26"O kâfirler, kalblerine bu taassubu, bu cahillik taassubunu yerleştirdiği sırada, hemen Allah, Resulünün ve mü'minlerin üzerine sekînetini indirdi. Onları takva sözü üzerinde durdurdu. Onlar da buna çok layık ve buna ehil oldular. Allah herşeyi hakkıyla bilendir". Ayetin başındaki edatının, zarf olması muhtemeldir. Binâenaleyh, onda işlenen ve onda âmil olan bir fiilin bulunması gerekir. Yine bu edatın, mef'ûl-ü bih olması da muhtemeldir. Şimdi, eğer bunun zarf olduğunu söylersek, âmilinin mezkûr olduğu da, mefhûm (manadan anlaşılan bir şey) olduğu da söylenebilir. Şimdi eğer bunun mezkûr olduğunu söylersek, bu hususta şu iki izahı yapabiliriz: a) Bunun âmili, ayetteki, "sizi engellerler" (Fetih, 25) ifadesidir. Buna göre mana, "o kâfirler kalplerine bu taassubu yerleştirdiklerinde, sizi engellerler" şeklinde olur. b) Bunun âmili "azab ederiz" (Fetih, 25) fiilidir, yani, "Biz onlara, onlar kalplerine câhiliyyet taassubunu yerleştirdiklerinde azab ederiz" demektir. Hem lafzan yakınlığından, hem de mana bakımından ileri derecedeki münasebetinden ötürü, bu ikinci takdir (mana), daha uygundur. Çünkü onlar, kalplerine o taassubu yerleştirdiklerinde, artık islâm'a teslim olmaya ve sulha yanaşmazlar. Allahü teâlâ, mü'minler üzerine sekînetini, kuvve-i maneviyyesini indirince, mü'minler, cihad hususundaki sa'y-ü gayreti bırakmazlar. Allah, mü'minlerle beraberdir. Dolayısıyla mü'minler veya diğer kimseler onlara, elîm bir azâbla azabederler. Fakat bu edatın âmilinin ifadede yer almaksızın, sözün gelişinden anlaşılan bir durum olduğunu söylerlerse, bu durumda şu iki izah yapılabilir: a) Allah, mü'minleri, onları ezip geçmekten korudu. Bunlar da, kalplerine câhiliyyet taassubunu yerleştiren kâfirlerdir. b) Kâfirler kalplerine taassubu yerleştirdiklerinde Allah size lütfetti. Bu ikinci manaya göre, ayetteki "Allah kuvve-i maneviyyesini indirdi" ifadesi, burada bahsedilen lütfün bir tefsiri olur. Fakat bu edatın zarf değil de mef'ûl-ü bih olduğunu söylersek, bu durumda bunun âmili mukadder olup, "İşte o vakti hatırla" şeklindedir. Nitekim sen, dediğinde, bunun manası, "Zeyd'in ayağa kalktığı zamanı hatırlıyor musun?" şeklinde olup, tıpkı, "Zeyd'i hatırlıyor musun?" şeklindeki cümlendeki (mef'ûl-ü bih) "Zeyd" gibidir. Bu izaha göre, zarf, muzafun ileyh durumunda olan ve kendisinde âmil olan fiile ait olur. Lafız ve Manaya Dair İncelikler Burada, hem lafız ile ilgili, hem de mana ile ilgili şöyle bazı incelikler var: Mana ile İlgili olanlar; 1) Allahü teâlâ, kâfir ile mü'min arasındaki mesafenin, çok fazla olduğunu belirtmiş ve şu üç şeye işaret etmiştir: a) Kâfirler için söz konusu olan şeyi, onların fiillerine bağlamış ve "O kâfirler kalplerine bu taassubu ... yerleştirdiklerinde ..." buyurmuştur. Mü'minler için söz konusu olan şeyin de, kendi fiili (yapması) olduğunu bildirerek, "Allah, ... üzerine, kuvve-i maneviyyesini indirdi" buyurmuştur. Bu iki fail arasında ise, herkes tarafından bilinen farklar vardır. b) Hamiyyeti (taassubu) kâfirlere, sekineti de mü'minlere nisbet etmiştir. İleride bahsedeceğimiz üzere, bu iki mef'ûl arasında yine farklılıklar vardır. c) Hamiyyeti (taassubu) câhiliyyete; sekineti de kendisine nisbet ederek, "cahillik hamiyyeti (taassubu)" ifadesini ve ikincisi için, "sekinetini" ifadesini kullanmıştır. Bu iki izafet (nisbet) arasında da, anlatılamayacak kadar çok hususlar vardır. 