DUHAN SURESİBu sûre, ayeti hariç, Mekki olup, 59 ayettir. 1Âyetin tefsiri için bak:9 2Âyetin tefsiri için bak:9 3Âyetin tefsiri için bak:9 4Âyetin tefsiri için bak:9 5Âyetin tefsiri için bak:9 6Âyetin tefsiri için bak:9 7Âyetin tefsiri için bak:9 8Âyetin tefsiri için bak:9 9"Hâ Mîm. Bu Kitab-ı Mübîn'e yemin ederim ki, gerçekten Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Gerçekten biz, inzâr edicileriz. Her hikmetli iş, katımızdan bir emir ile, o gece ayrılır. Gerçekten biz, Rabbinden bir rahmet olarak, peygamberler göndeririz. Şüphe yok ki O, hakkıyla işiten, kemâliyle bilenin tâ kendisidir. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbinden olarak... Eğer inanacak'kimseler iseniz (buna da inanmalısınız). O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur, diriltir ve öldürür. O, sizin de, geçmiş atalarınızın da Rabbidir. Hayır hayır, onlar, bir şüphe içinde oyalanıp duruyorlar". Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır: (......) ifadesi hususunda şu ihtimaller vardır: 1) Bunun takdiri, "Bu, Hâ Mîm'dir. Kitab-ı Mübîn'e yemin ederim ki..." şeklindedir. Budurumda bu ifade, tıpkı, "Bu Zeyd'dir. Allah'a yemin ederim ki..." demen gibi olur. 2) Cümle "Hâ Mîm" deyince tamamlanmış, daha sonra da "Kitabı Mübîn'e yemin ederim ki. Biz onu indirdik" denilmiştir. 3) Kelamın takdiri, "Hâ Mîm'e yemin olsun ki, Kitab-ı Mübîn'e yemin olsun ki, biz onu indirdik" şeklinde de olabilir. Böyle olması halinde bu, aynı şey için yapılmış iki yemin olur. Kur'ân'ın Hudûsu Fikrine Cevap Mu'tezile alimleri, bu ifadenin, Kur'ân'ın muhdes olduğuna şu bakımlardan delâlet ettiğini söylemişlerdir: a) Ayetteki "Hâ Mîm" ifadesinin takdiri, "Bu, Hâ Mîm'dir" şeklinde olup, "Bu, şu harflerden meydana gelmiş bir şeydir" demektir. Ard arda gelen harflerden meydana gelen şey ise, muhdestir. b) Bu gibi şeylere yemin etmenin doğru olmadığı, aksine bu gibi şeylerin ilâhına yemin edildiği sabittir. Binenaleyh ifadenin takdiri, "Hâ Mîm'in Rabbine ve Kitab-ı Mübîn'in Rabbine yemin ederim ki..." şeklinde olur. Rabbi bulunan herşey, muhdestir. c) Cenâb-ı Hak, bunu bir "kitap" olarak nitelemiştir. Kitap ise, "cemetmek" manasında bir masdardan olup, "cemmedilmiş" manasınadır. Cemedilen şey ise, başkalarının üzerinde tasarrufta bulunduğu şey demektir. Böyle olan şey ise muhdestir. d) Allahü teâlâ, "Biz onu ... indirdik" buyurmuştur. İndirilen şey ise, başkalarının tasarruf ettiği bir şey demektir. Böyle olan şey ise, muhdes (mahlûk)tur. Biz (ehl-i sünnet), bütün bu delillerin, ardarda sıralanmış seslerden meydana gelen şeyin muhdes olduğuna delâlet ettiğini, bunun açıkça ve kesin olarak bilindiğini ve bu hususta ancak akılsız, "kadîm" ile "muhdes"in ne olduğunu bilmeyenlerin ancak münakaşa edeceklerini defalarca anlattık. Durum böyle olunca da, bu delillerin doğruluğu hususunda nasıl münakaşa edilebilir? Kadîm olduğu sabit olan şeyin, bu harf ve seslerden meydana gelen şeyden başka birşey olduğu anlaşılır. Buradaki "kitap" ile, "Andolsun ki biz peygamberlerimizi beyyinât (mucizeler) ile gönderdik ve onlarla birlikte kitap ve ölçü indirdik" (Hadid, 25) ayetinde buyurulduğu gibi, peygamberlere indirilmiş olan geçmiş semavî kitapların kastedilmiş olması mümkündür. Yine bu "kitap" ile, "Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Ümmü'l-kitap O'nun katındadır"(Ra'd, 39) ayetinde ve "Hiç şüphesiz bu, katımızdaki Ümmü'İ-Kitap'tadır" (Zuhruf. 3) ayetinde buyurulduğu gibi, "Levh-i Mahfuz" kastedilmiş olabilir. Bu "kitap" Kur'an da kastedilmiş olabilir. Bununla "Kur'ân'ın murad edilmesi halinde, Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı mübarek bir gecede indirdiğine dâir, Kur'ân'a yemin etmiş olur ki böylesi bir söz, Kur'ân'ın alabildiğine ululuğuna ve yüceliğine delâlet eder. Nitekim birisi, ihtiyaç duyduğu bir adamı ululamak ve yüceltmek istediğinde, "seni, sana aracı yapmak istiyorum ve senin adın üzerine sana yemin ediyorum ki..." der. "El-Mübîn", insanların, hem dinî, hem dünyevî meselelerinde ihtiyaç duydukları şeylerin açıklamalarını ihtiva eden şey demektir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, açıklama bu kitap sayesinde olduğu için, aslında açıklayıcı olan Allahü teâlâ ise de, kitabı "mübîn" (açıklayıcı) diye nitelemiştir. Bu tıpkı, "Hiç şüpesiz bu Kur'ân, Benî İsrail'e şunu anlatır... "(Neml, 76); "Biz sana, kıssaların en güzelini anlatacağız" (Yusuf, 3) ve "Yoksa biz onlara bir sultan (hüccet) indirdik de, şirk koştukları şeyi onlara bu mu telkin ediyor" (Rum, 35) ayetlerinde olduğu gibidir. İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Hak Kur'ân'ı, alabildiğine açık olduğu için, konuşan, açıklama yapan gibi tavsif etmiştir. Böylece Kur'ân, konuşan birşey olarak kabul edilmiştir. Bununla, o Kur'ân'ın bu vasfa, ileri derecede sahip olduğu anlatılmak istenmiştir. Âlimler, bu ayette geçen "mübarek bir gece" ile ne kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, ekserî âlimler bunun, Kadir gecesi olduğunu söylerlerken, İkrime ve bir başka grup, bunun Beraat gecesi, Şaban ayının 15'nci gecesi olduğunu söylemişlerdir. Birinci görüşte olanlar, görüşlerinin doğruluğuna şunları delil getirmişlerdir: 1) Allahü teâlâ, "Şüphesiz biz, o (Kur'ân'ı) Kadir gecesinde indirdik" (Kadr, 1) buyurmuştur. Burada da, "Gerçekten biz onu mübarek bir gecede indirdik" buyurmuştur. Dolayısıyla burada bahsedilen mübarek gecenin, bu iki ayet arasında bir tenakuz olmaması için, Kadir gecesi denen o gece olması gerekir. 2) Cenâb-ı Hak, "Ramazan ayı ki, onda Kur'ân indirildi..."(Bakara, 185) ayetinde Kur'ân'ın Ramazan ayında indirilmeye başlandığını bildirmiştir. Burada ise, "Biz onu mübarek bir gecede indirdik" buyurmuştur. Binâenaleyh bu mübarek gecenin Ramazan ayında olması gerekir. Bu mübarek gecenin Ramazan ayında bulunduğunu söyleyen herkes, bunun Kadir gecesi olduğunu söyler. Dolayısıyla bu mübarek gecenin, Kadir gecesi olduğu anlaşılır. 3) Allahü teâlâ, Kadir gecesinden bahsederken, "Melekler ve Ruh, o gecede, Rablerinin izniyle her bir iş için iner de iner. O gece (...) bir selâmdır"(Kadr, 3-5) buyurmuş, bu ayette ise, "Her hikmetli iş, katımızdan bir emir ile, onda ayrılır" buyurmuştur ki bu ifade, Kadr Sûresi'ndeki o ifadeye uygunluk arzeder. Cenâb-ı Hak burada, "Katımızdan bir emir ile"; orada ise, "Rablerinin izniyle her bir iş için... ", burada, "Rabbinden bir rahmet olarak"', orada ise, "O gece bir selâmdır" buyurmuştur. Bu vasıflar birbiriyle mukayese edildiğinde, bu iki gecenin aynı gece olduğunu söylemek gerekir. 3) Muhammed b. Cerir et-Taberî, tefsirinde, Katâde'nin şöyle dediğini nakletmiştir: "İbrahim (aleyhisselâm)'in suhufu (sahifeleri), Ramazan ayının ilk gecesinde; Tevrat altıncı gecesinde; Zebur onikinci gecesinde; İncil, onsekizinci gecesinde, Kur'ân ise yirmidördüncü gecesinde indirilmiştir. İşte bu mübarek gece, Kadir gecesidir." 5) Kadir gecesi, Allah katında şeref ve kıymeti büyük olduğu için bu ismi almıştır. Onun kadr-u kıymetinin, zamanından ötürü olmadığı malumdur. Çünkü zamanların hepsi zât ve sıfatları bakımından aynıdır. Binâenaleyh onların bir kısmının, zatlarından ötürü, diğer bir kısmından daha kıymetli olması İmkânsızdır. Dolayısıyla bu gecenin şeref ve kıymetinin, kendisinde büyük kıymete hâiz, yüksek dereceli birtakım yüce ve önemli şeylerin meydana gelmesi sebebiyle olduğu anlaşılır. Dinî makamların, dünyevî makamlardan daha yüce, daha büyük ve daha önemli olduğu malumdur. Dinî bakımdan, eşyanın ve makamların en şereflisi İse, sayesinde Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin sabit olduğu ve diğer ilahî kitaplardaki hak ve bâtılın ortaya çıktığı Kur'ân'dır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı vasfederken, "Evvelki kitaplara bir müheymin (kontrolcü)" (Maide. 48) buyurmuştur. İşte böylece, saadet erbabının dereceleri ve şekavet erbabının derekeleri ortaya çıkmış olur. Demek ki, hiçbirşey yoktur ki, Kur'ân ondan daha kıymetli ve daha şerefli ve daha üstün olmasın. Binâenaleyh eğer o Kur'ân'ın nüzulü (inişi), Kadir gecesinin dışında bir başka gecede olsaydı, o zaman Kadir gecesi, işte o gece olmuş olurdu. Alimler, Ramazan ayındaki mübarek gecenin, Kadir gecesi olduğu hususunda müttefik olduğuna göre, Kur'ân'ın bu gecede indirildiğini anlıyoruz. Ayetteki "mübarek bir gece" ile, Şaban'ın ortasındaki Beraat gecesinin kastedilmiş olduğunu söyleyenlere gelince, ben onların bu hususta, dayandıkları bir delilleri olduğunu sanmıyorum. Onlar bu hususta, bazı Kimselerden rivayet ettikleri şeyle yetinmişlerdir. Eğer bu hususta, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den gelen sahih bir söz varsa, artık bu hususta birşey söylenemez. Aksi halde, doğru olan, birinci görüştür. Bu ikinci görüşü savunanlar, Şaban'ın ortasındaki gecenin, Leyle-i Mübareke (Mübarek gece), Leyle-i berâe (Beraat gecesi), Leyle-i Sakk (Vesika gecesi) ve Leyle-i Rahmet (Rahmet gecesi) gibi dört ismi olduğunu söylemişlerdir. Bu gecenin, gemilerden haraç alan memurun, haracı aldığına dair bir beraat (vesika-makbuz) yazıp vermesinde olduğu gibi, Allahü teâlâ'nın bu gecede mü'minler için, böyle bir vesika yazdığından dolayı, Leyle-i Beraat ve Leyle-i Sakk adını aldığı söylenmiştir. Bu geceye, şu beş özelliğin verildiği de söylenmiştir: a) Bu gecede, "her hikmetli iş" ayrılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Her hikmetli iş, katımızdan bir emir ile, o gece ayrılır" belirlenir, ortaya konur, takdir edilir.." buyurmuştur. b) Bu gecede yapılan ibadetler, faziletlidir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kim bu gecede yüz rekat namaz kılarsa, Allah o kimseye; otuzu cennetle müjdeleyen, otuzu cehennem azabına karşı garanti veren; otuzu ondan dünya âfetlerini uzaklaştıran; onu da şeytanın tuzaklarına karşı onu koruyan yüz melek gönderir' Kenzu'l-Ummal, 27/238. buyurmuştur. c) Bu gecede, rahmet-i ilahiyye iner. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allahü teâlâ, bu gecede ümmetime, Kelboğulları kabilesinin koyunlarının kılları sayısınca rahmet eder" buyurmuştur. d) Bu gecede, mağfiret gerçekleşir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; “Allah Tealâ bu gecede, kâhin, düşmanlıkta ileri giden, alkolik olan, ana-babasına âsî olan ve zinada ısrarlı olanlar hâriç, bütün müslümanları affeder." e) Allahü teâlâ bu gecede peygamberine, şefaat yetkisinin tamamını vermiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Şaban ayının onüçüncü gecesinde, ümmeti için şefaat yetkisi istedi ve kendisine, şefaatin üçte biri verildi. Ondördüncü gecesi, yine aynı istekte bulundu ve kendisine, şefaatin üçte ikisi verildi. Onbeşinci gecede de yine aynı istekte bulundu ve böylece, tıpkı ürkmüş develer gibi Allah'dan kaçanlar müstesna, bütün ümmete şefaat etme yetkisi verildi. Bunu Keşşaftan naklettim. Şerefli Zaman ve Mekânın Gerekçesi İmdi eğer, "Zamanın, miktarı feleklerin ve yıldızların hareketine göre belirlenmiş, uzayıp giden süre olduğunda ve aslında cüzleri (parçaları) içice olduğu için bir kısmının diğer kısmından üstün olmasının imkânsız olduğunda şüphe yoktur. Mekân da uzayıp giden, bomboş yer demektir. Binâenaleyh bunun parçalarının bir kısmının, bir kısmından daha kıymetli olması da imkânsız olur. Durum böyle olunca da, bunun kısımlarından bir kısmına daha fazla paye verip diğerlerine vermemek, bir müreccih olmadan, mümkün varlığın iki tarafından birini diğerine tercih etmek olur ki, bu imkânsızdır" denilince, biz deriz ki: Bu âlemin muhdes (mahluk) olduğunu ve failinin (yaratıcısının) hür ve irâde sahibi bir fail olduğunu isbat etmek şu metoda dayanır: Hür ve irade sahibi bir failin, bu âlemi varetmeyi, yarattığı o vakitten önce veya sonra değil de, bizzat o vakitte yaratmış olması akıldan uzak görülecek birşey değildir. Eğer bu esas bâtıl sayılacak olursa, o zaman bu âlemin muhdes olması da bâtıl olur ve hür irâde sahibi bir failin bulunduğunu savunmak da bâtıl (yanlış) olur. Bu durumda da, Kur'ân'ın tefsirine dalmanın, onun izahını yapmanın bir manası kalmaz. Eğer bu esas düstur doğru ise, ileri sürdüğünüz soru zail olur. İşte bu hususta kabul edilebilecek cevap budur. Hem sonra âlimler şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ'nın bazı zamanlara, daha fazla fazilet vermesi, böylece de bunun, mükellefi o vakitlerde taata yönelmeye sevkedici olması tuhaf görülecek birşey değildir. İşte bu sebepten ötürü Allahü teâlâ, bu fazileti, vakitlerde gizleyip, onu açıkça belirtmediğini beyân etmiştir. Çünkü bu vakitler belli olmazsa, mükellef o şerefli vaktin her vakitte olabileceğini düşüneceği için, bütün vakitlerde taata sevkedici olur. Bu temel düsturu anladığında, bazı zaman ve mekânlara, insana verilen değerden ötürü, birtakım faziletlerin verilmiş olduğunu anlarsın. Çünkü insan, temeldir, asıldır. Onun dışında kalan diğer bütün mahlûkat ise, ona tâbi olan ikinci derece şeylerdir. Allah en iyi bilendir. Rivayet olunduğuna göre, Atiyye el-Harûrî, İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle bir soru sorar: "Cenâb-ı Hak, Kadr sûresinde, "Şüphesiz biz onu (Kur'ân'ı) Kadir gecesinde indirdik" (Kadr, 1) buyuruyor. Bu ayette de, "Biz onu mübarek bir gecede indirdik" buyurmuştur. Binâenaleyh Allahü teâlâ bu Kur'ân'ı, aylar boyunca indirdiğine göre, "bir gecede" denmesi nasıl doğru olur?" İbn Abbas (radıyallahü anh) bunun üzerine şöyle der: "Ey İbnu'l-Esved, eğer ben ölseydim, bu soru senin kafana takılsaydı ve cevabını bulamasaydın, sen de öylece cevap bulamadan ölüp gidecektin. Kur'ân, toptan Levh-i Lahfuz'dan Beyt-i Ma'mûr'a indirilmiştir. Beyt-i Ma'mur da, birinci kat gökte, en yakın semâdadır. İşte bundan sonra Kur'ân, çeşitli hâdiseler hakkında, zaman zaman parça parça (dünyaya) inmeye başlamıştır. Bu mesele, ayetlerin biribiriyle ilgi ve münasebetinin nasıl olduğu hakkındadır: Bil ki bu ayetlerin maksadı, Kur'ân'ı şu üç bakımdan yüceltmek, ululamak ve ona saygıyı öğretmektir: a) Kur'ân'ın zâtının ululuğunu göstermek. b) Kur'ân'ın nazil olduğu vaktin şerefi sebebiyle Kur'an'ın yüceliğini göstermek. c) Nail olduğu yerin fazileti sebebiyle, Kur'ân'ın yüceliğini göstermek. Kur'ân'ın Şerefinin Tezahürleri Bunlardan birincisi, yani zâtı sebebiyle Kur'ân'ın yüceliğinin beyanı şu üç bakımdan olur: 1) Allahü teâlâ, Kur'ân adına yemin etmiştir ki bu, onun ne derece kıymetli olduğunu gösterir. 2) Allahü teâlâ, Kur'ân'ın mübarek bir gecede nazil oluşu üzerine yemin etmiştir. Az önce söylediğimiz gibi, herhangi bir şeyin, kendisine ait hallerinden birisi üzerine kasem etmek, onun son derece şerefli olduğuna delâlet eder. 3) Allahü teâlâ, Kur'ân'ı, "mübin" (açık ve açıklayıcı) diye nitelemiştir ki, bu da Kur'ân'ın zatî bakımdan yüceliğine delâlet eder. İkincisi, yani nazil olduğu vakit itibariyle Kur'ân'ın şerefli oluşunun izahı, ayetteki, "Biz onu mübarek bir gecede indirdik" cümlesinden anlaşılmakta olup, bu onun mübarek bir gecede indirilmesinin, Kur'ân'ın şerefini ve yüceliğini gerektirir. Hem sonra biz diyoruz ki: Ayetteki bu ifade, şu iki hususu da göstermektedir: a) Onu Allahü teâlâ'nın indirdiğini... b) O gecenin mübarek bir gece oluşunu... Böylece Cenâb-ı Hak, bu ifadenin peşinden, bu iki husustan herbirinin izahı yerine geçecek şeyi zikretmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, bunu niçin indirdiğinin açıklanması, "Çünkü biz inzâr edicileriz" ifadesi ile anlatılmaktadır. Bu, "Bu sûrenin indirilişinin hikmeti, mahlûkatın inzârmın (uyarılmasının) ancak bununla tamam olmasıdır" demektir. O gecenin "mübarek" oluşunun izahı da, şu iki husustur: a) Allahü teâlâ'nın o gecede, bütün hikmetli işleri ayırıp, takdir etmesi. b) Bu hikmetli işlerin, Allah katından olma şerefine sahip olması.. Bu hususa ayette, "katımızdan bir emir ile" ifadesiyle işaret edilmiştir. Üçüncüsünün, yani indiği yerin şerefinden ötürü Kur'ân'ın yüce oluşunun izahı da, ayetteki, "Biz, peygamberler göndericileriz" ifadesiyle yapılmaktadır. Cenâb-ı Hak bu ifade ile, bu inzâr (uyarma ve irsal (elçi gönderme) işinin kendisi tarafından olduğunu bildirmiştir. Cenâb-ı Allah, daha sonra, bu irsal (gönderme) işinin de, rahmetini tamamlamak için olduğunu beyan edip, "Rabbinden bir rahmet olarak..." buyurmuştur. Aslında bu ifadenin, "Bizden bir rahmet olarak..." denilmesi beklenirdi. Fakat "Rab" oluşunun, terbiye edilen ve yaratılanlara rahmeti gerektirdiğini ortaya koymak için, zamir yerine zahir isim getirilmiştir. Hak teâlâ daha sonra, bu rahmetin, ihtiyaçlar içinde kıvrananların ihtiyaçlarına uygun olarak meydana geldiğini; çünkü kendisinin onların yalvarıp-yakarmalarını duyduğunu, çeşitli ihtiyaçlarını bildiğini" beyan buyurmuş ve "Şüphe yok ki O, hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir" demiştir. İşte bu ayetlerin, biribirleriyle ilgi ve münâsebetinin nasıl olduğunu izah için aklıma gelenler bunlardır. Bu mesele, ayetlerin lafızlarının tefsiri hususundadır: Ayetteki, "Biz onu mübarek bir gecede indirdik" cümlesiyle ilgili olarak şunlar söylenmiştir: Allahü teâlâ, Kur'ân'ın tamamını Levh-i Mahfuz'dan, en yakın semâya (birinci göğe) bu gecede indirmiştir. Daha sonra da, mükellef insanların ihtiyaç duyduğu hüküm ve esasları bütün nüzul zamanı içinde (yirmi üç senede) parça parça indirmiştir. Yine denilmiştir ki: Kur'ân'ın, Levh-i Mahfuz'dan istinsahına Berat gecesinde başlanıp, Kadir gecesinde bitirilmiş; müteakiben rızıklarla ilgili nüshanın Hazret-i Mîkail'e; harb, zelzele, yıldırım ve yere geçirmek hadiseleriyle ilgili nüsha, Hazret-i Cebrail'e, âmellerle (yani yapılacak işlerle) ilgili nüsha en yakın göğün vazifelisi olan İsmail'e musibetlerle (ölümlerle) ilgili nüsha, ölüm meleği (olan Azrail'e) verilmiştir. Ayetteki "O gece (...) ayrılır" cümlesi, "O mübarek gecede ayrılır, takdir edilir" manasında olup, ifadesine dayanır. Keşşaf sahibi şöyle der: Bu fiil şedde ile yuferreku okunduğu gibi, malum olarak ve (......) kelimesini de mansub kılarak, yuferriku şeklinde okunmuştur. Bu kıraata göre, ayırıp takdir eden Allahü teâlâ'dır. İbn Zeyd bunu, nün ile nuferriku "Biz ayırırız" şeklinde okumuştur. Ayetteki (......) ifadesindeki "hakîm", hikmetli manasınadır. Çünkü Allahü teâlâ'nın herkese ömür, rızık, ecel, mutluluk ve mutsuzluk gibi belli birtakım şeyleri vermesi, üstün hikmetine delâlet eder. Bu fiiller ve bu hükümler, bunları yapanın hikmetine delâlet edince, bizzat bu fiillerin kendisi, "hakîm" (hikmetli) diye tavsif edilmişlerdir ki bu, mecazî bir nitelemedir. Çünkü hakîm gerçekte, bu işleri yapıp takdir edenin sıfatıdır. Binâenaleyh işlerin kendisinin bu sıfatla nitelenmesi, mecazdır. Allahü teâlâ sonra da, "katımızdan bir emir ile" buyurmuştur. Buradaki "emr" kelimesinin mansub oluşu hususunda şu iki izah yapılır: a) Bu kelime "ihtisas"dan ötürü mansubtur. Çünkü Allahü teâlâ, bu hüküm ve işlerinin şerefinin, "hakim" (hikmetli) olmalarından ötürü olduğunu beyân buyurmuş; bunların kıymetli oluşlarını da "Ben bu emr (iş) ile, katımızda olan, yanımızdan çıkan, ilmimizin ve yönetimimizin gerektirdiği gibi olan emri (işi) kastediyorum" demek suretiyle iyice anlatmıştır. b) Bu kelime, "hal" olarak mansubtur. "Hal" oluşuna göre de şu üç izah yapılabilir: 1) Bu, (Biz (onu indirdik) ifadesindeki "biz" ve "onu" zamirlerinden birinden haldi;'. Fail zamiri "biz"den "hal" olması durumunda, manası "Biz onu, emrediciler olarak indirdik" şeklindedir. 2) Mef'ul zamiri olan, "Onu biz, yapılması gerekli olan şeyleri gösteren bir emir olarak indirdik" şeklindedir. 3) Ebû An el-Fârisi, Ebu'l-Hasan (r.h)'ın, "emr" kelimesini "hal"; nekire olan ifadesini de "zi'l-hâl" olarak kabul ettiğini nakletmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "yani "O peygamberleri gönderenler biz olduğumuz için, bu inzân (uyarıyı) biz yaptık" buyurmuştur. Daha sonra da, "Rabbinden bir rahmet olarak" buyurmuştur. Buradaki rahmet olarak, (......) yani "rahmet olsun diye" manasındadır. Binâenaleyh bu, mef'ûl-ü leh olarak mansubtur. Hak teâlâ daha sonra, "Şüphe yok ki O, hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir" buyurmuştur. Bu, "O rahmet, hakikaten rahmettir. Çünkü muhtaç kimseler, ihtiyaçlarını dilleriyle ya ifade ederler, ya etmezler. Eğer dilleriyle ifade ederlerse, Allahü teâlâ onları duyar ve bilir. Eğer kendileri dile getirmezlerse Allahü teâlâ onların ihtiyaçlarını yine bilir. Böylece Allahü teâlâ'nın Semî ve Alîm oluşunun, rahmetinin kullara indirilmesine sebep olduğu anlaşılır. Allahü teâlâ sonra da "Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbinden olarak ..