HUCURÂT SÛRESİBu sûre, onsekiz ayet olup, Medine'de nazil olmuştur. 1"Ey iman edenler, Allah'ın ve Resulünün huzurunda öne geçmeyin. Allah'tan ittikâ edin. Çünkü Allah hakkıyla işiten ve bilendir". Bu ayetin, kendinden öncesi ile ilgi ve münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir: a) Önceki sûrede, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in tasvib ettiği sulhdan, kâfirlerin anlaşmanın başına besmeleyi ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onun peygamberliğini yazmaya yanaş mayıslarına cevaz verişinden imtina etme hususunda mü'minlerde temayül belirip, Allah da onları takva sözü üzerinde durdurunca, sanki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara, umûmî manada, "Allah'ın ve Resûlüllah'ın önüne geçmeyin, Allah ve Resulünün emrettiği şeyleri aşmayın" demiştir. b) Allahü teâlâ, Peygamberinin yerini ve onun dinini ortaya koyan resulü (elçisi) olduğunu, "rahim" (Tevbe, 128) ifadesiyle de onun, mü'minlere alabildiğine merhametli olduğunu belirterek, derecesinin yüksekliğini ortaya koyunca, "Ne fiil, ne de söz hususunda, ona karşı saygıda kusur etmeyin. Onun size şefkatli oluşundan aklanmayın ve onun derecesinin yüksekliğini görmeye çalışın" demek istemiştir. c) Allahü teâlâ mü'minleri, kâfirlere karşı son derece sert ve çetin; kendi aralarında, sribirlerine karşı ise alabildiğine merhametli, kendisine yönelik olarak rükû' ve secde edenler olarak tavsif edip, onlar için, kendi katında, önceki kitaplarda onları medh-u senayı gerektiren bir saygınlık bulunduğunu, "işte onların Tevrat'taki vasıflan budur..." cümlesiyle belirtip, zira büyük bir padişah herhangi bir kimseyi gıyabında, ancak o kimse, onun katında saygın olduğu zaman yâdeder ve onlara büyük ücreti vaadedince, bu sûrede, "Derecenizi düşürecek olan, iyiliklerinizi yok edecek olan hareketlerde bulunmayın ve Allah ile Resulünün önüne geçmeyin" buyurmuştur. Ayetin sebeb-i nüzulü hususunda şunlar ileri sürülmüştür: 1) Bu ayetin, yevm-i şekk orucu hakkında nazil olduğu, 2) Kurban bayramı namazı kılınmazdan önce kurban kesme hakkında nazil olduğu, 3) Âmiroğullarından zannederek, Süleym oğullarından iki mü'mini katleden üç müslüman hakkında nazil olduğu söylendiği gibi, 4) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına birtakım elçilerin geldiği bir sırada, çokça soru soran birtakım kimseler hakkında nazil olduğu da ileri sürülmüştür. Doğrusu bu, herşeyi, her konuyu içine alan, genel bir irşâd ve hertürlü hüküm vermenin, Öne geçme, tek başına emirler yağdırma, müşaverede bulunmaksızın zarurî olmayan bir işi yapmaya yeltenme gibi, her şeyi içine alan bir yasaklamadır. Ayetin tefsiriyle ilgili birkaç mesele var. (......) ifâdesi hakkında şu iki izah yapılabilir: 1) Bu ifade, müteaddî olan, mef'ûl alan, "takdim" masda- rındandır. Böyle olması halinde ayetle ilgili şu iki izah yapılabilir: a) Tıpkı, "Diriltir ve öldürür" (Bakara, 258) ayetinde, bir kimsenin, belli birşeyi vermeyi ve belli birşeyden menetmeyi kastetmeksizin, sadece bir vermeme ve bir verme olduğunu kastederek, "Falan verir ve vermez" ifadesinde olduğ gibi, mef'ûlü söylenmemiştir. Buna göre Hak teâlâ, "Sizden asla bir takdîm olmamalı" demek istemiştir. b) Mef'ülün, fiil veya "emr-iş" olması.. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Allah ve Resûlüllah'ın önüne geçmeyin" yani, "Fiil bakımından, yahutta "emr, iş" bakımından ... geçmeyin" buyurmuştur. 2) hitabıyla, manası kastedilmiştir. Buna göre bu, (hakiki) değil, mecazî bir ifade olup, bununla, "takdîm-öne geçirme"nin bizzat anlamı kastedilmemiş, tam aksine, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) katında nefislerinize bir öncelik, O'nun önüne geçme hakkı tanımayın.." manası kastedilmiştir. Nitekim, Arapça'da bir kimsenin mevkii yükseldiğinde, "Falanca, insanlar arasından sıyrılıp çıktı..." denilir. Bunun sebebi şudur: Durumu böylesine belirgin hale gelen kimse, hem büyük işlere girme, hem de şerefli kimselerden sayılma hususunda öne geçmiş olur. İşte bu izaha göre biz diyoruz ki: Biz bu fiili ister müteaddî ister lazım kabul edelim, bu fiil, "Zeyd'i öne aldım" sözümüzde kullandığımız takdim etme" fiilinin almış olduğu manada, bir mef'ûl almamış olur.. O halde bu demektir ki, mana aynıdır Çünkü, biz ifâdesini, ister müteaddî ister lâzım kabul edelim, "Zeyd'i öne aldım" sözümüzdeki "takdîm" fiilinin almış olduğu anlamda bir mef'ûl almamış olur. O halde bu ifâdenin takdiri, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzurunda nefislerinizi öne geçirmeyin; yani, onun yanında, nefislerinize öncelik, bir görüş beyan etme hakkı tanımayın" şeklindedir. Biz, buradaki ifâde ile, "bir işi ve bir fiili (ona) takdîm etmeyiniz..." manasının kastedildiğini söylemiyoruz. Bu durumda, her iki okuyuş