19

Andolsun ki, Allah mü'minlerden, seninle o ağacın altında bîat ederlerken razı olmuştur da, kalblerindekini bilerek, üzerine kuvve-i maneviyyeyi indirmiş ve onları, yakın bir fetih ile ve alacakları birçok ganimetlerle mükâfaatlandırmıştır.. Allah mutlak galibtir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir..".

Cenâb-ı Hak, bu ayeti ile, savaştan geri kalıp, ona katılmayacak olanlar ile, savaşı bırakmaya sebep teşkil edecek durumları beyan etmiştir ki, bu da, hücum etmeye, ya da, geri hamle yapmaya mani olan hallerdir. Bu hususu Cenâb-ı Hak, şu üç sınıfla kayıtlamıştır:

1) Körler... Çünkü, körün, düşmanın üzerine atılması ve onu kovalaması mümkün olmadığı gibi, düşmandan korunması ve kaçması da mümkün değildir. Topal ve hastanın durumu da böyledir. Eli kesik ve kötürümün hali de, topalınki gibidir. Hatta mazeretli olmaya bu daha layıktır. Topal olan kimsenin, bu topallığı, düşmana hücumuna ve düşmandan kaçmasına manî değildir. Dolayısıyla mazur sayılmaz. Dalağın şişmesi ve öksürük gibi, düşmana hücuma ve düşmandan kaçmaya manî olmayan önemsiz hastalıklar da böyledir. Çünkü kişi bu hastalıklar sebebiyle kuvvetinden kaybetmiştir. Bazı mafsalların ağrıması ise bir mazeret olmaz. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bunlar, bizzat mücahidde bulunan mazeretlerdir. Bizim için, sahibinin kendisine muhtaç olduğu şeylerle, çocuk veya hasta gibi, kendilerini koruyan kimseler bulunmadığında perişan olacak kimselerle meşgul olma gibi, kişiye hareket kabiliyeti kazandırmayan ve haricî bir mazeret sayılan fakirlik de söz konusudur. Binâenaleyh bu konudaki mazeretler, fıkıhdan öğrenilir. Biz ise, tefsirle ilgili olanlar hususunda, şu gibi bazı meseleleri beyân ederek açıklamada bulunacağız:

Cenâb-ı Hak, seferdeki (savaş için olan) mazeretleri dile getirmiştir. Çünkü bunların dışında kalan mazeretlerin ber-taraf edilmesi mümkündür. Ama bir topallık ve körlük bertaraf edilemez.

Üç Ksım Dışındakiler

Hak teâlâ bu ayette, sadece üç sınıf kimseyi mazeretli olarak saymıştır. Çünkü mazeret (özür), ya bir uzuvdaki arıza, yahut da kuvvetteki arıza sebebiyle olur. Uzvun arızalı olması sebebiyle olan özür, kendisiyle düşmana ulaşmaya ve savaş meydanlarına geçmeye manî olan özürlerdir. Yahut da, harb meydanlarında bulunmaya ve oraya ulaşmaya manî, sayesinde tam bir fayda sağlanan uzuvdaki özürdür. Birincisi ayak, ikincisi ise göz ile ilgili kusurlardır. Çünkü ayakta gidilir-varılır; göz ile de düşmanı kovalama ve düşmandan kaçmada yararlanılır. Ama kulağa, buruna, dile ve benzeri uzuvlara gelince, bunların, yukarıda bahsettiğimiz o iki hususla hiç alâkaları yoktur. Geriye "el" kalır. Çünkü her iki eli kesik kimse, birşey yapamaz. Bu, açık bir mazerettir. Dolayısıyla Hak teâlâ bunu söylemeye gerek görmemiştir.

Kolsuzların Durumu

Bu böyledir. Çünkü diyoruz ki: Ayağın sağladığı fayda, yani bir yerden bir yere gidip-varma, tek bir ayakta arıza olduğunda, sağlanamaz. Elin faydası (vazifesi) ise, vurma-yakalamadır. Bu da, ancak her iki elin birden bulunmaması ile ortadan kalkar. Her iki eli kesik olan ise, pek nâdir bulunur. Belki de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabı arasında, her iki eli kesik hiç kimse yoktu. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, bundan bahsetmedi. Yahut da, iki eli kesik kimsenin de, savaşta yapabileceği şeyler vardır. Çünkü meselâ böyle birisi, gözetleme yapabilir. Eğer bu olmasaydı, savaşan tek başına savaşacaktı. Dolayısıyla (bu bakımdan), eli kesik kimsenin de savaşta bulunması iyi olur. Bundan ötürü savaştan geri kalmada, mazur olanlar arasında sayılmamıştır. Çünkü mücâhidler, bundan da istifâde edebilirler. Ama kör böyle değildir.