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Âsim, Hamza ve Kisâî, bâ'nın kesresiyle, (......) ifadesine atfederek (......) şeklinde okurlarken; diğerleri (......)'ye atfederek, (......) şeklinde ötüreyle okumuşlardır. Bu ifadenin anlatmak istediği, "Kur'ân'ı indiren, böylesine celâl ve kibriya sıfatlarına sahip olduğuna göre, o Kur'ân da son derece yüce ve kıymetlidir" manasıdır. "Eğer inanacak kimseler iseniz" ifadesinin, burada zikredilişinin faydası şunlardır: a) Ebû Müslim bunun manasının, "Eğer yakîn (kesin bilgi ve inanç) araştırıyor ve onu elde etmek istiyorsanız, işin bizim dediğimiz gibi olduğunu biliniz" şeklinde olduğunu ve tıpkı, Arapların "falanca Necide gidiyor" manasına "muncid" "Tiheme'ye gidiyor" manasına "müthim" dedikleri gibi, o kabilden olarak da burada "mûkın" denildiğini söyler. b) Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Müşrikler, göklerin ve yerin bir Rabbi ve yaratıcısı bulunduğunu kabul ediyorlardı. Dolayısıyla onlara, önce, "Peygamberler göndermek, kitaplar indirmek, o Rab'dan bir rahmettir" denildi. Daha sonra da "Kendisini göklerin, yerin ve bunlar arasındaki herşeyin Rabbi olarak kabul ettiğiniz o yüce zat, eğer bu kabulünüz ilimden ve yakınî inançtan kaynaklanmış ise, bilin ki o semîdir, alimdir" denilmiştir ki bu tıpkı, "Bu, eğer onun nâmını ve kıssasını işittiysen insanların, cömertliğini dilden düşürmedikleri Zeyd'in bir ikramıdır" demen gibidir. Cenâb-ı Hak, daha sonra onların yakîn sahibi olmalarını, "Hayır, hayır. Onlar bir şüphe içinde oyalanıp duruyorlar" diyerek reddetmiş ve onların ikrarlarının (kabullerinin) ne ilimden, ne yakınî inançtan ve ne ciddiyetten ve hakikatten kaynaklanmadığını; aksine alay ve eğlence ile karışık bir söz olduğunu bildirmiştir. Allah en iyi bilendir. 10Âyetin tefsiri için bak:16 11Âyetin tefsiri için bak:16 12Âyetin tefsiri için bak:16 13Âyetin tefsiri için bak:16 14Âyetin tefsiri için bak:16 15Âyetin tefsiri için bak:16 16"O halde göğün, apâşikâr bir duman getireceği günü gözetle. O duman insanları saracaktır. "Bu, pek yaman bir azab. Ey Rabbimiz. bizden bu azabı açıp kaldır. Çünkü biz iman edeceğiz" (diyecekler). Onlar için, düşünüp ibret almak nerede...? Kendilerine, açıklayıcı bir peygamber geldiği halde, yine ondan yüz çevirdiler ve "Öğretilmiş bir mecnun!" dediler. Biz bu azabı biraz açıp kaldıracağız. Siz tekrar (küfre) dönersiniz. Çok büyük bir şiddet ve satvetle çarpacağımız gün ... işte o gün muhakkak ki intikam alıcılarız biz" Bil ki, emriyle "gözetle" manası kastedilmiştir ki bu, kötü şeyler hakkında kullanılan bir ifadedir. Buna göre mana, "Ey Resulüm, onların azablarını gözetle..." demektir. Ayetten sonra gelen, "Bu, pek yaman bir azab..." ifadesi, kendisine delâlet ettiği için, bu (gözetleme) fiilinin mef'ûlü hazfedilmiştir. Ayetteki, "göğün (...) getireceği günü..." ifadesinin de, bu fiilin mef'ûlü olması mümkündür. Bu ayette geçen "duhân" kelimesi hususunda, şu iki görüş ileri sürülmüştür: Birinci Görüş: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisini yalanladıkları için, Mekke'de kavmine beddua ederek' "Allah'ım, onların yıllarını, Yusuf'un yıllan gibi kıl Buhâri. ezan. 128. buyurmuş. Bunun üzerine, yağmurlar kesilmiş, yeryüzünde kıtlık meydana gelmiş, Kureyş alabildiğine bir açlık içine düşmüş, böylece de, kemikleri, köpekleri ve leşleri yemişler... Derken, insanlar kendilerindeki açlıktan dolayı, göğe baktıklarında, kendileriyle semâ arasını, adeta bir duman gibi görmeye başlamışlar. Bu, -kendisinden yapılan rivayetlerin birinde İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın- Mukatil ve Mücahid'in görüşü olup, Ferrâ ve Zeccâc'ın da tercihidir. Aynı zamanda İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'un da görüşüdür. İbn Mes'ûd, bu duhânın, açlığın şiddetinden ötürü ahalinin gözlerine arız olan kararmadan başka birşey olacağını reddederdi. İbn Kuteybe, ayetteki "duhân" kelimesinin, işte bu durum ile tefsir edilmesinin gerekçesi olarak, şu iki açıklamayı yapmıştır: a) Kıtlık yılında, yağmurların kesilmesi sebebiyle, yeryüzünde kuraklık had noktaya varır. Böylece, alabildiğine toz duman yükselir. Derken, hava kararır. İşte bu durum, adeta bir dumana benzer. Bundan ötürüdür ki kıtlık yılına, bu anlamda ğabrân denilir. b) Araplar, ileri derecedeki bir kötülüğe "duhân" adını verirler. Böylece de meselâ, "Aramızda, kendisi için bir dumanın yükseldiği bir iş vardır" derler. Bunun sebebi şudur: İnsanın korkusu veya acizliği artınca, gözleri kararır, böylece de dünyayı adeta dumanla dolmuş gibi görüverir. İkinci Görüş: Bu, alemde meydana gelen bir duman olup, Kıyamet alâmetlerinden biridir. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: İşte bu durum meydana geldiğinde, mü'minlerde, nezleye benzeyen bir hal; kâfirlerde de, kendisinden dolayı başlarının pişmiş gibi olacağı bir hal meydana gelir. Bu görüş, Ali ibn Ebî Talib (radıyallahü anh)'den nakledilmiş bir görüş olup, bu aynı zamanda ibn Abbas'a ait meşhur görüştür. Bu görüşü savunanlar şunlarla istidlal etmişlerdir: a) Ayetteki, ifadesi, semânın getirdiği bir duhân'ın, (dumanın) bulunmasını iktiza etmektedir. Halbuki, açlığın şiddetinden dolayı, gözlerde meydana gelecek karartı hakkında ileri sürdüğümüz şey ise, semânın getirdiği bir duhân değildir. Binâenaleyh, ayeti bu manaya almak, ayrı bir delil bulunmaksızın, onun zahirinin ifade ettiği manadan dönmek, udûl etmek olur ki, bu caiz değildir. b)Cenâb-ı Hak, bu dumanı, "apaşikâr" olmakla tavsif etmiştir. Halbuki sizin ileri sürdüğünüz durum böyle değildir. Çünkü bu, bazı insanların beyinlerinde meydana gelen arızî bir durumdur. Bu gibi şeyler, "apaçık bir duman" olmakla nitelenemezler. c) Cenâb-ı Hak bu dumanı, "insanları bürüyen" olmakla tavsif etmiştir. Bu ifade ancak, o duman onlara gelip, onlara bitişerek onları sardığında söylenebilecek olan bir ifadedir. Halbuki, sizin ileri sürdüğünüz hal ise, "insanları sarmakla" ancak mecazî anlamda vasfedilebilir. Biz, hakiki anlamdan mecazî manaya geçmenin, ancak ayrı ber delil bulunması halinde caiz olacağını söylüyoruz. d) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kıyamet alâmetlerinin ilki, dumandır. Meryem oğlu İsâ'nın inişidir ve insanları mahşer yerine süren Aden çukurlarından çıkacak olan bir ateştir. "Bunun üzerine Huzeyfe, "Ey Allah'ın Resulü, "duhân - duman" da nedir?" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu ayeti okuyarak, "Bu, doğu ile batı arasını dolduran bir dumandır. Kırk gün ve kırk gece kalır., Mü'mine gelince, bu ona işaret ettiğinde, onu nezleye tutulmuş kimse gibi yapar. Kâfire gelince de, kâfir sarhoş gibi olur ve bu duman, onun burun deliklerinden, kulaklarından ve dübüründen (girer ve) çıkar.," Bunu, Keşşaf sahibi rivayet etmiştir. Kadî. Hasan el-Basrî'den Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini nakletmiştir: "Şu altı şey gelmeden önce hayırlı işlerinizi vakti vaktine yapmaya bakın. Bunlardan, güneşin batıdan doğmasını, Deccâl'i, duhânı ve Dâbbetu'l-arzı zikretmiştir' Müslim, fiften, 128-129 (3/2267) Birinci görüşü savunanlara gelince, bu görüşün, ayetin lafzını, hakiki manasından alıp mecazî manaya taşımayı gerektirdiğinde şüphe yoktur. Bu ise ancak, bunu hakiki manasına almanın imkânsız olduğuna delâlet eden bir delilin bulunması halinde mümkün olur. Halbuki bu görüşte olanlar, bu görüşü zikretmemişlerdir. Binâenaleyh, onların ileri sürdüğü şeyi benimsemek cidden zordur. İmdi eğer şöyle bir soru sorulursa: "Bizim bahsettiğimiz şeyin delili, Allahü teâlâ'nın, onların söylediğini naklettiği, "Ey Rabbimiz, bizden bu azabı açıp kaldır. Çünkü biz iman edeceğiz" şeklindeki sözleridir. Bu, biz bunu Mekke'de meydana gelen kıtlık anlamına aldığımızda doğru olan bir sözdür. Çünkü, nakledildiğine göre Mekke'deki kıtlık, had noktaya varınca, Ebû Süfyan, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına geldi ve ondan, Allah, akrabalar aşkına, bunun kaldırılmasını istedi; Peygamberin onlara duâ etmesi ve onlardan o belâyı Allah'ın kaldırması halinde, iman edecekleri vaadinde bulundu. Allah onlardan bu kıtlığı kaldırınca da, onlar yine şirklerine döndüler. Ama biz, ayetin bu ifadesini, "Bununla, Kıyamet alametlerinden bir alametin zuhur etmesi kastedilmiştir" anlamına alırsak, bu doğru ve yerinde olmaz. Çünkü, Kıyamet alâmetlerinin zuhur etmesi halinde, hem onların, "Ey Rabbimiz, bizden bu azabı gider. Çünkü biz, iman edeceğiz.." demeleri mümkün olmaz, hem de onlara, "Biz bu azabı biraz açıp kaldıracağız. Siz şüphe yok ki tekrar (küfre) dönersiniz" denilmesi mümkün olmaz." Evet, böyle sorulacak olursa, buna şu şekilde cevapverebiliriz: "Bu alâmetlerin zuhurunun, mükellefiyetin sona ermediğini, böylece de bu halin meydana geldiğini, derken insanların, cidden korkup, böylece de yalvarıp yakardıkları, bu hadise kalkınca da, küfür ve günahlarına geri dönme hususunda, diğer Kıyamet alametlerinin yerine geçmiş olması niçin caiz olmasın? Böyle bir ihtimal söz konusu olduğuna göre, onların ileri sürmüş oldukları şey düşer.. Allah en iyisini bilendir." Şimdi biz ayetlerin tefsirine dönüyor ve şöyle diyoruz: Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Durum açıkça şunu gösteriyor ki, bu duman, insanları bürüyen, onları kapsayan bir dumandır; bunda kimse şüphe de etmez.. Bu ifade, mecrûr mahallinde olup, "duhân" kelimesinin sıfatıdır. Ayetteki, "Bu, pek yaman bir azabtır" ifadesi hakkında şu iki görüş bulunmaktadır: a) Bu ifade mukadder bir fiil ile, mahallen mansubtur. Bu mukadder fiil de, "derler..." kelimesidir. fiili de hâl olarak mansub olup, mana, "onlar bunu der oldukları vaziyette..." biçiminde olur. b) en-Nazım adlı eserin sahibi Cürcanî şöyle der: "Ayetteki sözü, "duhân"a işaret