuzu; üretmenin ve üremenin, melekler hakkında mümkün şeyler olduğunu; Allahü teâlâ'nın ise, bundan yüce ve münezzeh olduğunu anlamış olurdunuz..." Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki o, yani Hazret-i İsa, saatin ilmidir. Yani, sayesinde kıyametin bilindiği alametlerden bir alamettir." Böylece, bir şeye defâlet eden alâmet, sayesinde o şey bilinip anlaşıldığı için, "ilim" adını aldı (yani,.(......) buyuruldu). İbn Abbas da, bu ifadeyi (le alemün) şeklinde okumuştur ki, bu, alâmet, belirti demektir. Yine bu ifade, (lel'ılmu) şeklinde de okunmuştur. Ubeyy İbn Kâ'b ise, (le zikrun) şeklinde kıraat etmiştir. Konuyla ilgili hadiste şu yer almaktadır: İsa, elinde mızrağı olduğu halde, Arzı Mukaddes'te, kendisine Eftk ismi verilen bir tepeye iner. Harbesi ile Deccâli öldürür, peşinden, imamın cemaate namaz kıldırdığı bir sırada, sabah namazında Beyt-i Makdîs'e gelir. Bunun üzerine imam, geriye çekilir, fakat Hazret-i Isa onu yine ileri sürer ve o imamın arkasında, Hazret-i Muhammed'in şeriatine göre namaz kılar. Daha sonra, domuzları öldürür, haç'ı parçalar, havra ve kiliseleri tahrip eder ve kendisine inananlar hariç, hristiyanları da öldürür." Cenâb-ı Hak, "Artık buna karşı, sakın şüpheye düşmeyin. Bana, yani benim hidâyet rehberi ve şeriatime tâbi olun. Bu, doğru bir yoldur, yani, sizi kendisine davet ettiğim bu şey, dosdoğru bir yoldur.." buyurmuştur. Ayetteki, ifadesi, şüphe etmek anlamında olan, mirye kökünden gelmektedir. Cenâb-ı Hak "Sakın sizi şeytan yoldan çevirmesin. Çünkü o, gerçekten sizin apaçık bir düşmanınızdır" buyurmuştur. Ki bu, "Atanızı cennetten çıkararak ve ondan, nûr elbisesini çekip alan o olduğu için, o şeytanın size olan düşmanlığı apaçıktır, aşikâr olmuştur.." demektir. İsa (aleyhisselâm)'nın Tebliği 63Âyetin tefsiri için bak:66 64Âyetin tefsiri için bak:66 65Âyetin tefsiri için bak:66 66"Isa, o apaçık delilleri getirdiği zaman (şöyle) demişti: "Ben size gerçek hikmeti getirdim. Bir de, hakkında ihtilaf edegeldiğiniz şeylerden bazısını size açıklayayım diye (geldim). Artık, Allah'tan korkun, bana tâbi olun. Şüphesiz Allah, benim de Rabbimdir, sizin de Rabbiniz. Haydi (hepiniz) O'na kulluk edin. Doğru yol budur. Sonra, aralarından hizipler (çıkıp) ihtilaf ettiler. Artık pek acıklı bir günün azabından, vay o zulmedenlere! Onlar, kendileri farkında olmayarak, (başlarına) ansızın gelecek o saatten başkasını mı gözetliyorlar?.." . Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın mu'cizeleri ve apaçık vazıh hükümleri ve kanunları getirdiği zaman "Ben size gerçek hikmeti, yani Allah'ın zâtının, sıfat ve fiillerinin bilgisini getirdim. Bir de, hakkında ihtilaf edegeldiğiniz şeylerden bazısını size açıklayayım diye geldim..." dediğini belirtmiştir. Bu, "Musa'nın kavmi, mükellefiyete dair hükümlerin bazısı hakkında ihtilaf, bazısı hakkında ittifak halinde idiler. Derken, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) onlara, o ihtilaf ettikleri meseleler hakkında doğruyu açıklamak için geldi..." demektir. Velhasıl, ayetteki hikmet kelimesi, usûlü'ddîni, yani, itikâd esaslarım; "İhtilaf edegeldiğiniz şeylerden bazısı..." ifadesi de, fürûu'd-dîni, yani, amefî hükümleri ifâde etmektedir. Şayet, "Hazret-i İsa, Musa'nın kavmine, ihtilâf ettikleri her şeyi niçin açıklamamıştır da, ("bazısını" demiştir?)" denilirse, biz deriz ki: Çünkü o insanlar, bilinmesine ihtiyaç duyulmayan birtakım şeyler hakkında ihtilaf etmişlerdi. Dolayısıyla peygamberin, bu tür şeyleri de beyan etmesi, ona vacib değildi. Hazret-i Isa, usûl ve fürûu beyan edince, "O'nu inkâr etme ve Onun dininden yüz çevirme hususunda Allah'dan korkun; benim size tebliğ ettiğim mükellefiyetler hususunda da, bana itaat edin. Şüphesiz Allah, benim de Rabbimizdir, sizin de Rabbiniz.." demiştir. Cenâb-ı Hak, "Sonra, aralarından hizipler (çıkıp) ihtilâf ettiler" buyurmuştur ki, bu, "Hazret-i İsa'dan sonra ortaya çıkan hizip ve gruplar, Melkâniyye, Ya'kûbiyye ve Nestûriyye'dir. Bu hiziplerin, yahuditer ve hristiyanlar olduğu da ileri sürülmüştür, "Artık pek acıklı bir günün azabından, vay o zulmedenlere!..." Buradaki, "pek acıklı bir günün azabı" ifadesiyle, Ahzâb günü (Mü'min, 30) ile ilgili vaîd kastedilmiştir. Buna göre şayet, ifadesindeki zamir kimlere râcidir?" denilirse, biz deriz ki bu, Hazret-i Isa (aleyhisselâm)'nın, "Ben size gerçek hikmeti getirdim" diye hitapta bulunduğu kimselere racidir ki, bunlar, onun kavmidir. Cenâb-ı Hak, "Onlar, ... (başlarına) ansızın gelecek o saatten başkasınımı gözetliyorlar?" buyurmuştur. Ayetteki, ifadesi, (......) kelimesinden bedel olup, mana, "Onlar, sadece Kıyametin gelmesini bekliyorlar, gözetliyorlar" şeklinde olur. "Ayetteki ifadesi, yine ayetteki, lafzının ifade ettiği şeyin aynısını ifâde eder. Öyleyse, bunun hikmeti, faydası nedir?" diye soranlara cevaben deriz ki: "Onlar, onun sebep ve alametlerini bilip müşahede etmeleri sebebiyle, (bu sayede), onun alâmetlerini bilirlerken... o Kıyametin onlara ansızın gelmesi..." anlamında olması caizdir. 67Âyetin tefsiri için bak:73 68Âyetin tefsiri için bak:73 69Âyetin tefsiri için bak:73 70Âyetin tefsiri için bak:73 71Âyetin tefsiri için bak:73 72Âyetin tefsiri için bak:73 73"Dostlar o gün, biribirine düşmandır; takva sahipleri müstesna.. Ey,benim ayetlerime iman edip de müslüman olan kullarım! Bugün size hiçbir korku yoktur. Siz, mahzun da olmayacaksınız. Sürür ve ikrama gark olmuş olarak siz de, eşleriniz de girin cennete. Onların çevresinde ikram için altın tabak ve kadehler dolaştırılıp duracak. Canlarının isteyeceği, gözlerinin hoşlanacağı ne varsa oradadır. Ve siz, burada ebedî kalacaksınız. İşte bu, yapageldiğiniz iyi amel ve hareketleriniz sayesinde, mirasçı kılındığınız cennettir. Burada sizin için birçok meyveler vardır. Onlardan yiyeceksiniz..." Bil ki Cenâb-ı Hak, "Onlar, kendileri farkında olmayarak (başlarına) ansızın gelecek o saatten başkasını mı gözetliyorlar?" buyurunca, bunun peşinden, Kıyametin halleriyle ilgili şu gibi hususlar da zikretmiştir: 1) "Dostlar o gün birbirine düşmandır. Takva sahipleri müstesna..." Bu, "Bu dünyada dost olanlar, o âhiret gününde biribirine düşman olacaktır" demektir. Dostluklar, günah ve küfür üzerine kurulunca, Kıyamet gününde düşmanlığa dönüşür. Müttakiler, yani biribirine karşı dostluklarını iman ve takva temeli üzerine bina eden muvahhidlere gelince, bunların dostlukları o günde düşmanlığa dönüşmez. Hükemâ, bu ayetin tefsiri hususunda şöyle güzel bir yol İzleyerek demişlerdir ki: "Sevgi, ancak birtakım hayır ve menfaatların elde edilip, birtakım zararların da bertaraf edileceğine inanıldığında gerçekleşen bir şeydir. İşte böyle bir inanç bulununca dostluk olur. Her