2) Mü'minlere, birşeyin birşey mukabilinde meydana geldiğini, yani onların fiillerinin, Allah'ın fiili; hamiyyetlerinin, Allah'ın sekineti (kuvve-i mâneviyyeyi) indirmesinin, onların câhiliyyete nisbet edilişinin, mü'minlerin Allah'a nisbet edilişinin mukabilinde zikredilmesinden sonra, mü'minlere ilavede bulunmuş ve onlar hakkında "Onları takva sözü üzerinde durdurdu" ifadesini getirmiştir ki, bunun ne demek olduğunu ileride anlatacağız. Lafızla İlgili İncelikler Lafızla ilgili incelikler de şu üç şeydir: 1) Hak teâlâ, kâfirler hakkında "kıldı" fiilini, mü'minler hakkında da "indirdi" fiilini kullanmış; hamiyyetin, o anda ve ebedî olmayan arızî şeyler hakkında sun'î birşey olduğuna işaret etmek için, "sekînetini kıldı ve yarattı" gibi ifadeler kullanmamıştır. Sekîne, adetâ hazinesinde adetâ korunmuş, mü'minler için hazırlanmış birşey gibidir. Dolayısıyla Allah onu oradan indirmiştir. 2) Cenâb-ı Hak önce "hamiyyet" demiş; sonra da "câhiliyyet hamiyyeti" diyerek câhiliyyeye nisbet etmiştir. Çünkü hamiyyet zaten aslında kötü bir sıfattır. Câhiliyyete nisbet edilerek kötülüğü artmıştır. Hamiyyetin, kabahat hususunda, hiçbir kötünün kendisiyle kıyaslanamayacağı, mesela, câhiliyyete nisbet edilmesi gibi bir derecesi vardır. Sekînete gelince, bu da aslında her nekadar güzel ise de, ancak Allah'a isnâd edildiği için, kendisi yanında hiçbir itibarı ve güzelliği kalmayan bir güzelliğe ulaşmıştı. İşte bundan ötürü, Allahü teâlâ, "sekînetini" buyurmuştur ve bu nisbetin güzelliğiyle yetinmiştir. 3) Allahü teâlâ, bunun bir mukabele gibi olduğuna işaret etmek için vâv ile değil de, fâ ile buyurmuştur ki, bu tıpkı senin, karşılık vermek ve mukabelede bulunmak manasını ifade için, "Bana ikram etti, ben de bil-mukâbele ona ikram ettim" demen gibidir. Ama sen eğer, demiş olsaydın bu manayı ifade etmezdi. Bu durumda burada şöyle bir incelik söz konusudur: İki düşmandan birinin gazabının derecesi artıp, şiddetlendiğinde, diğer düşman ya zayıf durumdadır, yahut kıymetli durumdadır. Eğer zayıf ise hezimete uğrar ve ezilip gider. Yok eğer güçlü kuvvetli ise, onun gazabı, berikinin de gazabına sebep olur ki bu, fitne ve savaşın ortaya çıkmasının sebebidir. İşte bu sebeple onlar harekete geçtiğinde berikisi kendi hareketi için savaşa ilk biz atılmadık ve savaşta da yenilmedik der. Binaenaleyh Hak teâlâ'nın bu ifadesinin başındaki fa edatı bu inzalin başındaki fa'dan ötürü kendisinin başka bir şeye binaen olduğuna delalet eder. Şimdi bu başka şeyin ne olduğunu da şu iki izahı yapabiliriz: a) Daha önce de belirttiğimiz gibi edatı zarfdır. Buna göre Cenab-ı Hak sanki kafirler kalplerine taassubu yerleştirirken, Allah size ihsanda bulundu buyurmuştur. Bu izaha göre ifadesi o ihsanın bir tefsiri olur.Nitekim Arapça'da, ikramın ne olduğunu ortaya koymak için, Bana ikram etti de, lütufta bulundu denilir. b) Bu fa, sekine indirmenin bir mukabele manasında olmak üzere onların kalplerine taassubu yerleştirilmeleriyle ilgili olduğuna delalet eder.Nitekim Bana ikram etti. Ben de onu övdüm. dersin. Bu iki fiilin, birbirinin karşılığı olmaksızın bulunmuş olmaları da mümkündür. Nitekim, Zeyd geldi ve Amr çıktı dersin. İşte burada da böyledir. Çünkü iki düşman taraftan birisinin öfkesi fazla olur, diğerikuvvet bakımından onun gibi olursa o da öfkelenir. Bu durum ise fitneyi eşeler. Binaenaleyh Allahü teâlâ kafirlerin taassubuna (hamiyyetine) karşılık müminlere kuvve-i maneviyyesini indirmiş ve böylece müminler öfkelenmemiş