MUHAMMED SURESİBu sure 38 ayet olup Mekki'dir. 1"İnkâr edip de, Allah'ın yolundan saptıranların amellerini, Allah boşa çıkarmıştır". Bu sûrenin başı, bir önceki sûrenin sonuyla bir uyum içindedir. Çünkü bir önceki sûrenin sonunda Cenâb-ı Hak, "Hiç fâsıklar güruhundan başkası helak edilir mi?" buyurmuştur. Buna göre birisi sanki, "Yemek yedirme, fakirleri doyurma, sılâ-ı rahimde (hısım-akrabaya ziyarette ve yardımda) bulunma ve insanın ömrü boyunca yaptığı şeyler gibi, sâlih (güzel) amelleri varken, fâsıklar (kâfirler) nasıl helak edilirler? Helak edilirlerse, bu durumda amellerinin, iyi işlerinin heder edilmesi söz konusu olur. Halbuki Allahü teâlâ, "Kim zerre miktarı hayır işlerse, mutlaka onun (karşılığını) görür" (Zilzal, 7) buyurmaktadır. Cenâb-ı Hak burada İse "İnkâr edip de Allah'ın yolundan saptıranların amellerini Allah boşa çıkarmıştır" buyurmuştur ki bu, "Onlar için hiçbir amel kalmadı ve bulunmadı. Dolayısıyla onları helak etmek imkansız değil" demektir. Biz, amellerin nasıl boşa gittiği konusunda gerçeği ileride bildireceğiz. Şu bir hakikir ki, Allah, zulmetmekten münezzehtir. Bu ayetin tefsiriyle ilgili birkaç mesele vardır: Ayetteki, "inkâr edenler" ifadesiyle kimler murâd edilmiştir? Bu hususta şu izahlar yapılmıştır: a) Bunlar, Bedir savaşında küfür ordusunu yedirip-içiren ve teçhiz edenlerdir ki, Hişamın iki oğlu Ebû Cehl ve Haris ile, Rabl'a'nın iki oğlu Utbe ile Şeybe ve diğer birçok Mekkeli kâfir bunlardandır. b) Bunlar, Kureyş kâfirleridir. c) Bunlar, ehl-i kitaptır. d) Bu ifade, bütün kâfirleri kapsayan, genel bir ifadedir. Ayetteki, fiiliyle ilgili şu iki açıklama yapılmıştır: a) Onlar, kendilerini Allah yolundan alıkorlar. Buna göre bu, "Onlar kendilerini Allah yolundan alıkoydular ve akıllarını, delillere tabî olmaktan menettiler. b) Onlar, başkalarını Allah yolundan alıkoydular ve engellediler. Cenâb-ı Hak, müstaz'aflardan bahsederken, "Müstaz'aflar, müstekbirlere (ahirette), "Siz olmasaydınız, biz mü'min olurduk" derler" (Sebe, 32) buyurmuştur. Buna göre, şu hususu incelemek gerekir: Amellerin boşa çıkarılması, küfre (inkâra) ve Allah yolundan alıkoyma şartına bağlanmıştır. Halbuki bu müstaz'aflar (zayıf ve âciz kimseler), başkalarını ne alıkoymuşlardır ne de saptırmışlardır? Bu hususta diyoruz ki: Birşeyin özellikle zikredilmiş olması, bunların dışında başka şeylerin söz konusu olmadığına delâlet etmez. Hele de bilhassa, zikredilen husus, zikredilmeyen husustan evlâ olunca... Burada, men eden kâfir, daha fazla ifsadadır. Binâenaleyh, özellikle kâfirin zikredilmiş olması daha evlâ olur. Veyahut, "küfre giren herkes, başkalarını men edicidir" diyebiliriz. "Müstekbir"e gelince, bunun (durumu) açıktır. "Mustaz'af'a gelince, müstekbire uyduğu, ona tâbi olduğu için "müstekbir"e gelince, gösterdiği tebaiyyetle müstekbire, kendisini Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tabi olmaktan alıkoyma imkânı verdiği için bu durum hasıl olmuştur. Çünkü müstekbir, âmir olduktan sonra, artık başkasına tâbi olması ona güç verir. Bir de, kâfir olan herkes, kendisinden sonra gelenleri engelleyicidir.. Zira, kâfirlerin tutumu, öncekilere tâbi olmaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak da, (kâfirlerden naklen), "Biz atalarımızı bir ümmet (bir din) üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uymuşlarız..."(Zuhruf, 22-23) buyurmaktadır. İmdi eğer: "Böyle olması halinde, her kâfir men edici ve engelleyicidir. Binâenaleyh, küfür maddesinden (buyurduktan) sonra, "men etmek" maddesinin zikredilmesindeki mâna ve hikmet nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, sebebin zikredilmesi ve "müsebbeb"in (neticenin) sebebe atfedilmesi kabilindendir. Nitekim sen, "Çok yedim ve doydum" anlamında dersin. Buna göre "küfür, men etme"nin sebebi olmuş olur. Hem sonra biz, "Bundan murad, onların kendi nefislerini alıkoymalarıdır" dersek, bunda, kâfir kimselerin nefislerindeki fıtratın, imana davet edici olduğuna; imandan kaçınma ve imtina etmenin ise, bir engel ve maniden dolayı olup bu engele de, kâfirlerin kendilerini imandan alıkoymaları olduğuna bir işaret vardır. Alıkonulan şeyin ne olduğu hususunda da, şu izahlar yapılmıştır: a) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve ashabına infaktan; b) Cihaddan; c) İmandan; d) kendisinde Allah'a taat bulunan herşeyden, yani Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tâbi olmaktan alıkoymuşlardır. "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ittibâdan alıkoymuşlardır" dedik, zira, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dosdoğru yol üzerindedir. O yola yönelticidir. O yol da, Allah'ın yoludur. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki sen, doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun. O yol göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi kendisinin olan Allah'ın yoludur"(Şûra, 52-53) buyurmuştur. Şu halde, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tâbi olmaktan men eden kimsenin, insanları Allah yolundan men ettiği rahatlıkla söylenebilir. Ayetteki, "idlâl" "boşa çıkarma"nm ne demek olduğu hususunda da şu izahlar yapılabilir: a) "İdlâl" ile, "iptal", (boşa çıkarma) manası kastedilmiş olup, izahı şöyledir: "Allah, o amelleri, kişinin bulamayacağı bir biçimde iptal etmiştir. Çünkü arayan kimse, aradığı şeyi (ameli), varlık, oluş aleminde arar. Dolayısıyla, varlık aleminde bulunmayan şey, yok demektir. İmdi eğer; "Allahü teâlâ, meydana getirip vücûd verdiği bir haseneyi, iyiliği nasıl iptal eder?" denilirse, biz deriz ki: İptal işi şu şekillerde olur: 1) Allahü teâlâ, o kâfirlerden sudur eden iyilikleri (hasene), onlardan sudur eden seyyie'leriyle karşılaştırır; bu karşılaştırma neticesinde, o haseneleri düşürür; geriye ise, o kâfirler için, sadece seyyieler kalır. Çünkü küfür, iman hariç, bütün hasenelere baskın çıkar (onları siler süpürür); iman da, küfür hariç, bütün seyytelere baskın çıkar.. 2) Cenâb-ı Hak, o amelleri, sübutunun şartı olmadığı için iptal etmiştir. Ki bu şart da, imandır. Çünkü iman amellerin kabul edilmesinin şartıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gerek erkek, gerek kadın, kim, o mü'min olarak İyi amelde bulunursa (...)" (Nahl.97) buyurmuştur. Binâenaleyh, Allah amelleri kabul etmediğinde, o ameller için bir vücûd ve varlık söz konusu olamaz.. Çünkü, aslında amellerin bekası yoktur. Tam aksine, gerçekte, ameller meydana gelir gelmez yok oluverirler.. Ancak ne var ki Allahü teâlâ, lütfü gereği, "Falanca, salih amelde bulunmuştur. O amelinin mükâfaatı, benim katımdadır" diye yazmıştır da, böylece o ameller, (hakikaten değil), hükmen baki kalmışlardır. Bu, hükmen baki kalış, gerçekte amellerin mahalli olan maddeler için söz konusu olan bekâ'dan daha hayırlıdır. Çünkü maddeler, her ne kadar baki kalsalar da, netice itibariyle, onların akıbeti yokluktur. Amel-i sâlih ise, Allah katında, ebediyen bakî kalanlardandır. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, Allahü teâlâ'nın, o amelleri kabul etmesiyle, lütufkâr olduğu ortaya çıkmış olur ve O, "Ben, ancak mü'min kimsenin (amelini) kabul ederim. Binâenaleyh, kendisinde iman bulunmaksızın, kim bir amel şler ve bu hususta yorulursa, o amelini boşa çıkaran Allah değil, kendisidir" diye haber vermiştir. 3) Kâfir, amelini, Allah rızası için işlememiştir. Binâenaleyh o, herhangi bir iyi amel işlemiş sayılmaz. Bu sebeple de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim, zerre kadar hayır işlerse, o onu görür" (Zilzal, 7) beyanı, bizim aleyhimize delil olarak gelmez, varid olmaz. Bunu şöyle İzah edebiliriz: Amel, (başka amelden), ne amel işleyen ne de bîzzat amelin kendisiyle ayrılmayıp, ancak o amelin, kim için ve ne maksatla yapılmış ; -nasıyla ayrılır, temayüz eder.. Bu böyledir, zira, bir şahsı öldürmek için harekete geçen kimse, tesadüfen, onu öldüremezse, sonra da aynı şahıs aynı şahsa iyilikte bulunmak için harekete geçse, bu sefer de, tesadüfen ikramda da bulunamasa ve kendisinin, falanca gün falanca şahsı öldürmek için harekete geçtiğini; bir başka gün de, aynı şahsa ikram etmek için davrandığını haber verse, bu iki hareket tarzı, ne bu hareket tarzına nazaran, ne de bunu yapan kimseye nazaran biribirinden ayrılmaz. Çünkü bunlar, gerçekte aynıdırlar. Bu iki hareket tarzı ancak, ne maksatla yapıldığı hususuyla birbirinden ayrılır. Aynen bunun gibi, bir kimse, hükümdara ikramda bulunmak maksadıyla hareket eder; yine aynı zamanda, avamdan bir kimse için ikramda bulunmak maksadıyla da harekete geçerse, bu iki hareket tarzından her biri diğerinden, yapılan amelin hangi maksad ve amaçla yapıldığı hususuyla ayrılır. Ancak ne var ki, kerîm olan Allah'ın, putlarla mukayese edilmesi, kralların avamla mukayese edilmesinin çok çok üstündedir. Binâenaleyh, putlar için yapılan ameller, hayırlı ve iyi değillerdir. Şimdi tesadüfen birisi, yaptığı amel ile, Allah'ın rızasını gütse, ama bunun yanısıra da, putlara ibâdet etse, onun bu ameli, iyi, hayırlı ve güzel olmaz. Çünkü, bu kişi, Allah rızası için yaptığı şeyin aynısını, yontulmuş putlar için de yapmıştır. Binâenaleyh, bunun bir değeri yoktur. b) Boşa çıkarmak, o amelleri, helak edip geçersiz kılmaktır. Bunun hakikati şudur: bir kimse küfre düşüp, rükû ve sücûdunu, birtakım taşlar ve ağaçlar için yaptığında, kendisinde bir saygınlık kalmaz, yaptığı fiil de kâfir olması sebebiyle nazar-ı dikkate alınmaz. Bu, bekçi ve seyisin yanında hizmet eden kimse, ayağa kalktığında, hükümdar onun bu ayağa kalkmasını, onun aşağı mertebede kabul edilmesinden dolayı, saygı ve tazim olarak kâale almaz, değerlendirmez.. Kâfir de böyledir.. Mü'min kimseye gelince, bu kimse, Allah'tan başkalarına tekebbür ettiği oranda Allah'a olan saygı ve tazimini ortaya koymuş olur. Mü'minin bu hareket tarzı da tıpkı, hiçbir ferde boyun eğmeyen bir kralın, bir vakit hükümdarlardan birisine boyun eğip itaat ettiğinde, bu sayede o meleğin ululuğunun ortaya çıkmasına benzer. c) (......) fiili, "ihmal etti, terk etti" anlamındadır. Nitekim Arapça'da, birisi devesini başıboş bırakıp da, devesi kaybolduğunda, "Falanca devesini kaybetti" denilir. Allahü teâlâ, kâfirlerin durumunu beyan edince, mü'minlerin durumunu da beyan etmek üzere şöyle buyurmuştur: 2"İman eden, iyi iyi amel eden, Muhammed'e indirilene -ki o, Rablerinden bir hakdır- iman eden kimselerin de günahlarım affetmiş, hallerini iyileştirmiştir". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Biz, Allahü teâlâ'nın, iman ve amel-i salihten bahsettiğinde mağfiret ve mükâfaatını da, iman ve amel-i salihe bağladığını defalarca anlatmıştık. Nitekim O, 'İman edip salih ameller işleyenlere gelince, biz muhakkak ki onların günahlarını affedecek ve onları mükâfaatlandıracağız.." (Ankebût, 7) ve 'İşte hem iman edenler, hem güzel amellerde bulunanlar: Mağfiret ve bitmez tükenmez rızık onlarındır..." (Hacc, 50) buyurmuştur.. Ve, "mağfiref'in, imanın karşılığı; mükâfaat ve ücretin de, sâlih amelin karşılığı olduğunu söylemiş ve bu konuyu, Ankebût Sûresi'nde enine boyuna incelemiştik.. Şimdi burada biz diyoruz ki: Bunun (imanın) karşılığı, ayetteki, "günahlarım affı" ifadesi olup, bu, Cenâb-ı Hakk'ın imana karşılık vermiş olduğu mükâfaata; (ayetteki), "hallerini iyileştirmiştir" ifadesi de, Cenâb-ı Hakk'ın, salih amele mukabil vermiş olduğu mükâfaata bir işarettir. Mu'tezile (ise), günahların bağışlanmasının, iman ve amel-i sâlih ikilisine bağlı olduğunu söyler.. Binâenaleyh, kim iman eder de, sâlih amel yapmazsa ilahî azâb içinde ebedî olarak kalakalır.. Binâenaleyh, biz ehl-i sünnet diyoruz ki: Eğer durum, sizin dediğiniz gibi olsaydı, ayette bahsedilen "boşa çıkarma" işi, hem "küfre", hem de men etmeye bağlanmış olurdu. Dolayısıyla da, kâfir olup da men etmeyle uğraşmayan kimsenin amellerinin boşa çıkarılmaması gerekirdi. Biz şöyle de diyebiliriz: "Biz, Allahü teâlâ'nın iki hususu (iman ve amel-i sâlihi), iki şeye, mağfiret ve hallerin iyileştirilmesine bağladığını biraz önce belirtmiştik.. Binâenaleyh, kim iman ederse, Cenâb-ı Hak, günahlarını siler. Kim de (imanla beraber) salih amelde bulunursa, Allah onun hallerini ıslâh eder." Yahut da şöyle diyebiliriz: Hangi mü'minin, kendisinden, ne bir namaz, ne bir oruç, ne bir sadaka ve ne de bir yedirip doyurma, içirme sâdır olmayacak bir biçimde, salih amelde bulunmadığı düşünülebilir? Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, neticenin sebebe atfedilmesi kabilinden olmuş olur. Nitekim biz, durumun kişinin, "Yedim ve doydum.." şeklindeki sözünde de aynı olduğunu söylemiştik.. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e İndirilen İman edip salih ameller işleyenler" ayetinin aynı manayı ifâde etmesine rağmen, Cenâb-ı Hak niçin ayrıca Muhammed'e İndirilene " iman eden ..." buyurmuştur? Bundaki hikmet nedir ve bunun izahı nasıldır? Cevap: Bunun izahına gelince, bu, şu birkaç açıdan izah edilebilir: 1) Ayetteki ifâdesi, "Allah'a, Resulüne ve ahiret gününe iman edenler.." ifadesi de, "Allah'ın ve Resulüllah'ın kelâmında varid olan bütün her şeye iman edenler" takdirinde olup, bu, bir takım hususî şeylerden, yani Allah'a, Resûlüllah'a, ahiret gününe iman ... gibi ifadelerden sonra getirilmiş olan genel bir ifâde olup, güzeldir. Nitekim sen, "Allah, gökleri, yeri ve her şeyi yaratmıştır.." dersin. Bu, ya, "Bahsettiğimiz şeyler dışında her şeyi yaratmıştır" anlamındadır, yahut da, hususî bir ifâdeden sonra umûm bir ifâdenin getirilmesi anlamındadır. 2) Mananın, "İman edenler ve bundan önce de Hazret-i Muhammet) (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirilene, yani, yalancı olan peygamberle doğru olan peygamberi ayırd ettiren gerçek mucizeye iman edenler" şeklinde olmasıdır. Yani, "Onlar önce, mucizeye iman ettiler ve Kur'ân'ı Allah'tan başkasının getiremeyeceğine yakinen iman ettiler, bunu müteakip de, iman edip salih amellerde bulundular..." demektir. Bu manaya göre, cümlesinin başındaki vâv, "mutlak cemî için olmuş olur. Sonra gelen ifadenin, vuku bulma bakımından önce almış olması da mümkün olup, bu tıpkı bir kimsenin, "O, onu tasdik etti ve onu tasdik etmek vacto idi" demesi gibidir. Veyahut da,ikinci ifâde, birinci ifadenin beyâniyyesi olabilir. Buna göre sanki onlar, yani, iman etmişler, yani hakka iman etmişlerdir. Bu, tıpkı bir kimsenin, "çıktım, ama çıkmam isabetli oldu; yani çıkmam çok yerinde oldu. Zira, şunu elde ettim.." demesi gibidir. Aynen bunun gibi, Cenâb-ı Hak onların iman ettiklerini söyleyince, onların imanlarının, Allah'ın dışındaki bâtıl şeylere değil, kendisinin emrettiği ve indirdiği şeylere iman etme olduğunu beyan buyurmuştur. 3) Marifet ehlinin söylediği şu husustur: İlim amel; amel de ilim demektir. Binâenaleyh ilim, sayesinde gelen şeylerle amel etmek için öğrenilir, tahsil edilir. Dolayısıyla, âlim bir kimse, sâlih amel yaptığında, bilmediği şeyi öğrenmiş olur.. Böylece de insan, Allah'ın kudretini, ilmini ve emrini delile dayanarak anlamış olur da, Allah'ın emirleri, bu kimseyi fiilde ve amelde bulunmaya sevkeder. Bu kimsenin O'nu tanıması da, bu kişiyi, amelde bulunmaya teşvik eder. Böylece bu kimse O'nu, olduğu gibi ve sevaba, ikâba muktedir bir zât olarak tanımış olur. Binâenaleyh bu kimse salih amellerde bulunduğunda, Allah'ın makdûrat ve malûmatı hususunda, ancak Allah'ın muttali kılması ve ona o hususları açması ile bilebileceği şeyleri bilmiş olur da, böylece iman etmiş olur. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, "O mü'minlerin yüreklerine -imanlarını katmerli bir iman ile artırmaları için- sekîneti indirendir" (Fetih, 4) ayetinde bulunan işte budur. Binâenaleyh mükellef, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e burhan ile, mucize ile iman edip salih amelde bulunduğunda, o kimsenin bunu bilmesi, kendisini Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in her dediği şeyi tasdik etmeye sevkeder ve bu kimse, kendisinde bir şüphe bulamaz! İlk derecede, mü'min kimse için çeşitli haller söz konusu olduğu gibi, sanki mertebede de birtakım haller söz konusudur. Allah'a iman konusunda, birinci mertebede, bazen, ihtiyaçlarını giderme konusunda Allah'tan başkalarını maksat edinip, böylece de rızkını, meselâ Zeyd, Amr... gibi kimselerden talep edip, bir şeyi başka bir şey için sebep kılarak Allah'ı mabûd kılarken, son mertebede, Allah'ı, yegane maksat edinip O'ndan başkasına yer vermez; gizlisini açığını ancak O'ndan bilir, herhangi bir iş hususunda herhangi bir şeye de başvurmaz... İşte bu, Allah'a bir başka tür iman etmedir.. O ise, ilk tür iman etmedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman meselesine gelince, bir kimse ilk önce, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in konuştuğu şeyler hususunda doğru söylediğini tasdik eder, daha sonra da, (gittikçe), onun konuşmasının ancak Allah sayesinde olduğunu ve ondan duyduğu her sözün Allah'tan olduğunu söyler. Binâenaleyh bu kimse, birinci durumda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğru söylediğini ve ondan doğrunun sâdır olduğunu söylemiş olur. İkinci durumda ise, yalanın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sâdır olmasının imkânsızlığını söylemiş olur. Çünkü, başkasının sözünü nakleden kimseye, yalan nisbet edilemez. Yalan ancak, bizzat naklin kendisinde olabilir. Halbuki bu kimse o peygamberin, Cenâb-ı Hakk'tan, O'nun söylediği gibi nakilde bulunduğunu bitmektedir. Birinci mertebede bu kimse haşri, gelecek; peşin dünya hayatını da, hâl (şu an) kılmış olur. Son mertebede ise, haşri, hal; dünya hayatını da, gelip geçmiş kabul eder de, böylece nefsinin yaşantısını her an bir taksimata tâbi tutmuş olur. Derken, dünyanın tamamını kendisine iltifat edilmeyen ve kendisine teveccüh olunmayan bir yok, fani kılmış olur. Ayetteki, ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın kâfirler hakkındaki ifâdesinin mukabilindedir. Çünkü biz, bir izahımızda, bu ifadeyle onların, insanları, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tâbi olmaktan men ettiklerini beyan etmiştik. Böylece bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ittikâ etmeye teşvik eden bir ifâde olmuş olur. Demek ki onlar kendilerini, Allah'ın yoluna, yani Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve ona indirilene tabî olmaktan alıkoymuşlardır; berikiler, yani mü'minler ise, kendilerini Allah'ın yoluna, yani Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve ona indirilene tabî olmaya sevketmişlerdir. Böylece de hiç şüphesiz bunlar için, o kâfirler için olanın aksi tahakkuk etmiştir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, kâfirlerin iyiliklerini boşa çıkarmış, rrtü'minlerin günahlarını ise örtüp bağışlamıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, "O, Rablerinden bir haktır"ifadesindeki, kısmını, tıpkı "Bağdat'tan bir adam gördüm" denilip, böylece "Bağdat'tan" ifadesinin, o adam için, onunla, meselâ Musul'dan veya başka yerlerden olan kimseleri ayırd eden bir vasıf (sıfat) kabul edilmesi gibi, bir sıfat sayılabilir mi? Cevap: Diyoruz ki: "Hayır, çünkü Allah'dan olan herşey, zaten haktır. Aksine ayetteki, "Rablerinden"ifadesi, sıfat olmayıp, ikinci bir haber (yüklemdir). Buna göre Cenâb-ı Hak âdeta, "O, haktır; Rablerinden gelmiştir" demektedir. Yahut bu ifade, "O, Rablerinden inen bir haktır" manasında olmak üzere, belirleyici bir srfat sayılabilir. Çünkü "hak" (gerçek), bazan gözle görülebilir. Zira, güneşin aydınlatıcı oluşu bir gerçektir, ama Rabden inen bir hak değil, aksine Cenâb-ı Hakk'ın bize nasib ettiği bir yolla elde edilen bir bilgidir. Cenâb-ı Hak daha sonra "(Allah) iman eden kimselerin de günahlarını örtmüş, affetmiş ve hallerini iyileştirmiştir" buyurmuştur. Bu ifadede, "yok etti, sildi" kelimeleriyle meydana gelen müjdeye bir işaret vardır. Çünkü birşeyi silip-yoketmek, başka birşeyin onun yerine konulduğunu ifade etmez. Ama örtme (setr), bunu ifade eder. Çünkü eskimiş yahut kirlenmiş bir elbiseyi örtmek isteyen kimse, onu aymsıyla örtmez. Onu, ancak temiz ve güzel bir elbiseyle örter. Hele hele, cömert bir padişah, herhangi bir kulunun, eskimiş elbiselerini örtmek istediğinde, ancak pek pahalı olan, yüksek kaliteli bir elbisenin getirilmesini emreder. Binâenaleyh bu, padişah ve padişahın sevdiklerinin arasını örtmek ve perdelemek olmaz. "Mağfiret" de böyledir. Çünkü mağfiret ve tekfir (bağışlama), mana bakımından aynıdırlar. Binâenaleyh bu, "İşte bunlar, Allah'ın, kötülüklerini iyiliklere değiştirdiği kimselerdir" (Furkan, 70) ayetinde anlatılan şeyin aynısıdır. Ayetteki, "hallerini iyileştirmiştir" ifadesi de, biraz önce bahsettiğimiz günahların hasenelere (iyiliklere) dönüştürülmesine bir işarettir. Günahın Sevaba Dönüştürülmesi Eğer, "Cenâb-ı Hak, günahları haseneye nasıl dönüştürür?" denilirse, biz deriz ki: "Bu şu manayadır: Allah, o kimseye günahlarından sonra, yaptığı iyilikten ötürü iyilik yapan kimseye davrandığı gibi davranır." Buna göre şayet, o soruyu soran; "Problem çözülmedi, hâlâ devam ediyor. Hatta arttı bile.. Çünkü Allahü teâlâ, eğer iyiliklere verdiği mükâfaat gibi, kötülüklere de mükâfaat vermiş olsaydı, bu, günah-işlemeye bir teşvik olmuş oturdu" derse, biz deriz ki: Biz, Allah'ın, günahlara karşı mükâfaat verdiğini söylemedik. Ancak, Cenâb-ı Hakk'ın, kişinin yaptığı kötülüklerden sonra, iyiliklere verdiği şeylerle, bu kimseye mükâfaat verdiğini söyledik. Çünkü mü'min bir günah işlemiş, daha sonra da işin farkına varıp pişman olmuştur. Derken günahım itiraf edip, kendini hakir görerek, Rabbisinin huzurunda duruvermiştir. Böylece de ilahî rahmete, hiç günah işlemeyen ve Rabbisinin huzuruna gönül rahatlığı ile varan kimseden daha yakın olmuş olur. Böylece günah, pişmanlığın bir şartı olmuş olur. Bu sevap ise, günaha değil, kişinin duyduğu pişmanlığa verilmiştir. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak şöyle demek istemiştir: "Kulum günah işledi, ama bana döndü. Binâenaleyh onun fiili kötü ama, benim hakkımdaki zannı güzeldir. Çünkü Benden başka bir melce, bir sığınak bulamamıştır, böylece ancak benim lütfuma güvenmiştir. Zann ve güven, kalbin amelidir. Fiil ise, bedenin amelidir. Kalbin ameline itibar etmek daha evlâdır. Baksana, uyuyan ve baygın olan kimsenin, bedeninin hareketleri nazar-ı itibara alınmaz. Yine hareketsiz hale gelmiş olan bir felçlinin de ancak kalbinin niyeti nazar-ı dikkate alınır. Ruhun ve bedenin durumu, padişahın önünde at oynatan, kılıç ve süngüsüyle padişahın düşmanlarını savuşturan, sıçrayıp-zıplayan bir at üzerindeki süvarinin durumuna benzer. Bu arada o at, sıçrayıp zıplarken, tepişmesi sebebiyle, padişahın elbisesini kirletmiştir. Şimdi o süvarinin yaptığı iş nazar-ı dikkate alındığında, hiç atın fiiline ve bu zararına iltifat olunur mu? Aksine eğer, o süvari böyle bir savunma yapmasa ve atı da, padişahın elbisesini kirleterek ona eziyet verseydi, bu durumda süvari sorumlu olurdu. Aynen bunun gibi, ruh süvari; beden ise onun atı gibidir. Binâenaleyh eğer kişinin ruhu, Allah'a ibadet ve zikirle meşgul olur da, bedeninden kötü birşeyler sâdır olursa, buna iltifat edilmez. Aksine onun bu hali normal kabul edilir. Tepen atın terbiyesi hususunda daha çok uğraşılır. Duran, sakin olan atın ise, yakası bırakılır. Eğer bu kimsenin ruhu, Allah'ın zikri ve ibadetiyle meşgul değilse, bedeninin fiillerinden dolayı sorumlu tutulur." Mü'min Hakka Bağlıdır 3"Bunun sebebi şudur: Çünkü kâfirler bâtıla uymuşlar, iman edenlerse Rablerinden gelen hakka tabî olmuşlardır. Allah insanlara misallerini böylece açıklar". Bu, "Saptırma ve boşa çıkarma işi, o kâfirlerin bâtıl peşinde olmaları sebebiyledir" demek olup, ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Hak ve Bâtılın Manası Ayette geçen "bâtıl"ın ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılabilir: a) Bu, varlığı mümkün olmayan şey demektir. Bu böyledir, çünkü onlar, Allah'dan başka bir tanrıya tâbi olmuşlardır. Allah'tan başka bir ilahın varlığı ise imkânsızdır. Binâenaleyh bu bâtıldır, bâtılın tâ kendisidir. Çünkü bâtıl, olmayan şey demektir. Nitekim, "yoktur" manasın da ki denilir. Binâenaleyh var olması imkânsız olan, meydana gelmesi mümkün olmayan ve gerçekte mevcut olmayan "ma'dûm", alabildiğine "bâtıl" demektir. Buna göre "hak" da, yokluğu imkânsız şey demek olup, böyle olan ancak Allah'tır. Çünkü "hak", var olan demektir. Nitekim, "iş var oldu, sabit oldu" manasında, denilir. Binâenaleyh, yokluğu imkânsız olan mevcud, alabildiğine var olup, hiçbir zaman yok olmayan demektir. b) Bâtıl, şeytan manasınadır. Bunun delili, "Cehennemi seninle ve sana tabi olanlar ile mutlaka dolduracağım (ey iblis)"(Sad, 85) ayetidir. Cenâb-ı Hak, bu beyanı ile şeytanın, kendisine uyulan; kâfirlerin de o kâfirler ve facirler olduğunu beyân buyurmuştur. Bu tefsire göre "hak", Allahü teâlâ'dır. Çünkü Allahü teâlâ kendi hizbini, Şeytan'ın hizbi (grubu-partisi) karşılığında zikretmiştir. c) Bâtıl, kâfirlerin ileri gelenlerinin görüşü ve atalarının dinidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, onların, "Biz atalarımızı bir ümmet (din) üzere, bulduk ve onların izi üzere hidayet bulduk..."(Zuhruf,22-23) dediklerini nakletmiştir. Bu tefsire göre, "hak", Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Allah'dan naklettiği şeylerdir. d) Bâtıl, Allah'ın dışında kalan herşey demektir. Çünkü "bâtıl" ile, "helak olan, fânî olan", aynı manayadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'ın zâtı hariç, herşey helak olucudur"(Kasas, 88) buyurmuştur. Bu tefsire göre de "hâk", yine Allahü teâlâ'dır. İkinci Mesele Eğer birisi, "Ayetteki, "Rablerinden gelen..." ifadesi, o dört manadan, ancak birisi için uygun düşer. Bu tek mana da, buradaki "hak" ile, Allah'ın indirdiği ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Allah'dan naklettiği şeylerin kastedilmesidir. Ama buradaki "hak" ile, Allahü teâlâ'nın kastedildiğini söylememiz durumunda, ayetteki "Rablerinden gelen hakka tabî olmuşlardır" ifadesi, nasıl doğru olabilir?" derse, biz deriz ki: Bu durum da "Rablerinden gelen" nun mütealliki olmayıp, onun taalluk ettiği kelime fiilidir. "Onlar, Rablerinin emrine tabî oldular, yani Allah'ın lütfundan veya Rablerinin hidayetinden ötürü, hak olan Allahü teâlâ'ya tabi oldular" demektir. Bâtıl Var Sayılır Mı? "Bâtıl", varlığı mümkün olmayan, mevcud olmayan şey olduğuna göre, ona tabî olmak nasıl mümkün olur? Cevap: Deriz ki: O kâfirler, putlar ilahtan olduğu için ve onlar kendilerine bu sayede mükâfaat verecekler diye, onlara taptıklarını söylediklerinden dolayı, ortada tabî olunan birşey olmamakla birlikte, putlar bu putperestlerin iddiasına göre, sanki tabî olunanlar olmuş olur. Dördüncü Mesele Allahü teâlâ, mü'minler hakkında, "İman edenlerse, Rablerinden gelen hakka tabî olmuşlardır"; kâfirler hakkında ise, "bâtıla uymuşlar" buyurmuş, meselâ "putlarından gelen bâtıl" diye nitelemiştir, niçin? Biz deriz ki: Onların ilahlarının konuşması, yahut akletmesi söz konusu değildir de onun için. Nitekim Allah onlara, konuşma kabiliyeti verdiğinde, kendilerine tapanların fiillerini yadırgayacak ve kabul etmeyeceklerdir. Nasıl ki Cenâb-ı Hak, "Kıyamet günü o (putlar), sizin şirkinizi (onlan Allah'a ortak koşuşunuzu) yadırgayackalardır" (Fatır, 14) ve "Onlar, kâfirlerin kendilerine tapmalarım reddederler" (Ahkaf, 6) buyurmuştur. Halbuki Allahü teâlâ, onların fiiline razı olmuş ve onları bu fiil üzere sabit kılmıştır. Ayetteki, "Rablerinden gelen" ifadesinin, her iki durumla da ilgili olduğu söylenebilir. Buna göre, "Rablerinden kaynaklanan bir durum, bir takdir olarak, kâfirler bâtıla, mü'minler hakka tâbi olmuşlardır" manasına gelir. Bu Ayetteki Mesel Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah insanlara misallerini böylece açıklar" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Allah, hangi meseli îrad etmiştir ki "Allah insanların işte böylece misallerini açıklar" buyurmuştur? Biz deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Bu mesel kâfirlerin amellerini boşa çıkarmak, iyi kimselerin günahlarını örtüp bağışlamak olabilir. b) Bu mesel, kâfirin bâtıla, mü'minin ise hakka tabî olması olabilir. Bu ifade hakkında, şu iki diğer izah da yapılabilir: a) Ayetteki, "Rablerinden gelen" ifadesi, "Rableri katından olarak, kâfirler bâtıla; mü'minler de hakka uydular" manasına alınması durumunda, biz deriz ki: "Ayetteki bu sonraki ifade "Bu, bütün meseller için esas teşkil edecek bir meseldir" manasına gelir. Çünkü saptırma ve onun dışındaki işler, tabî olma ve onun dışındaki bütün işler Allah'dandır. b) Allah Tealâ, kâfirlerin amellerini boşa çıkardığını, mü'minlerin ise, günahlarını bağışladığını beyan edip, küfürle iman arasında, bunlar biribirinin zıddı olduğu için, apaçık bir başkalık olduğundan dolayı, bunun sebebinin şu olduğuna dikkat çekmiştir: Yani saptırma ve günahları bağışlama işi, aralarındaki zıdlık ve ihtilaf sebebiyle olmayıp, aksine kişilerin hakka veya bâtıla uymaları sebebiyledir. Önemli olan, sebebin bilinmesidir. Yoksa, iki fiil, hem şekil, hem de esas itibariyle, bazan birleşebilir. Amma birisinin altında hakka uyma, diğerinin ise altında bâttla uymanın yatması sebebiyle, birisi amellerin boşa çıkarılması neticesini, diğeri ise, günahların örtülmesi neticesini doğurmuştur. Çünkü kalbi küfürle dopdolu olduğu halde, zahiren iman eden kimse ile, kalbi imanla dopdolu olduğu halde, kalben iman eden iki şahsın durumları zahiren aynı gözükmekle birlikte, birisinde hakka ittiba, diğerinde bâtıla ittiba yattığı için, aslında farklıdırlar. Bunda şaşılacak birşey yok. Çünkü küfrünü gizleyip, zahiren iman etmiş görünen kimse ile, kalbi imanla dopdolu olduğu halde, zorlama neticesinde, zahiren kâfir gibi görünen kimselerin, bu fiilleri zahiren farklıdır. Binâenaleyh amellerinin boşa çıkarılması, kendi isteği ile bâtıla tâbi olması sebebiyle, zahiren iman ettiğini açıklayan kimseler için söz konusudur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Küfürle iman haklarında iki ayrı hüküm sabit olan iki meseldirler ve sebebi de malumdur. Bu sebep de, hakka veya bâtıla uymaktır. Aynen bunun gibi, kendisinde hakka uyulan herşeyin makbut ve mükâfaata lâyık; kendisinde bâtıla uyulan herşeyin ise merdud ve cezaya layık olduğunu biliniz" demek istemiştir. Böylece bu ifade bütün misaller (teşbihler) için genel bir ifade olmuş olur. Kaldı ki biz, ayetteki (böylece) ifadesinin, burada kendisine benzetilen bir bir misalin bulunmasını gerektirdiğini de söylemiyoruz. Aksine bu, "Allah kâfirlerin durumunu ve amellerini boşa çıkarışını; mü'minlerin durumunu ve günahlarını bağışlayısın) anlatıp, bu ikisinin sebebini beyan edince, bu ileri derecede bir izah olduğu için, bunun üzerine, "böylece..." yani, "Aynen bu güzel izah gibi, Allah insanlara darb-ı mesel yapar ve insanlara, kendilerinin durumlarını iyice anlatır" demektir. İkinci Mesele "Onların misallerini" ifadesindeki, "Onlar" zamiri kim ile ilgilidir? Bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Bütün insanlar ile ilgilidir. Buna göre Cenâb-ı Hak, "Allah insanlara, kendilerinin aleyhine misaller getirir" demiş olur. b) Bu, daha önce bahsedilen iki grupla ilgilidir. Bu durumda da ayetin manası, "Allah insanlara, daha önce bahsedilmiş olan bu iki grubun misallerini açıklar" şeklinde olur. Savaş Hali 4"Onun için, o kâfirlerle (harbte) karşılaştığınızda, onların boyunlarını vurun. Nihayet onları mecalsiz bir hale getirdiğiniz zaman, artık bağı sıkı tutun. Daha sonra ise ya iyilik edip salıverin, yahut fidye alın. Yeter ki harb, ağırlığını bıraksın. (İş) böyledir. Eğer Allah dileseydi, onlardan, (harbsiz olarak da) elbet intikam alırdı. Fakat (harbi emretmesi) sizi birbirinizle imtihan etmesi içindir. Allah, yolunda öldürülenlerin amel ve hizmetlerini asla boşa çıkarmaz". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Önceki Kısımla Münasebet Ayetin başındaki fâ edatı, kendisine dayanacağı ve ilgi kuracağı bir yer gerektirmektedir. Binâenaleyh ayetin, daha önceki ayetlerle irtibatı nasıl kurulabilir? Biz deriz ki bu münasebet ve ilgi şu birkaç şekilde izah edilebilir: 1) "Allahü teâlâ, kâfirlerin amellerini boşa çıkardığını beyan etmişti. İnsanın değeri ise amellerine göredir. İşi ve eseri olmayan kimse de, bir hayvan sayılır. Bu hayvan, üstelik bir de zarar verirse, işte onun ortadan kaldırılması yerinde olur" demektir. Binâenaleyh kendileri için bir saygınlığın olmadığı ortaya çıkıp, amelleri de boşa çıkarılınca, o kâfirlerle karşı karşıya gelince, onların boyunlarını vurun. 2) İki grubun farklı olduğu ve birbirinden uzak noktalarda bulunduğu, çünkü birisinin bâtıla, yani şeytanın hizbine (partisine), diğerinin de hakka, yani Rahman Allah'ın hizbine (partisine) tabî olduğu ortaya çıkınca, gruplar nezdinde, savaş gerekli oldu. Binâenaleyh ey mü'minler, onlarla karşı karşıya geldiğinizde onları öldürün. 3) Bazı kimseler, kalblerinin zayıflığı ve tefekkürlerinin yetersiz oluşundan ötürü, canlılara elem vermenin zulüm ve haddi aşma olduğunu savunmuşlardır. Özellikle bir bünyenin harab edilmesi demek olan, katlin.. İşte bundan dolayı onlara reddiye olsun diye şöyle denilmek istenmiştir: İşlerin değeri, hakka veya bâtıla uyma ile ölçülüp, Allah'ın emrini yüceltmek maksadıyla, Allah yolunda öldürülenler için de, namaz kılıp-oruç tutan kimseler için söz konusu olan ücretler vardır. Öyleyse haydi ey mü'minler kâfirlerle karşılaştığınızda onları öldürün ve onlar hakkında sizi bir acıma duygusu sarmasın. Çünkü bu, hakka uymadır. İşlerin değeri ise, şekillerine göre değil, hakka göredir. Boyun Vurmanın Mânası (......) ifadesi, mef'ûl-ü mutlak olarak mansubtur ve takdiri, "Onların boyunlarını adamakıllı vurun" şeklindedir. Üçüncü Mesele Boyunları vurmanın, insanın diğer uzuvlarına tercih edilmesindeki hikmet nedir? Diyoruz ki: Cenâb-ı Hak, mü'minlerin sadece müdafaa edenler olmayıp, defediciler olduğunu beyan etmiş olmaktadır. Saldıran kimseyi defeden kimse İlk önce, onun ölümcül yerlerine vurmaz; aksine karşı tarafın ölümünü gerektirmeyen yerlere kademe kademe vurur; eğer onu böylece defederse, bununla yetinip onun öldürecek yerlerine vurmaz. Fakat Allahü teâlâ belirtmek istemiştir ki gaye savunma değil, aksine onları yeryüzünden defetmek ve dünyayı, onlardan temizlemektir. Nasıl böyle olmasın ki, ey mü'minler, yeryüzü sizin için bir mescid kılınmıştır. Halbuki müşrikler pisliktirler. Mescidin ise, pisliklerden temizlenmesi gerekir. Binâenaleyh bu durumda sizin, saldırana karşı yapılan savunmanın aksine, önce o kâfirleri öldürme niyeti ile, öldürücü yerlerine vurmanız gerekir. Boyun, insanın öldürücü yerlerinin en belli başlısıdır. Çünkü boğaz ve şah damarını kesmek, ölüme yol açar. Fakat bu durum harbte her zaman mümkün olmayabilir. Ama boyun, harbte her zaman ortadadır. Binâenaleyh boyna vurmada, boğazı koparmaksızın kesme yapmakta, bu da ölümü gerektirmektedir. Kişinin diğer uzuvları ise böyle değildir; öncelikle harbte... Ayetteki "karşılaştığımızda" ifadesinde, bu kâfirlerin, saldıran konumunda olana ters düştüğünü gösteren bir incelik vardır. Çünkü (......) kelimesi, insiyatifin mü'minler tarafında olduğuna delâlet eder. Ama "kâfir size rastladığında (......) kelimesinde, bu mana yoktur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, bu ayetin dışındaki yerlerde, "Onlan bulduğunuz yerde öldürünüz"(Bakara, 191) buyurmuştur. Dördüncü Mesele Cenâb-ı Hak burada, masdarı (mef'ûl-u muttaki) açıkça zikretmiş, fiflini zikretmemiştir. Enfal Sûresi'nde ise, fiilî zikretmiş ve mef'ûl-u mutlakı zikretmemek suretiyle "Boyunlarının üstüne vurun"(Enfal, 12) buyurmuştur. Hal böyle olunca, burada bir incelik var mıdır? Biz diyoruz ki: Evet. Bunu şöyle bir mukaddime yaparak izah edelim: Bazı durumlarda (surelerde), anlatılmak istenen şey, fiilin failden südûru olup, masdar fiile zımnen tabî olur. Çünkü failin fiilinin meydana gelmesi, ancak o failden, bir masdann (fiilin) varlık âlemine çıkmasıyla mümkün olur. Bazan da, maksud olan (esas gaye), bizzat masdar olur. Fakat bu masdar, ancak bir failden sâdır olur ve failden o masdar (iş) istenir. Buna şöyle bir misal verebiliriz: Bir kimse, "Ban, şehirden çıkmaya yemin ettim" dediğinde, ona "çık" denilir. Böylece bundan maksad, bu fiilin ondan sâdır olması olmuş olur. Çıkma işinin haddi zatında, olumsuzluğu kastedilmemiştir. Eğer o kimseden, çıkma işi tahakkuk etmeden, çıkması mümkün olsaydı, onun yine de çıkması gerekirdi. Fakat insanın çıkması, bu çıkma işinin ayrılmaz vasfıdır. Binâenaleyh bir kimse, "Düşmanlarımdan dolayı, burası bana dar geldi" dediğinde ona, mesela, "Haydi huruç" denilir ki bu, "çık" demektir. Burada esas istenen, bu çıkış olduğu için, "huruç", (çıkış) denmiştir. Fâilsiz bir çıkış mümkün olsaydı, maksad gerçekleşirdi. Fakat bu imkânsızdır. Binâenaleyh burada fiil, masdara tabî olur. Bunu iyice kavradığına göre, şimdi diyoruz ki: Enfal Sûresi'nde, bilfiil tahakkuk etmiş olan bir savaş anlatılmaktadır ki onlar zaten o savaşın içindedirler. Melekler de savaş saflarında hazır olanlara yardım için indirilmiştir. Binâenaleyh orada matlub olan fiildir. Burada ise bir emir söz konusudur. Bu emir de, savaş zamanında verilmemiştir. Bunun delili ayetteki, "Kâfirlerle karşılaştığınızda.-." ifadesidir. Binâenaleyh burada maksad, emredilen şey fiilden önce geldiği için masdarın matlub olduğunu beyan etmektir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak burada, "Boyunlarını vurunuz!" denilmiştir. Anlattıklarımızda, şöyle bir diğer incelik de söz konusudur. Allahü teâlâ, Enfâl Sûresi'nde, "Vurun onların herbirparmağına..."'(Enfâl, 12) buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü o zaman, savaş zamanıdır. Böylece Cenâb-ı Hak, mü'minleh, önce kâfirin ölümünü sağlayacak yerlerine vurmalarını, buralara isabet ettiremezlerse, diğer yerlerine vurmalarını tavsiye etmiştir. Bu ayette ise, söz konusu olan savaş zamanı değildir. Binâenaleyh burada maksadın, öldürme olduğunu beyân etmiştir. Müslümanın maksadı da zaten budur. Hatta Edatı Ayette geçen (......) kelimesi, öldürme işinin son noktasını beyan etmek için değil, ilgili emrin son noktasını beyan için getirilmiştir, yani, "Nihayet onları mecalsiz bir hale getirdiğiniz zaman, artık geriye öldürme emri kalmaz, buna cevaz (müsaade) kalır" demektir. Eğer bu edat, öldürmenin son noktasını göstermiş olsaydı, artık bu noktadan sonra öldürme caiz olmazdı. Halbuki mecalsiz hale getiren kimse, ihtiyar ve aciz bir kâfirle karşılaştığında bile, onu öldürebilir. Halbuki ayetin bu ifadesiyle, kâfirin iki eli-iki ayağı kesilip de kötürüm hale geldiğinde, müslüman onu öldürmekten nehiy murad edilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Artık bağı sıkı tutun" buyurmuştur. Bu, mendubluk ifade eden bir emirdir. Fidyeli Veya Fidyesiz Salıverme "Daha sonra ise, iyilik edip salıverin, yahut fidye alın" emri ile ilaili birkaç mesele var: İmmâ edatı, hasr manası ifade eder. Halbuki kâfirlerin durumları, esir edildikten sonra, sadece bu iki duruma mahsus olmayıp, öldürülmeleri, köle edilmeleri, karşılıksız salıverilmeleri ve fidye karşılığı salıverilmeleri gibi durumlar mümkün?.. Biz deriz ki: Bu, mendubluk ifade eden bir emirdir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bütün insanlar için mümkün olan genel bir durumdan bahsetmiştir. Müslümanların, savaşta esir aldıkları arapları köle edinmeleri caiz değildir. Çünkü onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in soyundandır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, bu emirde, köle edinmekten bahsetmemiştir. Öldürme işine gelince, mecalsiz hale getirilmiş kimsede ilk göze çarpan, onun kötürüm bırakılmasıdır. Bir de Cenâb-ı Hak, öldürme işini, zaten "Boyunlarını vurun" emriyle belirtmiştir. Geriye, sadece ayette daha sonra bahsedilen bu iki husus kalmıştır. Emirdeki Sıranın Hikmeti Ayetteki, "mennen" ve "fidâen" kelimeleri, mef'ûl-u mutlak olarak mansubturlar ve takdirindedirler. "Men"nin (iyilik yapmanın), fidyeden önce zikredilmesi, insan nefsinin hürmetinin, ondan mal istemeden önce geldiğine bir işarettir. Fidye mal cinsinden olabileceği gibi, karşılıklı esir değişimi şeklinde de olabilir Yahut da karşı tarafın tümüne, yahut sadece esir edilen şahsa, ileri sürülen bir şart şeklinde de olabilir. Üçüncü Mesele Biz, bir mef'ûl takdir ederek fiiller takdir edip, "Ya, onlara iyilik yaparsınız, yahut onlardan fidye alırsınız" diyebilir miyiz? "Hayır" deriz. Çünkü burada maksad, ne onların aleyhine ne lehlerine olmaksızın, bir iyiliğin ve fidyenin olduğunu belirtmektir. Bu tıpkı bir kimsenin, "Falanca verir de vermez de" deyip de, "Falanca Zeyd'e verir, Amr'e vermez" dememek gibidir. Çünkü bu sözü söyleyenin maksadı, mef'ûlü anlatmak değil, faili anlatmaktır. Aynen burada da maksad, mü'minleri, lütuf olan şeye sevketmektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Yeterki harb ağırlığım bıraksın" buyurmuştur. Bu ifadenin başındaki edatının neye taalluk ettiği (bağlı olduğu) hususunda şu iki izah yapılabilir: a) Bunun taalluk ettiği şey, Öldürme işi olup, mana, "Onları, harb ağırlıklarını koyuncaya kadar, öldürün" şeklindedir. b) Bu, "iyilik yapma veya fidye alma" işiyle ilgilidir. Bu ifadenin, "Artık bağı sıkı tutun" ifadesiyle ilgili olduğu da söylenebilir. Fakat bunun, hernekadar ayetde açıkça zikredilmemiş olsa bile, öldürme işiyle ilgili olması daha açık ve uygundur. Ayetteki, "ağırlığın" ne demek olduğu hususunda şu iki izah yapılabilir: a) Bunlar, silahlardır, b) günahlardır. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Eğer bununla, günahlar kastedilmişse, günah savaşanlara ait olduğu halde, harb günahları nasıl bırakılabilir? Aynı soru, bu ifade "silahlar" manasına alınması halinde de söz konusudur. Fakat böyle bir sorunun, birinci mana için söz konusu oluşu, daha fazladır. Cevap: Biz deriz ki: Harbin kendisi, günahları bırakan bir şey kabul edilemez. Aksine harb, harbedenlerde olan günahlar ve silahlan bırakabilir. (Yani ifade mecazîdir.). İkinci Mesele Bu ifade, "O beldeye sor" (Yusuf, 82) ayeti gibi midir ki, Cenâb-ı Hakk âdeta, "Harb edenler, harbteki gurublar günahlarını bırakıncaya kadar" demiş olsun? Deriz ki: Bu, ilk nazarda muhtemel gözükse bile, ayeti iyice incelediğinde, bu ikisi arasında bir fark görürsün. Çünkü "harb ağırlığım bırakmcaya kadar..." ifadesinden kastedilen, harb tamamen sona erinceye, dünyada müslümanlarla, savaşan hiçbir kâfir gurubu kalmayacak şekilde ortadan kalkıncaya kadar..." demektir. Binâenaleyh eğer biz bu ayete, "savaşanlar ağırlıklarını bırakıncaya kadar..." manasını verirsek, savaş düşüncesi, devam ettiği halde, bu gurubların silahlarını barıkıp, harbi sona erdirmeleri ihtimal dahilindedir. Bu tıpkı, "Düşmanlığım benden ayrılmış değil. Fakat düşmanlığımı bugünlerde bıraktım" demen gibidir. Dolayısıyla, "bırakma" fiilini, bizzat harbe verirsek, o zaman mana, "Harb namına hiçbirşey katmayıncaya kadar..." şeklinde olur. Eğer Cenâb-ı Hakk, bunun yerine "Harb kalmayıncaya kadar...", yahut "Kâfir harbten kaçıncaya kadar..." demiş olsaydı, ayetteki ifadenin manasını sağlar mıydı? Diyoruz ki: Hayır. Çünkü bu iki ifade arasındaki farklılık, ayetin nazmında meydana getireceği bozukluğu bir tarafa bırakalım, manaya bakarak da, tıpkı "Ümeyye oğullarının devleti sona erdi" demenle, "Onların devletlerinden bir eser kalmadı" demen arasındaki fark gibidir. Bu ikinci ifadenin daha betiğ olduğunda şüphe yoktur. Aynen burada da, ayetteki, "ağırlıklarını" ifadesi, "Habin izleri" manasınadır. Çünkü harbin ağırlığı, "onun izleri" manasınadır. Savaş İçin Son Vade Harbin, ağırlıklarını bıraktığı zaman ne zamandır? Deriz ki: Bu hususta bazı görüşler olup, bunların hepsinin neticesi, bu vaktin, yeryüzünde, savaşacak kâfir taraf kalmadığı zaman olduğuna varır. Bu zamanın, Deccâl'in öldürülüp, İsâ (aleyhisselâm)'nın indiği zaman olduğu da söylenmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "(iş) böyledir. Eğer Allah dileseydi, onlardan elbet intikam alırdı" buyurmuştur. Ayetteki, "zalik" kelimesinin terkibi hakkında şu iki izah yapılabilir: a) Bunun takdiri, "iş böyledir..." şeklinde olup, mübteda mahzuftur. b) "Bu, vacîbtir", yahut, "Bu, ön plandadır." (Bu durumda haber mahzuftur). Bu, tıpkı bir kimsenin "Eğer bunu yaparsan, işte tamamen maksad budur" demesi gibidir. Cenâb-ı Hakk daha sonra, onlarla savaşmanın, belirlenmiş bir yol olmadığını, aksine, istemesi halinde, onları asker-ordu-savaş olmadan da, helak edebileceğini beyan etmiştir. Birbiriyle İmtihan Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Fakat (harbi emretmesi), sizi birbiri nizle imtihan etmesi içindir" buyurmuştur ki, bu, "O, sizi, bununla mükellef tuttu ki, böylece, bu emri size tahsiss etmiş olması sebebiyle, sizin için bir şeref ve fazilet meydana gelsin!.." demektir. Buna göre şayet, "Allah, gizli ve en gizliyi bildiği halde, bizim, "Mükellef tutma, bir imtihan ve denemedir" şeklindeki sözümüzün hakikati nedir ve Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat (harbi emretmesi), sizi birbirinizle imtihan etmesi içindir..." ifadesinden ne anlaşılmalıdır?