nezaman bu işin bir zarar getireceğine inanılırsa, o zaman da buğz ve nefret oluşur." Bunu iyice anladığına göre diyoruz ki: Gerçekleştiğinde sevgiyi meydana getireceğine inanılan o iyi, güzel ve menfaatli şeyler, ya değişebilir türdendir, yahut böyle değildir. Eğer değişebilir türden olursa, bu sevginin de nefrete dönüşmesi mümkün olur. Çünkü bu sevgi, ancak birtakım hayır ve rahatlığa sebep olacağına inanıldığı için tahakkuk etmiştir. Ama böyle bir inanç zail olup, peşinden meydana gelen şeyin zarar ve elem olacağına inanıldığında, bu sevginin yerini öfkeye bırakması gerekir. Çünkü illetin (sebebin) değişmesi, ma'lûlün (neticenin) değişmesini ger”1ektirir. Ama sevgiye sebep olan iyi, güzel ve menfaatli şeyler, devamlı, ebedî ve değişmez şeyler olduğunda, bu sevgi de devamlı olur, değişmez ve sürer gider. Bu prensibi iyice anladığına göre, şimdi diyoruz ki: Dünyada iken aralarında sevgi ve muhabbet bulunan kimselere gelince, eğer bu sevgileri, dünyalık ve dünyanın hoşluklarını elde etmek maksadıyla kurulmuşsa, bu arzu ve neticeler Kıyamette devam etmez, aksine orada birtakım elem ve belâların meydana gelmesine sebep olur. Böylece de dünyadaki bu sevgi, Kıyamette öfke ve nefrete dönüşür. Fakat dünyadaki sevgilerini gerçekleştiren sebep, muhabbetullah, Allah'a hizmet ve Allah'a itaattaki ortak nokta olursa, işte bu sebep değişmez ve yerini başka bir şeye bırakmaz. Böylece, Kıyamette de sürüp gider ve hatta dünyadakinden daha güçlü, daha temiz, daha mükemmel ve daha üstün olur. İşte Hak teâlâ'nın, "Dostlar o gün, birbirine düşmandır, takva sahipleri müstesna..." ayetine uygun tefsir budur. "Kullarım" Hitabının Güzelliği 2) "Ey kullarım, bugün size hiçbir korku yoktur. Siz mahzun da olmayacaksınız" ayetinin ifâde ettiği husus... Biz, Kur'ân örfünde kullanışında, "Ibâd" (kullar) lafzının, hep "mü'min, itaatkâr ve muttaki" kimseleri tavsif ettiğini tekrar tekrar anlatmıştık. Dolayısıyla ayetteki "Ey kullarım" sözü Allah'a aittir. Buna göre Cenâb-ı Hak, sanki bizzat kendisi bu kullara hitab ederek, "Ey kullarım, bugün size hiç bir korku yoktur. Siz mahzun da olmayacaksınız" buyurmuştur. Bununla, şu gibi bir takım ferahlatıcı ve sevince sebep olucu incelikler vardır: a) Cenâb-ı Hak bu kullarına vasıtasız olarak doğrudan hitabetmiştir. b) Bunları, "kulluk" ile nitelemiştir ki, bu büyük bir şereftir. Bunun delili şudur: Hak teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, Miraç gecesi şereflendirmek istediğinde, "Kulunu gece yürüten Allah'ın şanı ne yücedir!" fon, i) buyurmuştur. c) Ayetteki "Bugün size hiçbir korku yok" ifadesinin taşıdığı incelik... Cenâb-ı Hak bu ifade ile, Kıyamet günü onlardan korkuyu tamamen giderdiğini bildirmiştir ki, bu en büyük bir nimettir. d) Cenâb-ı Hak, "Siz mahzun da olmayacaksınız" buyurmuş ve onlarda, dünyanın elden kaçmasıyla meydana gelecek hüznü gidereceğini bildirmiştir. Allahü teâlâ daha sonra, "Benim ayetlerime iman edip, müslüman olanlara (gelince)..."buyurmuştur. Buradaki ifadesinin, mübteda, haberinin mahzuf olduğu ve takdirinin, bunlara, "Haydi cennete girin" denilir"şeklinde olduğu söylenmiştir. Bu ifadenin takdirinin, "(Kullarım), yani benim ayetlerime iman edenler..." şeklinde olması da muhtemeldir. Mukâtil şöyle demiştir: Kıyamet günü ortalığı korku bürüdüğünde, bir ses, "Ey kullarım, artık bugün size hiçbir korku yok" diye nida eder. Mahşer halkı bunu duyunca, başlarını kaldırırlar. Bunun üzerine, "yani "Benim ayetlerime iman edip, müslüman olan kullarım" denilince, bâtıl dinlere mensub olanlar, başlarını eğerler. 3) Allahü teâlâ mü'min kullarını korku ve hüzünden emin kılıp, onlara bu hususta teminat verdiğine göre, onların hesaplarının en kolay ve en güzel bir biçimde geçmesi gerekir. İşte bu yüzden onlara, "Sürür ve ikrama gark olmuş olarak, siz de eşleriniz de girin cennete..." denilecektir. Ayetteki fiili, güzel denilebilecek herşey hususunda ikrama gark olma demektir. Binâenaleyh cennetlikler, dahası olmayan bir şekilde ikramlara nail olurlar. Bu, Rum Sûresi'nde izahı geçen hususlardandır. Hak teâlâ daha sonra, "onların etrafın da, ikram için altın tabak ve kadehler dolaştırılıp duracak" buyurmuştur. Ferrâ "kûb", yuvarlak, kulağı olmayan baş" demektir." Binâenaleyh ayetteki ifadesi yani "tabaklar" yenilen şeylere; "ekvâb" "kadehler" ise içilen şeylere işarettir" demiştir. Cenâb-ı Hak, daha sonra tafsilatı bırakarak genel bir izahta bulunmuş ve "Canlarının isteyeceği, gözlerinin hoşlanacağı ne varsa oradadır ve siz orada ebedî kalacaksınız" buyurmuştur. Sonra da, "İşte bu, yapageldiğiniz iyi amel ve hareketleriniz sayesinde, mirasçı kılındığınız cennettir" buyurur. Cennete mirasçı kılınmanın ne demek olduğunu, (Mü'minun, 10) ayetinin tefsirinde iki şekilde izah etmiştik. Cenâb-ı Hak, biraz önce yeme-içmeden bahsedince, şimdi de meyvelerden bahsederek, "Burada sizin için birçok meyveler vardır. Onlardan yiyeceksiniz" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i öncelikle Araplara, sonra da bütün âleme peygamber olarak göndermiştir. Araplar, yeme, içme ve meyve bakımından sıkıntı içinde idiler. İşte bundan ötürü, onların arzularını iyice çekmek ve onları dine sevkedecek hususları kuvvetlendirmek için, onlara bu gibi nimetleri lütfedeceğini tekrar tekrar bildirmiştir. 74Âyetin tefsiri için bak:80 75Âyetin tefsiri için bak:80 76Âyetin tefsiri için bak:80 77Âyetin tefsiri için bak:80 78Âyetin tefsiri için bak:80 79Âyetin tefsiri için bak:80 80"Şüphe yok ki günahkârlar, cehennem azabında ebedî kalıcıdırlar. Bu azab onlardan hafifletilmeyecek. Onlar bunun içinde, ümitsiz susup kalacaklardır. Onlara biz zulmetmedik, fakat onların kendileri zâlimdiler. "Ey (cehennemin bekçisi) Mâlik, Rabbin bizim canımızı alsın" diye seslenirler. O da, "Siz hep burada kalacaksınız" der. Andolsun ki biz size hakkı getirdik. Fakat çoğunuz, hak (ve hakikati) çirkin görüyordunuz. Yoksa onlar, işlerini sağlam mı tuttular? Biz de sağlam tutanlarız. Yahut biz, onların içlerinde gizlediklerini ve aralarındaki fısıltılarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, hayır, onların yanında bizim elçilerimiz var, (yaptıklarını) yazıyorlar". Bil ki Allahü teâlâ vaadinden bahsedince, bunun peşinden Kur'ân'da sürüp gelen (genel) tertip ve metod üzere, va'îdini de getirmiştir. Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele var: Kfidî, ayetteki, "Şüphe yok ki günahkârlar, cehennem azabında ebedî kalıcıdırlar" ayetini delil getirerek, fasıkların (günahkârların) da ebedî cehennemde kalacaklarını söyleyerek, şöyle demiştir: "Mücrim" (günahkâr suçlu) kelimesi, kâfiri de, fasığı da içine alan bir sözdür. Binâenaleyh bunların ikisinin de cehennemde ebedî olması gerekir. Ayetteki "hâlidûn" kelimesi, "hulûd"a delâlet eder. Ayetteki, "Bu azab onlardan hafifletilmeyecek" ifadesi de, yine hulûda (ebedîliğe) ve devama delâlet eder." Buna şu şekilde cevap veririz: "Bu ayetin hem öncesi, hem sonrası "mücrim" (suçlu) lafzı ile, kâfirlerin kastedildiğini göstermektedir. Çünkü bu ayetten önceki ifadeler, "Ey kullarım, bugün size hiçbir korku yoktur. Siz mahrum da olmayacaksınız" şeklinde olup, Allah'ın ayetlerine iman edip, müslüman olan herkesin, bu ifadenin kapsamına girdiğini gösterir. Ehl-i kıblenin (Kâ'be'yi kıble kabul edenlerin) günahkârları, Allah'a ve ayetlerine iman edip, müslüman olmuş kimselerdir. Binâenaleyh bunların hepsinin, bu vaadin muhtevasına girip, sonra gelen va'îdir sınırları dışında kalmaları gerekir. Bu ayetten sonraki "Andolsun ki biz size hakkı getirdik. Fakat çoğunuz hak (ve hakikati) çirkin görüyordunuz" ayetindeki "hak" sözü ile, ya İslâm, ya Kur'ân kastedilmiştir. Dolayısıyla mücrimlerden bahseden ayetin, hem öncesinin, hem sonrasının, bu "mücrimler" ile kâfirlerin kastedilmiş oluşunu gösterdiği anlaşılır. Allah en iyi bilendir". Allahü teâlâ, mücrimlerle ilgili cehennem azabını şu üç sıfatla nitelemiştir: a) Hulûd (devamlılık) ile... Birçok yerde, bunun "uzun süre kalma" demek olduğunu, "ebedîlik" manasını ifade etmektedir. b) "Hafifletilmeme" ile.. Yani "bu, hafifletilmeyen, azaltılmayan ve eksiltilmeyen bir azabtır." Bu ateşli hastanın, harareti düştüğünde, "Ateşi düştü" deyişlerinden alınmadır. c) Ayetteki, "Onlar, bunun içinde, ümitsiz susup kalacaklardır" ifadesinin anlattığı sıfat ile... "Müblis", feraha ermekten ümidini kesen kimsenin, sesinin soluğunun kesilmesi gibi, sesi soluğu kesilen demektir. Oahhâk'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Mücrim, ateşten bir tabut içine konur ve sonra bu tabutun ağzı kapanır, kilitlenir. Mücrim (kâfir) bunun içinde hiçbir tarafı görmeksizin ebedi kalır." Keşşaf sahibi, ayetteki, 'nin şeklinde de okunduğunu ve "cehennemde" manasında olduğunu söylemiştir. Kâdî, "Onlara Biz zulmetmedik, fakat onların kendileri zalimdirler" ifadesini delil getirerek şöyle demiştir: "Eğer Cenâb-ı Hak, kâfirlerin küfrünü onları cehenneme sokmak için yaratmış olsaydı, "Onlara biz zulmetmedik" ifadesiyle nefyettiği şey ne olurdu? Yani kendisinden nefyedip, onlara nisbet ettiği bu şey nedir? Yahut da, Allah'ın onlara zulmettiğini söylersek, o zaman bu, bu kâfirlerin ileri sürdüğü şeye birşey ilave etmemiş olur. Zaten onlar da bunu iddia ediyorlardı? Eğer muarızlarımız "Bu fiil sadece Allah'ın kudretiyle meydana gelmemiştir. Aksine hem Allah'ın, hem kulun kudretiyle birlikte meydana gelmiştir. Binâenaleyh bu, Allah'dan olan bir zülüm olmaz" derlerse, biz (Mu'tezile) deriz ki: "Size göre zulme kadir olmak zulmü gerektirir. O kudreti yaratan Allah'dır. Binâenaleyh Allahü teâlâ, sanki küfrü yaratmasının yanışım, küfre kudreti de verirse, onlara zulmedici olmaktan çıkar. Bu ise imkânsızdır. Çünkü bir fiilde zâlim olan, bununla birlikte o fiili gerektiren şeyi de yapınca, "zâlim" denmeye daha müstehak olur." Kâdî'ye şöyle cevap verilebilir: Kulun kudreti her iki taraf için (yapma ve yapmama için) elverişli midir, yoksa bu iki taraftan birisi için belirgin (kesin) hale mi gelmiştir? Eğer kulun kudreti her iki taraf için de elverişli ise ve bu iki taraftan birinin tercihi, bir müreccih olmadan meydana gelmiş ise, bundan, bir yaratıcının bulunmadığı neticesi çıkar. Yok eğer bu tercih bir müreccihe muhtaç İse, yine başa dönülmüş olur ve mutlaka bu iş, Allah'ın kulda yarattığı müreccih (tercih ettirici) bir sebebe varıp dayanması gerekir. Yok eğer kulun kudreti iki taraftan birisi için belirlenmiş, sadece o taraf için olmuş olursa, bu durumda senin bize karşı ileri sürdüğün şey, senin için de söz konusu olur." Bil ki (âlim) kişi, sadece istidlal vechini görüp onu zikreden kimse değildir. Kişi o kimsedir ki, sözün öncesine ve sonrasına bakıp, bu sözün kendi görüşünün aleyhine olacağını gördüğünde, bunu zikretmeyen kimsedir. Allah en iyi bilendir. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh), kâfi hazfederek, terhîm ile, (......) şeklinde okumuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), "İbn Mes'ûd, (......) şeklinde okuyor" denildiğinde, İbn Abbas, "Cehennem ehlinin bu kısaltmayı yapmalarına sebep olacak fazla meşguliyetleri ne olabilir ki?" demiştir. İbn Abbas'a şöyle cevap verilebilir: "Böyle bir terhîm (kelimelerin sonunu hazfetmek) güzel ve yerinde olur. Çünkü bu, zayıflık ve acizlik bakımından cehennem ehlinin, kelimelerin ancak bir parçasını söyleyebilecek bir durumda olacaklarını gösterir." Alimler, cehennemliklerin "Ey Mâlik, Rabbin bizim canımızı ahin" diyerek, nasıl bir istekte bulundukları hususunda değişik izahlar yapmışlardır: Bazıları bunun bir temenni olduğunu söylerlerken, bazıları da, yardım dilemek maksadıyla söylendiğini, yoksa o cehennemliklerin bu azabtan kurtuluşlarının olmadığını zaten bildiklerini söylemişlerdir. Şöyle de denilebileceği ileri sürülmüştür: Bunlar, içine düştükleri o azabın şiddet ve dehşetinden ötürü, bunun böyle olduğunu unuttular da, gerçekten istediler. Cenâb-ı Hak daha sonra, Mâlik'in onlara "Siz hep (burada) kalacaksınız" dediğini haber vermiştir. Kur'ân'da, Mâlik'in onlara ne zaman bu cevabı verdiği, o anda mı, yoksa uzun bir aradan sonra mı bunu söylediğinin açıklaması yoktur. Eğer onların sözü üzerine İse, onların sözünden az bir müddet sonra mı, yoksa uzun bir müddet sonra mı verildiği hususunda da bir açıklama yoktur. Binâenaleyh onları hafife almak ve onların kederlerini artırmak için, bu cevabın geciktirilmiş olması imkânsız değildir. Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh)'den, bu cevabın, kırk yıl sonra verileceği rivayet edilirken, başkaları, yüz yıl sonra; İbn Abbas (radıyallahü anh) da, bin yıl sonra verileceğini rivayet etmişlerdir. Bu sürenin ne kadar olduğunu en iyi bilen Allah'dır. Dinden Nefret Cehenneme Götürür Cenâb-ı Allah, daha sonra cehennem bekçisi Mâlik'in onlara, "Siz hep burada kalacaksınız" diye cevap vermesinin peşisıra, bu cevabın, adetâ sebebi olan hususu da zikredip, "Andolsun ki biz size hakkı getirdik. Fakat çoğunuz, hak (ve hakikati) çirkin görüyordunuz" dediğini beyân buyurmuştur. Bundan maksad, onların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den ve Kur'ân'dan nefret ettiklerini ve hak dini kabul hususunda iyice öfke dolu olduklarını anlatmaktır. İmdi, eğer: "Allahü teâlâ onları "ümidsiz" olarak niteledikten sonra, onların artık nasıl, "Ey Mâlik..." diye çağrıda bulunabileceklerini söylemiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bütün bunlar, uzun zaman ve yıllar