da, yani tâ'nın ve dâl'ın fethasıyla okuyanların okuyuşu ile tâ'nın dammesi, dâl'ın kesresi ile okuyanların okuyuşu, mana itibariyle birleşmiş olur. Ayetteki, ifâdesi, "Allah ve Resulünün huzurunda..." demektir. Çünkü, insanın huzurunda olan şey, onun önünde, yani iki elleri arasındadır; insan ona bakmaktadır; o şeyi adeta İnsanın iki gözünün önüne dikilmiş gibidir. Bu ifâdede şöyle birkaç incelik vardır; 1) Bir kimsenin, "Falanca, falancanın önündedir, huzurundadır" şeklindeki sözü, bu iki kimseden herbirinin, diğerinin yanında olduğuna, bunlardan birisinin kadr u kıymetinin yüce, diğerinin ise, köle, çocuk mertebesinde bulunduğuna işarettir. Çünkü, İnsanın yanında oturan bir kimseye, (öteki kimse) yüzünü kendisine çevirmesini; konuşurken ve emrederken, başını kendisinden yana çevirmesini söyler. Ama, önünde oturan kimseye böyle bir teklifte bulunmaz. Bir de, "iki el..." ifadesi, kudreti ifâde eden bir ifadedir. Yani, tıpkı bir insanın önünde bulunan nesneye davranması gibi, o onu, işleri hususunda istediği gibi evirip çevirir" demektir ki, bu da, (kendisini) öne geçirmeden sakınmanın farziyyetini gerektiren şeylerdendir. Çünkü, iki eliyle evirip çevirdiği eşya gibi olan bir kimsenin, o insanın yanında öne geçme hakkı nasıl olabilir? 2) Burada Lafzatullah (Allah)'ın getirilmesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e saygı duymanın ve onun emirlerine boyun eğmenin farz olduğuna bir işarettir. Bu böyledir, zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e saygı, bazan, gönderenin uzak olması ve elçisine yapılan şeylere muttali Olamayacağı zannından dolayı terkedilebilir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "...Allah'ın huzurunda" buyurarak sanki, "Sizler, Allah'ın huzurundasınız, o, sizi görüp gözetmektedir" demek istemiştir. Bu gibi durumlarda ise, Peygambere ihtiram ve saygı vâcib olmuş olur. 3) Bu ibare, daha önce geçmiş olan bir yasağın olduğunu ifâde ettiği gibi, geriye bırakılmış olan bir emrin bulunduğunu di ifâde eder ki, bu da, "Allah'dan ittikâ edin.." emridir. Çünkü, başkasının önünde, tıpkı, kendisine her dilediği şeyi yapabildiği, önüne konulmuş bir eşya gibi olan kimse, o kimseden korkmaya daha layıktır. Ayetteki, '"Allah'tan ittikâ edin" ifadesinin, tıpkı, bir kimsenin, "uyuma, çalış..." şeklindeki sözleri arasındaki bir başkalık ve farklılık gibi, bir başkalığı ifâde eden türden bir atıf cümlesi olması muhtemeldir. Yani, "Bu yasağın anlamı, işte bu emirde olan şeydir." Bu yasak ile istenilen, her ne suretle olursa olsun, uyumama değil; tam aksine bu yasak ile murad edilen, meşgul olmak, çalışmaktır. Binâenaleyh, ayette de aynen bunun gibi, "Bir takva olmak üzere, nefislerinizi öne geçirmeyin ve onlara öncelik tanımayın.." denilmek istenmiştir. Bu İki ifade arasında, bundan daha ileri derecede bir mugayeretin bulunması da muhtemeldir. Bu da bir kimsenin, "Zeyd'e saygılı ol ve ona hizmet et" ifâdssindeki başkalık gibi olup, bu "Ona karşı en mükemmel biçimde saygı göster" demektir. Binâenaleyh, ayetteki anlamı da aynen böyle olup, "Onun nezdinde öne geçmeyin; öne geçmeyi bıraktığınızda da, sadece bununla yetinmeyin, bunu yararlanma vesilesi kılmayın, tam aksine, bunu yapmanızın ve ona saygı duymanızın yanısıra, Allah'tan korkun, O'nu sayın. Aksi halde, saygı duyma görevini yerine getirmiş olmazsınız..." demektir. Ayetteki "Çünkü Allah, hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir" cümlesi de, önce geçen ifadeleri pekiştiren bir ifâdedir. Çünkü onlar, (bu ifâde karşısında), "Amenna, iman ettik, kabul ettik" demişlerdi. Zira hitap, ayetteki, "Ey iman edenler.." hitabından anlaşılmaktadır. Binâenaleyh, bu demektir ki, Allah, onların sözlerini duyar; işlerini, kalblerindeki takva veya hıyaneti bilir" demektir. O halde sizin sözünüzün, fiilinizin ve kalbinizin ihtiva ettiği şeyin farklı farklı olmaması, tam aksine, sizin "iman ettik, dinledik, itaat ettik" gibi duyduğu sözlerinizin zahir olan fiillerinizi, yani öne geçmemenizi ve kalblerinizde sakladığınız takvayı bilmesine dair hususları tamamlaması gerekir.. Resulün Yanında Ses Yükseltmeyin 2"Ey iman edenler, seslerinizi Peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın. Ona, sözle, birbirinize bağırdığınız gibi bağırmayın ki, siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir..". "Öne geçmeyin" ifâdesi, onların, Allah ve Resulünün yanında, o ikisine nisbetle değer, mikdar ve emir ve yasaklarına müdahale etme hakkı verme hususunda kendilerine bir makam vermekten nehiydir. Ayetteki, "seslerinizi... yükseltmeyin" ifâdesi de, bu işi ifâde eden bir sözden nehiydir. Çünkü, başkasının yanında sesini yükselten kimse, kendisine bir kıymet ve azamet vermiş olur.. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Ayetlerin başında nida ifadesinin tekrarlanmasının faydası nedir? Ve, bu iki cümlenin, bir kimsenin, "Ey iman edenler, Allah'ın ve Resulünün önüne geçmeyin. Seslerinizi de yükseltmeyin." sözünde olduğu gibi (birlikte söylenmeyişinin) faydası nedir? Biz deriz ki: Nida edatının tekrar edilmesinde şu faydalar vardır: a) Bunda, kendisine yol gösterilen kimseye, atabildiğine şefkat gösterilmesinin izahı olup, bu tıpkı Lokmanın, oğluna, "Evladım! Allah'a ortak koşma. Evladım! (Yaptığın şey), bir hardal tanesi kadar olsa dahi..."(Lokman,13,16) demesi gibidir. Çünkü nida, sözü dinlemeye yönelsin ve kalbini ona versin diye, kendisine nida edilen kimsenin dikkatini çekmek için yapılır. Binâenaleyh, nidâ'nın tekrar tekrar getirilmesi, işte bunu ifâde eder. b) Bir kimse, ikinci kere hitap olunanın, ilk defa hitâb olunandan başkası olduğunu sanmasın diye... Çünkü bir kimsenin, "Ey Zeyd şunu yap; Amr, şöyle şöyle" demesi, mümkündür. O aynı şeyi tekrarlayıp da, "Ey Zeyd, şunu da söyle..." derse, bu söze muhatap olanın, yine Zeyd olduğu, sözünün başından anlaşılmış olur. c) Bu iki ifadeden her birinin, bizatihi kastedilen ifâdeler olduğunun ve ikincisinin birincisinin tekidi olmadığının anlaşılması... Ki bu da tıpkı senin, "Ey Zeyd, konuşma, (konuşacaksan) ancak hakkı söyle..." demen gibidir. Çünkü, istenilen şeyler farklı 'arktı olduğunda güzel olduğu gibi, "Ey Zeyd, konuşma; ey Zeyd, nutketme..." denilmesi ise güzel olmaz. Ayetteki, "Seslerinizi... yüksek çıkarmayın..." hitabı hususunda şu izahlar yapılabilir: a) Bununla, hakiki mana murad edilmiş olabilir. Çünkü, sesin yükseltilmesi, ihtişamın azlığının ve saygının terkedilişinin delili olup, bu, hükmî bir meseledir. Zira ses, çıkış yerlerine göredir. Binâenaleyh, kimin kalbi haşyet içinde olursa, ses titrer ve itici hareket zayıflar. Dolayısıyla, o kimseden o ses kuvvetlice çıkamaz. Ama, korkmayan kimselerin kalbi sabit ve güçlüdür. Binâenaleyh, havanın yükselmesi, o kalbte bir haşyetin olmayışının bir delilidir. b) Bununla, çok konuşmaktan men etmek murad edilmiştir. Çünkü, çok konuşan ise, başkasının susması sebebi ile konuşmuştur. Binâenaleyh, başkasının sustuğu anda, korkuyor olsa dahi, bu kimsenin sesf yükselmiş olur. Sen bir başkasının halini nazar-ı dikkate aldığında, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kelâmına nisbetle, hiç kimsenin, Peygamber yanında çok konuşmaması gerektiğini anlarsın. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir tebliğcicür. Binâenaleyh, onun yanında konuşan kimse, şayet bir şeyi haber varmek istiyorsa, bu caiz olmaz. Yok, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in açıklaması vacib olan şeylere dair, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bir şey sormak istemişse, Peygamber, bu kişi sormasa dahi, sorulan bu şey hususunda zaten sükût etmez. Bazan da, soruda, tapması mükellefe kolay olmayan bir cevapla karşılaşması yüzünden, bir öfke ve en hasıl olur.. Böylece de bu kimse, ikâba uğrama vartasına düşebilir. c) "Sesi yükseltmek" ifadesiyle, "tazîm" anlamı kastedilmiş olup, buna göre de sana, "Hitapta bulunurken, Peygamberin sözü karşısında kendi sözlerinize yükseklik anımayın" şeklinde olup, bu tıpkı bir kimsenin başkasına, arkadaşı ona, "Bana aynısı emirle emret..." dediğinde, "sana bunu defalarca emrettim..." demesi gibi olur. durumda, bu iki sözden birisi diğerinden daha kıymetli ve daha yüksek olmuş dur. Bunlardan birinci izah daha doğrudur. Hepsi de, kastedilenin hükmüne dahildirler. Zira, sesi yükseltmekten men etmek, ancak ihtiram ve ihtişamı ortaya koymak için olur. Çünkü saygınlığı, heybetinden ve derecesinin yüksekliğinden dolayı, yanında seslerin alcaltıldığı bir dereceye varan kimsenin katında zaten çok söz söylenemez ve konuşan kimse, bu durumda hitap edemez. Ayetteki, "Ona, sözle, birbirinize bağırdığınız gibi bağırmayın..." hitabı ile ilgili şöyle birtakım açıklamalar bulunmaktadır: 1) Birinci ifâde ("seslerinizi yükseltmeyin") ile imanın, sözünü veya sesini, Peygamberin sözünden ve sesinden daha üstün kılmasından bir nehy ve men vardır. Bir kimse, "Burada, Peygambere de başkalarına davranıldığı gibi davranılması men edildiği için, Cenâb-ı Hak, "Akranlarınıza ve emsallerinize karşı, yüksek sesle konuştuğunuz gibi; (sakın) ona karşı da yüksek sesle konuşmayın; tam aksine, onun sözlerini hep yüce, üstün tutun... buyurmuştur" diyebilir 2) Bu, mü'min kimsenin, tıpkı bir kölenin, efendisinin yanında konuşması gibi konuşması gerektiğini ifade eder. Çünkü, kulun konuşması, sözüün muhtevasına dahildir. Çünkü bu ifâde, umum bir ifâdedir. Binâenaleyh, mü'min kimsenin, Peygambere karşı, kölenin efendisine karşı yüksek sesle konuşması gibi konuşmaması gerekir. Aksi halde mü'min kimse de, Peygambere karşı, insanların birbirlerine