hezimete uğramamış, aksine sabretmişlerdir. Halbuki bu, alışılmışın tersi bir durumdur. Ohalde bu, Allah'ın fazlındadır. İnen Sükunet Ayetteki Resulün ve müminlerin üzerine sekineti indirdi. ifadesi şu manaya gelir: Çünkü kafirlerin sulh tekliflerini kabul eden Resulüllah olmuştu. Halbuki müminlerin içlerinden azmettikleri husus şu idi: Şu üç şeyden birini yapmadan dönmeyeceklerdi. Mina'da kurbanlıklarını keseceklerdi. Müşrikler, Resulüllah Muhammed ile Bismillahirahmanirrahim ibarelerini yazmamakta diretmişlerdir. Müminler buna yanaşmıyorlardı. Fakat Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları teskin edince sükunet buldular. Takva Kelimesi Ayetteki (Allah) onları takva sözü üzerinde durdurdu. İfadesi ile ilgili olarak bazı açıklamalar yapılmıştır;ama bu açıklamaların en belirgini, bunun La ilahe illallah-Allah'tan başka ilah yoktur kelimesidir. Zira bu ifade ile şirkten korunma tahakkuk eder. Bunun Bismillahirrahmanirrahim, Muhammedün Rasulüllah-Muhammed, Allah'ın Resulüdür ifadesi olduğuda ileri sürülmüştür. Çünkü kafirler bu hususta diretmişler, müminler ise bunu kendileri için son derece gerekli ve lüzumlu olduğunu görmüşlerdir. Bunun, ahde vefâ vs. şeyler olduğu da ileri sürülmüştür, ama biz ise, bu hususta delil ile bir üstünlük arzeden hususu izah ediyor ve şöyle diyoruz: Ayetteki ifâdesinin, hem peygamber hem de bütün mü'minlerle ilgili olması muhtemeldir. Yani, "Peygamber ve bütün mü'minleri, takva kelimesi üzerinde durdurdu..." demek olur. Bunun, sadece mü'minlerle ilgili olması da muhtemeldir. Şimdi biz bunun, hem Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hem de bütün mü'minlerle ilgili olduğunu söylersek, o zaman biz deriz ki: Bu, "takvâ"yı emretmedir. Çünkü Allahü teâlâ Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Ey Nebi, Allah'tan kork, kâfirlere itaat etme.." (Ahzâb, 1) mü'minlere de, "Ey iman edenler, Allah'tan, korkulması gerektiği gibi korkun.."(Âl-i imran. 102) buyurmuş, böylece, kendisinden korkulmasını emretmiş ve bu korkunun, kişiyi, Allah'ın dışında kalanlara iltifat etmekten alıkoyacak derece ve yoğunlukta olacağını beyan etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber hakkında, "Allah'tan kork, kâfirlere itaat etme..." (Ahzâb, 1) buyurduğu gibi, "İnsanlardan korkuyorsun; oysa ki Allah, haşyet olunmaya daha layıktır"(Ahzâb, 37) de buyurmuş, daha sonra da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, O'nu tasdik edenlerin durumunu "O (peygamberler), Allah'ın gönderdiklerini tebliğ edenler, O'ndan korkanlar, Allah'tan başka hiçbir kimseden korkmayanlardır..." (Ahzâb, 39) ifadesiyle beyan etmiştir. Mü'minfer hakkındakine gelince, Cenâb-ı Hak bu hususta da, "Ey iman edenler, Allah'tan, korkulması gerektiği gibi korkun..." (Al-i imrân. 102) buyurduğu gibi, "Onlardan korkmayın, ancak benden korkun.." (Bakara, 150) de buyurmuştur. Ama, biz bu ifadenin sadece mü'minlerle ilgili olduğunu söylersek bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Resulün size verdiğini alınız; sizi nehyettiği şeylerden de uzak durunuz,." (Haşr, 7) ayetinin beyan ettiği husustur. Bu izaha göre, ayetteki ifadesinde şöyle bir incelik vardır: Allahü teâlâ, "korkunuz.." buyurunca, böyle bir emir verilmiş olur. Ama, daha sonra bazı insanlar bu emri, Allah'ın muvaffak kılmasıyla üstlenir, kabul eder ve onu ayrılmaz bir vasıf haline getirir; kimileri de onu üstlenmez.. Binâenaleyh, takvayı