içinde olacak şeylerdir. Dolayısıyla onların halleri, bu uzun zaman zarfında farklı farklı olacaktır. Dolayısıyla onlar iyice ümitsizliğe düştükleri için bazan susup kalırlar, zaman zaman da başlarındaki azabın şiddetinden ötürü yardım talebinde bulunabilirler. Rivayet edildiğine göre cehennemliklere öylesine bir açlık duygusu gelecektir ki bu, içinde bulundukları azaba denk olacak. Bunun üzerine onlar, "Mâliki çağırın" diye bağıracaklar, (Mâlik gelince de) "Ey Mâlik, Rabbin bizim canımızı alsın" diyecekler. Cenâb-ı Hak, onların âhirette ne şiddetli bir azaba düşeceklerini anlatınca, bunun peşisıra, onların dünyada iken, kalblerinin bozukluklarını ve nasıl tuzaklar kurup, hileler yaptıklarını ifade ederek, "Yoksa onlar işlerini sağlam mı tuttular. Biz de sağlam tutanlarız" buyurmuştur ki bu, "Mekke müşrikleri. Resûlullah'a hile yapıp tuzak kurmada, işlerini sağlama aldılarsa, onların tuzaklarını sapasağlam yapmaları gibi biz de tuzağımızı (cehennem azabımızı) sapasağlam yapıcılarız" demek olup, tıpkı "Yoksa (o kâfirler) bir tuzak mı kurmak istiyorlar? (Bilin ki) tuzağa düşenler o kâfirlerin kendileridir..." (Tur, 42) ayeti gibidir. Mukâtil, bu ayetin, Mekke müşriklerinin, Dâru'n-Nedve'de (meclislerinde), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tuzak kurmak için görüşmelerini anlatmak için indiğini söylemiştir ki bu, "Hani kâfirler sana hile ve tuzak kuruyorlardı..."(Enfal,30) ayetinde de anlattığı husustur. Bu hadiseyi o ayetin tefsirinde anlatmıştık. Daha sonra Cenâb-ı Hak,"Yahut biz, onların içlerinde gizlediklerini ve aralarındaki fısıltılarını işitmediğimizi mi sanıyorlar?" buyurmuştur. "Sırr", kişinin ya kendisine, yahut da hiç kimsenin bulunmadığı bir yerde bir başkasına söyleyip anlattığı şey; "necvâ" ise, insanların kendi aralarında fısıltıyla konuştukları şeydir. "Hayır, hayır, onların sandıkları gibi değil! Biz onları duyar, söylediklerine muttali oluruz ve elçilerimiz, yani hafaza meleklerimiz, onların aleyhine kullanılmak üzere bütün hallerini ve konuştuklarını yazarlar". Yahya b. Muâz'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kim, işlediği günahları insanlardan saklar da, göklerde kendisine hiçbirşey saklı kalmayan o Zat'a açıklar, yani O'ndan gizlemeye çalışmazsa, bu kimse O zâtı, kendisini görenlerin en önemsizi yerine koymuş olur ki bu münafıklık alâmetidir." 81Âyetin tefsiri için bak:89 82Âyetin tefsiri için bak:89 83Âyetin tefsiri için bak:89 84Âyetin tefsiri için bak:89 85Âyetin tefsiri için bak:89 86Âyetin tefsiri için bak:89 87Âyetin tefsiri için bak:89 88Âyetin tefsiri için bak:89 89"De ki: "O Rahman'ın bir çocuğu bulunsaydı, ben ona tapanların ilki olurdum". Hem sonra, göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın Rabbi, onların söyledikleri şeylerden münezzehtir. (Şimdilik) sen onları bırak, (bâtıla) dalsınlar, oynayadursunlar. Nihayet tehdid edilmekte oldukları günlerine kavuşturulacaklardır. O, gökte de tanrıdır, yerde de tanrı olandır. O, hakîm ve alimdir. Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki şeylerin mülkü O'nun olan Allah'ın şânı ne yücedir. Saatin (Kıyametin) bilgisi O'nun yanındadır. Ancak O'na döndürüleceksiniz. Allah'tan başka dua edip yalanladıkları nesnelerin şefaat yetkileri yoktur, ancak bilerek hak namına şehadet edenler müstesna. Andolsun ki kendilerini kimin yarattığını onlara sorsan, elbette "Allah" derler. O halde, nasıl (haktan) çevriliyorlar. Onun, "Ya Rab" demesi hakkı için, muhakkak ki onlar iman etmez güruhtur. Şimdilik sen onlardan yüz çevir. "Selâm!" de. Artık pek yakında bilip öğrenecekleri" Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele var: Hamza ve Kisâî, (......) kelimesini vâv'ın zammesi ve lâm'ın sükunu ile vuld, diğer kıraat imamları her ikisinin fethasıyla veled şeklinde okumuşlardır. Nâfi, (......) kelimesini nûn'un fethasını uzatarak, fe enû, diğer kıraat imamları, medsiz olarak feene şeklinde okumuşlardır. Bil ki âlimler, "Deki: "O Rahman'ın bir çocuğu bulunsaydı, ben ona tapanların ilki olurdum" ifadesinin, zahiri manaya almamız durumunda, Allah'ın bir çocuğu olabileceği hususunda bir şüpheyi gerektirdiğini, böyle birşeyin ise imkânsız olduğunu iddia etmişler, bundan ötürü de ayeti te'vil etme ihtiyacı hissetmişlerdir. Halbuki bana göre, durum hiç de böyle değildir. Ayetin lafzında, zahirî manayı bırakmayı (te'vil yapmayı) gerektiren hiçbirşey yoktur. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: "Ayetteki bu ifade, kaziyye-i şartiyye "şartlı önerme"dir. Şartlı önerme ise, birisine harf-i şartın (yani (eğer) edatının), diğerine de ceza (cevap) cümlesinin başına gelen fâ edatının dahil olduğu iki haberi cümleden meydana gelmiştir, Önce bu ikisinin toplamından, tek bir kaziyye (hüküm-cümle) meydana gelmiş olur. Bunun misâli işte bu ayettir. Çünkü ayetteki (......) ifadesi, iki kaziyyeden meydana gelmiş bir kaziyyedir ki, bunlardan biri cümlesi; diğeri ise, ifadesidir. Şart edatt yani lafzı birinci kaziyyenin başına; ceza edatı yani lafzı da ikinci kaziyyenin başına getirilmiştir. Böylece bu iki kaziyyeden, tek bir kaziyye meydana gelmiştir ki, bu da, kaziyye-yi şartiyye (şartlı önerme)'dir. Bunu iyice kavradığına göre, şimdi diyoruz ki: Kaziyye-yi şartiyye, sadece şartın, cezayı yani cevabı gerektirici olduğunu ifade eder. Yoksa kaziyye-yi şartiyyede, şartın doğru veya yanlış, yahut da cezanın (cevaptaki hükmün) doğru veya yanlış olmasını ihsas ettirecek herhangi birşey yoktur. Bundan da öteye, biz diyoruz ki: Gerçek kaziyye-yi şartiyye, bazan ya doğru iki kaziyyeden; yahut yanlış iki kaziyyeden; yahut yanlış şart, doğru cevaptan (cezadan) veyahut da, doğru şart, yanlış cevap cümlesinden meydana gelir. Dördüncü kısım, yani doğru (hak) kaziyye-yi şartiyyenin, hak (doğru) şarttan ve batıl (yanlış) ceza cümlesinden meydana gelmiş olması muhaldir, böyle birşey imkânsızdır. Şimdi bu dört kısmı misallerle açıklayalım: 1- "Eğer insan hayvan olursa, cisim olur" dediğimizde, bu kaziyyemiz, iki hak (doğru) kaziyyeden meydana gelmiş, doğru bir kaziyye-yi şartiyye olmuş olur ki, bunun iki kaziyyesinden birisini, "insan hayvandır (canlıdır)" hükmümüz, diğeri de, "insan cisimdir" şeklindeki hükmümüzdür. 2- Ama, "Eğer beş bir çift sayı ise, bu eşit olarak ikiye bölünür" dersek, bu, yine doğru şartlı bir önerme olmuş olur. Fakat bu da, "Beş bir çift sayıdır" şeklindeki sözümüz ile, "Bu, eşit olarak ikiye bölünür" şeklindeki sözümüzden meydana gelmiş bir şartlı önermedir. Halbuki bu iki husus da, yani beşin çift olması ve eşit olarak bölünmesi bâtıl (yanlış) şeylerdir. Bu ikisinin bâtıl (yanlış) olması, bunların diğeri için bir hakkı (bir doğruluğu) gerektirici olmasına mâni değildir. Biraz önce, kaziyye-yi şartiyyenin sadece gerektirici olmayı ifade ettiğini söylemiştik. 