Eğer, "Tek bir eli kesik kimsenin, yakalama gibi, yapabileceği bir iş ve fayda sözkonusu olduğuna göre, şaşı kimsenin de görmesinden elde edilecek yarar vardır. Cenâb-ı Hak da bu ayette, mazur olarak körleri zikretmiş, çolaklardan ve iki eli kesiklerden bahsetmemiştir" denilirse, biz deriz ki: Biraz önce de beyan ettiğimiz gibi iki eli kesik kimse çok nâdirdir. İki elden birinin başına gelen belâ, diğer eli kapsamaz. Ama tek bir gözün başına gelen afet, diğer gözü de alâkadar eder. Çünkü gözün nurunun (ışığının) kaynağı tektir ve iki gözden, ışığını oradan alırlar. Bundan ötürü, cemiyetteki bulunuş oranı, bu iki durumun farkını gösterir. Çünkü kör olanların oranı fazladır, ama her iki eli kesik olan nâdirdir.

Üçüncü Mesele

Hak teâlâ, aletlerde (uzuvlarda) bulunan hastalık ve kusuru, kuvvet bakımından olan eksiklikten önce zikretmiştir. Çünkü insanın kuvvetinde bulunan eksiklik ve âfetin, sonradan ve geçici olması mümkündür. Ama uzuvların kendisindeki kusurlar (sakatlıklar) meydana geldiğinde, artık zail olmaz. Çünkü meselâ kör kimse, artık bir daha görür hale gelmez. Binâenaleyh uzuvlarda olan özürler, daha önemlidirler ve gerçek özürdürler.

Dördüncü Mesele

Hak teâlâ bu ayette, körleri topallardan önce zikretmiştir. Çünkü kör olanın mazereti, savaşa katılsa bite, devam eder. Ama topal, eğer süvari olarak, yahut başka bir yol ile savaşta bulunduğunda, ok atmak ve benzeri şeyleri yapmak suretiyle savaş yapabilir.

Hak teâlâ'nın "Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, (Allah) onu altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. Kim geri kalırsa, onu da elem verici bir azabla azablandınr. Andolsun ki Allah, mü'minlerden, seninle o ağacın altında biat ederlerken- razı olmuştur da, kalblerindekini bilerek, üzerlerine kuvve-i maneviyle indirmiş ve onları yakın bir fetih ile ve alacakları bir çok ganimetlerle mükâfaatlandırmıştır. Allah azız ve hakimdir" ayetine gelince, bil ki Cenâb-ı Hak, Allah ve Resulünden herbirine itaat, diğerine itaat sayıldığı için, Allah'a itaatin ne demek olduğunu anlatmak gayesiyle, ikisini birlikte zikretmiştir Çünkü eğer Allahü teâlâ, sadece "Kim Allah'a itaat ederse..." demiş olsaydı, bazı kimseler, "Biz, Allah'ı görmüyor, sözünü duymuyoruz. Binâenaleyh onun emrinin ne olduğunu nasıl bilebilir ve O'na nasıl itaat edebiliriz?" diyebilirlerdi. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, kendisine itaatin, Resulüne itaatta bulunduğunu, kendisinin söz ve emirlerinin, Resulünden işitileceğini belirtmiştir. Daha sonra, "Kim, bu itaattan geri kalırsa (...)" buyurmuştur.

Resule Biat Edenler

Cenâb-ı Hak, "Sana biat edenler, Allah'a biat etmiş olurlar" (Fetih, 10) buyurduktan sonra, savaştan geri bırakılanların halini anlatınca, yine sözü bu biat edenlere getirerek, "Andolsun ki Allah, mü'minlerden seninle o ağacın altında biat ederlerken- razı olmuştur da, münafıkların kalblerindeki şekk hastalığını bildiği gibi, bunların kalblerindeki sıdkı da bilmiş ve böylece üzerlerine kuvve-i mâneviye indirmiştir. Böylece onlar, ölünceye kadar savaşmak üzere, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e biat etmişlerdir" buyurmuştur.

Bunda, şöyle ince bir mana vardır: Allahü teâlâ, bundan önceki ayette, "Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, (Allah) onu ... cennetlere yerleştirir" buyurmuş ve böylece, Allah'a ve Resûlüllah'a itaat etmeyi, o ayette, kendisinin mü'minleri cennete sokmasının bir vesilesi; bu ayette de, Allah ve Resûlüllah'a taatın, rıdvân ağacının altında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e biat edenlerde olduğunu bildirmiştir. Bunun Allah'a taat olduğuna, "Andolsun ki Allah, mü'minlerden ... razı olmuştur" beyanıyla; peygambere itaat olduğunu da "Seninle o ağacın altında biat ederlerken..." ifadesiyle işaret etmiştir.

Geriye vaadedilen şey, yani cennete sokma işi kalmıştır. Allahü teâlâ işte bu hususa da, "yine "Andolsun ki Allah, mü'min(lerden) (...) razı olmuştur" buyurarak işaret etmiştir. Çünkü cennete sokma işi, rızânın (razı olmanın) ayrılmaz bir parçasıdır. Nitekim Hak teâlâ, "(Allah) onları ebedî kalıcılar olarak, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Allah onlardan razı olmuştur" buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak daha sonra, "ve kalblerindekini bilerek...'" buyurmuştur. Bunun başındaki fâ edatı, "ta'kibiyye"dir. Halbuki Allah'ın bilmesi, onların razı olmalarından öncedir. Çünkü Allah onların kalblerindeki doğruluğu önceden bilmiş ve bundan dolayı onlardan razı olmuştur. Binâenaleyh bu ifadenin başındaki fâ edatından, ta'kibiyye (peşisıra oluş) manası nasıl anlaşılabilir? Bu hususta deriz ki: Bu ifade, "O ağacın altında biat ederlerken..." ifadesiyle ilgili olup, bir kimsenin, ya "Dün ferahladım, zira Zeyd'le konuştum da o da kalkıp ikramda bulundu", yahut da "Dün rahatladım. Çünkü Zeyd'in yanına girdim de bana ikramda bulundu" demesi gibidir. Burada, rahatlama işi (her nekadar önce zikrediliyor ise de) aslında, o ikramdan sonradır, İşte ayette de durum böyledir. Çünkü Hak teâlâ, bu razı oluşun sadece biat esnasında olmayıp, aynı zamanda, doğruluklarına dâir Allah'ın ilminin meydana geldiği esnada olduğuna işaret etmek için böyle buyurmuştur. ifadesinin başındaki fâ edatı da, aynı şekilde "ta'kıbiyye"dir. Çünkü Allahü teâlâ onlardan razı olmuş ve böylece onların üzerine kuvve-i maneviyyesini indirmiştir.

Ayette "bildi" kelimesinin kullanılışında, bu biatin, biat edenlerin kalbindeki doğruluğu bilmenin peşisıra olduğunu gösteren bir mana vardır ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın sadece, kerim olan Kur'ân'ının manalarını anlamaya muvaffak kıldığı kimselerin sezebildiği bir muvaffakiyyet-i ilâhiyyedir.

Peşin Bir Zafer

Ayetteki "(Allah) onlara yakın bir fetih (vermiştir)" ifadesiyle, Hayber'in fethi, "alacakları bir çok ganimetlerle mükâfaatlandırmıştır" ifadesiyle de, Hayber'in ganimetleri kastedilmiştir. Bunun "Hicr" (bölgesinin) ganimetleri olduğu da söylenmiştir. "Allah, kudreti mükemmel ve kendisine desteğinize muhtaç olmayan bir aziz, düşmanlarının helakini, size mükâfaat vermek için, sizin elinizle kılmak suretiyle de hikmetini gösteren bir hakimdir." Yahut o bu ifadede, Allah'ın bir kavmi azîz, diğer bir kavmi de zelîl kılacağının ipuçları vardır. Çünkü Allah, izzeti (sonsuz kudreti ile) dilediklerini zelîl; hikmeti ile de dilediklerini azîz kılandır.

Allah'ın Mü'minleri Himayesi

19 ﴿