üstlenenler, takvayı, Allah'ın onu ona ilzam etmesiyle üstlenmiştir. İşte bu sebeple, Cenâb-ı Hak, "takvayı onların ayrılmaz vasfı haline getirdi" buyurmuştur. Verilen bu mânanın tercihe değer bir yanı vardır. Zira takva, kelime ile ifade edilmeye deha elverişlidir. Bu Şerefe Layık Olmaları Buna göre ayetteki, cümlesinin manası, "Onlar, Allah katında, insanların en kerimi idiler; dolayısıyla da, Allah'tan ittikâ etmeyi iltizâm ettiler" şeklindedir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki, sizin Allah katında en şerefli olanınız, en muttaki olanınızdır.." (Hucurat, 13) buyruğu şu iki manaya gelebilir: a) Bunun manası, "Kim daha çok muttaki olursa, Allah ona daha fazla ikramda bulunur" şeklindedir. b) Bunun manası, "Kim Allah katında daha kerim ve O'na daha yakın olacaksa, bu kimse en muttaki kişi olur" şeklindedir. Nitekim (Hazret-i Peygamber) bir hadisinde, "İhlaslı olan kimseler, büyük bir sakınma ve tehlike duygusu içindedirler.." buyurduğu gibi, Cenâb-ı Hak da, "O mü'minler, Rablerine olan saygı ve tazimlerinden dolayı titrerler.." (Enbiya, 28) buyurmuştur. İkinci izaha göre ele, cümlesinin manası, "Çünkü onlar, Allah'ı en iyi tanıyanlardı. Zira Cenâb-ı Hak, "Allah'tan hakkıyla ancak, âlim olan kulları korkar..." (Fatır, 28) buyurmuştur" şekiinde olur. Ayetteki, (......) kelimesi hakkında da, şu muhtemel iki izah yapılabilir: 1) Ayetteki, (......) kelimesinin manasından, bu kimseler bir liyakata sahip olmasalar bile, kâfirlere karşı yine de bir üstünlüklerinin olduğu anlaşılır. Nitekim bir hükümdar, bir iş için iki adam seçse, öte yandan bunlardan her biri de, bu iş için elverişli olmasalar; ancak ne var ki, bunlardan birisi, bu işe müstehak olma bakımından, diğerinden daha kötü olsa.. Bu durumda bu hükümdar, bu işe müstehak olmaya daha elverişli olan hakkında, bu da mutlaka gerekli ise "Bu, daha uygundur" ifadesini kullanır ki, bu tıpkı, her ne kadar her ikisinde de bir kolaylık bulunmasa da, "Hapishane, Öldürülmekten daha ehven ve iyidir" denilmesi gibidir. İşte Cenâb-ı Hak burada böyle bir manayı bertaraf etmek için" "... ve buna ehildirler" ifadesini kullanmıştır. Mukayese Bildirmeyen Tafdîl 2) Daha kuvvetli olan bir görüşe göre şöyle denilebilir: Cenâb-ı Hakk'ın, (......) kelimesi hakkında, bizim (......) kelimesinin manasının ne demek olduğunu açıkladıktan sonra yapacağımız açıklamalar vardır. Bu sebeple şimdi diyoruz ki: hakkında şu iki izah yapılabilir: a) "daha layık" kelimesi, "layık, uygun" anlamında olup, bunda tafdîl (daha üstün olma) anlamı yoktur. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün cennetlikler ikametgâh İtibariyle daha hayırlı, meclis ve topluluk bakımından daha güzel.."(Meryem, 73) ifadesinde de böyledir, zira başkasında hayır yoktur (ki, mukayese yapılabilsin). b) Bu ifâde, tafdîle (daha üstün oluşa) delâlet eder. Bu ikinci şıkka göre, bu hususta şu iki izah yapılabilir: 1) Bunun, mü'min olmayanlara nisbetle böyle olmasıdır. Yani, "mü'minler, kâfirlerden daha layık ve ehaktırlar." demektir. 2) Bunun, takva kelimesine nisbetle, takva kelimesinin, "takva" olmayan diğer kelimeden daha ehak olması" anlamında olmasıdır. Nitekim sen, "Zeyd, horlanmaktansa ikrama daha layıktır" dersin ki, bu tıpkı, bir kimsenin, Zeyd'in tıbbı mı yoksa fıkhı mı daha iyi bildiğini sorduğunda, bizim, "O, fıkhı daha iyi bilir"; yani, "O, fıkhı tıptan daha iyi bilir" demeniz gibidir. Fetih Rüyasının Gerçekliği |
﴾ 26 ﴿