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: Allah'ın İmtihanı a) Bu ifâde ile, "O, bunu, tıpkı deneyen ve imtihan eden kimsenin fiili gibi bir fiil ve işte bulunurcasına, yapmıştır.." manası kastedilmiştir ki, "Allahü teâlâ, ilgili şeyi, ya melekler ya da insanlar gibi bir başkasına anlatmak, göstermek için yapar, imtihan eder.." izahı da, bu anlamdadır. Sözün özü şudur: "İbtilâ", "imtihan" ve "ihtibâr" (sınamak), fiilin kendisine nazarla, onu ortaya koymak amacıyla, insanlar nezdinde bilinmeyen bir şeyin, kendisi sayesinde ortaya çıktığı bir fiildir. Bizim, "Bu, sayesinde, bilinmeyen birşeyin ortaya çıktığı bir fiildir" şeklindeki sözümüzün, "ibtilâ" ifadesinin manasına dahil olduğu açıktır. Çünkü, sayesinde, asla hiçbir şeyin ortaya çıkmadığı bir şeye, imtihan denilemez.. Bizim, "insanlar nezdinde belli olmayan bir şeyin..." şeklindeki ifademizin izahına gelince, bu da şöyledir: Kılıcını, salatalık yada kabağa vuran bir kimse hakkında, "O, kılıcını deniyor" ifâdesi kutlanılmaz.. Çünkü, bu vurma işinden meydana gelecek şey, daha dünden bellidir.. Bu da, kılıcın, muhakkak surette onları keseceği, ikiye böleceğidir.. Binâenaleyh, bir kimse kılıcını, yırtıcı ve vahşi bir hayvana saldığında, o kimse için bu sefer, kılıç o hayvanı ister ikiye bölsün isterse bölmesin, "Kendisini müdafaa etmek için (kılıcını deniyor) deyimi kullanılabilir. Bizim, tarifimizdeki, "Bunda, malum olmayan o iş anlaşılsın, ortaya çıksın diye.." şeklindeki sözümüze gelince, o hayvanı kendisinden savuşturmak için kılıcını vahşî hayvana çalan kimse hakkında, "O, deneyicidir.." ifâdesi kullanılmaz. Çünkü, o kişinin o hayvana kılıcını çalması, belli bir şeyin meydana çıkması için değildir. Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki, Allahü teâlâ bize, sayesinde, malum olmayan bir işin ortaya çıkacağı bir şeyi, -ki bu, bizce ya tâattır, ya da masiyettir- emrettiğinde, her ne-kadar Cenâb-ı Hak onu biliyor olsa bile, O'nun hakkında, O'nun, imtihan edici olduğu söylenebilir. Çünkü, bizde, niçin imtihan edildiğimize dair bilgi bulunmuyordu. Binâenaleyh, bu bilgisizlik bizde devam ettiği sûrece, O bizi imtihan ettiğinde, bize, emirler verecektir. Ki, böyle davranma, imtihanın ayrılmaz bir vasfı da değildir. İmdi, eğer; "İmtihanın faydası, imtihan edenin bilgi elde etmesidir. Allahü teâlâ her şeyi bildiğine göre, bu imtihanın faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki; Böyle bir soru, sadece "imtihan" meselesine mahsus bir soru değildir. Çünkü bir kimsenin, "Niçin imtihan etti?" şeklindeki sözü, tıpkı, "Hiç ihtiyacı olmadığı halde, niçin kâfire azâb etti?" Ateşi, zararlı değil, faydalı bir biçimde yaratmaya kadir iken, "Ateşi niçin yakıcı olarak yarattı?" şeklindeki soruları gibidir. Bunlara verilecek cevap ise, "Cenâb-ı Hak, yaptığından mesul değildir" şeklindedir. Şimdi bu durumda biz, öncekilerin söylemiş olduğu, "Bu, Kendisi için değil, Allah katında malum olan bir hususun, ortaya konulması içindir" şeklindeki sözleri söylüyor, bundan sonra da şunu ilave ediyoruz: Deneyen ve imtihan eden kimsenin, deneme sonucunda meydana gelen şeye ihtiyacı yoktur. Çünkü, yukarda bahsettiğimiz misallerde, kılıcını deneyen kimsenin, kılıcını kendisiyle denediği şeyi kesmesine ihtiyacı yoktur.. Hatta, kılıcıyla, vahşî hayvanı savuşturmaya dair vermiş olduğunuz misalde, böyle bir şeye muhtaç olması durumunda bile, onun hakkında, "O, kılıcını deniyor" deyimi kullanılmaz. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat, sizi birbirinizle imtihan etmek için..." cümlesi, O'nun, " (böyledir) eğer Allah dileseydi, onlardan elbet (hiç asker olmadan da) intikam alırdı' şeklindeki ifadesini izah sadedinde Kendisinin herhangi bir şeye muhtaç olmadığına bir işarettir. Kıraat Farkı Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah yolunda öldürülenlerin amel ve hizmetlerini asla boşa çıkarmaz" buyurmuştur. Ayetteki (......) kelimesi şeklinde de okunmuştur ki, bu kıraatların hepsi de, önceki ifadelere uygun düşer. Bu kelimenin (......) şeklinde okunuşuna gelince, Cenâb-ı Hak (Muhammed, 4) buyurup, manası da, "öldürün,." şeklinde olunca, öldürmenin yanlış ve haram bir şey olduğunu; zira bunun, Allah katında muhterem olan kimsenin hayatının sona erdirilmesi demek olduğunu iddia edenlere bir reddiye olsun diye, "Allah yolunda savaşanlara gelince Allah, onların amel ve hizmetlerini asla boşa çıkarmayacaktır" beyanı ile, öldüren kimseler için söz konusu olan şeyi, ücreti beyan ederek, şöyle buyurmuştur: "Bunların amelleri, kâfirlerin haseneleri gibi boşa çıkarılmamıştır. Tam aksine, bunların amelleri, kâfirlerin hasenelerinin üstündedir. Çünkü Allah, kâfirlerin amellerini boşa çıkarmış; savaşanların ve kâfirleri öldürenlerin amellerini ise boşa çıkarmamıştır. Şu halde, kâfirleri öldürmek nasıl bir günah olabilir? Bu kelimenin nasıl bir günah oluşuna gelince, böyle bir kıraat daha fazla mana ifade eder ve daha kapsamlı olur.. Çünkü böyle okunması halinde bu kelimenin muhtevasına, ister öldürsün, isterse öldürmesin, öldürme hususunda çaba sarfeden herkes dahil olur. Bu kelimeyi meçhul olarak (......) şeklinde okuyan kıraate gelince, biz deriz ki, bu durumda bu ifade, Önceki ifadelerle şu bakımlardan bir münasebet arzeder; 1) Allahü teâlâ, "onların boyunlarını vurun..."yani, "onları öldürünüz" buyurup, öldürme işi de, ancak bu işi yapmakla elde edilip, bu işe yeltenen kimsenin bizzat kendisinin öldürülme korkusu, onu, (kâfiri) öldürmeye mani olunca, Cenâb-ı Hak, "Öldürülmekten korkmayınız; çünkü, Allah yolunda öldürülen kimseler için, savaşan kimseyi savaştan alı koyamayacak, tam aksine onu ona teşvik edecek ücret ve mükâfaatlar vardır" buyurdu. 2) Allahü teâlâ, "Fakat, sizi birbirinizle imtihan etmesi içindir" buyurup, bir şeyle denenen kimse için, deneme sayesinde meydana gelecek açık-seçik neticelerden her çeşidi söz konusu olmak üzere çeşitli haller mevzu bahs olunca, -zira denenen kılıcın değeri, kesmesi halinde artabileceği gibi, kesmemesi halinde de noksan aşacağı için denenenlerin durumu nedir diye sorulmuş da, buna mukabil de Cenâb-ı Hak, "Eğer öldürülürlerse, amelleri boşa çıkarılmayacak, bağışlanacaklar; ikrama mazhar olacaklar ve cennete gitdirilecekler.." buyurmuştur. Mü'minin kâfiri öldürmesi haline gelince, onun durumu, hem bu dünyada hem de ahirette meçhul olmadığı için, işte kâfiri öldürmesi halindeki durumunun izahı yapılmamış, mü'min savaşçının durumu, Öldürülmesi halindeki durumuna göre beyân edilmiştir. 3) Allahü teâlâ, "Fakat sizi... imtihan etmesi için" buyurup, güzel ve nefis şeylerin de, kendisinden dolayı yok olacağı şeylerle denenemeyeceği bellidir. Çünkü, keskin ve bilenmiş kıymetli bir kılıç, kendisinden dolayı kırılması söz konusu olan sert bir şeyle sınanmaz. İnsanoğlu, Allah'ın, kendisini mükerrem kıldığı, kendisine şeref bahşettiği, yücelttiği kıymetli bir varlıktır. Binâenaleyh, daha niçin Cenâb-ı Hak insanoğlunu, çok net bir biçimde, ölüm ve helake sevkeden savaş ile denemiş, sınamıştır? Ve bu deneme nasıl güzel addedilebilir? Biz diyoruz ki, öldürülme işi, mü'mine nisbetle bir yok oluş değildir. Çünkü bu öldürülme işi, şehâdet, ebedî hayatı doğurur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, mü'minin, yapacağı savaş ile denediğinde, öldürülmesi halinde de öldürülmemesi halinde de, mükerremdir. Bu kimse ister savaşsın isterse savaşmasın, ölüm kaçınılmazdır, ama (savaşmaması halinde), kendisi için söz konusu olan büyük bir ücreti kaçırmış olur. Cenâb-ı Hakk'ın, beyanına gelince, buradaki "boşa çıkarma idlâl"in ne demek olduğu daha önce izah edilmiştir. Geriye, kâfir ve sapık kimseler hakkında kullanılan ifade ile, mü'min ve İslâm'a davet eden kimseler hakkında kullanılan şu iki tabir arasındaki farkın izah edilmesi kalmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, kâfirler hakkında fiilini, mü'minler hakkında da, fiilini (sığasını) kullanmıştır. Çünkü savaşan mü'min kimse, karşı tarafı imana davet etmektedir. Zira, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yeterki harb ağırlıklarını bıraksın..'beyanının manasının, "Harb sebebiyle, bir günah kalmayıncaya kadar" şeklinde olduğu anlatılmıştı. Bu, kâfir kimsenin müslüman olması halinde böyledir. Binâenaleyh, savaşan mü'min kimse, (karşı tarafa) "Ya müslüman olacaksın, ya öldürüleceksin" demektedir. Bu demektir ki mü'min kimse, imana davet etmekte; kâfir kimse de, hep engellemekte.. Dolayısıyla bu ikisi arasında, tam bir başkalık tam bir tezâd söz konusudur. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, kâfir hakkında, mazî sığasıyla "boşa çıkardı" buyurmuş, onun amelinin, meydana gelir gelmez, yok olduğuna ve adeta meydana gelmemiş ve yapılmamış gibi olduğuna işaret etmek için, "boşa çıkarır" kelimesini kullanmamıştır. Ama mü'min kimse hakkında "asla boşa çıkarmayacak" demiş, mü'min kimsenin, ameline devam ettiği sürece, o amelin kendisi için sabit kılınacağına, yok edilmeyeceğine bir işaret olsun diye de, "boşa çıkarmadı" dememiş de, ebedîlik ve süreklilik manasını ifade eden "asla boşa çıkarmayacaktır" ifadesini getirmiştir. Bu, tıpkı, dine davet edenle; insanların dine girmelerine mani olan kimseler arasındaki alabildiğince mevcut olan fark gibidir. Buna göre şayet, ifadesinin başına, niçin fâ hazfi gelmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, ifadesindeki şart manasından dolayı gelmiştir. 5Âyetin tefsiri için bak:6 6"Onlara muvaffakiyet verir, hallerim iyileştirir. Onları, kendilerine tanıttığı cennete sokar...". Eğer bir önceki ayetteki fiil, veya (......) şeklinde okunursa, bu ayette bulunan "hidâyet" işi, hem dünyevî hem de uhrevî manadaki hidayet olmuş olur. Yok eğer, meçhul sığasıyla (......) şeklinde okunursa,, bu hidayet, sadece ahirette söz konusu olup, buna göre mevzûbahs ayetin manası, "Allah, savaşan mü'minleri, kabirlerinde bekletmeksizin, cennet yollarına, onları mutlu kılacak yollara iletir" şeklinde olur. Bu ayette yer alan (......) kelimesinin manası, Cenâb-ı Hakk'ın, "onların hallerini iyileştirdi"(Muhammed, 2) ayetinin tefsiri gibidir. Ne var ki, bu iki ayette kullanılan ifadelerden birisinin mazi, diğerinin muzarî olması meselesine gelince, bunu şöyle izah edebiliriz: Cenâb-ı Hak orada (Muhammed, 2)'de, mü'minlere, imanları ve salih amelleri sebebiyle va'dettiği şeyi va'dedip ve iman ile salih amel de onlardan sudur edince, bunun mükâfaatını, olmuş bitmişliğe delâlet eden sîga ile, mazî sîgasıyla beyan buyurdu.. Burada ise onlara, savaşmaları ve ölmeleri öldürmeleri sebebiyle va'dde bulunup, lafızda da, istikbâle delâlet edecek kelime kullanınca, çünkü (Muhammed, 4) ifâdesi istikbale delâlet eder, muzari sığasıyla, 'Ve hallerini iyileştirecek" buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak "onları, cennete sokar" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak sanki, o mü'minleri yeniden hasrettiğinde, cennetin yoluna sevketmiş; onlara o yolda, izzet ve ikram elbisesini, yani hallerin iyileştirilmesi elbisesini giydirmiş, daha sonra da "cennetine sokmuştur." Binâenaleyh, ayetin bu ifadeleri, ayette bahsedilen durumların meydana geliş sırasına göre yer almıştır. Bu ayetteki, "Kendilerine tanıttığı..." ifâdesi hakkında şu izahlar yapılabilir: 1) Bu, herkesin, kendi yerini ve makamını, kalacağı yurdunu bileceği anlamındadır. Öyle ki, cennetlikler, dünyada iken, cum'a namazını kılıp, sonra da yeryüzüne dağılıp yerini yurdunu tanıdığı için kolaylıkla bulan kimselerden daha mükemmel bir biçimde cennetteki yerini bilirler. Ve herkes, kendi yerine varıp oturur. Kimi alimler de, kişinin, bu dünyada iken amellerini yazmakla görevli olan meleğin, onu cennete götürüp oraya yerleştireceğini söylerler. 2) Ayetin bu ifadesi, "Cenâb-ı Hak o cenneti, onlar için güzelleştirdi, hoş hale getirdi..." anlamındadır. Nitekim, Arapça'da da, "Güzel, temiz, leziz yiyecek" anlamında, deyimi kullanılır. 3) Zemahşeri şöyle demiştir: ifâdesinin manasının, "Sınırlarını çizdiği, belirlediği..." şeklinde olması muhtemel olup, bu, "sınırlarını çizdi, tahdîd etti..." anlamında olan "Avlunun, sınırlarını çizdi, belirledi. şeklindeki deyimden gelmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın, cennetin sınırlarını tahdîd etmesi de, O'nun, "Eni göklerle yer kadar olan cennete koşuşun" (Al-i İmrân, 133) ayetinde anlatılan husustur. Şöyle de denebilir: Bu ayette, "işte bu, ... mirasa kılındığına cennettir" (Zuhruf. 72) ayetinin manası kastedilmiştir. Cenâb-ı Hak, bu beyanı ile bu cennetlere işaret etmiş ve cennetliklere, o cennetlerin işte bu cennetler olduğunu bildirip, tanıtmıştır. Bu husustaki bir başka izah da şudur: "Bu ifâdenin manası, "Cenâb-ı Hak, onlara, öldürülmelerinden önce o cennetleri tanıttı" şeklindedir. Çünkü şehîd, vefat etmeden önce, kendilerine cennetteki makamı ve mevkii gösterilir de, böylece o da ona arzu duyar, iştiyak duyar." Bir başka izah da şudur: "Cenâb-ı Hak onları cennetine sokar; cennetleri niteleyip vasfetmeye hacet de yoktur.. Çünkü Allahü teâlâ o cennetleri onlara defalarca tanıtmış ve pekçok defa tavsif etmiştir." Diğer bir üçüncü izah olarak da şu söylenebilir: "Bu ifâde, yitiğin ilân edilmesi kabilindendir. Çünkü Allahü teâlâ, "Şüphesiz ki Allah, hak yolunda öldürmekte, kendileri de öldürülmekte olan mü 'minlerin canîannı ve mallarını kendilerine cennet mukabilinde- satın almıştır" (Tevbe, 111) buyurunca, O adeta sanki, "Kim, malı veya canı mukabilinde cenneti satın alır, ona tâlib olur?" demiş de, şehîd olan zât da bu ilanı duymuş, o cennete karşı istenen meblağı bedeli vermiş, bunun üzerine, Cenâb-ı Hak da onu cennetine sokuvermiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, savaştan dolayı söz konusu olan mükâfaat ve ücreti beyan edince, mü'minlerin savaşa daha çok yönelmelerini sağlamak ve bu hususa iyice teşvik etmek için onlara, dünyada da yardım edeceği va'dinde bulunarak: 7"Ey iman edenler, siz Allah'ı desteklerseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar" buyurmuştur. "Allah'ı desteklemenin ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılabilir: a) Bu, "Eğer, Allah'ın dinini ve yolunu desteklerseniz.." b) "Eğer Allah'ın hizbine ve cemaatine yardım ederseniz.." demektir.. c) Bununla, hakikî anlamda Allah'a yardım etmek kastedilmiştir. Buna göre biz diyoruz ki, "Yardım, birbirine zıt ve karşıt olan iki taraftan birisinin, dâvasını gerçekleştirmek için çalışmaktır. Şeytan, Allah'ın düşmanıdır; küfrü gerçekleştirmek ve iman ehline gâlib gelmek hususunda çaba sarteder. Allahü teâlâ da, küfrün yok edilmesini, küfre mensup olanların helak edilmesini, cehaleti sebebiyle küfrü tercih edenlerin yok edilmesini ister. Binâenaleyh, bir kimse, Cenâb-ı Hakk'ın bu davasını gerçekleştirdiği için, "Allah'a yardımı" gerçekleştirirse, sen, bu kimsenin, Allah'ın muradını gerçekleştirdiğini söyleyemezsin.. Çünkü, Allah'ın muradını, Kendisi dışında hiç kimse gerçekleştiremez. Ehl-i sünnete göre, "Allah'ın matlubu (isteği)", "muradı"ndan başkadır; bunlar ayrı ayrı şeylerdir. Çünkü O, kâfirin iman etmesini talep etmiş, ama bunu murad etmemiştir. Eğer murad etmiş olsaydı, kâfir de iman etmiş olurdu. Daha sonra Cenâb-ı Hak "O da size yardım eder" buyurmuştur. Buna göre şayet, "Sen, hangi şeye dayanarak, Allah, mü'minlere yardım ettiğinde, kulda Allah'ın istediği şeyi tahakkuk ettirmiştir, öyleyse daha nasıl, (ikisi de), aynı şey olduğu halde, kulun istediği şeyi gerçekleştirmiş olur dedin?" denilirse, biz deriz ki, mü'min, savaşçı çıkması ve ona yönelmesi ile, Allah'a; Allah da, ona, onu bu konuda teyit etmesi, sabit kadem kılması ve kulunu, her taraftan koruyan melekler göndermesi suretiyle yardım etmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak: 8Âyetin tefsiri için bak:9 9"Kâfir olanlara (gelince), onların hakkı, yüzü koyun kapanmaktır. (Allah), onların amellerini boşa çıkarmıştır. Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar, Allah'ın indirdiğini çirkin görmüşlerdir. O da, onların amellerini heder etmiştir" buyurmuştur. Ayet, mü'minlerin kalplerini takviye etmektedir. Çünkü, Allahü teâlâ, bir önceki ayette, "Ve ayaklarınızı sabit kılar" buyurunca, kâfir kimsenin de, sabredeceği, savaş hususunda sebatlı olacağı, böylece de, kital, harb, süngüleşme ve vuruşmanın devam edeceği; halbuki bunda ise, çok büyük bir meşakkat ve zorluğun bulunacağı düşünülebilirdi... İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Sizin için sebat; onlar için zeval ve helak vardır. Dolayısıyla onların sebatı olamaz.." buyurmuştur. Bunun sebebi açıktır; çünkü, onların ilahları, kudret sahibi olan (Allah'ın) yardımda, kudret ve sebatı olmayan, cansız nesnelerdir. Binâenaleyh o putlar, Allah'ın, kâfirlere takdir etmiş olduğu helak ve yok oluşu savuşturmaya, yetkili değillerdir. İşte bu noktada, mutlaka, ayakların kayması ve tökezlemesi kaçınılmazdır. Cenâb-ı Hak, mü'minler hakkında vaad ifâde eden sîga ile, "sabit kılar" buyurmuştur. Çünkü, Allah'a hiçbir şey vâcib ve zorunlu değildir. Onlar hakkında ise, beddua sığasını kullanmıştır. Bu sîga, thbarî cümlelerden daha beliğdir. Çünkü, onların tökezlemeleri, kesin ve kaçınılmazdır. Zira, ilahlarının yardım etmeyeceği, kaçınılmaz bir olgudur. Çünkü, onların kudreti yoktur! Allah'ın sabit kadem kılması ise, O'na vâcib değildir. Zira O, dilediğini yapan, hür bir kadirdir. Ayetteki, "Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır" ifadesi, kâfirlerin ölülerinin, müslümanların şehidlerinden başka olduğuna bir işarettir. Çünkü Cenâb-ı Hak, müslümanların şehidleri hakkında, "Onların amellerini asla boşa çıkarmayacak" (Muhammed, 4), kâfirlerin ölüleri hakkında ise, "Onların amellerini boşa çıkardı.." buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu farklılığın sebebinin ne olduğunu beyan etmek üzere: "Çünkü onlar, Allah'ın indirdiğini çirkin görmüşler, (beğenmemişler)dir. O da, onların amellerini heder etmiştir" buyurmuştur. Bunun ne olduğu hususunda da şu izahlar yapılabilir: 1) Bununla, Kur'ân-ı Kerim kastedilmiş olup, bunun izahı şöyle yapılabilir: Amel-i sâlihin keyfiyyeti, akıl ile bilinemez. Bu ancak, şeriat ile bilinir. Şeriat da, Kur'ân'la öğrenilir. Binâenaleyh, kâfirler, Kur'ân'dan yüz çevirdiklerinde, ne salih ameli, ne de onun nasıl yapılacağını bilemezler. Dolayısıyla da, batıl ve boş şeylerle uğraşırlar da, böylece Allahü teâlâ da, onların ametlerini heder edip boşa çıkarır.. 2) Onlar, Allah'ın indirdiği tevhidi kerih gördüler.. Nitekim Cenâb-ı Hak onlardan naklen, "Biz mecnûn bir şair için mabudianmızdan vaz mı geçecekmişiz?" derler" (Saffat, 36); "O, (bütün) Tanrıları birtek Tanrı mı yapmış? Bu, cidden acaib bir şey!.. Bu, uydurmadan başka birşey değildir" (Sad. 5-8) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak yine, "Allah, bir olarak anıldığı zaman ahirete inanmazların kalbleri tiksinir.."(Zümer,45) buyurmuştur. Bu şu şekilde izah edilebilir: Şirk, iyi ameli yok eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer şirk koşarsan, celâlim hakkı için, amelin boşa gider" (Zümer, 65) buyurmuştur. Nasıl böyle olmasın ki? Müşriğin ameli, Allah rızası için değildir. Binâenaleyh, aslında, o amel için beka söz konusu değildir. Ve yine o amel için, amelin kendisi için yapıldığı şeyin bekası sebebiyle, bir beka söz konusu değildir. Çünkü, Allah'ın zâtının dışında kalan her şey, helak olucu, yok olucudur. 3) Onlar, Allah'ın, ahiret işine dair indirdiği açıklamayı kerih görmüşlerdir. Dolayısıyla da, o ahiret için bir amelde bulunmamışlardır. Halbuki dünya, dünyada bulunanlar ve bunların akibetleri, temelsizdir. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak, o kâfirlerin (tamamiyle dünyaya yönelik) amellerini heder etmiştir. 10"Onlar, kendilerinden evvelkilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmaları için yeryüzünde gezip-dolaşmadılar mı? Allah, onların kökünü kesmiştir. O kâfirlerin hakkı da, bunun benzerleridir". Bu ayet, bir önceki ayet hakkında yaptığımız üçüncü şıktaki izahla ilgilidir. Yani, "Onlar, evvelkilerin haline bakıp da, böylece dünyanın fani olduğunu anlamalılar.." demektir. Cenâb-ı Hak, "Allah, onların kökünü kesmiştir" buyurmuştur ki, bu, "Allah, malları, çoluk-çocukları ve bedenleri demek olan dünya metâını, o kâfirlerin başına geçirmiş, helak etmiş" anlamındadır. Ayetteki, "O kâfirlerin hakkı da, bunun benzerleridir" ifadesi hakkında şu iki izah yapılabilir: a) Bununla, "Onlar için onun misli dünyada iken söz konusudur" manası kastedilmiştir. Mananın böyle olması halinde, ayette geçen "kâfirler" ifadesiyle, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kabul etmeyen kâfirler kastedilmiş olur. Bununla, "Onlar için onun bir misli, ahirette söz konusudur, vardır" manası kastedilmiştir. Buna göre de, ayetteki kâfirler ifadesiyle önceki, geçmiş kâfirler kastedilmiş olur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Allah, onların dünyada kökünü kırmıştır. Bunun bir misli de, onlar için ahirette vardır" demek istemiştir. (......) ifâdesindeki zamirinin neye râcî olduğu hususunda da şu iki şey söylenebilir: 1) Bu, mezkûra, yani ayette geçen "âkibet" kelimesine râcidir. 2) Bu, mefhûma, yani ayetten anlaşılan "ukubet ve cezaya" racidir. Çünkü, bu "kökünü kırma" işi, onlar için bir ukubet, bir cezadır. Şayet, "Bizim, "Ayetten kastedilen mana, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i inkâr eden, ona inanmayan kâfirler için, onlardan öncekilerin başına gelen akibetin benzerleri vardır" şeklindedir" dememiz halinde şöyle bir soru sorulabilir: Evvelkiler, meselâ zelzele, ateş (yıldırım) ve bu ikisinin dışında rüzgâr ve tufan gibi çok şiddetli afetlerle helak olmuşlardır. Halbuki, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e inanmayanların hali böyle değildi!.. Biz deriz ki: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e inanmayanların başına gelcek azâb, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den önceki ümmetlerinkinden daha çetin olabilir. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dini onlarınkinden daha aşikârdır; zira kendisinden önce peygamberler gelmiş, ve kendisinin geleceğini haber vermişlerdir ve o konuda uyarıda bulunmuşlardır. Nitekim müslümanlar, kendilerini önce sevmeyen ve zayıf gören kimseleri, kendi elleriyle öldürmüş veya esir almışlardır. Dengi olan bir kimsenin eliyle öldürülmek, genel olarak gelen ve herkesi saran helak ve yok oluştan daha elem vericidir. Bu konuda diğer bir soru da şudur: Bu zamirin, ayette geçen "akibet" kelimesine râci olması durumunda, daha o akibetin emsalleri nasıl olabilir? Biz deri ki, bununla, akibet kelimesinin delâlet ettiği azabın veya akibet kelimesinin raci olduğu, elem ve acının kastedilmiş olduğu söylenebilir. 11"Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah, muhakkak ki, iman edenlerin yardımcısıdır. Kâfirlerin ise, hami ve yardımcısı yoktur". Ayetin başındaki zalike kelimesinin, önceki ayetlerden anlaşılan "yardım'a işaret olması muhtemel olup, bu, Vahidî'nin bahsettiği bir cemaatin tercihidir. Burada, nakil açısından (rivayet tefsirleri bakımından) daha garib, akıl bakımından ise daha uyun bir başka izah ta şu olabilir: Biz, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavmine bir işaret ve onların, kendileriyle oturup kalkmaya, bir arada bulunmaya razı olmadıkları emsallerinin elleriyle yok olup gittiklerine, bunun ise, genel olan bir helakten daha elîm olduğuna bir işaret olduğunu belirtmiştik. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, zâlik, yani, bu çok oluş ve zillet, (Benim), mü'minlerin yardımcısı olmam; kâfirlerin ise, fayda ve zarar veremeyen bir takım ilahlar edinip de, Allah'ı terketmeleri ve kendileri için hiçbir yardımcının olmaması sebebiyledir. Allah'ın kendisini destekleyip yardım ettiği kimsenin, karşı tarafın bin tane yardımcısı olsa dahi, öldürmeye ve esir almaya mutlaka kadir olacağında şüphe yoktur. Kaldı ki, karşı tarafın hiçbir yardımcısı yoktur!.." buyurmuştur. İmdi eğer "Ayetteki, "Kâfirlerin ise, velîsi ve yardımcısı yoktur" ifâdesi ile, "Onların, Hak olan Mevlâsı..." (En'âm, 62) ayetinin arası nasıl telîf edilebilir?" denilirse, biz deriz ki: "Mevlâ" kelimesi, efendi Rab ve yardımcı manalarına gelir buyurduğu yerde, yoktur" O, "Onların yardımcısı buyurduğu yerde de, "Onların Rableri ve mâlikleri" manasını kastetmiştir..Bu tıpkı, "Ey insanlar, Rabbinizden ittikâ edin.," (Hacc,1) buyurması ile, "Sizin ve önceki atalarınızın Rabbi..."(Şuara, 26) buyurması gibidir. Ayetin bu ifadesine göre, kâfirle mü'min arasında hayli fark vardır. Çünkü mü'mine Allah yardım ediyor ki Allah, yardım edenlerin en hayırlısıdır. Kâfirin ise, ayette-; "cinsini nefyeden (tamamen olumsuzluk ifade eden) bir ibare ile, kesinlikle yardımcısının olmadığı ifade edilmiştir. Binâenaleyh kâfirin yardımcısı yoktur, Kenaıs de, yardım edenlerin en şerlisidir. 12"Şüphesiz ki Allah, iman edip de sâlih ameller işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kâfirlere gelince, onlar, dünyada sadece zevk-u safa sürer ve hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri de, ateştir" Cenâb-ı Hak, mü'minlerin ve kâfirlerin dünyadaki hallerinden bahsedince, âhiretteki durumlarını da anlatmış ve mü'mini cennetine, kâfiri ise cehennemine sokacağını bildirmiştir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Allahü teâlâ, cenneti anlatırken, çoğu kez "ırmaklar zikretmekle yetinmiştir. Çünkü ırmağın bulunduğu yerde ağaçlar; ağaçların bulunduğu yerde de meyveler olur. Bir de su, âlemin hayat sebebidir. Ateş ise, hayatı yok etme vasıtasıdır. Mü'min için su vardır. Mü'min onu seyreder ve ondan istifade eder. Kâfir içinh ise ateş vardır. O, oraya yuvarlanır ve ondan zarar görür. Ayetteki harf-i cerrinin, zâid olduğunu ve takdirin şeklinde olduğunu; yahut da bu ifadeyle, cennetin sularının, yine cennetten kaynayıp, başka yerden gelmediğinin kastedilmiş olduğunu defalarca anlattık. Çünkü bu ikinci manada, "Bu ırmakların kaynağı nereden?" sorusuna cevaben, "Falanca dağdan denilir. Allahü teâlâ, "Kâfirlere gelince, onlar, dünyada sadece zevk-u safa sürerler" buyurmuş ve mü'minler de dünyadan ve zevklerinden yararlandıkları halde, sadece kâfirlerden bahsetmiştir (niçin)? Deriz ki: Büyük bir mülkü (zenginliği) olan birisinin, bunun yanısıra ufak-tefek (önemsiz) birşeyi bulunsa, bu kimse, o büyük zenginliği ile yâdedilir ve o büyük mülkü için, "Bu, falanca, mülkün sahibidir" ifadesi kullanılır. Ufacık birşeye sahip olan kimse de, ancak onunla yâd edilir. Mü'minin, 'cennet mülkü" vardır. Binâenaleyh dünya metaına, mü'min hakkında, iltifat edilemez. Kâfirin ise, sadece dünyası vardır... Bu konuda diğer bir izah da şöyledir: Dünya, nasıl olursa olsun, mü'min için bir hapishanedir. Binâenaleyh hapishanede yiyip içen kimse için, "o, zevk-u safa içindedir" denilmez. İmdi, eğer, "Dünya, içinde onca leziz şeyler bulunmasına rağmen, nasıl bir hapishane sayılabilir?" denilirse, biz deriz ki: Ahirette mü'min için hazırlanmış çok güzel şeyler ve şerefli-şahsiyetli dostlar vardır. Ahiretin ve ahirette mü'minlerin durumunun, dünyaya ve dünyada bulunanlara nisbetle mukayesesi, şöyle bir benzetmeyle ortaya çıkabilir: Bir kimsenin, içinde son derece leziz ve hoş, hertürlü meyve bulunan; son derece saf ve berrak nehirler yer alan, alabildiğine yüksek köşk ve binalar bulunan ve çoluk-çocuğunun içinde yerleşmiş olduğu bir bahçesi bulunsun ve bu kimse onlardan yıllarca uzak katmış olsun, sonra da coluk-çocuğuna yöneldiğinde, karşısına içinde acı meyve ağaçları, bulanık sular ve yırtıcı hayvanlar ile birsürü haşerat bulunan bir koruluk engel olarak çıksa; şimdi bu kimsenin oradaki durumu, karanlık bir kuyuya hapsedilmiş olan, yahut harap bir evde bulunan kimsenin durumu gibi olur mu, olmaz mı ve ona, "Bu şeyleri bırak, şu meyvelere ve nehirlere bak" denilebilir mi? İşte mü'minin durumu böyledir. Kâfire gelince, onun durumu da, öldürülmeye götürülen ve bahsettiğimiz o koruluk gibi yerlerde günlerce sabreden bir kimsenin durumu gibidir ki kâfir de bir cennet (bahçe-orman) içindedir. Dünyanın cennet ve cehennemle mukayesesi, getirdiğimiz misalin çok çok altındadır. Fakat bu misal, akıl sahibi insanlara, az da olsa durumun hakikatini anlatır. Cenâb-ı Hak, "Hayvanların yediği gibi yerler" buyurmuştur. Bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) Hayvanların tek derdi yiyip-içmek, başka birşey değil. Kâfir de böyledir. Mü'min ise, sâlih amelde bulunmak ve bunun için kuvvet elde etmek gayesiyle yer. b) Hayvan, yediği şeylere bakarak, yaratıcısı hakkında istidlalde bulunamaz. Kâfir de boyted'ır. c) Hayvanlar, beslenmek ve semizlemek için yer-içerler. İşin neticesinden haberi yoktur. Bilmez ki kilo alıp iyice semizlediğinde, kesilmeye iyice yaklaşmıştır. Kâfir de böyledir. Bu izaha, ayetteki, "Onların yeri, ateştir" cümlesi de uygun düşer. Cenâb-ı Hak, mü'minler hakkında, va'd ifade eden bir üslûb ile "Allah cennetlere sokar" buyurmuş; kâfirler hakkında ise, müstehak oluşu ifade eden bir uslubla, "Onların yeri de ateştir" buyurmuştur. Bu, daha evvel de bahsettiğimiz gibi şundan ötürüdür: İyilik, bir hakedişden ötürü olmayı gerektirmez. Binâenaleyh kendisinden, iyiliği gerektiren bir iş sâdır olmayan bir kimseye iyilik yapan, gerçek kerim (cömert)tir. Müstehak olmayan bir kimseye azab eden de zâlimdir. 13Âyetin tefsiri için bak:14 14"Biz, herbiri seni (içinden) çıkaran öz memleketinden daha kuvvetli nice memleket halkını helak ettik. Onların hiç bir yardımcısı da yoktu. Öyle ya, Rabbinden apaçık bir burhan üzerinde bulunan kimse, hiç kötü amel ve hareketi kendisine süslü gösterilmiş heva-ü heveslerine uymuş kimse gibi olur mu?". Cenâb-ı Hak, o kâfirlere, "Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı?" buyurara darb-ı mesel getirip, daha önce zikredilmiş delillere rağmen, bu darb-ı mesel de onlara bir fayda (ibret) vermeyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i teselli için, bir darb-ı mesel daha getirerek, "Biz, herbiri, seni çıkaran memleketinden daha kuvvetli nice memleketler halkını imha ettik.." buyurmuştur ki bu, "Onlar Mekkelilerden daha güçlü ve kudretli idiler. Ama onlara işte böyle yaptık. Binâenaleyh sen de, onların peygamberlerinin sabrettiği gibi sabret" demektir. Ayetteki, "Onların hiç bir yardımcısı da bulunamaz" ifadesi hakkında Zemahşerî şöyle der: "Yoketme işi, geçmişte olmuştur. Halbuki bu ifade, hal ve istikbali anlatır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak niçin, "Onların hiç bir yardımcısı bulunmaz" buyurmuştur? Buna şöyle cevap verilir: Bu ifade, "hikâye" manasınadır. Hikâye de, "şimdiki zaman" gibidir." Şöyle de denebilir: Bu "Biz onları dünyada helak ettik. Binâenaleyh onlara yardım edecek ve onları, düştükleri o azabtan kurtaracak hiçbir yardımcıları yoktur" manasındadır. Bu, şu şekilde de izah edilebilir: Ayetin bu ifadesi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in memleketindeki kâfirlerle ilgilidir. Buna göre sanki, "Biz, senin memleketinden önce geçenleri helak ettik. Binâenaleyh senin yanındakilere de yardım edecek ve onları, evvelkilerin başına gelenden kurtaracak bir yardımcıları yoktur" denilmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Öyle ya, Rabbinden apaçık bir burhan üzere bulunan kimse, hiç kötü amel ve hareketi kendine süslü gösterilmiş ve hevâ-ü heveslerine uymuş kimse gibi olur mu?" buyurmuştur. Bil ki bu, kâfirlerin helaki ile, peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yardımın dünyada olacağını; bu durumun kâfirlere azab etmek ve mü'minleri mükâfaatiandırma olarak uygun olduğunu bildirmek için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile kâfirler arasındaki farka bir işarettir. Binâenaleyh ayetteki, "apaçık bir burhan üzere bulunan" ifadesi, bu iki tarafı birbirinden ayırdedici özellik; "Rabbinden" ifadesi de, bu ayırdedici özelliğin tamamlayıcısıdır. Bu böyledir. Çünkü beyyine (burhan-delil), nazarî olduğu zaman, ona tutunan ile, delilsiz bir söz söyleyen arasında, yeterince bir fark olur. Fakat bu beyyine, hele bir de Allah'dan olursa, o zaman daha güçlü ve belirgin, daha yüce ve üstün olmuş olur. Şöyle de denebilir: Ayetteki "Rabbinden..." ifadesinden; bu beyyinenin, Allah'dan geldiği manası kastedilmemiştir, aksine Cenâb-ı Hakk'ın, "O, dilediğine hidayet verir" ayetiyle, bizim, "Hidayet, Allah'dandır" şeklindeki sözümüz manasında, Allah'dan olduğu kastedilmiştir. Ayetteki, "O kötü amel ve hareketleri kendisine süslü gösterilmiş ... kimse gibi olur mu?" ifadesi de ayırdedici bir özellik; "ve hevâ-ü heveslerine uymuş kimseler..." ifadesi de, bu ayırdedici özelliğin bir tamamlayıcısıdır. Çünkü, kötü amelleri kendisine hoş gösterilen ve şüphelerine değer veren kimse; burhanları anlayan ve kabul eden kimsenin tam zıddıdır. Fakat şüphelerine değer veren kimse, bazan o konularda tefekkür edip, hakka dönebilir ve bu sayede de, burhan üzere olup, hakkı bulanlar sınıfına yaklaşır. Bazan da heva-ü heveslerine uyar, burhanlar üzerinde düşünmez; yapılan izahlara kulak vermez, böylece de o sınıftan alabildiğine uzaklaşır. Binâenaleyh bu demektir ki: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve mü'minter, kâfir gurubunun tam karşısında ve zıddında yer almışlardır. İşte böylece Allah onlara beyyineler ile yardım etmiş, kâfirler için ise şüpheler vardır, peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'ta beraberken, bunlar hevâ-ü heveslehyle birliktedir. Bizim, "Rabbinden" ifadesi, bu beyyinenin (burhanın) Allah'dan olduğunu gösterir.." şeklindeki görüşümüze göre, bu, "Hidayet Allah'dandır" şeklindeki sözümüz gibidir. Binâenaleyh bu izaha göre, ayetteki, "hevâ-ü heveslerine uyan..." ifadesi, "Sana isabet eden her iyilik Allah'dandir; sana isabet eden her kötülük de nefsindedir" (Nisa, 79) ayetinin ifade ettiği manadadır. Ayetteki, "Kötü ameli, kendisine süslü gösterilmiş kimse..." ifadesinde, fiil ve zamirlerin müfred getirilmeleri, men edatının lafzından dolayı; "Hevâ-ü heveslerine uyanlar..." ifadesindeki fiil ve isimlerin çoğul getirilişi ise, yine men edatının, mana itibariyle çoğul sayılısından ötürüdür. Çünkü men edatı, çoğul ve umumîlik manalarını da ifade eder. Bu böyledir. Zira herkes için söz konusu olan, bu süslü gösterilme, tek bir tarzda olur. Dolayısıyla bu, anlatım ve sıra açısından, men edatına yakın olduğu için, men'in hamledilerek müfred getirilmiştir. Hevâ-ü hevese uyulduğunda ise herkes, kendi hevâsına uyar. Böylece bir çokluk söz konusu olur. İşte bundan ötürü, ayetin bu ifadesi, men edatının manasına nazaran çoğul getirilmiştir. 15"Müttakilere va'dolunan cennetin sıfatı şudur; Orada, rengi, kokusu ve hiçbir vasfı bozulmayan suların aktığı ırmaklar; tadı değişip bozulmayan sütten ırmaklar; içenlere lezzet veren şarabtan ırmaklar; süzme baldan ırmaklar vardır. Yine orada, meyvelerin her çeşidi onlarındır. Üstelik Rablerinden de bir mağfiret vardır. Hiç bunlar, o ateşte ebedî kalan ve bağırsaklarını parça parça eden kaynar sular içirilen kimseler gibi olur mu?" Cenâb-ı Hak, hidayet ve dalalet bakımından, bu iki topluluk arasındaki farkı beyan edince, bunların, akıbetleri açısından da farklarını beyan etmiştir. Allahü teâlâ, bir önceki ayette, beyyine (burhan) üzere olanları, heva-ü heveslerine uyanlardan önce zikrettiği gibi, bu kimselerin akıbetini de, bunlara uymayanlarınkinden yani kâfirlerden önce zikretmiştir Ayetin tefsiriyle ilgili birkaç mesele vardır: Ayetteki, ifadesi, cennetin kendisine teşbih edildiği birşeyin bulunmasını gerektirir. Binâenaleyh o şey nedir? Deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) Sibeveyh'e göre "mesel" kelimesi, "sıfat" manasına olup, ayetteki bu ifade, "cennetin sıfatı (özelliği) manasınadır. "Mesel'in "sıfat" manasına alınması ise, cennetin benzetileceği birşeyin olmasını gektirmez. Bu izaha göre, burada şöyle iki ihtimal söz konusu olabilir: a) Ayette haber mahzuf olup, ifadesi mübtedadır ve "Anlattığımız şeylerde, cennetin sıfatları mevcuttur" takdirindedir. Bundan sonra yeni bir cümleye başlanmış ve "Onda ... ırmaklar vardır" denilmiştir. Ra'd Sûresi'ndeki ayet de böyledir. O ayetteki, "Onun altından ırmaklar akar" (Ra'd. 35) ifadesi, yeni başlayan cümledir. b) Bu ayetteki, "Onda ... ırmaklar vardır" ifadesi ve o ayetteki "Onun altından ırmaklar akar..."(Ra'd, 35) ifadesi, haberdirler. Nitekim, "Bana Zeyd'i anlat" denilir de, anlatacak olan, "Zeyd, kırmızı tenlidir, kısadır" der. 2) Buradaki, "mesel" kelimesi "ziyâde" olup, takdiri, "Muttakiler va'dolunan cennette ... nehirler vardır" şeklindedir. Bir üçüncü görüş de şudur: Burada, cennetin, kendisine teşbih edildiği şey mahzuftur, zikredilmemiştir. Bu görüşe göre de şu iki ihtimal söz konusudur: Birincisi, Zeccâc'ın görüşüdür. Çünkü o, ayetin, "Cennetin sıfatı, içinde nehirler akan bir cennettir" takdirinde olduğunu ve bunun tıpkı, "Zeyd'in sıfatı, uzun ve esmer bir adam olmasıdır" denilmesi gibi olduğunu, böylece Zeyd'in sıfatlarının aynısının, gerçekte yine Zeyd'den başkası olmayan belirsiz bir adamda zikredilmesi gibi olduğunu söylemiştir. İkincisi, ayetin takdirinin, "Müttakilere va'dolunan cennetin misali, acîb bir misaldir, enteresan bir şeydir" şeklinde, yahut, benzeri ifadeler gibidir. Buna göre ayetteki, "Onda ... nehirler vardır" ifadesi, bu takdirleri ortaya koyan müste'nef bir cümle olur. 3) Burada, kendisine benzetilen şey, ayette zikredilmiştir. Bu görüş, Zemahşerî'nin olup der ki: Ayetteki "Hiç bunlar o ateşte ebedî kalan ... gibi olur mu?" ifadesi istifham-ı inkâri üslubu ile getirilmiş olan mümessel (müşebbehün bih)dir." Bu, tıpkı bir kimsenin, "Zeyd'in hareketleri ve huyları, tıpkı Amr gibidir" demesine benzer. Yapılan bu İki te'vilden, yani ya "Zeyd'in hareketleri, Amr'in hareketleri gibidir" te'vilinden yahut da, "Zeyd hareketleri hususunda tıpkı Amr gibidir" te'vilinen, birisine göredir. İşte burada da böyledir. Cenâb-ı Hak sanki, "Cennetin vasfı, tıpkı cehennemde ebedî kalan kimse gibidir" demiş olur. Bu, Zemahşerî'nin görüşünü açıklamak için yapabileceğimiz en ileri derecedeki bu izahtır. Buna göre, "Onda... nehirler vardır" ve sonraki ifadeler, mübtedâ ve haber arasına girmiş, birer cümle-i i'tiraziyye olup, tıpkı "Zeyd'in benzeri, ki Zeyd kişilik, ilim ve asalet sahibidir, Amr'dir" denilmesi gibidir. Su, Süt, Şarap ve Bal Irmakları Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Orada, rengi, kokusu ve hiçbir vasfı bozulmayan suların aktığı ırmaklar, tadı değişip bozulmayan sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şarabtan ırmaklar, süzme baldan ırmaklar vardır" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bu dört çeşid nehirden bahsetmiştir. Çünkü içilecek şeyler, ya tadından, yahut tadı dışında başka birşeyden ötürü içilir. Binâenaleyh birşeyin içilişi tadından ötürü ise, bilesin ki tadlar dokuz çeşittir: Acı, tuzlu, çok acı, ekşi, kekremsi, dile burukluk veren, tadsız, tatlı ve yağlı... Bunların en lezzetlisi, tatlı olan ve yağlı olandır. Yiyeceklerin en tatlısı da baldır. Dolayısıyla Allah, bunu zikretmiştir. Yine en yağlı şey, yağın kendisidir. Fakat sırf yağ, yeme ve içmeye elverişli değildir. Çünkü yağ, genelde tek başına yenilip içilmez. Süte gelince, başka şeylerden olan yağ onda da vardır ve süt, yemeye-içmeye çok elverişlidir. Canlıların ilk gıdası da budur. Cenâb-ı Hak, işte bundan dolayı, burada südü de zikretmiştir. Tadıyla alakası olmaksızın içilen şeylere gelince, bunlar da su ile şarabtır. Çünkü şarabta, içen kimsenin bunu içmesine sebep olan bir özellik vardır. Şarab (içki), içenlerin ittifakı ve bu hususta bulunan tevatüre göre, tadı son derece bozuktur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu dört şeyden herbirini, bunlarda bulunan eksiklik ve dünyada iken bunlarda bulunan bozukluklardan, cennetten uzak kıldığını belirtmiştir. Çünkü şu da bozulabilir. Arapça'da, kalıbından, "su bozuldu" deyimi kullanılır. Süt de, bir müddet kalınca tadı bozulur. İçkiyi de, içen içerken, tadından zevk almaz. Bala gelince, onun da içerisine balmumu ve içinde ölmüş arılar karışmıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, iki cinsi birlikte zikredip, tadı dışında bir sebepten dolayı içilen suyu zikretmiştir ki bu genel bir içecektir. Bunun peşinden de, tadından dolayı içilen sütü zikretmiştir ki süt de, herkesin içtiği birşeydir. Çünkü onu içmeyen yoktur. Allahü teâlâ daha sonra, tadı dışında bir sebepten dolayı içilen bir başka içeceği zikretmiştir. Bu genel olarak içilmeyen birşeydir. Bunun peşinden yine tadından ötürü içilen diğer birşey olan balı zikretmiştir. Bal da, az içilen birşeydir. Eğer; "Bal hiç içilmez" denilirse, biz deriz ki: "Gül (güllab) şerbeti, baldan yapılırdı. Şekerden yapılması, yakın bir zamanda olmuştur. Son zamanlarda şekerden yapılır. Baksana, "sirkencebin", "sirke" ve "enkebin"clen meydana gelmiştir. Bunlarda Farsça, sirke ve bal demektir. Bu tıpkı, bu içkinin elde edilişinin sirke ve baldan olması gibidir. Çünkü şeker, ancak son zamanlarda (yeni yeni) bilenmeye başlanmıştır. Bir de, "asal", arı balından başka tatlı şeyler için de kullanılır. İste bundan ötürü, balı özellikle belirtmek için, "aselün-nahl" (arı balı) ifadesi kullanılır. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Hak, içkiden (şarabtan) bahsederken, "içenlere lezzet veren" sıfatını getirmiş, ama sütten bahsederken, "Adamlar için tadı değişmeyen" dememiş ve yine baldan bahsederken, "Görenler için süzülmüş" dememiştir. Çünkü lezzet, şahıslara göre değişir. Nice yiyecekler vardır ki, kimi ondan tad alırken, kimi ondan hoşlanmaz. İşte bu cennet şarabının, herkesin hoşuna gideceğini belirtmek için, "içenlere" kaydını kullanmıştır. Bir de, dünyada şarabın tadı hoş olmadığı için, âhiret şarabının farkını göstermek üzere, "lezzet (tad) veren" kaydı kullanılmıştır, yani cennet şarabının tadı, nahoş değildir. Fakat tad ve renk, insanlara göre farklı olmaz. Çünkü tatlı, ekşi ve bunlar dışındaki tadları, herkes aynı şekilde algılar. Fakat tadının aynı olduğunda ittifak edilmesine rağmen, kimi o taddan hoşlanır, kimi hoşlanmaz. Renk de böyledir. Binaenaleyh bu İki hususu genel manada İzah etmeye gerek yoktur. Ayetteki, "lezzet veren" ifadesi hususunda şu iki izah yapılabilir: a) Bu (......) kelimesinin müennesidir. Nitekim Arapça'da ve denilir. b) Bu kelime, müştek olduğu şeyi değil de, mananın bizzat kendisini niteleyen bir kelimedir. Nitekim Arapça'da, halim-selim olan kimseye, "O, baştan aşağı hilmdir" denilir; akıllı olana da, "O, serapa akıldır" denilir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Yine orada meyvelerin her çeşidi onlarındır. Üstelik Rablerinden de bir mağfiret vardır" buyurmuştur Allahü teâlâ, cennetteki içilecek şeylerden bahsettikten sonra, yenileceklere de işaret etmiştir. Cennette, yemek, ihtiyaç için değil de, sırf tad almak için olunca, Cenâb-ı Hak, meyvelerden bahsetmiştir. Çünkü meyveler, sırf zevk için yenilir. Ama et ve ekmek böyle değildir. Bu tıpkı, Ra'd Suresi'ndeki, "(Cennetin) yemişleri ve gölgeleri dâimidir" (Rad,35) ayetinde olduğu gibidir. Cenâb-ı Hak, bu ayette de yemeye ve içmeye işaret buyurmuştur. Burada şöyle bir incelik vardır. Allahü teâlâ bu ayette, "gölgelerden bahsetmiş, tefsir ettiğimiz ayette ise, bundan bahsetmemiştir (niçin)? Deriz ki: Allahü teâlâ, bu ayette de, "mağfiret'den bahsetmiştir. Gölgede de örtme ve kapatma (mağfiret) özelliği vardır. Çünkü mağfiret olunmuş kimse, bağışlayanın rahmet nazarı gölgesindedir. Nitekim Arapça'da, "Emirin gölgesindeyiz" denir. Dolayısıyla o ayetteki gölgeler de, Allah'ın mağfireti ve rahmeti manasınadır. Çünkü cennetliklere ne sıcak, ne soğuk dokunmayacaktır. Müttaki, cennete zaten, mağfiret olunduktan sonra girer. Dolayısıyla mü'minler için cennette bir de mağfiret olması ne manayadır? Deriz ki: Buna şu iki şekilde cevap verilebilir 1) Mananın, "Onlar için orada, Rableri tarafından bir mağfiret vardır" şeklinde verilmesi şart değildir. Aksine ayetteki, "mağfiret" "onlar için" ifadesine atfedilerek, mana, "Onlar için orada meyveler vardır ve onlar oraya girmezden önce onlar için mağfiret söz konusudur" şeklinde olur. 2) Bunun manası, "Onlar için orada mağfiret vardır, yani artık onlardan mükellefiyet ve külfetler kaldırılmıştır. Binâenaleyh onlar, dünyadakinin aksine, hesapsız olarak yer, içerler. Çünkü dünyadaki yiyecek ve meyveler hususunda insanlar için, birtakım sınırlar ve cezalar söz konusudur. Bu hususta bir diğer izah da şöyle yapılabilir: Dünyada yiyip içenler, hastalanma, def-i hacette bulunma gibi, hoş olmayan neticelerden berî olamazlar. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Onlar için orada hertürlü meyveler vardır ve Rablerinden bir mağfiret, yani yiyenlere bu yiyeceklerin vereceği bir zahmetsizlik söz konusudur. Bunların zahmetleri kaldırılmıştır" buyurmuştur. Bu manayı ben, beldemizdeki muallimlerin hareketlerinden çıkardım. Çünkü onlar çocuklara, tuvalete gitme ve benzeri ihtiyaçlar duyduklarında, hep "öğretmenin Allah sana mağfiret etsin" diyerek, bu ihtiyaçlarını belirtmelerini öğretiyorlardı. Bunu duyan öğretmen, o çocuğun, tuvalet için dışarı gitme izni istediğini anlayıp, ona müsaade ediyordu. Böylece ben de kendi kendime dedim ki: Bu tıpkı, Allahü teâlâ'nın, "Yiyenlere mağfiret olsun" demesidir." Dünyadaki yiyip içmelerin, bir takım mecburî zorluk, zahmet ve hoş olmayan neticeleri vardır. İşte bu şeyler, ancak insanın ihtiyacını söylemesiyle anlaşılır. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Hiç bunlar, o ateşte ebedî kalan ve bağırsaklarını parça parça eden kaynar sular içirilen kimseler gibi olur mu?" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: (......) ifadesinin, "Cennetin sıfatı..." manasında olduğunu söyleyenlere göre, ifadesi, ne ile alakalıdır? Deriz ki: "Yine orada, meyvelerin her çeşidi onlarındır" cümlesi, cennetliklerin cennette oluşlarını da ifade eder. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Cennetlikler cennette, tıpkı cehennemliklerin cehennemde ebedî kalışları gibi ebedî kalırlar" demiş olur. Buna göre benzetilen, önceki ifadenin dolaylı olarak delâlet ettiği bir husus olmuş olur. Zemahşerî'nin bu görüşünü izah için şöyle de denebilir: "Bu ifade ile, "Misli (benzeri) bahsettiğimiz şey olan bu cennetler, tıpkı cehennemde ebedî kalan kimsenin kalışı gibi, ebedîdir" manası kastedilmiştir. Zeccâc şöyle demiştir: "Ayetteki bu ifade, bundan önce geçen bir cümleyle ilgilidir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Rabbinden apaçık bir burhan üzerinde bulunan kimse, hiç kötü ameli kendisine süslü gösterilmiş, nevalarına uymuş kimse gibi olur mu?" ve ateşte ebedî katacak olan kimse gibi midir?" demek istemiştir. Zeccâc'ın bu takdiri (izahı) doğru mudur değil midir?" diye sorulursa, deriz ki: Burada ayetin lafzını (zahirini), nazarı dikkate alırsak, bunu, zorlama ile, doğru sayabiliriz. Ama ayetin manasını esas alırsak, bu, ancak yukarıda bahsettiğimiz manaya başvurmakla mümkün olur. Bunu zorlama ile doğru kabul etmemiz, ancak ikinci ifadedeki kısmının hazfini düşünerek; yahut onu, önceki (......) ifadesinden bedel kılarak; veyahut da, (......) ifâdesini, önce geçmiş olan (......) ifadesine atfeden bir atıf edatının takdiriyle mümkün olur. Bunun bir zorlama olduğu, hem hazfına, hem de müşebbeh (benzetilen) ile müşebbehün bih (kendisine benzetilen) arasına girmiş, uzun bir fasıla bulunmasına rağmen yapılan takdire nazaran, açıktır. Fakat bedel yapmamıza gelince, bu zaten yanlıştır. Çünkü eğer bedel yaparsak, ikinci ifade, yani bedel yapılan ifade ağırlık kazanmış olur. Böylece de Cenâb-ı Hak sanki, "Rabbinden apaçık bir burhan üzere olan, cehennemde ebedî kalacak olan gibi midir?" demiş olur ki bu, yapılan teşbihte bir kusur olur. Halbuki Allah'ın kelamı, kusurlardan münezzehtir. Bir atıf edatı takdir ederek bu iki cümleyi birbirine bağlama görüşü de böyledir. Çünkü atfedilen de, teşbihde müstakil bir sözdür. Ey Allah'ım, ancak geriye şunu demek kalır: Burada bir toplam, diğer bir toplamla mukayese edilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Rabbinden apaçık bir burhan üzere olan ve içinde nehirler bulunan ve müttakilere va'dedilmiş cennetlerde yerleşmiş olan kimseler, kötü amelleri kendisine hoş gösterilmiş ve cehennemde ebedî kalacak kimseler gibi midir? demektir. Bu izaha göre, mukabele (mukayese), Rabbinden apaçık delil (burhan) üzere olan ile, kötü amelleri kendilerine süslü gösterilen; cennette olan ile, cehennemde ebedî kalacak olan arasındadır ki bunu, daha önce de söylemiştik. Binâenaleyh bu ayetin, daha önceki ayete karıştırılmasına gerek yoktur. Nasıl böyle söylemeyim, çünkü Zemahşerî'nin dediğine göre, mukabele (mukayese), cehennemde olup, kendilerine kaynar sular içirilenler ile, Rablerinden apaçık bir beyyine (bürhan-delil) üzere olanlar arasındadır. Halbuki bu ikisi arasında bir münasebet yoktur. Ama bizim yaptığımız son izah böyle değildir. Çünkü mukabele, içinde ırmakların aktığı cennet ile, içinde kaynar sular bulunan cehennem arasında olup, bu inkâri bir teşbihtir ve çok uygundur. Cenâb-ı Hak, edatının lafzına nazaran, manasına nazaran da, cemi olarak buyurmuştur. Keza daha sonra, müfred olarak cemî olarak, buyurmuştur. Bunun izahı nasıldır: Deriz ki: "kim" edatı ile ilgili kelime, hemen ona bitişik zikredilirse, bunda, edatının lafzını esas almak daha uygun olur. Çünkü duyulan odur. Fakat, araya fasıla girerse, bu durumda onun manasını nazar-ı dikkate almak daha uygun olur. Çünkü duyulan şey artık kulağımızda kalmamıştır. Onu duyanın zihninde, ancak manası katmıştır. Binâenaleyh birinci durumda, 'in lafzına, ikinci durumda ise manasına bakmak daha evla olur. Eğer sorulursa ki, "Cenâb-ı Hak, diğer yerlerde, "Tevbe ve iman edip iyi amelde bulunan kimseler müstesna..." (Furkan, 70) ve "Fakat kim, yaptığı haksız hareketinden sonra tevbe eder, hâlini düzeltirse ... "(Maide, 39) buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Matuf olan kelime müfred olur veyahutta mana bakımından matufun aleyh'e benzese, senin de bahsettiğin gibi, evlâ olanı, iki durumun farklı olmasıdır. Çünkü bu, müfret kelimenin müfrede atfıdır. Cenâb-ı Hak şayet demiş olsaydı, durum yine aynı olurdu. Çünkü benzerlik, başka oluşa aykırıdır. Ama, burada olduğu gibi durum böyle olmazsa,-çünkü " kaynar sudan içirilirler" ifadesi ebedîdir" ifadesine benzemez. Binâenaleyh, Cenab-ı Hakk'ın, (......) ifadesi, cehennemliklerin durumunun, cennetliklerin durumuna benzemediğini ifade eden bir açıklamadır. Çünkü, cennetlikler için, hiç değişmeyen sudan nehirler var; cehennemlikler için ise, kaynar sular.. Buna göre şayet, "inkarı (yadırgayıcı mahiyetteki) bir benzetme, var olan şeye muhalefet ile olur. Ki, sen bunun bir kısmını anlattın ve dedin ki, "Ayetteki, "bir beyyine üzere olanlar..." ifadesi, ayetteki, "o kötü ameli kendisine süslü gösterilen..." "Rablerinden..." ifadesi, "hevâ ve heveslerine uyanlar" ifadesinin; "cennet" ifadesi, "ateşte ebedî..." ifadesi "ateş" ve "kaynarsu" ifadesi de, "çaylar, nehirler, ırmaklar" mukabilindedir.. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "Orada her türlü meyve onlar içindir. Bir de üstelik mağfiret vardır" ifadesinin mukabili şey nerededir?" denilirse, biz deriz ki: Bağırsakların paramparça olması, "mağfirefe tekabül eder. Çünkü biz, yaptığımız izahların birinde, bu ayette bahsedilen cennetteki mağfiretin, oradaki meyvelerin, kaza-i hacet, hastalık vs. şeyleri gerektirmekten uzak ve beri olmaları manası olduğunu açıklamıştık.. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istemiştir: "Mü'minler için, (cennette), temiz ve temizleyici karakterde bir yeme ve içme söz konusudur.. Yeyip içtikleri bu şeyler, onların karınlarında birikmez ki, böylece onlara eziyyet versin de, onları kazâ-i hacette bulunma durumunda bıraksın.. Kâfirler içinse, kaynar sular vardır. Bu sular, onların karınlarına ulaşır ulaşmaz, bağırsaklarını paramparça eder ve onlar, bu şeyin, karınlarından çıkmasını arzularlar.. Bu ayette geçen, "her türlü meyve" ifadesinin mukabili ise zikredilmemiştir. Çünkü, cennetteki durumlar, fazlalık arzetmektedir; dolayısıyla, Cenâb-ı Hak bu fazlalığı da, ilave kelimeler zikretmek suretiyle anlatmıştır. Kaynar su, hararetin dışında, başka bir şeyden dolayı onların bağırsaklarını paramparça eder. Bu da, içilmek için hazırlanmış zehirlerdeki parçalayıcı özellik ve şiddettir. Aksi halde, sadece kaynar oluş parçalamaz.. Buna göre şayet, ifadesinin başındaki fâ, bu parçalanma işinin, bahsedilen şey ile olmasını gerektirir mi?" denilirse, biz deriz ki: Evet; ancak ne var ki bu, (muzarî sığasıyla) "parçalar..." denilmesini gerektirmez. Çünkü bu, sadece kaynar sudur. Bundan da öteye, parçalayıcı özelliği olan bir kaynar sudur.. Münafıkların Laubaliliği 16Âyetin tefsiri için bak:17 17"Onlardan öyle kimseler vardır ki, seni dinlerler. Nihayet yanından çıktıkları zaman, kendilerine ilim verilmiş olanlara, "Sahi o, demin ne söyledi?" derler. Onlar öyle kimselerdir ki, Allah, kalblerinin üzerine mühür basmıştır. Onlar, hevâ ü heveslerine uymuşlardır. Hidâyeti kabul edenlere gelince, (Allah) onların muvaffakiyetini artırmış, onlara, (ateşten nasıl) kaçınacaklarını ilham etmiştir". Cenâb-ı Hak, kâfirlerin durumunu izah edip belirtince, münafıkların da durumunu ele atmış ve onların kâfirlerden olduğunu belirtmiştir. Ayetin başındaki (......) zamirinin, Bakara Sûresi'nde, Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlerden, bahsettikten sonra, "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, kendileri iman etmiş olmadıkları halde (...) derler"(Bakara,8) buyurmuş olduğu ayetindeki "nâs-insanlar" kelimesine raci olması muhtemel olduğu gibi, Mekkelilere raci olması da muhtemeldir. Çünkü, Mekkelilerden de, "... Biz nice memleketleri, -ki seni çıkaran memleketinden daha çok kuvvetli idi-, helak ettik..." (Muhammed, 13) ayetinde bahsolunmuştu. Bu zamirin, "Hiç bu o ateşte ebedî kalan ve bağırsaklarını parça parça eden kaynar sudan içirilen kimseler gibi midir?" ifadesinden anlaşılan manaya raci olması da muhtemeldir. Buna göre mana, "Ateşte ebedî kalanlardan, seni dinleyen kimseler vardır..." seklinde olmuş olur. Ayetteki (......) ifadesi, daha önce de belirttiğimiz gibi (......)deki (......) edatının manasına nisbetle çoğul; (......) kelimesi de, (......) lafzına nisbetle müfret olarak gelmiştir ki, bunun ne demek olduğunun izahı, biraz önce geçmişti.. Bu cümlenin başındaki hattâ kelimeleri, müfessirlerin görüşüne göre, atf için olan hattadır. Buna göre, hattâ ile atfetmek, ancak, ma'tufun (atfedilenin) ma'tufun aleyh'ten bir cüz olması halinde ancak güzel olur. Bu cüz oluş, daha üstün veya daha alt derecede olma tarzında olabilir. Bu tıpkı, meselâ bir kimsenin, "Bana halk, hatta kral bile ikramda bulundu..." ifadesiyle, "Hacılar geldi, hatta yayalar bile" şeklinde ifadesi gibi. Velhasıl, matufun aleyh'in, mana itibariyle olması gerekir. Halbuki vâv ile atıfta bu şart değildir. Binâenaleyh, senin vâv ile atfetmen durumunda, "Hacılar geldi ve ben bilmedim" diyebilirsin, fakat aynı şey, (......) hakkında söylenemez. Bunu iyice kavradığına göre, buradaki bu münasebetin izahı şudur: Cenâb-ı Hakk'ın, "Nihayet yanından çıktıkları zaman..." cümlesi, iyice dinlemiş olmayı ifâde eöer. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki, "Onlar, iyice ve tam olarak dinliyorlar, kulak veriyorlardı" demiş olur. Çünkü onlar, dinliyorlar; çıktıkları zaman da, tıpkı anlamak isteyen kimsenin yaptığı gibi, onu iyi anlamış olanlar (ulemâ)'dan, söylenenlerin tekrarını istiyorlardı. İmdi şayet son, "Böyle olması halinde, bu, onlar için bir övgü olmuş olur. Halbuki, Cenâb-ı Hak, onların bu durumunu zemm ve kınama sadedinde zikretmiştir" dersen, biz deriz ki: Bu husus, bundan sonra gelen şu iki şeyin birisi ile ortaya çıkar, anlaşılır: Onlar, bununla ya istihza etmişlerdir; ki bu, tıpkı, zekî bir kimsenin ahmak birisine, -aslında kendisinin iyi anladığını bildiği halde-, "Sözünü tekrarla da anlayayım.." demesi gibidir. Halbuki herkes, bu kimsenin bu sözüyle, İstihza ve alay ettiğini, bu tekrardan faydalanmaya ihtiyacı olmadığını ve bunun tekrarını istemeye ihtiyacının olmadığını bilir. Yahut da onlar, dinlemelerine ve dinlediklerinin tekrarını istemiş olmalarına rağmen, söylenilenleri anlamamışlardır. "İşte kâfirlerin kalblerine Allah, böyle mühür basar" (Araf, 101) ayeti, bu ikinci duruma; "Onlar iman edenlere kavuştukları zaman "inandık" derler. Şeytanlanyla başbaşa kalınca ise, "Emin olun, biz sizinle beraberiz. Biz ancak istihza edicileriz" derler" (Bakara, 14) ayeti de birinci duruma uygun düşüp onu teyit eder. İkincisini, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bedeviler, "iman ettik" dediler. Deki: "Siz iman etmediniz amma, müslüman olduk (boyun eğdik) deyin. İman henüz sizin kalblerinize girmemiştir" (Hucurat, 14) ayeti tekîd eder, destekler. Ayetteki, (......) ifadesine gelince, kimi müfessirler bunun manasının, "Az önce, demin" şeklinde olduğunu; başlamak anlamına gelen "istinaf" kökünün de bu kökten geldiğini söylerler. Buna göre evlâ olan, şöyle denümesidir: "O münafıklar, tıpkı, bir kimseden bir şeyin tekrarını isteyen kimsenin, "Hele, sözünü yeni baştan söyle de, böylece bir şeyi kaçırmış olmayayım!.." demesi gibi, sözünü, yeni baştan tekrarlamalarını istemeleri manasında, "Sahi, o demin ne söyledi?" derler. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onlar öyle kimselerdir ki, Allah, kalblerinin üzerine mühür basmıştır" buyurmuştur ki, bu, "Onlar, ya anlamadıkları, yahut da, istifâde etmek amacıyla dinlemedikleri için, hakka tâbi olmayı terkedip, hakkın zıddı olan bâtıla tâbi olmuşlardır" demektir. Mü'minlerin Hidayetini Artırır Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hidayeti kabul edenlere gelince, (Allah) onların muvaffakiyetini artırmış, onlara, (ateşten nasıl) kaçınacaklarını ilham etmiştir" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, münafığın dinlediğini, fa,kat yararlanamadığını, tekrarlanmasını istediği halde bundan yararlanmak istemediğini beyan buyurunca, hidâyete ermiş mü'min kimsenin durumunun böyle olmadığını, zira onun, dinleyip, hem de anladığını ve bildiği ile amel ettiğini; münafığın, hep tekrar edilmesini istediğini; hidâyete ermiş mü'min ise dinlediği sözü anlayıp bunu nakledebildiğim beyan buyurmuştur. Burada, söyle iki fayda vardır: 1) Daha önce de açıkladığımız gibi, ayetin bu ifadesi, iki topluluk arasındaki farkı gösterir. 2) Münafığın mazeretini ortadan kaldırmak, takip ettiği yolun kötü olduğunu açıklamaktır. Çünkü, münafığın şayet, "Mesele kapalı ve gizli olduğu için anlayamadım.." demiş olsaydı, onun bu gerekçesine karşı çıkar ve ona durumun böyle olmadığı söylenirdi. Zira, hidâyete ermiş olan mü'minin söylenenleri iyi anlamış ve söylenen şeyin ayrılmaz vasıflarıyla, buna bağlı olan tâli olan taraflarını istinbat etmiş, çıkarmıştır. Fakat münafıkların yaptığı ise, maksadın kapalı olup anlaşılmaz olmasından değil, kalblerinin körlüğünden ileri gelmektedir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele (......) fiilinin faili (yani artıran) kimdir? Biz deriz ki: Bu konuda birkaç izah şekli vardır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den işitilen şey, Allah'ın ve resulünün kelâmından olup "Onlardan öyle kimseler var ki, seni dinlerler" cümlesi buna delâlet eder. Çünkü bu ifâde duyulan ve işitilen bir şeyin varlığını gösterir. Maksat ise iki., cemaat arasındaki farklılığı açıklamaktır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Onlar yok mu, işte onlar bunu anlamadılar. Berikilere gelince, onlar bunu anlamadılar" demek istemiştir. 2) Onların hidayetlerini artıran, Allahü teâlâ'dır. Ayetteki, "Onlar öyle kimselerdir ki, Allah onların kalblerinin üzerine mühür basmıştır" ifadesi buna delâlet eder. Buna göre Allahü teâlâ sanki onların kalblerine mühür basmış ve böylece onların körlüklerini artırmış; hidayete ulaşanların da, hidayetlerini artırmıştır. 3) Münafığın alay ve istihzası, hidayete erenlerin hidayetlerini artırmıştır. Bunun izahı şöyledir: Allahü teâlâ, "Onlar, hevâ-u heveslerine uymuşlardır" buyurunca, "Hidayeti kabul edenlere gelince, bu onların muvaffakiyetini, yani hidayete uymalarını hidayet ve muvaffakiyet bakımından artırmıştır" buyurmuştur. Çünkü bu kimseler, ötekilerin fiillerini çirkin bulmuş ve o fiillerden uzaklaşmışlardır. İkinci Mesele Allahü teâlâ'nın, "(Allah) onlara, kaçınacakları şeyi ilham etmişti.." ifadesinin manası nedir? Deriz ki: Bu hususta, nakle ve istinbâta (tefekküre) dayanan birkaç izah şekli vardır: Nakle dayanan hususunda diyoruz ki: Bu hususta, bundan muradın, "Allah onlara, takvalarının (kaçınışlarının) mükâfaatını verdi" "Allah, onlara, gizlemeksizin, takvalarının bizzat kendisini verdi, yani, onlara takvayı beyan edip açıkladı"; "Allah, onlara, öğrendikleri şeyle amel etme muvaffakiyetini lütfetti.." gibi manalar olduğu söylenmiştir. Tefekküre dayanan izahlar konusunda da şunu söylüyoruz: Bu ifade ile kastedilenin, münafık ile bu kimse arasındaki farkı iyice göstermek için, Kur'ân'ı dinleyen ve onun manalarını anlayıp tefsir eden kimsenin durumunu ortaya koymak olması muhtemeldir. Çünkü münafık da Kur'ân'ı dinlemiş, ama onu anlamamış; söylenilen şeyin tekrarını istemiş, yine de anlamamıştır. Hidayete eren kimse ise, o, Kur'ân'ı anlamış ve bunu başkalarına da açıklamıştır. Ayetteki "Allah onların hidayetlerini (muvaffakiyetlerini) artırdı" ifâdesi bunu gösterir. Cenâb-ı Hak burada, (......) yerine (......) buyurmuştur. "Hüdâ" kelimesi, "hidayet etti" fiilinin masdarıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sen de o peygamberlerin hidayetlerine uy"(Enam,90) yani, "Sen, onların hidayete ermelerine vesile olan şeye sarılıp, onların hidayete erişleri gibi, hidayete er" buyurmuştur. Buna göre ayetteki ifadesi, "Allah onları Kur'ân hakkında delilsiz konuşmaktan uzak tutmuş, korumuş ve onları sırf rey (akıl) ile tefsir yapmaktan sakınmaya (ittikâ etmeye) yöneltmiştir" manasınadır. Buna göre, ifadesi, "Onlar hidayete ermiş kimselerdir de, Allah onların hidayet üstüne hidayetlerini artırdı. Böylece de onlar, hidayete erenler derecesinden, hidayete iletenler derecesine yükseldiler" manasınadır. Ayetteki bu ifade ile, ilme; "Onların takvasını artırdı" ifadesiyle de, bilemedikleri hususlarda ihtiyata sarılmaya işaret edildiğini söylemek de mümkündür. Bu mana Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde, söze kulak verip, onun en güzeline uyan kullarımı müjdele" (Zümer, 17-18) ve "ilimde kök salmış olanlar da, "Biz ona iman ettik" derler" (Al-i İmran, 7) ayetlerinden çıkarılmıştır. Bir üçüncü manaya göre ise, burada kastedilenin, ihias sahibi olan kimsenin, daima tedbirli olduğunu, bu sebeple de onun, hevesten daha çok haşyet duyduğunu beyan etmektir. Bunu şöyle izah ederiz: Allahü teâlâ, "Allah onların hidayetini artırdı" buyurunca, onunla, onların ilminin arttığını ifade etmiştir: Cenâb-ı Hak, bir başka yerde, "Allah'ı ancak alim kulları hakkıyla tazim eder" (Fatır, 28) buyurmuş; burada da, "Allah ilim ifade eden haşyet (tazim) duygusunu vermiştir" buyurur. Dördüncü bir manaya göre ise, "Allah onlara, Kıyametten ittikâ etme (korkma) duygusunu vermiştir." Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ey insanlar, Rabbinizden ittikâ edin. Babanın, oğluna evladın babaya hiçbir fayda veremeyeceği bir günden korkun " (Lokman. 33) buyurmuştur. Allahü teâlâ'nın, "Onlar ancak Kıyametin ansızın gelmesini mi bekliyorlar?" (Muhammed, 15) ayeti de buna delalet eder. Böylece sanki, takvanın hemen peşinden Kıyametin zikredilmesi, buna delâlet eder. Beşinci bir manaya göre ise, ayetteki bu ifade, "Allah onlara, takvalar- n, yani mü'mine yaraşan takvayı vermiştir. Bu, bulunduğu zaman, hiçbir kınayanın kınamasından korkulmayan takvadır. Cenâb-ı Hak sonra, "O (peygamberler), Allah'ın gönderdiklerini tebliğ eden ve O'ndan ittikâ eden, korkan ve Allah'dan başka hiçbir kimseden kaçamayanlardır" (Ahzab, 39) buyurmuştur. Allah'ın, "Ey Peygamber, Allah'dan ittikâ et, kâfirlere ve münafıklara itaat etme"(Ahzab, 1) ayeti de böyledir. Bu izah, uygundur. Çünkü ayet, iki topluluğun farklılığını anlatmaktadır. Bu izah da, bunu ortaya kor. Şöyle ki: Münafık insanlardan korkar. Onlar ise iki cemaattir: Mü'minler ve kâfirler.. Binâenaleyh münafık, bu iki cemaat arasında gider gelir ve her ikisini de hoşnut etmeye alışır. Ama bu arada Allah'ı kızdırır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, münafığın hilafına, "hidayete ermiş mü'min" ifadesini kullanır. Çünkü mü'min bildiği, münafık bilmediği, dolayısıyla mü'min ancak Allah'dan ittikâ ettiği, münafık ise Allah'dan başka herşeyden çekindiği için, Allahü teâlâ münafığın aksine, mü'min hakkında "hidayete ermiş" ifadesini kullanmıştır Hidayet İçin Kıyamet Beklenmez 18"Hâlâ onlar, o saatten (Kıyametten) ve onun başlarına ansızın gelmesinden başka birşey mi bekliyorlar? İşte onun alâmetleri gelmiştir. Peki, bu onlara geldiği vakit, düşünüp ibret almaları kendilerine ne fayda verecek ki?" Bu, "Kâfirler ve münafıklar, Kıyameti gözlüyorlar..." demektir. Bu böyledir. Çünkü deliller doğru bir biçimde gelmiş ve meseleler açıklık kazanmıştır. Ama onlar yine de iman etmemiştir. Dolayısıyla onlardan iman, ancak Kıyamet koptuğu zaman beklenebilir. Bu ifade, "bedel-i istimal" kabilindendir. Dolayısıyla takdirî manası, "Onlar ancak Kıyameti, onun ansızın gelmesini bekliyorlar" şeklinde olur. Bu ifade, şart cümlesi olmak üzere, "Eğer Kıyamet onlara gelirse, şeklinde de okunmuştur ki, bu şart cümlesinin cevabı, "Düşünüp ibret almaları kendilerine fayda vermez" şeklinde olur. Ayetteki, "Düşünüp ibret almaları, kendilerine ne fayda verecek ki?" cümlesi de buna delâlet eder. Biz daha önce Kıyametin, dirilme, haşr (toplanma) ve hesaba çekilme gibi, onda meydana gelecek işlerin zamanı ve saati olduğu için, "saat" diye isimlendirildiğini anlatmıştık. Kıyamet Alâmetleri Ayetteki, işte onun alametleri gelmiştir" ifadesini iki şekilde izah etmek mümkündür: a) Bu, onların ne derece inatçı olduklarını ortaya koymaktır. Bunu şöyle izah ederiz: Deliller zuhur edip, onlar da buna inanmayınca, geriye ancak, ye's halinde imân ihtimali kalır. Bu da, Kıyamet kopacağı zaman meydana gelir. Fakat Kıyametin alâmetleri artık belli olmuştu. Onların daha önce iman etmeleri gerekirdi. Ama onlar iman etmemişlerdi. Zira onlar, fesad deryasında ve inadın zirvesindedirler. b) Bu ifade, mü'minlerin kalblerini teselli için gelmiştir. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki, "Onlar, Kıyameti mi bekliyorlar?" buyurunca, bundan onlara azab edileceği manası anlaşılmıştır. Kıyamet, halk nezdinde uzaktadır. Binâenaleyh bundan ötürü bir kimse sanki: "Kıyamet ne zaman kopacak?" demiş de, bunun üzerine "İşte, alâmetleri geldi bile!" denilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "vakit yaklaştı, ve ay yarıldı" (Kamer, 1) buyurması da bu kabildendir. "Eşrât" kelimesi, "alâmetler" manasındadır. Müfessirler bu alâmetlerin, ayın parçalanması ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in risateti gibi şeyler olduğunu söylemişlerdir. Buradaki "eşrafın, insanın yoktan yaratılması, göklerin ve yerin varedilmesi gibi, hasrın ve ba'sin (dirilişin) mümkün olduğunu gösteren deliller olduğu söylenebilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir?" (Yasin. 81) buyurmuştur. Tercihe şayan olan, birinci tefsirdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "öyleyse bu onlara geldiği vakit, düşünüp ibret almaları kendilerine ne fayda verecek?" yani, "Bu ibret alma, onlara hiçbir tayda vermez. Çünkü (o andaki) tevbeteri kabul olunmaz, imanlan hesaba katılmaz" buyurmuştur. Bundan murad, "ibret atma anı onlara geldiği zaman halleri nice olacak?" manasıdır. Bunun manasının, Cenâb-ı Hakk'ın "İşte bu, vaad olunduğunuz o gündür"(Enbiya, 103) ve "İşte bu, yalanlayıp durduğunuz o fasletme (hükmetme) günüdür"(Saffat, 21) ayetlerinin işaret ettiği şey olması da muhtemeldir. Çünkü onlar, pişmanlıkla bunu hatırlarlar. Hak teâlâ'nın, "Size, sizden olan ve Rabbinizin ayetlerini okuyan ve sizi bu gününüze kavuşma hususunda ikaz eden peygamberler gelmedi mi?" (Zümer, 71) ayeti de bu manadadır. Bil ki Ma'bud Birdir 19"Binâenaleyh bil ki: Allah'dan başka hiçbir tanrı yoktur. Hem kendinin, hem de mü'minlerle, mü'minlerin günahının bağışlanmasını iste. Allah, dolaştığınız yeri de, barındığınız yeri de bilir". Önceki Kısımla Münasebet Bu ayetin, daha öncekilerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir: 1) Allahü teâlâ, bir önceki ayetinde, "işte onun alâmetleri gelmiştir" buyurunca, "o Kıyameti getiren zatın yegâne ilah olan Allah olduğunu bil" buyurmuştur ki, bu tıpkı, "Yaklaşan o şey yaklaşh. Onu Allah'dan başka açığa çıkaracak yoktur" (Necm, 57-58) ayetinde olduğu gibidir. 