3- "Eğer insan taş olursa, cisim olur" dediğimizde, bu da gerçek bir önermedir. Fakat bu önerme, bâtıl (yanlış) şart cümlesinden, yani, "İnsan taştır" şeklindeki cümlemiz ile, hak (doğru) ceza cümlesinden, "insan cisimdir" şeklindeki sözümüzden meydana gelmiştir. Bu da caizdir. Çünkü bâtıl bazan farazi olarak vaki olmuş gibi mütalaa edilebilir. Çünkü mesela, insanın taş olduğunu farzetmemiz durumunda, insanın cisim olması gerekir. Binâenaleyh bu, doğru cezayı (neticeyi) gerektiren bâtıl bir şarttır. 4- Dördüncü kısma, yani gerçek şartlı önermenin, gerçek şarttan ve batıl cezadan meydana gelişine gelince, bu imkânsızdır. Çünkü bu terkibten, hakkın, bâtılı gerektirir olması neticesi çıkar ki bu, sözkonusu olamaz. Ama üçüncü kısım böyle değildir. Çünkü üçüncü kısım, bâtılın hakkı gerektirici olması neticesini verir ki, bu imkânsız değildir. Bu esasları iyice kavradığına göre, şimdi ayetin tefsirine dönüyor ve diyoruz ki: "Cenâb-ı Hakk'ın, "O Rahman'ın bir çocuğu bulunsaydı, ben ona tapanların ilki olurdum " cümlesi, bâtıl şart ve yanlış cezadan meydana gelmiş gerçek bir "kaziyye-yi şartiyye"dir. Çünkü bizim, "Allah'ın çocuğu vardır" şeklindeki sözümüz bâtıl ve yanlıştır; ve yine bizim, "Ben, ona tapanların ilkiyim" şeklindeki sözümüz de yanlıştır. Ancak ne var ki, daha evvel de, "Beş, çift bir sayı olsaydı, eşit olarak bölünürdü." şeklinde misalimizle açıkladığımız gibi, bunlardan birisinin batıl ve yanlış olmasının, bunlardan birisinin, diğeri için bir hakkı gerektirici olmasına mani olmadığını beyan ettik... Böylece bu sözün, (ayet-i kerimenin) zahirî manasına göre anlamlandırılmasında bir sakınca olmadığı ve bundan maksadın, "Şayet Rahman olan Allah'ın bir çocuğu olsaydı, o çocuğa tapanların ilki ben olurdum.." olduğu; zira, hükümdarın, bir çocuğunun olması durumunda, kölesinin padişaha hizmet etmesi gerektiği gibi, çocuğuna da hizrnet etmesinin gerekeceği sabit olmuş olur. Biz bu terkibin, bir çocuğu kabullenmeye veya kabullenmemeye delâlet etmediğini açıklamıştık. Ayetin bu ifadesine yakın olan ifadelerden birisi de, Cenâb-ı Hakk'ın, (Enbiya, 22) ayetidir. Bu söz de, bir "kaziyye-i şartiyye"dir. Burada şart, cümlesi, ceza da cümlesidir. O halde, haddi zatında şart yanlıştır. Ceza da yanlıştır. Çünkü, doğru olan, yer ile gökte başka ilahların bulunmayışıdır. Çünkü lev edatı, "bir başka şeyin olmayışı sebebiyle, bir şeyin yokluğu"nu ifade eder. Çünkü, yer ile gök, fesada uğramamışlardır. Hem şartın hem de cezâ'nın yanlış ve batıl olmasına rağmen, bu şart, bu cezâ'ya bir doğruluk hakkı gerektirmiştir. İşte, tefsirini yapmakta olduğumuz ayette de durum böyledir. İmdi, eğer onlar, "Bu ikisi arasında şöyle bir fark vardır: Zira Allahü teâlâ bu şartı, lev edatıyla getirmiş ve "Şayet bu ikisinde başka ilâhlar bulunsaydı..." buyurmuştur. (-lev) edatı ise, bir başka şeyin olmaması sebebiyle, bir şeyin yokluğunu ifade eder. Ama, Cenâb-ı Hakk, tefsirini yapmakta olduğumuz ayette ise, (-in) edatını kullanmıştır. Bu edat ise, başkası bulunmadığı için bir şeyin yokluğunu ifade etmez; tam aksine in edatı, şartın tahakkuk edip etmediği hususunda bir şüphe bulunduğunu ifade eder. Peygamberde böyle bir şüphenin bulunması ise, imkânsızdır" derlerse, biz deriz ki: Bahsettiğiniz fark, doğrudur. Ancak ne var ki bizim maksadımız, şartın, "kaziyye-i şartiyye"nin doğru olmasından, biraz önce de bahsettiğimiz gibi her iki tarafın doğru veya yanlış olmaları neticesinin çıkmayacağını beyan etmektir. Karşı tarafın, " lafzı, şartın tahakkuk edip etmediği hususunda, bir şüphe ifade eder" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki, bu kabul edilemez. Çünkü (......) edatı, şart harfidir; şart harfi ise, şartın sadece cezâ'yı gerektirici olmasını iktizâ eder. Ama bu şartın meydana gelmesinin malûm ya da şüpheli olmasının beyanına gelince, lafızda lafzında), bunu ifade edecek bir mana yoktur. Özetle bahsettiğimiz bu hususlardan, ayetin bu ifadesini, her bakımdan zahiri manasına almamız mümkün olduğu ve tefsire gitmeye asla lüzum kalmadığı ortaya çıkmış olur. Buna göre mana, "Ey Muhammed de ki: "Eğer Rahman olan Allah'ın bir çocuğu olsaydı, ona tapanların ve ona hizmet edenlerin ilki ben olurdum..." şeklinde olmuş olur ki, bu sözün maksadı da, şudur: "Ben, inat ve işi yokuşa sürmek için, O'nun çocuğu olmadığını söylemiyorum... Çünkü, O'nun çocuğu olduğuna dair bir delilin bulunması halinde, onu kabullenen ve ona hizmet etmenin gerekli olduğunu itiraf eden ben olurdum!.. Ancak ne var ki, ne böyle bir çocuk söz konusudur ne de onun varlığına dair bir delil vardır. O halde, bunu ben daha nasıl söyleyebilirim? Tam aksine, çocuk olmadığına dair kesin deliller vardır. O halde, daha nasıl ben, bir çocuk olduğunu söyler, bunu benimserim?!.." İşte bu sözler, asla te'vîle ve zahirden sapıtmaya ihtiyaç bırakmayacak mükemmel ve son derece açık sözlerdir. Binâenaleyh, bu konuda söylenebilecek olan, bence budur. Müfessirlerden Süddî'nin, onun, "Bu ayeti, zahiri manasına almak mümkün olup, te'vîle gerek yoktur" dediği nakledilmiştir. Yapılan izah da, doğru olanın, Süddî'nin dediği şey olduğunu göstermektedir. Bu ifâdenin mutlaka te'vîl edilmesi gerektiğini söyleyenler, şunları zikretmişlerdir: 1) Vahidî şöyle der: "Bu ayetin tefsiri hususunda pekçok izah vardır. En kuvvetli olanı ise, mananın şu şekilde olduğunun söylenmesidir: "Sizin iddianıza göre, şayet Rahman olan Allah'ın bir çocuğu olsaydı, yani, "Allah'ı birleyenlerin ve sizin O'na çocuk nisbet etmenizi yalanlayanların ilki ben olurdum..." Bir kimse şöyle diyebilir: "(Bu durumda) ayetin takdiri, ya, "Eğer aslında, işin önünde Rahman'ın bir çocuğu olmuş olsaydı, onu inkâr edenlerin ilki ben olurdum!"; yahut da, "Eğer, sizin için, Rahman'ın bir çocuğu olduğu iddiası sabit olursa, onu inkâr edenlerin ilki ben olurum..." şeklinde olur. Birinci şık batıldır, olamaz! Çünkü, bir şeyin haddi zatında olması, bulunması, peygamberin onu inkâr edici olmasını gerektirmez. Çünkü peygamberin (faraza), "Eğer o şey, aslında var olsaydı bile, onu inkâr edenlerin ilki ben olurdum..." şeklindeki sözü, peygamberin yalan ve cehalette ısrar etmesini, diretmesini gerektirir ki, bu, peygambere yakışmaz. İkincisi de bâtıldır, çünkü onlar, ister Allah'ın bir çocuğu olduğunu söylesinler isterse söylemesinler, peygamber bir çocuk olmadığını bilmektedir. Binâenaleyh, onların iddialarının, peygamberin bir çocuk olduğunu kabul etmeyişinde bir tesiri olamaz. Dolayısıyla da, onların bir çocuk bulunduğu şeklindeki iddiaların), peygamberin o çocuğu kabul etmeyişinde müessir kılmak uygun düşmez. 