karşı yüksek sesle konuşması gibi konuşmuş olur.. Bu metoddan anlaşılan, "sizler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le, kendi aranızda tesadüfen konuştuğunuz gibi konuşmayın; tam aksine, o Peygamberi, onun yanında hiçbir zaman yüksek sesle konuşmamak suretiyle, insanlardan ayrı tutun; kendi aranızda ise böyle davranmayabilirsiniz.." şeklinde bir ifâde olduğu da ileri sürülemez. Çünkü biz diyoruz ki: Bizim söylediğimiz şey, hakikate daha yakındır. Onda, sizin bahsettiğiniz mana, fazlasıyla vardır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Peygamber onlara, kendilerinden daha azizdir, değerlidir"'(Ahzâb, 6) ifadesi de bunu destekler. Halbuki, efendi, kölesi nezdinde kölesinden daha üstün değildir. Öyle ki, her ikisi de aç kalmasza, köle, yememesi halinde ölebileceği bir şey bulsa, onu efendisine vermesi ona farz değildir, ama Peygambere vermesi farzdır. Yine köle, kendisinin ölmesi ile efendisinin kurtulacağını anlasa, efendisini kurtarmak için, kendi canını tehlikeye atması ona farz değildir. Ama, Peygamberi kurtarmak için farzdır. Biz, bunun gerçek manasını, o ayeti (Ahzâb, 6) tefsir ederken anlatmıştık,. Hikmet de bunu gerektirir. Çünkü, reis, baş durumunda olan bir uzvun diğerlerinden daha fazla korunması gerekir. Zira kalb, haleldar olduğunda, eller ve ayakların sağlığından bahsedilemez. Binâenaleyh, insan kendisini korusa da, Peygamberini terketse, bu insan helak olmuş demektir. Ama, köle efendi münasebeti böyle değildir. 3) Cenâb-ı Hakk'ın, "seslerinizi ... yükseltmeyin" ifadesi, "bağırmayın..." ifadesinin cinsinden olunca, bunun başına nida edatı getirilmemiştir. Ama bu ifâde, birisi "fiil", diğeri "söz" olduğu için, bunun başına nida edatını getirmiştir ki, bu tıpkı, "Evladım! Şirk koşma... "(Lokman, 13) "Evladım! Namaz kıl... "(Lokman,13)ayetlerinde olduğu gibidir. Zira bunlardan birincisi kalbin işi; ikincisi, uzuvların işidir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Marufu emret..." (Lokman, 16) buyruğu, nida edatı olmaksızın gelmiştir, bunların hepsi de uzvun fiillerindendir. Bil ki Hak teâlâ'nın "sesinizi yükseltmeyin" ifadesinden kastedilen mananın, "çok konuşmayın" şeklinde olduğunu söylersek, ayetteki, "bağırmayın" ifadesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı söylenen sözlerin, başkası yanında söylendiği gibi olmaması gerektiği manasını mecazen anlatan bir ifade olur, yani, "Çok söz söylemeyin ve bunu oldukça aza indirin" demek olur. Yine ayetteki, "yükseltmeyin" ifadesi ile, bir hitabın murad edildiğini söylersek, o zaman, "bağırmayın" ifadesi ile, "Peygambere, başkasına hitab ettiğiniz gibi, hitab etmeyin" manası kastedilmiş olur. Ayetteki, "Amelleriniz boşa gider" ifadesi ile ilgili şu iki meşhur izah vardır: a) Bunun takdiri, "Boşa gitmesin diye..." şeklindedir. b) Bu, "Boşa gider endişesiyle..." takdirindedir. Bu hususu, Nisa, 176... ve benzeri ayetlerin tefsirinde izah etmiştik. Burada şöyle bir izah da yapılabilir:. Bu ifade, "Allah'dan korkunuz ve amellerinizin boşa gitmesinden sakınınız" manasındadır. Böyle olduğunun delili şudur: Mutlaka takdir yapması gerekiyorsa, sözün delâlet ettiği manayı takdir etmek daha evladır. Takva (sakınma) emri, "ittika edin" emrinde geçmişti. Ayetin manasına gelince, diyoruz ki: "Ayetteki ifadesi, "Eğer sesinizi yükseltir ve öne geçerseniz, bu kötü şeyler sizde alışkanlık haline gelir, karşı tarafı küçük görme ahlâkına gider ve sizi bir yalnızlığa, amellerinizi boşa çıkaracak bir irtidâda sevkeder" manasına işarettir. Ayetteki, "farkına varmadan" kaydı ise, bu irtidâda kayışın, insanın hissedemeyeceği bir biçimde nefislere yerleşebileceğine bir işarettir. Çünkü ömründe hiç İşlemediği bir günahı işleyen kimseyi, alabildiğine pişmanlık ve alabildiğine korku ve ürkeklik içinde görürsün. Ama bu günahı tekrar tekrar işlediğinde, artık korku ve pişmanlığı azalır ve bu farkına varmadan içine yerleşmiş bir âdet haline gelir. Bu, birinci, ikinci, üçüncü veya diğer işleyişlerinde içine yerleşmiş olabilir. Bu tıpkı bir kimseye bir haber ulaşıp da, bu kimsenin ilk defa haberi getiren kesin gözüyle bakmayıp, ama aynı haber tekrar tekrar getirilip, iş tevatür derecesine vardığında, bu hususa dair yakînî bir bilgi meydana gelip, bu inanç kalbine yerleşir. Bunun ne zaman olduğunu ve kaçıncı haberde bu yakînın meydana geldiğini bilemez. Binâenaleyh ayetteki, "farkına varmadan..." kaydı, bu yasağı te'kid eden bir ifade olup, "Tek bir defa olursa affolunur, amellerin reddini gerektirmez" demeyin. Çünkü işin ne olacağı belli değil. Binâenaleyh bu kapıyı sıkı sıkı kapayınız" demektir. Burada şöyle bir izah da yapılabilir: Mükellef, peygambere saygı duymaz, onun emrine binâen yaptığı şeyler hususunda, kendisini peygamber gibi kabul ederse, bu