2) "O Kıyametlerin alâmetleri belirdi. Artık o geliyor" buyurulunca, sanki "Ne zaman?" demiş, Cenâb-ı Hak da, "Allah'dan başka ilah olmadığını bil de, böyle üzerine lâzım olmayan şeylerle uğraşma. Senin görevin, tevbe-istiğfardır. Sen, Kıyamet ne zaman gelirse gelsin, ona hazır ol" buyurmuştur. Mananın böyle oluşuna, ayetteki, "Günahının bağışlanmasını iste" ifadesi de uygun düşer. 3) "Sadece Allah'ın sana fayda vereceğini bil." Buna göre "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu zaten biliyordu. Binâenaleyh öyleyse bu "bil" emrinin burada yer alış sebebi nedir?" denirse, buna şu iki şekilde cevap veririz: a) Bu, "Üzerinde bulunduğun iman ve bilgine devam et" demek olup, tıpkı bir kimsenin oturmaktayken kalkmaya yeltenen birisine, "otur" demesi gibi olup, aslında "Kalkma" manasınadır. b) Burada hitab zahiren Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'edir, ama aslında kastedilenler onun kavmidir. 'daki zamir, zamir-i sândır ve takdirî manası şöyledir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kavmini imana davet edip, onlar da iman etmeyip, onları öldükten sonra dirilme ve haşr (toplanma) işinin ortaya çıkışından başka imana sevkedecek başka birşey kalmayınca ve bu husus da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i üzen şeylerden olunca, Hak teâlâ onu teselli ederek, "Sen kendin tamsın, kâmilsin, başkalarını kemâle erdirici konumdasın. Binâenaleyh Allah'ın kendilerine hayır murad etmediği bazı kimseler, senin vasıtanla kemale öremiyor, düzelemiyorsa; bilesin ki sen, ilminle amilsin, ilmin de Allah'ın tek olduğunu bilmendir; sen istiğfar eden ve Allah'a hamdederek mü'min ve mü'mineleri kemâle erdiren bir mürsidsin, onlar için mağfiret istiyorsun. Dolayısıyla senin iki sıfatın var. Öyle ise üzerinde olduğun hali sürdür. Kavminin kâfir olması seni üzmesin" buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in İstiğfarı Ayetteki, "Günahının bağışlanmasını iste" ifadesi şu iki şekilde açıklanabilir: 1) Bununla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitab edilmiş; ama mü'minler kastedilmiştir. Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü zaten ayette mü'minler ve mü'mineler ayrıca zikredilmişlerdir. Bazı kimseler de, "Günahını" ifadesinin, "Ehl-i beytinin (ailesinin), mü'minlerin, yani ehl-i beytin dışındaki ümmetinin günahı için istiğfar et" manasında olduğunu söylemişlerdir. 2) Bu hitab, bizzat Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'edir. Bahsedilen "günah" ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) açısından, daha efdal olanı terketmeden ötürüdür. Yoksa Peygamberimiz hata, günah işlememiştir. 3) Güzel olan ve istidlale dayanan bir izaha göre, bununla, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in güzel amellere ve kötü amellerden kaçınmaya muvaffak kılınması kastedilmiştir. Bunun izahı şöyle yapılabilir: İstiğfar, bağışlanmayı istemektir. Bağış (mağfiret) ise, kötü olan şeyi örtmek manasınadır. Dolayısıyla, günahtan korunan kimse, nevasının çirkinliklerinden doğacak kötülükleri örten kimsedir. Mağfiret isteme "Bizi rezil-rüsvay etme" demektir. Bu ise, bazan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'de olduğu gibi, bazan kişinin günahtan korunması sebebiyle ve günaha düşmemesi sebebiyle; bazan da mü'min ve mü'mineler hakkında olduğu gibi, günah meydana geldikten sonra örtülmesi sebebiyle olur. Ayette şöyle bir incelik vardır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üç hali vardır: Allah kendisi ile ve başkalarıyla Allah'a karşı olan vazife ve hareketi; O'nu bir bilip, öylece inanmasıdır. Kendisine karşı hali, günahlardan dolayı, istiğfar etmesi ve bu konuda, Allahü teâlâ'nın ismetini (muhafazasını) istemesidir. Mü'minlere karşı vazifesi ise, onların bağışlanmasını isteyip, onlar için Allah'a istiğfar etmesidir. yani "Allah sizin dünyada, âhirette gece ve gündüzdeki her türlü halinizi bilir." Esassız Temenniler 20"iman edenler, "Bir sure indirilmeli değil miydi?" derler. Fakat muhkem (hüküm ifade eden) bir sûre indirilip, içinde savaştan bahsedilince, kalblerinde hastalık bulunanların üstlerine ölüm baygınlığı gelmiş olanların bakışı gibi, sana baktıklarını görürsün. Hay (o korktukları) başlarına gelesi adamlar!". Önceki Kısımla Münasebet Cenâb-ı Hak, tevhid, haşr ve bunlar dışındaki esaslar hakkındaki ilmî (itikadı) ayetleri dinlerken, münafığın, kâfirin ve hidayete ermiş mü'minin durumlarını, "Onlardan öyle kimseler var ki, seni dinlerler..." (Muhammed,16) ve "Hidayeti kabul edenlere gelince..." (Muhammed, 17) ayetleriyle açıklayınca, onların, amelî ayetler karşısındaki durum ve tutumlarını da beyân etmiştir: Çünkü hidayete ermiş mü'min, böylesi ayetleri dört gözle bekler, inmesini ister, böylesi mükellefiyet gecikince, "Acaba ona layık değil miyim?" korkusuyla, "Keşke ibadete dair birşeyle emrolunsaydım" der. Münafık ise, kendine ağır gelecek mükellefiyetten taşıyan bir ayet veya sûre indiğinde, ilim (iman) ve amel bakımından, kendisi ile hidayete ermiş arasındaki farklılığı anlar. Çünkü o, ilmi anlamaz, ameli (ibadeti) istemez. Ama mü'min bunları bilir ve ibadetten hoşlanır. Dolayısıyla onların, "Bir sûre indirilmeli değil miydi?" şeklindeki sözleri ile mü'mini ve münafığı imtihan eden mükellefiyetler taşıyan bir sûrenin inmesi kastedilmiştir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, içinde savaş hükümleri olan bir sûre indirmiştir. Çünkü savaş, mükellefiyetlerin en zorudur. Ayetteki, "Muhkem bir sûre" ifadesi hakkında da şu izahlar yapılabilir: a) Bu, "nesh olunmayacak bir sûre" manasınadır. b) Bu, "Rahman, Arşa istiva etti" (Taha, 5) ve "Allah'ın yanında..." (Zümer.56) ifadelerinin aksine, "hakikî manaları murad edilen, lafızların yer aldığı bir sûre" manasındadır. Çünkü Hak teâlâ "Boyunlarını vurun" (Muhammed. 4) ayetiyle öldürmeyi kastetmiştir ki bu, "Onları öldürünüz" emrinden daha beliğdir. "Onları, bulduğunuz yerde öldürünüz" (Bakara, 191) ayeti de açık bir ifadedir. Diğer savaş ayetleri de böyledir. Bu iki izaha göre, ayetteki "muhkem" kelimesi, "Kendisinde, onların "Bununla zahirî mana kastertimemiştir" diyemeyecekleri, yahut, "Bu, bir ayettir. Fakat nesholunmuştur. Dolayısıyla savaşmayız" diyemeyecekten kesin ve açık hüküm ve mana bulunan sûre" manasınadır. Kalbde Olanın Ortaya Çıkışı Cenâb-ı Hak, "Kalblerinde hastalık bulunanların, yani münafıkların, üstlerine ölüm baygınlığı gelmiş olanların bakışı gibi, sana baktıklarını görürsün" buyurmuştur. Böyle bakarlar, çünkü savaşla mükellef tutulduklarında, artık münafıklıklarının bir fayda ve manası kalmaz. Çünkü onlar, savaştan önce, her iki tarafı da idare ediyor (kandırıyorlardı). Ama savaş emri gelince, artık onlar için böyle bir imkân kalmamıştır. "Hay o (korktukları) başlarına gelesi adamlar." Bu deyim, tıpkı "Feveylün lehüm" "Yazıklar olsun onlara..."gibi bir bedduadır. Bu ifadenin, daha önce bahsi geçen, mahzuf bir mübtedanın haberi olması da muhtemeldir. O bahsi geçen şey de "ölüm'dür. Dolayısıyla Allahü teâlâ sanki, "Üstlerine ölüm baygınlığı gelmiş olanlar..." buyurunca, "ölüm onlara layıktır" demiştir. Çünkü ölüm Allah'a ve Rasulüllah'a taatla geçmeyen hayattan daha evla ve hayırlıdır. Vahidî bunun takdirinin,' yani, "Halbuki taat etmeleri, onlar için daha uygundu" şeklinde de olabileceğini söyler. Sadâkat Hayırlıdır 21"(Onlara düşen), taat ve güzel sözdü. Bunun için onlar, iş ciddileşince, derhal Allah'a sadâkat gösterselerdi, onlar için daha hayırlı olurdu". Bu, haberi mahzûf, müste'nef bir cümle olup, 'Taat ve güzel söz, onlar için daha hayırlıdır" yani, "daha güzel ve daha uygundur" takdirindedir. Buna karşı "Arapça'da, nekire olan "taat" kelimesinin mübteda olması uygun değildir" denilemez. Çünkü diyoruz ki bu kelime, aslında mevsuftur. Delili ise, ayetteki "kavlün ma'rûfun" ifadesidir. Zira "kavi" kelimesi de mevsûf (sıfat almış)tır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "ihlaslı taat ve güzel söz, daha hayırlıdır" demektedir. Bunun manasının, "Onların, "Taat (itaat) ve güzel söz" yani "Bizim işimiz itaat etmek ve güzel konuşmaktır" şeklinde söylemeleri, onlar için daha hayırlı olurdu" şeklinde olduğu, bunun delilinin, ayeti Ubeyy (......) şeklinde okuyuşu olduğu da söylenmiştir. Ayetteki "Bunun için onlar, iş ciddileşince, derhal Allah a sadâkat gösterselerdi onlar için daha hayırlı olurdu " ifadesinin cevabı mahzuftur ve takdiri, "İş ciddileşince, muhalefet eder ve yan çizerler" şeklindedir. Bu izah, Ubeyy (radıyallahü anh)'in kıraatına göre ortaya çıkan manaya daha uygundur. Ubeyy (radıyallahü anh)'in kıraatine göre, onlar işin başında, "Dinledik ve itaat ettik (baş üstüne)" demişler, ama işin sonunda muhalefet edip, yan çizmişlerdir. "Azm" işi, işin sahibine âit olduğu halde ve buna göre ifadenin takdirinin, "işin sahibi azmettiğinde, işi ciddi tuttuğunda..." şeklinde olduğu halde, bu azm, "işe" (emre) nisbet edilmiştir. Bu izah Zemahşeri'nin yaptığı bir izahtır. Bu ifadenin mecazî olup, tıpkı bizim "iş geldi veya iş takip etti" dememiz gibi olduğu da söylenebilir. Çünkü başlangıçta, işin olmayacağı düşünülür. Ama ağırlığını koyduğunda, istemeyenler onu engelleyemediklerinde, artık kesinleşmiş olur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "iş azmetti (ciddileşti..)" buyurmuştur. Yapılan bu ik izah da, birbirine yakındır. Ayetteki, "Eğer Allah'a sadâkat gösterselerdi..." ifadesi ile ilgili olarak da şu iki izah yapılabilir. Ayetteki "taat" ifadesi, "Onlar, "taat (baş üstüne)" dediler" manasına alınırsa, bu ifadenin manası da, "Eğer onlar bu sözlerinde samimi olup, gerçekten itaat etselerdi, bu onlar için daha hayırlı olurdu" seklinde olur; ama, "ıhlaslı taat ve iyi söz onlar için daha hayırlıdır ve güzeldir.." manasını vermemiz halinde, bu ifadenin manası, "eğer onlar imanlarında ve peygambere tâbi oluşlarında sâdık olsalardı, bu onlar için daha hayırlı olurdu" şeklinde olur. İş Başına Geçince 22"Demek siz, idareyi ve hakimiyeti ele alırsanız, hemen yeryüzünde fesad çıkaracak ve akrabalık münasebetlerinizi bile parçalayıp keseceksiniz". Hayatı Koruma İddiası Bu ayette, onların söylediği sözün yanlışlığına bir işaret vardır. Onlar, "Biz nasıl savaşırız. Savaş, aslında bir fesada vermedir, bozmadır. Hem sonra savaşacağımız Araplar, bizim akrabamız ve ırkımızdır" diyorlardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Eğer hakimiyeti ele alırsanız sizden ancak dünyaya fesad çıkar. Çünkü sizler, gücünüz yettiği herkesi öldürür ve esir alırsınız. Hem sonra zaten aranızda savaş var. Kız çocuklarınızı öldürmeniz de, bir fesad ve akrabalığa riayetsizlik değil midir? Dolayısıyla sizin, bunları sebep olarak ileri sürmeniz, samimî ve doğru değildir. Kaldı ki Allah'ın emrettiği şey, hiç de böyle değildir. Binâenaleyh bu bir taattır" demek istemiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: (......) Fiili (......) fiili şu üç şekilde kullanılır: 1) Faili, beraberinde zikredilmiş mâzî fiil şeklinde. Nitekim dersin. 2) Mef'ûlü, beraberinde zikredilmiş fiil şeklinde... Nitekim dersin. 3) Kendisine ne fail, ne mef'ûl bitişmeksizin... Nitekim dersin. Bütün bunlar için tek bir izah söz konusu iken, bu ayetteki ifadenin ise pek çok izahı yapılabilir. Çünkü fiili, camid (çekimsiz) fiillerdendir. Bu fiile failin birleşmesi, mef'ûlün birleşmesinden daha evladır. Çünkü fail, fiilin bir parçası gibidir. İşte bundan ötürü, kendisinde dört hareke caiz değildir. Nitekim, fiillerinde böyledir. Ama ifadesinde dört hareke peşpeşe gelmiştir. Bir de, ister lâzım, ister müteaddî olsun, her fiilin bir faili vardır. Ama mef'ûl-ü bih için aynı şey söz konusu değildir. Binâenaleyh, failin fiile, yahut mef'ûl-ü bih'in fiile birleştirilmesi hususunda ifadeleri tıpkı, ve demen gibidir. Fakat bir kimsenin, "Belki kalkacaksın, kalkman umulur" ifadeleri, ihtiva ettikleri uzunluk sebebiyle bu hükmün dışında kalırlar. İstifhamın Buradaki Manası Bir ifadenin başındaki istifham, ifâdeyi takrir ve tekid eden bir istifhamdır. Çünkü, şayet Cenâb-ı Hak, istifhamsız olarak, sadece ihbarı bir sığayla "Demek siz idareyi ve hakimiyeti ele alırsanız..." demiş olsaydı, muhatap onu inkâr edebilirdi. Ama, istifham sîgasıyla ifade buyurunca, adeta sanki, "Ben sana şunu soruyorum; sen ise ancak, "Hayır" veya "Evet" diyerek cevap veriyorsun. O halde bu demektir ki bu, senin ve benim yanımda anlaşılmış ve kesinleşmiş bir şeydir" demek istemiştir. Allah Hakkında Tereccî (......) kelimesi, bir şeyi beklemek, gözlemek, onun nasıl olacağını görebilmek... gibi şeyleri ifâde için kullanılır. Halbuki Cenâb-ı Hak her şeyi bilen bir zâttır. (Daha niçin O, bu ifadeyi kullanmıştır?). Biz bu hususta, hem Kur'ân'da geçen "belki", hem de "onları almamanız için..." ifadeleri hakkında söylediğimiz şeyi söyleriz. Çünkü bazı kimseler buna, "Allah size, tıpkı, uman, imtihan eden ve neticenin nasıl olacağını gözleyen kimsenin muamelesi gibi muamelede bulunur.." manasını verirlerken, diğer bazıları da, buna, "Onlara bakan herkes, onlardan bunun südûr edeceğini bekler" anlamını vermişlerdir. Biz ise, bu ifadenin hakikî manasının kastedildiğini söylüyoruz. Bu böyledir, zira fiil (iş, davranış), aslında mümkün bir şey olduğunda, ona bakmak, onu gözlemek başka bir şeyi gerektirmez. Durum ancak, ondan, o şeyin bazan sadır olabileceği, bazan da olmayacağı biçimindedir. Binâenaleyh talep edilen bu iş için yapılan fili, onu yapan kimse ister o işin ondan sudur edeceğini bilsin, isterse bilmesin, bir ümid ve bekleme, umma üzere bulunmuş olur. Bunu şöyle bir misalle açıklayalım: Bir avı avlamak için tuzak kuran kimse, o hususta doğru sözlü bir kimsenin o hayvanın tuzağa düşeceğini haber vermesiyle ya da başka bir yolla bilse bile, bu onu, o beklenti ve ümit etme haleti ruhiyesinden kurtarmaz ve onun hakkında, "O bunu ümit ediyor; o bunun beklentisi içinde..." denilir. Bu konudaki sözün özü şudur: "Şehâdet aleminde (görünür alem olan bu dünyada), beklentisi içinde olduğumuz şey hakkında, bizim kesin bir bilgimiz yoktur. Böylece, kişinin bu bilgisizliği, gözleyen kimsenin ayrılmaz bir vasfı gibi sanılmıştır. Halbuki durum, hiç de böyle değildir. Tam aksine, beklenti içinde olan kimse, sadece o işe nazaran, onun hakkında ister bir bilgisi olsun isterse olmasın, meydana gelmesi kesin olmayan bir işi bekleyip gözleyendir. İş Başına Geçme Hali Cenâb-ı Hakk'ın "Siz idareyi ve hakimiyeti ele alırsanız" ifadesine gelince, bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Bu ifade, "velâyet"ten, "idareyi ele almak" anlamında olup, buna göre ayetin anlamı, "Eğer siz idareyi ele alır da, insanlar da sizin emrinize girerse, işte o zaman fesat işler, sıla-i rahmi kesersiniz.." şeklindedir. b) Bu ifade, "yüz çevirmek" anlamında olan, "tevelfî etmek" kökündendir. Bu ikinci İzah, yukarda bahsettiğimiz şeye uygun olup, buna göre mana, "Sizler, savaşı terköttiniz ve kâfirlerin akrabalarınız olduğunu ileri sürerek, "Bunda fesat vardır, sıla-i rahimleri kesmek vardır!" dediniz. Halbuki, sizden südûr edenler, zaten bunlardır. Çünkü sizler, nitekim bu şey Arapların adeti olduğu üzere, en ufacık bir şey yüzünden dahi birbirinizle vuruşur, dövüşürsünüz..." şeklinde olur. Birinci izahı, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin, ayetin bu ifadesini, "tüvüllîtum" şeklinde okuması da tekid eder. Yani, "Şayet sizin idarenizi; zalim, katı ve cahil bir kimse ele almış olsaydı, onun sancağı altında yürürdünüz, onlarla birlikte yapacağınız ifsadı yapar ve sıla-i rahmi de keserdiniz... Halbuki, Hazret-i Peygamber, size ancak ıslah olmayı ve sıla-i rahimde bulunmayı emretmektedir. O halde daha ne diye savaştan geri duruyor da, böylece daha çok sapıklığa dalıyorsunuz.." demektir. Lanete Hak Kazananlar 23"Onlar öyle kimselerdir ki, Allah, onları rahmetinden tard etmiş de, (kulaklarını) sağır, gözlerini kör yapmıştır" Bu ifade, az önce bahsi geçmiş olan münafıklarla ilgilidir. Allah, onları, kendisinden ve bütün iyi ve güzel şeylerden uzaklaştırmış da, böylece onları sağır yapmıştır. İşte bu sebeple onlar, açıklamada bulunan kimsenin sözünü duyamazlar. Allah onları kör kılmıştır da, böylece onlar, dosdoğru yola tâbi olamamışlardır. Burada güzel bir tertib bulunmaktadır. Bu, onların ilmî sözleri dinleyip, o ilmî sözleri anlamamaları bakımındandır. Binâenaleyh onlar, bu ilmi sözleri anlayamamaları bakımından, Allah'ın kendilerini sağır ettiği sağırlardır. Amelde bulunmaları emredildiğinde de o ameli yapmadılar ve bunun, bir fesat ve sıla-i rahmi kesme olduğu bahanesini ileri sürdüler. Halbuki onlar, kendisinden nehyolunduklarında da aynı şeyi yapıyorlardı. Binâenaleyh onlar, içinde bulundukları durumu değerlendiremediler de, kendilerine İslâm'ı, sıla-i rahm'i emreden peygambere tâbi olmadılar.. Halbuki onları, ifsadı ve sıla-i rahmi kesmeyi emreden birisi çağırıp yönetseydi, onlar ona mutlaka uyarlardı. O halde bu demektir ki onlar, Allah'ın kendilerini kör yaptığı kör kimselerdir. Göz İle Kulağın Farkı Bu ayette şöyle bir incelik bulunmaktadır: Allahü teâlâ, "onlan sağır yapto" buyurmuş, "onların kulaklarını sağ mastırdı" dememiştir. Halbuki, buna karşılık, "Allah onların gözlerini kör yaptı" buyurmuş, "Allah onları kör etti" dememiştir. Bu böyledir, zira göz, görmenin aletidir. Dolayısıyla, o göze şayet bir musibet isabet ederse, görme olmaz. Ama kulağa, onu dilme, ya da kökünden kesme gibi bir belâ isabet ederse, kulak, sözü yine duyar. Çünkü kulak, dalgalanan hava çok bulunsun ve ansızın kulak zarına çarpıp da böylece, tıpkı güçlü bir sesin eziyyet vermesi gibi eziyyet vermesin diye, onda birtakım kıvrımlar ve girinti çıkıntılar bulunacak şekilde yaratılmıştır. İşte bu sebeple, hiç kulak ifadesine yer vermeksizin, "onları sağır etti" buyurmuş, gözü zikrederek de "onların gözlerini kör yaptı" buyurmuştur. Çünkü buradaki, "ebsar" kelimesi "göz, gözler" anlamındadır. Bu manaya olduğu için, Cenâb-ı Hak onu, çoğul olarak "gözler" şeklinde söylemiştir. Şayet masdar (görmek) anlamında olsaydı, çoğul olarak gelmezdi. Binâenaleyh, "sağır-sapma"da kulağın bir payı olmadığı için, "kulak" ifâdesine yer verilmemiş, gözün, görmede bir payı bulunduğu, hatta görmenin tamamen kendisi olduğu için, "göz" zikredilmiştir. Bunun böyle oluşunun delili şudur: Cenâb-ı Hak, bu ayetin dışındaki yerlerde, kulakla ilgili belâ ve musibetlerden bahsettiğinde, o belâyı kulaklara nisbet eder ve ona, "vakra" "ağırlık" adını verir. Nitekim Cenâb-ı Hak bir ayette, "Ve kulaklarımızda bir ağırlık vardır"(Fussilet, 5); bir başka ayetinde de "Sanki onun iki kulağında bir ağırlık vardır..." (Lokman, 7) buyurmuştur. Vakra kelimesinin ifade ettiği mana, summ kelimesinin ifâde ettiği mananın altındadır. Taraş kelimesi de böyledir.. Kalblerdeki Kilitler 24"(Öyle olmasa), Kur'ân'ı iyiden iyiye anla(yıp), hakkı tanımazlar mı? Daha doğrusu, onların kalbleri üzerinde (kat kat) kilitler vardır" (Muhammed), 24). Biz bu ayetin tefsirini şöyle birkaç mesele içinde vermeye çalışalım. Kur'ân'ı Tefekkür Cenâb-ı Hak, "onları sağır, gözlerini kör yapmıştır" buyurduğuna göre, daha nasıl onlar Kur'ân hakkında tedebbür edebilirler? Ve daha nasıl Cenâb-ı Hak, "Kur'ân'ı iyiden iyiye anlamazlar mı?" buyurmuştur?.. Bu tıpkı, bir kimsenin kör olan bir kimseye, "Bak, gör"; sağır bir kimseye de, "İşit.." demesi gibi değil midir? (Nedersiniz?) Biz diyoruz ki, buna, sıra itibariyle biri diğerinden daha güzel olan şu üç açıklama ile cevap veririz: 1) Teklîf-i mâla yutak, caizdir. Çünkü Allah, iman etmeyeceğini bildiği kimseye de, İman etme emrini vermiştir. İşte aynen bunun gibi, Cenâb-ı Hakk'ın bu kimseleri kör yapıp, düşünmeyi terketmelerinden dolayı da kınamış olması mümkündür. 2) Ayetin bu ifadesiyle, sadece o kimseler değil bütün insanlar kastedilmiştir. 3) Şöyle diyebiliriz: Bu ayet, bir önceki ayetin manasını ortaya koyar bir biçimde gelmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, "Bunlar, Allah'ın kendilerine lanet ettiği, yani kendisinden, yahut doğru olandan yahut güzel ve iyi olandan veyahut da bunların dışındaki güzel şeylerden uzaklaştırdığı kimselerdir" buyurmuştur. Böylece Allah, onları sağır yapmıştır. İşte bu sebeple onlar, sözün hakkatını duyamazlar. Allah onları kör kılmıştır; bu sebeple onlar, İslâm'ın yoluna tabî olamazlar. O halde onlar, şu iki şey arasındadırlar: a) Kur'ân'ı düşünemezler; böylece de ondan uzaklaşırlar. Çünkü Allahü teâlâ onlara lanet etmiş, onları hayır ve doğru olan şeylerden uzaklaştırmıştır. Kur'ân ise, bu ikisinden daha üstün bir sınıf, hatta daha kıymetli bir türdür. b) Yahut da, Kur'ân'ı düşünürler de, ancak ne var ki, Kur'ân'ın anlamı, onların kalbleri kilitli olduğu için, kalblerine nüfuz edemez. Buna göre kelamın takdiri, "Onlar, mel'ûn ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış oldukları için Kur'ân'ı düşünemezler, yahut da, kalbleri üzerinde kilitler bulunduğu için, düşünseler bile, anlayamazlar" şeklinde olur. Tefsirin böyle yapılması halinde, biz, bu ayetteki, (......) kelimesinin (daha doğrusu) manasına olduğunu söyleme ihtiyacı duymayız; tam aksine bunun, hakiki manada olmak üzere, istifham üzere getirildiğini, sözün ortasında varid olduğunu; hemzenin de kendi yerini aldığını, yani başta olduğunu; evet, (......) ifâdesinin de, sözün ortasında bulunan (......) kelimesinin başına geldiğini (yani, mutasıl olan (......)'e uygun şartların tahakkuk ettiğini) söyleyebiliriz. (......) Kelimesindeki Nekirelik (......) ifadesindeki nekireliğin manası nedir? Biz deriz ki: Zemahşerî şöyle demiştir: "Burada şu iki ihtimal vardır: a) Bunun, bu ifâdenin sıfatlanmış bir kelime olduğuna dikkat çekmiş olması.. Çünkü, nekirenin sıfatlanması, ma'rife olan kelimeninkinden daha uygundur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak sanki, "katı veya karanlık olan kalbler üzerinde kilitler vardır" demek istemiştir. b) Bunun, kısım, ba'ziyyet ifâde etmesidir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Bazı kalbler üzerinde kilitler vardır.." buyurmuştur. Çünkü nekire, umumîlik ifade etmez. Zira sen, "Bana, bazı adamlar geldi" dediğinde, bundan kısmilik anlamı anlaşılır. "Bana, o adamların hepsi geldi" dediğinde ise, bütün herkes manası anlaşılır. İzafet Şekilleri Biz diyoruz ki: (......) kelimesinin nekire olması, kalblerde bulunanı inkâra dikkat çekmek içindir. Bu böyledir, zira kalb, arif olduğunda, ma'ruf olur. Çünkü kalb, marifet için yaratılmıştır. Binâenaleyh, kalbte marifet olmadığında, o adeta bilemiyor demektir. Bu tıpkı bir kimsenin, eziyyet veren kimse için, "Bu, insan değil, bir canavar!" demesi gibidir. İşte bundan dolayıdır ki, kalbler hakkında da, "Bu, bir kalb değil, bir taş!" denilmektedir. Bu iyice anlaşıldığına göre, marifelik, ya eliflârn ile yahut da izafetle olur. Eliflâm'ın sağladığı marifelik, ya cinsin marifeliği, yahut da and için olur. Burada, cinsin murad edilmiş olması mümkün değildir. Çünkü her kalbin üzerinde kilit yoktur. Burada, ahd'in marifeliği de kastedilmemiştir. Çünkü böylesi bir kalbe "kalb" denilmesi uygun olmaz. Bu marifeliğin izafet ile olmasına gelince, bunu şu şekilde ifâde edebiliriz: "Bazı kalbler üzerinde, kilitleri bulunur.." Böyle denilmesi de, umulan faydanın, onlara rücû etmemesi sebebiyledir. Bu durumda, o faydalar adeta, o kalbler için değilmiş gibi olur. İmdi eğer, "Cenâb-ı Hak bir yerde bir başka yerde de buyurmuştur" denilirse, biz deriz ki: ifadesi, "mühürleme" ifadesinden daha beliğdir. İşte bu kalble hiç istifade edemedikleri için, izafet terkedilmiştir (yani denilmemiştir.) Üçüncü Mesele Bu mesele, ayetteki, ifadesi 'ya muzaf kılınarak getirilmiş olup, Cenâb-ı Hakk'ın, tıpkı izafetsiz olarak dediği gibi, izafetsiz olarak dememesinin hikmeti hakkındadır. Çünkü ekfal kelimesi, kalblerin ayrılmaz vasfıdır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, ekfal kelimesini, kalblere racî olacak zamire muzâf kılmıştır. Bu sebeple, adeta, o kilitler kalblere hass olmuş olurlar. Sözün özü şudur: Cenâb-ı Hak "kalbler" kelimesini, o kalbler onlara fayda veremediği için, kalblerin sahiplerine raci olacak zamire muzaf kılarak dememiş; o kilitler, kalblere münasip olduğu için, kilitler ifâdesini kalblere râci olacak zamire muzâf kılarak, buyurmuştur. Ve yine biz diyoruz ki, Cenâb-ı Hak bu ifadesiyle, hususî birtakım kilitler kastetmiştir ki, bu da, küfür ve inad kilitleridir. Mürted Olanlar 25"Muhakkak ki, kendilerine hidayet besbelli olduktan sonra, geriye dönenler (yok mu?) Şeytan onları fitleyip gevşetmiş, onlara mühlet verip oyalamıştır". Bu ifâde, ya Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sıfatlarıyla ve peygamber olarak gönderilmesiyle ilgili olan hakikatin, Tevrat'ta kendileri tarafından anlaşılışından sonra mürted olan ehf-i kitaba; yahut da, kendilerine deliller açıklandığında, onları duyup da iman etmeyen herkese bir işarettir ki bunlar da, onun bir hak olduğunu bile bile, riyaset tutkularının, kendilerini, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tâbi olmaktan alıkoyduğu bir cemaattir. "Şeytan onları fitledi, yani, gevşetti, mühlet verdi.." Yani onlar, "Biz yaşayalım; sonra iman ederiz" dediler. Bu ifâde, şeklinde de okunmuştur. Buna göre şayet, "imlâ ve imhâl ayni şeydir. Zira, vadeler (müddetler) ancak Allah'tan olur. Daha nasıl (......) şeklinde okuyanın kıraati doğru olur? Çünkü, bu durumda uzun zaman veren, şeytan olur" denilirse, biz deriz ki: Buna şu iki açıdan cevap veririz: a) Bu ifade ile, "Allah onlara mühlet verdi..' manası kastedilmiştir. Böylece okuyan kimse ifadesi üzerinde vakfetmiş olur. b) Fitleyen de, aslında şeytan değildir. Bu fitleme işi şeytana Allah'ın onun eline ve lisanına böyle bir kudreti vermesi sebebiyle isnâd edilmiştir. Böylece o şeytan onlara uzun zaman vaad eder ve onlara, "Ömrünüz daha çok, riyasetinizden yararlanın. Sonunda iman edersiniz..." der. Bu ifade, yâ'nın fethası, hemzenin dammesi ile meçhul olarak şeklinde de okunmuştur. 