2) Bu ifadenin manasının, "O'nun bir çocuğu olduğunu kabul etmeyen, buna burun kıvıranların ilki ben olurdum" şeklinde olmasıdır. Bu durumda, ayette ifadesi, bir kimsenin taassub ve kendini büyük görme duygusunun iyice kabardığı zaman kullanılan, ifadesinden alınmış olur ki, bazıları bu kelimeyi (evvelu'l-abdine) şeklinde okumuşlardır.. Bil ki, yukardaki soru, burası için de söz konusudur. Çünkü eğer ayetten, "Şayet, Rahman'ın gerçekten çocuğu olsaydı bile, ben onu kabule yanaşmayanların ilki oturdum, bundan yüz çevirir, burun kıvırırdım" manası olsaydı, bu, peygamberin cehalet ve yalanda ısrar ediyor olmasını gerektirirdi. Yok eğer ayetten, "Şayet sizin iddia ve inancınıza göre, şayet Rahman'ın bir çocuğu olsaydı, onu kabullenmeyenlerin ilki ben olurdum" manası kastedilmiş ise, böyle bir ta'lîk (bir şeyi bir şeye bağlamak) fasittir, yanlıştır. Çünkü zaten böyle bir kabullenmeme, böyle bir inanç ve itikad ister bulunsun isterse bulunmasın, zaten mevcuttur. Durum böyle olunca da, böyle bir ta'lîk caiz olmaz.. 3) Bazıları da, buradaki edatının olumsuzluk edatı olduğunu ve ifadenin manasının, "Rahman'ın çocuğu yoktur; O'nun çocuğu olmadığına dair, Mekkelilerden inanıp O'nu birleyenlerin ilki benim" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bil ki, bu uzak birtakım izahları yapmak, ancak bir zaruret olduğu zaman söz konusu olabilir. Halbuki biz, burada böyle bir zaruretin kesin olarak bulunmadığını açıkladık. Binâenaleyh, buna başvurmak caiz değildir. Allah en iyisini bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hem sonra, göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın Rabbi, onların söyleyegeldikleri şeylerden münezzehtir" buyurmuştur ki bu, "Alemin ilâhının, zâtı gereği Vâcibü'l-Vücûd olması gerekir. Böyle olan her şey ise, hiçbir bakımdan bölünmeyi, tecezziyi kabul etmeyen mutlak tek ve mutlak ferd'dir. Çocuk ise, bir şeyin parçalarından bir parçanın ayrılması ve o parçadan, o şey gibi, başka bir şahsın meydana gelmesi, üremesi demektir. Bu ise ancak, zâtı, bölünmeyi ve parçalanmayı kabul eden şeyler hakkında düşünülebilecek bir şeydir. Alemin ilâhı hakkında, bu, imkânsız olunca, O'nun çocuğu olduğunu söylemek de imkânsız olur. Cenâb-ı Hak bu kesin ve aklî delili getirince, "(Şimdilik) sen onları bırak, (bâtıla) dalsınlar, oynayadursunlar. Nihayet, tehdit edilmekte oldukları günlerine kavuşturulacaklardır" buyurmuştur ki, bundan maksadı, tehdittir. Yani, "Onların ileri sürdükleri şeyin yanlışlığı hususunda kesin hüccetler getirdim. Ama onlar, mal, makam ve riyaset elde etme hususuna öylesine bir dalmışlardır ki, bu hüccetlere dönüp bakmadılar bile.. Binâenaleyh onları, kendisinde, kendilerine yapılagelen tehdid ile karşılaşacakları güne ulaşıncaya kadar, o batıl işleri ve eğlenceleri içinde bırakıver..." demektir ki, bununla alabildiğine bir tehdit kastedilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O, gökte de tanrı, yerde de tanrı olandır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Ebû Ali şöyle demiştir: "Ayetteki İlâh kelimesinin ne ile merfû olduğu hususunda düşündüm de, bunun merfû olmasının sebebinin, mahzûf mübtedânın haberi olduğunu gördüm. Ki, buna göre ifadenin takdiri, "Gökte olan O, ilâh odur..." şeklindedir. İkinci Bahis: Bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın. göklerde olmadığına delâlet eden delillerin başında gelir. Çünkü, Allahü teâlâ bu ayeti ile, ulûhiyyet vasfına haiz olarak kendisinin göğe nisbet edilmesinin, tıpkı yere nisbet edilmesi gibi olduğunu; binâenaleyh, kendisinin, yerde olmadığı halde, yerin ilahı olduğuna göre, yine, orada olmadığı halde, göğün de ilâhı olması gerektiğini beyân buyurmuştur. Buna göre şayet, "Bu cümlenin, Cenâb-ı Hakk'ın çocuğu olmadığını ifade eden cümle ile ne alâkası vardır?" diye sorulursa, biz bu alâkanın şu şekilde olduğunu söyleriz: Allahü teâlâ, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'yı sadece "ol!" emriyle yaratmış, böylece de Hazret-i İsa (aleyhisselâm), nutfe ve baba vasıtası bulunmaksızın oluvermiştir. Böylece, adeta sanki şu denilmek istenmiştir. "Bu kadar şey, Hazret-i İsa'nın, Allah'ın çocuğu olmasını gerektirmez. Çünkü bu mana aynı şey, burada bir babalık oğulluk ilişkisi bulunmamakla birlikte, Cenâb-ı Hakk'ın, gökleri, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri yaratmasında da söz konusudur. Daha sonra Cenâb-ı Hak,"O, hakîm ve alimdir" buyurmuştur ki, biz, Allah'ın, Hakîm ve Alîm oluşunun, O'nun bir çocuğunun olmasına aykırı olacağını En'âm Sûresi'nde anlatmıştık. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki şeylerin mülkü O'nun olan Allah'ın şanı ne yücedir! Saatin (Kıyametin) bilgisi O'nun yanındadır. Ancak O'na döndürüleceksiniz" buyurmuştur. Bil ki, ayetteki (......) kelimesi, ya "sebat ve beka" manasını ifade eden kökten, yahut da, "bol hayır, çok hayır" manasını ifade eden kökten müştakdır. Her iki takdire göre de, bu her iki manadan her biri, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın, "Allah'ın çocuğu" olmasına ters düşer. Çünkü, eğer bu ifadeden, "sebat, devam, beka, ebedilik" anlamı kastedilmişse, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) devamı ve bekası vâcib olan bir varlık değildir. Çünkü Hazret-i İsa (aleyhisselâm), yok iken sonradan meydana gelmiştir. Hem, hristiyanlara göre o, öldürülmüş ve ölmüştür. Oysa, kim böyle olursa, böyle olan ile, ezelî, ebedî, bakî olan arasında cins birliği ve bir benzerlik bulunamaz. Bu sebeple de, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın, Allah'ın oğlu olması imkânsız olur.Yok eğer, ayetin bu ifadesiyle, Cenâb-ı Hakk'ın, "Göklerin, yerin ve ikisi arasında kalanların yaratıcısı olması" gibi, çok lütuf ve iyiliklerde bulunması manası kastedilmişse, Hazret-i İsa (aleyhisselâm), böyle de değildir. Tam aksine, yemeğe ihtiyaç duyan bir kimsedir. Yine hristiyanlara göre o, yahudîlerden korkmuş, sonunda da yahudiler onu yakalamış ve öldürmüşlerdir. Binâenaleyh, vasfı bu olan zât daha nasıl göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin yaratıcısı olan Allah'ın çocuğu olabilir?!. Ayetteki, "Saat"in bilgisi O'nun yanındadır" ifadesine gelince, bununla da şu kastedilmiştir: Cenâb-ı Hak, kudretinin mükemmel olduğunu açıklayınca, ilminin de mükemmel olduğunu açıklamıştır ki, bundan maksad da, bahsettiğimiz nitelikte zât, ilim ve kudret bakımından mükemmel olan zâtın çocuğunun, hristiyanların nitelediği biçimde, âciz ve âlemin durmlarına vukûfiyyet sahibi olamayışının imkânsız olduğuna dikkat çekmektir. Cenâb-ı Hak, kendisinin bir çocuğunun olmadığını detaylı biçimde anlatınca, bunun peşinden, ortaklarının da olmadığını beyân eden ifadeyi getirerek, "Allahtan başka