FETİH SURESİ

Yirmidokuz ayet olup, Medine'de nazil olmuştur.

Feth-i Mübîn

1

Âyetin tefsiri için bak:3

2

Âyetin tefsiri için bak:3

3

"Biz, muhakkak sana, apaşikâr bir fetih yolu açtık. (Bu), geçmiş ve gelecek günahını, Allah'ın bağışlaması, senin üzerindeki nimetini tamamlaması, böylece seni doğru yola iletmesi içindir. Ve Allah'ın, sana çok şerefli birmuzafferiyetle yardım etmesi içindir".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Feth'den Maksad

Ayette geçen "feth"in ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Bununla, Mekke'nin fethi kastedilmiştir ki, bu, açıktır,

b) Bununla, Bizans ve diğer ülkelerin fethi kastedilmiştir.

c) Bununla, Hudeybiye Antlaşması kastedilmiştir.

d) İslâm Dini'nin, aklî, nakli deliller, kılıç ve süngü ile yaptığı fetihler kastedilmiştir.

e) Bununla, İslâm'ın hükümleri kastedilmiş olup, bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey Rabbimiz, bizimle kavmimizin arasında sen hak olanı hükmet" (A'raf, 89) ve "Sonra aranızda hak ile hükmedecek... "(Sebe, 26) ayetlerinde olduğu gibidir. Bunların hepsinde, en tercihe şayan olanı ise, şu görüşlerdir:

a) Bununla, Mekke'nin fethi kastedilmiştir.

b) Hudeybiye Musalaha'sı kastedilmiştir.

c) İslâm Dini'nin, ayet, izah, delil ve burhanlar ile yapmış olduğu fetihler itmiştir.

Önceki Sure İle İrtibat

Bu maddelerden birincisi, bu sûreden önce geçen sûrenin, son ayeti ile, şu bakımlardan münasebet arzeder:

1) Cenâb-ı Hak, "İşte siz Allah yolunda harcamanıza davet edilmekte olanlarsınız.. Kim cimrilik ederse, ancak kendi nefsi aleyhinde cimrilik etmiş olur..." (Muhammed, 38) buyurunca, onlara, Mekke'nin fethini müyesser kıldığını ve böylece, onların, o kâfirlerin memleketlerini ele geçireceklerini ve onlar için, infâk ettiklerini kat katının verileceğini, cimrilik etmeleri halinde bunu zay edeceklerini, böylece de cimriliklerini kendilerinin aleyhine olacağını beyan buyurmuştur.

2) Cenâb-ı Hak, "Allah sizinle beraberdir" (Muhammed, 35) ve "Siz daha üstünsünüz" (Muhammed, 35) buyurunca, bunun delilinin Mekke'nin fethi olduğunu belirtmiştir. Çünkü böylece müslümanlar, en üstün ve en kudretli olmuş oldular.

3) Cenâb-ı Hak, "Gevşemeyin ve barışa siz çağırmayın" (Muhammed, 35) buyurup, bunun manası da, "Sulhu, siz istemeyin.. Tam aksine sabredin, çünkü onlar sulhu isteyecekler ve Hudeybiye gününde olduğu gibi, bu hususta onlar çaba sarfedecekler" şeklinde olunca, işte yapılan izahlardan birine göre, bu kastedilmiş olur. Ki bu yine, Mekke'nin fethinde de böyle olmuştur. Çünkü, Kureyş'in ileri gelenleri, emân dileyerek, iman edip müslüman olmuşlardır.

İmdi eğer: "Ayetin bu ifadesiyle Mekke'nin fethi kastedilmiş ise, o zaman da henüz, Mekke daha fethedilmediğine göre daha nasıl, Cenâb-ı Hak, mazî sığasıyla "Biz muhakkak sana, apaşikâr bir fetih yolu açtık" buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki, buna şu iki bakımdan cevap verebiliriz:

a) Bu ifadenin takdiri, "Biz, ezelî hüküm ve takdirimizde buranın bu şekilde fethine hükmettik" şeklindedir.

b) Allah'ın takdir ettiği şey mutlaka olacaktır. Binâenaleyh O, bu işin geriye döndürülemez bu iş ve yürürlükten kaldırılmaz bir olgu olduğuna işaret etmek için, bu işi, mazî (di'li geçmiş) sığasıyla haber vermiştir.

Feth'le Mağfiret İlişkisi?

Ayetteki, "Allah'ın ... bağışlanması için" ifadesi, fethin, mağfiretin bir sebebi olduğunu ihsas ettirmektedir. Halbuki fetih, mağfirete sebep olmaya müsait değildir. Binâenaleyh, bunu nasıl cevaplayabilirsiniz? Biz diyoruz ki, buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:

1) Bu hususta şu söylenmiştir: Cenâb-ı Hak, sadece fethi, mağfiretin sebebi kılmamış, tam aksine fetih, ayette bahsedilen bir takım İşlerin bir araya gelmesinin sebebi olmuştur ki, bu işler de, mağfiret, nimetin tamamlanması, hidâyet ve ilahî yardımdır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Günahlarını bağışlaması, nimetini tamamlaması, seni hidayete iletmesi ve sana yardım etmesi için..." buyurmuştur. Bu işlerin bir arada yapılabilmesini, ancak fetih ile olabileceğinde bir şüphe yoktur. Çünkü nimetler, fetih sayesinde tamam olmuş, ilahî zafer bu fetihten sonra cihanşümul olmuştur.

2) Mekke'nin fethi, Beytullah'ın put pisliklerinden temizlenmesinin sebebidir. Beytullah'ı temizlemek ise, kullarını temizlemeye sebep ve vesile olur.

3) Fetih sayesinde, hac ibadeti gerçekleşir. Hac sayesinde de, ilahî mağfiret tahakkuk eder. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in duasına baksana O, hac hakkında, "Allah'ım, bu haca, kabul edilmiş bir hac makbul bir gayret ve günahların bağışlanmasına bir vesile kıl! Müsned, 1/427. buyurmuştur.

4) Ayetin bu ifadesi ile, tanıtma, bildirme kastedilmiş olup, takdiri, "Senin, mağfur ve ma'sum olduğu anlaşılsın diye, sana bu fethi müyesser kıldık.." şeklindedir. Çünkü insanlar, Fil senesinden sonra, artık Mekke'yi, kendilerine gazab olunmuş olan o Allah düşmanlarının ele geçiremeyeceklehni; oraya ancak, gelmiş geçmiş bütün günahları bağışlanmış olan, Habibullah Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gireceğini ve orayı fethedeceğini biliyorlardı.

Resulün Günahı Olur Mu?

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in günahı yoktur. Binâenaleyh, artık onun nesi bağışlanmıştır? Biz deriz ki: Buna karşı verdiğimiz ve birkaç açıdan olan şu cevaplar daha önce defalarca geçmişti.

a) Bununla, mü'minlerin günahları kastedilmiştir.

b) Bununla, Hazret-i  Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "evlâ", "efdal" olanı yapmaması kastedilmiştir.

c) Bununla küçük günahlar kastedilmiştir. Çünkü, küçük günahlar ister sehven, isterse kasten olsun, peygamberler hakkında caizdirler ve bu günahlar onları, kendilerini beğenmekten korurlar.

d) Bununla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in rru aûm olduğu kastedilmiştir ki biz bunun ne demek olduğunu Kıtal (Muhammed) Süresi'nde açıkladık.

Sona Kalan Günah?

Ayetteki Ve sona kalan ifadesi ne demektir? Biz deriz ki: Bu hususta da şu izahlar yapılabilir:

1) Bu, Cenâb-ı Hakkın, nübüvvetinden sonra artık günah işlemeyeceğine dair, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olan vaadidir.

2) "geçmiş olan" ifadesiyle, "fetihten önce" ifadesiyle de "fetihten sonra olanlar..." kastedilmiştir.

3) Bu ifadesiyle bir genellik ve umumilik kastedilmiştir. Nitekim, bunun bir genelleme olduğuna işaret etmek için, karşılaşılmayan kimseyi dövmek imkân dahilinde olmamasına rağmen, "Karşılaştığın karşılaşmadığın herkesi döv..." denilir.

4) Bu, "Nübüvvetten önce ve nübüvvetten sonra..." anlamındadır. Bu izaha göre, nübüvvetten önce südûr eden (küçük günahlar), ilahî afv ile; nübüvvetten sonra meydana gelen küçük günahlar ise, Allah'ın korumasıyla affolunmuştur.

Bu hususta, pek değeri olmayan bazı izahlar daha yapılmıştır ki, bunlardan birisi, meselâ bazılarının, ayetteki ile, Hazret-i Mâriye meselesinin kastedilmiş olduğunu ifadesiyle de, Hazret-i Zeyneb meselesinin kastedilmiş olduğunu söylemeleridir ki, kelâmın, bununla bir uyumu ve münasebeti olmadığı için bu, bu izahların en az değerli olanıdır.

Nimetin Tamamlanması

Cenâb-ı Hakk'ın, Asi "Senin üzerindeki nimetini tamamlaması için..." ifadesi hakkında da, şu muhtemel izahlar yapılabilir:

a) Fetih günü mükellefiyetler tamamlanmıştır. Çünkü, fetih vesilesiyle hac vâcib olmuştur ki hac, mükellefiyetlerin sonuncusudur. Mükellefiyetler ise, nimettirler.

b) "O yeri, senden dolayı, sana karşı inatçı davrananlardan berî, halî kılması ile, sana olan nimetini tamamlaması için.." demektir. Çünkü Fetih gününde, artık Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için, dişe dokunan bir düşman kalmamıştır. Çünkü düşmanlarının bir kısmı Bedir savaşında helak olmuştur, diğerleri ise, Fetih günü İman edip emân dilemişlerdir.

c) "Fetih isteme hakkındaki duanı kabul etmesi ile, dünyada; günahlar, velev ki onlar son derece çirkin dahi olsalar hususundaki şefaatini kabul etmesi sebebiyle ahiretteki nimetini sana tamamlaması için.." demektir.

Sırat-ı Müstakim

Cenâb-ı Hakk'ın, "Seni doğru yola iletmesi için..." ifadesi hakkında da, şu muhtemel izahlar yapılabilir:

1) Bunların en açığı olan bu izaha göre bunun anlamı, "Seni, sapıkların yahut, küfre zorlamaya muktedir olanların sözlerine iltifat eden hiç kimse kalmayıncaya değin, dosdoğru yol üzerinde devam ettirmek için.." şeklindedir ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve sizin için, din olarak İslâm'ı seçtim..." (Maide,3) ayetine uygundur. Çünkü, ben Allah, İslâm dini hususunda mücadele edenlerin bazılarını yok ettim, bazılarını da iman etmeye sevkettim..

2) Şöyle de denebilir: Fetih, dosdoğru yola hidayetin bir sebebi kılınmıştır. Çünkü Allah, fetih sebebiyle bu dünyada, gerekse ilahî vaad sebebiyle ahirette birtakım faydalar elde edeceklerini bildikleri için, mü'minlere cihadı kolaylaştırmıştır. Cihâri ise, Allah'ın yoluna sülük edip, ona kanalize olmak demektir. İşte bu manadan dolayıdır ki, Allah yolunda savaşan gaziye mücahid ismi verilmiştir.

3) Biraz önce de bahsettiğimiz gibi, bununla, tanıtma ve bildirme kastedilmiştir. Yani, "Senin, dosdoğru bir yol üzere olduğunun bilinmesi ve tanınması için.." demektir. Çünkü feth'in, ancak Allah'ın yolu üzerinde olan kimsenin eliyle tahakkuk etmesi gerekir. Bunun delili ise, Fîl hadisesidir.

Üstün Zafer

Ayetteki, "Ve Allah'ın, sana çok şerefli bir muzafferiyede yardım etmesi içindir..." ifadesinin manası açıktır. Çünkü fetih sebebiyle İlahî yardım ortaya çıkmış ve bu durum meşhur olup bilinmiştir. Bu ifadeyle ilgili olarak, birisi lafzı, diğeri de manevî olmak üzere, şöylesi iki mesele vardır:

Lafzî Mesele: Bu, şöyledir: Allah bu ayetinde, muzafferiyeti, "azîz' olmakla vasfetmiştir. Halbuki, "azîz" oluş, yardımı yapan kimsenin vasfıdır. Buna şu iki bakımdan açıklık getirebiliriz:

a) Zemahşerînin ifadesine göre, bu şu üç şekilde açıklanabilir:

1) Bu ifâde, tıpkı (Karia, 7) tabirinin, "Hoşnutluk dolu olan bir yaşantı içinde..." takdirinde olması gibi, "izzet dolu bir muzafferiyet..." takdirindedir.

2) Cenâb-ı Hak, mecazî bir ifade olmak üzere, "nasr" kelimesini, kendisine yardım edilenin vasfıyla nitelemiştir. Nitekim Arapça'da "Onun, doğru olan bir sözü vardır" denildiği gibi, aynı manada olarak ' da denilir.

3) Bununla, "Sahibini azîz kılan, izzetli kılan bir yardım.." manası kastedilmiştir.

b) Biz diyoruz ki: Biz, Zemahşerînin ileri sürdüğü bu takdirleri, "izzet"in, galibiyet manasına; "aziz"in de gâlib gelen manasına geldiğini söylememiz halinde kabul edebiliriz. Ama biz, "azîz"in, eşsiz, benzeri az, kendisine ihtiyaç duyulan, çok nadir bulunan manalarına geldiğini de söyleyebiliriz. Nitekim, kendisine ihtiyaç duyulup da, kendisi az ve nadir olduğunda, "O şey çok az oldu, nadir oldu; bulunmuyor" denilir. O halde burada "nasr yardım", "kendisine muhtaç olunan ve benzeri bulunmayan bir yardım" demek olup, bu da, Allah'ın Evi Kâ'be'nin, içine yerleşmiş olan çok sayıdaki kâfirin elinden alınmasıdır.

Manevi (mana ile ilgili olan) mesele: Bu şöyledir: Allahü teâlâ, (......) buyurunca, bunun faili olan Lafzatullâh'ı açıktan getirmiş; daha sonra da ve fiillerini buna atfetmiş, fakat bu kelâm görülmek istenen güzel bir üslûb üzere, bunlar da Lafzatullâh'ı açıkça zikretmemiştir.

Bunu şöyle izah edebiliriz: Pekçok fiil ve iş, bir failden meydana geldiğinde, failin ismi ilk fiilde açıkça ifade edilir, ondan sonra gelen fiillerde açıkça (zahir isim olarak) getirilmez. Nitekim sen, "Zeyd geldi, konuştu, kalktı ve gitti.." dersin. Ama "Zeyd geldi, Zeyd oturdu Zeyd kalktı..." demezsin. Çünkü sen ilk ifadede, faili birinci fiilde açıktan açığa getirmekle yetinerek, sözü böylece kısaltmış olursun. Burada Cenâb-ı Hak, buyurmamış, tam aksine Lafzatullâh'ı yeniden ism-i zahir olarak getirmiştir. Biz deriz ki bu, ilahi muzafferiyet yoluna bir irşâddır. İşte bu sebeple bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "nasr" kelimesini çok nadir olarak, izafetsiz olarak getirir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Allah'ın nusretiyle ... yardım eder" (Rum, 5) buyurmuş, fakat, buyurmamıstır. Yine, (Enfal, 62) buyurmuş, fakat buyurmamıştır. Keza (Nasr, 1) ve (Saf, 13) buyurmuş, fakat ve buyurmamıstır. Yine Cenâb-ı Hak, (Al-i İman, 126) buyurmuştur. Ki bu kullanışlar, bizim izahımızın delilleridir.

Bunu şu şekilde açıklayabiliriz: "Nasr" (muzafferiyet), sabır ile olur. Sabır da, Allah sayesinde elde edilir. Nitekim "Sabret. Senin sabrın Allah'(ın tevfikına istinâd)'dan başka değildir" (Nahl, 127) buyurmuştur. Bu böyledir, zira sabır, kalbin sükûnete erişmesi ve itminana erişmesidir. Bu da, Allah'ı zikretmekle elde edilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Haberiniz olsun ki kalbler ancak, Allah'ı anmakla istikrar bulur..." (Rad, 28) buyurmuştur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak burada, buyurunca, Allah'ın zikri ile kalblerin itminana erdiğini, sabrın elde edildiğini ve ilahî yardımın gerçekleştiğini bildirmek için, Lafzatullah'ı açıkça, zahir isim olarak getirmiştir.

Burada şöyle bir başka mesele daha vardır: Allahü teâlâ, Önce buyurmuş, daha sonra ise, buyurmuş, fetih işini tebcil etmek için, dememiştir.. Bu böyledir, zira mağfiret her ne kadar büyük bir iş ise de, ancak ne var ki o, genel ve umumîdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki Allah, bütün günahları bağışlar.."(Zümer,53) ve "Ve, şirkin dışında kalan günahları da, dilediği kimseler için affeder" (Nisa, 48) buyurmuştur. Şimdi şayet biz, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında zikredilen bu mağfiret ile, onun ma'sûmiyeti kastedilmiştir dersek, bu, sadece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e mahsus bir durum değildir. Tam aksine, diğer peygamberler de masumdurlar. Nimetleri tamam verme işi de böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım"(Maide, 3) buyurduğu gibi, "Ey Isrâiloğulları, size ihsan ettiğim bunca nimetlerimi hatırlayın.." (Bakara, 40) da buyurmuştur. Hidayet de böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah, ... dönmekte olanları buna muvaffak kılar..." (Şura, 13) buyurmuş, böylece, bunu genelleştirmiştir. İlahî yardım da böyledir. Çünkü Allahü teâlâ, "Andolsun ki, gönderilen kullarımız hakkında bizim geçmiş sözümüz vardır. Muhakkak onlar, behemehal onlar muzaffer olacaklardır" (Saffat, 172) buyurmuştur. Ama fetih işine gelince bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den başka hiç kimse için söz konusu değildir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak bu fetih işini, iyi buyurmuştur ki burada, şu iki bakımdan tazim söz konusudur:

a) Bu ayetin başında Innâ kelimesinin yer almış olması;

b) Ev kelimesinin bulunması.. Ki bu, "Bir lütuf olsun diye, ancak ve ancak, sana has olarak..." demektir.

Mü'minlere Sekîne

4

"O, mü'minlerin kalblerine, imanlarını kat kat artırmaları için- "sekinet"i indirendir. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah, herşeyi hakkıyla bilendir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir".

Cenâb-ı Hak, "Sana ... yardım etmesi için.." buyurunca, bu ilahî nusretin sebebini de açıklamıştır. Bu böyledir, zira Allahü teâlâ. peygamberlerine bazan, düşmanlarını imha edeceği bir sayha (nara); veyahut, düşmanlarını yok ettiği bir "recte" "sarsıntı"; yahut, gökten indirdiği ordu, veyahut da mü'minlere lütfettiği kalbî kuvvet ve yardım ile nusret etmiştir. Böylece bu sayede, onlar için bol mükâfaatlar tahakkuk etmiş olur. İşte bu sebeple Cenab-ı Hak o ilahî yardımı gerçekleştirmek için, "O, ... sekîneti indirendir" buyurmuştur.

Sekine

Bu âyette yer alan, "sekînet"in ne olduğu hususunda şunlar söylenebilir:

a) Sükûnet demektir.

b) Allah ve Resûlüllah'a karşı bir sükûnet türüdür.

c) Yakın (kesin inanç) demektir, ki, hepsi de yine, "sükûn" köküne varıp dayanır. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Buradaki "sekînet" müfessirlerin çoğuna göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun hükümdarlığının açık alâmeti size o

Tâbut'un gelmesi olacaktır ki, içinde Rabbinizden bir sekînet (...) vardır" (Bakara, 248) ayetinde geçen "sekînet"ten başkadır. Yapılan bütün bu izahlar muvacehesinde, geçen "sekînet" kelimesinden maksadın, yakîn inanç ve kalblerin sebat üzere olması da muhtemeldir.

İkinci Mesele

Onların üzerine inen "sekînet", Cenâb-ı Hakk'ın, "iyi biliniz ki, kalbler, Allah'ı anmakla istikrar bulur" (Ra'd,28) buyurduğu gibi, onların, Allah'ı zikretmelerine, kalben anmalarına sebep olan şeydir.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, kâfirler hakkında, rahatsız edip ürküten bir edâ ile, "fırlatmak" lafzını getirerek, "Ve onların kalblerine korku fırlattı (salıverdi)" (Ahzab, 26) buyurmuş, mü'minler hakkında ise, sebat ve sükûneti ifade eden, "indirmek" kelimesini kullanarak, "Sekîneti indirdi..." buyurmuştur.

Burada, şöyle olan bir hükmî mana vardır: Daha önce bir şeyi bilmiş olan bir kimseye sen o şeyi hatırlatır ve onun bunu devamlı hatırlamasını sağlarsan o şey vuku bulduğunda, o kimsede bir değişiklik meydana gelmez.. Ama, o şeyden habersiz olan bir kimseye gelince, o şey ansızın vaki olduğunda, o zaman onun kalbi yerinden hoplar. Baksana, bir kimseye, bir "nara"nın olacağı haber verilip de, ona, "Sakın o sesten rahatsız olma.." denilse de, bunu müteakip o nara tahakkuk etse, kimsenin kalbi korkuya kapılmaz. Ama, bu durum kendisine hiç haber verilmeyen, yahut da haber verilip de unutan kimseye gelince, bu sayha, nara meydana geldiğinde onun kalbi yerinden hoplar. Aynen, kâfir de bunun gibidir. Allah ona ummadığı bir cihetten gelmiş ve onun kalbine korku satmış da, böylece onun kalbi yerinden hoplamıştır. Mü'mine, Allah O'nu anması cihetinden gelmiştir de, böylece mü'minin kalbi sükûnete ermiştir.