26"Bunun sebebi şudur: Çünkü hakikaten onlar, Allah'ın indirdiğini hoş görmeyenlere "Biz size, bazı hususlarda itaat edeceğiz" dediler. Halbuki, Allah, onların gizli konuştuklarını da biliyor". Bazı müfessirler, bu ifadenin başındaki ... "bunun sebebi" ifadesinin, bir önceki ayette geçen mühlet vermeye işaret olduğunu ve mananın, "Bu mühlet verme, onların, Allah'ın indirdiğini hoş görmeyenlere (...) demiş olmaları sebebiyledir" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu, Vâhidî'nin tercih ettiği görüştür. Bazıları da, bu kelimenin, bir önceki ayette geçen "süsleme - hoş gösterme" ifadesine işaret olduğunu söylemişlerdir. Şöyle de denebilir. Bu irtidâd (dinden dönüş), onların, "Biz size itaat edeceğiz' demiş olmaları sebebiyledir. Bu böyledir. Çünkü ayetteki, "Biz size bazı hususlarda itaat edeceğiz" ifadesinin, onların, "Biz, Muhammed'in bir peygamber değil, bir yalancı olduğu inancında size uyuyoruz. Ancak biz size, peygamberliğin, hasrın ve putların Allah'a ortak koşulmasını inkârı hususlarında muvafakat etmiyoruz" demeleri manasında olduğunu beyân edeceğiz. Halbuki Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e İman etmeyen, başkasına imân etse de kâfirdir. Hayır, hayır. Hatta, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmeyen, Allah'a, O'nun peygamberlerine ve hasra da iman etmemiştir. Çünkü Allah Tealâ, mümkün olan o hasrı haber verdiği gibi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olduğunu da haber vermiştir. Bu da mümkündür. Binâenaleyh, Allah'ı, herhangi bir hususunda tasdik etmeyen, yalanını Allah'ın bir başka şey hakkındaki sözüyle bertaraf edemez. Dolayısıyla da ne haşri, ne de herhangi bir peygamberin peygamberliğini kesin bir şekilde tasdik etmiş olmaz. Çünkü bunları tanıyıp bilmek tek birşey demektir. Ayetteki, "Allah'ın indirdiğini hoş görmeyenler..." ifadesi ile, müşrikler ve münafıklar kastedilmiştir. Bununla yahudilerin kastedildiği de söylenmiştir. Çünkü Mekkelıler, yahudilere, "Biz, Hazret-i Muhammed'ın sürülmesi, öldürülmesi ve taraftarlarının kılıçtan geçirilmesi hususunda size muvafakat ediyoruz" demişlerdir. Birinci görüş daha doğrudur. Çünkü ayetin bu ifadesinin, ehl-i hitab (yahudiler) manasında anlaşılması halinde, bu hoş görmeme işi, Allah'ın indirdiği ayetlerin bazılarıyla ilgili olması lazım gelirdi. Fakat biz, bu ifadenin müşriklerle ilgili olduğunu söylersek, bu daha genel ve kapsamlı olmuş olurdu. Çünkü müşrikler hem Allah'ın indirdiğini kerih görmüşler, hem bütün peygamberleri yalanlamışlar, hem de peygamberlik müessesesini hiç kabul etmemişlerdir. Ayetteki, "Bizsize, bazı hususlarda itaat edeceğiz"ifadesi, "Muhammed'e imanla ilgili hususlarda size itaat ederiz. Binâenaleyh biz de iman etmiyoruz. Yani onu yalanlama hususunda sizinle beraberiz. Binâenaleyh sizin onu yalanladığınız gibi, biz de yalanlarız ve yine onu öldürme hususunda da sizinle bareberiz. Fakat Allah'a ortak koşma, putları O'na eş sayma, hasrı ve nübüvveti tamamen inkar hususlarında değil..." demektir. Cenâb-ı Hak, "Halbuki Allah, onların gizli konuştuklarını da biliyor" buyurmuştur. Çoğu âlimler (müfessirler), "Bununla, onları bu sözleri gizliden gizliye konuştukları, ama Allah'ın bunları ifşa edip, Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği anlatılmak istenmiştir" demişlerdir. Fakat daha açık olan şöyle denilmesidir: "Allahü teâlâ onların ısrarını, yani onların kalblerinde bulunan ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) doğru olduğunu gösteren düşüncelerini bilir. Çünkü onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), kendi oğullarını tanıdıkları gibi, çok iyi biliyorlardı." "Israr" kelimesi, hemzenin kesresi ile, masdar olarak okunmuştur. Bu kıraata göre, bizim verdiğimiz mana açıktır. Çünkü onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olduğunu gizlemeye çalışıyorlardı. Fakat "irtidâd edenler" ifadesiyle münafıkların kastedildiğini söylememiz halinde, münafıklar, savaşan kâfirlere, "Biz, bazı hususlarda size itaat edeceğiz" diyorlar ve onların mağlub olmaları halinde, bu düşüncelerinden cayacaklarını gizliyorlardı. Nitekim Cenâb-ı Hak, onların bu halini anlatmak için, "Eğer Rabbinden bir nusret gelirse, mutlaka Biz sizinle beraberiz" derler"(Ankebût, 10) ve "Korku geldiği zaman, sizi keskin dilleriyle incitirler" (Ahzab, 19) buyurmuştur. Feci Can Verişleri 27"Artık melekler, onların yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını alırken, halleri nice olacak?". Bil ki Allahü teâlâ, "Halbuki Allah onların gizli konuşmalarını da biliyor" buyurunca, "Onlar hep böyle gizti gizli konuştuklarını Allah da, onların gizli konuştuklarını şimdilik açığa vurmadığını farzet Ana onlar ölürken bu iş nasıl saklı kalacak?" demek istemiştir. Yahut diyoruz ki Allahü teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Allah onların gizli konuşmalarını biliyor. Farzet ki onlar çarpışma ve süngüleşme bulunan savaşı tercih ettiler. Fakat bu, her iki durumda da mü'minler için bir netice ifade etmektedir. Çünkü eğer gâlib olurlarsa, dünyada ganimet, ahirette de mükâfaat; mağlub olurlarsa, şehâdet ve mutluluk... Binâenaleyh ya melekler o münafıkların yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları zaman halleri nice olur?" Zira çarpışma halinde bazan olur ki insan hasmını bozguna uğratır, fakat yüzü ve ensesi salim kalabilir. Eğer bozguna uğratmazsa ve sabru sebat gösterirse darb yüzüne olur. Şayet sebat etmez ve bozguna uğrarsa -başı kurtulsa da yüzü ve ensesi salim kalır. Şayet burası kurtulursa darb sadece ensesine olur. ölüm günü ona hiçbir yardım ve hiçbir sığınak olmaz. Yüzü de, sırtı da dövülür. Bu eziyetten nasıl kurtulabilir. Nasıl olur da bu büyük azabı seçerler? Gazab Sebebine Uyma 28"Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar gerçekten Allah'ı kızdıran şeylere tabî oldular ve O'nun rızasından hoşlanmadılar. O da, bunların amel ve hareketlerini boşa çıkardı". Burada şöyle bir incelik vardır: Allahü teâlâ, bir önceki ayetinde yüze ve kıçlara vurmadan bahsetmiş ve daha sonra da iki şeyi, yani Allah'ı kandıran şeylere tabi olmayı ve O'nun rızasından hoşlanmamayı zikretmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak âdeta, bu iki işi karşılaştırmış ve "melekler, onlar Allah'ı kızdıran şeylere yöneldikleri için onların yüzüne vururlar. Çünkü birşeyi olabilir sayan ona yönelmiş demektir; onlar, kendisinde Allah'ın rızasının olduğu şeyden yüz çevirdikleri için melekler onların kıçlarına vururlar. Çünkü birşeyden hoşlanmayan, ondan yüz çevirir" buyurmuştur. Kızdıran Şeyler Ayetteki, "Allah'ı kızdıran şeyler..." ifadesi ile ilgili şu izahlar yapılabilir: a) Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i İnkârdır. Allah'ın razı olduğu şey ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kabul edip, müslüman olmaktır. b) Allah'ı kızdıran şey, küfür; O'nun razı olduğu şey ise İmandır. Bunun delili, "Eğer inkâr ederseniz, (bilin ki) Allah sizden müstağnidir ve kulları için, küfre razı olmaz. Ama şükrederseniz, sizin için bundan hoşlanır" (Zümer, 7) ayetidir. Yine Cenâb-ı Hak, "İman edip, salih ameller işleyen kimseler yok mu, işte onlar en hayırlı kimselerdir... Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'dan..." (Beyyine, 7-8) buyurmuştur. c) Allah'ı kızdıran şey, şeytanın (kötülükleri) hoş göstermesi; razı olduğu şey ise, delillere ve Kur'ân'a dayanmaktır. Buna göre eğer, "Onlar, Allah'ın rızasından hoşlanmadıklarını söylemiyorlardı, aksine "Bizim üzerinde bulunduğumuz hal, Allah'ın rızasına uygun. Biz ancak Allah'ın rızasını istiyoruz" diyorlardı. Nasıl böyle olmasın ki, çünkü müşrikler bile, şirkleri hususunda, "biz bununla Allah'ın rızasını kazanmayı istiyoruz" diyorlardı. Çünkü onlar "Putlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" ve "Bize şefaatçi olsunlar diye ibadet ediyoruz" diyorlardı. Binâenaleyh diyoruz ki: Bu ayet, "Onlar, Allah'ın razı olacağı şeyleri kerih görüyorlardı" manasındadır. Burada şöyle bir incelik vardır: Allahü teâlâ, "Allah'ı kızdıran şeyler" buyurmuş, buna mukabil, "Allah'ı razı edecek şeyler..." buyurmam ıştır. Çünkü Allah'ın rahmeti, herşeyden ileridir. Dolayısıyla Allah için sabit derin bir rahmet söz konusudur ki rahmet, rıza-ı ilâhinin kaynağıdır. Allah'ın gazabı ise, sonradır. Çünkü Allah'ın gazabı, yapılan bir günahtan ötürü olur. İşte bu sebepten ötürü, Allahü teâlâ, ayette "Allah'ı razı edecek şeylerden" yerine, "O'nun rızasından..." buyurmuştur. Çünkü Allah'ın rızası, her zaman bulunan, herşeyden önce gelen bir vasıftır. İşte bu sebeple, gazabının var olması, rızasının var olması gibi olmadığına bir işaret olsun diye, (masdar olarak), "Allah'ın gazabı" yerine, "Allah'ı kızdıran şeyler... "buyurmuştur. İşte bu incelikten ötürü Cenâb-ı Hak, lian ayetinde, kadınla ilgili kısımda, "Beşinci (yeminde de), "Eğer o doğru söyleyenlerdense, Allah'ın gazabı kendi üzerine olsun" (der)"(Nur, 9) buyurmuştur. Bu ayete izafetle, "Allah'ın gazabı" ifadesi kullanılmıştır. Çünkü (ayette) erkeğin lanet okuması, sözü ve yemini ile hanımının zina ettiğini söylemesinden öncedir. Böyle kötü bir iş yok iken, Allah'ın gazabı söz konusu değildir. Halbuki Allah'ın rızası, fiilin kendisinden kaynaklandığı bir vasıftır. Allah'ın gazabı ise, kişinin fiilenden dolayı ortaya çıkan bir durumdur. Buna şöyle bir misal verebiliriz: Kerem (cömertlik) kalbine iyice kök salmış kerim kimseyi, bu keremi, iyi işler yapmaya sevkeder. Binâenaleyh kötülük yapan kişi çok kötülük yaptığında, bu kerim zâtın gazabı, kendisinde bulunan bir sıfattan kaynaklandığı için değil, aksine kötü kişinin kötülüğünden ötürü ortaya çıkmış olur ve onun halini düzeltmek, diğer insanları aynı kötülüğü yapmaktan menetmek için olur. İşte bundan ötürü, "O kerimdir. Onun keremi, içinde bulunan güzel huylardan ötürüdür. Fakat falanca onu kızdırdı da, bundan dolayı ondan gazab sâdır oldu" denilir. Böylece gazab, kızdıranın fiilinden dolayı o kerim zatta sâdır olan bir şey; güzel fiiller İse, o kerimin bizzat kereminden kaynaklanan birşey sayılmış olur. Binâenaleyh kerîmdeki gazab bir fiilden sonra, iyi fiilleri ise, kereminden sonradır. İşte bundan hareketle, ayetteki, "Onlar gerçekten Allah'ı kızdıran şeylere tabî oldular ve O'nun rızasından hoşlanmadılar" ifadesinin inceliği anlaşılır. Cenâb-ı Hak sonra, "Onlar Allah'ın rızasını elde etmeye uğraşmadıkları, aksine şeytanın ve putlarının hoşnudluğunu elde etmeyi istedikleri için, Allah onların "amel ve hareketlerini boşa çıkardı" buyurmuştur. Allah Sırlarını Faş Eder 29"Yoksa kalblerinde hastalık bulunanlar, Allah'ın, kinlerini asla (meydana) vurmayacağını mı sandılar" Ayetin bu ifadesi, münafıklara işarettir. Ayetin başındaki (yoksa) edatı, istifham manasına alınacak olursa, ikinci bir istifham cümlesi olmalıdır. Çünkü fi edatı, em-i muttasıla kabul edildiğinde, daha önce başka bir İstifham cümlesinin geçmiş olmasını gerektirir. Nitekim Arapça'da, "Zeyd mi evde, yoksa Amr mı?" denilir. Fakat em-i munkatta, bunu gerektirmez. Nitekim Arapça'da, "Bu, Zeyd'dir, daha doğrusu Amr'dır" denildiği gibi, aynı manada da denilir. Müfessirler, bu edatın, em-i munkatıa olduğu kanatındadırlar. Bunun, istifham için, yani em-i muttasıla olduğu da söylenebilir: Bu durumda, önce geçen soru cümlesi ise, "Halbuki Allah onların gizli konuşmalarını bilir" ayetinden anlaşılan husustur. Cenab-ı Hak buna göre sanki, "Kâfirler, Allah'ın, onların gizli konuşmalarını bilemeyeceğini mi sanıyorlar, yoksa münafıklar, Allah'ın, onların gizli gizli konuştuktan şeyleri ortaya çıkarıp ifşa etmeyeceğini mi sanırlar?" Bu iki sanış da, kısırdır-yanlıştır, Allah onların hepsini bilir, hepsini ortaya çıkarır" buyurmuştur. Bunun böyle olduğunu, şu husus da te'yîd eder. Em-i munkatıa, neredeyse sözün başında hiç gelmez. Ootayroyte da, dokudan doğruya, denilemeyeceği gibi, de denilemez. Ayette geçen "çıkarma" fiili, "ortaya koyma, açığa çıkarma" manasına olup, kin, garaz, hastalık (nifak) gibi manalara gelip, müfredl, şeklindedir. Münafıkların Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Bildirilmesi 30"Eğer biz dilersek, sana onları mutlaka gösteririz ve sen de onları elbette simalarından tanırsın, mutlaka sözlerinin üslubundan bilirsin. Allah amellerinizi bilir". Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksa kalblerinde hastalık bulunanlar, Allah'ın kinlerini asla (meydana) vurmayacağını mı sandılar" ayetinden, "Allah onların kalblerindeki gizli niyetleri ortaya çıkarıp, sırlarını ifşa eder" manası anlaşılınca, sanki birisi, "öyle ise, niçin ortaya koymamış?" demiş de, Cenâb-ı Hak buna karşı, "Büyüklerin sırları, onlardan korkulduğu için ifşa edilmediği gibi, onlardan duyulan endişeden ötürü değil, sırf muradımız böyle olduğu için, onların sırtarını fâş etmeyi sonraya bıraktık. İsteseydik, onları sana hep bildirirdik, yani bizim için bu hususta hiçbir engel yoktur" buyurmuştur. Ayetteki, "gösterme" kelimesi, Öğretmek bildirmek, anlatmak manasınadır. (......) ifadesi, ek bir manayı (inceliği) anlatmak için gelmiştir. Şöyle ki: Bazan ta'rif kelimesi kullanılır, fakat bu bildirme, muhatapta bir bilgi sebebi olmayabilir. Nitekim Arapça'da, "Ben ona bildirdim, fakat bilmedi; anlattım, fakat anlamadı" gibi ifadeler kullanılabilir. İşte bu sebepten dolayı, Allahü teâlâ burada, bu öğretme ve bildirmenin kuvvetli oluşuna işaret için, buyurmuştur, ki, "Biz onları, sayesinde iyice öğrenip bileceğin bir tanıtımla tanıttık" demektir. Bu ifadedeki lâm şart edatının cevabının başına gelmiş lâm olup, tıpkı (......)'daki lâm gibidir. Bu tanıtma isinin, Allah'ın dilemesine göre olduğuna işaret için, bunun başına lâm gelmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak bu tanıma, bilip öğrenme işinin, tanıtma ile hemen meydana geldiğini bildirmek ve böylece de bu tanıtmanın çok iyi bir tanıtma olduğunu ifade için, sanki, "isteseydi sen onları tanırdın" buyurmuştur ki bu, "isteseydik sana, sonraya kalan bir intikalle değil, anında meydana gelen bir tanıma ile tanıtır, öğretirdik" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesindeki lâm'a gelince, bu mahzuf bir kasemin cevabıdır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Muhakkak ve muhakkak bilirdin, vallahi; andolsun!" buyurmuştur. Söyleyişlerinden Tanıma Cenâb-ı Hakk'ın, "sözlerinin üslubundan" ifadesi hakkında birkaç izah şekli bulunur: a) Yani, "sözün manasından-". Buna göre, kavi "söz" kelimesinden muradın, "onların sözünün üslubundan.." şeklinde olması muhtemeldir. Yani, "Muhakkak ki son, onlar, mâna ve fetvası nifak olan şeyi, meselâ, zafer müyesser olduğunda, "Muhakkak ki, biz de sizinle beraberiz.."; "Eğer Medine'ye geri dönersek, en aziz olanımız en zelil olanı muhakkak çıkaracaktır.." ve "Muhakkak ki evlerimiz, açıktır.." vb. şeklindeki ifadeleri sarfettikterinde, (onları) sözlerinin manasından bilirsin.." Buradaki "söz"den muradın, Allahü teâlâ'nın sözü olması da muhtemeldir. Yani "Allahü teâlâ, meselâ, "Mü'minler ancak, Allah'a ve Resulüne iman edenler ve onun maıyyetinde cem 'iyyetii bir iş üzerinde bulundukları vakit... gitmeyenlerdir" (Nûr. 62) ve "Mü'minler ancak şu kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürelderi titrer" (Enfal ,2) vb. ayetlerinde olduğu gibi, kendisinden, münafıkların hallerini anlayacağın bir ifâde buyurduğu zaman, sen onları, Allah'ın sözünün üslûbundan tanırsın" demektir. b) Yaniı "Onlar, inanmadıkları şeyi söyleyip de, meselâ, "Şehâdet ederiz ki, Sen muhakkak ki Allah'ın peygamberisin.." dediler. Allah da bilir ki, sen elbette ve elbette O'nun peygamberisin. (Fakat) Allah, o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduğunu da biliyor"(Münafikun, 1) "Hakikaten evlerimiz açıktır.." diyorlar"(Ahzab, 13) "Halbuki onlar, andolsun, arkalarına dönmeyeceklerini daha evvel Allah'a karşı teahhüd de etmişlerdi..."(Ahzâb, 15) vb. ayetlerin de ifâde ettiği gibi, sözlerini eğip büktüklerinde, sen onları, sözün doğrudan sapmasından tanır ve bilirsin" demektir. c) "Sözdeki, ancak Hazret-i Peygamber'in anlayacağı, başkasının anlayamayacağı incelik ve nükteden..." anlamındadır. Bu da yine iki şeye muhtemeldir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) münafığı biliyordu; ancak, Allah, onların içyüzlerini açığa vurma hususunda ona izin verince, böylece de onu, cenaze namazlarını kıldırmaktan ve kabirleri başında duâ etmekten men edinceye kadar, o münafığın durumunu açığa çıkarmıyordu. Simadan Tanıma Ayetteki, (......) kelimesine gelince, açık olan, bununla kastedilenin şu olduğudur. "Allahü teâlâ şayet dilesoytii, onların yüzünde bir alâmet halkeder, ya da onların biçimini başka bir hale sokar mesh ederdi.." Cenâb-ı Hakk'ın, "Dileseydik, onları oldukları yerde suratlarını değiştirip (...) "(Yasin, 67) ayeti de buna işaret eder. Nitekim rivayet olunduğuna göre, bir grup münafık, alınlarında, "Bu münafıktır!" olduğu halde sabahlamıslardır.. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah amellerinizi bilir" beyanı, mü'minler için bir va'd olup, onların durumunun, münafıkların durumundan farklı olacağını beyan etmektedir: Zira münafığın, amel olunmayan mürr-'et sözü varken, mü'minin ise, ameli vardır ve onu söylemez. Onun sözü, ancak ve ancak tesbihtir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbimiz, unutursak, ya da yanılırsak, bizi muaheze etme" (Bakara, 286) ve "Rabbimiz, günahlarımızı bize bağışla ve hataîanmızı bizden sil"(Al-i İmran, 193) ayetleri de buna delâlet eder. Mü'minler salih amellerde bulunurlarken, bir taraftan da, ürpererek ve bağışlanmalarını ümid ederek, hatalarını konuşurlar.. Münafık ise, "Biz de sizinleyiz" (...), "Bedeviler, "iman ettik" dediler..." (...) ve "insanlardan bazıları, "iman ettik" der" (...) ayetlerinin de ifade ettiği gibi, iyi şeyleri söyler durur, fakat kötü fiiller işler... İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Allah onların boş sözlerini duyar; sizin de ey mü'minler, salih amellerinizi bilir. Onları, zayi etmeyecektir.." buyurmuştur. İmtihan 31"Andolsun ki, sizi imtihan edeceğiz. Ta ki, içinizden mücahidleri ve sabr-u sebat edenleri belirtelim. Haberlerinizi açıklayalım". Bu "Biz size muhakkak ki, vaki olması kesin olmayan, ama, meydana gelmesi de gelmemesi de muhtemel olan şeyi emredeceğiz... Tıpkı, imtihan eden kimsenin yaptığı gibi.." demektir. Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi, "mücahit olanları, olmayanlardan ayırıp belirtelim de, böylece (onun durumu), sehâdet bilgisinin sahasına da girsin" anlamındadır. Zira Allah bunu, sonsuz gayb bilgisiyle bilmektedir... Biz, daha önceleri, imtihan etme ve sınamanın ne olduğunu, ifâdesinin ne anlama geldiğini zikretmiştik.. Mücahid'in "cihâda atılanları" anlamındadır. Sabirin ise, "arkalarını dönmeyerek, sebat eden kimseler.." anlamındadır. Ayetteki, "Haberlerini açıklayalım" cümlesi, birkaç manaya muhtemeldir. 1) Cenab-ı Hakk'ın, münafıktan naklen buyurduğu, "iman ettik" ifadesi.. Zira, bu haber hem münafıktan, hem de mü'minden meydana gelmiştir.. Ancak, kimin doğru, kimin de yalan söylediği, cihadla bilinip anlaşılır. Nitekim Allahü teâlâ, "İşte bu kimseler (yok mu?). Onlar, doğruların ta kendileridir" (Hucurat, 15) buyurmuştur. 2) Onların, "Halbuki onlar, andolsun, arkalarsna dönmeyeceklerini daha evvel Allah'a karşı taahhüd etmişlerdi" (Ahzab, 15) ayetinde ifade edilen, sırtlarını dönmeyeceklerine dair, onların haber vermeleridir. Binâenaleyh mü'min, ahdini, aynen yerine getirmiş, arkadaşlarıyla beraber, Allah'ın yolunda, "birbirine kenetlenmiş bir bina gibi"(Saf, 4) savaşmış; münafık ise, ufacık bir nida ve sesten rahatsız olup, savrulan toz-toprak gibi olmuştur. 3) Mü'minin,Cenâb-ı Hakk'ın, Muhakkakki, Mescidi Haram'a gireceksiniz.." (Fetih, 27), "Muhakkak ki, ben galip geleceğim; peygamberlerim de..." (Mücadele, 21) ve "Muhakkak ki bizim ordumuz; evet, muhakkak ki onlar galip gelecekler" (Saffat, 173) ayetlerinde de belirtildiği gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den duyulmuş doğru, gerçek; münafığın da, Cenâb-ı Hakk'ın, onların hakkında "Medine'de asılsız haberler yayanlar.."(Ahzab, 60) buyurduğu gibi, işte asılsız haberleri vardır. Binâenaleyh, savaş olduğunda, at kosturulduğunda, doğru olan haberler, asılsız olan haberlerden ayrılır, ortaya çıkar. Bile Bile Sapanlar 32"İnkâr edip de, Allah yolundan sapanlar, hidâyet yolu kendilerine besbelli olduktan sonra bile, Peygamber'e muhalefet edenler, Allah'a hiçbir surette zarar veremezler. O, bunların amellerini hep boşa çıkarır" Bu ifadede kimlerden bahsedildiği hususunda şu iki izah yapılabilir: a) Bunlar, ehl-i kîtab olan Kurayza ile Benû Nadîr'dir. b) Bunlar, Kureyş kâfirleridir. Birincisinin delili, ayetteki, "hidayet (yolu) kendilerine besbelli olduktan sonra bile..." ifadesidir. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğunun, ehli kitab tarafından da anlaşılıp bilindiği ileri sürülmüştür. Ayetteki, "Allah'a ... zarar veremezler" cümlesi, bir tehdit olup, manası, "Onlar, bu muhalefetin, peygambere karşı olduğunu ve böylece ona muhalefet ettiklerini zannederler. Halbuki durum, hiç de böyle değildir. Tam aksine bu muhalefet, Allah'a karşı yapılmış bir muhalefettir. Çünkü, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'ın resulüdür ve görevi, sadece tebliğde bulunmaktır. Binaenaleyh, eğer onlar zarar verirlerse, bütün peygamberlere zarar vermiş olurlar. Allah, kâfirin küfrü, fasığın fıskı sebebiyle zarara uğramaktan münezzehtir. Ayetteki, "O, bunların amellerini hep boşa çıkarır.." cümlesinin manası malumdur. İmdi, eğer, "Bu sûrenin başında, Allahü teâlâ'nın, onların amellerini boşa çıkardığı, "habt" ettiği hususu geçmiş idi. Binâenaleyh, o ameller daha nasıl, gelecekte boşa çıkarılacaktır?!" denilirse, biz diyoruz ki: Buna şu iki bakımdan cevap verebiliriz: a) Bu sûrenin başında bulunan, "Küfredip, Allah'ın yolundan sapan, saptıranlara ... gelince...(Muhammed, 1) ifadesinden, müşrikler kastedilmiştir. Ta işin başından, onlar, amellerini iptal etmişler ve amelleri, bir şeriat üzere olmaksızın cereyan etmiştir.. Buradaki ifâdesinden ise ehl-i kitab kastedilmiş olup, onların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelmezden önce, kendi şeriatlarına göre işlenmiş bir takım amelleri var idi. Böylece Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanlamaları yüzünden, onların amellerini boşa çıkarmış ve haşr'e, diğer peygamberlere ve tevhide iman etmeleri onlara fayda vermemiştir. Müşrik kâfir, amelini herhangi bir şeriat üzere olmaksızın İşlediği ve haşri de kabul etmediği için, onun ameli boşa çıkarılmıştır. b) Bu ayette geçen "ameller" sözüyle, onların, savaş hususundaki tuzak ve hileleri, desiseleri kastolunmuştur. Çünkü böyle bir tuzak kurma işi, onlardan sudur etmiş, amel haline gelmiştir. Allah ise, zaferini, mü'minlere ihsan ettiği için, o amelleri mutlaka ibtal edecektir. Bu sûrenin başında geçen "ameller" sözüyle ise, onların güzel ve iyi sandıkları şey kastolunmuştur. Amelinizi Boşa Çıkarmayın 33"Ey iman edenler, Allah'a İtaat edin, Peygamber'e itaat edin; amellerinizi boşa çıkarmayın...". Ayetteki atıf, yani, "Peygambere itaat edin" ifadesinin öncekine atfedilmesi, müsebbebin sebebine atfedilmesi kabilinden olup, Arapça'da (bu manada), "Otur, rahat et; kalk ve yürü.." denilir. Çünkü, Allah'a itaat, Resule itaata götürür. Bu, ilimden sonra amelin bulunacağına bir işarettir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Ey iman edenler, hakkı anlayıp, tanıdınız; öyleyse, hayır işleyin" demek istemiştir. Ayetteki, "amellerinizi boşa çıkarmayın" hitabına gelince, bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) Üzerinde olduğunuz şeye devam edin, onu sürdürün. Müşrik olmayın; şayet olursanız, amelleriniz boşa çıkar.. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususta, (Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitaben), "Şayet şirk koşarsan, muhakkak ki amelin boşa gider" (Zümer, 65) buyurmuştur. 2) Ehl-i kitabın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanlamaları ve ona isyan etmeleri yüzünden amellerini ibtal edip boşa çıkarması gibi, "Ey iman edenler, sizler de Resûle taatı bırakmanız yüzünden, amellerinizi boşa çıkarmayın.." Bu manayı, "Ey iman edenler, seslerinizi yükseltmeyin.. Sonra, siz farkına varmadan amelleriniz boşa çıkar" (Hucurat, 2) ayeti de teyid eder. 3) Bu, "Basa kakarak ve eziyyet ederek, yaptığınız iyilikleri boşa çıkarmayın" demek olup, bu tıpkı "Müslüman olmalarını senin başına kakarlar. De ki, "Müslüman oluşumu benim başıma kakmayın.." (Hucurat, 17) ayeti gibidir. Bu böyledir, zira, yaptığı taatı, Resulün başına kakan kimse adeta, "Bunu, ben, senin gönlünü almak için yaptım. Şayet, sen bundan hoşnut olmasaydın, ben bunu yapmazdım" demiş gibi olur ki bu, ihlâsa aykırı bir tutumdur. Halbuki, Allah ancak, hâlis (her türlü şaibeden arınmış) amelleri kabul eder.. 34"Küfredip de, Allah yolundan sapan, sonra kâfir olarak ölenler (yok mu?) Allah onlan kesinlikle bağışlamaz" Allahü teâlâ, şirki bağışlamayacağını, şirkin aşağısında kalan günahları ise, dilemesi halinde bağışlayacağını beyan etmiştir ki, böylece, herhangi bir kâfir, amelleri batıl olsa bile, Allah'ın lütfunun devam ettiğini; kendisini amelleri mukabilinde bağışlamasa bile, lutfu ve fadlı ile bağışlayacağını zannetmesini.. Zillet Göstermeyin 35"Onun için, (düşmana karşı) gevşek davranmayın. Siz daha üstün durumda iken, düşmanları, zillet göstererek sulha davet etmeyin.. Allah sizinle beraberdir. Amel ve hizmetlerinizi asla eksiltmez...". Allahü teâlâ, kâfirin, şeklen güzel görünen amelinin boşa çıkarıldığını; günahların en çirkini olan günahlarının da bağışlanmayacağını beyan buyurunca, kâfirin, ne dünyada ne de ahirette bir saygınlığının olmayacağını beyan buyurmuş, "Resule itaat ediniz" fermanı ile, ona itaati; "gevşemeyiniz.." yani "emirde ciddiyetin; cihad da, gayret ve çaba gösterilmesini sebep ve gerekçeleri tahakkuk ettikten sonra acziyyet göstermeyin" hitabıyta da, savaşmayı emretmiş, böylece de, , "Onun için, gevşek davranmayın, (...) sulha davet etmeyin" buyurmuştur ki, ayetteki bu sıra, son derece güzeldir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a ve Resulüne itaat ediniz" emri, savaş hususunda sa'y-ü gayret etmeyi gerektirir. Çünkü, Allah'ın ve Resulünün emri, cihad konusunda varid olmuştur. Mükellefler ise, itaat etmekle emrolunmuşlardır. Binâenaleyh bu, mükellefin za'f göstermemesini, tenbel olmamasını, gevşememesini ve vakur olmasını gerektirir. Bu gerekçelerden sonra, bazen bir mani ortaya çıkıverir de, netice gerçekleşmeyebilir. Savaşa mani olan şey, ya uhrevî, ya da dünyevî olur. İşte bu sebeple, Cenâb-ı Hak uhrevî olanını zikretmiştir ki bu da, kâfirin, ne dünyada ne de ahirette bir saygınlığının olmadığını ifade etmesidir. Çünkü kâfirin, dünyada ameli yoktur. Ahirette de, kendisi için bir af söz konusu değildir. Binâenaleyh, sebep bulunur da mani de olmazsa, neticenin meydana gelmesi gerekir. Cenâb-ı Hak, dünyevî işlerin, bunu yapmaya mani olmaması gerektiğine bir işarette bulunmak için, dünyevî engeli, ayette, "gevşemeyin.." ifâdesinden önce getirmemiştir. Binâenaleyh, "Gevşemeyiniz, zira muzafferiyet sizin lehinizedir. Yenilebileceğinizi anlamanız hafinde dahi, sizin, ilahi emre ve sebata sarılmanız gerekir. Bundan sonra Cenâb-ı Hak, dünyevî engelin, bir mana oluşturmaması gerektiğini beyanın yanısıra, böyle bir engelin (gerçek manada) mevcut olmadığını, "Çünkü sizler daha üstünsünüz" demek suretiyle beyan etmiştir. kelimelerinin, ref hallerinde, asıllarının nasıl olduğu bilinir. Çekim esnasında bu durumu nasıl aldığı ise malûmdur; çünkü, bunların asılları, normal, çoğul şeklinde, biçimindedir. Derken, yâ harfi, illet harfi olup, kendisinden önceki harf de harekeli olduğu için, sakin kılınmış, vâv da zâten sakin olduğundan, böylece iki sakin bir araya gelmiştir. Bu durumda ya bunlardan birisini mutlaka hazfetmek, ya da harekelemek gerekmiştir. Bunlardan birisini harekelemek, kaçınılmak istenen mahzura yeniden düşmek olur. Binâenaleyh, hazfetmek gerekir. Vâv da, ancak kendisinden anlaşılan bir mana, yani çoğulluk manası vardır. Dolayısıyla, yâ harfi hazfedilmiş, böylece de geriye şekli kalmıştır. İşte bu delile, bu kelimelerin cer halindeki durumları ve şeklinde olur. Ayetteki, "Allah sizinle beraberdir" ifadesi, mükellefi, kendisini beğenmekten, sadece kendisini görmekten alıkoyan bir yol gösterme ve irşâd ifadesidir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, "sizler daha üstünsünüz" deyince, bu bir böbürlenme sebebi olmuş oldu.. İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Hak, "Allah sizinle beraberdir" buyurmuştur ki, bu, "Bu, sizin kendinizden kaynaklanan bir şey değildir. Tam aksine, benden, Allah'tan kaynaklanan şeylerdir" demektir. Yahutta, biz diyoruz ki, Cenâb-ı Hak, "Sizler daha üstünsünüz" buyurunca, böylece mü'minler, kâfirlerin çokluğu ve ihtişamı karşısında, kendilerinin zayıf olduklarını, sayıca az olduklarını gördüler de, böylece bazı mü'minlerin gönlüne, "Bu üstün gelme nasıl olacak ki?!.." şeklinde bir duygu geliverdi de, işte bundan ötürü Allah, "Allah sizinle beraberdir" buyurdu da, böylece onlar için, artık üstünlüğün kendileri yanında olduğuna dair bir şek ve şüphe kalmadı.. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben, muhakkak ki gâlib geleceğim; resullerim de..."(Mücadele, 21) ve "Muhakkak bizim ordumuz herhalde onlar galib geleceklerdir" (Saffat 173) buyurduğu gibidir. Ayetteki, "Amel ve hizmetlerinizi asla eksiltmez.." beyanı, başka bir va'di ifâde eder. Bu böyledir, zira Allahü teâlâ, "Ben sizinle beraberim" buyurunca, bu ifâde ile ilahî yardımın, onlar sebebiyle değil, Allah sebebiyle olduğu anlaşıldı.. Buna göre de birisi sanki, "Benden, itibare alınacak bir amel sudur etmedi; dolayısıyla da, bir tazime müstehak değilim" dedi de, bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onlara yardım edenin Kendisi olduğunu, ama buna rağmen, onların amellerinden herhangi bir şeyi noksanlaştırmayacağını ifade buyurdu. Böylece o muzafferiyet, adetâ sanki, onlar sebebiyle ve onlardan kaynaklanan bir şey olmuş oldu da, bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Sanki, bütün bunlan müstakil olarak sizler yaptınız.. Dolayısıyla da Ben size, bu işi bağımsız olarak ve tek başına yapan kimsenin mükâfaatı kadar ücret vereceğim.." buyurmuştur, fiilin masdan olan tire kelimesi, noksanlaştırmak anlamında olup, kendisine faydası olacak şeyin, kendisinden noksanlastırıldığı kimseye denilmesi de bu manadadır. Böylece adeta Cenâb-ı Hak, "Savaş esnasında, eğer kâfirlerden birisi ölürse, onların hem toplulukları hem de amelleri noksanlaştınimış olur. Zira, böylece onların sayılan eksilmiş, hem de amelleri boşa gitmiştir. Mü'min kimse ise, şayet sehîd olursa, mü'min cemaatin sayısı noksanlaşmış olur, ama ameli noksantaşmaz" buyurmuş olur. Onların sayılan da "noksanlaşmış olmaz, çünkü, şehîd edilen kimse, diridir, rızıklandırılır, kendisine verilen şeylerle, sevinçli ve neşelidir. Dünya Zevkleri Oyundan İbaret 36"Dünya hayatı, ancak bir oyun ve bir eğlencedir. Eğer iman eder, (şirkten) sakınırsanız, size mükâfaatlarınızı verir. O, sizden mallarınızın (tamamını da) istemez". Bu ayet-i kerime tesellî etmek için olup, "Dünya, seni, cihâd vasıtasıyla ahireti talep etmekten nasıl alıkoyabilir? Sen, yardıma mazhar olduğun ve gâlib kılındığın için, dünyayı mutlaka elde edeceksin.. Eğer, dünyayı elde edemezsen, şunu da bilesin ki, amellerin eksiltilmez. Ya bir şey elde edemezsen durum nasıl olur? Şayet bir şey elde edememiş, buna mukabil, sana birşey verilmemiş ise, senin bu dünya hayatına, o bir oyun ve eğlence olduğu için, iltifat etmemen gerekir. Biz, "la'b" ve "lehv"in ne demek olduğunu defalarca anlattık. "La'b", kendisiyle meşgul olduğunu, ama kendisinde, o anda bir zaruret bulunmayan; gelecekte de, bir faydası umulmayan şeydir. Sonra İnsan o şeyi yapsa, bu da onu, başkasından alıkoymayıp, daha mühim şeylere eğilmesine mani olmazsa, bu şeye "la'b" (oyun); insanın onu kullanıp, bu şeyin, onu başka şeylerden alıkoyması ve böylece de daha mühim şeyleri yapmasına mani olması halinde de bu şey bir "lehv" olur İşte bundan dolayı, insanı başka şeylerden alıkoyduğu için oyun eğlence aletlerine, melahi; bunun aşağısında olanlara da meselâ satranç oyunu, güvercin uçurmak gibi-, la'b denilmiştir. Biz bunu defalarca anlatmıştık. Ayetteki "Eğer iman eder, (şirkten) sakınırsanız, size mükâfaatlarınızı verir" ifadesi, yukarıda geçen va'din yeniden ifâdesi olup, buradaki mûkâfaatın (ücret)in, "siz" zamirine izafesi, marifelik (belirsizlik) için olup bu, "Allah'ın size, ecr-i kerim, ecr-i kebir ve ecr-i azim diye bildirmiş olduğu ücrettir" demektir. Mal İsteme Ayetteki "O, sizden mallarınızın (tamamını da) istemez" ifadesiyle ilgili olarak şu manalar verilebilir: a) Cihad için, mutlaka infakta bulunmak gerekir. Binâenaleyh eğer birisi "Ben malımı vermem" diyecek olsa, ona, "Allah sizden zekât ve ganimet gibi belli yerlerde kullanacağınız mallarınız ile ihtiyaçlarınız için lazım olan mallarınızı istemiyor" denilir. b) Mallar zaten Allah'ındır ve sizde bir emanettir. Allah sizden onları geri istemiş, yahut da onları cihad yönünde sarfetmeniz için müsaade ve yetki vermiştir. Binâenaleyh O'nun malları hususunda cimrilik etmeyin. Allahü teâlâ, bu hususa, "Size ne oluyor da Allah yolunda infâk etmiyorsunuz. Halbuki göklerin ve yerin mirası (mülkiyeti) Allah'ındır"(Hadid, 10) yani herşey Allah'ındır" buyurarak işaret etmiştir. c) Allah sizin mallarınızın hepsini değil, ancak mallarınızın az bir kısmını, yani kırkta birini istiyor. Bu İse, gerçekten pek azdır. Çünkü ondabir zaten en küçük parçadır. Bundan daha küçük olup, Özel ismi olan bir parça yoktur. Onbirde birden, yüzde bire kadar olan cüzler de, kendilerine fayda kıymet verilmediği için (Arapça'da) müstakil bir isimleri yoktur, öte yandan, Allahü teâlâ bunu, anaparada farz kılmamış, aksine, hernekadar anaparada böyle ise de, bu mana kârda daha açık olduğu için bunu, kendisinin bir lutfu ve bağışı olan kârda vacip kılmıştır. Mal da, ticaret için harcanan harcanmayan diye iki kısma ayrılıp, ticaret için harcanan (kullanılan) kısmı, bu iki kısımdan biri olup, ticaret de, kazanç getirmeye ve getirmemeye ihtimalli olunca, bu kısım iki kısma ayrılmış ve böylece, zekât kazancın, dörtte biri nisbetinde olmuş da, Cenâb-ı Hak, kazanç olan kısmın dörtte birinde bunu vâcib (farz) kılmıştır ki bundaki zekât miktarı da onda birdir. Binaenaleyh bu, ondabirin dörtte biri olur. İşte farz olan budur. Allahü teâlâ'nın böylece, sizin mallarınızın hepsini veya çoğunu istemediği anlaşılır. İnsanın Cimriliği 37"Eğer sizden, onların tamamını ister ve bu suretle sizden istemede ileri giderse, cimri olursanız ve bu sizin kinlerinizi açığa çıkarır". Ayetteki ifadesinin başındaki fâ edatı, insanların içlerindeki (karakterlerindeki) cimriliği beyân etmek için, "ihfâ"nın (istemede ileri gidişin), hemen istemenin, peşisıra olduğuna bir işarettir. Bu böyledir. Çünkü vâv edatıyla atıf, bazan, birbirine denk iki şeyi birbirine atfetmek için kullanılır. Fâ edatıyla yapılan atıf ise, ancak ya birbirinin hemen peşisıra olan iki şey, yahut birbiriyle sıkı alakalı iki şeyi birbirine atfetmek için kullanılır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, bu çok ve ısrarlı istemenin, istemenin peşisıra olduğunu beyân etmiştir. Çünkü insan, sırf isteme ile birşey vermez. Ayetteki, "Cimri olursanız ve bu sizin kinlerinizi açığa çıkarır" cümlesi, "Allah sizden bütün malınızı istemiyor. Eğer hepsini istemiş ve bunda ısrar etmiş olsaydı, cimri olurdunuz. Çünkü siz, ufacık birşeyi vermede bite cimri olduğunuza göre, çok şey istendiğinde haydi haydi cimri olursunuz" demektir. Cenâb-ı Hak, "Bu sizin kinlerinizi açığa çıkarır" ifadesiyle, o kine sebep olan şeyi çıkaracağını ifade etmek istemiştir. Çünkü isteyen, yani Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı, sizden cihad için harcanmak üzere mal istiyorlar. Malı sevdiğiniz ve cimri olduğunuz için, vermekten kaçınıyorsunuz. Böylece de bu durum, sizi savaş neticesine götürüyor ve bu savaş yüzünden kinleriniz ortaya çıkıyor. Din Kimseye Muhtaç Değil Cenâb-ı Hak, geçen ayette bildirdiğini beyân etmek maksadıyla şöyle buyurur: 38"İşte siz, Allah yolunda, ancak farz olanı infâk etmeye davet edilenlersiniz. Fakat içinizde (yine) cimrilik edenler vardır. Kim cimrilik ederse, ancak kendi aleyhinde cimrilik etmiş olur. Allah ganî (zengin)dir siz ise fakirlersiniz. Eğer yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir kavmi getirir ve onlar sizin gibi olmazlar". Bu, "Sizden mallarınızın pek az bir kısmını istedim. Ama cimrilik ettiniz. Ya hepsini isteseydim ne yapacaktınız" demektir. Ayetteki, (......) kelimesiyle ilgili olarak şu iki izah yapılabilir: a) Bu, ism-i mevsuldür. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Sizler, Allah yolunda infâka davet edilen o kimselersiniz" buyurmuştur. b) Bu kelime, tek başına, "siz" kelimesinin haberidir. Nitekim Arapça'da, bir işin, meşhur ve açık (belli) olduğunu anlatmak için, "işte sen busun" denilir, yani, "Sizin eserleriniz, başka şekilde sizden bahsetmeye fırsat vermeyecek şekilde ortadadır." Cenâb-ı Hak sonra fiili ile yeni bir cümleye başlamıştır. Bu, "Ya Allah yolunda cihad etmeniz, yahut da müstehak olan kardeşlerinize vermeniz hususunda, mallarınızı infaka çağrılıyorsunuz" demektir. Velhasıl, her iki duruma göre de, düşmanların perişan edilmesi ve dostlara yardım söz konusudur. Ama hâlâ cimrilik edenleriniz var." Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu cimriliğin zararının, insanın kendisine âit olduğunu beyan etmek üzere şöyle demek istemiştir: "Sizler cimrilik yapanların, başkalarına infak etmemiş olduklarını sanmayın, aksine bitin ki o malları kendileri için harcamamış olmuşlardır. Çünkü bir hastanın, doktor ücreti ilaç parası hususunda cimrilik etmesi, kendi aleyhine bir durumdur." Daha sonra Cenâb-ı Hak, işte bu hususu, "Allah gani (zengin)dir, yani sizin malınıza muhtaç değildir" buyurarak ortaya koymuş ve bu sözünü, "siz ise fakirlersiniz" diyerek tamamlamıştır. Binâenaleyh sizler, "Biz de savaşmaktan ve fakirlerin ihtiyaçlarını gidermekten müstağniyiz" diyemezsiniz. Çünkü onlar için, hem bu dünyada, hem de âhirette, bundan mûstağnî olma söz konusu değildir. Dünyada bundan müstağni olmayışları şöyledir: Şayet savaş olmasaydı, yine de öldürüleceklerdir. Çünkü kâfirler eğer savaşmak isterlerse, savaş çıkar. Muhtaç kimseterin de ihtiyaçları giderilmezse, o mata göz kor. Hele de, Şâri-i Hakim (Allah), mecbur ve muzdar kalmış kimseye, bunu mubah kılmış ise ... Âhirette bunun böyle olacağı ise açıktır. Nasıl bütün insanlar fakir olmasınlar ki... Onlar, orada ilahî huzura dizilmiş ve hesaba çekilmektedirler. Nitekim Hak teâlâ, "O gün, ne mal, ne evlat fayda verir" (Şuara. 88) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Eğer yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir kavim getirir ve onlar sizin gibi olmazlar" buyurmuştur' Bu ifadeler arasındaki ilgi ve münasebet şu iki şekilde izah edilebilir: 1) Allahü teâlâ, bunu, Kendisinin müstağni olduğunu iyice göstermek için getirmiştir. Nitekim bir başka ayetinde de, "Eğer (Allah) dilerse, sizi giderir ve (yerinize) yeni bir halk getirir" (Fâtır, 16) buyurmuştur. Hak teâlâ böylece, önceki hüküm ve mananın kabulünden sonra, bunu bir izah olarak getirmiştir. Buna göre Hak teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Ben bütün âlemden müstağniyim. Öyleyse size bir ihtiyacım yok. Bir kimse kalkar da, Benim mülkümün bu âlem ve ceberûtum ile; azametimin de kullarımla ortaya çıktığını söylerse deriz ki: Farzedelim ki bu saçma söz haktır. Fakat, bunu tayin edip, belirleyenler sizler değilsiniz. Aksine Allah; kullukları ile övünen, sizden başka bir halk ve Allah'ın azamet ve kibriyasına şehadet eden bu âlemden başka bir âlem yaratmaya kadirdir." 2) Allahü teâlâ, işleri beyan edip, delillerini getirip, misalleriyle izah edince, "Eğer itaat ederseniz, mükafaatlarınız ve dahası vardır. Yok eğer yüz çevirirseniz, helak olmaktan başka bir şeyiniz kalmaz. Çünkü kavmini inzâr edip, kavmi tarafından ısrarla yalanlanan her peygamberin kavmi için mutlaka helak fermanı verilir ve Allah yeryüzünü onlardan temizler, yerlerine tertemiz bir topluluk getirir. Şartın Cevabında Özel Durum Ayetteki, "Onlar sizin gibi olmazlar" ifadesinde, bir takım İncelikler bulunan nahvî şöyle bir mesele var: Nahivciler şunu demişlerdir: Şartın cevabı üzerine, vav fâ ve sümme edatlanyla atfedilen şeyin, hem merfu, hem meczûm olması caizdir. Allahü teâlâ da burada, sümme edatıyla cevap üzerine affedilen fiilini meczûm kılmış; bir başka ayette ise, (Al-i İmran, 111) buyurarak, fiilini, nun'un subûtu ile merfû olarak getirmiştir, bunun meczûm olması da caizdir." Bunda şöyle bir incelik vardır: ifadesi, tevelfî (yüz çevirme) ile alakalı değildir. Çünkü onlar eğer yüzçevirmeseler, bunlar Allah'ın, kendilerini taat üzere kıldığı kimselerden olurlar. Yok eğer onlar yüz çevirirlerse, asî oldukları için, yerlerine yaratılanlar ise iteatkâr oldukları için onlar gibi olmamış olurlar. Ama Al-i İmran Sûresi'ndeki ayette, onlar ister savaşsınlar, ister savaşmasınlar, yine de yardım olunmazlar. Binâenaleyh orada şartın cevabı ile ilgi kurmak için bir sebep yoktur. Dolayısıyla orada ftit, söz başlangıcı olarak, merfû kılınmış, burada ise bahsedilen münasebetten ötürü meczûm kılınmıştır. Ayetin bu ifadesiyle ilgili olarak şu iki izah yapılabilir: 1) Bununla, "Onlar, ne sıfat, ne de cins açısından sizin gibi olmazlar" manası kastedilmiştir. 2) Şöyle izahlar da yapılabilir: a) Bunlar, Arap olmayan bir millettir. b) Bunlar, Farslılardır. Nitekim rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, insanların yüz çevirmeleri halinde, Allahü teâlâ'nın onlar yerine yaratacağı bu halkın kim olduğu sorulmuş. Tam o sırada Selmârvı Farisi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanıbaşında bulunuyormuş. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onu göstererek, "(Kastedilen) bu ve bunun kavmidir?" demiş ve "Eğer iman, Süreyya yıldızına takılı olsaydı (ulaşılması çok zor olsaydı) bile, Farslılardan bazıları yine de ona ulaşıp, onu elde ederlerdi" Tirmizi, tefsir, 48 (5/384). buyurmuştur. c) Bunlar, Ensardan bir topluluktur. Allah en iyi bilendir. Hamd âlemlerin Rabbine, salât-ü selâm da mahlûkatın en hayırlısı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bütün ailesine, ashabına, nesl-i pâkine, ehli beytine olsun. Amin. |
﴾ 0 ﴿