işi, kendi nefsinin emrine binâen yapmış gibi olur. Fakat ne var ki, nefsinin emrettiği şeyler bir mükâfaatı gerektirmez. Çünkü bunlar, boşa gitmiş asılsız şeylerdir. Aynen bunun gibi, kişinin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in emri olmadan yaptığı şeyler de boşa çıkmış boşa gitmiş şeylerdir. Allah en iyi bilendir. Bil ki Allahü teâlâ mü'minlere, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e saygı duymalarını, ona değer vermelerini, iyi davranmalarını ve peygamberi hem kendilerine, hem her mahlûka üstün tutmalarını emredince, peygamberine de merhametli olup, mü'minlere karşı, babalarından daha şefkatli olmasını emretmiştir. Bu tıpkı, "(Rahmet) kanatlarını, mü'minlerin üzerine ger"(Şuara, 215), "Rablerine duâ eden (mü'minlere) karşı sabırlı ol"(Kehf, 28), "O balık sahibi (Yunus) gibi (sabırsız) olma" (Kalem, 48) ve benzeri ayetler gibidir. Böyfece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapılan hizmet, hür kimseleri zorla köleleştiren zorbalara yapılan hizmet gibi olmaz ve böylece ashabın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e boyun eğişleri, hep Allah rızası için olmuş olur. Tazim İçin Yavaş Konuşanlar 3"Gerçekten, Allah'ın peygamberi yanında seslerini yavaşlatanlar yok mu, onlar Allah'ın, takva için, kalblerini imtihan ettiği kimselerdir. Onlar için bir mağfiret ve büyük bir ücret vardır". Bu ayette, insanları takvaya götüren şeye, şu iki bakımdan bir teşvik vardır: Bunlardan birincisi, herkes tarafından anlaşılan şu husustur: Ayetteki, "Allah'ın, takva için, kalblerini imtihan ettiği..." ifadesini şu şekilde açabiliriz: Nefsine öncelik tanıyan, sesini yükselten, nefsine ikram, şahsına ihtiramda bulunmuş olur. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, "Bu ihtiramı terketmekle gerçek ihtiram; bu ikrama yanaşmama ile de, gerçek ikram ortaya çıkar. Çünkü böylece sizin takvanız ortaya çıkmış olur. Çünkü Allah katında en keriminiz, en müttakî olanınızdır" demiş olur. İnsanın hamama girip, orada kendine bir yer seçmesi ve bu sebeple de padişahın yanındaki mevkiini elden çıkarması, nefsini tuvalette ve kenefte büyük yorup, bu sebeple de büyük bir topluluk içinde kendisini hafifletmek, en çirkin bir harekettir. Ayetteki bu ifâde ile ilgili şu izahlar yapılabilir: Bunun Takva İle İlgisi 1) Kalbten takvanın sudur ettiğini bildiği için (ve bizlere bildirmek için), o kalbleri bu hususta denemiş, takvalarını ortaya çıkarmıştır. Çünkü gönderenin bir elçisi olduğu için, insanoğulları cinsinden birisine saygı duyan kimsenin, onu gönderene saygı ve ta'zimi daha büyük, onu gönderenden duyduğu korku daha güçlü olur. Bu tıpkı, "Kim, Allah'ın kanunlarına saygı gösterirse, (bil ki bu), kalblerin takvasındandır"(Hacc. 33) yani "Allah'ın emirlerine saygı duymak, Allah'dan korkmadan dolayıdır. Resûlüllah'a saygı da, Allah'dan ittikâdan ötürüdür" ayeti gibidir. 2) Buradaki, "imtihan etti"İiili, "bildi, tanıdı" manasınadır. Çünkü imtihan, birşeyi tanıyıp, iyice anlamak için yapılır. Dolayısıyla, bu kelimenin, "bilip, tanıma" manasında kullanılması mümkündür. Buna göre, "takva için" ifadesindeki lâm (için) edatı, takdiri "Allah'ın, kalblerini takvaya uygun bildiği kimseler..." şeklinde olan bir mahzûfa taalluk eder. Bu tıpkı "Sen şunun içinsin" yani, "Şuna uygunsun" denilmesi gibidir. 3) fiili, halis kıldı, saflaştırdı, arındırdı manasınadır. Nitekim altın madenine, ateşte eritilip, süzülmüş, posasından arındırılmış manasında, "mümtehan" denilir. Yaptığımız bu izahlar, daha önce yapılmış izahlardır. Bu ayetin şu manaya olduğu da söylenebilir: "Bu kimseler, Allah'ın, kalblerini takva için imtihan ettiği kimselerdir." Bu durumda buradaki "lâm" edatı, ta'lil (sebeb beyân etmek) için olup, şu iki manaya gelebilir: a) Bu, önce geçen sebebin izahı yerine geçen bir ta'lil olabilir. Tıpkı bir kimsenin, "Sana, dün bana ikram ettiğin için geldim" demesi gibidir ki bu da, önceden yapılmış olan ikramın, bu gelişin sebebi olduğunu gösterir. b) Bu, önce geçen değil de, sonradan olması beklenen bir maksadın gayesini beyân etmek için getirilmiş bir ta'lil olabilir. Bu da tıpkı, "Sana, görevimi yerine getirmek için geldim" denilmesi gibidir. Şimdi eğer takdirin, birincisi gibi olduğunu söylersek, bunun manası, "Allah kalblerde bulunan, kendine duyulan ittikayı bildi ve onların kalblerini, bu takvadan ötürü, takvaya alıştırdı. Eğer onların kalbleri takva ile dolup taşmış olmasaydı, onlara, Peygamberine saygı duyup, kendilerinden yeğ tutmalarını emretmez; aksine onlara, "Resul "unü tasdik edin, ona eziyet etmeyin, onu yalanlamayın" derdi" şeklinde olur. Kâfirin iman etmesi gereken ilk şey, peygamberin sâdık olduğunu kabul ve tasdik etmesidir. Halbuki kendisine, "Peygamber ile alay etme. Onu yalanlama ve ona eziyet etme" gibi emirler verilen kimse ile, "Peygamberin yanında sesini yükseltme, onun huzurunda kendine değer verme ve onun huzurunda, doğru olan sözünü bile bağırarak söyleme" diye emrolunan kimse arasında hayli fark vardır. Bil ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, bu dünyada kendine ne nisbette yeğ görürsen, peygamber de, ahirette aynı nisbette seni yeğ görecektir. Çünkü Allah onun müttakî ümmetini cennete sokmadan, başkasını cennete sokmayacaktır. Yok eğer ikinci takdirî manayı kabul ederse, bu şu manaya gelir: "Allahü teâlâ onların kalblerini, onların Allah'ı ve Resûlüllah'ı tanıdıklarından dolayı, takvaya alıştırmıştır." Bu da, "Allah onlara, gerçek takva demek olan takvayı nasib etmek için böyle yapmıştır" demek olur. Gerçek takva da, Allah'dan duyduğun korku gibi bir korkuyu hiç kimseye karşı duymaman ve kendini her korkutucu şeyden emin görmen, dünyada aldanmaktan, ahirette meşakkatten korkmamandır. Aklı başında olan bir kimse, padişahtan korktuğundan dolayı, kölelerin zulmünden, rezil şeylerden kaçınmak suretiyle de padişahın şiddetinden emin olacağını bilirse, padişah korkusunu, kendisine bir kalkan edinir. Aynen bunun gibi, bilen bir kimse de, iyice düşünürse, Allah'tan inikası sebebiyle, her iki dünyada kurtuluşa ereceğini, başkasından korktuğunda ise, her iki dünyada da helak olacağını bilir de, böylece Allah'a karşı duyduğu o haşyeti, hem dünya, hem ahirette kendisini koruduğu bir kalkan edinmiş olur. Daha sonra Hak teâlâ, "Onlar için bir mağfiret ve büyük bir ücret vardır" buyurmuştur. Mağfiretin, dünyada insandan ayrılmayan günahların izâlesi (temizlenmesi) manasına geldiğini, "büyük bir ücret" ifâdesinin de, insan dünyadan uzaklaştıktan sonra meydana gelen hayata bir işaret olduğunu ve Allahü teâlâ'nın insandan, hertürlü behîmî (hayvanî) kötülükleri izâle edip, ona melekî güzellikleri giydireceğine bir işaret olduğunu söylemiştir. Ev Dışından Seslenenler 4"Hücrelerin ardından sana çağıranlar var ya, onların çoğunun akılları ermez". Bu ifade, daha önce kastedilen kimselerin mukabili olan kimselerin halini anlatmaktadır. Çünkü öncekinde, sesini kısıp konuşan, saygılı davrananlardan bahsedilmiş, bu ayette sesini kabaca yükseltenlerden bahsedilmiştir. Burada, bu kimselerin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzurunda, edebi bir tarafa bıraktıklarına ve her türlü ihtiyaçlarını ona arz ettikleri ne bir işaret vardır. Çünkü bir kimsenin, padişaha "Ey filanca.." demesi, saygısızlıktır. Şimdi sen eğer, "Herkes, Allah herşeyden büyük olmasına rağmen, niçin, "Ya Allah" diyorlar?" dersen, biz deriz ki: Nida (sesleniş) iki kısımdır: a) Nida edilenin dikkatini çekmek için yapılan, b) Nida edilene, ihtiyacı olduğunu ortaya koymak için yapılan... Birincisinin misali, bir insanın arkadaşına veya kölesine, "Ey falanca..." deyip, ismiyle hitab etmesidir. İkincisinin misali de, bir kimsenin, "nüdbe" (dua-ağıt) için, "Ey mü'minlerin emiri, ey Zeyd" diye isimle hitab etmesidir. Birisi şöyle diyebilir: "Eğer Zeyd doğuda (uzakta) ise, bu seslenişte bir dikkat çekme olamaz, çünkü bu muhaldir. Dolayısıyla, insan ölen birisine nasıl böyle seslenir?" deriz ki: "Ya Allah" dememiz, nida edilenin dikkatini çekmek için değil, bizim O'na ihtiyacımız olduğunu ortaya koymak içindir. Ama bir seslenişte, bu iki husus da vardır. Çünkü nida eden, kendisinde bulunan bir ihtiyacı dile getirmek için nida eder. Halbuki genelde nida edilen kimse, ya yüzünü çevirmiş, yahut gafil (farkında olmayan) bir kimsedir. Dolayısıyla her nidada bu iki husus bulunmuş olur. Ayette bahsedilenlerin nidası ise, dikkat çekmek içindir ve saygısızlıktır. Büyüklere "Efendim! Mevlâm" dememiz ise, onları böylece nitelemek ve böyle olduklarını söylemektir. 2) Hücrelerin ardından (yani evin dışından) nida (çağırma)ya gelince: Arada herhangi bir mania bulunmadan başkasını çağıran, ona yürüme ve gelme külfetini yüklemez; aksine nida edilen, olduğu yerden nida edene cevap verip onunla konuşur. Bu durumda nida eden, sadece muhatabın kendisine, yüzüne dönmesini istemiş olur. Ama arada bir engel bulunan kimseyi çağıran ise, onun yanına gelmesini istemiş olur. Bu tıpkı, bahçe duvarının dışından bahçeye seslenen kimsenin hitabı gibidir. 3) Ayetteki, "hucurât" (evin dışından) sözü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in istirahat, halinde bu sözün söylendiğine ve ona ihtiyacı olanın bu durumda onu rahatsız etmesinin adaba aykırı olup, münasip olanın, işini azıcık ertelemek olduğuna bir işaret vardır. Nida Hayvanın da Yapacağı İştir Ayetteki, "onların çoğunun akıllan ermez" ifadesinde bu kimselerin, saygısızlıkları oranında kusurlu olduklarının beyânı vardır. Çünkü konuşma, insana has birşey olup, bu yönüyle insan diğer varlıklardan daha üstündür. Çünkü insanın dışındaki canlıların konuşması söz konusu değildir. Fakat nida da mana bakımından tıpkı tenbih (dikkat çekme) gibidir ki, bu bazan, iki şeyi birbirine vurarak elde edilen ses ile de olabilir. Konuşamayan varlıklar olan hayvanlar ise, meselâ bağırmak gibi, herbirinde görülen şeydir. Zira koyun, bağırır ve yavrusunu ister. Onun dışındaki hayvanlar da böyledir. Yeni doğmuş oğlak ve kuzu da bunun gibidir. Böylece sanki nida etme, manası bakımından insanların dışındaki canlılar için de meydana gelmiş olur. İşte bundan dolayıdır ki Cenâb-ı Hak o kimseler hakkında, "onların çoğunun akılları ermez" buyurmuştur. Ki bu, "Onlardan sudur eden nida güzel bir terbiye ve edeb ile birlikte olmayınca, onlar bu nidalarında, akılları eren kimseler derecesinin dışına çıkmış oldular. Böylece onların nida ve bağırması, bazı hayvanlardan meydana gelen bir nida ve bağırış gibi oldu..." demektir. (......) kelimesi iki şekilde açıklanabilir: a) Araplar bazan ekser kelimesini zikrederler, bununla küll "bütün" manasını kastederler. Onlar, yalandan korunmak ve sözde ihtiyatlı davranmış olmak için ekser" ifadesini getirirler. Çünkü yalan, bazı hususlarda, kendisi sebebiyle kişinin sinin boşa gittiği bir şeydir. Bu sebeple de, küllü, bütünü kastettiği halde, "çoğu, ekserisi..." ifadesini kullanır. Bir de şu var ki, Allahü teâlâ, ilmi her şeyi kuşatmış olduğu halde, onların sözüne uygun düşen şeyi getirmiştir. Bunda da, şöylesi bir nükte ve inceliğe işaret bulunmaktadır: Cenâb-ı Hak, adetâ şöyle der: "İlmim her şeyi kuşattığı halde ben, o âdetin güzel olduğunu göstermek için, sizin usûlünüze uydum.. Bu da, alandan korunup sakınmaktır.. O halde, onu sakın terketmeyin; benim de, kelâmımda bunu seçmemi, bundan hoşnut oluşuma kesin bir delil sayın.." b) Bundan muradın, "Onların, çoğu hal ve durumlarında akıllarını kullanmazlar" şeklinde olmasıdır. Bunun iyice anlatımı şudur: İnsan, bir vasfa göre değerlendirilse; sonra da bir diğer vasfa göre değerlendirilse, birinci değerlendirmeden oluşan yekûn, ikinci değerlendirmeden oluşan yekûndan başka olur. Bunun misali şudur: İnsan, (bir vakit) câhil ve fakir olur; derken âlim olur, zenginleşir.. Bu nedenle örfke de, "Zeyd, daha önce görmüş olduğum (Zeyd) değil, bilakis şu anda o, daha güzel bir durumda" denilir. Böylece bunu söyleyen kimse, zikrettiğimiz duruma işaretle, onun, o Zeyd olmadığını söylemek ister.. İşte bu durum bilinince, (diyebiliriz ki), onlar da bazı hallerde, sen onları o duruma göre değerlendirirsen, bunun dışındaki duruma göre değerlendirmen halindeki durumlarından başka ve farklıdırlar.. Bundan ötürü Cenâb-ı Hak, yaptığımız izaha işaret olsun diye, "onların çoğu..." buyurmuştur. "Burada bir üçüncü izah şekli daha bulunur ki, bu da şöyle denilmesidir: Belki de onlar içinde hem, o hevfi ve heveslerinden vazgeçip cayan kimseler, hem de, o adî adetlerinde ısrar edip devam eden kimseler bulunuyordu.. Bu sebeple de, Cenâb-ı Hak işlerinden nedamet edeni, onların dışında tutmak amacıyla, "Onların çoğu...' buyurmuştur. Beklemeleri Daha İyi Daha sonra Cenâb-ı Hak 5"Eğer onlar, sen kendilerine çıkıncaya kadar sabretselerdi, kendileri için elbet daha hayırlı olurdu. Bununla beraber Allah Gafur ve Rahimdir" buyurmuştur ki bu, "onların sergilediği kötü davranışın (sû-i edeb) zıddı olan güzel davranışa bir işarettir." Zira, şayet onlar sabretselerdi, böylesi bir nidaya gerek duymayacaklardı. Sen de (Ey Muhammed), (uygun zamanda) onların yanına çıktığında, o zaman onların, senin kendinle, ya da coluk-çocuğunla, yahut da Rabbinle başbaşa kaldığın bir sırada yanına gelmeleri uygun olmaz. Zira (sende), hem nefsinin hakkı vardır, hem de ailenin hakkı..." demektir. Ayetteki, "kendileri için elbet daha hayırlı olurdu..." ifâdesi iki şekilde izah edilebilir: a) Bu ifâdeden murad, "İşte, güzel ve hayırlı olan davranış biçimi budur.." mesajını vermektir. Tıpkı, ayetinde (mukayese sözkonusu olmadığı) gibi (Furkan, 24) ifadesinde olduğu gibi... b) Bundan kastedilenin şu mana olmasıdır: Nida edip sabredememekle, onlar, meselelerinin halledilip ihtiyaçlarının derhal giderilmesini istemektedirler ki, bu, güzel bir şeydir. Ancak ne var ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in durumunu gözetip ona saygıda kusur etmemek, bundan daha hayırlıdır. Çünkü bu, ahirette söz konusu olan aslî ihtiyacı gidermektedir. Dünya ihtiyaçları ise, fuzulî şeyler kabılindendır. (......)'nın ismi olan merfû kelime, ya zımnî kelimesidir, ki bu durumda ifadenin takdiri şöyle olur: "Şayet sabietselerdi, sabır daha hayırlı olurdu..." yahut da, "nida olunmaksızın çıkmak..." işi.. Bu durumda da kelamın takdiri, "Şayet onlar sen çıkıncaya kadar sabretselerdi, senin, nida olunmaksızın çıkman onlar için daha hayırlı olurdu.." şeklinde olur ki, bu, anlatılan kıssaya daha uygundur. Çünkü onlar, çoluk-çocuklarını (geri) almak için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in çıkmasını istemişlerdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de çıkmış, onların yarısını azâd etmiş, böylece de onlar, zürriyetlerinin yarısını alabilmişlerdi.. Şayet sabretselerdi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların tamamını azâd edecekti.. Birinci açıklama daha doğrudur. Sonra Cenâb-ı Hak, şu iki hususu kesin olarak ortaya koymak için, "(Bununla beraber), Allah Gafur, Rahîm'dir" buyurmuştur: a) Onların, acele etmekle hiç iyi etmedikleri.. Çünkü bir kimse, çirkin bir şey yapıp da, âmiri yahut da efendisi onu cezalandırmasa, "Onun efendisi ne kadar da halim selim!.." denilir ki, bu, onun yumuşaklığını açıklamak için olmayıp, aksine, o kimsenin işlediği hatanın büyüklüğünü ifâde etmek içindir. b) "Sabrın güzelliği, yani onların daha hayırlı olanı yapmaları sebebiyledir ki, Allah, onların günahlarını bağışlayacak, bu iyiliği, pekçok günaha bir keffâret kılacaktır. Nitekim, efendisinin kapısına geri döndüğü zaman köleye, "Ne iyi ettin de efendine geri döndün, efendin çok şefkatlidir" denilir ki, "Şu anda yaptığın iyi davranış sebebiyle, efendin, senden sadır olan kusurdan dolayı seni cezalandırmaz.." anlamındadır. Bunun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, afvetmeye teşvik anlamında olduğunun söylenmesi de mümkündür. Bu durumda, "Onların çoğunun akılları ermez" ifâdesi, onlar için bir mazeret olmuş olur. Takdim-Te'hîr Biz daha önce, Cenâb-ı Hakk'ın bazı yerlerde, "gufrân-bağışlama" kelimesini, "rahmet-acıma, şefkat" kelimesinden önce zikrettiğini, -ki bu sûrede böyledir-, bazı yerlerde de, "rahmet" kelimesini, mağfiret kelimesinden önce zikrettiğini -ki, Sebe Süresi'ndeki (Sebe, 34) ifadesi böyledir söylemiştik, buyurduğu yerlerde mana şöyledir: "Allah, onun günahlarını bağışlar.. Sonra kuluna bakar da, onun adeta çıplak ve rahmetine muhtaç olduğunu görür. Bunun üzerine ona merhamet eder ve ona, ikram ve izzet elbisesini giydirir... Bazen de onu, kötülükler içinde boğulmuş görür de, onun kötülüklerini örter.. Bağışlamadan sonra da ona rahmet eder.. Böylece, bazen, mağfiretten sonra gelen rahmete işaret edilir de, mağfiret başa alınır; bazen de rahmet mağfiretten önce bulunur, onu geri bırakır. Rahmet geniş ve sınırsız olunca, mağfiretten önce de bulunur sonra da. Bundan dolay Cenab-ı Hak onu, mağfiretten hem önce zikretmiş, hem de sonra.. Yanlış Haber 6"Ey iman edenler, eğer bir fasık size bir haber getirirse, onu tahkik edin. (Yoksa) bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olan kimseler olursunuz". Sûrenin Ahlâkî Prensipleri Bu sûrede, mü'minleh, ahlâkın en güzeline bir irşâd bulunmaktadır. Bu da, ya Allah, ya Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ya da bunların dışında bulunan, diğer insanlar ile olan hususlardadır. Diğer insanlar da iki kısımdır. Çünkü onlar, ya mü'minlerin yolu üzere olup, itaat rütbesini haizdirler; yahut da, bu rütbeyi haiz değillerdir ki, bu da fasıktır. Mü'minlerin cemaatına dahil olup, onların yoluna uyan kimse ise, ya onların yanında bulunur, ya da bulunmaz.. İşte bu, şu beş kısma ayrılır: a) Allah'dan yana olan şeyler, b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den yana olan şeyler, c) Fasıktan yana olan şeyler, d) Orada bulunan mü'minlerden yana olan şeyler. e) Orada hazır bulunmayan mü'minden yana olan şeyler. İşte Cenâb-ı Hak, bunları, "Ey iman edenler.." vasfıyla beş kez zikretmiş ve onları, her defasında, bu beş kısımdan birisine nasıl güzel davranacağı hususunda irşâd edip aydınlatmıştır Meselâ, önce, "Ey iman edenler, Allah ve Resulünün önüne geçmeyiniz..' buyurmuştur. Burada Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zikredilmesi, Allah'a itaatin (keyfiyetini) açıklamak içindir. Çünkü Allah'a taat ancak, Allah'ın Resulünün sözü ile bilinip anlaşılır. İkinci olarak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e saygı göstermenin vacib olduğum beyan etmek için, "Ey iman edenler, seslerinizi, Hazret-i Peygamberin sesinin üzerine çıkarmayınız.." buyurmuştur. Üçüncü olarak, fasıkların sözlerine güvenmekler sakınmanın gerekli olduğunu açıklamak için, "Ey iman edenler, bir fasık size biı haber getirdiği zaman.." buyurmuştur. Çünkü fasıklar, siz mü'minlerin arasına fitne sokmak istemektedirler. Bunu, "Eğer mü'minlerden iki zümre birbiriyle döğüşürlerse..."(Hucurat, 9) ifadesinin tefsirinde açıkla(dık). Dördüncü olarak, 'Ey iman edenler, bir topluluk başka bir topluluğu alaya almasın.. Birbirinizi ayıplamayın.." (Hucurât, 11) buyurmuştur ki bu, yanlarında bulunuyorlarken, mü'minlere sıkıntı vermemenin ve onların hal ve durumlarıyla alay etmemenin gerekliliğini anlatır. