CÂSİYE SURESİ

Otuzyedi ayet olup, Mekkî'dir.

Tenzili ve Tekvini Ayetler

1

Âyetin tefsiri için bak:6

2

Âyetin tefsiri için bak:6

3

Âyetin tefsiri için bak:6

4

Âyetin tefsiri için bak:6

5

Âyetin tefsiri için bak:6

6

"Ha Mîm. (Bu) kitabın indirilişi, mutlak kadir, yegâne hüküm ve hikmet sahibi Allah'tandır. Şüphe yok ki, göklerde ve yerde, mü'minler için kat'î ayetler vardır. (Allah'ın) sizi yaratmasında ve yeryüzüne yayıp üretmekte olduğu herbir canlıda, sağlam bilgi edinecek bir zümre için ayetler vardır. Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, Allah'ın gökten rızık indirip, onunla yere, ölümünden sonra can vermesinde, rüzgârları evirip çevirmesinde, akıllarını kullanacak kimseler için ayetler vardır. İşte bunlar, Allah'ın ayetleridir ki, sana bunları, gerçeğe mutabık olarak okuyoruz. Artık onlar, Allah'ın ayetlerinden sonra, hangi söze inanırlar?".

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

İ'rab

Bil ki, ifadesinin tahlili hakkında şu izahlar yapılabilir

1) (......) mübteda, (......) ifadesi, onun haberi. Böyle olması halinde, (......) takdiri, "Ha Mim'i indirmek, Kitabı indirmektir..." şeklinde olan bir muzaf hazfedilmiş olur. (......) kelimesi de (......) kelimesinin sılası, (yani müteallakı)dır.

2) (......) kelimesinin takdiri, "Bu Hâ Mîm'dir" şeklinde olarak (mahzuf mübtedânın haberidir). Daha sonra söze, biz yeniden başlayarak, (......) ifadesini mübteda, (......) ifadesini de haber tutarız.

3) (......) kelimesinin kasem (yemin), (......) ifadesinin kasemin sıfatı, (......) ifadesi de, kasemin cevâbı olması... Buna göre mana, "Kitabı indirmek demek olan Hâ Mîm'e yemin ederim ki, göklerde ve yerde..." şeklinde olur.

El-Azîzu'l-Hakim'in İzahı

Ayetteki, (......) ifadesini, hem "kitâb" sözünün hem de Lafzâ-i celâlin sıfatı tutmak mümkündür. Ne var el- ki, ikincisi daha uygun olup, bunun delilleri şunlardır:

1) Biz, bu iki kelimeyi, Lafzatullah'ın sıfatı kabul edersek, ifâde, "hakikat", kitabın sıfatı kabul edersek, "mecaz" olmuş olur. Halbuki hakikat, mecâz'dan daha evlâdır.

2) Daha fazla yakın olmak, daha fazla tercih edilmiş olmayı gerektirir.

3) Biz, el-Azîz ve el-Hakîm kelimelerini, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatı olarak kabul edersek, bu, Kur'ân'ın hak olduğuna delâlet eden delile bir işaret olmuş olur. Zira Cenâb-ı Hakk'ın "Aziz" olması, O'nun bütün mümkinâta kadir olduğuna; "Hakîm" olması da, O'nun bütün herşeyi bildiğine, her şeyden müstağni olduğuna delâlet eder. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın Azız ve Hakîm olmasının yekûnundan, bizim için, O'nun bütün mümkinâta kadir, bütün malûmatı bilen, herşeyden müstağnî olan bir zât olduğu; böyle olan her şeyden ise, abes ve bâtıl şeylerin sudur etmesinin imkânsız olduğu hakikati tahakkuk etmiş olur. Durum böyle olduğunda da, mu'cizelerin zuhuru, peygamberin doğruluğuna delil olmuş olur. Böylece, bizim "Azîz ve Hakîm" kelimelerini, (ayette) Allah'ın sıfatı kabul ettiğimizde, işte böyle bir faydanın ortaya çıktığı sabit olmuş olur.

Ama biz bu iki kelimeyi, "kitâb" lafzının sıfatı kabul edersek, bundan yukardaki mâna meydana gelmez. Binâenaleyh, birincisi daha evlâ olur. Allah en iyisini bilendir.

Mü'minlere Deliller

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki, göklerde ve yerde, mü'minler için kati ayetler vardır" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Ayetin bu ifadesini zahirî manasına almak mümkündür. Çünkü miktarları, keyfiyetleri ve hareketleri gibi, göklerin ve yerin bizzat kendilerinde, Allah'ın varlığına delâlet eden birtakım haller mevcuttur. Hem güneş, ay, yıldızlar, dağlar ve denizler, gökler ile yerde bulunup, bunların her biri birer ayettir. Bu ayetin manasının, Bakara Sûresi'nde de, "Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılmasında, ... ayetler vardır" (Bakara. 163) biçiminde açıkça ifade edildiği gibi, "Göklerin ve yerin yaratılmasında..." şeklinde olması da mümkündür ki, bu da, bizim "Hamd, gökleri ve yeri yaratan ... Allah'a mahsustur" (En'am, 1) ayetinin tefsirinde de söylediğimiz gibi, hür ve irâde sahibi olan kadir bir zâtın bulunduğunu gösterir.

İkinci Bahis: Biz, En'âm 1 ayetinin tefsirinde, göklerde ve yerde olan pekçok hususun, hür ve irâde sahibi kadir bir ilâhın bulunduğuna delâlet ettiğini söylemiştik. Bunların bir kısmını tekrarlamada herhangi bir mahzur yoktur. Bu sebeple biz diyoruz ki: Bütün bunlar, işte şu bakımlardan, bir yaratıcının bulunduğuna delâlet eder:

1) Bunlar, hadis olmaktan halî olmayan birtakım maddelerdir. Hadis olmaktan uzak olmayan her şey ise, hadistir. Binâenaleyh bu demektir ki, bu maddeler hadistir. Her hadis olan şeyin ise, bir muhdis'i (yaratıcısı) vardır.

2) Bunlar, birtakım cüzlerden, kısımlardan meydana gelmiş olan mürekkeb şeylerdir. Maddelerin birbirlerine benzediklerini daha önce açıkladığımız üzere, bu mucizeler birbirlerinin eşi ve dengidırler. Ama bu cüzlerin bir kısmı yüzeyde değil, içlerde yer almış iken, diğer bir kısmı ise, bir kısımlarda değil satıhta bulunmaktadır. Binâenaleyh, bu cüzlerin her birinin, şu anda bulundukları o yerde bulunmaları mümkün şeylerden olmuş olur. Her mümkün için ise, bir müreccih bulunmaktadır.

3) Feleklerin ve unsurların, maddî olan mahiyetlerinin bütünü açısından birbirlerine benzemelerine rağmen, ısı, soğukluk (rutubet), felekî ve unsuri letafet ve kesafetler gibi, bunlardan herbirinin hususî ve belli sıfatları bulunmaktadır. Böylece bu iş, mümkin bir iş olmuş olur ki, her mümkin için ise, mutlaka bir müreccih gerekir.

4) Yıldızlar kütleleri, renklen açısından farklı farklıdırlar. Meselâ, Zuhal (Satürn) yıldızı soluk; Müşteri beyaz; Merîh kırmızı, Güneş, tam beyaz; Zühre, inci beyazlığında, Utarid sarı ve ay da yumurta akı beyazlığında, yani solgun beyazdır. Hem bunların bir kısmı uğurlu; bir kısmı uğursuz; bir kısmı gündüzcü erkek, bir kısmı da gececi dişidir. Halbuki biz, maddelerin, zatları açısından birbirlerinin dengi olduklarını kabul etmiştik. Binâenaleyh, bu farklı farklı sıfatların hür, irâde sahibi, kadir bir ilâhın, bunlardan her birine belli sıfatları tahsis etmiş olmasından dolayı olmuş olması gerekir.

5) Her felek, belli bir yöne doğru sürat ve yavaşlık açısından, muayyen bir miktar ile hareket etmektedir. Bütün bunlar, mümkin olan hususlardır. Binâenaleyh, bunları böyle yaratan, hür ve irade sahibi bir failin bulunması gerekir.

6) Her feleğin belli bir hususiyeti vardır. Ki bunlar da, caiz ve mümkün olan şeylerdendir. Binâenaleyh, her feleğe o belli hususiyeti veren, hür ve irâde sahibi bir failin bulunması gerekir. Bu manadaki izahların tamamı, En'âm 1 'deki ayetin tefsirinde mevcuttur.

Deliller Müminlere mi Mahsus?

Üçüncü Bahis: Ayetteki, "...mü'minler için, kat'i ayetler..." ifadesi, bu ayetlerin (delillerin) sadece mü'minlere tahsis edilmiş olmasını gerektirir. Mu'tezile şöyle demiştir: "Bunlar, hem mü'minler hem de kâfirler için birer delildirler. Ancak ne var ki, bunlardan kâfir değil de mû'min istifâde edince, bunlar, "mü'minler için... birer ayet" olarak ifade edilmiştir. Bunun bir benzeri de, (Bakara, 2) ayetidir. Çünkü Kur'ân, bütün insanlar için bir hidâyet rehberidir. Nitekim Cenab-ı Hak, 'İnsanlar için bir rehberdir.." (Bakara, 185) buyurmuştur. Ancak ne var ki, ondan sadece ve hassaten mü'minler istifade edince, pek yerinde olarak, "müttakiler için bir rehberdir..." denilmiştir. İşte burada da böyledir."

Alimlerimiz ise, "Delil ve ayet, bir şeyin bilgisinin, kendisinin bilinmesine dayandığı şeydir. Bu bilgi ise, o delil gereği değil de, Allahü teâlâ'nın yaratmasıyla meydana gelir. Allah bu bilgiyi ise, kâfir hakkında değil, mü'min hakkında yaratmıştır. Bu sebeple bu, kâfir hakkında değil de, mü'min hakkında bir delil olmuş olur" demişlerdir. Allah en iyisini bilendir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Allah'a) sizi yaratmasında ve yeryüzüne yayıp üretmekte olduğu herbir canlıda, sağlam bilgi edinecek bir zümre için, ayetler vardır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak şöyle birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Keşşaf sahibi şöyle der: (......) ifadesi, (......) ifadesindeki muzâfun ileyh durumunda olan zamire değil de, muzâf olan (yaratmak) kelimesine atıftır. Çünkü, muzâfun ileyh olan zamîr-i mecrûr-i muttasıldır. Zamir-i mecrûr-i muttasıl üzerine atfetmek ise, kabîh addedilmiştir. Binâenaleyh Arapça'da, "Sana ve Zeyd'e uğradım" denilmez. İşte bundan dolayı, Hamza'nın (Nisa, 1) ayetindeki (......) kelimesini, ile (ve'l-erhâmi) şeklinde okumasını eleştirmişlerdir. Bu atfı çirkin addedenler, (......) şeklinde bir ifâde de kullanmazlar (bunu da çirkin addederler)."