etmekte ve onun yaklaştığını haber vermektedir. Nitekim Arapça'da, "işte düşman.. Onu karşıla!.." denilir ki, bundan maksat, düşmanın gelişinin yakın olduğuna dikkat çekmektir. Daha sonra ayette, "Ey Rabbimiz, bizden bu azabı gider" buyurulmuştur.' Şimdi biz, ayetin takdirinin, "Onlar, "Bu pek yaman bir azabtır. Ey Rabbimiz, bizden bu azabı gider" derler.." şeklinde olduğunu söylersek, mana açıktır. Yok eğer kale maddesi orada takdir edilmezse, biz onu, burada takdir ederiz.. Birinci görüşe göre azab, şiddetli kıtlık manasına; ikinci görüşe göreyse, helak eden, öldürücü duman anlamındadır. "Çünkü biz, iman edeceğiz" yani, "Muhammede ve Kur'ân'a inanacağız" demek olup, bununla, kendilerinden bu azabın kaldırılması halinde, iman edeceklerini vaadettikleri kastedilir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar için, düşünüp ibret almak nerede?.." buyurmuştur. Yani, "Onlar bu durumdan nasıl öğüt ve nasihat alacaklardır. Çünkü onlara, itaatta bulunmalarının farz olduğunu gösteren daha büyük ve daha müessir ayetler gelmişti ki, bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in elinde zuhur eden kesin mucizeler ve apaçık delil ve beyyinelerdir. Hazret-i Peygamber Hakkında Saçmalama "Yine ondan yüzçevirdiler, ona iltifat etmediler ve öğretilmiş bir mecnun!” dediler.” Çünkü Kur'an'ın Hazret-i Muhammed nezdinde zuhuru hususunda, Mekke kâfirleri şu iki sözü söylemişlerdir: a) Kimileri, "Muhammed, bu kelimeleri bazı kimselerden öğreniyor" demiştir, ki, Cenâb-ı Hak bu hususu, "Andolsun ki biz onların, "Bunu mutlaka bir beşer öğretiyor" diyeceklerini biliyoruz. Haktan sapmak suretiyle kendisine nisbet edecekleri şahsın lisânı yabancı, bu ise açık bir Arapça'dır.." (Nahl, 103) ve "O kâfirler, "... Bu hususta diğer bir zümre de ona yardım etmiştir" dediler"(Furkan, 3) ifadesiyle anlatmıştır. b) Kimileri de, "Bu, bir mecnûndur ve kendisine baygınlık geldiğinde, ona bu sözleri cinler telkin ediyor" demişlerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Biz bu azabı biraz açıp kaldıracağız. Siz şüphe yok ki, tekrar (küfre) dönersiniz" buyurmuştur ki bu, "O azâb sizden kaldırıldığında, o esnada, daha önce üzerinde bulunduğunuz şirke geri dönersiniz" demek olup, bu sözün maksadı, onların ahitlerine riâyet etmediklerine, acze düştüklerinde Allah'a yalvarıp yakardıklarına; ama korku ve sıkıntıları kalkınca, yine küfürlerine ve seleflerinin yollarını taklit etmeye döndüklerine dikkat çekmektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Çok büyüktür, şiddet ve şehvetle çarpacağımız gün... İşte o gün muhakkak ki intikam alacağız" buyurmuştur. Keşşaf sahibi, tin'in dammesi ile, nebtuşu şeklinde okunduğunu da söylemiştir. Hasan el-Basrî de, nûn'un dammesiyle nubtuşu şeklinde okumuştur ki, bu okuyuşa göre, mana, "Allah, meleklere onları yakalamalarını emreder..." şeklinde olur. Batş şiddetli, kıskıvrak yakalamak demektir. Ve o, çoğu kez ardarda peşpeşe vurarak, döverek meydana gelir. Daha sonra bu kelime, peşpeşe elem verme, acılar tattırma anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Bu ayetteki, "gün" sözüyle neyin murad edildiği hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür: Birinci Görüş: Bu, Bedir günüdür. Bu, İbn Mes'ûd, İbn Abbas, Mücâhid, Mukâtil ve Ebu'l-Âliye (radıyallahü anh)'nin görüşleri olup, onlar şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hak, Mekke kâfirlerinden o kıtlığı kaldırınca, onlar, yeniden yalanlamaya başlamışlardır. İşte bu sebeple Allah onlardan, Bedir gününde intikam almıştır." İkinci Görüş: Bu, Kıyamet günüdür. İkrime, İbn Abbas (radıyallahü anh)'nın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "İbn Mes'ûd, "en büyük yakalama günü"nün Bedir günü olduğunu ileri sürdü, ben ise, bu günün Kıyamet günü olduğunu söyledim." Bu ikinci görüş, daha doğrudur. Çünkü "Bedir günü" böylesi bir büyük vasıfla nitelenecek bir dereceye ulaşmamıştır. Aynca, tam ve kusursuz bir intikam, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bugün herkes ne kazandıysa onunla karşılanacak... "(Mü'min, 17) ayetinden dolayı, Kıyamet gününde olacaktır. Bir de, bu yakalama işi, mutlak surette "büyük" olarak nitelendiğine göre, bunun, yakalama çeşitlerinin en müthişi olması gerekir. Bu ise ancak, kıyamette olacaktır. Cenâb-ı Hak için "intikam" sözcüğünün kullanılması, tıpkı, "öfke" "haya" ve "taaccüb" kelimeleri gibi müteşâbihattan olup, manası malumdur. Allah en iyisini bilendir. Musa (aleyhisselâm)'nın Mısır'dan Çıkışı 17Âyetin tefsiri için bak:29 18Âyetin tefsiri için bak:29 19Âyetin tefsiri için bak:29 20Âyetin tefsiri için bak:29 21Âyetin tefsiri için bak:29 22Âyetin tefsiri için bak:29 23Âyetin tefsiri için bak:29 24Âyetin tefsiri için bak:29 25Âyetin tefsiri için bak:29 26Âyetin tefsiri için bak:29 27Âyetin tefsiri için bak:29 28Âyetin tefsiri için bak:29 29"Celalim hakkı için, biz bunlardan evvel Firavun kavmini de imtihan ettik. Onlara da, çok şerefli bir peygamber gelmişti: "Bana, Allah'ın kullarını teslim edin. Çünkü ben size (gönderilmiş) emin bir peygamberim.." diye. Ve, "Allah'a karşı büyüklük taslamayın.. Zira ben size, apaçık bir burhan getiriyorum" diye (söylemişti). "Şüphesiz ki ben, beni taşlamanızdan, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığındım. Eğer bana iman etmezseniz, (bari), benden uzaklaşıp çekilin" (demişti). Nihayet Rabbine, "Bunlar, gerçekten günahkârlar güruhudur" diye dua etti. Cenâb-ı Hak da), "Öyleyse kullarımı geceleyin götür. Muhakkak siz, takip olunacaksınız" buyurdu. Denizi, durgun ve açık bırak. Çünkü onlar, boğulacak bir ordudur. Onlar, bağlardan, pınarlardan, ekinlerden, güzel konaklardan, içinde nâz ve naîm ile yaşadıkları ihtişamlardan neler bıraktılar neler! işte, (emir) böyledir. Biz, bunları başka başka kavimlere miras verdik. Ne gök ne yer onların üstüne ağladı. Onlara (emân ve) mühlet de verilmedi". Bil ki, Allahü teâlâ, Mekkeli kâfirlerin, küfürlerinde ısrar ettiklerini beyan buyurunca, öncekilerin pekçoğunun da, böyle olduklarını açıklamıştır. Böylece de, işte bu sıfatın ve özelliğin, Firavun'un kavminin çoğunda da mevcut olduğunu beyan etmiştir. Keşşaf sahibi, tekîd maksadıyla, şeddeli olarak, fettennâ şeklinde de okunduğunu söylemiştir. İbn Abbas, bunun manasımın "imtihan ettik, mübtelâ kıldık" şeklinde olduğunu söylerken, Zeccâc. bu kelimenin manasının, "denedik, sınadık" şeklinde olduğunu söylemiştir ki, buna göre ayetin manası, "Biz, onlara, kendilerine o peygamberleri göndermek suretiyle, denemeye tâbi tutulan kimselere yapılan muamele gibi bir muamele yaptık..." şeklindedir. Cenâb-ı Hak, "Onlara da çok şerefli bir peygamber gelmişti" buyurmuştur ki, bu Resul, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dır. Alimler, "kerîm"in ne demek olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Kelbî, "Rabbime karşı, kerîm, yani Rabbinin nezdinde pekçok ikram çeşidine müstehak olmuş olan.." derken, Mukâtil, "Güzel huylu" anlamını vermiştir. Ferrâ da şöyle der: "Arapça'da, "Falan, kavminin kerîmidir" ifâdesi kullanılır. (Bu da, bu anlamdadır). Çünkü, her peygamberin, kavmini ileri gelenlerinden ve kavimlerinden (zenginlerden) olması hususu nâdirdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bana Allah'ın kullarım teslim edin". diye.." buyurmuştur. Bu ifadenin başındaki en edatı hususunda, şu iki görüş ileri sürülmüştür. a) Bu, müfessire en'idir. Bu böyledir, zira peygamberlerin, kendilerine peygamber olarak gönderilen kimselere gelmeleri durumu bir "kavi" (demek, söylemek) maddesinin anlamı ihtiva eder. Çünkü o peygamber onlara, ancak bir müjdeleyici, uyarıcı ve Allah'a davet eden olarak gelmektedir. b) Bu, şeddeli olan enne'den tahfif edilmiş olan en'dir. Buna göre mana, "O, onlara geldi ve dikkat, hişt.. Onları bana getirin.." şeklinde olur. "Allah'ın kullarını..." ifadesi ise, mef'ûlün bin olup, bunlar, İsrailoğullarıdır. Buna göre (mana), "Hazret-i Musa geldi ve "Onları bana teslim edin ve onları benimle beraber salın" diye.." şeklinde olur ki, o zaman bu mana tıpkı, "Artık İsrailoğullarını bizimle gönder. Onlara işkence etme.." (Taha, 47) ifadesi gibi olmuş olur. Bunun, o İsrâiloğullarına karşı yapılmış bir nida olması ve mananın, "Ey Allah'ın kulları, size vâcib olan imanı, davetimi kabulü ve yoluma uyma işini, bana ifâ edip yapın.." şeklinde olması da mümkündür. Hazret-i Musa (aleyhisselâm), bunun sebebini de, Kendisinin, "onun bir peygamber ..."olması olduğunu belirtmiştir. Yani, "Ben, Allah'ın, vahyine ve risâletine karşı güven duyduğu bir zâtım" demektir Cenâb-ı Hak, "... yücelik taslamayın..." diye" buyurmuştur. Bu ifadenin başındaki en edatı da, yukarda izah edilen iki hususta, tıpkı yukardaki en ve Resulüne ihanet etmek suretiyle, O'na karşı büyüklük taslamayın." Çünkü ben size, doğruluğunu, her akıl sahibinin kabul edeceği çok net hüccetler getirdim, "Şüphesiz ki ben, beni toplamanızdan, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığındım" şeklinde olur. Buradaki ifadesinin manasının, "Beni öldürmenizden" şeklinde olduğu ileri sürüldüğü gibi, bunun manasının "Beni sözle taşlamanızdan, böylece de, "Yalancı bir sihirbaz.." demenizden (...)" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. "Eğer bana iman etmezseniz, yani sîze getirdiğim hüccetlerden dolayı beni tasdik etmez ve Allah'a iman etmezseniz, benden uzaklaşıp çekilin" yani, "benim yolumdan, ne benim lehime ne de benim aleyhime olmaksızın, çekilin" (......) (-li) ifâdesindeki lâm, manasına olup "için" anlamına gelen lâm'dır. Bu kitabın musannifi şöyle der: "Mutezile, laf atar ve övünerek, "Kur'ân'da gelen "itizar sözüyle, haktan değil de, bâtıldan yüz çevirme... manası kastedilmiştir" der. Onlardan biri ile bir seferinde bir mecliste beraber bulundum. Onlardan birisi, bu sözü açınca, ben ona bu ayeti hatırlattım ve dedim ki: Bu ayetteki "itizâl" kelimesiyle, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın dininden ve onun yolundan ayrılma anlamı kastedilmiştir. Bunun ise, "haktan ayrılma" olduğunda şüphe yoktur." Böylece de adam, diyecek bir şey bulamadı. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Nihayet Rabbine (...) diye duâ etti" buyurmuştur. Bu cümlenin başındaki fâ bu ifadenin kendinden önce bulunan ve hazfedilmiş olan bir şey ile ilgili olduğuna delâlet eder. Buna göre kelamın takdiri, "Onlar küfrettiler, iman etmediler de, bunun üzerine Musa (aleyhisselâm) Rabbine "Bunlar, gerçekten günahkârlar güruhudur" diye duâ etti..." şeklinde olur. Eğer onlar, "Küfür, en büyük suçtur. Binâenaleyh, onları iyice zemmetmenin kastedildiği bir yerde, kâfirlerin "mücrim" diye vasfedilmelerinin sebebi nedir?" derlerse, ben derim ki: "Çünkü kâfir, dini hususunda bazan âdil, bazan mücrim, bazan da fâsık olur. Böylece de insanların en bayağısı olmuş olur. Keşşaf sahibi, "kavi" kelimesinin takdir edilmesi suretiyle, kesre olarak, şeklinde de okunduğunu, kelâmın takdirinin, "Rabbine dua etti de, "Şüphesiz bunlar günahkârlar güruhudur.." dedi" şeklinde olduğunu söylemiştir. Daha sonra "(Cenâb-ı Hak da): "Öyleyse kullarımı geceleyin götür. Muhakkak siz, takip olunacaksınız" buyurmuştur. İbn Kesir ve Nâfî, elif-i mevsûle ile, (tesri) okurlarken, diğer kıraat alimleri, elif-i maktûa ile, (......) (fe esri) şeklinde okumuşlardır. Çünkü ve aynı anlamda iki kullanılış olup, bu ifadenin anlamı, "Biz Musa'ya, "geceleyin kullarımı götür. Muhakkak ki siz, takip olunacaksınız." Yani, "Firavun ve kavmi, sizi takip edecek ve bu da onların helakine sebep olacak..." diye variyettik.." şeklinde olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Denizi, durgun ve açık bırak..." buyurmuştur. (rehv) kelimesinin ne demek olduğu hususunda şu iki izah yapılmıştır: a) Yani, "onu sakin olarak bırak.." Nitekim Arapça'da, geçim ve yaşantı hoş olduğu zaman, deyimi kullanılır. Yine, "sıkıntıya düşmeden, huzur ve sükûn içinde yap.." anlamında, Cenâb-ı Hak bu tabirle şunu kastetmiştir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) o denizi geçince, ona, asâsıyla vurmayı ve böylece de denizin eskisi gibi olup kapanmasını istedi. Bunun üzerine Allah ona, Kiptiler oraya girinceye kadar, o denizi, suyun ayrıldığı ve yolların kuru kaldığı hal üzere, ziftlenmiş bir biçimde, olduğu gibi bırakmasını emretti. Onlar oraya girince de, Allah o denizi onların üzerine kapattı. b) "Rehv" geniş boşluk demektir. Buna göre mana, "Boşluk ve genişlik sahibi olarak, geniş ve boşluk halinde..." şeklinde olur. Yani, Cenâb-ı Hakk'ın, denizin arasından açtığı yolu bu şekilde olduğu gibi bırak. Çünkü onlar, boğulacak bir ordudur" demektir. Bu da, "O yolu, olduğu gibi bırak da girsinler ve böylece de boğuluversinler.." anlamındadır. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya bunu, kalbi onların kötülüklerinden ve eziyyetlerinden azade kalsın diye haber vermiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar bağlardan, pınarlardan, ekinlerden, güzel konaklardan, neler bıraktılar neler!" buyurmuştur ki, bu ayet, Allahü teâlâ'nın onları boğduğuna, bundan sonra böyle dediğine delâlet etmektedir. Allahü teâlâ o Kıbtîlerin geride şu beş şeyi, yani bağları, pınarları, ekinleri, güzel konakları ve içinde naz ve naîm ile yaşadıkları ihtişamları bıraktıklarını beyan buyurmuştur. Buradaki, "Makam-ı Kerîm" deyimi ile, onların oturdukları güzel yerler ve güzel evler kastedilmiştir. Bu ifade ile, onların üzerlerinde, Firavunu medhedip övdükleri kürsülerin de kastedildiği ileri sürülmüştür. "İçinde nâz ve naîm ile yaşadıkları ihtişamları da bıraktılar" buyurmuştur. Dil alimleri şöyle demişlerdir: "Nün'un fethasıyla deyimi "yaşantının güzel ve hoş olması" manasını; ifadesi ile de, "Allah'ın ihsan ve bağışını ifâde eder. Keşşaf sahibi de, "Bu kelime, nûn'un fethasıyla, "refah içinde olma" anlamını; nûn'un kesresiyle, "in'âm etme, lütufta bulunma" anlamını ifade eder" demiştir. (......) kelimesi, (fekihîne) şeklinde de okunmuştur. Cenâb-ı Hak "işte, (emir) böyledir. Biz, bunları başka başka kavimlere miras verdik" buyurmuştur. tabirinin başındaki kâf, ya, "işte böylesi bir çıkarışla onları oradan çıkardık ve onlara, başka kavimleri vâris kıldık.." anlamında olmak üzere mahallen mansubtur; veyahut da takdirin, "iş, durum böyledir" şeklinde olmasına göre, mahallen merfûdur. Yani, "Onlar, İsrailoğulları ne akrabalık, ne din, ne de dostluk bakımından onlardan (Kıptîlerden) değildi. O İsrailoğulları, o Kıptîlerin elinde köle idiler. Böylece Allah, o Kıbtîleri İsrailoğulları vasıtasıyla imha etti ve İsrailoğullarını, o Kıptîlerin memleket ve mülklerine varis kıldı" demektir. Gök ve Yer Onlar İçin Ağlamadı Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ne gök, ne yer onların üstüne ağlamadı" buyurmuştur. Bu deyim hakkında şu izahlar yapılabilir: Birinci Görüş: Vahidî, Basît adlı eserinde şöyle der: "Enes İbn Mâlik, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Her kulun, gökte, birinden rızkının çıktığı, diğerinden de amelinin girdiği iki kapısı vardır. Kul öldüğünde, bu iki kapı onu kaybeder ve ona ağlarlar" Tirmizi, tefsir, 36 (5/380) dediğini ve bu ayeti okuyarak şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Çünkü onlar Kıbtîler, yeryüzünde salih bir amel yapmadılar ki, o amel-i salih onlara ağlasın; ve onlar namına semâya, ne güzel bir söz, ne de salih bir amel yükselmedi ki, onlara ağlasın!.." Bu, müfessirlerin ekseriyetinin görüşüdür. İkinci Görüş: Kelamın takdiri, "Onlara, ne göktekiler, ne de yerdekiler ağladı.." şeklindedir. Buna göre buradan bir muzâf hazfedilmiş olup, mana, "Onlara, ne melekler ne de mü'minter ağlamadı. Tam aksine, onların helak olmalarından sevindiler" şeklinde olur. Üçüncü Görüş: İnsanlar, bir gelenek olarak, tanınmış ve büyük bir kimsenin ölmesi durumunda, "Onun ölümünden dolayı dünya karardı; güneş ve ay tutuldu, rüzgâr, gök ve yer ağladı.." tabirlerini kullanırlar. Dolayısıyla bunlar bu sözleriyle bu lafızların ifade ettiği hakiki manayı değil de, o musibetin büyüklüğünü kastederler. Keşşaf sahibi de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Kendisinde, ona ağlayanların kullanmadığı yabancı bir evde ölen mü'minkimseye, gökle yer ağlar" dediğini naklederken, Cerîr de bir şiirinde şöyle demiştir: "Güneş doğmuştur, tutulmamıştır. Ama sana, gecenin yıldızlarıyla ay ağlamaktadır.. Ayetin bu ifadesinde, onlarla istihza etmeye benzer bir edâ bulunmaktadır. Yani, "Onlar, kendilerinin çok büyük kimseler olduğunu sanıyor ve ölmeleri halinde, göğün, yerin kendilerine ağlayacaklarına inanıyorlardı. Ne var ki onlar, bu noktada değil de, çok aşağı mertebede idiler" demek olup, bu söz ancak, "tehakküm" (alay ve tehakküm) için söylenmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlara, (emân ve) mühlet de verilmedi" buyurmuştur ki, bu, "Onların helak vakitleri gelince, tevbe etmeleri, tedârikte bulunmaları ve kusurlarını telafi etmeleri için onlara mühlet tanınmadı..." demektir. 30Âyetin tefsiri için bak:39 31Âyetin tefsiri için bak:39 32Âyetin tefsiri için bak:39 33Âyetin tefsiri için bak:39 34Âyetin tefsiri için bak:39 35Âyetin tefsiri için bak:39 36Âyetin tefsiri için bak:39 37Âyetin tefsiri için bak:39 38Âyetin tefsiri için bak:39 39"Celalim hakkı için biz, îsrailoğullarını, o zillet verici azabtan, Firavun'dan kurtardık. Hakikaten o, haddi aşanlardan bir mütekebbir idi. Celalim hakkı için biz onlara, hallerini bilerek- (zamanlarındaki) âlemlerin üstünde bir imtiyaz vermiştik. Bir de onları, ayetlerden, herbirinde açık birer imtihan bulunan şeyler verdik. Onlar derler ki: "O (ölüm), ilk ölümümüzden başka bir şey değildir. Biz, yeniden diriltilip kaldırılacak da değiliz. Eğer, davanızda doğru kimseler iseniz, şimdi atalarımızı dirilterek getirin.." Bunlar mı hayırlı, yoksa Tübba kavmi ve onlardan evvelkiler mi?.. Biz onları bile imha ettik.. Çünkü onlar da mücrim idiler. Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri, eğlenenler olarak yaratmadık. Biz bunları, hakkın ikamesine vesile olmaktan başka (bir hikmetle) yaratmadık. Fakat onların çoğu, (bunu) bilmezler". Bil ki Allahü teâlâ, Firavun ve kavmini nasıl imha ettiğini beyân buyurunca, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve kavmine nasıl ihsanda bulunduğunu da beyan etmiştir. Bil ki zararı defetme, fayda ulaştırmaktan daha önce ve daha önemlidir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak söze, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile kavminden zararı defedişinden bahsederek başlamış ve "Andolsun ki biz, îsrailoğullarını o zillet verici azabtan, yani "erkek çocuklarının öldürülüp, kız çocuklarının sağ bırakılıp, hizmetçi olarak çalıştırılması ve hepsinin zor işlere koşulmak suretiyle olan zilletten kurtardık" buyurmuştur. Daha sonra, "Firavun'dan kurtardık" buyurmuştur. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır: a) Bunun takdiri, "Firavun'dan kaynaklanan o zillet verici azabtan kurtardık" şeklindedir. b) "Firavun" kelimesi, "azab-ı muhîn" (zillet verici azab)tan bedel tutulup, sanki Firavun un bizzat kendisinin, onlara işkence etmekte ve zillet içine düşürmekte çok ileri derecede olduğu için, bizzat kendisi "azab-ı mühîn" kabul edilmiştir. Keşşaf sahibi, bunun şeklinde de okunduğunu söylemiştir ki, bu kıraate göre, "muhîn" (hor kılıcı, zillete düşürücü) Firavun olmuş olur. Çünkü Firavun, inananları hor ve hakîr kılmak için elinden gelen gayreti sarfediyordu. İbn Abbas (radıyallahü anh) da ayeti (Firavun kim?) şeklinde okumuştur. Buna göre istifham (soru edatı) olur, peşisıra gelen "Hakikaten o, haddi aşanlardan bir mütekebbir idi" ifadesi, bu sorunun cevabı olur. Takdiri de şöyle olur: "Bu isyan içinde ve şeytanlığı içinde olan kimdir biliyor musunuz?" diye sorulmuş, daha sonra da onun durumu, "Hakikaten o, haddi aşanlardan bir müîekebbirdir" yani "Müsrifler tabakasında derecesi ileri olanlardandır" ifadesiyle anlatılmıştır. Buradaki, "Hakikaten o haddi aşanlardan bir mütekebbir idi" ifadesiyle, "Firavun yeryüzünde büyüklenmeye kalkıştı" (Kasas, 4) ayetinde anlatılmak istenen şeyin kastedilmiş olması da mümkündür. Firavun gerçekte bir "müsrif" idi. Adiliğine ve basitliğine rağmen, uluhiyyet (tanrılık) iddiasında bulunuşu da onun müsrif (haddi aşan) birisi oluşunun delilidir. Cenâb-ı Hak, İsrailoğullarından zararı nasıl defettiğini beyan edince iyilikleri ve güzel şeyleri onlara nasıl verdiğini de anlatarak "Andolsun ki biz onlara, hallerini bilerek, (zamanlarındaki) âlemlerin üstünde bir imtiyaz vermiştik" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili olarak şu iki konu var: Birinci Konu: Ayetteki "bilerek" ifadesi "hâl"dir. Bunun "hal" oluşuna göre şu iki izah yapılabilir: a) "Biz, onların seçilmeye, başkalarına tercih edilmeye müstehak olduklarını bilen olarak..." b) "Onların bazan haktan sapacaklarını ve kendilerinden, bazı konularda kusurların sudur edeceğini bilmemize rağmen..." İkinci Konu: Bu ayetin zahiri, onların bütün âlemlerden üstün oldukları manasına gelir. İşte bundan ötürü, bu ifadeyle, "Kendi zamanlarında mevcut olan âlemlere, diğer insanlara üstün kıldık" manasının kastedildi söylendiği gibi, bu ifadenin (başka ifadelerle) tahsis edilmiş (sınırlandırılmış) genel bir tabir olduğu da ileri sürülmüştür. Bu durumda bu ayet, tıpkı "Siz (ey ümmet-i Muhammed), insanlar için çıkarılmış on hayırlı bir ümmetsiniz" (Al-i Imran, 110) ayeti gibi olmuş olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlara, denizin yarılması, bulutun gölgelemesi, üzerlerine kudret helvası ile bıldırcın etinin indirilmesi ve onların dışındaki hiçbir millete gösterilmemiş olan diğer kesin mucizelerin verilmesi gibi, kendisinde "apaçık belânın" yani nimetlerin bulunduğu ayetlerimizi verdik" buyurmuştur. ("Bela"ya, "nimet" manası verdik)" çünkü Allahü teâlâ, sıkıntıyla imtihan ettiği gibi, bazan da sıddîk (samimi) olan zındıktan ayrılsın ortaya çıksın diye, apaçık seçkin nimetleriyle de imtihan eder. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) kıssası hakkındaki sözün sonu burada noktalanır. Cenâb-ı Hak bundan sonra yine Mekke kâfirlerinden bahsetmeye başlıyor. Çünkü esas konu onlarla ilgilidir. Zira Hak teâlâ, " Hayır, hayır. Onlar bir şüphe içinde oyalanıp duruyorlar" (Duhan, 9) buyurmuştur ki bu, "Onlar, diriliş ve Kıyamet hususunda bir şüphe içindedirler" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların inkârda nasıl ısrar ettiklerini anlatmış ve bu arada, Firavunun kavminin de, aynı şekilde küfürde ısrar ettiklerini, bundan dolayı onları nasıl imha ettiğini ve İsrailoğullarına nasıl lütufta bulunduğunu beyân etmiş; daha sonra yine ilk konuya, yani Mekke müşriklerinin, dirilişi inkâr edişlerine dönerek, "Onlar derler ki: "O (ölüm), ilk ölümümüzden başka birşey değildir. Biz, yeniden diriltilip, kaldırılacak da değiliz..." İmdi eğer, "Mekke kâfirleri, âhiret hayatını (dirilişi) kabul etmiyorlardı. Binâenaleyh onların, "Bu (yaşadığımız hayat), bizim ilk ve yegâne hayatımızdır. Biz, yeniden diriltililip kaldırılacak da değiliz" demeleri gerekirdi?" denilirse, biz deriz ki: O müşriklere, "Birer nutfe iken, Ölüler olduğunuz halde ve bunu bir hayatın takib etmesi gibi, ki bunu Hak teâlâ, "Sizler ölüler idiniz, O (Allah) sizi diriltti, sonra sizi öldürdü, sonra yeniden diriltti (diriltecek)" (Bakara, 28) ayetiyle anlatmaktadır, sizler, peşisıra başka bir hayatın geleceği bir ölümle ölüp gideceksiniz" denilmiş de, onlar da, "Peşisıra bir hayatın geldiği ölüm ilk ölümdür, ikinci ölüm değildir" manasında, ayette nakledilen sözlerini söylemişlerdir, yani, "peşisıra bir hayatın daha olacağını söylediğiniz ölüm, sadece ilk ölümdür (yani nutfe halinde iken olan ölümdür)" demişlerdir. Binâenaleyh müşriklerin bu sözüyle, "Bu dünyadaki hayatımız, ilk ve yegâne hayatımızdır" ifadesi arasında manaca bir fark yoktur. Bu izah Keşşaf sahibine aittir. Bu konuda şöyle bir başka izah da yapılabilir: Ayetteki bu ifadenin manası, "Başımıza, bahsedilen bu hallerden, sadece ilk ölüm gelir" şeklindedir. Bu söz ise, onların başına ikinci hayatın kesinlikle gelmeyeceği manasındadır. Kâfirler, bu ifadeleriyle rumuzlu olarak söyledikleri bu hususu, açıkça ortaya koyarak, "Biz yeniden diriltilip kaldırılacak da değiliz" demişlerdir. Binâenaleyh mananın böyle oluşuna göre, Keşşaf sahîbi'nin, bu zorlanmasına gerek kalmaz. Cenâb-ı Hak, "Biz yeniden diriltilip kaldırılacak da değiliz" dediklerini bildirmiştir. Arapça'da, "Allah ölüleri yeniden diriltti" manasında denilir. Bu kâfirler, şöyle diyerek, haşri ve neşri (Kıyameti ve dirilişi) İnkâr etmişlerdir: "Eğer öldükten sonra dirilme, haşir ve neşir, mümkin ve makûl İse, peygamberlik ve diriliş hakkındaki iddialarınızın doğruluğuna, bizce delil olabilmesi için, Rabbinizden isteyerek, atalarımızdan ölenleri, hemen bu dünyada diriltiniz." Kâfirlerin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den duâ etmesini ve peygamberliğinin ve dirilişin doğruluğu hususunda, kendisiyle müşaverede bulunmak için, (ataları) Kusayy b. Kilâb'ı diriltmesini,böylece Allah'ın ona yeniden can vermesini istedikleri ileri sürülmüştür. Cenâb-ı Allah, onlardan bunu nakledince "Bunlar mı hayırlı, yoksa Tübbâ' kavmi mi ve onlardan evvelkiler mi? Biz onları bile imha ettik. Çünkü onlar, günahkârdılar" buyurmuştur. Bu, "Mekke kâfirleri, "haşr" ve "neşr" hususunda bir şüphe ileri sürmediler ki onların bu şüphesine cevap verilsin. Fakat onlar, bu inkârları hususunda cehalet ve taklidde ısrar edip durdular. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, sadece bu tehdit ile yetinerek âdeta şöyle demek istedi: "Önceki kâfirler, bunlardan daha güçlü ve kudretliydiler. Ama ben (Allah), onları da imha ettim. Binâenaleyh bunları da helak edebilirim." Ayetteki, "Bunlarını hayırlı, yoksa Tübbâ' kavmi mi" cümlesindeki istifham (soru), istifham-ı inkârîdir. Ebû Ubeyde şöyle demiştir: "Yemen krallarından her birine, bütün dünyadaki insanlar, onlara tabî olmak durumunda kaldıkları için, "Tübbâ' "in durumu, İslâm dönemindeki "halife"nin durumu gibidir. Bunlar, en büyük Arap krallarıdır." Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha) ise, "Tübbâ' "ın, sâlih bir adam olduğunu söylemiştir. Ka'b da, "Allah bu ayette, Tübbâ' ı değil, kavmini zemmetmektedir" der. Kelbî, bunun, Ebû Küre b. Esad olduğunu söylemiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, "Tübbâ'a sövmeyin. Çünkü o müslüman olmuştur. Tübbâ'ın bir peygamber olup olmadığını bilmiyorum" dediği rivayet edilmiştir. Buna göre eğer, "Her iki grupta da bir hayır olmadığı halde, ayette, "Bunlar mı hayırlı, yoksa Tübbâ' kavmi mi?" denilmesinin manası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, "Kuvvet ve saltanat bakımından, bunlar mı daha ileri, yoksa Tübbâ' kavmi mi ileri idi?" demek olup, tıpkı, Firavun hanedanından bahsettikten sonra, "Sizin kâfirleriniz bunlardan daha mı hayırlı (yani ileri)" (Kamer, 33) denilmesi gibidir. Allah Sübhanehû ve Teâlâ, ba's'ın (dirilişin) ve Kıyametin kesin delilini getirmek üzere "Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri eğlence olsun diye yaratmadık" buyurmuş ve adetâ şöyle demek istemiştir: "Eğer öldükten sonra diriliş olmasaydı, bu yaratmamız bir eğlence, boş ve abes olurdu." Bu delil yolu, Yunus Sûresi'nin başında ve Mü'minûn Sûresi'nin sonunda iyice anlatılmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak Mü'min Sûresi'nde, "Sizi, boş (abes) olarak yarattığımızı mı zannettiniz?" (Mü'minûn, 115) buyurmuştur. Bu husus Sâd Sûresi'nin sonunda da ele alınmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak burada da, "Göğü, yeri ve ikisi arasında olan şeyleri bâtıl olarak (boşu boşuna) yaratmadık" (Sâd. 27) buyurmuştur. Daha sonra Hak teâlâ, "Biz bunları, hakkın ikâmesine vesile olmaktan başka (bir hikmetle) yaratmadık. Fakat onların çoğu bunu bilmezler" buyurmuştur. Buradaki, "onların çoğu" ifadesiyle, Mekkeli müşrikler kastedilmiştir. Mûtezile'nin, "Allahü teâlâ, küfrü ve fıskı (günahı) ne yaratır, ne de irâde eder" şeklindeki görüşlerine, bu ayeti de delil getirişleri, cevabıyla birlikte malumdur. Allah en iyi bilendir. 40Âyetin tefsiri için bak:50 41Âyetin tefsiri için bak:50 42Âyetin tefsiri için bak:50 43Âyetin tefsiri için bak:50 44Âyetin tefsiri için bak:50 45Âyetin tefsiri için bak:50 46Âyetin tefsiri için bak:50 49Âyetin tefsiri için bak:50 47Âyetin tefsiri için bak:50 48Âyetin tefsiri için bak:50 50"Şüphe yok ki o ayırdetme günü onların hepsinin vâdeleridir. Şüphe yok ki o gün dost dostuna hiç bir şekilde fayda veremez. Onlara yardım da edilmez. Allah'ın rahmet ettikleri böyle değil. Çünkü O, aziz ve rahimdir. Şüphesiz o zakkum ağacı, günaha düşkün olanın yiyeceği şeydir. O, sıcak suyun kaynayışı gibi, karınlar içinde kaynayacaktır, erimiş madenler gibidir. (Zebânîlere) "Tutun onu ve sürükleyerek cehennemin tâ ortasına götürün. Sonra başından aşağı kaynar su azabından dökün" (denilir). (Ona da) "Tad, bu azabı. Hani sen, çok ulu ve şerefliydin! Şüphesiz bu da, hakkında şüphe ve mücâdele edip durduğunuz şeydir denilir". Bil ki Hak teâlâ'nın, "Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri eğlence olsun diye yaratmadık" (Duhan, 39) ifadesi ile, dirilişin ve Kıyametin isbatı kastedilmiştir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, bunun peşinden, "Şüphe yok ki o ayırdetme günü onların hepsinin (randevu) vakitleridir" buyurmuştur. Kıyamet gününe, "yevmü'l-fasl" (ayırdetme) günü denilmesinin sebepleri şunlardır: 1) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Allahü teâlâ o gün cennetliklerle cehennemlikleri birbirinden ayırır." 2) O gün hüküm (netice) ve kaza (muhakeme) bakımından kulların arası ayırdedilir. 3) Bu gün, mü'minler hakkında, Allah'ın, mü'minler ile mü'minlerin hoşlanmadıkları herşeyin arasını ayırması, onları mü'minlerden uzaklaştırması manasında; kâfirler hakkında da, Allah'ın, kâfirler ile kâfirlerin elde etmek istediği bütün şeylerin arasını ayırması manasında, "yevmü'l-fasrdır. 