yalvardıklan nesnelerin şefaat yetkileri yoktur. Ancak bilerek, hak namına şehadet edenler müstesna" buyurmuştur. Bu ayet hakkında müfessirler şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir: Birinci Görüş: Buna göre bu ifadenin manası, "Allah'tan başka müşriklerin yalvardıklan melekler, İsâ ve Uzeyr..." demektir. Yani "Melekler, İsa ve Uzeyr, ancak hakka şehâdet eden kimselere şefaatçi olurlar.." demektir. Rivayet olunduğuna göre, Nadr İbn el-Haris ile bir grup kimse, şöyle demişlerdir: "Eğer Muhammed'in dediği doğru ise, biz, meleklere ibadet eden onları dost ediniriz. Çünkü melekler, şefaat etmeye Muhammed'den daha çok hak sahibidirler." İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, adeta şöyle dercesine bu ayeti inzal buyurmuştur: "Bu kimseler hiç kimseye şefaat edemezler.. Ancak, hakka şehâdet edenler müstesna.." Bu görüşe göre ayetin manası, "Bunlar, ancak hakka şehâdet edenler için şefaatçi olurlar.." şeklinde olur. Böylece de, bir lâm (men) takdir edilmiş olur. Veyahut da, ifadenin takdirinin, "Bu kimseler ancak, hakka şehâdet eden kimselere şehâdet etme yetkisine sahiptirler.." şeklinde olduğu da söylenebilir. Buna göre, edatının başından, muzâfı olan (şefaate..) kelimesi hazfedilmiş olur. Bu, şefaat fiilini, lâm harf-i cerri olmaksızın müteaddi kılıp da, tıpkı, hem "onunla konuştum""ona nasihat ettim" demen gibi, "Ona şefaat ettim" takdirinde, "Falancaya şefaat ettim" diyen kimselerin kullanışına ve lehçesine göredir. İkinci Görüş: "Allah'ın dışında taptıkları her ma'bûd..." demektir. Ayetteki, "Gerçeğe bizzat bilerek şehâdet edenler müstesna" ifadesiyle, melekler, İsa (aleyhisselâm) ve Uzeyr (aleyhisselâm) kastedilmiştir. Buna göre mana, "Kâfirlerin kendilerine taptığı o şeyler, şefaat hakkına sahip değillerdir. Ancak hakka şehâdet edenler müstesna.. Bunlar da, melekler, İsâ (aleyhisselâm) ve Uzeyr (aleyhisselâm)'dir. Bunların, Allah'ın katında şefaat etme hakları ve selahiyetleri vardır" şeklinde olur. Ayetteki, ifadesi, "Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet eden kimseler müstesna..." anlamındadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "bizzat bilerek" buyurmuştur ki, bu kayd, (hakkında bilgisi olmaksızın), sadece dil ile yapılan şehâdetin kesinlikle hiçbir şey ifade etmeyeceğine delâlet eder. Mukallidin imanının, asla bir faydası olmadığını söyleyenler, bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, şehâdetin, beraberinde o hususta bilgi ve ilim bulunması halinde kabule şayan olacağını beyan buyurmuştur. İlim ise, o ilme sahip olana şüphe verilmek istenmesine rağmen onun şüphelenmesini anlayan yakîn, yani kesin bilgidir. Böyle bir ilim ise, ancak delil ile elde edilir. Böylece mukallit kimsenin imanının, asla kâfi gelmeyeceği sabit olmuş olur." Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki, kendilerini kimin yarattığını onlara sorsan, elbette "Allah" derler. O halde, nasıl (haktan) çevriliyorlar?" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır: Bazı kimseler, Kur'ân'daki bu ve benzeri ayetlerin, o insanların, âlemin bir yaratıcısının bulunduğunu itiraf etmeye mecbur olduklarına delâlet ettiğini sanmışlardır. Cübbâi ise şöyle der: "Bu, doğru değildir. Çünkü, Firavun'un kavmi, Firavun'dan başka, kendilerinin bir ilâhı olmadığını söylemiş; İbrahim (aleyhisselâm)'ın kavmi de, "... biz sizin davet eder olduğunuz (din)den kat'î ve kocundurucu bir şek ve şüphe içindeyiz..." (ibrahim, 9) demişlerdi." Onlara (Cübbâî'ye) şöyle denilir: "Biz, Firavun'un kavminin, Allah'ın varlığını inkâr ettiklerini kabul etmiyoruz. Görüşümüzün delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Vicdanları da bunlara tam bir kanaat hasıl ettiği halde, zulüm ve kibir ile yine bunları inkâr ettiler" (Neml, 13) ayetidir. Musa (aleyhisselâm) da, Firavun'a, "Andolsun, bunları, birer ibret olmak üzere göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmediğini bilmişsindir" (isrâ, 102) demiştir. Dolayısıyla ifâdesini, tâ'nın fethasıyla okumak, Firavun'un, Allah'ı bilip tanıdığına delâlet eder. İbrahim (aleyhisselâm)'in kavminin, "... biz sizin davet eder olduğunuz (din)den kat'î ve kocundurucu bir şek ve şüphe içindeyiz" (ibrahim, 9) demeleri ise. Kıyametin, mükellef tutulmanın ve nübüvvetin isbâtı meselesine dairdir. Bil ki, Allahü teâlâ bu ifadeyi, bu sûrenin hem başında hem de sonunda zikretmiştir. Bundan maksad, şu hususa dikkat çekmektir: "Onlar, âlemin ve bütün canlıların yaratıcısının Allah olduğuna inandıklarına göre, daha nasıl, bu inançlarının yanısıra, zarar veremeyen, faydaları dokunmayan; sadece cansız varlıklar olan bayağı birtakım nesnelere ve habîs putlara tapmaya yönetebiliyorlar?!.." Ayetteki cümlesine gelince, bu, "Niçin Allah adına, yalanlar uydurup da, "Allah bize, putlara tapmamızı emretti" diyorsunuz?" demektir. Alimlerimizden bazıları, Cenâb-ı Hakk'ın bu beyanına dayanarak, bunların döndürülüp, çevirilmelerinin, kendilerinden kaynaklanan bir şey olmadığını, tam aksine kendileri dışındaki başka şeylerden kaynaklandığını söylemişlerdir. Kadî bu görüşe şu şekilde cevap vermiştir: "Sözü anlama hususunda, ya da yolu bulma konusunda şaşıran kimseye, "Nereye gidiyorsun?!" anlamında, "Nereye götürülüyorsun?.." denilir." Alimlerimiz de, "Nereye götürülüyorsun?!" ifadesinin zahirinin, bir başka götürücünün onu götürdüğüne delâlet ettiğini; binâenaleyh, sözü hakiki manasından uzaklaştırmanın zahir ve aslolanın aksine bir hareket olduğunu; üstelik, onu götüren şeyin, onun kalbinde, o duyguyu yaratan Zât olduğunu, çok net aklî bir delille de, o duyguyu yaratanın Allah olduğunun sabit olduğunu söyleyerek cevap vermişlerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onun, "Ya Rabb" demesi hakkı için muhakkak ki onlar iman etmez güruhtur" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Kıraat imamlarının ekserisi, lâm'ın fethasıyla (ve kîlehû) "Yedi kıraat imamının dışındaki bazı kimseler, bu ifadeyi ref' ile, ve kîluhû... şeklinde okumuşlardır" demiştir. Nasb ile okuyanlara gelince, Ahfeş ve Ferrâ bu hususta şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir: a) Bu ifade, "Hazret-i Peygamber, sözünü söyledi, dileğini Rabbine iletti..." takdirinde olmak üzere, mef'ûl-ü mutlak olarak mansûbtur. Buna göre (......) kelimesi, mukadder ile mansûb olmuştur. b) Bu ifade, daha önce geçmiş olan, (Zuhruf. 