Ayetteki, "imanlarını kat kat artırmaları için.." ifadesine gelince, bu hususta da şu izahlar yapılabilir:

a) Allah onlara, ardarda, peşpeşe birtakım mükellefiyetler yükledi de, böylece onlar, o mükellefiyetlerden herbirine iman edip, onu tasdik ettiler. Meselâ onlar, Allah'ın bir olduğuna inanmakla emrolundular, bunun üzerine onlar da iman edip itaat ettiler. Derken, savaşla, hacla emrolundular da, böylece onlara da iman edip itaat ettiler. Bu sebeplerle de, imanları katmerli bir biçimde artıverdi.

b) Allah onlara, "sekînet"i indirdi de, böylece onlar sabrettiler; derken, gayba iman etmek suretiyle, yakînî ilimle bildikleri ilahî yardımı, bu sefer ayne'l-yakîn müşahede ettiler de, gaybe dayanan imanlarına, müşahedeye dayanan imanlarını katarak, böylece imanlarını katmerleştirdiler.

c) İtikadı esaslara imanlarının yanısıra, fürûa ve amele dair olan hususlara da iman ederek, imanlarını artırdılar. Çünkü onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Allah'ın Resulü olduğunu; Allah'ın vahdaniyetini, haşrin mutlaka olacağını tasdik etmelerinin yanısıra, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in söylediği şeylerin tümünün doğruluğuna, Allah'ın emrettiği her şeyin farz olduğuna da iman etmişlerdir..

d) Onlar, fıtrî olan imanlarına, istidlali olan imanlarını da ekleyerek, imanlarını artırıp pekiştirdiler. Bu son izahımıza göre şöyle bir inceliği açıklamaya çalışalım: Allahü teâlâ kâfirler hakkında, "Onlara fırsat verişimiz, ancak günahı artırmaları içindir" (Al-i İmran,178) buyururken, ifadesinin yanısıra dememiştir. Zira, onların küfürleri, küfr-i inadî'dir. Halbuki varlık aleminde, küfr-i inadî'nin kendisine eklenip birleşeceği fıtrî bir küfür yoktur. Tam aksine küfür, zaten sadece inadîdir. Yine, fürûun inkarı anlamında olan küfrün, iman esaslarını inkâra birleşeceği de söylenemez. Çünkü, asılları inkâr etmekten, fürû'u inkâr da zaten doğmaktadır. Halbuki, itaat ve inkıyâd anlamında olmak üzere fürûa iman etmek, asıllara iman etmenin zarurî ve zorunlu bir neticesi değildir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, burada, buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak, "Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır" buyurmuştur. Bu demektir ki O, kendi düşmanlarını, kendi ordularıyla, hatta bir tek "sayha" ile yok etmeye kadirdir. Ama, O, böyle yapmamış, tam aksine, düşmanlarının helaki kendi elleriyle gerçekleşsin ve böylece de, mükâfaat elde etsinler diye, mü'minler üzerine de sekîneti indirmiştir.

Gök ve Yer Orduları

"Göklerin ve yerin orduları"nın ne demek olduğu hususunda da şu izahlar yapılabilir:

a) Göklerin ve yerin melekleri...

b) Göklerdeki melekler; yerdeki canlılar ve cinler..

c) Gök ve yerle ilgili sebepler.. Böylece, gökten parçalar düşürme ile yere batırarak imha etme, O'nun orduları olmuş olur.

Alîm ve Hakîm'in İzahı

Cenâb-ı Hakk'ın, ayetteki, "Allah, her şeyi hakkıyla bilendir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" cümlesine gelince: Cenâb-ı Hakk'ın, "Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır" buyurup, bunların sayıları da sınırsız olunca, kendisinin, "Gökteki ve yerdeki bir zerrenin dahi kendisinden kaçamayan bir zât olduğuna" (Sebe, 3) işaret etmek için ilim maddesini, yani sıfatını getirmiştir. Yine, kalblerin amellerini, "O, mü'minlerin kalblerine sekîneti indirendir" ifadesiyle dile getirip, iman da, kalblerin amellerinden olunca, kendisinin gizli ve en gizli şeyleri dahi bildiğine işaret etmek için, ilim ifâdesine, aynı şekilde yer vermiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinden sonra ifadesini getirmesi de, O'nun, yaptığı şeyi ilmine ve bilgisine mutabık olarak yaptığına bir işarettir. Çünkü "Hakim", sağlamca yapan ve yaptığını, hakkıyla bilendir. Çünkü, kendisinden tesadüfen, çok ilginç birşey sadır olan kimse hakkında "hakim" sıfatı kullanılamaz.. Yine, kim bilir de, bildiğinin aksine hareket ederse, bu kimseye de "bakîm" denilemez.

Cennete Yerleştirme

5

"(Bütün bu lütuflar) erkek mü'minlerle, kadın mü'minleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere, İçlerinde ebedî olarak yerleştirmek; onların günahlarım affetmek içindir. İşte bu, Allah katında, (sizin) en büyük kurtuluşunuz ve saadetinizdir".

Ayetteki Mahzufun İzahı

Ayetin başındaki fiili, kendisinden önce geçmiş olan bir fiilin bulunmasını gerektirir. Çünkü doğrudan doğruya, "Bana ikram etmek için..." diyen kimsenin bu sözü, bundan önce, "sana geldim" veya benzeri ifâdeler söylemediği sürece, doğru olmaz.. Binâenaleyh, bu ifâdenin başında takdir edilecek bu fiilin ne olduğu hususunda şu iki izahlar yapılabilir: Bu konudaki derli toplu izahlar senin şöyle demendir: Bu fiil, ya açıkça zikredilmiş olur, ya da olmaz. Olmaması halinde bunun, başka bir şeyden anlaşılmış olması gerekir. Dolayısıyla bu, ya kendisine delâlet eden bir lafızdan, yahut da, "karîne-i haliyye"den anlaşılmış olur. Eğer bu fiil mezkûr ise, bu hususta şu izahlar yapılabilir:

a) Bu fiil, bir önceki ayette geçen ifadesidir. Buna göre Hak teâlâ sanki, imanları sebebiyle onları cennete yerleştirmek için, "İnzal" (bu indirme) sebebiyle imanlarını artırsınlar diye, onların kalblerine "sekînetini" indirmiştir. Eğer, "müteakip ayette gelecek olan ... fiili bu ayette geçen, fiiline ma'tûftur. Halbuki onların imanlarını artırıp kat kat etmeleri münafıkların azab edilmelerine sebep olmaya elverişli değildir" denilirse, biz deriz ki: "Hayır öyle değil. Çünkü bu şu iki şekilde izah edilebilir:

1) Burada bildirilen münafıkların cezalandırılması, mü'minlerin cennete yerleştirilmesi gayesini belirtmek amacıyla zikredilmiştir. Buna göre Hak teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: Ey mü'minler, imanlarınızı artırmanız sebebiyle, âhirette sizi cennetlere yerleştirecek ve dünyada da sizin elinizle, kâfir ve münafıkları cezalandıracaktır.

2) Bunun takdirî manası şöyledir: "Sizin için söz konusu olan bu iman artışı sebebiyle, münafıkları azabladırmam için..." Nitekim Arapça'da, "Ben bunu, sayesinde dostu-düşmanı deneyeyim, yani varlığı ile dostumu, yokluğuyla da düşmanımı anlayayım diye yaptım" denilir. Aynı bu şekilde, Cenâb-ı Hak da âdeta, "Mü'minler imanlarını artırsınlar ve bu sayede onları cennete sokayım; kâfirler de küfürlerini artırsınlar ve bu sayede onlara azab edeyim diye..." demek istemiştir.

3) Bunun bir üçüncü izahı da şöyledir: Mü'minlerin imanlarının artışının sebebi, sabır ve sebatlarının çokluğudur. İşte bu durum, münafıkların yanısıra, kâfirleri şaşırtır, acze düşürür ve rahatsız eder. Bu, geçen izahlara yakın bir izahtır.

b) Ayetteki, "Allah'ın ... sana yardım etmesi için" ifadesi, nin müteallakıdır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Mü'minleri cennete yerleştirsin diye, mü'minler vasıtasıyla sana yardım eder..." buyurmuştur.

c) Bunun müteallakı, .. "Geçmiş ve gelecek günahım, Allah'ın affetmesi için..." ifadesidir. Bu fiilin, onun müteallakı olabilmesi için, bu ifadede geçen "günah" ile, mü'minlerin günahının kastedilmiş olması gerekir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Mü'minlerini cennetlerine sokmak için, mü'minlerin günahlarını senin yüzüsuyu hürmetine affetmek için..." demiştir.

Bu lâm harf-i cerrinin müteallakının, zikredilmemiş, mahzûf bir lafızdan anlaşılan birşey olduğunu söylememiz halinde de, şu izahlar muhtemeldir:

1) Ayetteki, "hakîm" (Fetih, 4) sıfatı, işte bu harf-i cerrin müteallakına delâlet etmektedir. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak, "Allah hakimdir, dolayısıyla mü'minleri cennete sokmak için yaptığı bu işleri yapmıştır" demiştir.

2) Bu ayetteki, ifadesinin delâlet ettiği, dolaylı olarak ifade ettiği mana, işte bu lâm'ın müteallakıdır. Buna göre mana, "Allah, mü'minleri ve mü'mineteri, cennetlerine sokmak için, dünya ve âhirette sana olan nimetlerini tamamlıyor ve böylece de dünyada İken duanı kabul edip, ahirette şefaatini makbul kılıyor" şeklindedir.

3) Bu müteallik, "Sana feth-u zafer yolu açtık" (Fetih, 1) ayetinin delalet ettiği manadır. Bunu şöyle izah edebiliriz: Rivayet olunduğuna göre mü'minler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Tebrik ederiz, kutlarız. Çünkü Allah seni bağışlamış. Peki ya bizim için ne var?" demişler. İşte bunun Üzerine bu ayet nazil olmuş. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, "Seni bağışlamak için, sana feth-u zafer yolu açtık ve mü'minleri cennete sokmak için de, onlara da feth-u zafer yolunu açtık" demek istemiştir.

Bu müteallakın söylenilmeyenden değil de, karine-i hâliyyeden yani halden çıkarılan bir karine'den anlaşılan bir şey olduğunu söylememiz halinde, bu müteallak, savaş emri olur. Çünkü fetih ve zaferden sözedilişinden, halin savaş hali olduğu anlaşılır. Buna göre, Hak teâlâ sanki, "Allah mü'minleri cennete sokmak için, onlara savaşı emretti" demektedir. Yahut da, bu halden anlaşılan karinenin, "Allah onları cennete sokmak için, savaş işini mü'minler için seçti" şeklinde olduğunu söyleyebiliriz.

Kur'ân'da Kadınların Muhataplığı

Allahü teâlâ, bu ayette ve bazı yerlerde, mü'min ve mü'mineleri ayrı ayrı zikretmiş; ama bazı ayetlerde sadece mü'minleri zikredip, mü'mineleri (mü'min kadınları) onların içinde kabul etmiştir. Meselâ, "Mü'minleri müjdele..." (Bakara, 223) ve "Mü'minler felaha ulaşmıştır." (Mû'minun, 1) buyurmuştur. Binâenaleyh bunun hikmeti nedir? Deriz ki: Mü'min kadınların da, erkeklerle müşterek (aynı durumda) oldukları ve fakat vaad olunan mükâfaatın sadece mü'min erkeklere has olabileceği zannının uyandığı yerlerde, (durumun böyle olmadığını göstermek için), Cenâb-ı Hak kadınları da açıkça zikretmiştir. Böyle bir zannın bulunmadığı konularda ise, sadece mü'min erkeklerin zikredilmesinden, kadın mü'minlerin de dahil oluşu ile yetinilmiştir.

Dolayısıyla "Biz seni, bütün insanlara ancak bir müjdeci ve bir nezîr (uyana) olarak gönderdik" (Sebe, 28) ayetinden umûmî bir mana anlaşıldığı için, "Mü'min (erkekleri) müjdele" ifadesi, mü'min kadınların bu müjdenin dışında oldukları zannını uyandırmaz.

Fakat bu ayetteki fiilinin başındaki lâm harf-i cerri, daha önce geçmiş bir fiile taalluk edip, bu da, ya savaş emri, ya savaştaki sabır hali, ya mü'minler için olan İlahî nusret, yahut da mü 'minlerin eliyle gerçekleşen zafer olunca "Mü'minleri cennete sokmak, savaştan ötürü olmuştur. Kadın ise aslında savaşmaz. Dolayısıyla da vaad edilen bu cennete giremez" zannından ötürü, Allah mü'min kadınları bu ayette açıkça zikretmiştir. Münafık ve müşrik kadınların bu sûrede ayrıca zikredilmelerindeki hikmet de böyledir. Çünkü "münafık ve müşrik kadınlar savaşmadıklarına göre, azab olunmamaları gerekir" vehmini gidermek için, Allahü teâlâ bu ayette (Fetih, 6), onları da münafık ve müşrik erkeklerle birlikte, özellikle zikretmiştir. Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz mü'min erkekler ve kadınlar, muslüman erkekler ve kadınlar..." (Ahzap, 35) ayetindeki durum ve incelik de budur. Çünkü burası, Hak teâlâ'nın Ahzab Sûresi'nin ayetlerinde yer alan, (Ey kadınlar "Kırıtmayın (...) namazlarınızı kılın, zekâtınızı verin... Allah'a ve Resûlullah'a itaat edin... evlerinizde okunan (ayetleri) düşünüp, ibret alın" gibi ifadelerden ötürü, kadınlardan ve hallerinden bahsedilen yerdir. Dolayısıyla onların, bu ayette (35. ayet) özellikle zikredilmeleri, asıldır. Fakat kadınlar için bu ayette belirtilen büyük mükafaat, erkekler için de söz konusu olduğu için, Hak teâlâ, biraz önce beyan ettiğimiz gibi, burada esas olan kadınların zikredilmesi olduğundan, bunları biribiri içinde mütalaa etmeksizin, mü'min kadınları da, erkekleri de zikretmiştir.

Mağfiretin Sonra Zikredilmesi

Hak teâlâ, günahları bağışlamanın, cennete girdirmeden önce olmasına, rağmen, cennete sokmadan sonra niçin, "ve onların günahlarını bağışlamak için..." buyurmuştur? Buna şu iki şekilde cevap veririz:

a) Bunun başındaki atıf vâv'ı, zaman itibarıyla sırayı göstermez.

b) Günahları bağışlama, mağfiret ve benzeri şeyler, mükellefin cennetliklerden olmasıyla yakın alâkası olan şeylerdir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, mükellefin, cennetliklerden olduğunu bildirme manasında, önce cennete sokmak işini zikretmiştir.

c) Bağışlama (Örtme), keramet (cömertlik) elbisesini giydirmekle olur. Bu ikram da cennette olur. Cennette insandan, def-i hacet gibi, maddî ve beşeriyet gereği olan kötü şeyler ve pislikler tamamen yok olduğu gibi, gazab ve şehvet gibi maddî olmayan kötülükler de zail olur ve örtülür ki, işte ayetteki tekfir budur. Böylece insanda melekiyyet sıfatları yer alır ki, bu da, en kıymetli bir elbisedir.

Cenâb-ı Hak, 'İşte bu Allah katında, (sizin) en büyük kurtuluşunuz ve saadetinizdir.." buyurur. Bu ifadeyle ilgili şu iki izah yapılabilir:

a) Meşhur izaha göre bu, "Allah'ın ilminde (takdirinde) bulunan, bu cennete sokma ve günahları örtme işi, büyük bir kurtuluş ve saadettir" demektir. Nitekim "Benim katımda, yani inancıma göre, bu iş böyledir" denilir.

b) Daha garip, ama akla daha yakın diğer bir izah da şudur: Buradaki, "indallah" (Allah katında) ifadesi, aynı ayetteki "işte bu" kelimesinin sıfatı gibi kabul edilir. Buna göre sanki, "Allah katında olan işte bu şey, yani bunun, Allah katından olması şartıyla ve vasfıyla, bu büyük bir kurtuluştur. Öyle ki eğer cennete girme işi, Allah'ın katında olması bakımından- O'na yakın olmasaydı, bir kurtuluş ve saadet olmazdı.

Allah'ın Orduları

6

Âyetin tefsiri için bak:7

7

"(Bir de bunlar), Allah'a kötü zanda bulunan, münafık erkekler ile kadınları ve müşrik erkeklerle kadınları azablandırmak içindir. Kötülük onların başına gelsin. Allah onlara gazablanmış ve onları rahmetinden kovmuştur. Onlara cehennemi hazırlamıştır. Varacakları bu yer, ne kötüdür! Göklerin ve yerin orduları, Allah'ındır. Allah azız ve hakimdir".

Münafık, Müşrikten Önce

Bil ki şu sebeplerden ötürü, Allahü teâlâ Kur'ân'ın pek çok yerinde, müşriklerden önce münafıklardan bahsetmiştir:

a) Çünkü onlar, mü'minler için açıkça kâfirliğini ilan etmiş kimseden daha tehlikelidirler. Zira mü'min, kâfirliğini açık olarak ortaya koyan kimseden korunur, ama münafığın mü'min olduğunu zannederek, onunla samimî olur ve ona sırlarını açar. İşte bu hususa Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Senin en büyük düşmanın, iki tarafın arasında yer alan nefsindir" buyurmuştur. Şeytan, münafık kılığındadır. Çünkü münafık insana, "Ben senin düşmanınım" diyerek gelmez, "Senin dostunum" diyerek gelir. Açıktan kâfirliğini ilan etmiş kimse ise, bir bakıma bu şeytan gibi değildir. Bir de münafık, yaptığıığı hilenden ötürü, kendisini kurtaracağından emin olamaz.

Kötü Zan

Allahü teâlâ'nın bu ayette, münafık hakkında verdiği ilk haber, "Allah'a kötü zanda bulunan" kimseler oluşlarıdır. Bu kötü zannın ne olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır;

a) Bu, Allahü teâlâ'nın ileriki ayetlerde, "Daha doğrusu siz, peygamberin de, müminlerin de ailelerine hiç dönemeyeceklerini sandınız"(Fetih, 12) buyurarak beyan ettiği zandır.

b) Bu, müşriklerin, Allahü teâlâ hakkında ve Allah'a şirk koşma hususundaki zanları (yanlış inançlarıdır. Hak teâlâ bu hususu bildirmek için, "Bunlar, ancak sizin uydurduğunuz isimlerdir.., Siz, ancak zanlara tâbi oluyorsunuz. Halbuki zanlar, gerçek namına hiçbir şey ifâde etmez" (Necm, 23-28) buyurmuştur.

c) Bu, onların, Allahü teâlâ'nın görmez-bilmez olduğunu sanmalarıdır. Nitekim Hak teâlâ bu hususu ifade için, "Fakat siz, Allah'ın, yaptıklarınızın çoğunu bilmeyeceğini sanırsınız" (Fussilet, 22) buyurmuştur. Birinci izah, daha doğrudur.

Şöyle de diyebiliriz: "Bununla, onların tüm (boş) zanları kastedilmiştir. "Böyle dememiz halinde, ifadeye, onların, Allah'ın ölüleri diriltmeyeceği, bu âlemi boş ymm yarattığı gibi zanları da dâhil olur. Hak teâlâ bu hususta da, 'İşte bu, ancak kâfirlerin zannıdır..."(Sad,27) buyurmuştur. Tefsir ettiğimiz ayetteki "sû" (kötü) kelimesinin başındaki elif-lâm, bu izahı te'yid eder. Ki biz bunu, ayetteki, tabirinr tefsirinde izah edeceğiz. Bu hususta şu izahlar yapılabilir:

1) Edib ve muhakkiklerin tercih ettiği görüşe göre, "sû" fesad; "sıdk" ise, saar (düzgünlük-uygunluk) manasınadır. Nitekim Arapça'da, "Fâsid (bozguncu) bir adama uğradım" manasında, "Salih bir adamdan sordum" manasnda da denilir. Dolayısıyla "racül-ü sû" ifadesi, "fâsid" manasında olunca, su' kelimesi tek başına, fesad manasına gelir. Bu, Halt ve Zeccac'ın üzerinoe ittifak edip, Zemahşeri'nin tercih ettiği görüştür. Bunu şu şekilde açabiliriz: Manalar (soyut kavramlar) için kullanılan, "sû", tıpkı maddeler için kullanılan "fesad" kelimes gibidir. Nitekim maddî şeylerin bozulması hakkında, denildiği "Onun mizacı bozuktur", "huyu kötüdür" "zannı kötü oldu" manasında, denilir. Bundan da öteye, her "sû' " olan şey fâsiddir, her fâsid de "sû' "dur. Fakat birisi maddî olmayan şeyler, diğeri ise maddî olan şeyler hakkında daha çok kullanılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak da, maddî olanlar hakkında, "Karada ve denizde fesâd ortaya çıktı" (Rûm,41) maddî olmayan (günahlar) hakkında da, "Yaptıkları şey ne seyyi' (kötü)dür" (Mücâdele, 15) buyurmuştur. İşte onların sözlerinin izahı sadedinde, aklıma gelen budur.

Cenâb-ı Hak daha sonra "Kötülükler onların başına gelsin" yani "başlarına, fesâd bozgun gelsin" buyurmuştur ve başlarına, kurtulamayacakları bir şekilde belâlar gelmiştir.

Daha sonra da, "Allah onlara gazablanmıştır" buyurur. Bu, geçen ifâdeden daha ağır ve tehdidkâr bir ifadedir. Çünkü başına bir belâ gelen, bazan bir imtihan olarak buna uğramış olur ve neticede mükâfaata ulaşsın diye, bu belâ onun başına sarılmış olur. Bazan azab (ceza) olarak, bu belâ başına gelir. Binâenaleyh ayetteki bu ikinci ifade, onların başına gelenin, onlara azab etmek için olduğuna bir işarettir. Ayetteki, "ve onları rahmetinden kovmuştur" cümlesi de, "gazab" ifadesinden, daha ileri bir tehdidi anlatır. Çünkü gazab-ı ilâhiye uğramış kimse, bazan gazab edenin azarlamasından, kızmasından ve döğmesinden ders almaz. Bazan gazab edenin gazabı, gazab ettiğini, kendi yanından ve kapısından kovma noktasına kadar varmaz. Ama bazan bu noktaya varır. İşte bundan ötürü, bu ilahî gazabın çok şiddetli oluşunu anlatmak için, peşisıra, "Allah, onları rahmetinden koğmuştur" buyurur.

Hak teâlâ daha sonra, onların bu dünyadaki hallerini beyânının peşisıra, âhiretteki neticelerinin ne olacağını da bildirerek, "(Allah) onlara cehennemi hazırlamıştır. Varacakları bu yer ne kötüdür!" buyurmuştur. Buradaki fiili, "cehennem" kelimesinin müennes olduğuna delâlet eder. Nitekim Arapça'da, "Bu ev" "ne güzel yer" denilir. (Yani dâr müennes, mekân müzekkerdir).

Allah'ın Orduları

Cenâb-ı Hak, "Göklerin ve yerin orduları, Allah'ındır" buyurmuştur. Bunun tefsiri, biraz önce geçmişti. Geriye şöyle birkaç mesele kalmaktadır:

Birinci Mesele

Bu tekrarın fayda ve hikmeti nedir? Deriz ki: Allah'ın hem rahmet, hem de azab orduları vardır. Şöyle de diyebiliriz: Allah'ın ordularının inişi, bazan rahmet, bazan azab için olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, sûrede ilk geçtiği yerde, bu orduların, mü'minlere rahmet olarak indiklerini beyân etmek için zikretmiştir. Nitekim bir başka ayetinde, "O, mü'minlere karşı rahimdir" (Ahzab, 43) buyurmuştur. İkinci geçtiği yerde ise, kâfirler üzerine azab indirdiğini beyan etmek için getirmiştir.