Kıraat Farkı

İkinci Bahis: Hamza ve Kisâi, hem bu ayetteki (......) kelimesini, hem de bundan sonra gelen (Câsiye. 5) ifadesindeki (......) kelimesini tâ'nın kesresi ile (âyâtin) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları, her ikisini de merfu olarak, (âyâtun) şeklinde okumuşlardır. Merfû okunması, Müberred, Zeccâc ve Ebû Ali'nin ileri sürdüğü şu iki yöndendir:

a) Bu (......) ve onun dahil olduğu cümlenin mahalline atfa göredir (ona nisbetledir). Çünkü, (......), ve kendisinde amel ettiği şeyin (isminin) mahalli, mübtedâ olmakla merfûdurlar. Binâenaleyh buradaki merfûluk mahalle hamledilmiştir. Nitekim sen, "Muhakkak ki Zeyd yola çıkmıştır, Amr da..." dersin. Cenâb-ı Hak da, "Allah, müşriklerden beridir, Resulü de..." (Tevbe, 3) buyurmuştur. Çünkü ifâdesinin anlamı, kişinin, "Allah müşriklerden uzaktır; Resulü de..." demesidir.

b) (......) ifadesinin, müste'nef bir cümle oluşudur. Bu durumda söz, cümlenin cümleye atfı şeklinde olmuş olur. Nitekim sen,"Muhakkak ki Zeyd, yola çıkıcıdır; Amr da, yazıcıdır" dediğinde, "Amr da yazıcıdır" ifadesini, müstakil bir kelam kılmış olursun ki, bu da, senin tıpkı, "Zeyd evdedir. Ben yarın falan şehre çıkacağım" demen gibidir ki, sen böylece burada iki ayrı şeyden bahsetmiş, bu iki şeyden her birini diğerine vâv ile bağlamış olursun. Bu izah, Ebu'l-Hasan ve Ferrâ'nın tercih etmiş olduğu izahtır.

Bu ifadelerin mansûb okunuşlarının izahına gelince, "Sizin yaratılmanızda da ayetler vardır.." takdirinde olmak üzere, ifadesine atfedilmiş olması sebebiyledir. Bu görüşte olanlar, bu kıraatin, Ubeyy İbn Kâ'b ile Abdullah İbn Mes'ûd'un kıraatinde de aynen (......) şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu kıraate göre, bu ifadenin başına lâm'ın gelmesi, bu sözün (......)nin başına geldiği cümlenin lafzına atfedildiğini göstermektedir.

Üçüncü Bahis: Ayetteki "ve sizi yaratmasında..." ifadesinin manası, "insanları yaratmasında" şeklindedir. O halde, ayetteki ifadesi, diğer canlıların yaratılmasına bir işaret olmuş olur. Bu ifadenin hür, irade sahibi bir kadir ilâhın varlığına delâlet etmesinin izahı da şudur: Maddeler (mahiyetçe) birbirlerine eşittirler. Binâenaleyh, bu maddelerden herbirisine belli bir cüz'ün, belli bir sıfatın, belli bir şeklin verilmiş olmasının mutlaka, hür, irade sahibi olan kadir bir varlığın tahsisi ile olmuş olması gerekir ki, bu hususa, o canlının bir yaştan diğer yaşa, bir halden diğer hale geçişi de dahildir. Bu konudaki tafsilat daha evvel geçmişti.

Gece İle Gündüzün İhtilafı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde..." buyurmuştur. Bu "ardarda geliş" (ihtilâfu'l-leyl...) şu şekillerde olabilir:

a) Gündüzün gece ile, gecenin de gündüz ile yer değiştirmesi.

b) Bazan gündüzün uzunluğunun gecenin uzunluğundan fazla olması, bazan da aksi olması.. Ve, yazın günlerin uzaması oranına göre, kışın gecelerin uzaması..

c) Senenin günlerinde, güneşin doğuş noktalarının değişmesi.

Ölmüş Yerin Diriltilmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'ın gökten rızık indirip, onunla yere, ölümünden sonra can vermesinde..." buyurmuştur ki, bu da, hür, irade sahibi bir failin bulunduğu görüşüne şu bakımlardan delildir:

a) Bulutların inşâsı ve onlardan yağmurun indirilmesi..

b) Yere düşen daneden, bitkilerin meydana gelmesi..

c) Farklı farklı bitkilerin meydana gelmesi.. Bu farklılık, çeşitlilik, ağacın gövdesi, dalları, yaprakları ve meyveleridir. Sonra o meyvelerden, ceviz ve badem gibi, kabuğun, özü (içi) kuşatmış olduğu türler vardır; kayısı ve şeftali gibi, özün çekirdeği kuşattığı türler vardır; incir gibi, kabuğu (çekirdeği) olmayan türler de vardır. Binâenaleyh, bunca çeşidine rağmen, muhtelif bitkilerin meydana gelmesi, Hakîm Rahîm, irâde sahibi bir failin bulunduğu görüşünün doğruluğuna delâlet eder

Rüzgârlar

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "rüzgârları evirip çevirmesinde..." buyurmuştur ki rüzgârlar da, farklı taksimatlara göre, pekçok kısımlara ayrılırlar. Meselâ, doğu-batı, kuzey-güney şeklinde kısımlara ayrıldığı gibi; sıcak soğuk, faydalı ve zararlı diye de kısımlara ayrılır.

Cenâb-ı Hak, bu pekçok çeşit delillerden bahsedince, "Bunda, akıllarını kullanacak bir kavim için ayetler vardır" buyurmuştur.

Benzer Ayetle Mukayese

Bil ki, Cenâb-ı Hak, bütün bu delilleri, Bakara Sûresi'nde bir arada zikrederek, "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeyleri denizde akıtan gemilerde, Allah'ın yukardan indirip yeryüzünü, ölümünden sonra dirilttiği suda, deprenen her hayvanı orada üretip yaymasında, gökle yer arasında bulunan itaatkâr rüzgârlar ve bulutları evirip çevirmesinde, düşünen kimseler için nice ayetler vardır" (Bakara, 163) buyurmuştur. Böylece Allahü teâlâ, bu sekiz çeşit delili burada zikretmiştir. Bu iki yer arasındaki farklılık şu bakımlardandır:

1) Cenâb-ı Hak, Bakara Sûresi'nde, "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında..." buyurmuş, burada ise, "şüphesiz, göklerde ve yerde..." buyurmuştur. Alimlerimiz nezdinde doğru olan görüş, "halk-yaratma"nın "mahluk-yaratıcının" aynısı olduğudur. (Delili ise şudur): Cenâb-ı Hak, "göklerde, yerde..." denilmesi ile, "göklerin ve yerin yaratılmasında..." denilmesi arasında bir farkın bulunmadığına dikkat çekmek için, Bakara Sûresi'nde, "yaratılmasında..." buyurmuş, bu sûrede ise, böyle dememiştir. Böylece bu, "halk" (yaratma)'nin, "mahlûk-yaratılan"ın aynısı olduğuna bir delil olmuş olur.

2) Cenâb-ı Hak, Bakara Sûresi'nde sekiz çeşit delilden bahsetmiş, burada ise bunlardan altısına yer vermiş, gemiler ve bulutlardan bahsetmemiştir. Bunun sebebi şudur: Geminin ve bulutun hareketinin dayandığı şey, farklı farklı rüzgârlardır. Binâenaleyh, adetâ bir sebep gibi olan "rüzgârlar"dan bahsetmek, gemiyi ve bulutu zikretmeye gerek bırakmamıştır.

3) Cenâb-ı Hak Bakara Sûresi'nde, bu delillerin tümümü birleştirmiş ve hepsine birden tek bir durak yapmıştır. Burada ise bu delilleri üç ayete yerleştirmiştir. Bundan maksat, bunların herbirine, müstakil olarak tam ve mükemmel bir nazarla bakmanın gerekli olduğuna dikkat çekmektir.

4) Cenâb-ı Hak burada, üç duraktan bahsetmiş, ki bunların ilki (......) ikincisi, (......) üçüncüsü ise, (......) ifadeleridir, öyle sanıyorum ki, bu tertibin sebebi, adeta şöyle denilmek istenmiş olmasıdır: "Mü'minlerden iseniz, bu delilleri anlayınız. Yok eğer mü'minlerden değil de, tam aksine hakkı ve yakîni araştıranlardan iseniz, o zaman yine bu delilleri anlayınız. Yok eğer ne mü'minlerden, ne de yakîni araştıranlardan iseniz, en azından sizler, akıllılar sınıfındansınız. Binâenaleyh, bu delilleri anlama ve tanıma hususunda gayret gösteriniz.

Kur'ân'da Akaid

Bil ki pek çok fukahâ şöyle demişlerdir: "Kur'ân'da, kelamcıların bahsettiği ilimler yoktur. Aksine Kur'ân'da, ahkâm ve fıkıhla ilgili şeyler vardır." Bu, büyük bir gaflettir. Çünkü Kur'ân'da, sadece ahkâmlardan bahseden uzun bir sûre yoktur ama özellikle Mekkî sûreler başta olmak üzere, içerisinde tevhidin, nübüvvetin, öldükten sonra dirilişin ve Kıyametin delillerinin yer aldığı pek çok sûre vardır. Bütün bunlar, akaidin (kelâmın) konularındandır. Düşünüp inceleyen her insan, akaid (usûl) alimlerinin meşgul oldukları ilmin, Kur'ân-ı Kerîm'in mücmel (özet) olarak ihtiva ettiği ilmin tafsil edilmiş şeklinden başka bir şey olmadığını anlarlar.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "işte bunlar, Allah'ın ayetleridir ki, sana bunları gerçeğe mutabık olarak okuyoruz" buyurmuştur. Buradaki "hak" ile, bu ayetlerin doğruluğunun aklen malum oluşu kastedilmiştir. Bu böyledir, çünkü bu ayetlerin doğru olduklarının bilinmesi, ya naklen, ya aklen olabilir. Birincisi söz konusu olamaz. Çünkü naklî delillerin doğruluğu, hakîm, kadir ve âlim bir ilahın olduğunu bilmeye, nübüvvet müessesesini tanımaya ve mucizelerin o nübüvvetin doğruluğuna nasıl delâlet ettiklerini anlamaya dayanır. Binâenaleyh bu itikadı hususları, naklî delillerle isbata kalkışırsak, devr-i fasit (kısır döngü) gerekir. Bu ise bâtıldır. Bu bâtıl olunca, bu delillerin hakikatim bilmenin, ancak sırf akıl ile, aklî delillerle olacağı anlaşılır. Durum böyle olunca da, Hak teâlâ'nın, "İşte bunlar, Allah'ın ayetleridir ki, sana bunları hak olarak okuyoruz" ifadesi, akâid ilmine ve aklî izahlara teşvik eden, en büyük delillerden biri olmuş olur.

Daha sonra Allahü teâlâ, "Onlar, Allah'ın ayetlerinden sonra artık hangi söze inanırlar?" buyurmuştur. Bu, "Kim bu ayetlerden istifade etmezse, artık bundan sonra onun istifade edebileceği hiçbirşey yoktur" demektir. Cenâb-ı Allah, bu beyanla taklîdî imanın yeterli olacağını iddia edenlerin görüşünün yanlışlığını bildirmiş ve mükellefe, Allah'ın dininin delillerini düşünmesinin vâcib olduğunu beyân etmiştir. Ayetteki fiil, ile "inanırsınız" şeklinde de okunmuştur. Ebû Ubeyde, yâ'lı okunuşu tercih ederek şöyle der: "Ayetteki bu ifadeden önce ve (inanan, akleden kavim için) ifadeleri geçmiştir. Bu fiiller gâib sîgası olduklarına göre, buradaki fiilin de gâib sîgasiyla olması gerekir. "Eğer, "Bu ifadeden önce muhatab sîgası olan, "Allah'ın sizi yaratmasında..." ifadesi de vardır?.." denilirse, biz deriz ki: Bahsettiğimiz gâib sığalar, ihtilaf edilen bu fiile daha yakındır. Daha yakın oluş ise, tercih sebebidir. Bu ifadeyi muhatab sigasıyla okuma durumunda şu izah yapılır: "Bunun başına bir (......) kelimesi takdir edilir ve "Onlara de ki "bundan sonra artık hangi söze inanacaksınız?" manasında olur."

Bilerek İnkâr Edenler

7

Âyetin tefsiri için bak:11

8

Âyetin tefsiri için bak:11

9

Âyetin tefsiri için bak:11

10

Âyetin tefsiri için bak:11

11

"Yalana, günaha dadanan herkesin vay haline! Kendisine Allah'ın ayetleri okunurken, işitir ama sonra büyüklük taslayarak, bunları hiç işitmemiş gibi (küfründe) ısrar eder. İşte onu çok elem verici bir azab ile müjdele! O, - ayetlerimizden bir şeye muttali olduğu zaman, bunu eğlence edinir. İşte onlar böyledir. Onlar için zillet verici bir azab vardır. Önlerinde cehennem, onların ne kazandıkları şeyler, ne de Allah'ı bırakıp dost edindikleri şeyler, onlardan hiçbirşeyi uzaklaştıramaz. Onların hakkı büyük bir azabtır. Bu Kur'ân bir hidayettir. Rablerinin ayetlerini inkâr edenler için, elem verici bir azab çeşidinden bir azab vardır"

Effakü Esîm

Bil ki Allahü teâlâ, kâfirlere, ayetlerini beyân edip, onca açıklığına rağmen bu ayetlere iman etmedikleri için, artık daha hangi söze inanacaklarını sorunca, bunun peşisıra onlara büyük bir tehdidde bulunarak, "Yalana, günaha dadanan herkesin vay haline..." demiştir. "Effâk", yalancı demek olup, "esîm" de, günahlara dadanan, çok çok işleyen demektir. Bil ki "esîm" (günahkâr) için şöyle iki durumu vardır:

Birinci Durum: İnkârında ve büyüklük taslayışında ısrar etmesi... İşte bu durumu ifade için Cenab-ı Hak, "Kendine Allah'ın ayetleri okunurken, işitir ama, sonra kendi fikirlerini ve aklını beğenerek, Allah'ın ayetlerine iman etme hususunda büyüklük taslar ve küfründe ısrarla devam eder" buyurmuştur.

Bu ayetin Nadr b. Haris hakkında nazil olduğu ve onun, acemlerin (İranlıların) efsanelerini ve masallarını satın alıp, böylece onları anlatarak, insanları Kur'ân'ı dinlemekten alıkoymaya uğraşması hakkında nazil olduğu ileri sürülmüştür. Halbuki ayet, bu sıfatları taşıyan herkes hakkında geneldir. Buna göre birileri, "Ayetteki, Sonra büyüklük taslayarak ... ısrar eder" ifadesindeki "sonra" (sümme) kelimesinin manası nedir?" derlerse, biz deriz ki: Bunun bir benzeri de, "Hamd, gökleri ve yeri yaratan Allah'a aittir. Sonra (bir de) kâfirler kalkmışlar Rablerine şirk koşuyorlar" (En'âm, 1) ayetindeki "sonra" kelimesidir. Bu "sonra" şu manaya gelir: "Allah göklerin ve yerin yarattcısı olunca, bu putları O'na, ibadet hususunda eş tutmak, akıldan uzak ve mantıksız bir iş olur." Burada da, Allah'ın ayetlerini bunca kuvvetine ve açıklığına rağmen, dinledikten sonra, inkâr ve yüzçevirme ile karşılık vermek aynı şekilde uzak ve mantıksız bir iştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bunları hiç işitmemiş gibi..." buyurmuştur. Bunun aslı, şeklindedir. Buradaki "hû" zamiri, zamir-i sân olup, cümle "hal" olarak mahallen mansubtur. Buna göre mana, "O, sanki bu ayetleri duymamış gibi olur" şeklindedir.

Kâfirin Ayetlerle Alay Etmesi

İkinci Durum: Günahkârların, ısrar ve kibirlenme merhalesinden, istihza (alay) haline geçmesidir. Cenâb-ı Allah bunu ifade için de, "O, ayetlerimizden bir şeye muttalî olduğu zaman, bunu eğlence edinir" buyurmuştur. Aslında ilgili sözün, "O bunu alay edinir" manasında, şeklinde olması gerekirdi, ama Cenâb-ı Hak, bu günahkârın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirilen ayetlerden hangi sözü duysa, bu vesileyle bütün ayetlerle istihzaya dalıp, sadece birisiyle alay etmekle yetinmediğini bildirmek için, çoğulu gösteren müenness zâmiriyle buyurmuştur.

Cenâb-ı Allah daha sonra, "Onlar için zillet verici bir azab vardır" buyurmuştur. Buradaki, (Onlar) kelimesi, bütün böyle yalancı ve günahkârların içine aldığı için, ayetteki, "Yalana, günaha dadanan herkes" ifadesine işarettir.

Cenâb-ı Allah daha sonra bu zillet verici azabın nasıl olduğunu anlatmak üzere "Arkalarında cehennem..." buyurmuştur. Bu, "Onların önünde cehennem var" demektir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Verâ", ön veya arkadan, insanı perdeleyen şeye denir."

Daha sonra, onların dünyada sahip oldukları şeyin kendilerine fayda vermeyeceğini beyan ederek, "Onların ne kazandıklan şeyler, onlardan birşeyi defedebilir" buyurmuştur. Daha sonra putlarının da onlara fayda vermeyeceğini bildirmek üzere: "Ne de Allah'ı bırakıp dost edindikleri şeyler, onlardan birşeyi defedebilir" "Onların hakkı büyük bir azabtır" buyurmuştur.

Eğer, "Bu ayetten önce, "Onlar için, zillet verici bir azab vardır" denilmiştir. Öyleyse, daha sonra yeniden, "Onların hakkı büyük bir azabtır" denilmesinin hikmeti nedir? denilirse, biz deriz ki: Azabın muhîn olması, ihanetin (hor ve hakir kılmanın, zillet vermenin) bu azab ile olduğuna; büyük olması da, zarar vermesi bakımından en son noktaya vardığına delâlet eder.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Bu (Kur'ân) bir hidayettir" yani "Hidayete erdirmede en ileri derecededir." "Rablerinin ayetlerini inkâr edenler için, elem verici bir azab çeşidinden bir azab vardır" buyurmuştur. "Ricz", azabın en şiddetlisi demek olup, delili, "Zalimlerin üzerine gökten bir ricz indirdik" (Bakara, 59) ayeti ile, "Eğer bizden bir riczi giderirsen... (dediler)"(A'raf, 133) ayetidir. "Elîm" kelimesi, hem cer ile (kesreli) hem de ref ile (Ötüreli) okunmuştur. Cer ile okunuşu, takdirinden dolayıdır; onların azabları, elîm azab cinsinden olunca, azabları "elîm" olmuş olur. Ref ile okunuşa göre mana, "Onlar için bir azab-ı elîm vardır" şeklinde olur ve "ricz"den murad da, "pislik" manasındaki "ricz" olur. Bu azabın pis oluşu, "Onlara irinli su içirilir"(ibrahim. 16) ayetinden anlaşılmaktadır. Buna göre sanki mana "Onlar için, pisliği yudumlama, yahut içme azab ve işkencesi vardır" şeklinde olur ve deki "min" edatı, azabı açıklayan min-i beyâniyye olur.

Âhiret

12

Âyetin tefsiri için bak:15

13

Âyetin tefsiri için bak:15

14

Âyetin tefsiri için bak:15

15

"Allah, emri ile, İçinde gemilerin akıp gitmesi için, fazlından nasib arayasınız diye, denizi sizin emrinize âmâde kıldı. Umulur ki şükredersiniz. Göklerde ne var, yerde ne varsa, O, hepsini kendi tarafından olarak size âmâde kıldı. Şüphe yok ki bunda, tefekkür eden kimseler için ayetler vardır. İman edenlere, Allah'ın günlerini (ahireti) ümit etmeyenleri bağışlamalarını söyle. Çünkü Allah, bir kavme, kazandıklarına göre karşılık verir. Kim Salih amel işlerse, bu kendi lehine, kim de kötülük ederse, bu da aleyhinedir. Nihayet, hepiniz ancak Rabbinize döndürüleceksiniz".

Bil ki Allahü teâlâ, gemilerin suyun üstünde hareket edişlerini delil getirmiştir: Bu hareket ancak şu üç şeyin, emre âmâde kılınması sayesinde gerçekleşir:

a) İstenilene uygun olarak hareket eden rüzgârlar,

b) Suyun yüzünün, gemilerin hareket edebileceği düzlükte yaratılmış olması,

c) Ağacın suyun üstüne çıkan ve batmayan bir şekilde yaratılması... Bu üç şey, hiçbir insanın gücü dahilinde değildir. Binâenaleyh bunlara kadir olan bir mucidin bulunması gerekir ki, bu da Allah Sübhânehû ve Teâlâ'dır. Ayetteki, "Fazlından nasib arayasınız diye..." ifadesi, "Üzerinde ticaret yapmak, yahut inci-mercan çıkarmak için denize dalmanız, yahut ondan taptaze (balık) etleri elde etmeniz sayesinde..." demektir.

Herşeyi Katından İndirmesi

Hak teâlâ daha sonra, "Göklerde ne var, yerde ne varsa. O, hepsini kendinden size bir rahmet olarak âmâde kıldı" buyurmuştur. Bu, "Eğer Allah, göklerin ve yerin kütlelerini şimdi bulundukları yerde ve bu yörüngelerinde durdurmasaydı (yaratmamış olsaydı), bahsedilen bu faydalar sağlanamazdı. Çünkü yeryüzünün, devamlı düşen, yahut yükselen bir nesne olması durumunda, o faydalar tahakkuk etmezdi. Yerin, altın, gümüş veya demirden olması durumunda da yine bahsedilen istifâde elde edilemez. Bütün bu hususları daha önce beyân etmiştik.

İmdi eğer, "Ayetteki (......) kelimesinin cümle içindeki yeri nedir?" denilirse, bizleriz ki: Bu "hâl" mevkiinde olup, mana, "Allah, bütün bu şeyleri katından olarak, emre âmâde kılmıştır, yani, bunları kudret ve hikmetiyle varedip, mahlûkatının emrine âmâde kılan Allahü teâlâ'dır" şeklindedir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Seleme b. Muhârfb, bu ifadeyi, ya mecazî olarak, Sahhare fiilinin faili olarak, yahut mahzuf bir mübtedanın haberi olarak, (Allah'ın lütfu ve ihsanı) şeklinde okumuştur ki, bunun, mahzuf mübtedânın haberi olması durumunda takdiri, veya (Bu, veya O, Allah'ın lütfudur)" şeklinde olur.

Bil ki Allahü teâlâ kullarına, tevhidinin, kudretinin ve hikmetinin delillerini bildirince, bunun peşinden "îman edenlere, Allah'ın günlerini ümid etmeyenleri bağışlamalarını söyle" buyurarak, üstün ahlâkı ve güzel fiilleri öğretmeye başlamıştır. "Allah'ın günlerini ümid etmeyenler" ifadesiyle, kâfirler kastedilmiştir.

Âlimler bu ayetin sebeb-i nüzulü hususunda ihtilaf etmişlerdir: Ibn Abbas (radıyallahü anh), ayetin manasının, "İman edenlere, yani Ömer'e söyle, Allah'ın günlerini ümid etmeyenleri, yani Abdullah b. Übey'i bağışlasın" şeklinde olduğunu söylemiştir.

Bu böyledir, çünkü onlar, Benî Mustalik savaşında, Müreysî adındaki bir kuyunun yanında konakladılar. Derken Abdullah b. Übey, su getirmesi için kölesini gönderdi, fakat kölesi geç kaldı. Kölesi yanına gelince de ona, "Seni geciktiren nedir?" dedi. Kölede, "Ömer'in kölesi, kuyunun kenarına oturdu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Ebû Bekr'in ve kölesinin kırbalarını dolduruncaya kadar, kimseye sıra vermedi" dedi. Bunun üzerine Abdullah bizim ve bu adamların misali, tıpkı, "Besle köpeğini yesin seni" denilmesine benzer" dedi. Bu söz, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e ulaşınca, Abdullah'a gitmek için kılıcını taktı. Bunun üzerine Allahü teâlâ, bu ayeti indirdi.

Mukâtil de şöyle demiştir: Kureyş kâfirlerinden biri, Mekke'de Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e sövdü. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) onun yakasına yapışmaya koştu. Bunun üzerine Allahü teâlâ, bu ayeti indirerek ona, affetmesini emretti. Meymun b. Mihran da şunu rivayet etmiştir: Yahudi Finhans, Hak teâlâ'nın, "Kim Allah'a güzel bir borç verirse..." (Bakara, 235) ayeti nazil olunca, "Muhammed'in Rabbi, muhtaç duruma düşmüş" dedi. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bunu duyunca, kılıcını kuşandı ve onu aramaya çıktı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ömer'i bulup, geri çevirmesi için adam gönderdi. Çünkü bu ayet inmişti.

İbn Abbas (radıyallahü anh) "Allah'ın günlerini ümid etmeyenler" ifadesine, "Allah'ın mükâfaatlarını ummayan, ikâbından korkmayan ve geçmiş ümmetlerin başına gelenlerden çekinmeyenler" manasını vermiştir. Biz, "Allah'ın günleri"nm ne demek olduğunu, (ibrahim, 5) ayetinin tefsirinde anlatmıştık. Müfessirlerin çoğu bu ayetin mensuh olduğunu ileri sürerek: "Çünkü bu bağışlamaya kâfirlerin öldürülmemesi de girer. Binâenaleyh Allah kâfirlerle savaşı emredince, bu mensuh olmuştur" demişlerdir. Doğruya en yakın olan şöyle demektir: "Bu ifade, önemsiz konularda ve hususlarda, onlarla çekişmemeye; onlardan kaynaklanan eziyet verici sözlere ve işlere aldırmama manasına hamledilir."

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ta ki Allah birtakım kimselere, kazandıklarına göre karşılık versin" buyurmuştur ki, bu "Allah, bu mağfiret sebebiyle, hayır işleyen bir ümmete mükâfaat versin diye..." demektir.

Eğer "Kendisiyle, "iman edenlere söyle" ifadesinde bahsi geçen mü'minler kastedildiği halde, "bir kavm" ifadesinin, böyle nekire getirilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu nekirelik, o kavmin şanlarının yüceliğine delâlet eder. Buna göre sanki, "Bir kavme, yani işleri, kötülükleri bağışlamak, eziyetlere aldırmamak ve vahşete katlanmak ve kötülüklere göğüs germek olan o kavme mükâfaat versin diye..." denilmiştir. Bazı kimseler de ayetin manasının şöyle olduğunu söylemişlerdir: "Allah'ın, o, kâfirlerin işledikleri günahlara karşılık (ceza) vermesi için, mü'minlere söyle, kâfirlere aldırmasınlar." Buna göre sanki mü'minlere, "O kâfirlere sizler karşılık vermeyin, Biz veririz" denilmektedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak genel hükmünü bildirmek üzere: "Kim sâlih amel işlerse, bu kendi lehinedir" buyurmuştur. Bu ayet, Allah'ın o bağışlayanlara işaret ettiğini bildirdiği ifadedir. Kim de kötülük ederse, bu da aleyhinedir", bu ifade de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve mü'minlere eziyete ve helâl olmayan şeyleri yapmaya yeltenen o kâfirlere bir işarettir. Böylece Allahü teâlâ, amel-i salihin, büyük bir fayda ile kendisini yapana; kötü amelin de bir zararla kendisini yapana yönelik olduğunu beyân buyurmuş ve kendisine yönelik bir faydadan ötürü değil de, sırf kuldan ötürü, amel-i salihi emretmiş, kötü ameli de yasaklamıştır ki bu, Cenâb-ı Hak tarafından, amel-i salihe bir teşvik ve kötü amelden bir men ediştir.

16

Âyetin tefsiri için bak:21

17

Âyetin tefsiri için bak:21

18

Âyetin tefsiri için bak:21

19

Âyetin tefsiri için bak:21

20

Âyetin tefsiri için bak:21

21

“Andolsun ki biz, Isrâiloğullarına Kitap, hüküm ve peygamberlik vermiş, onlara tertemiz rızıklar ihsan etmiş ve onları âlemlerin üstüne çıkarmıştık. Onlara, (din) emrinden açık açık deliller verdik. Şimdi onların kendilerine bilgi geldikten sonra, ihtilafa düşmeleri, ancak ihtirasdan dolayıdır. Şüphesiz Rabbin, onların ihtilaf ettikleri şeyler hakkındaki hükmünü, Kıyamet günü aralarında verecektir. Sonra seni de, emrinden bir şeriat üzerine görevlendirdik. Binâenaleyh sen ona tabî ol. Cahillerin hevâ-ü heveslerine uyma. Çünkü onlar, (Allah'ın iradesinden) hiçbirşeyi senden katiyen defedemezler. Şüphe yok ki zâlimler, birebirlerinin dostlarıdır. Allah ise müttakîlerin dostudur. Şu Kur'ân, insanlar için besâir, yakînî imân edecek kimseler için de bir hidayet ve rahmettir. Yoksa o kötülükleri kazananlar, kendilerini, iman edip salih ameller işleyenler gibi yapacağımızı mı, dirimleri ile ölümlerinin bir mi olacağını sandılar? Böyle düşünmeleri ne kötü!".

Bil ki Allahü teâlâ, hased ve ihtirasdan ötürü aralarında ihtilaf bulunmasına rağmen Isrâiloğullarına pek çok nimetler verdiğini beyan etmiştir. Bunu zikretmedeki maksadı, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavminin yolunun, geçmiş kavimlerin yolu gibi olduğunu beyan etmektir. Bil ki nimetler, dinî ve dünyevî olarak ikiye ayrılır. Dinî nimetler, dünyevî nimetlerden daha üstündür. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak işe, dinî nimetleri zikrederek başlamış ve "Andolsun ki biz, İsrailoğullarına, kitap, hüküm ve peygamberlik vermiştik" buyurmuştur.

Doğruya en yakın olan, şöyle demektir: Sayılan bu üç şeyden herbiri, ayrı bir şeydir. Bu kitap, Tevrat'tır. "Hüküm" ile ilgili olarak da şu izahlar yapılabilir:

a) Bununla, ilim ve hikmet murad edilmiş olabilir.

b) Bununla, davaların nasıl halledileceğini bilme kastedilmiş olabilir.

c) Bununla, Allah'ın ahkâmını yani fıkıh ilmini bilme kastedilmiş olabilir. Peygamberliğin ne demek olduğu ise malumdur.

Dünya nimetlerine gelince, bu da, "Onlara tertemiz rızklar (tayyibât) İhsan ettik" ayetiyle ifade edilmiştir. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak, dünyada bol rızık vererek, onları Firavunun kavminin mallarına ve yurtlarına mirasçı kılmış, daha sonra da onların üzerine, bıldırcın etiyte kudret helvası indirmiştir.

Cenâb-ı Hak, onlara dinî ve dünyevî nimetleri bol bol ihsan ettiğini beyân buyurunca, "Onları, âlemlerin üstüne çıkarmıştık" demiştir ki bu, "Onlar, derece ve fazilet bakımından, devirlerindeki insanlardan daha ileri ve yüce oldular" demektir. İşte bundan ötürü müfessirler, bu ifadeye, "Biz onları, zamanlarında bulunan bütün insanlara üstün kıldık, faziletli kıldık" manasını vermişlerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlara (din) emirinden, açık açık deliller vermiştik" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili şu izahlar yapılabilir:

a) Allah onlara, iş ile yani dünya işiyle ilgili beyyineler, yani deliller vermiştir.

b) Ibn Abbas şöyle der: "Bu, "Allah onlara, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in işiyle ilgili olarak, onun Tihame'den (Mekke'den), Yesrib'e (Medine'ye) hicret edeceğini ve Yesrib halkının ona yardımcı olacaklarını bildirmişti" manasınadır.

c) Biz onlara beyyineler, yani peygamberlerin nübüvvetlerinin doğruluğuna dâir kesin mucizeler vermiştik. Bu beyyinât ile kastedilen, Musa (aleyhisselâm)'nın mucizeleridir.

Psikolojik Günah İşleyenler

Allahü teâlâ daha sonra, "Şimdi onların kendilerine bilgi geldikten sonra ihtilafa düşmeleri, ancak ihtirasdan dolayıdır" buyurmuştur.

Bu ayet, Şûra Sûresi'nde tefsir edilmiş olup, burada yeniden zikredilmesinin maksadı, onların bu halinin, şaşılacak birşey olduğunu göstermektir. Çünkü ilmirvbilginin bulunması, ihtilafın ortadan kalkmasını gerektirir. Halbuki burada, bunlar arasında, ilmin gelişi, ihtilafın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Çünkü bunların ilimden (bilmeden) maksadtarı, ilmin bizzat kendisi değil, ancak başkanlık elde etmek ve lider olmaktır. Burada şu gibi ihtimaller var:

1) Cenâb-ı Hak bu ifadeyle, onların bildiklerini, fakat inad ettiklerini anlatmak istemiştir.

2) Buradaki "İlim" ile, esas ilim değil de, ilme götüren İşaretler ve ipuçları kastedilmiş olabilir. Buna göre mana, "Allahü teâlâ. üzerinde düşünmeleri halinde, sayesinde hakkı tanıyıp bitecekleri beyyineler ve deliller vermiştir. Ama onlar hasedleri ve inadlan yüzünden ihtilaf etmiş, münakaşa çıkarmışlardır" şeklinde olur.

Allahü teâlâ sonra da "Şüphesiz Rabbin onların ihtilaf ettikleri şeyler hakkındaki hükmünü, Kıyamet günü aralarında verecektir" buyurmuştur ki bu, "Bâtıldan yana olanın, dünya nimetlerine aldanmaması gerekir. Çünkü bu nimetler, her nekadar hakkı savunanların nimetlerine denk ve hatta daha fazla bile olsa, bâtıla, âhirette hoşuna gitmeyecek şeyler görecektir" demek olup, bu adetâ onlar için bir zecr (caydırıcı şey)dir.

Cenâb-ı Hak, bâtılı savunanların, sırf hasedleri ve azgınlıkları yüzünden haktan yüz çevirdiklerini beyan buyurunca, peygamberine, o yola iltifat etmeyip, hakka sımsıkı sarılmasını ve kendisi için, hakkı ortaya koymak ve doğruyu anlatmaktan başka bir maksadının olamayacağını bildirerek, "Sonra seni de emrinden bir şeriat, yani dinî işlerde bir yol ve metod üzere görevlendirdik. Binâenaleyh, delil ve beyyinelerie sabit olan şeriatına uy, hakkında hiçbir hüccet bulunmayan, cahillerin nevalarına ve sırf hevâ-ü cehalet üzerine kurulmuş dinlerine uyma" buyurmuştur.

Kelbî şöyle der: "Kureyş'in ileri gelenleri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Mekke'de, "Atalarının dinine dön. Çünkü onlar, senden daha efdal ve daha yaşlı (tecrübeli) idiler" dediler. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bu ayetini indirdi.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü onlar, (Allah'ın iradesinden) hiçbirşeyi senden katiyyen defedemezler" buyurmuştur ki bu, "Eğer sen, onların bâtıl dinlerine meyledecek olsan, azaba müstehak olursun ve onlar, Allah'ın azabını senden savuşturmaya kadir olamazlar" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, zalimlerin dünyada da, âhirette de biribirlerini dost edindiklerini, ama kendilerine mükâfaat verme ve başlarındaki cezayı kaldırmada, faydalı olabilecek bir dostları bulunmadığını; hidayeti bulmuş müttakîlere gelince, onların dostlarının kendisi olduğunu ve onların da zaten Allah'ı dost edindiklerini ve bu iki dost edinme arasındaki büyük farkın ortada olduğunu beyan buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak, bu kalıcı ve faydalı delilleri izah edince, "Şu Kur'ân, insanlar için besâir, yakînîiman edecek bir kavim için de bir hidayet ve rahmettir" buyurmuştur ki, biz bunun tefsirini, A'râf Sûresi'nin sonunda yapmıştık. Manası ise, "Bu Kur'ân, insanlar için besâirdir..." şeklindedir. Cenâb-ı Hak, Kur'ân'daki, bu anlamdaki şeyleri diğer ayetlerde, bir "rûh" ve bir "hayat" olarak ifade ettiği gibi, Kur'ân'daki kâfi olan ve de şifâ verici açıklama ve beyyineleri, kalblerdeki basiretler mertebesinde kabul etmiştir ki bu Kur'ân, iman edip yakîn sahibi olan kimseler için dalâletten hidâyete, azâbtan da rahmete bir yoldur, vesiledir.