80) ayetindeki, ifadelerine matuftur. Buna göre kelamın takdiri, "Yahut biz onların içlerinde gizlediklerini, aralarındaki fısıltılarını ve onun, yani peygamberin... sözünü işitmiyoruz mu sanıyorlar?.." şeklinde olur. Zeccâc, bu hususta bir üçüncü izah yaparak şöyle der: "Bu ifade, "Saatin bilgisi O'nun yanındadır" (Zuhruf, 85) ayetindeki "saat" kelimesinin mahalline nisbetle mansûbtur. Çünkü bu ifadenin anlamı, "O Allah, saati bildi" şeklindedir. Buna göre ifadenin takdiri, "Saati ve onan sözünü bildi" şeklinde olmuş olur ki, bunun bir benzeri de senin, "Ben, Zeyd'i ve Amr'ı dövmesine şaştım" şeklindeki sözüdür. (......) kelimesi, (......) kelimesinin mahalline ma'tûftur. Bu kelimenin mecrûr okunmasına gelince, Ahfeş, Ferrâ ve Zeccâc, bu durumda bu kelimenin, (......) kelimesindeki (......) kelimesi üzerine atfedildiğini ve kelamın takdirini, "Kıyamet saatinin ilmi ile. o peygamberin "Ey Rabbim..."demesinin ilmi O'nun katındadır" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Müaberred de şöyle demiştir: "Her ne kadar matuf ile matufun aleyh arası açılsa, musafe uzasa bile, mansûb olana atfetmek daha güzeldir. Çünkü mansub olanla onun amilinin arasını açmak caizdir. Bu husus, mecrûv olan kelâmda ise, hoş olmamakla beraber, caizdir. Bu ifadenin merfû okunması hususunda da şu iki izah yapılabilir: 1) (......) kelimesi mübtedâ, ondan sonra gelen ifade ise, haberdir. 2) Bu kelimenin, muzâfın hazfedilmiş olduğu takdir edilerek, (......)'deki (......) üzerine atfedilmiş olmasıdır. Buna göre kelamın takdiri (......) şeklinde olur. (Bu durumda, (......) ifadesinden, muzâf olan (......) kelimesi hazfedilmiş, i'râbı ise (......) kelimesine verilerek, -Kîluhû- şeklinde olmuştur.) Keşşaf sahibi, bütün bu izahların, mana bakımından kuvvetli olmadığını -özellikle, cümle-i itiraziyye olmaları güzel olmayan şeyler ile, mâtuf ile matufun ateyhin arasının fasledildiği yerlerde- söyleyerek, bu hususta bir diğer izah yapar ve yaptığı bu izahın, öncekilerden daha kuvvetli olduğunu iddia eder. Onun yaptığı izah şudur: "Bu ifadenin mansûb veya mecrûr olması, kasem harfinin takdir edilmesi (bu durumda mecrûrdur) ve hazfedilmesi (bu durumda nasb okunur)ne göredir. Merfû okunuşu ise, Arapların, şeklindeki kullanışlarına göredir. Bu izahlara göre, cümlesindeki, kasemin cevâbı olmuş olur. Buna göre sanki, "Ben (Allah), o peygamberin, "Ya Rabb!" deyişine yemin ederim" denilmek istenmiş, veyahut da "O'nun, "Ya Rabb!" deyişi, benim kasemimdir, buna kasem derim..." demek istemiştir. Ben de derim ki: Keşşaf sahibinin ileri sürdüğü bu izahlar da birtakım zoraki açıklamalardır. Burada, Kur'ân'da çokça görülen bir takdir bulunmaktadır ki, buda, (......) kelimesinin dakdir edilmesidir. Buna göre kelamın takdiri, "Onun, Ya Rabb!" deyişini hatırla" şeklinde olur. Mecrûr okunmasına gelince, bu durumda kelamın takdiri "Onun, "Ya Rabb!.." deme vaktini hatırla.." şeklinde olur. Mutlaka bir takdir yapmak gerekiyorsa, Kur'ân'da sürüp gelen şeyin takdir edilmesi, başkasının takdir edilmesinden daha evlâ olur. İbn Abbas'ın, bu ifadenin tefsiri hususunda, "Bu ifadeyle, "Ya Rabb!" denildi" manasının kastedildiğini, bu kelamın sonundaki hâ'nın ziyâde olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. İkinci Bahis: (......) kelimesi de, tıpkı (......) kelimesi gibi masdardır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Peygamber, kîl kâl'den, dedikodudan nehyetti" şeklindeki açıklaması da böyledir. Leys de, şöyle der: "Araplar, "Bu husustaki kîl u kâl çoktur" ifadesini kullanırlar." Şemir, Ebû Zeyd'den, şu deyimlerin kullanıldığını söylediğini rivayet etmiştir: "Senin kîlün, kavlin, kâlin ve mekâlin (yani sözün...) ne güzeldir!" Üçüncü Bahis: (......) kelimesindeki hâ zamiri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e râcidir. Dördüncü Bahis: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kavminden dolayı canı sıkılıp, onların küfürde ısrarlarını anlayınca, onların iman etmeyen bir toplum olduklarını haber vermiştir ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un söylediğini naklettiği, "Ya Rabbî! Gerçekten onlar bana isyan ettiler. Malı ve evlâdı, hüsrandan başka bir şey artırmayan kimselere uydular..." ımkt) demesine yakın bir ifadedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Şimdilik sen onlardan yüz çevir, aldırma!" demiş, böylece peygamberine, (şimdilik) onların yakasını bırakmasını emretmiştir ki, bu ifadenin zımnında, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, kavmine azâb ile bedduada bulunmaktan men ettiği hususu bulunur. Safh, yüz çevirmek, aldırmamak, vazgeçmek anlamındadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Selam, de" demiştir. Sîbeveyh, bunun manasının "mütareke" olduğunu söylemiştir ki, bunun bir benzeri de, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, babasına, "Selam sana. Senin için Rabbime istiğfar edeceğim " (Meryem, 37) demesi ve "Size selâm (olsun). Biz câhilleri aramayız" dediler"(Kasas, 55) ayetidir. Cenâb-ı Hak, "Artık pek yakında bilip öğrenecekler" buyurmuştur ki, bundan maksat, tehdittir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır: Nâfî ve İbn Âmir, tâ ile ve muhatap sîgasıyla, "bileceksiniz..." şeklinde okurlarken, diğerleri, bir önceki ayette geçen, "iman etmeyen kavim..." ifadesine râci olmak üzere, yâ ile"bilecekler" şeklinde okumuşlardır. Bazı kimseler kâfire selâm verilebileceği hususunda, bu ayetle istidlal etmişlerdir. Ben derim ki: Eğer bu istidlal doğru ise, bu, kâfire selâm verirken, sadece, "selâm.." sözüyle yetinilmesini; mü'min kimseye de, "selâmün aleyküm" denilmesini gerektirir ki, bundan maksad, müslüman ve kâfire verilebilecek selâmların ayrı olduğuna dikkat çekmektir. İbn Abbas, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen onlardan yüz çevir, aldırma. "Selâm"de"ayetinin, Seyf (yani Tevbe 5) ayetiyle menşûh olduğunu söylemiştir ki, bana göre, bu gibi yerlerde nesh bulunduğunu söylemek müşkil ve zordur. Çünkü emir, ilgili fiilin, sadece tek bir defa yapılmasını ifâde eder. Binâenaleyh, (memur) o emri tek bir defa yerine getirdiğinde lafzın delâleti sakıt olur. Şu halde, bu gibi yerlerde nesh bulunduğunu söylemeye ne hacet var? Bunun bir benzeri de, "Yemînu'l-fevr" (dil alışkanlığıyla, acele yapılan yemin) olup, bu, fukahâ nezdinde meşhurdur. Bu yemin, lafzın, bazan örf karînesiyle kayıtlanabileceğine delâlet etmektedir. Durum böyle olunca, bu gibi yerlerde neshi iltizam etmeye ihtiyaç kalmadığı anlaşılır. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır. Raiınıet ve rıdvân bulutları üzerine olsun, efendimiz müellif şöyle der: Bu sûrenin tefsiri, 603 H. senesinin Zilhicce ayının 11. günü olan Pazar günü tamamlanmıştır. Her şeyin evvelinde ve sonunda, açıktan ve gizlice yapılan hamdler Allah'a; salât ü selâm da, ebedîyyen ve daima mukarreb meleklerine, nebilerine ve resullerine olsun... Bahusus, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, O'nun âline, ashabına, onların hepsine olsun... |
﴾ 0 ﴿