3) Allahü teâlâ, herkesin durumunu bu günde olduğu gibi ortaya kor. Dolayısıyla herkes için, hiçbir şüphe ve ukde kalmaz. Böylece de bütün hayaller ve şüpheler, belirsizlikler ve adatmacalar bertaraf edilmiş olur, sadece gerçekler ve deliller kalır. ibn Abbas (radıyallahü anh) bu ayetin manasının, "Rahman bütün kullarının arasında, onların randevu vakitlerini ayırır-belirler. Böylece iyi olanları kötülerden yani kâfir ve günahkârlardan ayırır" şeklinde olduğunu söylemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu günü tavsif ederek, "Şüphe yok ki o gün dost dostuna, hiçbir akraba hiçbir akrabasına hiçbir şekilde fayda vermez. Onlara yardım edilmez" yani onlara yardım edebilecek kimseler yoktur" buyurmuştur ki, bu: "Kendisinden yardım beklenen, ya din ya neseb bakımından yakın olanlardır, yahut da azad edilmiş kölelerdir. İşte bütün bunlara, "mevlâ" denir. Binâenaleyh bunlardan böylesi bir yardım sâdır olamayacağına göre, bunların dışındakilerden yardım hiç sâdır olmaz" demektir. Bu ayet, "Hiçbir canın hiçbir cana hiçbir şekilde fayda vermeyeceği günden sakının" (Bakara, 38) ayetine benzer. Vahidî, ayetteki "mevlâ manasına" (dost dostuna fayda vermez) cümlesiyle kâfirlerin kastedildiğini söyleyerek, "Baksana Allahü teâlâ, mü'minleri, "Allah'ın rahmet ettikleri böyle değil..." diyerek istisna etmiştir" der. İbn Abbas (radıyallahü anh) ise o ifadeyle mü'minlerin kastedildiğini, çünkü mü'minlere, peygamberler ve meleklerin şefaat edeceklerini söylemiştir. Bil ki Allahü teâlâ, Kıyametin hak olduğuna delil getirip, sonra da o Kıyameti anlatınca, daha sonra da kâfirlerle ilgili tehdidini bildirip, peşinden ebrar (iyiler) için olan vaadine yer vermiştir. Kâfirlerle ilgili olan tehdidi ise "Şüphesiz o zakkum ağacı, günaha düşkün olanın yiyeceği şeydir" ifadesi olup, bununla ilgili birkaç mesele vardır: Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu ifade, şîn'ın kesresiyle şeklinde de okunmuştur. Bu kelimenin şu üç değişik şekli vardır: a) Şîn'ın fethası ve kesresiyle şecere ve şicere; b) Yâ ile c) bâ ile "Zakkum" kelimesinin hangi kökten türetildiğine dair açıklamalar, Sâffât Sûresi'nde geçmiş olup, tekrar etmeye gerek yok. Mu'tezile'nin Vaid Hakkında İddiasına Cevap Mu'tezile şöyle demiştir: "Ayet, bu şiddetli va'îd'in günahkârlar için de söz konusu olduğuna delâlet etmektedir. "Esîm", kendisinden günah sâdır olan kimse demektir. Dolayısıyla ayetin bu va'îdinin fâsıklar için de söz konusu olduğu açıktır.Buna şöyle cevap verilir: Biz, Fıkıh Usûlü'nde, başına harf-i tarif gelmiş olan müfred (tekil) isimde, aslolanın önceden bahsi geçen birşeye hamledilmesi ve umumî (genel) manada olmadığını anlatmıştık. Burada önceden bahsi geçen şey ise, kâfirlerdir. Dolayısıyla, "el-esîm" (o günahkâr) kelimesinin, kâfirler manasına alınması gerekir. Ebû Hanîfe'ye göre Kur'ân'ı manası ile kıraat etmek caizdir. Ebû Hanîfe, bu hususta şunu delil getirmiştir: Rivayet edildiğine göre İbn Mes'ûd bu ayeti birisine öğretiyordu. Bu kişi, ta'âmu'l-esim diyemiyor, ta'âmu'l-le'fm diyordu. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh), "Hiç olmazsa, (aynı manaya gelen) "ta'âmu'l-fâcir" de" dedi. Bu delil, Usûl-ü Fıkıh'da anlattığımız gibi, son derece zayıf bir delildir. Daha sonra "erimiş madenler gibi" buyurulmuştur. Bu kelime, mîm'in zammesi ve fethasıyla okunmuş olup, ne manaya geldiği Kehf Sûresi'nde geçmiştir. Allahü teâlâ, günahkârın (cehennemdeki) yiyeceğini, "mühl"e benzetmiştir. Mühl ise, zeytinyağının ve katranın tortusu; bakır ve benzeri madenlerin eriyiği demektir. Söz bu kelimeyle tamamlanmış ve daha sonra Cenâb-ı Hak, bu yiyeceğin kâfirlerin karınlarında kaynadığını bildirerek, buyurmuştur. Bu fiil, tâ ile de okunmuştur. Bunu tâ ile okuyanlar, bunun faili olan "şecere" kelimesinin müennes oluşundan ötürü; yâ ile okuyanlar da, "ta'âm" kelimesini faili kabul ederek okumuşlardır. Çünkü "ta'âm" (yiyecek) de, mana bakımından "o ağacın meyvesi" demektir. Ebû Ubeyd, bunun yâ ile okunuşunu tercih edip şöyle demiştir: "Çünkü daha önce bahsi geçen kelime, yani "mühl" kelimesi, fiilin peşisıra geldiği kelimedir. Binâenaleyh fiilin müzekker (yâ'lı) olması evlâdır." Ama bil ki bu fiilin failini "mühre götürmek caiz değildir. Çünkü "mühl", burada müşebbehün bih kendisine benzetileredir. Mühl gibi kaynayan şey ise, mühl'e benzeyen şeydir. Çünkü iyice kaynadığında ona "hamîm" denir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Tutun o günahkârı ve sürükleyip götürün" buyurmuştur. Leys, "Bu kelime, insanın yakasından tutup, onu kendine doğru çekip, hapse veya istemediği bir işe götürmendir. Arapça'da, denir ki, bu, "bir kimsenin, hayvanın yularının dibinden yakalayıp, hayvanı zorla çekip götürdüğünde kullanılır" demiştir. İbn Sikkît ise, "Birisini zorla çekip hapsetmek istediğinde dersin" demiştir. Bu, bu kelime hakkındaki bütün dilcilerin görüşüdür. Dilciler, tıpkı ve fiillerinde olduğu gibi, bu fiilin de tâ'nın kesresi ve zammesiyle kullanılabileceğini söylemişlerdir. Her ikisi de doğru kullanıştır. "Cehennemin tâa ortasına sürükleyin. Sonra da başından aşağı kaynar su azabından dökün" denilmiştir. Bu ifadede aslolan, ya, "Başından aşağı kaynar suyu dökün" denilmesi; yahut da, "Başlarının üstünden kaynar sular dökülür" denilmesiydi. Fakat ayetteki teşbih, dahileri ve mükemmel bir manayı ifade eder. Buna göre Cenâb-ı Hak âdeta, "o kimsenin üzerine bu kaynar suyun azabını dökün" demiştir ki bu, tıpkı, "Ya Rabbî, bize bol bol sabır ver" (Bakara, 250) denilmesi gibidir. Cenâb-ı Hak, "Tad bu azabı. Hani sen, çok ulu ve şerefli idin(!)" buyurmuştur. Âlimler bu hususta şu izahları yapmışlardır: 1) O günahkâra (kâfire), cehennemde istihzavârî böyle hitab edilmiş olup, "Aslında sen böyle değilsin" manası kastedilmiştir. 2) Ebû Cehil, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Onun soyu içinde, benden daha ulu ve şerefli kimse yoktur. Allah'a yemin ederim ki, sen ve Rabbin, bana hiçbirşey yapamazsınız" demiştir. 3) Bu, "Sen (Ey kâfir), izzetin (ululuk ve şerefin) Allah ile olmada değil, başka şeylerde olduğunu sanıyor ve onlarla şeref bulmak istiyordun. Şimdi içine düştüğün şeye bak" demektir. Ayetteki (......) şeklinde de okunmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Bu azab sizin şüphe edip durduğunuz şeydir" buyurmuştur ki bundan maksad, O'nun, bu sûrenin başında, "Hayır, onlar bir şüphe içinde oyalanıp duruyorlar" (Duhan. 9) ifadesiyle anlattığı şüphelendir. 51Âyetin tefsiri için bak:59 52Âyetin tefsiri için bak:59 53Âyetin tefsiri için bak:59 54Âyetin tefsiri için bak:59 55Âyetin tefsiri için bak:59 56Âyetin tefsiri için bak:59 57Âyetin tefsiri için bak:59 58Âyetin tefsiri için bak:59 59"Muttakîler ise, gerçekten emin bir makamda, cennetlerde, pınarların başındadırlar. İnce, nazik ve kalın ipeklerden, atlaslardan giyecekler ve karşı karşıya oturup muhabbet edeceklerdir. İşte iş böyledir. Onlara, bembeyaz şahin gözlü hurileri eş yaptık. Orada güvenli olarak (hizmetçilerden), her türlü meyve isterler. Orada, ilk ölümden başka ölüm tatmazlar. (Allah) onları cehennem azabından korumuştur. Rabbinden bir fazl-u kerem olarak (verilmiştir bunlar). İşte, en büyük saadet budur. Biz onu (o dersi), ibret alsınlar diye, senin dilinle kolaylaştırdık. Artık bekle, çünkü onlar da bekliyorlar" Bil ki Allahü teâlâ önceki ayetlerde va'îdinden bahsedince, bu ayetlerde de vaadinden bahsedip, "Müttakiler ise..." buyurmuştur. Ehl-i sünnet âlimlerimiz, "şirkten ittikâ eden (sakınan-korunan) herkese "müttakî" denir. Binâenaleyh günahkâr mü'min de bu vaadin sınırlarına girer" demişlerdir. Bil ki Allahü teâlâ, onların cennetteki refahlarının sebebi olarak şu dört şeyi zikretmiştir: a) Meskenleri (evleri-yerleri)... Bu hususta Cenâb-ı Hak, "Emin bir makamda..." buyurmuştur. Bil ki mesken, ancak şu iki şartın ve özelliğin bulunmasıyla güzel olur: 1) Korkulup-sakınılacak her türlü şeyden emin oluşu... Bu, ayetteki "emin bir makamda" ifadesiyle anlatılmaktadır. Ekseri kıraat âlimleri, mîm'in fethasıyla "mekâm" şeklinde okurlarken, Nafi ve İbn Âmir, mîm'in zammesiyle mukam şeklinde okumuşlardır. Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu kelimenin, mîm'in fethasıyla olan "makam" şekli, "durma yeri" manasına olup, bununla mekân manası kastedilir ki, bu kelime umumî manada kullanılan hususi kelimelerdendir. Zammeli şekli ise, "bekletme yeri" manasınadır. "Emin" kelimesi de, fiilinden olup, "hâin"in zıddıdır. Makam kelimesinin, "emin" olarak tavsif edilişi, bir istiaredir. Çünkü "korkutan yer", sahibinin insanı korkutması manasındadır. 2) O yerde, gezinti şartlarının bulunması... Bunlar da, bağ-bahçe (yeşillik), gözeler ve sulardır. Cenâb-ı Hak, cennetliklerin meskenlerinde (yerlerinde) bu şartın bulunduğunu belirtince, daha güzeli olmayacak şekilde tavsif etmiş olur. b) Giyim - kuşamları... Cenâb-ı Hak, bu hususta "ince, nâzik ve kalın ipeklerden, atlaslardan giyecekler onlar" buyurmuştur. "Sündüs"ün, ince ipek; "istebrâk'ın da kalın ipek olduğu söylenmiştir. "İstebrâk" kelimesi, (......) kelimesinden Arapcalaşmış bir kelimedir. Kur'ân'da Arapça Olmayan Kelime İmdi eğer, "Kur'ân'da, Arapça olmayan bir kelime nasıl bulunabilir?" denilirse, biz deriz ki: "Bu kelime Arapcalaşınca, artık Arapça olmuş olur." c) Karşı karşıya oturup muhabbet etmeleri... Bu, cennetliklerin biribirleriyle dostluk edişleridir. Buna göre eğer, "Bu şekilde oturmak bir ürküntü (rahatsızlık) verir. Çünkü, bu durumda onlardan herbiri, diğerinin yaptıklarını görür. Bir de sevabı-mükâfaatı az olan, mükâfaatı çok olanın durumunu gördüğünde, huzuru kaçar" denilirse, biz deriz ki: Âhiret halleri, dünya hallerine benzemez. d) Eşleri, hanımları... Bu hususta Cenâb-ı Allah, "İşte böyledir, onlara bembeyaz şahin gözlü hurileri eş yaptık" buyurmaktadır. Bu ifadenin başındaki "kâf" ile ilgili şu iki izah yapılabilir: 1) Takdiri, "iş böyledir" şeklinde olarak, mahallen merfûdur. 