Cenâb-ı Hak, zalimlerle mütîakîler arasındaki farkı, biraz önce geçen şekliyle beyan buyurunca, bu iki zümre arasındaki farkı, bir başka yönden de beyan ederek, "Yoksa o kötülükleri kazananlar, kendilerini, iman edip salih ameller işleyenler gibi yapacağımızı mı ... sandılar?" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Bu ifadenin başındaki edatı, bir başka şeye atfedilmesi halinde, bir şey sormak için kullanılmakta olan kelimedir. Bu atfedilen şeyin, mezkûr olup olmadığı farketmez. Buna göre buradaki ifadenin takdiri, "Müşrikler bunu biliyorlar mı, yoksa bizim, kendilerini, tıpkı müttakileri dost edindiğimiz gibi, dost edineceğimizi mi sanıyorlar?" şeklinde olur.

İkinci Bahis: İctirâh, kazanmak, iktisâb etmek olup, "el-cevârih" kelimesi de bu köktendir. Yine, Arapça'da, "Onların, ailenin geçimini sağlayan" anlamında, ifadesi kullanılır. Cenâb-ı Hak da, bir başka ayetinde, "gündüzün ne elde edeceğinizi de bilir..."(En'âm, 60) buyurmuştur.

Üçüncü Bahis: Kelbî şöyle der: "Bu ayet, Ali, Hamza ve Ebû Ubeyde Îbnu'l-Cerrâh ile müşriklerden Utbe, Şeybe ve Velîd İbn Utbe gibi üç kişi hakkında nazil olmuştur. Zira bu üç müşrik, ismi geçen mü'minlere, "Vallahi, siz hiçbir hak ve hakikat üzere değilsiniz. Sizin söylediğiniz hak olsa bile, dünyada bizim durumumuz nasıl sizden üstün ve ileri ise, ahirette de ileri olacaktır" dediler.

Ahiretteki Mükâfaatlar

Bunun üzerine Allah, onların bu sözünü kabul etmediğini; sevap dereceleri ile mutluluk makamları açısından, itaatkâr mü'minin âsî kâfire denk olmayacağını beyan buyurmuştur.

Bil ki, (hasibe) fiili, iki mef'ûl gerektirir. Bunlardan birisi, ifadesindeki zamir (yani ifadesi), ikincisi ifadesindeki kâf'dır. Buna göre mana, "Günah kazanan bu kimseler, bizim, kendilerini, iman edenler gibi yapacağımızı mı zannediyorlar?!" şeklinde olur ki, bu ifadenin benzeri ifadeler ise şunlardır: "Öyle ya, mü'min olan kimse, imandan hariç kişi gibi midir? Onlar müsavi olmazlar" (Secde, 18); "Şüphesiz biz peygamberliğimize ve iman edenlere hem dünya hayatında, hem şâhidlerin dikileceği gün elbette yardım edeceğiz. O gün özür dilemeleri zalimlere asla fayda etmeyecektir. Lanet onların, fena yurt da onlarındır" (Mû'min, 51-52); "Öyle ya, biz müslümanlan o günahkârlar gibi yapar mıyız hiç? Size ne oluyor? Nasıl böyle hükmediyorsunuz?" (Kalem, 35-36) ve "Yoksa biz iman edip de güzel güzel amel edenleri yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yahut, korkanları doğru yoldan sapanlar gibi mi sayacağız?" (Sad, 28).

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Dirimleri ile ölümlerinin bir mi olacağını..." buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza, Kisâî ve Asım'ın ravisi Hafs, nasb ile (sevâen) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları ref ile okumuşlardır. Ebû Ubeyd'in tercihi ise, nasb ile okumadır. Bu ifadenin ref ile okunmasının izahı şudur: ifadesi mübtedâ olup, müfret hükmünde olan cümle mahallen mansub olarak, ifadesinin ikinci mef'ûlünden, yani ifadesindeki kâf'dan bedel olarak, mahallen mansûb olup, bu ifadenin bir benzeri de, "Zeyd'in babasını, gidici sandım..." ifadesidir. Bu ifadeyi şeklinde nasb okuyan kıraatin izahına gelince, Keşşaf sahibi şöyle der: "Buradaki (......) kelimesi, (mustevin) anlamındadır. İşte bu sebeple kelimeleri, fâiliyet üzere merfû olmuşlar, böylece de meydana gelen ifade, cümle değil, müfret (mürekkeb) olmuş olur.. ifadelerinin mahallen mansub olmasına göre okuyanlara gelince, bunlar bu ifadeleri, tıpkı, "Hacının gelişinde..." ve"Yıldızın batışında..." ifadeleri gibi iki zarf kabul etmişlerdir ki, bu durumda ifadelerin takdiri, şeklinde olur. Ebû Ati ise, şöyle demiştir:" kelimesini mansûb okuyanlar, ve kelimelerini, ifadesindeki mansûb olan zamirinden bedel tutmuşlardır. Buna göre ifadenin takdiri, "Bizim, onların dirimlerini ve ölümlerini denk kılmamızı..." şeklinde olur." Ebû Ali, sözüne devamla şöyle demiştir: "Bizim, bu ifadeleri hâl kabul etmemiz de mümkündür. Bu durumda ikinci mef'ûl, ifadesindeki kâf olmuş olur.

Hayat İçin "Sağlıklı Gerçek" Tabiri Kullanılmıştır

Alimler, (......) ifadeleriyle neyin kastedildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Mücâhid, Ibn Abbas'ın şöyle dediğini söylemiştir: "Onlar, hayatlarının ve ölümlerinin, mü'minlerin hayatı ve ölümleri gibi olduğunu mu zannederler? Hayır, hayır! Onlar, kâfir olarak yaşar, kâfir olarak ölürler. Mü'minler ise, mü'min olarak yaşar, mü'min olarak ölürler. Bu böyledir, zira mü'min, dünyada olduğu sürece onun dostu Allah, yardımcıları mü'minlerdir; Allah'ın hücceti de onunla beraberdir. Kâfir ise, bunun tam tersinedir..." Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Şüphe yok ki zalimler, birbirlerinin dostlarıdır..."(casiye, 19) buyurduğu gibidir. Ölüme yaklaşıldığında, mü'minin durumu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ki bunlar, meleklerin pâk ve âsûde olarak canlarını alacakları kimselerdir. "Selâm size. işlemekte olduğunuz (amellerin) karşılığı olmak üzere girin cennete" derler" (Nahl, 32) ayetinde bahsettiği gibi; Kâfirin durumu ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Melekler, kendilerine küfürleri sebebiyle, zulmedenlerin canlarını alacakları zaman, onlar: "Biz hiçbir fenalık yapmazdık" (diye diye) teslim (oldular). Hayır, Allah sizin neler işler olduğunuzu elbette ki çok iyi bilendir" (Nahl, 28) ayetinde bahsettiği gibi olur. (Bu iki sınıfın) Kıyametteki durumu hakkında ise, Cenâb-ı Hak, "O gün yüzler vardır; parıl pani parlayıcıdır. Gülüşleri sevinçlidir. Gülücüdür, sevinicidir. O gün yüzler de vardır; üzerlerini toz toprak (bürümüştür). Onu (da) bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır" (Abese, 38-31) buyurmuştur ki bu, bu iki durum arasında bir farklılığın bulunacağına bir işarettir. Ayetin te'viliyle ilgili olarak bir ikinci izah da, mananın, "Onların hayatlarında bir eşitliğin bulunmasına mukabil, Ölümlerinde bir eşitliğin olmayacağını belirtmek" şeklinde olmasıdır. Bu böyledir, zira mü'min ve kâfirin yaşayışları, bazan sıhhat, rızık ve kendi kendine yetme hususlarında eşit olabilir; hatta bazan kâfir, mü'minden daha iyi durumda bulunabilir. Bu ikisi arasındaki fark ancak ölümleri hususunda ortaya çıkar.

Bir üçüncü izah da şudur: Ayetteki ifadesi, "Günahkârların yaşayışlanyla ölümleri eşit olduğu gibi, itaatkâr ve salih kimselerin yaşayış ve ölümleri eşittir, yani herkes yaşadığı gibi ölür..." anlamında olmak üzere, yeni başlayan bir kelâmdır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, böyle bir eşitliğin olamayacağını açıkça belirtmek için; "Böyle düşünmeleri ne kötü!" buyurmuştur ki, bunun ne demek olduğu gayet açıktır.

Maddeci Zihniyete Reddiye

22

Âyetin tefsiri için bak:26

23

Âyetin tefsiri için bak:26

24

Âyetin tefsiri için bak:26

25

Âyetin tefsiri için bak:26

26

"Allah, gökleri ve yeri, hakkı ikâme etmek ve bir de, herkesin kazandığı ne ise, kendilerine asla haksızlık edilmeyerek, onunla mukabele edilmesi için yaratmıştır. Şimdi bana haber ver: Hevâ ü hevesini tanrı edinen, Allah'ın kesin bir bilgiye dayanarak şaşırttığı, kulak ve kalbini mühürleyip, gözüne de bir perde gerdiği bir adama Allah'tan başka kim hidâyet edebilir? Halâ iyi düşünmeyecek mmniz? Dediler ki: "Bu (hayat), dünya hayatından başka bir şey değildir; ölüyoruz, yaşıyoruz. Bizi, o sürekli zamandan başkası helak etmez.." Halbuki onların, buna dair de, hiçbir bilgisi yoktur. Onlar, sadece (böyle) sanıyorlar. Karşılarında açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman, onların "Eğer iddianızda doğru kimseler iseniz, ölmüş atalarımızı diriltip getirin.." demelerinden başka hiçbir tutanakları yoktur. De ki: "Sizi, Allah diriltiyor, sonra sizi O öldürüyor. Bilâhare, yine sizi, hakkında hiçbir şüphe bulunmayan Kıyamet gününe o getirip toplayacaktır. Fakat, insanların çoğu bunu bilmezler.."

Hakkı Gerçekleştirme Gayesi

Bil ki Allahü teâlâ, mü'minin, mutluluk mertebeleri açısından kâfirle bir olmayacağına dair hükmünü verince, bu hükmünün doğruluğuna çok net bir biçimde delâlet edecek olan delili de getirmek üzere: "Allah, gökleri ve yeri, hakkı ikame etmek (...) İçin yarattı" buyurmuştur. Şayet, Öldükten sonra dirilme olmasaydı, bu, hakkın ikâmesine bir vesile olmaz, tam aksine, bâtılın ikamesine bir sebep olmuş olurdu. Çünkü Allahü teâlâ, zâlimi yaratıp, bu güçsüz ve aciz mazluma musallat kılıp, sonra da mazlumun hakkını zalimden almasaydı, o zaman zalim olurdu. Zalim olması halinde de, O'nun, gökleri ve yeri hakkı ikame etmek için yaratmış olması bâtıl, temelsiz bir iddia olurdu. Bu delillerin izahının tamamı, Yunus Sûresi'nin başlarında ifade edilmiştir.

Kâdî şöyle der: "Bu ayet, Allah'ın kudreti dahilinde, tahakkuk etmesi durumunda, mutlaka bir zulüm olabilecek şeylerin bulunduğuna delâlet eder. Bu ise ancak, "O, istediği her şeyi yapmış olsaydı, zulüm olmazdı..." diyen Cebriyenin mezhebi ile, "Allah, zulme kadir olmakla nitelenemez.." diyen kimselerin görüşüne göre doğru olur." Alimlerimiz buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Bu ifâde ile, "Allah, başkasının yapması halinde mutlaka bir zulüm olabilecek şeyleri yapmıştır" manası kastedilmiş olup, bu tıpkı, "ibtilâ" ve "İmtihan" ifadelerinden, "O, şayet başkası yapmış olsaydı, mutlaka bir imtihan ve deneme diye nitelenecek olan şeyleri yapmıştır..." manasının kastedilmesine benzer.

Cenâb-ı Hak, "ve herkesin kazandığı ne ise onunla mukabele edilmesi için..." buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili olarak şu iki İzah yapılır:

a) Bu cümle, ayetteki, (......) kelimesine atfedilmiş olup, böylece kelamın takdiri: "Allah, gökleri ve yeri, hakkı ortaya koymak için ve bir de, her nefsin, yaptığına mukabil karşılık görmesi için yaratmıştır..." şeklinde olur.

b) Bu ifadenin mahzûf bir şeye atfedilmiş olması.. Buna göre kelamın takdiri, "Allah, gökleri ve yeri, bu ikisi vasıtasıyla kudretine İşaret etmek için, bir de, her nefis, yaptığının karşılığını görmesi için, hakkın ikamesi için yaratmıştır" şeklinde olur. Ki, buna göre mana, "Bu âlemin yaratılış gayesi, ilahî adalet ve rahmetin izhâr edilmesidir. Bu ise ancak, Öldükten sonra dirilme ve Kıyametin varlığı; hakkı savunanlarla bâtılı savunanlar arasında, derece ve dereke bakımlarından bir farklılığın tahakkuk etmesiyle tamamlanır" şeklinde olur.

Hevâsını Tanrı Edinen

Daha sonra Cenâb-ı Hak, kâfirlerin hallerini ve yollarının çirkin oluşunu izaha geçerek, "Şimdi bana haber ver: Hevâ ü hevesini tanrı edinen (...)" buyurmuştur ki, bu, "Onlar, hidayete tabi olmayı bırakıp nevalarına uymaya yöneldiler. Böylece de, bir kimsenin, tanrısına tapışı gibi, hevâ ve heveslerine tapar oldular" anlamındadır. Ayetteki, (......) kelimesi, (ilâhları...) şeklinde de okunmuştur. Buna göre mana, "Her ne zaman onun tabiatı bir şeye meylederse, o ona tabi olmuş

Tabirinin Anlamı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki, bu, "onun ruh cevherinin düzelmesinin kabil olmayacağına dair kesin bilgiye dayanarak onu şaşırtmıştır" demektir. Bunun olumlu anlamdaki zıt mukabili, "Allah, elçiliğini nereye vereceğini çok iyi bilendir" (En'âm, 123) ayetinin ifade ettiği husustur. Bu konuda sözün özü şudur: Beşerî ruhların cevherleri farklı farklıdır. Kimileri aydınlık, nuranî, ulvî ve ilahî karakterli iken, kimileri de bulanık, karanlık, süffî ve maddî şehvetlere alabildiğine meyyaldirler. O halde bu demektir ki, Allahü teâlâ, bu ruhların sahiplerinden her birine, ruh cevherine ve mahiyetine uygun olan şeye göre mukabelede bulunuyor. İşte, kovulmuşlar hakkında ifâde buyurulan, "kesin bir bilgiye dayanarak Allah'ın şaşırttığı" ifadesinden kastedilen budur, "Allah, elçiliğini nereye vereceğini çok iyi bilendir" ayeti de kabul görmüş kimseler hakkındadır.

Kulak ve Kalbin Mühürlenmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kulağını, kalbini mühürlemiş, gözüne de bir perde germiş..." buyurmuştur. Binâenaleyh, bu ayetteki "... kesin bir bilgiye dayanarak Allah'ın şaşırttığı..." ifâdesi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen muhakkak ki, küfredenleri uyarsan da onlarca bir, kendilerini inzâr etmesen, uyarmasan da, onlar inanmazlar"(Bakara, 6) ayetinde bahsedilen kimseleri; buradaki Kulağını, kalbini mühürlemiş, gözüne de bir perde germiş..." ifadesi de, Bakara Sûresi'ndeki "Allah, onların kalblerine de, kulaklarına da mühür basmıştır. Gözlerinin üzerinde bir de perde vardır.." (Bakara, 7) ifadesiyle anlatılanları anlatmakta olup, bütün bunların tefsiri Bakara Sûresi'nde tafsilatlı bir biçimde geçmişti.

Benzeri Yerle Mukayese

Bu, iki ayet arasındaki farklılık şudur: Cenâb-ı Hak bu ayette "... kulağını" kelimesini, "gaibini..." kelimesinden önce getirmiş; Bakara Sûresi'nde ise, "kalb" kelimesini, "kulak" kelimesinden önce zikretmiştir ki, buna göre bu ikisi arasındaki fark şudur: İnsan bazan bir söz duyar, böylece, o sözden dolayı kalbinde bir tesir hasıl olur ki, bunun misali şudur: Bir grup kâfir, insanlara Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şâir olduğunu, kâhin olduğunu; krallık ve önderlik peşinde gezdiğini telkin ediyorlardı. Dinleyen kimseler bu sözü dinleyip duyduklarında, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e buğzediyor, kalbinde nefret hasıl oluyordu. Mekke kâfirlerine gelince, onlar, çok şiddetli olan hasetleri sebebiyle, kalben Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e buğzediyor, onun sözünü dinlediklerinde o sözden faydalı bir şey anlamasalar bile, onun sözüne en azından kulak veriyorlardı. Birinci durumda, tesir, bedenden rûh ve nefis cevherine doğru yükseliyor; ikinci durumda ise, tesir ve etki, ruh cevherinden beden cevherine doğru iniyor... Binâenaleyh, bu iki kısım farklı farklı olunca, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, bu iki kısma dikkatlerimizi çekerek, bu iki tertib ve tanzim ile iletmişti.

Cenâb-ı Hak bu sözü beyan edince, "Artık kim, Allah'tan başka, yani Allah'ın o kimseyi saptırmasından sonra onu hidâyete erdirecektir. Ey insanlar, tezekkür edip düşünmez misiniz?" buyurmuştur. Vahidî şöyle der: "Bu ayet var iken Kaderiyye (Mu'tezilîler) için artık bir mazeret kalmamıştır. Çünkü Allah, o kâfirin kulağını, kalbini ve gözünü mühürlediğini haber verdiğinde, onları, kendisinin hidâyetten açıkça men ettiğini ifade etmiştiren de diyorum ki, bu bahis, Bakara Sûresi'nin başında ayrıntılı bir biçimde ele alınmıştır.

Maddeci Zihniyet

Bil ki Allahü teâlâ, bundan sonra, onlardan, hem Kıyametin hem de kadir bir ilâhın inkâr edilmesi hususundaki şüphelerini de nakletmiştir. Onların, Kıyametin inkârı konusundaki şüphelerine gelince bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Dediler ki: "Bu (hayat), dünya hayatımızdan başka bir şey değildir; ölüyoruz, yaşıyoruz..." ayetinin beyan ettiği husustur.

Hayattan Önce Ölüm

İmdi eğer; "Dünyada hayat, ölümden öncedir. Binâenaleyh, Kıyameti inkâr edenlerin, "yaşarız ve ölürüz" demeleri gerekirdi. O halde, ayette ölümün, hayattan önce zikredilmesinin sebebi nedir?" diye sorulacak olursa, biz deriz ki, bu hususta şu izahlar yapılabilir:

a) (Onlar), "Biz ölürüz" cümlesiyle, "kendilerini, babalarının sülblerinde ve annelerinin rahimlerinde (önceden) bir nutfe oluşlarım"; "biz yaşarız" demekle de, bundan sonra dünyadaki yaşayışı kastetmişlerdir..

b) "Biz ölürüz. Evlâtlarımızın geride kalmaları vasıtasıyla da yaşarız.."

c) Bu, "Bazımız ölür, bazımız yaşar.." anlamındadır.

d) Bu, burada, bu konuyu yazarken hatırıma geten husus olup şöyledir: "Allahü teâlâ burada, önce hayattan bahsederek, "Bu (hayat), dünya hayatımızdan başka bir şey değildir" demiş, daha sonra da, "ölüyoruz, yaşıyoruz" buyurmuştur. "Bu hayatın, kendisine ölümün arız olup ölümle neticelenen kısmı vardır ki, bu ölüp gidenler için vaki olan hâdisedir. Kendisine ölümün arız olmadığı hayat da vardır ki, bu da henüz ölmemiş olan diriler hakkındaki hayattır.." demektir.

Dehriyye İddiası

Mekke müşriklerini, hür irâde sahibi, fail bir ilahı inkâr etme hususundaki şüphelerine gelince, bu da onların, "Bizi, o sürekli zamandan başkası helak etmez,." şeklindeki sözlerinden anlaşılan husustur ki, bu da, "Şahısların üremesi, tabiatların kaynaşmasını gerektiren feleklerin hareketi sebebiyle olur. Binâenaleyh bu kaynaşma, hususî bir biçimde tahakkuk ettiğinde hayat başka bir tarzda tahakkuk ettiğinde İse ölüm hadisesi tahakkuk eder. Binâenaleyh, hayatı ve ölümü gerektiren, tabiatların tesiri ve feleklerin hareketleridir. Bu konuda, hür ve irâde sahibi bir failin bulunduğunu kabule hacet yoktur" demektir. Bu demektir ki bu grup, hem ilâhı, hem de öldükten sonra dirilmeyi ve Kıyameti inkâr etmişlerdir.

Sırf Zanna Dayanmaları

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Halbuki onların, buna dairde, hiçbir bilgisi yoktur. Onlar, sadece (böyle) sanıyorlar" buyurmuştur. Bu, "Düşünmeden, tefekkür etmeden ve delili tanımadan önce, ilgili ihtimallerin hepsi söz konusudur. Binâenaleyh, onların ileri sürdükleri şey muhtemel olduğu gibi, onun aksi de, yani, öldükten sonra dirilmenin, Kıyametin ve hakîm bir ilâhın mevcudiyeti görüşünün hak ve gerçek olması da muhtemeldir. Çünkü onlar, bu ikinci ihtimalin bâtıl ve temelsiz olduğuna dair, ne zayıf ne de kuvvetli herhangi bir şüphe dahi öne süremediler. Ne var ki onların hatırına, sadece bu ikinci ihtimal geldi de, böylece onlar bu ihtimalin kesin olduğuna inandılar ve herhangi bir hüccet ve delil olmaksızın, bunda saplanıp kaldılar. Böylece, hiçbir gerekçe olmaksızın, sadece zanları, öyle sanmaları ve kalblerinin buna meyletmiş olması sebebiyle, tercih etmiş oldukları bir görüşün doğruluğu hususunu da, kendilerinde ne bir ilmin, ne bir kesinliğin, ne de bir yakînin olmadığı sabit olmuş olur" demektir.. Binâenaleyh bu ayet, hüccetsiz ve delilsiz görüş belirtmenin batıl, fasit olduğuna ve zanna tâbi olmanın, Allah katında çirkin bir şey olduğuna delâlet eden delillerin en kuvvetlisinden olmuş olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Karşılarında açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman, onların "Eğer iddianızda doğru kimseler iseniz, ölmüş atalarımızı diriltip getirin.." demelerinden başka hiçbir tutanakları yoktur" buyurmuştur ki, bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......)'nin haberinin, öne alınması ya da sona bırakılmasına göre, nasb ve ref ile (......) şeklinde okunmuştur.

Kâfirlerin "Hücceti Olur Mu?

Cenâb-ı Hak, şu sebeplerden dolayı onların sözlerini "hüccet" olarak isimlendirmiştir: 1) Bu, onların iddialarına göre bir hüccettir.

2) Bu ifadeyle, "Hücceti böyle olan kimseler (bilsinler ki), onların asla ve kesinlikle hücceti yok demektir" manası kastedilmiş olup, bu tıpkı, Arapların "Onların aralarındaki selâmları ancak, vuruşma ve döğüşmedir.." sözleri gibi olup, bu da, "Aralarında, hiçbir selâm sabah yoktur" demektir. Çünkü, selâm ile vuruşup döğüşme birbirinin zıddıdır.

3) Bu, "onlar bu ifâdeyi, kendisiyle ihticâc etme, hüccet getirme sadedinde getirmişlerdir" demektir.

Kâfirlerin Boş İddiaları

Onların öldükten sonra dirilmeyi kabul etmeyişleri hususundaki delilleri, "Şayet bu doğru ise, bize, Öldükten sonra dirilmenin doğru olduğuna şahitlik yapabilmeleri için, ölmüş gitmiş olan atalarımızı getirin!" şeklindeki sözleridir. Ne var ki, bil ki bu şüphe, cidden zayıftır. Çünkü, şu anda mevcut olmayan herşeyin, ilerde mevcut olmasının imkânsız olması gerekmez. Çünkü, bizden herbirimizin mevcut oluşu, ezelden başlayarak, kendisinden vücut bulduğumuz zamana kadar mevcut değildi. Binâenaleyh, belli bir zamanda mevcut olmama, o şeyin mevcut olmasının imkânsız olduğuna delâlet etmiş olsaydı, bizim mevcut olmayışımız da işte böyle olurdu. Halbuki bu, bilittifak bâtıldır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "De h: "Sizi, Allah diriltiyor, sonra bizi o öldürüyor. Bilâhare, yine sizi, ... Kıyamet gününe o bir araya getirip toplayacaktır" buyurmuştur, Buna göre şayet, "Bu ifade, "Bu (hayat), dünya hayatımızdan başka bir şey değildir; ölüyoruz, yaşıyoruz. Bizi, o sürekli zamandan başkası helak etmez" diyenlere bir cevap olmak üzere zikredilmiştir. Halbuki, bunu söyleyenler, bir ilâhın varlığını ve Kıyamet gününün mevcudiyetini kabul etmeyen kimselerdir. Binâenaleyh, bu kimselerin sözlerini, "De ki: "Sizi, Allah diriltiyor, sonra sizi o öldürüyor.." ifadesiyle çürütmek istemek nasıl caiz olabilir? Ve bu ancak, bir şeyi yine kendisiyle isbat etmek olmaz mı? Halbuki bu, bâtıldır.." denilirse, biz deriz ki, Allahü teâlâ, canlıların ve insanın yaratılmasını, hakîm bir failin varlığına dair, Kur'ân'da defalarca ve zaman zaman delil getirmiştir. Binâenaleyh, buradaki, "Deki: "Sizi, Allah diriltiyor..."cümlesi, defalarca beyan edip açıkladığı işte o delillere bir işaret olup, bu sözün getiriliş maksadı, Allah'ı, yine Allah'ın sözüyle isbât etmek olmayıp, tam aksine bu sözün maksadı, aslında, kesin ve gerçek olan o delillere dikkat çekmektir. Dirilme işinin Allah'tan olduğu; "iâde-yeniden diriltme"nin de, ilk defa diriltme gibi olduğu ve bir şeye kadir olanın, o şeyin misline de haydi haydi kadir olacağı sabit olduğuna göre, Cenâb-ı Hakk'ın öldükten sonra dirilmeye kadir olacağı kesinleşmiş olur. Ve yine, yeniden diriltmenin, aslında mümkin olan bir husus olduğu sabit olduğu gibi, hakîm ve kadir olanın, onun ne zaman meydana geleceğini de haber verdiği de sabit olmuş olur. Böylece "iâde"nin hak olduğuna kesinkes hükmetmek gerekir.

Cenâb-ı Hakk'ın, sizi "Bilâhare sizi, hakkında hiçbir şüphe bulunmayan Kıyamet gününe o bir araya getirip toplayacaktır" ifadesi de, bir önceki ifâdede bahsi geçen hususa işaret olup, bu da, Allahü teâlâ'nın âdil, hak ile yaratıcı, zulüm ve işkenceden münezzeh olmasının, Öldükten sonra dirilme ile Kıyametin gerçek olmasını gerektirici olmasıdır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Fakat, insanların çoğu, bunu bilmezler" buyurmuştur ki, bu, "Ne var ki insanların pekçoğu, insanların hayvanların ve bitkilerin muhdes oluşlarının, hakîm ve kadir bir ilâhın varlığana delâlet ettiğini bilmezler. Ve yine onlar, Allahü teâlâ'nın, doğrudan doğruya (asıl madde bulunmaksızın) yaratmaya kadir olduğuna göre, ikinci kez yaratmaya haydi haydi kadir olması gerektiğini bilmezler" demektir.

Mü'min ve Kâfirlerin Akıbetleri

27

Âyetin tefsiri için bak:31

28

Âyetin tefsiri için bak:31

29

Âyetin tefsiri için bak:31

30

Âyetin tefsiri için bak:31

31

"Göklerin ve yerin mülkü, Allah'ındır. Bâtıla sapanlar, Kıyametin kopacağı gün, işte o gün, hüsrana düşecektir. Ve sen, her ümmeti diz çökmüş bir halde göreceksin. Her ümmet, kitabına çağrılacak. Bugün yapmış olduklarınızın karşılığı verilecek. Karşınızda hakkı söyleyip duran bu (kitap), bizim kitabımızdır. Şüphe yok ki, neler yapıyor idiyseniz, biz yazdırıyorduk. Artık iman edip de iyi amel işleyenleri, Rableri rahmetine sokacaktır. İşte bu, apaçık murada gelince, (onlara da şöyle denilecek): "Karşınızda ayetlerim okunurken büyüklük taslayanlar, günahkârlar güruhu olanlar sizler değil miydiniz?..".

Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayetlerde, kendisinin ilk defa yaratmaya, diriltmeye ve ikinci kez diriltmeye kadir olduğuna dair deliller getirince, ilgili delili daha şümullü yaparak, "Göklerin ve yerin mülkü, Allah'ındır" buyurmuştur ki, bu, "İster göklerden, isterse yerden olsun, bütün mümkinâta kadir olma vasfı, ancak Allah'a aittir. Cenâb-ı Hakk'ın, bütün mümkinâta kadir olduğu ve bu hayatın da, zâtta yeniden meydana gelmesinin (iade) mümkün olduğu, -çünkü, şayet bu mümkün olmasaydı, bu hayat (o zâtta) ilk kerresinde de bulunamazdı- sabit olunca, bu iki mukaddimeden, Allah'ın, diriltmeye ikinci kez de kadir olacağı neticesi çıkar" demektir.

Cenâb-ı Hak, işte bu iki yol ile, haşr ve neşrin mümkün olduğunu beyân edince, Kıyametin hallerinin ayrıntılarından bahsetmiştir ki, bunlardan ilki "Bâtıla sapanlar Kıyametin kopacağı gün, işte o gün hüsrana düşecektir" ifadesidir. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: ifadesindeki "yevm" kelimesinin nasb âmili, fiili olup, ifadesi de, birinci "yevm"den bedeldir.

İkinci Bahis: Bu tefsirin pek çok yerinde, hayat, akıl ve sıhhatin, sermayesi, onları ahiret mutluluğunu elde etme hesabına kullanıp değerlendirmenin kâr gayesiyle çalışan tüccarın yaptığı işe benzediğini söylemiştik. Kâfirler, kendilerini bu tasarruflar hususunda yormuşlar, ama bunlar, neticesinde sadece mahrumiyyet ve hızlan, (ilâhi yardımdan uzaklaşmayı) elde edebilmişlerdir. Binâenaleyh gerçekte bu, sınırsız bir hüsran (zarar-ziyan) olmuş olur.

Diz Çökme Vaziyeti

Kıyametin hallerinden ikincisi de, "Ve sen her ümmeti, diz çökmüş bir halde göreceksin" cümlesi ile bildirilir. Leys, "Câsiye, tıpkı kişinin, hâkimin huturunda çökmesi gibi, diz üzere oturan demektir" der. Zeccâc. ve fiilinin de bu manaya geldiğini söyler. Keşşaf sahibi, bu kelimenin şeklinde de okunduğunu söyler. Dilciler, "cezv" masdarının. kurtuluşu sağlama bakımından, "cesv"den daha ileri manada olduğunu, zira "câzî"nin, ayak parmaklarının uçları üzerinde oturan manasına olduğunu söylemişlerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh) da, "câsiye" kelimesine, "Bir araya gelmiş ve yaptıkları şeyi gözetleyiciler, bekleyiciler olarak..." manasını vermiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "her ümmet kitabına çağrılacak" buyurmuştur. Buradaki "küllü (her..) kelimesi mübtedâ ve cümlenin hepsi birden, bundan önceki ifadesinden bedeldir, ifadesi, "amel sahifelerine..." manasınadır. Dolayısıyla burada "kitap", bir cins isim olarak kullanılmıştır. Bu tıpkı, "Kitap konur ve mücrimleri, onda olan şeyden dolayı korkmuş olarak görürsün" (Kehf, 49) ayetinde ifade edildiği gibidir. Hak teâlâ'nın bundan sonra gelen, "Artık iman edip de salih amel işleyenler..." ifadesine ve "küfredenlere gelince..." ifâdesine binâen, öyle görülüyor ki, kitabına çağrılan "her ümmet" ifadesine hem mü'minler, hem kâfirler girmektedir.

Mü'min Kıyamette Korkar Mı?

Eğer, "Diz üstü çöküp kalmak, ancak korkan kimseler için sözkonusu olur. Ama mü'minler için Kıyamet günü korku olmayacaktır?" denilirse, biz deriz ki: Emin olan ve hakkı savunan kimseler de bazan, bu gibi durumlarda, kendisinin ehl-i haktan olduğu bilfiil tahakkuk edinceye kadar, bâtılı savunanlarla aynı korkuyu taşır.

Amel Defterini Okuyuş

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bugün yapmış olduklarınızın karşılığı verilecek" buyurmuştur. Bu, "Onlara böyle denilecek" takdirindedir. Eğer, "Kitap, nasıl olur da hem onlara, hem Allah'a nisbet edilir?" denilirse, biz deriz ki: Bu iki husus arasında bir tezad yoktur. Çünkü bu kitap, onların amellerini ihtiva eden, kaydetmiş olan kitap manasında "onların kitabı"dır; Meleklere bunların yazılmasını emreden Allahü teâlâ olduğu için de, "Allah'ın kitabı"dır.

Cenâb-ı Hak "O kitap size konuşur, yani hiçbirşey katmadan ve eksiltmeden sizin için şahitlik yapar. Çünkü biz meleklere, sizin yaptığınız şeylere istinsah ettiririz, yani sizin amellerinizi yazmalarını emrederiz" buyurmuştur. Daha sonra da, itaatkâr insanların hallerini belirterek, "Artık iman edip de iyi amel işleyenleri, Rableri rahmetine sokacaktır. İşte bu apaçık murada erişmenin tâ kendisidir" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili bir kaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hak bunların mü'min olduğunu belirttikten sonra, sâlih ameller işlediklerini de bildirmiştir. Binâenaleyh sâlih amellerde bulunmanın, imandan başka ve ona ilave birşey olması gerekir.

Amel-i Salih

Mû'tezile şöyle der: "Allahü teâlâ. rahmetine girme işini, insanın imanla birlikte salih ameller yapmasına bağlamıştır. İki şeyin toplamına bağlanılan bir husus ise, bu iki şeyden biri olmadığında meydana gelmez. Binâenaleyh kişinin imanı olup da, sâlih ameli (ibadetleri) bulunmadığında, cennete girememesi gerekir." Buna şu şekilde cevap veririz: "Bir hükmün bir vasfa dayandırılması, o vasıf bulunmadığında, o hükmün olmadığına (her zaman) delâlet etmez."

Cennet, Rahmet Eseridir

Hak teâlâ, sevaba (mükâfaata) bu ayette "rahmet" demiştir. Mükâfaatın, rahmet adını alabilmesi ise ancak,vâcib (mutlaka verilmesi gereken bir şey) olmadığı zaman doğru olur. Binâenaleyh Allahü teâlâ'nın, kullarına mükâfat vermesi, kendisine vâcib olmaması gerekir.

Münkirlere îtab

Daha sonra, Cenâb-ı Hak, "Küfredenlere gelince, (onlara da şöyle denilecek): "Karşınızda ayetlerim okunurken büyüklük taslayanlar, günahkârlar güruhu, onlar sizler değil miydiniz?" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Menzileteyn Arası

Allahü teâlâ mü'minlerden ve kâfirlerden bahsetmiş, bir üçüncü kısımdan bahsetmemiştir. Binâenaleyh bu durum Mu'tezile'nin "el-menziletü beyne'l-menzileteyn" prensiblerinin (görüşlerinin) bâtıl olduğuna delâlet eder.

Akli Vûcub?

Allahü teâlâ, ilahî cezaya müstehak oluşu, ayetleri okunduğu halde onların bunu kabul etmeyişlerine bağlamistir ki bu, ilahî cezayı haketmenin, ancak şeriat geldikten sonra olabileceğini gösterir. Bu da farzların, ancak şeriat ile farz olacaklarına delalet eder. Mû'tezile ise bunun aksini savunur. Çünkü onlara göre, birtakım şeyler, aklen de farz olabilir.

Üçüncü Mesele

Bu ayetin başındaki emmâ şart edatının cevâbı mahzûf olup, takdirî manası, "Kâfirlere gelince, onlara, "Ayetlerim sizlere okunmadı mı ki, sizler hakkı kabul etmediniz ve mücrim bir güruh oldunuz?" denilecek" şeklindedir. Eğer, "Kınama ve tenkid etme sadedinde, kâfirleri "mücrim (suçlu)" diye nitelemek nasıl doğru olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, "Onlar kâfir olmalarının yanısıra, biz zat dinleri hususunda âdil olmayıp, aksine fâsık (günahkâr) da oldular" demektir. Allah en iyi bilendir.

Kâfirler ve Kıyamet

32

Âyetin tefsiri için bak:37

33

Âyetin tefsiri için bak:37

34

Âyetin tefsiri için bak:37

35

Âyetin tefsiri için bak:37

36

Âyetin tefsiri için bak:37

37

"(Ey kâfirler size), "Şüphesiz Allah'ın va'di haktır. O Kıyametin geleceğinde asla şüphe yoktur" denildiği zaman, siz, "O Kıyamet de ne imiş, bilmiyoruz, o hususta ancak bir zan sahibiyiz. Biz kesin olarak inanan ve yakînen bilenler değiliz" dediniz. Onların yaptıkları amellerin kötülükleri kendilerine âid olduğu, onlarca da anlaşılmıştır, istihza edip durdukları şey, onları çepeçevre kuşatmıştır. Şöyle denilir: "Bu gününüze kavuşmayı nasıl unutmuş iseniz, bugün Biz de sizi öyle azabta unutacağız, (bırakacağız). Sizin yeriniz, cehennemdir. Sizi kurtaracak hiçbir yardımcınız da yoktur. Bunun sebebi şudur: Çünkü siz, Allah'ın ayetlerini bir eğlence edindiniz. Sizi dünya hayatı aldattı, işte bugün onlar, artık buradan çıkarılmayacaklar, onların tarziyeleri de kabul edilmeyecektir. Demek ki bütün hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir. Göklerde ve yerde kibriyâ (büyüklük) O'na mahsustur. O, azız ve hakimdir".

Bu ayetlerle ilgili bir kaç mesele vardır:

Birinci Mesele

"es-Saat" kelimesi, merfu (ötüreli) olarak da, mansub (fethalı) olarak da okunmuştur. Zeccâc şöyle der: "Bu kelimeyi mansûb okuyan kıraat "va'dallah" üzerine atfederek böyle okumuştur. Merfû kıraat ise, kelimenin "Denildi ki Kıyamet (...)" takdirinde oluşuna göredir. Ahfeş, (......) edatının haberinden sonra, ismine ma'tûf bir ifade geldiğinde, bunu merfû okumak manaca daha güzel ve Arap dilinde daha yaygın olduğunu; çünkü bunun, birinci cümle tamamlandıktan sonra, gelen yeni bir cümle (söz) olduğunu söylemiştir.

Kâfir Çeşitleri

Allahü teâlâ, kâfirlere, "Allah'ın mükâfaat ve ceza sözü haktır. Kıyamet ise, hiç şüphesiz gelecektir" denildiğinde, onların, "O Kıyamet de ne imiş, bilmiyoruz. (O hususta) ancak yakînen bilenler değiliz" dediklerini nakletmiştir. Ben derim, bana öyle geliyor ki, o kâfirler bu meselede iki grupturlar: Bir kısmı, öldükten sonra dirilişin ve Kıyametin olmayacağını kesinkes savunurlar. Bunları, Allahü teâlâ'nın, daha önceki ayetlerde, "Dediler ki: "Bu (hayat), dünya hayatımızdan başka (bir şey) değildir" (Câsiye, 23) beyanıyla anlattığı kimselerdir. Bir kısmı da, bu hususta şüpheli ve şaşkın olan (kesin bir fikri olmayan) kimselerdir. Çünkü onlar, hem Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den duydukları şeylerin çokluğu, hem de dirilişin doğruluğu hususundaki delillerin çokluğu sebebiyle bu hususta şüphe edenlerdir. İşte bunlar Cenâb-ı Allah'ın bu ayette anlattığı kimselerdir.

Bu izahın delili şudur: Allahü teâlâ, önce diriliş ve Kıyametin yok olduğuna kesin olarak inanan kâfirlerin; daha sonra da bu kâfirlerin görüşlerini anlatmıştır. Binâenaleyh bu kâfirlerin, o kâfirlerden başka olması gerekir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah "Ahirette, dünyada iken güzel sayıp yaptıkları amellerin kötü olduğu taraflarından anlaşılacak ve bu, onlar için ilk hüsran olacak.'Ve istihza edegeldikleri o şey onların başına gelecek, onları çepeçevre saracak" buyurmuştur. İşte bu, bu grup kâfirlerin, "(O hususta) ancak bir zan sahibiyiz" sözünü, alay ederek, söylediklerine bir delil gibidir. Böyle olması halinde de bu grup, birincilerden daha şerli ve kötüdür. Çünkü birinciler, inkâr ediyorlar ama istihza etmiyorlardı. Ama bunlar, inkârlarına bir de istihza eklemişlerdir.

Ahireti Unutanların Unutulması

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şöyle denilir: "Bu gününüze kavuşmayı nasıl unutmuş iseniz, bugün biz de sizi öyle azabta unutacağız (bırakacağız)" buyurmuştur. Bu ifadede geçen, "unutma"nın ne demek olduğu hususunda şu iki izah yapılmıştır:

1) Bu, "Tıpkı âhiret için bir azık demek olan taat ve ibadetleri terketmeniz gibi, biz de sizi azab içinde terkediyoruz" demektir.

2) Bu, "Tıpkı bu gün ile karşılaşacağınıza aldırmayıp, ona hiç önem vermeyip, aksine bunu, ismi-sanı anılmaz bir şey haline getirmeniz gibi, biz de sizi, anılmaya değmez, aldırılmayan, unutulmuş bir şey gibi kabul ediyoruz" demektir. Böylece Allahü teâlâ, onlar için şu üç şiddetli azabın olacağını bildirmiştir:

a) Allah'ın rahmetinin onlardan tamamen kesilmesi,

b) Varacakları yerin cehennem olması,

c) Onlar için, hiçbir yardımcı ve avânelerinden hiçbir ücret (fidye) tahakkuk etmemesi...

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onlara şöyle denildiğini beyan buyurmuştur: "Siz şu üç çeşit kötü ameli işlediğiniz için, bu üç tür şiddetli azaba müstehak oldunuz. Yaptığınız kötü amelleri:

a) Hak dini inkârda ısrar etmeniz,

b) O dinle alay etmeniz ki bu iki husus, "Bunun sebebi şudur: "Çünkü siz Allah'ın ayetlerini bir eğlence edindiniz" ifadesiyle anlatılmıştır.

c) Ahiretten tamamen yüz çevirip, dünya sevgisine gark olmanız ki, bu da, "Sizi dünya hayatı aldattı" ifadesi ile anlatılmıştır."

Cenâb-ı Allah daha sonra, 'İşte bugün onlar, artık buradan çıkarılmayacaklar" buyurmuştur. Hamza ve Kisâî, fitli yâ'nın fethasıyla (......) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları zamme ile (......) şeklinde okurlar.

Rabbülâlemin'e Hamd

Cenâb-ı Hak, "Artık onlardan, Rablehni razı etmeleri de istenmez" buyurmuştur. Bu manevî ve kıymetli konularla ilgili söz tamamlanınca, Cenâb-ı Hak bu sûreyi kendisine hamd emriyle sona erdirmiş ve "Demek ki bütün hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi, ve âlemlerin Rabbi olan Allah'a âiddir" buyurmuştur. Göklerin, yerin, hatta bundan öteye âlemdeki bütün madde, ruh, zat ve sıfatın yaratıcısı olan zata hamdediniz. Çünkü rubûbiyyet (yani bunların yaratıcısı ve sahibi) olmak, yaratılan, sahip olunan ve eğitilen her varlığın, hamd-ü senasını gerektirir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "göklerde ve yerde kibriya (büyüklük-yücelik) O'na mahsustur" buyurmuştur. Bu ifade, şu iki hususu ihsas ettirmektedir:

a) Tekbirin mutlaka hamdden sonra olması gerektiğini. Bu, hamdedenlerin hamdde bulundukları zaman yaptıkları hamdin O'nun kendilerine olan ihsanına layık olmaktan çok üstün ve yüce olduğunu, hatta O'nun, hamdedenlerin hamdinden daha büyük ve nimetleri de, şükredenlerin şükründen daha büyük olduğunu bilmeleri gerektiğine bir işarettir.

b) Bu Kibriya, başkasına değil, sadece O'na aittir. Çünkü zatı gereği var olan sadece O'dur.

Cenâb-ı Allah sonrada, "O, azîz ve,hakimdir"yani, "Kudreti mükemmel olduğu için, istediği herşeyi yaratmaya kadir ve hikmeti mükemmel olduğu için de, mahlûkatının her bir çeşidine, hikmetini, rahmetini, fazlını ve keremini verendir" buyurmuştur. Bu, hasr (sadece) manası ifade eder, binâenaleyh, "Kudret, hikmet ve rahmette zirvede olan, sadece O'dur" manasına gelir. Bu da, yaratan ilahın sadece O, yine ihsanda ve lütufta bulunanın sadece O olduğunu gösterir.

Allah kendisinden razı olsun, üstadımız der ki Bu sûrenin tefsiri, 603 yılının zilhicce ayının onbeşinci günü olan Cum'a günü namazdan sonra tamamlanmıştır. Hamd, şânının yüceliğine, burhanlarının galebesine ve ihsanının büyüklüğüne yakışır şekilde, devamlı, güzel, mübarek ve ebedî olarak Allah'a aittir. Salat'u selâm da, göklerin zirvesinde yaşayan tertemiz ruhlar ve yeryüzünün nişanları olan meleklere, peygamberlere, velilere, mü'minlere ve özellikle Efendimiz Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, âline, ashabına olsun.

0 ﴿