Allah'ın İzzeti

Allahü teâlâ dördüncü ayette, "Allah alîmdir, hakimdir" buyurmuş; bu (yedinci) ayette ise, "Allah azîz ve hakîmdir" buyurmuştur. Çünkü ayetteki "Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır" ifadesinde, beyân ettiğimiz gibi, bu orduların zikrinden maksad azabın şiddetine işaret olduğu için, Cenâb-ı Hak burada, aziz oluşundan bahsetmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah, azîz, intikam sahibi değil midir?"(Zûmer, 37) ve "Biz onları, muktedir bir azizin (kudret sahibinin) yakalayışıyla yakaladık" (Kamer, 42) ve "(Allah) azizdir, cebbardır" (Haşr, 23) buyurmuştur.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, mü'minlerin cennete girdirilmesi konusundan önce, göklerin ve yerin ordularını zikretmiş ve burada onları, kâfirlere azab etme ve onlar için cehennemin hazırlanışını zikretmeden sonra dile getirmiştir. Deriz ki: Burada güzel bir sıralama var: Çünkü Allahü teâlâ, rahmet ordularını indirir ve böylece mü'minleri, ikrama ve ta'zîme (saygıya) mazhar olmuş bir biçimde cennete girdirir ve sonra "ve onların günahlarını affeder" buyruğu ile onlara şeref elbiseleri giydirir. Nitekim, biz bunları açıklamıştık. Daha sonra "İşte bu, Allah indinde, en büyük kurtuluş ve saadettir" (Fetih, 5) ayetinin de ifade ettiği gibi, onlar için Allah'a bir yakınlık ve takarrub meydana gelir. Yakınlığın ve Allah katına varışın meydana gelişinden sonra, artık bu orduların vasıta ve aracı oluşu sona erer. Rahmet orduları önce inerler, sonra da yaklaşırlar. Kâfirin durumuna gelince, ona önce gazab olunur, derken uzaklaştırılır ve rahmet mıntıkasından çok uzak yerlere atılırlar. Bu yerler de cehennemdir. Bunlara azab melekleri musallat kılınır. Bu azab melekleri de, Allah'ın ordularıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O (cehennemin) üzerinde, İri cüsseli, sert karakterli melekler vardır. Onlar, Allah'ın emrettiği hususlarda asla isyan etmezler" (Tahrîm, 6) buyurmuştur. Bundan ötürü Allahü teâlâ, önce rahmet ordularını zikretmiş, daha sonra da, "Allah katında" tabiriyle, yakınlaşmayı dile getirmiştir. Burada da, "Allah onlara gazablanmış ve onlan rahmetinden kovmuştur" buyurmuştur ki, bu ilk önce, rahmetten uzaklaştırmayı zikrediştir. Allah Tealâ daha sonra da, "Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır" buyurmuştur.

Resulün Görevleri

8

Âyetin tefsiri için bak:9

9

"Muhakkak ki biz, seni bir şahid, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik ki, Allah'a ve peygamberine imân edesiniz, O'na yardım edesiniz, O'nu büyük tanıyasınız ve sabah-akşam onu tesbih edesiniz diye..."

Şahitlik

Müfessirler, "sahiden" kelimesi hakkında "Ümmeti üzerinde, yaptıklarına bir şâhid olarak..." manasını vermişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Peygamber de siz (ümmet-i Muhammed) üzerine bir şâhid olsun diye..."(Bakara, 143) buyurmuştur. Evla olan şöyle denilmesidir: Allahü teâlâ burada, "Muhakkak ki Biz, seni bir şâhid olarak gönderdik" buyurmuştur. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vazifesi, Allah'dan başka hiçbir ilah olmadığına şehadet etmektir ki, bu anlamda Cenâb-ı Hak "Allah şehâdet eder ki, kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. (Buna), melekler ve ilim sahipleri de (şehâdet ederler)"(Al-i İmran, 18) buyurmuştur. Bu ilim sahipleri, Allahü teâlâ'nın katından, kendilerine ilim vermiş olduğu kimseler, yani peygamberlerdir. İlimleri de, daha önce bilmedikleri şeyleri (vahiyle) öğrendikleridir. Bundan ötürü, Allahü teâlâ "Bil ki, yani şâhid ol ki, Allah'dan başka ilah yoktur" (Muhammed, 19) buyurmuştur.

Müjdecilik

Ayetteki, "mübeşşiren (müjdeci olarak)" ifadesi "o peygamberin şehadet ettiği şeyi kabul edip, buna göre amel edip, bu hususta Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e uyan kimseler için bir müjdeleyici..." manasındadır.

Uyarma

"Neziren" (bir uyarıcı olarak) tabiri de, "Onun şâhidliğini reddedip, bu hususta ona muhalefet eden kimseler için bir tehlikeyi haber veren bir uyarıcı olarak..." manasındadır.

Gönderilişinin Gayesi

Cenâb-ı Hak daha sonra, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i gönderişinin amacının, zikrettiği şu şey olduğunu beyân ederek, "Allah'a ve peygamberine iman edesiniz; O'na yardım edesiniz; O'nu büyük tanıyasınız; ve sabah-akşam O'nu tesbih edesiniz diye..." buyurmuştur. Bu ifadeye iki mana verilebilir:

1) Burada bahsedilen bu dört husus, daha önce zikredilmiş hususlara terettüb etmektedir. Buna göre, "Allah'a ve peygamberine iman edesiniz..." ifadesi, ayetin başındaki, "Muhakkak ki biz seni... gönderdik" ifadesine uygun düşer. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah tarafından gönderilmiş (görevlendirilmiş) bir peygamber olması, mükellefin Allah'a, peygambere ve peygamberin getirdiğine iman etmesini gerektirir.

Ayetteki, "bir şâhid olarak" ifadesi, mükellefin, Allah'ı ve dinini takviye etmesini gerektirir. Çünkü daha önce de açıkladığımız gibi, bu ifade, "O, Allah'dan başka hiçbir ilahın olmadığına şehadet eder" manasınadır. Buna göre, Allah'ın dini, haktır; uyulmaya layıktır. Ayetteki, "Bir müjdeci olarak" kelimesi de, mükellefin, Allah'a ta'zımini gerektirir. Çünkü mükellefin Allah'a ta'zimi, Allah'ın onu yüceltmesi gibidir. Ayetteki, "bir nezir (uyarıcı) olarak" ifadesi ise, Allah'ın elim ve şiddetli azab ve ikâbından korkarak, kötülük ve çirkinliklerden Allah'ın münezzeh olduğunu söyleyip, buna inanmayı gerektirir. Peygamber gönderme işi, iman aslına dayanır. Peygamberin sıfatına gelince mü'minin sıfatı da buna dayanır.

2) Bu sayılan şeylerden herbiri ayrı ayrı bu dört şeyi gerektirir. Buna göre, peygamberin peygamber oluşu; mükellefin Allah'a ve Resûlüne iman etmesini, onu desteklemesini, onu büyük bilmesini ve O'nu tesbihini gerektirir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah'ın birliğine şahid olması da, bunun gibi, zikredilen o dört şeyi gerektirir. Yine onun, bir müjdeleyici ve uyarıcı olması da böyledir.

"Fiilin başına lâm edatının gelmesi, ona taalluk eden, ama sıfata taalluk etmeyen, mukaddem bir fiili gerektirir. Binâenaleyh ayetteki (......) fiili, bir fiil gerektirir ki o da "gönderdik" fiilidir. Binâenaleyh "Sayılan bu işler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bir şahid ve bir müjdeci olarak gönderilişine nasıl terettüb eder?" denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: Bu şeyler, lafız cihetinden değil de, mana açısından bu şeye terettüb edebilir, Nitekim bir kimse, "kendisine ikramda bulunman için, sana bir âlim gönderdim" dediği zaman, bu ifade, gönderme işinin, ikramda bulunmanın bir sebebi olduğundan haber verir. Mana itibarıyla, gönderilen kişinin âlim oluşu, işte bu ikramda bulunmanın sebebidir. Bundan ötürü sen, "Kendisine ikram edesin diye, sana bir câhil gönderdim" deseydin, bu da doğru bir cümle olurdu. Lafız ile mananın arasını uzlaştırmak istediğimiz zaman şöyle deriz: Burada, sırf gönderme değil, şahid olarak elçi gönderme maksuddur. Tıpkı deminki misaldeki gibi sırf gönderme veya sırf âlim olma itibariyle değil, ikram edilmesi sebebiyle olması gibidir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Üç Sıfat Bildirmenin Hikmeti

Cenâb-ı Hak, Ahzâb Sûresi'nde "Biz seni muhakkak ki bir şâhid, bir müjdeci, bir uyarıcı ve Allah'ın izniyle Allah'a çağıran bir davetci, bir aydınlatıcı lamba kıldık"(Ahzâb, 45-46) buyurmuştur. Burada ise, Ahzâb Sûresi'nde zikredilen o beş sıfattan sadece üçünü zikretmiştir, bunun hikmeti nedir? Deriz ki: Buna şu iki bakımdan cevap verilebilir:

1) O ayet özellikle, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bahseden bir ayettir. Çünkü o sûrenin ekserisi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, onun hallerini anlatmaktadır. Biat, vaad ve Mekke'ye giriş gibi hususlar, bu sûrede anlatılmıştır, o sûrede anlatılmamıştır.

2) Şöyle deriz: Bu husus burada zikredilmiştir. Çünkü ayetteki, "sahiden" ifadesi, o peygamber kendi kendisine, "Allah'dan başka ilah olmadığına şehâdet ederim" deyip, insanları buna davet etmeyebileceği için, onun davet edici olmasını gerektirmeyince, Allahü teâlâ Ahzâb Sûresi'nde, "dâiyen" (tebliğci) buyurmuştur. Burada ise, onun bir şâhid olması, bir tebliğci olmasını gerektirmediği için, Cenâb-ı Hak, "Allah'a ve peygamberine iman edesiniz..." büyümüştür. Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bir "sirâc" (aydınlatıcı bir lamba) olduğuna delildir. Çünkü o, saygı gösterilmesi gerekli olan şeyler ile, tenzih suretiyle, haram kılınan kötülük ve fuhşiyyattan uzaklaşmayı gerektiren şeyleri getirmiştir ki, buradaki tenzih de, bir tür tesbihtir.

Sabah-Akşam İbadeti

Daha önce pek çok kereler, ayette "bukra" (sabah) ve "asîl" (akşam) kelimelerinin seçilmesinin, devamlılık manasına bir işaret olabileceği gibi, müşriklerin yaptıkları (ibadetlerin) hilafına bir durumu ifade için de olabileceğini, çünkü onların, putlara ibadet için Kâ'be'de, sabah ve akşam toplandıklarını, bunun üzerine de, daha önce çirkin ve nahoş şeyleri söyleyip yaptıkları o zamanlarda, tesbihatta bulunmakla emrolunduklarını söylemiştik.

Üçüncü Mesele

Ayetteki, "ona" zamirleri, Allah'a veya Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e râcî olabilir... Doğrusu, bu zamirlerin Allah'a râcî olmasıdır.

Resule Biat

10

"Gerçekten, sana biat edenler, Allah'a biat etmiş olurlar. Allah'ın eli, onların ellerinin üstündedir. Artik (bu biati) kim bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de, Allah ile sözleştiği şeye vefa ederse, (Allah da ona) büyük bir ecir verir".

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir resul olduğunu beyân edince, ona biat edenin, Allah'a biat etmiş olacağını söylemiştir.

Allah'ın Eli

"Allah'ın eli, onların ellerinin üstündedir" ifadesi, birkaç manaya muhtemeldir. Şöyle ki: Bu iki yerdeki "el" kelimesi, ya tek manayadır, yahut iki ayrı manadadır. Eğer bu kelimenin tek manaya olduğunu söylersek, şu iki izah yapılabilir:

a) "Allah'ın eli" (yedullah) tabiri "Allah'ın onlara olan nimeti, onların Allah'a (yani Allah'ın dinine) olan ihsanlarının üstündedir" manasındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bilakis sizi imana muvaffak ettiği için Allah size minnet eder" (Hucurât, 17) buyurmuştur.

b) Bu tabir, "Allah'ın onlara olan yardım ve nusreti, onların Allah'ın dinine olan yardımından daha kuvvetli ve daha yücedir" manasınadır. Nitekim Arapça'da (......) denilir ki bunun manası, "Üstünlük, muzafferiyet ve güç, falancaya aittir" şeklindedir.

Bu ayetteki iki "et" kelimesinin iki ayrı manaya geldiğini söylersek, bunun, "Allah" hakkında, koruma ve emin kılma; "biat edenler" hakkında da şu bildiğimiz "el" uzvu manasında olduğunu söyleriz. "El" kelimesi, "koruma" manasında mecazî olarak kullanılıp, alış-veriş esnasında taraflardan herbiri elini diğerine uzattığı zaman, işte alış-veriş yapan bu iki kişinin durumuna bakılarak böyle mecazî manada kullanılmıştır. Çünkü burada bu iki kişi arasında, alış-veriş tamamlanmaksızın bu ahdi bozmalarına engel olacak bir üçüncü kimse bulunur ve elini, bu ikisinin elleri üzerine kor. Böylece akit (alış-veriş) tamamlanıncaya kadar o ikisinin ellerinin birbirinden ayrılmamasına uğraşır. İşte eli, diğerlerinin eli üzerine koymak, alış-verişin muhafazası, yani bozulmaması için bir alamet olmuştur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, 'Allah'ın eli, onların elinin üstündedir" buyurmuştur ki bu, "Aracı, uzlaştırmacı üçüncü şahsın, alış-veriş yapan tarafların ellerini, iş bitmeden ayrılmaktan koruması gibi, Allahü teâlâ da, bu biatta onları korur, işi tamamlamalarını sağlar" demektir.

Ahdi Bozanın Zararı

Ayetteki, 'Artık (bu biati) kim bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur" cümlesine gelince, "el" kelimesinden maksad, nimet, yahut da yardım ve kuvvet manasındadır" dersek, bunu şöyle izah ederiz: "Bu böyledir. Çünkü kim ahdi bozarsa, az bir amel mukabilinde elde edeceği bol ihsanları kaçırmış, hüsrana uğramış ve bu ahdi, kendi aleyhine (zararına) olarak bozmuş olur."

"El" kelimesinden maksadın, "koruma-gözetme" manasında olduğunu söylersek, bu ifâde, "Allah'la biat etmiş olurlar" cümlesiyle ilgili olur ve "Ey Peygamber, her kim sana biat eder de, sonra bu biatim (ahdini) bozarsa, bu bozgunculuğunun zararı sana gelmez. Çünkü bu biat Allah iledir yani bunun zararı Allah'a da değildir. Çünkü Allah hiçbir şeyden mutazarrır olmaz. Dolayısıyla bu bozmanın zararı, ancak o insana raci olur." manasındadır.

Azim (Büyük) Kavramı

Cenâb-ı Hak "Kim de, Allah sözleştiği şeye vefa ederse, (Allah da ona) büyük bir ecir verir" buyurmuştur. Daha önce, "büyük" sıfatının cisimler için kullanıldığını, cisimde ancak, boy, en ve yükseklik gibi hallerin bulunması halinde, onun için bu kelimenin kullanılabileceğini, binâenaleyh yüksek ama dar bir dağ hakkında, "yüksek, yüce dağ" tabirinin kullanılabileceğini, bu yüksekliğinin yanında, dört bir taraftan geniş ve engin olursa ancak o zaman "büyük" denilebileceğini söylemiştik. Mükâfaat (ecir) de bunun gibidir. Çünkü cennetin yiyecekleri, en yüce cins ve kalitede olup, son derece boldur, kesintisiz olarak, ebediyyen devam eder. Böylece de, cennetin yiyeceklerinde "büyük" sıfatının kullanılabileceği bir özellik vardır. "Büyük (azîm)" kelimesi, Allah hakkında ise, tıpkı cisim hakkında kullanıldığında, onun cihetleri hususundaki mükemmelliğine işaret etmesi gibi, sıfatları hususunda Allah'ın kemâline bir işarettir.

Münafık Bahanesi

11

"Bedevilerden geri kalanlar, yakında sana, "Mallarımız ve ailelerimiz bizi meşgul edip, alıkoydu. Bizim için istiğfar et" diyecekler. Onlar, kalblerinde olmayan şeyi, dilleriyle söylerler. Sen de ki: "Allah size bir zarar, yahut bir fayda dilerse, (Allah'ın iradesinden) hiçbir şekilde sizi bundan engelleyecek yoktur. Hayır, hayır. Allah yaptığınız şeylerden haberdardır".

Cenâb-ı Hak, münafıkların durumunu anlatınca, savaşa gitmekten kaçanlardan da bahsetmiştir. Çünkü bazı bedeviler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hezimete uğrayacağını hesap ettikleri için, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte savaşa çıkmaktan imtina etmişlerdi. Çünkü onlar, "Mekkeliler, Medine'nin hemen kapısında savaşıyorlar. Binâenaleyh onlar, müslümanların şehrine girip, kendilerini çepeçevre kuşattığında, müslümanların hali çok perişan olacak" diye düşünmüşler ve bundan dolayı, savaşa katılmamak için mazeret bulmaya çalışmışlardır. Onların, "Mallarımız ve ailelerimiz bizi meşgul etti" demelerinde, çok açık bir şekilde mazeret ortaya koyma olduğunu gösteren şu iki husus var:

a) Onlar, "meşgul etti" demişler; mutlak olarak, "Bizi mallar meşgul etti" dememişlerdir. Çünkü mal biriktirmek, özür olmaya elverişli değildir, çünkü übunun zoru yoktur. Ama toplanmış-birikmiş olan malları dağılmaktan muhafaza etmek ve elden çıkartmaya gayret etmek, mazeret olmaya daha elverişlidir. İşte bundan dolayı onlar, "Bizi mallarımız, yani mutlak mal-mülk değil, kendi malımız olan şeyler..." demişlerdir.

b) "Ve ailelerimiz..." 'ifadeleri... Çünkü birisi onlara, "Mal ve onu korumak sizi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e uymaktan alıkoyacak bir dereceye çıkmamalı" demiş olsa, onlar, "Ama ailelerimiz ile meşguliyetimiz savaşa katılmamıza mânidir ve onları korumak, bizim en önemli işimiz ve vazifemizdir" diyebilirlerdi.

Kalblerinde Olmayan Şey Dillerinde

Daha sonra onlar bu mazeretleri ileri sürerek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yalvarıp-yakarmış ve "Bizim için af dile" yani, "Biz mazeretlerimizin yanı sıra, bu harbe katılmayışın kötü olduğunu da biliyoruz; (ne olur) bizim için mağfiret talebinde bulun ve savaşa çıkmayışımızı bağışla" demişlerdir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak onların yalan söylediklerini açıklayarak, "Onlar, kalblerinde olmayan şeyi, dilleriyle söylerler" buyurmuştur. Bu hususta, şu iki izah muhtemeldir:

1) Bu kalblerinde olmayanı, dilleriyle söyleyip, yalan konuşmaları, onların, "Bize istiğfar et" demeleriyle ilgilidir, (yani bunu yalancıktan söylüyorlar). Bunun özü şudur: Onlar, savaşa katılmamakla, günahkâr olduklarını ortaya koymaya ve bundan dolayı istiğfar istediklerini göstermeye çalışmışlardır. Ama aslında buna gönülden inanmamakta, savaşa katılmamakla isabet ettiklerine inanmaktadırlar.

2) Onların savaştan imtina edişlerinin yegâne sebebinin bu olduğunu göstermek için, "... meşgul etti" demişlerdir. Halbuki buna gönülden inanmamakta, aksine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü'minlerin ezilip, mağlup olacaklarına inandıkları için, savaşa yanaşmamışlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususu beyan için, ileride, "Daha doğrusu siz, peygamberin de, mü'minlerin, ailelerine hiç dönmeyeceklerini sandınız" (Fetih, 12) buyurmuştur.

Ahirette Haliniz Ne Olacak?

"De ki: "Allah size bir zarar, yahut bir fayda dilerse, (Allah'ın iradesinden) hiçbir şekilde sizi bundan engelleyecek yoktur" cümlesi, "Sizler zarardan kaçıyorsunuz, böylece de Allah'ın ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emrini bırakıyor, ardında selâmetin (kârın) geleceğine inanıyorsunuz. Şayet Allah, size bir zarar dilerse, savaştan geri durmanız, Allah'dan gelecek hiçbir zararı engellemiş olmaz ve size fayda vermez" demektir. Yahut da, "Sizler, savaşın ve savaşanların vereceği zarardan korunmak istiyor, aileniz ve beldeniz içinde kalışınızın, sizi düşmandan koruyacağını sanıyorsunuz. Hadi diyelim ki, kendinizi böyle bir zarardan korudunuz. Ama, daha fazla kaçınmanız gereken, âhiret azabını sizden kim defedecek?" demektir. Yâsîn Sûresi'nde, "Eğer Rahman size bir zarar murad ederse... "(Yasîn, 23) ayetini tefsir ederken, sözün mü'minlere yönelik olması durumunda bâ harfi cerrinin, "zarar" kelimesinin başına getirildiğini, Kur'ân'ın başka ayetlerinde de aynı üslupla, "Eğer Allah bana bir zarar murad etmişse... "(Zûmer, 38) ve "Eğer Allah, sana bir zarar dokundurursa..." (En'am, 17) buyurulduğunu; ama bu söz kâfirler hakkında söylendiğinde, bâ harf-i cerrinin, kâfirleri gösteren zamirin başına getirilerek kullanıldığını açıklamıştık. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak burada da, bâ harf-i cerrini, kâfirleri gösteren "sizin" zamirinin başına getirerek (......) buyurmuştur. Yine Ahzab sûresinde, "Eğer Allah size bir kötülük dilerse, sizi Allah'dan kim koruyacak?" (Ahzab, 17) buyurmuştur.

Yâsîn Sûresi'nde, bu ikisi arasındaki ayırıcı farkın ne olduğunu açıkladık. Bu hususu, Yâsîn Sûresi'nin tefsirini mütalaaya teşvik edici olsun diye, burada tekrar etmiyoruz. Çünkü Yâsîn Sûresi, nâdir incilerin yer aldığı bir sûredir, "Hayır, hayır. Allah yaptığınız şeylerden haberdardır" yani "Zahiren harbedecek gibi görünüp, kalbinizde ard niyetler saklamanızdan haberdârdır" demektir.

Mü'minlerin Mağlubiyetini Beklediniz

12

"Daha doğrusu siz, peygamberin de, mü'minlerin de ailelerine hiç dönmeyeceklerini sandınız. Bu, sizin kalblerinizde süslü (bir fikir gibi) görünüp, kök saldı. Kötü zanda bulundunuz. (Bu yüzden, Allah indinde)

helake mahkum bir kavim oldunuz" (Fetih, 12).

Bu, "Eğer savaştan geri kılışınız olmasaydı, "Peygamberin geri dönebileceğini zannetmiyoruz" demezdiniz. ifadesinin başındaki "en" edatı, şeddeli "enne"nin hafifletilmiş (şeddesiz) halidir. Binâenaleyh bu, "Sizler onların artık hiç dönmeyeceklerini sandınız" takdirindedir.

"Bu sizin kalblerinizde süslü (bir fikir gibi) göründü" cümlesi de, "Siz işin başında böyle düşündünüz. Derken şeytan, bu fikrinizi size süslü ve çok isabetli gösterdi. Böylece siz de buna iyice inandınız" demektir. Bu böyledir, çünkü şeytan asılsız şüpheleri bazan süsler ve o şüphelere, her ne kadar akıllı olan kimse bunların şüphe olduğunu kesin bilse bile, gafil kimselerin kesin hakikat sanacağı bazı hayaller ve düşünceler katar.

Ayetteki, "ve kötü zanda bulundunuz" cümlesi ile ilgili şu iki izah muhtemeldir:

a) Bu atıf başkalığı gerektiren bir atıftır. Buna göre bu cümledeki zan, ayetin başındaki, "zan"dan farklıdır. Bu durumda bu ikinci "zann"ın, ya "Allah'ın, vaadinden cayıp (müslümanlara muzafferiyet vermeyeceğini sandınız" yahut da "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yalan söylediğini sandınız" manasında olması muhtemeldir.

b) Buradaki "zann" ile, önceki ifadede geçen, "Peygamber ile mü'minlerin hiç dönmeyeceği" zannı kastedilmiştir. Bu durumda bu ifade, tıpkı "Bu meseleyi, başkasını değil, bunu bildim" denilmesi gibidir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Hayır, siz, peygamber ve mü'minlerin dönmeyeceğini sandınız. Halbuki bu zannınız, kötü ve yanlış bir zarıdır" demektedir. Kötü zannın ne demek olduğunu daha önce anlatmıştık. Ayettteki, cümlesiyle ilgli şu iki izah yapılabilir:

a) "Siz bu zannınız ile helak oldunuz.

b) Sizler, aslında zaten helak olacaksınız ve böyle bir kötü zanda bulundunuz."

13

"Kim Allah'a ve Resulüne imân etmezse, muhakkak bilsin ki o kâfirler için çılgın bir ateş hazırladık".

Geçen ayetteki "kötü zann"ın, kâfirlerin "Peygamber ve mü'minlerin dönemeyeceği zannından başka bir zan manasında olduğunu söylememiz halinde, bu ayetin manası açıktır. Çünkü bunun, onların, ya "Allah'ın vaadinden cayacağını sanmaları, yahut da Resûlüllah'ın yalancı olduğunu sanmaları manasında bir kötü zan olduğunu biraz önce beyan etmiştik. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Kim Allah'a ve Resûlüllah'a inanmaz da, Allah'ın (hâşâ) vaadinden cayacağını ve Resûlüllah'ın (hâşâ) yalancı olduğunu sanarsa, onun için çılgın bir ateş hazırlamışız" buyurmaktadır. Allah'ın ayetin sonunda, "onun için" yerine, "kâfirler için..." demesinde söyle bir incelik vardır: Bu ayetin hükmünün bütün kâfirleri kapsadığını belirtmekte ve Cenâb-ı Hak sanki, "Kim Allah'a inanmazsa, o kâfirlerdendir ve biz, kâfirler için o çılgın ateşi hazırladık" buyurmuştur.

Hakimiyet Allah'ındır

14

"Göklerin ve yerin hakimiyeti Allah'ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Allah gafur ve rahimdir"

Cenâb-ı Hak, biat edenler için büyük bir ecrin; sapık olup kötü zanda bulunanlar için de elîm bir azabın bulunduğunu beyân edince, birincileri kendi meşîeti (dilemesi) ile affedip, sonrakileri yine kendi meşietiyle azab edeceğine işaret etmiştir. Allah'ın gufranı ve rahmeti herşeyi içine alır, herşeyi kuşatır ve herşeyden daha mükemmeldir.

Ayetteki "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır" ifadesi, o iki şeyin de pek kıymetli ve şiddetli olduğunu ifade eder. Çünkü mülkü böylesine büyük olanın, ecti ve hibesi de, son derece büyük olur. Yine azabı ve cezası da son derece elîm ve son derece ibret verici olur.

Ganimet Taksiminde Koşma

15

"Siz, ganimetler almak için gittiğiniz zaman, o geri kalanlar diyecekler ki, "Bırakın hiz de arkanızdan gelelim." Onlar (bununla), Allah'ın sözünü değiştirmeyi isterler. De ki: "Bizim arkamıza asla düşemezsiniz. Allah, daha evvel böyle buyurmuştur." Bunun üzerine, "Hayır, siz bize hased ediyorsunuz" diyecekler. Bilakis, onlar, pek az anlar kimselerdir".

Allahü teâlâ, bu ayetle, savaştan geri kalan o kişilerin yalancı olduklarını iyice ortaya koymuştur. Çünkü onlar, ganimetler için gidildiğinde, o ganimetlerden kendilerine de pay çıkacağını umarak, kendiliklerinden, "Bırakın, biz de sizinle gelelim, peşinize takılalım" derler. Siz onları Mekkelilere karşı çağırdığınızda, malları ve aileleri onları meşgul ediyor da, ganimet söz konusu olunca, her nasılsa meşgul etmiyor! Ayette bahsedilen "ganimetler" ile, Hayberlilerden ele geçirilen ganimetler ve Hayber'in fethi kastedilmiştir. Müslümanlar bu malları, ganimet alırken, sadece Medine'de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le beraber olan mü'minler vardı. Ayetteki, "o geri kalanlar diyecekler ki (...)" cümlesinde, savaşa evet deyip, bu konuda muvafakat gösterenlere, ganimetin vaadi; savaştan geri durup, bu konuda muhalefet çıkaranlara da ganimetten mahrumiyet vaadi (!) vardır.

Allah'ın Sözünü Değişteremezsiniz

Ayetteki, "Onlar (bununla), Allah'ın sözünü değiştirmeyi isterler. Deki: "Bizim arkamıza asla düşemezsiniz. Allah, daha evvel böyle buyurmuştur" ifadesi, birkaç manaya muhtemeldir:

a) Bu, Allahü teâlâ'nın, "Hayber ganimetleri, ancak Hudeybiye'de bulunan ve biati (rıdvânı) yapanlar içindir, başkaları için değildir" şeklindeki hükmüdür. Müfessirlerce, en meşhur ve ayetteki, "Allah daha evvel böyle buyurmuştur" ifadesine en uygun düşen izah budur.

b) Ayetteki, "Onlar (bununla), Allah'ın sözünü değiştirmeyi isterler" cümlesinde bahsedilen, "Allah'ın sözü", "Allah onlara karşı gazablanmiş..."(Fetih, 6) şeklindeki ilahî hükümdür. Bu böyledir. Çünkü eğer onlar savaşta size tâbi olmuş olsalardı, kendilerine ganimet vaad olunan "rıdvan biatim" yapan o (seçkin) kimselerin durumuna düşerler ve böylece Hak teâlâ'nın, "Allah, o ağacm altında sana biat eden mü'minlerden razı olmuştur" (Fetih,18) ayetinde de beyan ettiği gibi, Allah'ın razı olduklarından olurlardı ve Allah'ın gazab ettiklerinden olmamış olurlardı. Böylece de Allah'ın sözünün-hükmünün değiştirilmesi gerekirdi. (Bu ise caiz değildir).

c) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, o belli kimseler (bedeviler) ayrılıp savaşa katılmayınca, Allahü teâlâ peygamberini, onların içlerindeki gerçek niyet ve düşüncelere muttali kıldı; onların münafık olduklarını açıkladı ve onlara azab edeceğini bildirdi. Bunun üzerine Hak teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "sizler, benimle asla savaşa çıkmayacak ve düşmanla savaşmayacaksınız" demesini emretti (Tevbe, 83). Binâenaleyh onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le birlikte çıkma hakkındaki bu ilahî hükmü değiştirmek istediler.

"Sizin delil getirdiğiniz bu ayet, bu hâdise hakkında değil, Tebük savaşı hakkındadır" denilemez, çünkü, biz diyoruz ki burada, nehiy sîgası olan, "Bize uymayınız" ifadesinin yerine olumsuzluk sîgası üzere getirilen, "Bize kesinlikle uymayacaksınız..." fiilinde, şöyle bir incelik bulunmaktadır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), habere güvenip, onun doğruluğuna kesinkes inandığı için, bu olumsuzluğu, Allah'ın, onların adına vermiş olduğu habere dayamış, böylece kesin bir ifâde kullanarak, "Bize kesinlikle uymayacaksınız" buyurmuştur ki, bu, "şayet ben size müsaade etsem ve size emretsem, yahut da siz isteseniz ve tercih etseniz bile, Allah'ın verdiği haberden dolayı, bu husus sizin için mümkün olmaz, gerçekleşmez.." demektir.

Cenâb-ı Hak ayetteki "Allah, daha evvel böyle buyurmuştur..." ifadesine bir cevap olarak, onların "Hayır, siz bize hased ediyorsunuz..." diyeceklerini belirtmiştir ki, bu, "Onlar, "Allah daha önce böyle demedi; tam aksine sizler hased ettiniz.." demektir. Bu ifadenin başındaki (-bel) ifadesi idrâb" (intikal, bir başka şeye geçiş) için olup, kendisinden intikal edilen (madrubun ânh) ise, her iki yerde de mahzûftur. Burada bu, "Allah böyle demedi..." takdirindedir.

İmdi eğer: "Hangi şey sebebiyle onların inancında böyle bir haset (düşüncesi) bulunmuştur?" denilirse biz deriz ki: Onlar adeta şöyle demişlerdir: "Biz, savaşa katılmama hususunda isabet etmişiz. Çünkü o mü'minler, Hudeybiye'den, ganimetsiz dönmüşlerdir. Biz ise dinlendik, istirahat ettik. Şimdi biz o mü'minlerle birlikte savaşa katılırsak ve bu savaşta da ganimet tahakkuk ederse, o mü'minler, "Bunlar da bizimle beraber zahmet çekmedikleri halde ganimet aldılar" derler."

Daha sonra Cenâb-ı Hak, o münafıkların reddiyede bulundukları şekilde onlara karşı bir reddiyede bulunarak, "Bilakis onlar, pek az anlar kimselerdir" buyurmuştur. Yani, "Senin, "Bizimle beraber çıkmayınız" şeklindeki sözünden, onlar sadece zahirini anlayabildiler ve onun hükmünü, pek azı müstesna, anlayamadılar da, böylece bu hükmü, kendilerinin murad ettiği şey manasına hamlettiler de, bunu haset olarak nitelediler" demektir.

Savaşa Çağrı

16

"Bedevilerden o geri bırakılanlara de ki: Siz yakında çetin bir harb ehli olan bir kavme, siz kendileriyle savaşmak, yahut (muharebesiz) onların müşlüman olmalarını sağlamak üzere davet olunacaksınız. Artık, (onlarla dövüşmek hususunda) itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfaat verir; eğer daha önce döndüğünüz gibi dönerseniz, sizi, elem verici bir azâb ile azablandırır...".

Sa'lebe Ve Diğer Münafıklar

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Bize asla tabi olmayacaksınız..." (Fetih, 15) ve "Asla benimle çıkmayacaksınız" buyurup, savaştan geri bırakılanlardan, muhtelif kabilelerden meydana gelmiş olan büyük bir topluluk olunca, onların tövbelerinin kabul edildiğini beyan etme ihtiyacı doğmuştur. Çünkü onlar, hep bu hal üzere kalmamışlar ve yine onlar, hep nifakta direten kimselerden de olmamışlardır. Bilakis onlardan halini güzelleştirenler ve kalbini ıslah edenler vardır. Böylece, onların tövbelerinin kabul edildiğine dair bir ipucu verilmek istenmiştir ki bu, onların, güçlü bir toplulukla savaşmaya davet edilmeleri ve bu hususta muti olmalarıdır. Ama, Sa'lebe'nin durumu böyle değildir, zira o, (önce) zekâtını vermek istememiş, daha sonra o, zekâtını getirmiş, ama bu sefer de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu kabul etmemiş ve bu iş, bu hal üzere sürüp gitmiş, sahabeden hiç kimse de onun zekâtını kabul etmemiştir. Eğer Cenâb-ı Hak onların böyle bir savaşa davet edildiklerini beyan etmemiş olsaydı, onların hali de bu şekilde devam edip gidecekti.. Çünkü onlar, şayet itaat ederlerse, onlara büyük bir mükâfaat verilecektir. Halbuki, daha önce sahabeden hiç kimse, onların Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tâbi olmalarına müsaade etmiyorlardı. Dolayısıyla, Sa'lebe'nin durumu ile bunların durumu arasında, şu iki bakımdan fark vardır:

a) Sa'lebe'nin halinin, Allah'ın ilm-i ezelîsinde değişmediğinin, dolayısıyla da, Cenâb-ı Hakk'ın, onun tevbesini kabul ettiğine dair herhangi bir alâmet ve ipucu açıklamadığı; bedevî Arapların durumlarının ise değişmiş olduğu söylenebilir. Çünkü, ehl-i sünnet mezhebine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sonra, münafıklardan hiçbiri nifakı üzere devam etmemiştir.

b) Böyle bir topluluğun ve büyük bir kalabalığın durumunun beyan edilmesine ihtiyaç son derece şiddetlidir. Şayet böyle bir açıklama olmasaydı, bu iş, müşlüman zümreler arasında fitne çıkmasına sebep olurdu.

Savaşılacak Topluluklar

Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz, yakında çetin bir harb ehli olan bir kavme ... davet olunacaksınız..." ifadesi hususunda şu izahlar yapılmıştır:

1) En meşhur olan görüşe göre, bunlar, yani kendileriyle savaşılacak olanlar, Hanifeoğullarıdır. Çünkü bunlar, Müseyleme'ye tâbi olmuşlardı.. Onlarla, (daha sonra) Hazret-i Ebu Bekir savaşmıştı.

2) Bunlar, Farisîler ile Bizans imparatorluğudur. Bunlarla da, Hazret-i Ömer savaşmıştır.

3) Bunlar, Hevazin ve Sakîf kabileleridir ki, bunlarla da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) savaşmıştır.

Münafıklar

Bu izahlardan daha kuvvetli olan ise şudur: Her ne kadar başkası daha açık olsa bile, bu davet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından yapılmıştır. Bu görüşün kuvvetli oluşunun delili ise şudur: Ehl-i sünnet, Arapların durumunun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında apaçık hale gelip belirginleştiği ve geride ya küfrünü ilân etmiş bir kâfirin, yahut da her kötülükten arınmış muttaki mü'minin kaldığı hususunda; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, münafıkların ölüleri üzerine namaz kılmaktan kaçındığı, mü'minlerin de münafıklarla içli-dışlı yaşamaktan kaçındıkları hususunda ittifak etmişlerdir. Öyle ki, Ubâde İbn Ka'b, mü'minlerin arasında yaşamasına rağmen, bir müddet, mü'minler onunla konuşmamalardır. Allah'ın, münafık olan kimsenin halinin apaçık ortaya çıktığına dair bir alamet olarak belirtmiş olduğu hususa gelince, sen bak.. Eğer onların hali, bu alamet olmaksızın da belirginleşmiş ise, bunu, o münafıkların alâmeti kılmanın bir manası yoktur. Yok eğer, durum, bu alametin ortaya çıkmasıyla anlaşılmışsa, bu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında olmuştur. Çünkü Hazret-i Peygamber şayet, onların kendisine tabi olmalarını kabul etmekten kaçınmışsa, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ona tâbi oyunuz"(A'raf, 158) veyine, "Bana tâbî olunuz..." (Al-i İmran,31) ifâdelerinden dolayı, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer de kaçınmıştır.

İmdi eğer: "Bu, şu iki sebepten dolayı zayıftır:

a) Hazret-i Peygamber, "Asla bana tâbi olmayacaksınız" ve "Asla benimle beraber (savaşa) çıkmayacaksınız" (Tevbe,83) ifadelerinden dolayı, daha nasıl onlar, bu olumsuz ifadelere rağmen, ona tâbi olabilirlerdi?

b) Bu ayetteki "Çetin bir harb ehli..." kelimesi. Binâenaleyh, artık bundan sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için, çetin bir harb ehli ile savaşması söz konusu olamaz.. Çünkü, ilahi korku, insanların kalblerine hükümran olmuş, artık bundan sonra, kâfirlerin şiddet ve kuvveti kalmamıştır. Ekseri ulemanın ittifakı da kuvvet ve hakimiyetin zuhuruna delâlet etmektedir.." denilirse, biz diyoruz ki: Bunlardan birincisine şu iki şekilde cevap verebiliriz:

a) Bu ifadelerin mutlak değil, mukayyet oldukları kabul edilip, takdirinin, "Sizler, üzerinde bulunduğunuz hali sürdürdüğünüz müddetçe, asla benimle (savaşa) çıkamayacaksınız.." şeklinde olmasıdır. Böyle bir kayıtlamanın yapılması gerekir; zira biz, onlardan müslüman olup da İslâm'ı güzelce yaşayanlar bulunduğu; hatta, ekserisinin bu vasfı taşıdığı hususunda ittifak etmişizdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Cenâb-ı Hakk'ın, "Size selâm verene (...) "Sen mü'min değilsin" demeyin" (Nisa, 94) hitabından dolayı, onlara, "Sizler müslüman değilsiniz" demesi uygun olmaz.. Onların müslüman olduklarını kabul etmiş olmasıyla da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in artık, kendilerine cihâda katılmak farz olduğu halde, onların Allah yolunda cihad etmelerine mani olması caiz değildir. Binâenaleyh, işte bu durum, bir kayıtlamadır. Üstelik onların, iyi halleri de ortaya çıkmıştır. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları savaşa çağırmıştır da, onlardan birtakım kimseler onun bu davetine icabet etmiş, diğer bazıları ise, bundan imtina etmiş; böylece de onların durumları ortaya çıkmıştır. Derken, küfrünü devam ettirenler, kalbi iman üzere karar kılmış olan kimselerden seçilip ayrılmıştır.

b) "Sizler asla bana tâbi olmayacaksınız" cümlesinden, "sadece bu savaşta"; "Sizler, asla benimle çıkmayacaksınız.."(Tevbe, 83) cümlesiyle de, "Bu savaşın dışındakilerde..." manaları kastedilmiş olup, bunlar, Tebük gazvesinde savaşa katılmayan münafıklardır. Ulemânın ekserisinin ittifakı meselesine gelince, biz deriz ki: Bizimle onlar arasında (bu hususta) bir muhalefet yoktur. Biz diyoruz ki, onları ilk önce Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) savaşa davet etmiş, daha sonra Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) da bunun olabileceğini, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in tatbikatından öğrendiği için, onları karşı tarafla savaşa davet etmiştir. Biz ancak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onları savaşa davet etmiş olduğunu kabul ediyoruz..

Şayet onlar: "Onları savaşa davet eden, Hazret-i Ebû Bekir'dir" derlerse, bu iki görüş arasında bir tezat meydana gelmez. Yok eğer onlar, "Onları Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) savaşa davet etmemiştir" derlerse, bu hususun böyle olduğuna kesin gözüyle bakmak son derece akıldan uzaktır. Çünkü, bu hususun benim dediğim şekilde olmuş olması da mümkündür. Nasıl böyle olmasın ki?! Hazret-i Peygamber, ifâdesini Kur'ân'da bulan bir tarzda, "Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tâbi olunuz,." (Al-i İmrân, 31) ve "Bana uyunuz; işte bu, dosdoğru bir yoldur., "(Zuhruf, 61) buyurmuştur. Onlardan, Allah'ı sevip, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ittibâı seçen kimseler vardır. Çünkü artık, İslâm dairesinin genişlemesinden ve bütün Arap yarımadasının iman üzere ittifak etmesinden sonra, bunların nifak ve küfür üzerinde ittifak etmiş olarak kalmaları uzak bir ihtimaldir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Asla bana uymayacaksınız..."dediği gün ise, Arapların ekserisi küfür ve nifak üzerinde idiler. Çünkü bu ifâde, Mekke fethedilmeden ve birçok kale düşürülmeden önce söylenmiş bir sözdür.

Karşı tarafın "Artık Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İçin güçlü ve kuvvetli bir topluluk ile savaşması söz konusu değildi.." şeklindeki görüşlerine gelince, biz diyoruz ki: Biz bunu kabul edemeyiz. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hudeybiye yılında, onları harbe davet etmiştir. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kureyş'in, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in savaş istemediğini anlasınlar diye, beraberinde kurbanlık hayvanlar (el-hedy), koyunları alarak ikramlı vaziyette sefere çıkmıştı. Ama, onlar imtina etmiş, buna katılmak istememişlerdi. Bunun üzerine de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sizler yakında, çetin bir harb ehli olan bir kavme ... davet olunacaksınız" buyurmuştur. Silahlı ve muharip olan bir hasmın, kuvvet ve güç bakımından böyle olmayandan daha kuvvetli olacağı hususunda şüphe yoktur. Böylece, Mekkelilerin durumundan, onların, ne bir hac yapana, ne de umre yapana saygı duymadıktan anlaşılıyordu. O halde, ayetteki, ifadesinden, "silahlı ve alabildiğine güçlü kuvvetli kimseler" manası anlaşılmaktadır.

Şeyheynin Hilafeti

Bu savaşa davet edenin Ebû Bekir ve Ömer (radıyallahü anh) olduğunu ileri sürenler, bu ayetle, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer'in halifeliği hususunda istidlalde bulunmuşlardır ki, bu ayetin bu manaya delâleti açıktır. Bu durumda, ayetteki, "Siz kendileriyle savaşmak, yahut, onların müslüman olmalarını sağlamak üzere..." ifâdeleri, bu ikisinden birisinin meydana gelebileceğine bir işarettir. ifâdesi, "Sizler, onlar müslüman oluncaya değin onlarla savaşırsınız.." manasında olmak üzere, başında bir (......) edatı gözetilerek nasb ile (ev yuslimû) şeklinde de okunmuştur ki, bu hususun hakikati şudur: edâtt, ancak iki farklı şey . arasına girer ve hasr manasını ifâde eder. Bu sebeple meselâ Arapça'da "Sayı, ya çifttir, ya da tektir" denilmektedir. İşte bundan dolayı, ifâdesi kullanılmaz. Ama, o "sayı çifttir veya beştir veya bu ikisinin dışında başka bir şeydir" gibi ifadeler kullanılabilir. Bunu iyice kavradığına göre, meselâ bir kimsenin, "Hakkımı (alacağımı) verinceye kadar, senden ayrılmayacağım..." sözünden, zamanın, şöyle iki kısma ayrıldığı anlaşılır:

1) Kendisinde, ayrılmamanın bulunduğu zaman,

2) Kendisinde borcun ödendiği zaman.. Binâenaleyh, ayrılmayış ile borcun ödenişi arasında, kendisinde ayrılmayışın ve borcu ödemenin olmadığı bir zaman dilimi yoktur. Böylece, bir kimsenin ifâdesinde de naklolunduğu gibi bu kimsenin ifâdesinde, bu ayrılmama zamanı borcun ödenmesine kadar devam ettiği için (fark yoktur). Bu da, bu davette bulunan kimsenin, Hazret-i Ömer; kendisiyle savaşılan kavmin de, İran ve Bizans İmparatorlukları olduğunu söyleyenin görüşünü zayıflatır. Çünkü bu iki grup da, cizye vermeyi kabullenmişlerdir. Binâenaleyh, onlarla savaşmak, cizyeyi ödedikleri düşünüleceği için, müslüman olmalarına değin uzayıp gitmez.

Ayetteki, "Artık, itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfaat verir; eğer daha önce döndüğümüz gibi dönerseniz..." ifadesinde bir incelik vardır: Şöyle ki, yüz çevirme, eğer Cenâb-ı Hakk'ın da, "Âmâya bir zorluk yoktur.. "(Fetih, 17) buyurduğu gibi, bir mazerete mebnî ise, yüz çeviren için elim bir azâb olamaz. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Eğer daha önce döndüğünüz gibi dönerseniz..." buyurmuştur ki bu, "Eğer sizin bu yüz çevirmeniz, daha evvel de, kalblerinizle değil de lisanlarınızla, "Mallarımız ve ailemiz bizi alıkoyuyor.." (Fetih,11) dediğiniz gibi, bozuk zannınız ve bâtıl inancınıza mebnî ise, bilesiniz ki Allah size, elîm bir azâbla azâb edecektir..." demektir.

Askerlikte Özür Halleri

"Âmâya, vebal yoktur; topala vebal yok; hastaya vebal yok. Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, (Allah) onu, altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. Kim geri kalırsa, onu da, elem verici bir azâbla azattandım.

17

Âyetin tefsiri için bak:19

18

Âyetin tefsiri için bak:19

19

Andolsun ki, Allah mü'minlerden, seninle o ağacın altında bîat ederlerken razı olmuştur da, kalblerindekini bilerek, üzerine kuvve-i maneviyyeyi indirmiş ve onları, yakın bir fetih ile ve alacakları birçok ganimetlerle mükâfaatlandırmıştır.. Allah mutlak galibtir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir..".

Cenâb-ı Hak, bu ayeti ile, savaştan geri kalıp, ona katılmayacak olanlar ile, savaşı bırakmaya sebep teşkil edecek durumları beyan etmiştir ki, bu da, hücum etmeye, ya da, geri hamle yapmaya mani olan hallerdir. Bu hususu Cenâb-ı Hak, şu üç sınıfla kayıtlamıştır:

1) Körler... Çünkü, körün, düşmanın üzerine atılması ve onu kovalaması mümkün olmadığı gibi, düşmandan korunması ve kaçması da mümkün değildir. Topal ve hastanın durumu da böyledir. Eli kesik ve kötürümün hali de, topalınki gibidir. Hatta mazeretli olmaya bu daha layıktır. Topal olan kimsenin, bu topallığı, düşmana hücumuna ve düşmandan kaçmasına manî değildir. Dolayısıyla mazur sayılmaz. Dalağın şişmesi ve öksürük gibi, düşmana hücuma ve düşmandan kaçmaya manî olmayan önemsiz hastalıklar da böyledir. Çünkü kişi bu hastalıklar sebebiyle kuvvetinden kaybetmiştir. Bazı mafsalların ağrıması ise bir mazeret olmaz. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bunlar, bizzat mücahidde bulunan mazeretlerdir. Bizim için, sahibinin kendisine muhtaç olduğu şeylerle, çocuk veya hasta gibi, kendilerini koruyan kimseler bulunmadığında perişan olacak kimselerle meşgul olma gibi, kişiye hareket kabiliyeti kazandırmayan ve haricî bir mazeret sayılan fakirlik de söz konusudur. Binâenaleyh bu konudaki mazeretler, fıkıhdan öğrenilir. Biz ise, tefsirle ilgili olanlar hususunda, şu gibi bazı meseleleri beyân ederek açıklamada bulunacağız:

Cenâb-ı Hak, seferdeki (savaş için olan) mazeretleri dile getirmiştir. Çünkü bunların dışında kalan mazeretlerin ber-taraf edilmesi mümkündür. Ama bir topallık ve körlük bertaraf edilemez.

Üç Ksım Dışındakiler

Hak teâlâ bu ayette, sadece üç sınıf kimseyi mazeretli olarak saymıştır. Çünkü mazeret (özür), ya bir uzuvdaki arıza, yahut da kuvvetteki arıza sebebiyle olur. Uzvun arızalı olması sebebiyle olan özür, kendisiyle düşmana ulaşmaya ve savaş meydanlarına geçmeye manî olan özürlerdir. Yahut da, harb meydanlarında bulunmaya ve oraya ulaşmaya manî, sayesinde tam bir fayda sağlanan uzuvdaki özürdür. Birincisi ayak, ikincisi ise göz ile ilgili kusurlardır. Çünkü ayakta gidilir-varılır; göz ile de düşmanı kovalama ve düşmandan kaçmada yararlanılır. Ama kulağa, buruna, dile ve benzeri uzuvlara gelince, bunların, yukarıda bahsettiğimiz o iki hususla hiç alâkaları yoktur. Geriye "el" kalır. Çünkü her iki eli kesik kimse, birşey yapamaz. Bu, açık bir mazerettir. Dolayısıyla Hak teâlâ bunu söylemeye gerek görmemiştir.

Kolsuzların Durumu

Bu böyledir. Çünkü diyoruz ki: Ayağın sağladığı fayda, yani bir yerden bir yere gidip-varma, tek bir ayakta arıza olduğunda, sağlanamaz. Elin faydası (vazifesi) ise, vurma-yakalamadır. Bu da, ancak her iki elin birden bulunmaması ile ortadan kalkar. Her iki eli kesik olan ise, pek nâdir bulunur. Belki de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabı arasında, her iki eli kesik hiç kimse yoktu. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, bundan bahsetmedi. Yahut da, iki eli kesik kimsenin de, savaşta yapabileceği şeyler vardır. Çünkü meselâ böyle birisi, gözetleme yapabilir. Eğer bu olmasaydı, savaşan tek başına savaşacaktı. Dolayısıyla (bu bakımdan), eli kesik kimsenin de savaşta bulunması iyi olur. Bundan ötürü savaştan geri kalmada, mazur olanlar arasında sayılmamıştır. Çünkü mücâhidler, bundan da istifâde edebilirler. Ama kör böyle değildir.

Eğer, "Tek bir eli kesik kimsenin, yakalama gibi, yapabileceği bir iş ve fayda sözkonusu olduğuna göre, şaşı kimsenin de görmesinden elde edilecek yarar vardır. Cenâb-ı Hak da bu ayette, mazur olarak körleri zikretmiş, çolaklardan ve iki eli kesiklerden bahsetmemiştir" denilirse, biz deriz ki: Biraz önce de beyan ettiğimiz gibi iki eli kesik kimse çok nâdirdir. İki elden birinin başına gelen belâ, diğer eli kapsamaz. Ama tek bir gözün başına gelen afet, diğer gözü de alâkadar eder. Çünkü gözün nurunun (ışığının) kaynağı tektir ve iki gözden, ışığını oradan alırlar. Bundan ötürü, cemiyetteki bulunuş oranı, bu iki durumun farkını gösterir. Çünkü kör olanların oranı fazladır, ama her iki eli kesik olan nâdirdir.

Üçüncü Mesele

Hak teâlâ, aletlerde (uzuvlarda) bulunan hastalık ve kusuru, kuvvet bakımından olan eksiklikten önce zikretmiştir. Çünkü insanın kuvvetinde bulunan eksiklik ve âfetin, sonradan ve geçici olması mümkündür. Ama uzuvların kendisindeki kusurlar (sakatlıklar) meydana geldiğinde, artık zail olmaz. Çünkü meselâ kör kimse, artık bir daha görür hale gelmez. Binâenaleyh uzuvlarda olan özürler, daha önemlidirler ve gerçek özürdürler.

Dördüncü Mesele

Hak teâlâ bu ayette, körleri topallardan önce zikretmiştir. Çünkü kör olanın mazereti, savaşa katılsa bite, devam eder. Ama topal, eğer süvari olarak, yahut başka bir yol ile savaşta bulunduğunda, ok atmak ve benzeri şeyleri yapmak suretiyle savaş yapabilir.

Hak teâlâ'nın "Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, (Allah) onu altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. Kim geri kalırsa, onu da elem verici bir azabla azablandınr. Andolsun ki Allah, mü'minlerden, seninle o ağacın altında biat ederlerken- razı olmuştur da, kalblerindekini bilerek, üzerlerine kuvve-i maneviyle indirmiş ve onları yakın bir fetih ile ve alacakları bir çok ganimetlerle mükâfaatlandırmıştır. Allah azız ve hakimdir" ayetine gelince, bil ki Cenâb-ı Hak, Allah ve Resulünden herbirine itaat, diğerine itaat sayıldığı için, Allah'a itaatin ne demek olduğunu anlatmak gayesiyle, ikisini birlikte zikretmiştir Çünkü eğer Allahü teâlâ, sadece "Kim Allah'a itaat ederse..." demiş olsaydı, bazı kimseler, "Biz, Allah'ı görmüyor, sözünü duymuyoruz. Binâenaleyh onun emrinin ne olduğunu nasıl bilebilir ve O'na nasıl itaat edebiliriz?" diyebilirlerdi. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, kendisine itaatin, Resulüne itaatta bulunduğunu, kendisinin söz ve emirlerinin, Resulünden işitileceğini belirtmiştir. Daha sonra, "Kim, bu itaattan geri kalırsa (...)" buyurmuştur.

Resule Biat Edenler

Cenâb-ı Hak, "Sana biat edenler, Allah'a biat etmiş olurlar" (Fetih, 10) buyurduktan sonra, savaştan geri bırakılanların halini anlatınca, yine sözü bu biat edenlere getirerek, "Andolsun ki Allah, mü'minlerden seninle o ağacın altında biat ederlerken- razı olmuştur da, münafıkların kalblerindeki şekk hastalığını bildiği gibi, bunların kalblerindeki sıdkı da bilmiş ve böylece üzerlerine kuvve-i mâneviye indirmiştir. Böylece onlar, ölünceye kadar savaşmak üzere, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e biat etmişlerdir" buyurmuştur.

Bunda, şöyle ince bir mana vardır: Allahü teâlâ, bundan önceki ayette, "Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, (Allah) onu ... cennetlere yerleştirir" buyurmuş ve böylece, Allah'a ve Resûlüllah'a itaat etmeyi, o ayette, kendisinin mü'minleri cennete sokmasının bir vesilesi; bu ayette de, Allah ve Resûlüllah'a taatın, rıdvân ağacının altında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e biat edenlerde olduğunu bildirmiştir. Bunun Allah'a taat olduğuna, "Andolsun ki Allah, mü'minlerden ... razı olmuştur" beyanıyla; peygambere itaat olduğunu da "Seninle o ağacın altında biat ederlerken..." ifadesiyle işaret etmiştir.

Geriye vaadedilen şey, yani cennete sokma işi kalmıştır. Allahü teâlâ işte bu hususa da, "yine "Andolsun ki Allah, mü'min(lerden) (...) razı olmuştur" buyurarak işaret etmiştir. Çünkü cennete sokma işi, rızânın (razı olmanın) ayrılmaz bir parçasıdır. Nitekim Hak teâlâ, "(Allah) onları ebedî kalıcılar olarak, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Allah onlardan razı olmuştur" buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak daha sonra, "ve kalblerindekini bilerek...'" buyurmuştur. Bunun başındaki fâ edatı, "ta'kibiyye"dir. Halbuki Allah'ın bilmesi, onların razı olmalarından öncedir. Çünkü Allah onların kalblerindeki doğruluğu önceden bilmiş ve bundan dolayı onlardan razı olmuştur. Binâenaleyh bu ifadenin başındaki fâ edatından, ta'kibiyye (peşisıra oluş) manası nasıl anlaşılabilir? Bu hususta deriz ki: Bu ifade, "O ağacın altında biat ederlerken..." ifadesiyle ilgili olup, bir kimsenin, ya "Dün ferahladım, zira Zeyd'le konuştum da o da kalkıp ikramda bulundu", yahut da "Dün rahatladım. Çünkü Zeyd'in yanına girdim de bana ikramda bulundu" demesi gibidir. Burada, rahatlama işi (her nekadar önce zikrediliyor ise de) aslında, o ikramdan sonradır, İşte ayette de durum böyledir. Çünkü Hak teâlâ, bu razı oluşun sadece biat esnasında olmayıp, aynı zamanda, doğruluklarına dâir Allah'ın ilminin meydana geldiği esnada olduğuna işaret etmek için böyle buyurmuştur. ifadesinin başındaki fâ edatı da, aynı şekilde "ta'kıbiyye"dir. Çünkü Allahü teâlâ onlardan razı olmuş ve böylece onların üzerine kuvve-i maneviyyesini indirmiştir.

Ayette "bildi" kelimesinin kullanılışında, bu biatin, biat edenlerin kalbindeki doğruluğu bilmenin peşisıra olduğunu gösteren bir mana vardır ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın sadece, kerim olan Kur'ân'ının manalarını anlamaya muvaffak kıldığı kimselerin sezebildiği bir muvaffakiyyet-i ilâhiyyedir.

Peşin Bir Zafer

Ayetteki "(Allah) onlara yakın bir fetih (vermiştir)" ifadesiyle, Hayber'in fethi, "alacakları bir çok ganimetlerle mükâfaatlandırmıştır" ifadesiyle de, Hayber'in ganimetleri kastedilmiştir. Bunun "Hicr" (bölgesinin) ganimetleri olduğu da söylenmiştir. "Allah, kudreti mükemmel ve kendisine desteğinize muhtaç olmayan bir aziz, düşmanlarının helakini, size mükâfaat vermek için, sizin elinizle kılmak suretiyle de hikmetini gösteren bir hakimdir." Yahut o bu ifadede, Allah'ın bir kavmi azîz, diğer bir kavmi de zelîl kılacağının ipuçları vardır. Çünkü Allah, izzeti (sonsuz kudreti ile) dilediklerini zelîl; hikmeti ile de dilediklerini azîz kılandır.

Allah'ın Mü'minleri Himayesi

20

"Allah, size elde edeceğiniz daha nice ganimetler vaadetmiştir. Şimdilik bunu size peşin vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiştir. Bu mü'minlere bir ayet olması için ve Allah'ın sizi bir sırat-ı müstakime iletmesi içindir".

Bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın mü'minlere verdiği bu fethin ve ganimetlerin, alacakları mükâfaatın hepsi demek olmayıp, aksine, alacaklarının daha ilkleri olduğuna ve bunların, onlara peşin verilen şeyler olduğuna bir işarettir. Ayette vaadedilen ganimetlerin neler olduğu hususunda birtakım görüşler var. Bunların en doğrusu şudur: Allahü teâlâ onlara, belirlemeksizin. pek çok ganimet vaadinde bulunmuştur. Binâenaleyh müslümanların ganimet olarak elde ettikleri herşey, bu vaadolunan ganimetlerdendir ve Allah bunların hepsini bilmektedir. Bu tıpkı, cömert bir padişahın, kendisine hizmet eden kimseye, "İnşaallah senin için, yaptıklarına karşı, tarafımdan mükâfaatlar olacak" deyip, mükâfaatı açık ve net bir şekilde belirtmemesidir. Daha sonra padişahın ona verdiği herşey, işte bu vaadin muhtevasına girer. Bu iki durum arasında şu fark vardır: Padişah, kendisine hizmet eden o şahsa ulaşan bu şeylerin neler olacağını ayrıntılı olarak bilmemektedir. Ama Allahü teâlâ, bunları tââ vaadederken bilmektedir.

Hak teâlâ daha sonra, bu lütfunu tamamlamak için, "İnsanların ellerini sizden çekmiştir" buyurmuştur ki bu, "Ben sizi savaşın zararları ve ateşi size dokunmaksızın, serin bir ganimetle rızıklandırdım. Eğer bu hususta yorulup, emek sarfetmiş olsaydınız, o zaman "Bu, gayretlerimizin ve yorulmamızın karşılığıdır" derdiniz" demektir.

Ayetteki, "Mü'minlere bir ayet olması için.." cümlesi, ayetin genel manasından anlaşılan bir "mefhuma" atıftır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Şimdilik bunu size peşin vermiştir" buyurunca ve "size" ifadesinin başındaki lâm da tıpkı, aleyhine-üzerine" harf-i cerrinin, bir zararı ifade edişi gibi, bir lehinde oluşu (faydayı) ifade edip ve sözde, "Ondan zarar görmedim, ondan fayda görmedim, ona zarar vermem, ondan faydalanmam" manasında, "Ne aleyhde ne lehde..." ifadesi, kullanıldığı için, ayetteki, "Şimdilik bunu size "(sizin için, sizin lehinize) peşin vermiştir., "ifadesi; "faydalanasınız" manasına olunca, "olması için" ifadesi işte bu, "faydalanasınız diye" şeklinde anlaşılan şeye atıftır. Bu, "Bununla faydalanasınız ve bunu sizden sonra gelenlere, Allah'ın, onlara vaadettiklerinin, tıpkı size vaadolunanların sizi bulduğu gibi, onları da gelip bulacaklarına delâlet eden bir ayet kılması için..." demektir.

Yahut da diyoruz ki: Bunun manası, "Bu size hem zahiren, hem bâtınen fayda versin diyedir. Çünkü sizler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gaybtan haber vermesinde doğruluğunu gördüğünüzde yakîniniz artıyor ve bu sizin haberlerinizi güzelleştiriyor ve inancınızı mükemmelleştiriyor.

Cenâb-ı Hak, "Ve (Allah'ın) sizi bir strat-ı müstakime iletmesi içindir (bu)" buyurmuştur ki bu, "sırat-ı müstakîm, Allah'a tevekkül, işleri O'na havale ve O'na, O'nun dinine mensup olmakla şeref duymaktır" demektir

Gücünüz Yetmeyen Zaferler

21

"Size henüz güç yetiremediğiniz diğer bazı şeyler de (vaadediyor). Allah, bütün hepsini ilmiyle kuşatır. Allah herşeye hakkıyla kadirdir".

Bunların, Hevazin ganimeti veya Fars ve Bizans ganimetleri olduğu söylenmiştir. Zemahşerî, ayetteki (......) kelimesi hakkında üç izah şekli zikretmiştir:

a) Müteakip fiilinin tefsir ettiği gizli bir fiil ile mansub olması... Bu durumda, "... henüz güç yetiremediğiniz..." ifadesi, "diğer bazı şeyler... (......) kelimesinin sıfatı olur. Buna göre sanki, "Henüz ele geçirilmemiş diğer bir ganimet de..." buyurmaktadır.

b) (......)'nın merfû olarak mübtedâ, (......) ifadesinin de, onun haberi olması.. Nekire (belirsiz) olduğu halde cümlesiyle sıfatlanmış olduğu için, (......)'nın mübteda kılınması güzel olmuştur.

c) (nice; bazı) kelimesinin (muzaf olarak) takdir edilmesiyle mecrûr...

Bu kelimenin, mansûb olan (......) kelimesine atfedilmek suretiyle mansûb olduğunun söylenilmesi de muhtemeldir. Bu durumda şu iki izah yapılabilir:

1) Cenâb-ı Hak sanki şöyle buyurmuştur: "Allah bunu ve henüz kendilerine güç yetiremediğiniz başka şeyleri size hemen vermiştir..." Bu, zayıftır. Çünkü, o başka şeyler, hemencecik peşin olarak verilmemiştir.

2) Buna göre mana şöyledir: "Elde ettiğiniz pekçok ganimete muktedir oldunuz, ele geçirdiniz; bir de, başka şeyler..." Yani, "Allah size başka şeyler de vaadetti...". Cenâb-ı Hak' sanki, "Allah size elde edeceğiniz pekçok ganimetler ile elde edemeyeceğiniz ve kadir olamayacağınız başka ganimetler vaadetmiştir. Bu ganimetleri ancak, sizden sonra gelecek olan mü'minler elde edebilecektir" buyurmuştur.

Buna göre, Ferrâ'nın sözünün güzel ve yerinde olduğu anlaşılmış olur. Çünkü Ferrâ, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesini, "Allah bu şeyleri, (sonraki) mü'minler için muhafaza etti... Müslümanlar onu elde edinceye değin, onlar yok olmayacaklar..." şeklinde tefsir etmiştir ki, bu tıpkı, bekçilerin, hazineleri kuşatıp koruması, kollaması gibidir.

Kâfirler Dayanamaz

22

"Eğer inkâr edenler sizinle çarpışsalardı, mutlak arkalarım döneceklerdi. Sonra da ne bir koruyucu, ne de bir yardımcı bulamayacaklardı".

Bu ayet, "Düşmanların ellerinin onlardan çekilmesi, tesadüfi bir şeydir.. Şayet, azmedip de, bütün Araplar onlara karşı birieşselerdi, onları, Hayber'in fethinden ve oranın ganimetlerini ele geçirmekten men ederlerdi, altolardı" diyen bir kimseye cevap olarak gelmiş son derece uygun bir ifadedir. Bunun üzerine de, Cenâb-ı Hak, "Hayır böyle değil; bilakis, onlar savaşsalar da savaşmasalar da birdir, değişmez. Galibiyet ve üstünlük, müslümanlar için vaki olacaktı. Bu sebeple, onların o durumları tesadüfi değildir, aksine bu, kesin olarak hükmolunmuş olan ilahî bir hükümdür.." buyurmuştur.

"Sonra da ne bir koruyucu, ne de bir yardımcı bulamayacaklardı.." cümlesine gelince, biz daha önce pekçok kereler şunu söylemiştik: Bir kimsenin zararı, ya, lütfederek ona yarar sağlayan bir dost sayesinde; ya da, o zararı şiddetle savuşturan bir yardımcı sebebiyle uzaklaştırılabilir. Kâfirlerin ise, bu hususta hiçbir imkânları yoktur.

Cenâb-ı Hakk'ın, burada geçen "sonra da..." ifadesinde bir nükte bulunmaktadır ki, o da şudur: Arkasını dönen kimse, onu kurtaracak olan şeye sığınmak suretiyle, öldürülmekten kurtulmayı arzular. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Onlar arkalarını döndüklerinde, kurtulamayacaklardı. Aksine, arkalarını dönmelerinden sonra, onların başına yok oluş çökecektir..." buyurmuştur.

Allah'ın Nizamı

23

"Allah'ın ötedenberi cari olan sünneti (adeti budur). Allah'ın sünnetinde asla değişiklik bulamazsın...".

Bu, cihâd yerine geçen bir başka soruya verilen cevaptır ki, bu soru da, "şans ve talihin savaş üzerinde pekçok tesiri vardır.. Yıldızlarla kurulan ilişkiler, savaşların (seyrinde) değişiklikler meydana getirir" şeklindedir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Hayır böyle değil; doğrusu şu ki, Allah'ın yasası, Resulüne yardım etmek, düşmanını da imha etmek biçiminde cereyan etmektedir" buyurmuştur.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın sünnetinde asla değişiklik bulamazsın" beyanı da bir müjde olup,'aynı zamanda da, bir vehim sebebiyle meydana gelen bir gevşekliği savuşturmaktadır. Şöyle ki: Allah, "Bu, yıldızların tesiriyle meydana gelmez, şu halde onun vukuu zorunlu değildir" buyurmuştur. Aksine Allah, fâil-i muhtardır. Binâenaleyh Allah, eğer kullarını dileseydi imha ederdi. "Zafer, onun kesin olarak galib gelmesini gerektiren talih ve şahidleri (yıldızları) olan kimsenindir.." diyen müneccime rağmen böyle yapardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Allah'ın sünnetinde asla değişiklik bulamazsınız.." buyurmuştur. Yani, "Allah, faili muhtar olup, dilediğini yapar. Dostlarını da helak etmeye kadirdir. Ama O, sünnetini ve yasasını değiştirip tebdil etmez.." demektir.

Müşriklerin İlişememeleri

24

Daha sonra Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "O, sizi Mekke'nin ortasında onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekendi. Allah ne yaparsanız hakkıyla görendir...".

Bu ifade, az önce geçmiş olan, "Eğer o küfredenler sizinle çarpışsalardı, mutlak arkalarını döneceklerdi..." (Fetih, 22) ayetini beyan etmektedir. Yani, "Bu, Allah'ın takdiriyledir. Çünkü o, kaçırtmak suretiyle, onların ellerini sizden; onlara yüz çevirip bırakmanız suretiyle de, sizin ellerinizi onlardan çekendir" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Mekke'nin ortasında" ifadesi, orada meydana gelmiş olan ve el çekmemeyi iktizâ eden; ama bununla beraber, el çekmenin meydana geldiği bir şeye işarettir ki, bu şey de, müslümanların Mekke'nin içine girmeleridir. Çünkü bu durum, kendilerine iliştirilmeyen kimselerin, intikam arzusuyla düşman yurtlarına girdiği için, savaşarak direnmelerini gerektirir.. Bu gibi şeyter, eblehin bile, yurdunu müdafaa etmek uğruna çaba göstermesini; müslümanların da, azıcık ihmalkâr davranmaları halinde, yurtlarından uzak olacakları için, kırılıp geçirilmeleri ve esir edilmeleri söz konusu olacağından, cihâdda alabildiğince gayret göstermelerini iktizâ eden şeyler cümlesindendir: "Mekke'nin ortasında..." ifadesi, el çekme (savaşmama)nın uzaklığına bir işarettir. Ama bununla beraber, Allah'ın dilemesiyle, elçekme meydana gelmiş (savaş olmamıştır).

Allahü teâlâ'nın, "sizi, onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra..." ifâdesi, iki şeye de uygun düşmektedir:

a) Bunun, görünüşte zaferin, Kendi ülkelerinde oldukları ve sayılan da kabarık ve çok olduğu için müşrikler lehine tahakkuk etmesi gerekirken, zaferi müslümanlara nasib etmesi sebebiyle, onlara bir lütuf ve ikram olması...

b) Bu, daha önce Allahü teâlâ'nın münafıklara karşı gerçekleştirmiş olduğu iki şeye mani olan iki işi zikretmektir. Kâfirlerin ellerini çektirmeye gelince, bir kere bu, (görünüşte) imkânsız ve uzak idi; zira onlar, kendi yurtlarında idiler ve çoluk-çocuklarını müdafaa ediyorlardı. İşte buna, "Mekke'nin içinde ifadesiyle işaret edilmiştir. Müslümanların ellerini çektirmeye gelince; çünkü bu, Allah onları, kâfirlere muzaffer kıldıktan sonra olmuştur.. Bir kimse, muzaffer olması halinde kökünü kazıyacak olan bir düşmana karşı zafer kazandığında, ondan elini çekmesi, ona ilişmemesi pek zor ve imkânsızdır.. Ama, bununla birlikte Allahü teâlâ, her iki eli de, çektirmiştir.

"Allah, ne yaparsanız hakkıyla görendir." Yani, "Allah bunda maslahat ve fayda görmektedir; her ne kadar siz bunu göremeseniz de, bu böyledir..." Cenâb-ı Hak bunu, "Onlar, küfreden, sizi Mescid-i Haram'dan ve alıkonulmuş hediyyelerin (kurbanlıkların) mahalline ulaşmasından men edenlerdir..." (Fetih, 25) ayetinde beyan etmiştir. Yani, "Bu el çektirme, Mekke'de bulunan müslümanların oradan çıkmalarını, askerlerin oraya, orada bulunan erkek ve kadın mü'minlere hiçbir zarar gelmeyecek bir biçimde girmelerini sağlamıştır.." demektir. Müfessirler "elcekme (keff)" hususunda ihtilâf etmişlerdir. Onlardan bazıları, bunun, Mekke'nin fethi ytlı olduğunu söylerken, bir kısmı da, Hudeybiye senesinde olduğunu söylemektedirler. Çünkü, (Mekke'nin fethi sayesinde), müslümanlar kâfirlerin ordusunu hezimete uğratmış, onları ta evlerinin içine kadar kovalamıştır. Savaşın, taşla olduğu da söylenmiştir.

Mekke Fethinin Gecikmesi

25

"Onlar, kâfir olan, sizi Mescid-i Haram'dan ve hediyelik kurbanlıkların mahalline ulaşmasından men edenlerdir. Eğer (Mekke'de) kendilerini henüz tanımadığınız mü'min erkeklerle mü'min kadınları bilmeyerek çiğneyip de, o yüzden size bir vebal isabet edecek olmasaydı, (Allah size feth için elbette izin verirdi). Bunu, kimi dilerse onu rahmetine kavuşturmak için yaptı. Eğer onlar seçilip ayrılmış olsalardı biz onlardan kâfir olanları muhakkak elem verici bir azaba giriftar etmiştik bile..."

Bu, bu el çektirmenin, kendilerinde mevcut olan bir şeyden dolayı olmadığına bir işarettir. Çünkü onlar inkâr etmişler, insanların Allah'ın dinine girmesine mani olmuşlar ve insanları muhasara altına almışlardır. Bütün bunlar ise onlarla savaşmayı gerektirir. Binâenaleyh hiçkimse, "iki grup ittifak etmiştir; aralarında ihtilâf kalmamıştır, anlaşmışlardır ve aralarında bir anlaşmazlık kalmamıştır.." diyemez. Tam aksine ihtilâf sürmektedir, münakaşa devam etmektedir. Çünkü onlar, kâfir olup ve sizi alıkoyan, men eden ve böylece de, küfür ve düşmanlıklarını arttıran kimselerdir. Bu ancak, mü'min erkekler ve mü'min kadınlara karşı olmuştur. Ayetteki hedy kelimesi; ifâdesindeki zamirine atfedilerek mansûbtur. Bu kelime, ayetteki ifâdesine atfedilerek, mecrur da olabilir. Buna göre bu ifâde, takdirinde olmuş olur (......) kelimesi, hâl durumundadır ifâdesi de takdirindedir. ifâdesinin merfû olabileceği ve takdirinin de şeklinde olması da muhtemel olup, bu tıpkı, "Zeyd'i, gücü kuvveti şiddetli birisi olarak gördüm.." denilmesi gibidir, (......) kelimesinin anlamı, "alıkonulmuş, engellenmiş" anlamında olur. Bu izaha göre de, artık bu ifâdenin başında, bir harf-i cerri takdir etmeye ihtiyaç duyulmaz..

Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer (Mekke'de) kendilerini henüz tanımadığınız mü'min erkeklerle mü'min kadınları bilmeyerek çiğneyip de, o yüzden size bir vebal isabet edecek olmasaydı..." ifâdesi, o erkek ve kadınları niteleyen bir ifâde olup, bu, "Mü'minler tarafından henüz tanınmayan iman etmiş o erkek ve kadınlar olmasaydı.." demektir. Ayetteki, ifâdesi, "bedel-i istimal" olup, buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Şayet, çiğnenip çiğnenmeyecekleri bilinmeyen, böylece de size, onların yüzünden bir vebal, yani ayıp veya günahın isabet edeceği erkekler ve kadınlar Mekke'de olmasaydı.... Bu böyledir, zira sizler, bazan onları öldürürseniz de, böylece size keffâret gerekir.." buyurmuştur. Ki bu, (bu halde) bir günah işleneceğinin delilidir. Yahut da, "Kâfirler sizi, "Bunlar, düşmanlarına yaptıkları şeyin aynısını, kendi kardeşlerine de yapıyorlar" diyerek ayıplarlar" anlamındadır.

Ayetteki, kaydına gelince, Zemahşerî, bu kelimenin, ayetteki (......) ifâdesine taalluk ettiğini, buna göre mananın, "siz onları, bilmeden çiğnersiniz..." şeklinde olduğunu söylemiştir. Bu kelimenin, ifâdesindeki mansub (mef'ûl) zamir 'den bedel olabileceğini de söylemiştir.

Bu ikinci izaha göre birisi, "Bu bir tekrar olur; zira bizim, bu ifâdenin mansûb zamirden bedel olduğunu söylememiz halinde, kelamın takdiri, "Sizler, onları bilmeden çiğnediğinizi bilemezsiniz" şeklinde olur ki, böylece de, "bilmeden" manası ifadesiyle elde edildiği için, bir tekrar olmuş olur. Binâenaleyh, evlâ olanın kaydının yerli yerinde olduğunun ve kelamın takdirinin şu şekilde olduğunun söylenmesidir: "Sizler, onları çiğneyip de, böylece, onlar yüzünden size bir günahın isabet edeceğini bilemediğiniz, sizi tenkit edenlerin de bu hususta bilgisi olmaksızın., sizleri kınayacağı (...). Yani, "Eğer siz, farkına varmaksızın onları çiğneyip geçerseniz, size, cahil oldukları yani, sizin bu konuda mazur olduğunuzu bitmedikleri için, kâfirlerin tenkidine uğrarsınız..." demektir" diyebilir. Veyahut da biz bu ifâdenin takdirinin, "Sizler, onları çiğneyip de böylece, kendileri yüzünden size, bilginiz olmaksızın, bir vebalin isabet edeceğini bilemediğiniz..." şeklinde olduğunu söyleyebiliriz ki bu, ya, "Sizler onları bilmeden öldürürdünüz", yahut da, "Sizler onlara, bilmeden eziyyet verirdiniz" demektir. Bu takdire göre "Bu çğneme işi, tarafınızdan bilinmeksizin, öldürmenin sebebi olmuş olur..." demektir. O halde, vebalin sebebi olan öldürme, bilmeksizin meydana gelen çiğneyip geçme olmuş olur.

Yahut da biz, bu "vebâl"in, iki kısma ayrıldığını söyleyebiliriz:

a) O mahallin durumunu bilmeyen kimseden südûr eden kanıtlı öldürmeden hasıl olan vebal;

b) Hatâen öldürmeden dolayı meydana gelen "vebal" ki, işte bu, bilmeden öldürme halinden başka bir şeydir (yani, ilim var, ama kanıt yok). İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "onlar tarafından size, bilgiden değil de bilmemeden ileri gelen bir ayıplama isabet eder" buyurmuştur.

Ayetteki, nın cevabı mahzûf olup, takdiri, "Şayet bu olmasaydı, sizin ellerinizi onlardan çektirmezdi.." şeklindedir. Bu, Zemahşerînin ifade ettiği açıklama olup, güzeldir. Şöyle de denilebilir; Ayetteki, (......) kelimesinin cevabı, "Onlar, kâfir olan sizi Mescid-i Haram 'dan (...) men edenlerdir" ifâdesinin kendisine delâlet ettiği husustur. Ki bu da, "Onlar, (kâfirler) cezalarının hemen verilmesini hak ettiler, ama, şayet erkek mü'minler ve kadın mü'minler olmasaydı, onların hak ettiği şey mutlaka başlarına gelecekti.." demek olup, bu tıpkı bir kimsenin, "O, hırsızdır; eğer falanca olmasaydı, mutlaka onun elini keserdim" demesi gibidir. Bu böyledir, zira edatı, ancak, "başkası bulunduğu için herhangi bir şeyden vaz geçme, yapmama" manasını ifâde için kullanılır. O şeyden vaz geçmek, onu yapmamak ise, ancak, o şeyin yapılmasını gerektiren sebep bulunup da, başkası onu yapmaya mâni olduğu zaman olur. Böylece bu demektir ki Allah, ilk önce, tam ve mükemmel olan gerekçeyi zikretmiş, -ki bu, kâfirlerin küfrü ve onların, diğer insanların İslâm'a girmelerine mani olmalarıdır-, daha sonra, kendisi sebebiyle müstehak oldukları cezayı yerine getirmekten imtina ettiği şeyi ifâde etmiştir ki, bu da, mü'min erkeklerle mü'min kadınların, Mekke'de bulunmalarıdır.

Ayetteki, "(Bunu), kimi dilerse onu rahmetine kavuşturmak için (yaptı). Eğer onlar seçilip ayrılmış olsalardı, biz onlardan kâfir olanları muhakkak elem verici bir azaba giriftar etmiştik bile..." ifadesiyle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Bu, kendisi sebebiyle, Allah'ın, rahmetine girdirmesinin sağlandığı ifade edilen bu lâm'ın müteallakının ne olduğu hususundadır. Bu hususta şu izahlar yapılabilir:

a) Kelâmın takdirinin, "Allah, dilediği kimseleri rahmetine kavuşturması için, sizin ellerinizi onlardan çekti, men etti.." şeklinde olmasıdır. "Sen, bu mananın, birtakım inanmış erkeklerin, ... kadınların (Mekke'de) olduğunu... söyledik. Böylece, adeta Cenâb-ı Hak sanki, "Sizler, çiğnemeyesiniz diye... size el çektirdi.." demiş olur. Binâenaleyh, bu daha nasıl başka bir şey için de olabilir?" de denilemez.. Çünkü biz buna da şu iki bakımdan cevap verebiliriz.

1) Biz, kelamın takdirinin, "Rahmetine girebilesiniz diye çiğnememeniz için size el çektirdi..." şeklinde olduğunu söylüyoruz. Bu tıpkı, "Allah beni bağıştasın diye doyması için, onu yedirdim.." denilmesine benzer. Yani, "Doyması için yapılan bu yedirip içirme, Cenâb-ı Hakk'ın beni bağışlaması içindir" demektir.

2) Biz, (......)'nın cevabının, "Onlar, ... kâfir olanlardır..." ifadesinin delâlet ettiği şey olduğunu söylemiştik. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ şöyle demiş olur: "Kâfir olanlar, hemencecik helak edilmeyi hak etmişlerdi.. Şayet, o adamlar ve kadınlar orada olmasaydı, onların cezası peşinen verilirdi. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hak, dilediği kimseleri rahmetine sokması için, sizin ellerinizi onlardan çektirdi."

b) İfâdenin takdirinin, "Allah, dilediği kimseleri rahmetine sokması için, yapacağı bu şeyi yaptı.." şeklinde olduğunun söylenmesidir. Çünkü burada, lütuf, hidayet vb. fiiller bulunmaktadır.

Ayetteki (......) cümlesi "Onlardan, Allah'ın, o sene iman edeceklerini, yahut Mekke'den çıkıp da hicret edeceklerini bildiği kimselerin iman edip de, böylece Allah'ın onları rahmetine kavuşturması için..." anlamındadır. Ayetteki (......) ifadesi "ayrılsaydılar, seçiheydiler..."anlamındadır. Bu ifadedeki "vâv" zamirinin, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara ait olduğu söylenebilir.

Buna göre şayet, "Siz, (......)'nın cevabının mahzûf olduğunu ve bunun "el çektirmezdi" yahut, "cezalarını hemen çevirirdi.." gibi ifadeler olduğunu söylemiş olduğunuz için, böyle bir takdir nasıl doğru olabilir? Şayet ifadesindeki vâv zamiri, o malûm erkek ve kadınlara râci olmuş olsaydı, o zaman (......)'nın cevabı olmuş olurdu" denilirse, biz deriz ki: Bunu, Zemahşerî söylemiştir. Böylece o, ifadesinin (......) kelimesinin zikredilmiş olmasını tazammun ettiğini söylemiştir. Binâenaleyh (......) kelimesinin, (bu zımmen zikredilen) (......)'nın cevabı olması muhtemeldir. deki bu zamirin, ifadesindeki edatı olması da muhtemeldir. Buna göre, Cenâb-ı Hak adeta "Dilediği kimseyi rahmetine girdirmesi için... Şayet onlar bir kenara çekilip, ayrılıp da böylece iman etmiş olmasalardı, biz, iman etmeyeceklerini takdir ettiğimiz kimselere azâb ederdik.." demiştir. Bununla ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Biz, takdirin böyle olduğunu farzetme durumunda, ayetteki bu ifade, o elîm azabın, -ya böyle bir seçilmenin olmayışı, yahut da o mü'min insanların mevcut oluşu sebebiyle- onların başına gelmediğini ifade eder. Halbuki, bu nitelikli kadın ve erkeklerin bulunduğunun bilinmesi durumunda bile, o elîm azab, kâfirlerden savuşturulamaz (ne dersin?) Biz diyoruz ki: Bu ifade ile sizin, yani müslümanların eli ile yapılacak ve hemcinsinin hemcinsine karşı uygulayacağı azâb nev'i kastedilmiştir. Çünkü onlar, kendilerinin yanına gelmiş, hemen tanıyabilecekleri belirgin bir durumda değillerdi. Dolayısıyla onlar, mü'minlerle içli-dışlı olmayıp onlara karışmamışlardı. Onlar ortada olup, açık bir biçimde hedef durumunda idiler... Dolayısıyla, bu durumda, onların başına gelecek olan azâb elîm olacaktı.

Kadınların Özellikle Anılmaları

İkinci Bahis: Biraraya geldiklerinde, birlikte zikredildiklerinde, kadınlar erkekler zımnında ifade edilmelerine rağmen, burada "mü'min erkekler ve mü'min kadınlar..." diye ayrı ayrı zikredilmesinin hikmeti nedir? Buna şu iki şekilde cevap veririz:

a) Daha önce belirttiğimiz gibi, burası, ayette belirtilen hükmün sâdece erkeklerle ilgili olduğu zannına kapılmanın mümkin olduğu bir yerdir. Çünkü ayetteki, "sizler onları çiğneyip de, size onlardan yana bir vebalin isabet ettiğini bilemediğiniz bir takım mü'minler ve mu mineler olmasaydı..." ifadesinin manası "Sizler onları helak edecek olmasaydınız..." şeklindedir. Bununla da, "savaşma ve böylece de öldürülme..." manası kastedilmiştir. Binâenaleyh buradaki engel, mü'min erkeklerin bulunuşudur. Halbuki mü'min kadınlar da böyledir. Çünkü onların evlerinin harab edilmesi, erkekleri yüzünden çocuklarının yetim kalması da ileri derecede bir çiğneyip geçmedir.

b) Şefkat beklenen yerlerde kalbleri rikkate sevketmek için, sayılabilecek şeyler, fazla fazla sayılır. Nitekim birisine işkence eden kimseye, "Ona işkence etme, zavallılığını hatırla; fakirliğini gözet; acizliğine merhamet et" gibi ifadeler kullanılır. Yine, onun çoluğu çocuğu var, küçüktürler, zayıftırlar" gibi ifadeler kullanılır. İşte burada da Cenâb-ı Hak, mü'min kadınların kalblerini rikkate sevketmek ve zaferden sonra, düşmanın elini Allah'ın kendilerinden çekmesinden razı olmaları için, "Eğer mü'min erkeklerle, mü'min kadınlar olmasaydı..." buyurmuştur.

Cahiliyye Hamiyyeti

26

"O kâfirler, kalblerine bu taassubu, bu cahillik taassubunu yerleştirdiği sırada, hemen Allah, Resulünün ve mü'minlerin üzerine sekînetini indirdi. Onları takva sözü üzerinde durdurdu. Onlar da buna çok layık ve buna ehil oldular. Allah herşeyi hakkıyla bilendir".

Ayetin başındaki edatının, zarf olması muhtemeldir. Binâenaleyh, onda işlenen ve onda âmil olan bir fiilin bulunması gerekir. Yine bu edatın, mef'ûl-ü bih olması da muhtemeldir. Şimdi, eğer bunun zarf olduğunu söylersek, âmilinin mezkûr olduğu da, mefhûm (manadan anlaşılan bir şey) olduğu da söylenebilir. Şimdi eğer bunun mezkûr olduğunu söylersek, bu hususta şu iki izahı yapabiliriz:

a) Bunun âmili, ayetteki, "sizi engellerler" (Fetih, 25) ifadesidir. Buna göre mana, "o kâfirler kalplerine bu taassubu yerleştirdiklerinde, sizi engellerler" şeklinde olur.

b) Bunun âmili "azab ederiz" (Fetih, 25) fiilidir, yani, "Biz onlara, onlar kalplerine câhiliyyet taassubunu yerleştirdiklerinde azab ederiz" demektir. Hem lafzan yakınlığından, hem de mana bakımından ileri derecedeki münasebetinden ötürü, bu ikinci takdir (mana), daha uygundur. Çünkü onlar, kalplerine o taassubu yerleştirdiklerinde, artık islâm'a teslim olmaya ve sulha yanaşmazlar. Allahü teâlâ, mü'minler üzerine sekînetini, kuvve-i maneviyyesini indirince, mü'minler, cihad hususundaki sa'y-ü gayreti bırakmazlar. Allah, mü'minlerle beraberdir. Dolayısıyla mü'minler veya diğer kimseler onlara, elîm bir azâbla azabederler.

Fakat bu edatın âmilinin ifadede yer almaksızın, sözün gelişinden anlaşılan bir durum olduğunu söylerlerse, bu durumda şu iki izah yapılabilir:

a) Allah, mü'minleri, onları ezip geçmekten korudu. Bunlar da, kalplerine câhiliyyet taassubunu yerleştiren kâfirlerdir.

b) Kâfirler kalplerine taassubu yerleştirdiklerinde Allah size lütfetti. Bu ikinci manaya göre, ayetteki "Allah kuvve-i maneviyyesini indirdi" ifadesi, burada bahsedilen lütfün bir tefsiri olur.

Fakat bu edatın zarf değil de mef'ûl-ü bih olduğunu söylersek, bu durumda bunun âmili mukadder olup, "İşte o vakti hatırla" şeklindedir. Nitekim sen, dediğinde, bunun manası, "Zeyd'in ayağa kalktığı zamanı hatırlıyor musun?" şeklinde olup, tıpkı, "Zeyd'i hatırlıyor musun?" şeklindeki cümlendeki (mef'ûl-ü bih) "Zeyd" gibidir. Bu izaha göre, zarf, muzafun ileyh durumunda olan ve kendisinde âmil olan fiile ait olur.

Lafız ve Manaya Dair İncelikler

Burada, hem lafız ile ilgili, hem de mana ile ilgili şöyle bazı incelikler var: Mana ile İlgili olanlar;

1) Allahü teâlâ, kâfir ile mü'min arasındaki mesafenin, çok fazla olduğunu belirtmiş ve şu üç şeye işaret etmiştir:

a) Kâfirler için söz konusu olan şeyi, onların fiillerine bağlamış ve "O kâfirler kalplerine bu taassubu ... yerleştirdiklerinde ..." buyurmuştur. Mü'minler için söz konusu olan şeyin de, kendi fiili (yapması) olduğunu bildirerek, "Allah, ... üzerine, kuvve-i maneviyyesini indirdi" buyurmuştur. Bu iki fail arasında ise, herkes tarafından bilinen farklar vardır.

b) Hamiyyeti (taassubu) kâfirlere, sekineti de mü'minlere nisbet etmiştir. İleride bahsedeceğimiz üzere, bu iki mef'ûl arasında yine farklılıklar vardır.

c) Hamiyyeti (taassubu) câhiliyyete; sekineti de kendisine nisbet ederek, "cahillik hamiyyeti (taassubu)" ifadesini ve ikincisi için, "sekinetini" ifadesini kullanmıştır. Bu iki izafet (nisbet) arasında da, anlatılamayacak kadar çok hususlar vardır.

2) Mü'minlere, birşeyin birşey mukabilinde meydana geldiğini, yani onların fiillerinin, Allah'ın fiili; hamiyyetlerinin, Allah'ın sekineti (kuvve-i mâneviyyeyi) indirmesinin, onların câhiliyyete nisbet edilişinin, mü'minlerin Allah'a nisbet edilişinin mukabilinde zikredilmesinden sonra, mü'minlere ilavede bulunmuş ve onlar hakkında "Onları takva sözü üzerinde durdurdu" ifadesini getirmiştir ki, bunun ne demek olduğunu ileride anlatacağız.

Lafızla İlgili İncelikler

Lafızla ilgili incelikler de şu üç şeydir:

1) Hak teâlâ, kâfirler hakkında "kıldı" fiilini, mü'minler hakkında da "indirdi" fiilini kullanmış; hamiyyetin, o anda ve ebedî olmayan arızî şeyler hakkında sun'î birşey olduğuna işaret etmek için, "sekînetini kıldı ve yarattı" gibi ifadeler kullanmamıştır. Sekîne, adetâ hazinesinde adetâ korunmuş, mü'minler için hazırlanmış birşey gibidir. Dolayısıyla Allah onu oradan indirmiştir.

2) Cenâb-ı Hak önce "hamiyyet" demiş; sonra da "câhiliyyet hamiyyeti" diyerek câhiliyyeye nisbet etmiştir. Çünkü hamiyyet zaten aslında kötü bir sıfattır. Câhiliyyete nisbet edilerek kötülüğü artmıştır. Hamiyyetin, kabahat hususunda, hiçbir kötünün kendisiyle kıyaslanamayacağı, mesela, câhiliyyete nisbet edilmesi gibi bir derecesi vardır. Sekînete gelince, bu da aslında her nekadar güzel ise de, ancak Allah'a isnâd edildiği için, kendisi yanında hiçbir itibarı ve güzelliği kalmayan bir güzelliğe ulaşmıştı. İşte bundan ötürü, Allahü teâlâ, "sekînetini" buyurmuştur ve bu nisbetin güzelliğiyle yetinmiştir.

3) Allahü teâlâ, bunun bir mukabele gibi olduğuna işaret etmek için vâv ile değil de, fâ ile buyurmuştur ki, bu tıpkı senin, karşılık vermek ve mukabelede bulunmak manasını ifade için, "Bana ikram etti, ben de bil-mukâbele ona ikram ettim" demen gibidir. Ama sen eğer, demiş olsaydın bu manayı ifade etmezdi.

Bu durumda burada şöyle bir incelik söz konusudur: İki düşmandan birinin gazabının derecesi artıp, şiddetlendiğinde, diğer düşman ya zayıf durumdadır, yahut kıymetli durumdadır. Eğer zayıf ise hezimete uğrar ve ezilip gider. Yok eğer güçlü kuvvetli ise, onun gazabı, berikinin de gazabına sebep olur ki bu, fitne ve savaşın ortaya çıkmasının sebebidir. İşte bu sebeple onlar harekete geçtiğinde berikisi kendi hareketi için savaşa ilk biz atılmadık ve savaşta da yenilmedik der. Binaenaleyh Hak teâlâ'nın bu ifadesinin başındaki fa edatı bu inzalin başındaki fa'dan ötürü kendisinin başka bir şeye binaen olduğuna delalet eder. Şimdi bu başka şeyin ne olduğunu da şu iki izahı yapabiliriz:

a) Daha önce de belirttiğimiz gibi edatı zarfdır. Buna göre Cenab-ı Hak sanki kafirler kalplerine taassubu yerleştirirken, Allah size ihsanda bulundu buyurmuştur. Bu izaha göre ifadesi o ihsanın bir tefsiri olur.Nitekim Arapça'da, ikramın ne olduğunu ortaya koymak için, Bana ikram etti de, lütufta bulundu denilir.

b) Bu fa, sekine indirmenin bir mukabele manasında olmak üzere onların kalplerine taassubu yerleştirilmeleriyle ilgili olduğuna delalet eder.Nitekim Bana ikram etti. Ben de onu övdüm. dersin. Bu iki fiilin, birbirinin karşılığı olmaksızın bulunmuş olmaları da mümkündür. Nitekim, Zeyd geldi ve Amr çıktı dersin. İşte burada da böyledir. Çünkü iki düşman taraftan birisinin öfkesi fazla olur, diğerikuvvet bakımından onun gibi olursa o da öfkelenir. Bu durum ise fitneyi eşeler. Binaenaleyh Allahü teâlâ kafirlerin taassubuna (hamiyyetine) karşılık müminlere kuvve-i maneviyyesini indirmiş ve böylece müminler öfkelenmemiş hezimete uğramamış, aksine sabretmişlerdir. Halbuki bu, alışılmışın tersi bir durumdur. Ohalde bu, Allah'ın fazlındadır.

İnen Sükunet

Ayetteki Resulün ve müminlerin üzerine sekineti indirdi. ifadesi şu manaya gelir: Çünkü kafirlerin sulh tekliflerini kabul eden Resulüllah olmuştu. Halbuki müminlerin içlerinden azmettikleri husus şu idi: Şu üç şeyden birini yapmadan dönmeyeceklerdi. Mina'da kurbanlıklarını keseceklerdi. Müşrikler, Resulüllah Muhammed ile Bismillahirahmanirrahim ibarelerini yazmamakta diretmişlerdir. Müminler buna yanaşmıyorlardı.

Fakat Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları teskin edince sükunet buldular.

Takva Kelimesi

Ayetteki (Allah) onları takva sözü üzerinde durdurdu. İfadesi ile ilgili olarak bazı açıklamalar yapılmıştır;ama bu açıklamaların en belirgini, bunun La ilahe illallah-Allah'tan başka ilah yoktur kelimesidir. Zira bu ifade ile şirkten korunma tahakkuk eder. Bunun Bismillahirrahmanirrahim, Muhammedün Rasulüllah-Muhammed, Allah'ın Resulüdür ifadesi olduğuda ileri sürülmüştür. Çünkü kafirler bu hususta diretmişler, müminler ise bunu kendileri için son derece gerekli ve lüzumlu olduğunu görmüşlerdir. Bunun, ahde vefâ vs. şeyler olduğu da ileri sürülmüştür, ama biz ise, bu hususta delil ile bir üstünlük arzeden hususu izah ediyor ve şöyle diyoruz:

Ayetteki ifâdesinin, hem peygamber hem de bütün mü'minlerle ilgili olması muhtemeldir. Yani, "Peygamber ve bütün mü'minleri, takva kelimesi üzerinde durdurdu..." demek olur. Bunun, sadece mü'minlerle ilgili olması da muhtemeldir. Şimdi biz bunun, hem Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hem de bütün mü'minlerle ilgili olduğunu söylersek, o zaman biz deriz ki: Bu, "takvâ"yı emretmedir. Çünkü Allahü teâlâ Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Ey Nebi, Allah'tan kork, kâfirlere itaat etme.." (Ahzâb, 1) mü'minlere de, "Ey iman edenler, Allah'tan, korkulması gerektiği gibi korkun.."(Âl-i imran. 102) buyurmuş, böylece, kendisinden korkulmasını emretmiş ve bu korkunun, kişiyi, Allah'ın dışında kalanlara iltifat etmekten alıkoyacak derece ve yoğunlukta olacağını beyan etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber hakkında, "Allah'tan kork, kâfirlere itaat etme..." (Ahzâb, 1) buyurduğu gibi, "İnsanlardan korkuyorsun; oysa ki Allah, haşyet olunmaya daha layıktır"(Ahzâb, 37) de buyurmuş, daha sonra da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, O'nu tasdik edenlerin durumunu "O (peygamberler), Allah'ın gönderdiklerini tebliğ edenler, O'ndan korkanlar, Allah'tan başka hiçbir kimseden korkmayanlardır..." (Ahzâb, 39) ifadesiyle beyan etmiştir. Mü'minfer hakkındakine gelince, Cenâb-ı Hak bu hususta da, "Ey iman edenler, Allah'tan, korkulması gerektiği gibi korkun..." (Al-i imrân. 102) buyurduğu gibi, "Onlardan korkmayın, ancak benden korkun.." (Bakara, 150) de buyurmuştur.

Ama, biz bu ifadenin sadece mü'minlerle ilgili olduğunu söylersek bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Resulün size verdiğini alınız; sizi nehyettiği şeylerden de uzak durunuz,." (Haşr, 7) ayetinin beyan ettiği husustur. Bu izaha göre, ayetteki ifadesinde şöyle bir incelik vardır: Allahü teâlâ, "korkunuz.." buyurunca, böyle bir emir verilmiş olur. Ama, daha sonra bazı insanlar bu emri, Allah'ın muvaffak kılmasıyla üstlenir, kabul eder ve onu ayrılmaz bir vasıf haline getirir; kimileri de onu üstlenmez.. Binâenaleyh, takvayı üstlenenler, takvayı, Allah'ın onu ona ilzam etmesiyle üstlenmiştir. İşte bu sebeple, Cenâb-ı Hak, "takvayı onların ayrılmaz vasfı haline getirdi" buyurmuştur. Verilen bu mânanın tercihe değer bir yanı vardır. Zira takva, kelime ile ifade edilmeye deha elverişlidir.

Bu Şerefe Layık Olmaları

Buna göre ayetteki, cümlesinin manası, "Onlar, Allah katında, insanların en kerimi idiler; dolayısıyla da, Allah'tan ittikâ etmeyi iltizâm ettiler" şeklindedir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki, sizin Allah katında en şerefli olanınız, en muttaki olanınızdır.." (Hucurat, 13) buyruğu şu iki manaya gelebilir:

a) Bunun manası, "Kim daha çok muttaki olursa, Allah ona daha fazla ikramda bulunur" şeklindedir.

b) Bunun manası, "Kim Allah katında daha kerim ve O'na daha yakın olacaksa, bu kimse en muttaki kişi olur" şeklindedir. Nitekim (Hazret-i Peygamber) bir hadisinde, "İhlaslı olan kimseler, büyük bir sakınma ve tehlike duygusu içindedirler.." buyurduğu gibi, Cenâb-ı Hak da, "O mü'minler, Rablerine olan saygı ve tazimlerinden dolayı titrerler.." (Enbiya, 28) buyurmuştur. İkinci izaha göre ele, cümlesinin manası, "Çünkü onlar, Allah'ı en iyi tanıyanlardı. Zira Cenâb-ı Hak, "Allah'tan hakkıyla ancak, âlim olan kulları korkar..." (Fatır, 28) buyurmuştur" şekiinde olur.

Ayetteki, (......) kelimesi hakkında da, şu muhtemel iki izah yapılabilir:

1) Ayetteki, (......) kelimesinin manasından, bu kimseler bir liyakata sahip olmasalar bile, kâfirlere karşı yine de bir üstünlüklerinin olduğu anlaşılır. Nitekim bir hükümdar, bir iş için iki adam seçse, öte yandan bunlardan her biri de, bu iş için elverişli olmasalar; ancak ne var ki, bunlardan birisi, bu işe müstehak olma bakımından, diğerinden daha kötü olsa.. Bu durumda bu hükümdar, bu işe müstehak olmaya daha elverişli olan hakkında, bu da mutlaka gerekli ise "Bu, daha uygundur" ifadesini kullanır ki, bu tıpkı, her ne kadar her ikisinde de bir kolaylık bulunmasa da, "Hapishane, Öldürülmekten daha ehven ve iyidir" denilmesi gibidir. İşte Cenâb-ı Hak burada böyle bir manayı bertaraf etmek için" "... ve buna ehildirler" ifadesini kullanmıştır.

Mukayese Bildirmeyen Tafdîl

2) Daha kuvvetli olan bir görüşe göre şöyle denilebilir: Cenâb-ı Hakk'ın, (......) kelimesi hakkında, bizim (......) kelimesinin manasının ne demek olduğunu açıkladıktan sonra yapacağımız açıklamalar vardır. Bu sebeple şimdi diyoruz ki: hakkında şu iki izah yapılabilir:

a) "daha layık" kelimesi, "layık, uygun" anlamında olup, bunda tafdîl (daha üstün olma) anlamı yoktur. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün cennetlikler ikametgâh İtibariyle daha hayırlı, meclis ve topluluk bakımından daha güzel.."(Meryem, 73) ifadesinde de böyledir, zira başkasında hayır yoktur (ki, mukayese yapılabilsin).

b) Bu ifâde, tafdîle (daha üstün oluşa) delâlet eder. Bu ikinci şıkka göre, bu hususta şu iki izah yapılabilir:

1) Bunun, mü'min olmayanlara nisbetle böyle olmasıdır. Yani, "mü'minler, kâfirlerden daha layık ve ehaktırlar." demektir.

2) Bunun, takva kelimesine nisbetle, takva kelimesinin, "takva" olmayan diğer kelimeden daha ehak olması" anlamında olmasıdır. Nitekim sen, "Zeyd, horlanmaktansa ikrama daha layıktır" dersin ki, bu tıpkı, bir kimsenin, Zeyd'in tıbbı mı yoksa fıkhı mı daha iyi bildiğini sorduğunda, bizim, "O, fıkhı daha iyi bilir"; yani, "O, fıkhı tıptan daha iyi bilir" demeniz gibidir.

Fetih Rüyasının Gerçekliği

27

"Andolsun ki Allah, Resulünün gördüğü o rüyanın hak olduğunu tasdik etmiştir. Inşaallah, (hepiniz) emniyet içinde, kiminiz başlarını traş ettirerek, (kiminiz saçlarınızı) kısaltarak korkusuzca mutlaka Mescidi Haramca gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilmediğinizi bildi de, ondan önce yakın bir fetih nasib etti".

Bu, Allah'ın, Resulü ve mü'minler üzerine manevi kuvvetini indirmesinden ve onların savaşmama emrine uymalarından sonra, münafıkların söylediği şu sözlerin yanlışlığını beyan eden bir ifâdedir: (Münafıklar istihza yoluyla), "Biz, henüz Mescid-i Haram'a girmedik; saçlarımızı traş ettirmedik, kısalttırmadık da!.." demişlerdi.. Zira, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında, mü'minlerin Mekke'ye girdiklerini, hac vazifelerini ikmâl ettiklerini görmüştü.. Ama, Hazret-i Peygamber bunun için bir vakit zikretmemişti. Hazret-i Peygamber bunu mü'minlere anlattığında, mü'minler bu işin, tıpkı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in rüyasında gördüğü gibi kesinkes olacağına inanmışlar ve bu girme işinin, Hudeybiye senesinde olacağını sanmışlardı. Allah en iyisini bilir ya, bu ancak, Fetih yılında nasib olmuştu.. Binâenaleyh, müslümanlar (Hudeybiye'de) anlaşma yapıp, döndüklerinde münafıklar aiay ederek, "Biz, Mekke'ye girmedik; traş olmadık" dediler.. İşte bunun üzerine Cenab-ı Hak, "Andolsun ki Allah, Resulünün gördüğü o rüyanın hak olduğunu tasdik etmiştir.. " buyurmuştur, fiilinin, bu iki mef'ûlü alması, doğrudan ve tıpkı "kıldı ve yarattı" kelimeleri gibi, iki mefûl alan fiillerden olması bakımından olabileceği gibi, (......) kelimesini, takdir edilen bir harf-i cerr sebebiyle mef'ûl olarak almış olması da muhtemeldir. Buna göre, bu kelâmın takdiri, "Allah, rüyası konusunda Resulünü doğruladı" şeklindedir.

Birinciye göre bu ifadenin anlamı, "Allah, o rüyayı, peygamberine olan vaadinin gerçekliğini açıklayan bir hâdise kıldı..." şeklinde olur. Çünkü vaadedilen şey, tahakkuk etmiş ve Allah onu, aynen öylece gerçekleştirmiştir. İkincisine göre manası ise, "Allah, Peygamberine gösterdiği rüya hususunda yalan söylemedi..." şeklinde olur. Buna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, rüyasında, Allah'ın "Sizler Mescid-i Haram'a gireceksiniz.." dediğini görmüş olması muhtemeldir. Bu durumda fiilinin manası açıkça ortaya çıkmış olur. Çünkü (......) kelimesinin söz hakkında kullanıldığı gayet açıktır.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, rüyasında, kendisinin Mescid-i Haram'a girdiğini görmüş olması da muhtemeldir. Buna göre, ifâdesinin manası, Allah, o rüyayı ortaya koyan ve onun doğruluğuna delâlet eden şeyi yaptı" şeklinde olur. Nitekim Arapça'da, kişi kendisinin yapabileceğini sandığı şeyi gerçekleştirdiğinde, darb-ı mesel olarak, "Gençliğinin yaşı, beni doğruladı" denilir ki bu, deveye, (hıd') denildiğinde, o devenin sakinleşip, kendisinin genç bir deve olduğunu gösterdiğinde kullanılan deyimden alınmıştır. Çünkü (......) kelimesi, kendisiyle, küçük develerin yatıştırıldığı bir kelimedir.

Bil-Hakkı Kelimesinin Manası

Ayetteki, ifadesine gelince, Zemahşerî, bunun hâl yahut kasem yahut da masdarının sıfatı olduğunu söylemiştir. Binâenaleyh bunun, hal olmasına göre kelamın takdiri, "Allah ona o rüyayı, hak ile İçice olduğu halde gösterdi" şeklindedir. Bunun sıfat olması durumunda, kelamın takdiri, "Allah ona o rüyayı, hak ile iç içe olan bir doğrulukla gerçeklikle gerçekleştirdi, doğruladı" şeklinde olur.

Bunun bir kasem olması durumunda, bu, ya Allah adına yapılmış bir kasem olur; çünkü '"Hak", Allah'ın isimlerindendir, yahut da, bâtılın zıt anlamlısı olan "hak"ka yapılan bir kasem olmuş olur. Zemahşerî'nin söyledikleri bunlardır.

Bu hususta, diğer muhtemel şu iki izah şeklinin bulunduğu da söylenebilir:

a) Burada, sonra gelmesi gerekli olan kelimenin, önce getirilmiş olması söz konusudur. Bunun takdiri, "Allah, hak peygamberinin rüyasını doğruladı.." şeklinde olur. Yani, "Gerçek hak peygamber olan, o resulünün rüyasını..." demektir ki, bunda, o rüyada yalanın imkânsız olduğuna bir işaret vardır. Çünkü c, hak ile içice bir resul olunca, rüyasında bâtıl olan şeyleri görmez..

b) Eğer biz, ifadesiyle kasem kastedildiğini söylersek, ifadesindeki lâm'ın niçin gelmiş olduğu anlaşılmış olur. Yok eğer, böyle olduğu ileri sürülmezse, o zaman kelamın takdiri, "Allah, Resulünü bu rüyası hususunda gerçekten tasdik ve teyit etti. Allah'a yemin olsun ki sizler, Mescid-i Haram'a greceksiniz.." şeklinde olur. Buna göre, "Allah'a yemin olsun ki sizler gireceksiniz" ifadesi, görülen rüyanın bir tefsiri olmuş olur. Yani, "Rüya, işte Allah'a yemin olsun ki, "Sizler Mescid-i Haram'a gireceksiniz" anlamındadır..." demektir, Su izaha göre, ayetteki, ifadesinin söz, kelâm hakkında kullanılmış olduğu ortaya çıkmış olur. Çünkü rüya da bir kelâmdır. Bu ifadenin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, Resulünü ... tasdik etti" ifadesinin muhtevasını gerçekleştiren bir ifade olması da muhtemeldir. Buna göre mana, "Allah'a yemin olsun ki, Mescid-i Haram'a girme meydana gelecek ve ilahî tasdik zuhur edecektir,." şeklindedir. Bu durumda da ifadesi, bir başlangıç cümlesi olmuş olur.

İnşaallah Tabiri

Ayetteki, (......) ifâdesine gelince, bu hususta da şu izahlar yapılabilir:

a) Allahü teâlâ bu ifâdeyi, kullarına edebi öğretmek ve bir de, "Hiçbir şey hakkında, "Ben falan şeyi, mutlaka yarın yapacağım deme... Allah'ın dilemesi müstesna..." (Kehf, 23-24) ayetini te'kid etmek için zikretmiştir.

b) Bu, Mescid-i Haram'aa girme işi, Hudeybiye yılında olmayıp, mü'minler de (o yıl) Mescid-i Haram'a illâ girmek isteyip, sulh yapmak istemeyince, Cenâb-ı Hak, "Gireceksiniz, lâkin sizin kuvvetiniz ve kendi irâdenizle değil. Siz oraya ancak, benim meşîet ve dilememle gireceksiniz.." buyurdu.

c) Allahü teâlâ, Hazret-i  Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e inen vahyinde, "... gireceksiniz" buyurunca, bu girmenin kendi dilemesiyle olduğunu ifade etmiştir. Çünkü bu, kendisine bir borç ve vacib olmaksızın, O'nun tarafından yapılmış olan bir vaaddir. Bir şeyi vaadeden zât ise, onu ancak Allah'ın meşîeti ile gerçekleştirebilir. Aksi halde, vaadi, hiç kimse bunu üstlenemez. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in uyanıklık halinde sarih bir biçimde vahiy vasıtasıyla vâdedilen şeyin durumu böyle olunca, ya sizin, uyku ile olan vahiy hakkındaki zannınız nasıl olmalıdır? Bu, berikisinden daha çok te'vîle muhtemeldir. Öyleyse, (rüyada görülmek suretiyle) bildirilen) bu görme işi gecikince, niçin onlar alay ediyorlar?

d) Bu, o girme işinin gerçekleşeceğini bildiren bir ifâdedir. Bu böyledir, zira Mekkeliler, "Sizler, oraya, ancak bizim istememiz halinde girebilirsiniz. Biz ise, bu sene sizin girmenizi istemiyoruz ve sizin ancak gelecek sene girmenizi tercih ediyoruz" demişlerdi. Mü'minler ise, aynı yıl, Mekke'ye girmek istemişler, ama tahakkuk etmemişti. Bu durumda, herhangi bir kimse, "Bu iş, Mekkelilerin dilemesine bağlandı. Eğer bize, gelecek sene girme izni verirlerse, ancak o zaman oraya girebileceğiz... Eğer istemezlerse, oraya giremeyeceğiz.." demek istemmiş de, bunun üzerine, Cenâb-ı Hak, "Onların meşîet ve irâde etmeleri şart değildir. Tam aksine, şartın tamamı benim dilemem ile tahakkuk edecektir" buyurmuştur.

Ayetteki, "kiminiz başlarını traş ettirerek, kiminiz saçlarını kısaltarak korkusuzca" ifadesi, "Sizler, haccınızı, başından sonuna kadar tamamlayacaksınız..." hususuna bir işarettir. Binâenaleyh, ayetteki, "gireceksiniz.,." ifadesi, bu haccın başlangıcına; "kiminiz başlarını traş ettirerek" ifadesi de, haccın bitimine bir işaret olup, bu hususta şöylesi iki mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) kelimesi, girenlerin durumunu, yani failin durumunu belirten bir hâldir. Mescid-i Haram'a ihramlı girilir. İhramlı olan ise saçını traş etmez. Şu halde (......) kelimesi ihram halinin traş oluncaya kadar devam ettiğini bildirmektedir. Buna göre, Cenâb-ı Hak, adeta, "Sizler oraya, emîn ve haccınızı tamamlamaya, traş olmaya imkân bulacağınız bir vaziyette gireceksiniz.." demek istemiştir.

İkinci Mesele

Ayetteki, (......) ifâdesi de bir hal cümlesi olup, manası, "korkmaksızın..." şeklindedir. Bu korkmama işi, Cenâb-ı Hakk'ın "güven içinde olan kişiler olarak..." ifâdesinden zaten anlaşılmıştır. O halde, ayrıca "korkmaksızın..." demenin manası nedir? Biz deriz ki: Bunda, o emniyyet halinin mükemmel biçimde olduğunun bir tür izahı vardır. Çünkü, traş olduktan sonra (hac yapan) kimse, ihramdan çıkmış olur. Dolayısıyla, savaşması ona artık haram değildir. Halbuki, Mekkelilerce, hem ihrama giren, hem de Harem-i Şerifte olan bir kimsenin öldürülmesi haramdır. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Sizler, güvence içinde gireceksiniz, traş olacaksınız ve sizin bu emniyyetiniz, ihramdan sonra da sürüp gidecektir.." buyurmuştur.

Ayetteki, "Fakat Allah, sizin bilmediğinizi bildi de..." cümlesine gelince bu, "Allah, bu konuda bilemediğimiz birtakım maslahatları ve sizin o yıl Mescid-i Haram'a girmenizin, mü'min erkeklerle mü'min kadınları çiğneyip geçmenize sebep olacağını bildi de..." demektir. Yahut da, (......) ifâdesinin başındaki fâ, takibiyye için olup, buna göre mana, "O, bunun peşinden neler geleceğini bilmişti de..." şeklinde olur.

Şimdi biz diyoruz ki: Eğer biz (......) ifâdesinden "onların girme zamanını bildi..." manası kastedilmiştir, dersek, bu bilme işi, tasdik etmenin hemen peşinden olmuş olur. Yok eğer, "maslahatları... bildi" manası kastedilmiştir dersek, buna göre de mana, "Allah, gaybı değil de, meydana geleni ve görünür olanı bildi" şeklinde olur. Kelâmın takdiri ise, "Maslahat ve menfaatiniz, gelecek yıl için meydana geldi" şeklindedir. Buna göre de, (......) ifâdesi, "Bu yeni, yani henüz ortaya çıkmamış olan maslahata dair bilmediğiniz şeyleri bildi de "ondan önce yakın fetih nasib etti." Bu yakın fetih de, ya Hudeybiye musalahasıdır, ya da Hayber fethidir. Ki, biz daha önce bunun hangisi olduğunu anlatmıştık,

"Allah herşeyi hakkıyla bilen dır "(Fetih, 26) cümlesi (......) kelimesinden, bazılarının zannedebileceği ilm-i ilâhînin hadis olması vehmini gidermektedir.

Hak Dinin Galebesi

28

"O, peygamberini, onun dinini, diğer bütün dinlere galip kılmak için hidayetle ve hak din ile gönderendir. Tam şahit olarak da Allah yeter. Muhammed Allah'ın resulüdür. Onun yanında bulunanlar da, kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında ise merhametlidirler. Onları rükû ediciler, secde ediciler olarak görürsün. Onlar, Allah'tan fadl ve rıza isterler"

Gerçek Rüya

Bunlar, Allah'ın, resulünü, gördüğü o rüya hususunda tasdik ettiğini tekîd eden ifâdelerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, resulünü, başkalarını hidayete erdirmesi için gönderince, insanları hidayete erdirmeyen, bunun aksini ortaya koyan, böylece de bir sapıklığa sebep olan şeyleri dilemez, murâd etmez.. Bundan daha kuvvetli izahlar da yapılabilir: Şöyle ki: Resul olmayan kimseler için de rüya, vakıaya uygun biçimde tahakkuk edebilir. Ancak ne var ki, olacak şeyleri, meydana gelmeden önce uyanıkken görebilmek, hickimse için vaki olamaz. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "O, peygamberini, hidayetle ve hak din ile gönderendir" buyurmuş ve Peygamberine, o uyanıkken olacak şeyleri anlatmıştır. Binâenaleyh, Peygamberin, bu olacak şeyleri rüyasında görmesi uzak bir ihtimal değildir. Binâenaleyh onun rüyasının gerçekleştirilmesinde akıldan uzak görülecek bir durum yoktur. Yine bu âyetlerde, Cenâb-ı Hak, "Onu diğer bütün dinlere gâlib kılmak için..." ifadesiyle fethin meydana geleceğine ve Mekke'ye girileceğine işaret etmiştir. Çünkü, bütün dinlere galip gelen kimse için, Mekke'nin fethi uzak görülemez.

Ayetteki, (......) kelimesiyle, Kur'ân'ın kastedilmiş olması muhtemeldir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onda, insanlara bir hidayet rehberi olmak üzere, Kur'ân indirilmiştir" (Bakara, 185) buyurmuştur. Bu izaha göre "hak din ile" ifadesi ile, o Kur'an'daki usûl (itikâd esasları), fürû (ahkâm) ile ilgili bütün şeyler kastedilmiştir. el-Hüdâ kelimesiyle mu'cize manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir. Yani, "o peygamberini hak ile gönderdi.." demek olup, bu, meşru kılınan şeylerin tamamına bir işarettir. Yine el-Hüdâ kelimesiyle, "usûl", yani itikâd esasları; "hak din.." tabiriyle de ahkâmın kastedilmiş olması muhtemeldir. Çünkü, Peygamberler arasında, ahkâmla değil de, sadece itikâd esaslarını izahla görevli kimseler de bulunmaktadır:

El-Hüdâ kelimesinin başındaki elif-lâm'ın istiğrak için olması muhtemeldir. Buna göre, "hidâyet olan her şey ile..." anlamında olur. Elif lâm ile, "ahd-i haricî"liğin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Buna göre, buradaki el-Hüdâ kelimesiyle Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu, Allah'ın hidayeti olup, onunla dilediği kimseleri hidâyet eder.." (En'âm, 86) ayetinin ifâde ettiği hidâyet kastedilmiş olur. "Onunla..." ifâdesi, ya "Kur'ân iledir" anlamındadır, çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah kelâmı en güzelini -ahenkdâr bir kitap halinde- indirmiştir ki... işte bu kitap Allah'ın gönderdiği bir rehberdir ki, o, kimi dilerse ona bununla hidâyet verir.,"(Zümer, 23) buyurmuştur. Yahut da, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üzerinde ittifak ettiği şey... Çünkü Cenâb-ı Hak, "Bunlar, Allah'ın kendilerini hidayete ilettiği kimselerdir. Sen de onların hidâyet yoluna uy..."(Enam, 90) buyurmuştur. Bu iki şey de birdir. Çünkü, Kur'ân'daolan şey, zâten Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üzerinde ittifak attiği şeye uygundur.

Hak Din

Ayetteki, "hak din ile..." ifadesi hususunda, şu muhtemel izahlar yapılabilir:

1) Buradaki "hak" ile, Allah'ın ismi olan "Hak" kastedilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ sanki, "Hidayet ve Hakk'ın yani Allah'ın dini ile..." buyurmuştur.

2) Buradaki "hak" kelimesiyle, "batıl"ın zıddı olan şey kastedilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Hidayetle ve hak dini, batıl olmayan hakikatlerle gönderdi.." buyurmuştur.

3) Bu ifâdeyle, hakka inkiyâd etmek ve onu üstlenmek manası kastedilmiştir.

Cenâb-ı Hak, "Onu ... galip kılmak için..." buyurmuştur. Yani, "Peygamberini hidâyetle, (izahlardan birisine göre) mucizeyle göndermiştir ki, onu, bütün dinlere galip getirsin..." demektir. Böylece, Cenâb-ı Hak, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dinini değil de, diğer bütün dinleri (onun vasıtasıyla neshetmiş olur. Müfessirlerin ekserisi, (......) ifadesindeki hâ zamirinin, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e râci olduğu kanaatindedirler. Ama daha açık olan, bu zamirin "hak din" ifâdesine râci olmasıdır. Buna göre mana, "resulünü, hak din ile gönderdi ki, o hak din, diğer dinlere galip gelsin.." şeklinde olmuş olur. Bu izaha göre, (......) fiilinin failinin "Allah" olması muhtemel olduğu gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olması da muhtemeldir ki bu durumda mana, "Peygamber, hak dini ortaya koysun diye..." şeklinde olur.

Ayetteki, "Tam şahit olarak Allah yeter..." cümlesi, onun Allah'ın resulü olduğu hususunda yeter, kâfidir" anlamında olup, bu da, mü'minlerin kalbine itminan veren bir ifâdedir. Çünkü mü'minler kâfirlerin, yazılmış çizilmiş andlaşmayı reddetmelerinden ve "Biz onun Allah'ın resulü olduğunu bilmiyoruz. Binâenaleyh, "Allah'ın resulü Muhammed" diye yazmayın, tam aksine "Abdullah'ın oğlu Muhammed" diye yazın" demelerinden rahatsız oluyorlardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "O'nun Allah'ın resulü olduğu hususunda şahit olarak, Allah yeter" buyurmuştur.

Allah'ın Şahitliği

Burada şöyle bir incelik vardır: Allah'ın sözünün, herşey hususunda kâfi ve yeterli olmasına rağmen O'nun risâlet konusunda kâfi ve yeter şahit olması daha açıktır. Çünkü resul ancak, "Onu gönderenin" sözü ile elçi olabilir. Binâenaleyh bir hükümdar, "Bu benim elçimdir" dedi mi, dünyadakilerin tamamı, onun elçi olduğunu kabul etmeseler bile, onların bu kabul etmeyişleri hiçbir şey ifade etmez. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak adeta, "Benim onu, "benim resûlümdür" diye tasdik etmemin yanında, onların onun peygamberliğini kabul etmeyişleri ne ifâde eder ki? Hiçbir şey!" demek istemiştir.

Hazret-i Muhammed'in Risaleti

Ayetteki, "Muhammed, Allah'ın resulüdür" cümlesine gelince, bu hususta da şu izahlar yapılabilir:

a) Bu ifâde, mahzûf bir mübtedânın haberi olup, bunun takdiri, "O, Cenâb-ı Hakk'ın, "resulünü ... gönderdi" ifadesiyle bahsi geçen, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir" şeklindedir ifâdesi ise, atf-ı beyândır.

b) kelimesi mübtedâ ifâdesi ise, haberdir. Takdirin böyle olması halinde bu ifâde de yine, önce geçmiş olan hususu tekid eden bir ifâde olmuş olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, "O, Peygamberini... gönderdi" buyurup, onun peygamber oluşu da, Allah'ın şehâdetine dayanınca, Allah ona bu hususta, "Muhammed, inkâr olunamayacak bir biçimde, Allah'ın resulüdür" diye şehâdet etmiştir.

c) Bu talîl, istinbât olunmuş bir husus olup şöyledir: "Muhammed" mübtedâ; ifadesi, temyiz (ayırdetmek) için değil de, medih için getirilmiş olan bir atf-ı beyân, (......) ifâdesi (......) kelimesine atıf, (......) kelimesi ise, haberdir..

Buna göre Allahü teâlâ, adeta, "İnananların tümü de, kâfirlere karşı çok çetin, ama kendileri arasında alabildiğine merhametlidir.." demek istemiştir. Bu açıklamaya göre, "Hem çetin olma, hem de merhametli olma özellikleri, mü'minlerın tümünde mevcuttur" manası elde edilmiş, istinbât edilmiş olur. Mü'minler hususunda, bunların birbirlerine karşı merhametli; kâfirlere karşı şiddetli olmaları gerektiği hususuna gelince, bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Mü'minlere karşı gayet mütevazı, kâfirlere karşı son derece vakur.. "(Maide, 54) ayetinde anlatıldığı gibidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında olana gelince, bu da, "Onlara karşı son derece çetin ve sert ol" (Tevbe, 70) ve "Mü'minlere karşı (ise) şefkatli ve merhametli..." (Tevbe, 128) ayetlerinde anlatıldığı gibidir.

Yaptığımız bu izaha göre, ayetteki "onları görürsün" ifadesi Peygambere bir hitap olmayıp, tam aksine hitap sadedinde getirilmiş olan ve takdiri, "Ey dinleyen, kim olursan ol, işte bu şekilde ol..." biçiminde olan umumî bir ifâde olmuş olur. Bu tıpkı, nasihat eden bir kimsenin, sözüyle belli bir kimseyi kastetmeksizin, ortada da bir uyanma olmadığı halde, "Uyan arkadaş uyan.." demesi gibidir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar, Allah'tan fadl ve rıza isterler" ifâdesi, mü'minlerin, rükû ve sücûdlarını, kâfirlerle riyakâr kimselerin rükû ve sücûdlarından ayırdetmek için getirilmiş olan bir ifâdedir. Çünkü bu kimseler, bu rükû ve sücûdlarıyla, bunu talep etmezler.. Burada şöylesi ince bir manaya işaret vardır: Cenâb-ı Hak, kendi rızâsı için rükû ve sücûdda bulunanlar hakkında, "Onların ecirlerini tastamam verir ve onlara olan fadlım artırır.." (Fatır,30) buyurmuştur. Burada da, rükû ve sücûdda bulunanların, Allah'ın fadl ve rızâsını talep ettiklerini belirtmiş, ama ücretten bahsetmemiştir. Çünkü Allahü teâlâ, "Sizin için bir ücret vardır" dediğinde, bu da O'ndan, bir lütuf ve o mü'minlerin amellerinin, Allah'ın onlardan istediği bir biçimde gerçekleştiğine bir işaret olmuş olur. Çünkü ücret, ancak mâlikin isteğine uygun biçimde yapılan işe mukabil verilir. Binâenaleyh mü'min kimse, "Ben senin fadlım istiyorum" deyince bu, mü'minin, kendisinin kusurlu olduğunu bir itiraf olur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "ücret" dememiş de, "Allah'dan fazl isterler" buyurmuştur.

Ekin Misali Mü'minler

29

"Secde izinden meydana gelen nişanları yüzlerindedir. işte onların Tevrat'taki vasıflan budur. İncil'deki vasıfları da şöyledir: (Onlar) filizini yarıp çıkarmış, gitgide onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdeleri üzerine doğrulup kalkmış bîr ekine benzerler ki bu, çiftçilerin hoşuna gider. (Bu) bunlar ile kâfirleri öfkelendirmek içindir. Onlardan iman edip sâlih amellerde bulunanlara, Allah hem bir mağfiret, hem büyük bir ücret vaadetmiştir"

Secde Nuru

Ayetteki, "Secde izinden, (meydana gelen) nişanları yüzlerindedir.." cümlesi ile ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:

a) Bu nişanlar, Kıyamet günü tahakkuk edecektir. Nitekim Hak teâlâ, "O gün birtakım yüzler ağarır" (Al-i imran, 106) ve "Onların nurları, önleri sıra koşar..." (Hadîd. 12) buyurmuştur. Buna göre diyoruz ki: Onların yüzlerindeki nurları, Hakka yönelmeleri sebebiyle olmuştur. Nitekim Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), "Yüzümü (ve özümü), gökleri ve yeri yaratana yönelttim" (En'âm, 79) demiştir. Kim güneşin karşısında durursa, güneşin ışıkları onun yüzüne düşer ve bu ışık, onun yüzünde yayılmış bir biçimde belirir. Fakat güneşin ışığı ârizî (mahluk) olup, yok olabilen cinstendir. Allahü teâlâ ise, göklerin ve yerin gerçek nurudur. Binâenaleyh kim O'nun yüzüne (zâtına) yönelirse, o kimsenin yüzünde, bütün ışıkları bastıracak bir nûr meydana gelir.

b) Bu, nişanlar dünyada olacaktır. Böyle oluşuna göre, bu hususta şu iki izah yapılabilir:

1) Bununla, çok secde etmeleri sebebiyle, mü'minlerin alınlarında meydana gelen durum kastedilir.

2) Cenâb-ı Hakk'ın geceleri namaz kılan ve secde edenlerin yüzlerinde yarattığı güzellik nurudur. Bu, aklı olanlar için, inkârı mümkün olmayan bir şeydir. Çünkü gece uyanık duran iki kişiden birisi, içki içmek, oyun oynamak ile, diğeri ise namaz kılıp, Kur'ân okuyarak ve ilim talebi ile vakit geçirsin. Ertesi gün bütün insanlar, içki içip, kumar oynadığı için uykusuz kalan ile, Allah'ı zikir ve şükür için uykusuz kalanın farkını görür.

Ayetteki, "işte onların Tevrat'taki vasıfları budur" cümlesi ile ilgili olarak şu üç tahlil yapılabilir:

a) mübtedadır, ifadesi ise, bunun haberidir, ifadesi ise, mahzûf bir mübtedanın haberi olup, "Onların Tevrat'taki ve İncil'deki misalleri, ... doğrulup kalkmış bir ekin gibidir" takdirindedir.

b) mübtedasmın haberi, sadece ifadesidir. ifadesi, diğer bir mübteda, ifadesi ise bunun haberidir.

c) Ayetteki, ifadesi, ifadesi ile anlaşılan, belirsiz birşeye işaret olup, tıpkı (Hicr. 66) ayetinde olduğu gibidir.

Burada söyle bir dördüncü izah yapılabilir: Bu da, (......) kelimesinin, mahzûf bir mübtedânın haberi olup, "Onların yüzlerinde beliren bu şey, işte budur" ((......)'dir) takdirinde olmasıdır, Nitekim Arapça'da, "Onun yüzünde, o vuruşun eseri (izi) belirdi" denilir. Biz de, "Vallahi aynen böyledir" deriz. Bu, "İşte bu, o görünen şeyin tâ kendisidir.." yahut da, "Senin göründüğünü söylediğin o şey, işte budur" manasınadır.

Cenâb-ı Hak, 'İncil'deki vasıflan da (şöyledir): (Onlar), filizini yarıp çıkarmış, gitgide onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdeleri üzerine doğrulup kalkmış bir ekine benzerler ki bu (durum) çiftçilerin hoşuna gider" buyurmuştur. Bu, "Onlar, her iki kitapta da bu şekilde anlatılmış, onlar için bu şekilde benzetme yapılmıştır. Onlar, sanki bir ekin gibi kabul edilmişlerdir. Çünkü ekin ilk çıkışta, zayıf ve narin olur. Ama olgunlaşacak kabiliyet ve kapasitesi vardır. İşte mü'min de böyledir (......) kelimesi, bitkinin filizi demektir. fiili ile, "Filizini çıkardı ve sarmaş dolaş olacak, birbirine girecek şekilde büyüyüp kuvvetlendi" manasının kastedilmiş olması muhtemeldir. Bu, en kıymetli ve açık manadır. Cümle "Çiftçilerin hoşuna gider, onları hayran bırakır" kısmında tamamlanmıştır.

Kâfirlerin Kızması

Ayetteki, cümlesi, ya "Allah'ın onları böyle geliştirip büyütmesi, kâfirleri öfkelendirmek, öfkelerinden çatlatmak içindir" manasına gelir, yahut da, "Kâfirler öfkelendiği için, Allah onları bu şekilde büyütüp geliştirmiştir" manasındadır.

Ayetteki, "Onlardan iman edip, salih amellerde bulunanlara, Allah hem bir mağfiret, hem büyük bir ücret vaadetmiştir" ifadesi, "Allah bu vaadini, mü'minlere bakıp kâfirler öfkelerinden gebersinler diye yapmıştır" manasına gelir. Nitekim Arapça'da, "Sana rağmen, senin burnunu sürtmek için, falancaya iyilik yapıyorum" denir.

Ayetteki, ifadesindeki, harf-i cerri, "ba'ziyyet için" değil, "beyâniyye"dir. Bunu "ba'ziyet" için ve kâfirlerden imân edenler için büyük bir ücret vardır" şeklinde olması muhtemeldir. Mağfiret ile ecr-i azîm'in ne demek olduğu, daha önce defalarca izah edilmiştir. Allah en iyi bilendir.

Burada şöyle bîr incelik var: Allahü teâlâ, rükû ve secde edenler hakkında, onların Allah'ın fazlını taleb ettiklerini belirtmiş ve ayrıca da, onlar için, "ücret" vardır demiş, fakat, "Onlar için taleb ettikleri o fazl vardır" dememiştir. Çünkü mü'min bırşey yaparken, yaptığına değer vermez ve onu önemli bir ücrete değer de bulmaz. İşte bundan dolayı mü'min, "Allah'ım, ben ancak senin fazl-u keremini isterim. Çünkü benim amelim, ücrete değer olmayan önemsiz bir şeydir" der. Allahü teâlâ da böylesi mü'mine, fazlından verdiğini verir ve mü'minin amelinin makbul sayıldığına, yerli yerince yapılmış olduğuna, Allah katında, mü'minin bu isinden ötürü Ücrete müstehak olmayan önemsiz bir şey sayılmadığına işaret etmek için, bu verdiği şeye "ücret" adını verir.

Ayetteki, "Onlardan, iman edip sâlih amellerde bulunanlara, Allah hem bir mağfiret, hem büyük bir ücret vaadetmiştir" ifadesinin, bu mağfiretin kişinin imanına bağlı olduğunu gösterdiği, daha önce de defalarca anlattığımız gibi, anlaşılmaktadır. Çünkü her iman sahibinin günahı bağışlanır. Nitekim Hak teâlâ, "Allah, kendisine ortak koşulması dışındaki şeyleri, dilediği kimseler için bağışlar" (Nisa, 48) buyurmuştur. "Büyük ücret" ise salih amellere karşılıktır. Allah en İyi bilendir.

Musannif (r.h) şöyle der: Bu sûrenin tefsiri, Hicri-Nebevî 603 senesinin Zilhicce ayının onyedinci günü olan Perşembe günü tamamlandı. Salat-ü selâmın en efdali, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, hamd de Rabbü'l-Alemîn olan Allah'a olsun. Yine salât-ü selâm, Peygamberlerin lideri, efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ailesine ve bütün ashabına olsun. (Amîn).

0 ﴿