2) Takdiri, "Onlara işte böylesini verdik" şeklinde olarak, mahallen mansubtur. Ebû Ubeyde, "Ayetteki (......) ifadesi, tıpkı, eşin eşi ile çift teşkil etmesi gibi, "Onları çiftler yaptık, yani ikişer ikişer kıldık" demektir" der. Âlimler, bu ifadenin cennette bir evlendirme akdinin (nikâhın) bulunduğuna delâlet edip etmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Yunus, bu ifadenin, "Biz onları onlara yaklaştırdık" demek olduğunu, "tezvic biha'"nın evlendirme manasına gelmediğini, çünkü Arabın, bu manada (......) demeyip de, (......) dediğini söylemiştir. Vahidi (r.h.) de şöyle demişti: "Kur'ân'ı Kerim de, Yunus'un dediğini destekler. Bunun delili Hak teâlâ'nın, "Zeyd ondan tamamen boşanınca, biz onu sana nikahladık" (Ahzab, 37) ayetidir. Binâenaleyh eğer, maksad, şeklinde ifade edilseydi, bu ayette de, denilirdi. Dolayısıyla bir kimesinin, deyişi, "O tek ile, onu bir başkasıyla çift yaptım" manasına gelir. Bu tıpkı denilmesi gibidir. "Hürr" kelimesi hakkında vahidî, "Bu kelime beyaz manasınadır ve "tahrîr" beyazlatmak demektir" der. Biz bu kelimeyi Mâide 111. ayetin tefsirinde inceledik. Gözün beyazının alabildiğine beyaz, siyahının da alabildiğine siyah olduğunu ifade etmek için, denilir. Gözlerinin beyazı, teninin renginde olmadıkça kadına "havra" (bembeyaz) denilmez. Bu ayetteki "hur" ile beyazlığın kastedilişinin delili, İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'un bunu, (......) şeklinde okumuş olmasıdır, "ıys" da, beyazlık manasınadır. Ayetteki, (......) kelimesi, (......) kelimesinin çoğulu olup, "ayna", iri gözlü kadın demektir. Cübbâî, gözleri iri ve büyük olduğunda erkek için kadın için ifadesinin kullanıldığını ve bu iki kelimenin cemisinin de (......) kelimesi olduğunu söylemiştir. Âlimler, ayette geçen "hûrl-ıyn"ın kimler olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Hasan el-Basrî. "Bunlar sizin o dişi dökülmüş ihtiyar karılarınızdır. Allah onları yeniden yaratmıştır" derken, Ebû Hureyre (radıyallahü anh), "Bunlar, dünya kadınları değildir" demiştir. e) Yiyecekleri... Cenâb-ı Hak bu hususta, "Orada, güvenli olarak (hizmetçilerden), her türlü meyve isterler" buyurmuştur. Âlimler, bunun, "Onlar, sınırlanmadan ve hastalıklardan emin oldukları için, hertühü meyveden yerler" manasında olduğunu söylemişlerdir. Cenâb-ı Hak, o cennetliklerin içinde bulundukları bolluk ve rahatlıkları ifade edince, "Orada, ilk ölümden başka ölüm tatmazlar" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak, şöyle iki soru bulunmaktadır: Birinci Soru: Onlar ilk ölümü cennette tadmadılar. Öyleyse, daha nasıl böyle bir istisna yapılabilmiştir? Buna şu şekilde cevap verilmiştir: 1) Keşşaf sahibi, "Bununla, "Onlar orada ölümü kesinlikle tadmazlar" denilmek istendiğini; işte bunu ifade için de, ".. ilk ölümden başka" ifadesine yer verildiğini; zira, geçmiş bir ölümü, gelecekte tadmanın imkânsız olduğunu; böylece bu ifadenin, muhal olana bağlanmış şeyler türünden olduğunu; buna göre adeta sanki, "Eğer ilk ölümün gelecekte tadılması mümkün olsaydı, muhakkak ki o cennetlikler onu tadarlardı.." şeklinde olduğunu" söylemiştir. 2) Ayetteki (......) (illâ) edatı lâkin anlamında olup, ifadenin takdiri, "onlar orada ölümü tadmazlar; ne var ki, onlar, İlk ölümü tadmışlardır" şeklindedir. 3) Hakiki cennet, nefsin, marifetullah, tâatullah ve muhabbetullah ile huzur bulması ve manevî bir neşeye kavuşmasıdır. Bu demektir ki, bu saadeti elde eden kimse, dünyada da cennette, ahirette de cennettedir. Durum böyle olunca da, ilk ölüm, insanın, gerçek cennet olan marifetullah ve muhabbetullah cennetinde iken tahakkuk etmiş olur. Binâenaleyh bu istisna bizim, "Gerçek cennet, yeme içme yurdu olan bu yurt değil, işte bu halin tahakkuk etmesidir" şeklindeki sözümüze adeta bir dikkat çekmek için söylenmiştir. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem),"Peygamberler ölmezler, ancak onlar, bir evden başka bir eve naklolunurlar" buyurmuştur. 3) Bir şeyi deneyip ona muttali olan kimse hakkında, "O, onu taddı.." denilmesi doğru olur. "Bilme'yi tadma" ile adlandırmak sahih olunca da, onu hatırlamanın da "zevk" (tadma) şeklinde adlandırılması doğru olur. Buna göre, ifadesinin manası, "Onlar ancak, ilk ölümü hatırlamaları sebebiyle meydana gelen zevki tadarlar..." şeklinde olur. İkinci Soru: Cehennemlikler de, ahirette ölmeyeceklerdir. Şu halde, herkes bu hususta müşterek iken, daha niçin bu müjde cennetliklere verilmiştir? Cevap: Müjde, hayatın devamı hakkında vâki olmayıp, tam aksine bu müjde, o hayatın, daha önce dünyada yapılan hayır ve mutlulukların tahakkuku ile birlikte devam edeceği hususunda olmuştur. Böylece, fark anlaşılmış olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Allah) onları, cehennem azabından korumuştur" buyurmuştur. Şedde ile vakkâhum şeklinde de okunmuştur. Buna göre onlar şayet, "Delil, cehennemden korunmanın, cenneti kazanmış olmanın bildirilmesinden önce bildirilmesini gerektirir. Çünkü, cehennem azabından korunan kimse, kurtarabilir de, kurtaramaz da... Binâenaleyh, işte bundan sonra, o kimsenin cenneti elde ettiği hususuna yer verilirse, o zaman bir mana ifade edilmiş olur. Ama cennetin iyiliklerini elde eden kimse, hiç şüphesiz, zaten Allah'ın ukubetinden kurtulmuş olur. Böylece de, cennet mükâfaatını elde etmenin bildirilmesinden sonra, cehennem azabından kurtulmuş olmadan bahsetmek bir şey ifade etmez" derlerse, biz deriz ki: Kelamın takdiri, Cenâb-ı Hakk'ın adeta, "Allah onları, evvelemirde cehennem azabından korumuştur" demiş olması biçimindedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Rabbinden bir fazl-u kerem olarak (verilmiştir)" buyurmuştur ki, bu "Müttakîterin, cehennemden kurtulma, cenneti de elde etme namına ulaştıkları her şey, ancak Allah'ın lütfü ile tahakkuk etmiştir" demektir. Alimlerimiz, "Mükâfaat, hak edip müstehak olma yoluyla değil, Allah'ın bir lütfü olarak tahakkuk eder" şeklindeki görüşlerine bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Çünkü Allahü teâlâ, müttakîlerin mükâfaatlarının kısımlarını sayınca, bütün bunların, kendisinden olan bir lütuf ve ihsan ile tahakkuk ettiğini beyan buyurmuştur." Kadî ise şöyle demiştir: "Cennetlikler, bu şeylerin pekçoğuna, her ne kadar kendi amelleri sayesinde müstehak olmuşlar ise de, bu, (cehennemden korunma işi), Allah'ın mahzâ lûtfu iledir. Çünkü Allah, mükellef tutmak suretiyle lütfetmiştir ki, bundan maksadı, O'nun, cennetlikleri işte bu makama erdirmesidir. Binâenaleyh bu tıpkı, sayesinde bir eşyanın mülkiyetini elde edebilmesi için, başkasına mat veren kimsenin haline benzer.. Çünkü, bu elde edilen mülk hakkında, "Bu mülk, falancanın lütfü sayesindedir" denilir." Biz diyoruz ki: Ey Mu'tezile, size göre, mükâfaat vermek, Allah üzerinde bir borçtur. Bunu ihlâl etmesi halinde, hafif meşrep ve cahil olur, ulûhiyyet vasfından çıkar. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın cennetlikleri cehennemden koruma işini, "Allah'dan bir lütuftur" diye nasıl vasf edebiliyorsunuz?.. Dahc sonra Cenâb-ı Hak, "işte, en büyük saadet budur" buyurmuştur. Alimlerimiz, "tafdîl-lûtfetmenin, hakedilen, mükâfaattan daha üstün bir derece olduğu hususunda bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Çünkü, Allahü teâlâ bunu, ilk önce, "kendisinden bir fadl, lütuf" olmakla tavsif etmiş, daha sonra da, "Kendisinden olan bu fadl'ı, lutf'u", büyük bir saadet olarak nitelemiştir. Buna, şu da delâlet etmektedir. Büyük bir hükümdar, ücretle çalıştırdığı işçiye ücretini verip, daha sonra bir başka kimseye, elbisesini vermesi halinde, bu elbise, durum bakımından, o ücreti vermekten daha hoş ve güzel olur.. Cenâb-ı Hak, delillerini beyân edip, vaad ve va'îdini de açıklayınca, "Biz onu, ibret alsınlar diye, senin dilinle kolaylaştırdık" buyurmuştur. Bu, "Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı, bu sûrenin başında, "Kitâb-ı Mübîn -yani açıklaması ve faydası bol" diye vasfedip, sonunda da bu hususu tekîd eden şeyi getirerek, "Bu faydası bol, apaçık kitabı, biz senin lisanınla kolaylaştırdık" yani "Onu, senin dilinle, Arapça olarak indirdik.. Ta ki onlar, öğüt alsınlar.." buyurmuştur" demektir. Kâdî. "Bu, Allahü teâlâ'nın, herkesin iman etmesini, kendisini tanımasını istediğine ve hiç kimsenin kâfir olmasını istemediğine delâlet eder" demiştir. Alimlerimiz (ehl-i sünnet) ise, buna, ifâdesindeki zamirler, hususî, muayyen kimselere ait zamirlerdir. Dolayısıyla biz, bu zamirleri mü'minlere raci kılıyoruz.." diyerek cevap vermişlerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onların başına gelecek olan şeyi, bekle.. Çünkü onlar da, senin başına gelecek olan şeyleri bekliyor, başına felâketler gelmesi ümidi ve beklentisi içindeler" buyurmuştur. Allah en iyisini bilendir. Musannif (r.h) şöyle der: "Bu sûrenin tefsiri, 603 H. yılının Zilhicce ayının 12. gününün gece yarısı olan Salı günü gecesi tamamlanmıştır. "Ey lûtfu ve iyiliği, devamlı ve kadîm olan Allah! Sana, Arşın aydınlığı, kürsînin ziyası, göklerin basamakları, yörüngeleri üzere, en üst noktaya çıkmış ve yap-boz (kevn ü fesad) aleminin tozlarından münezzeh olan yücelikler üzerinde bulunan gerek sabit gerekse gezegen yıldızların nurları şehâdet etmektedirler ki, Evvel, Hak ve Ezelî olana, aklın kuracağı ilgilerden, hatıra gelecek şeylerden ve muhdesât alemiyle ilgili olanlardan hiçbir şey uygun ve münasip düşemez.. Işığı giderilen ay noksanlığını itiraf eder. Güneş de, burçlardaki hareketinin şehadetiyle, kendisinin, Rahman olan Allah'ın yönetimine muhtaç olduğunu itiraf etmekte... Tabiatlar da, üstün kudretin altında ezilip gitmektedir. O halde bu demektir ki, Allah, yücelerin yücesinde, gayb perdeleri arkasındadır. Değişen şeyler ise, O'nun değişmediğine şehâdet etmekte; birbirini izleyerek yok olan şeyler, O'nun sermediyesinin devamını dile getirmektedir. Kendisine, "geçmiştir" "gelecektir" hükmünü yönelttiğimiz her şeyin yaratıcısı O'dur ve O, ondan yücedir. O'nun vücuduyla vücud (varlık) icâd edilmiştir. Yokluk ve yıkılış da, yine O'nun yok etmesiyledir. O'nun dışında kalan her şey, O'nun ceberrûtuna şaşırmıştır; melekûtunun nuru doğduğunda, aydınlatıcı ve nurdur. Mahlûkatının aklında, ancak, O Allah'ın yarattığı her şeyden başka, onların dışında olduğu fikri vardır. İzzet-celâl, kudret-kemâl, cûd-ihsan... hep O'nun'dur. Ey, bizim ve bizim ecdadımızın Rabbi! Ancak seni arzular, senin için namaz kılar ve oruç tutarız. Dayanılacak, ancak sensin. Sen, ilk mebde'sin, evvelsin. Seni, noksan sıfatlardan tenzih ederiz, takdis ederiz!. |
﴾ 0 ﴿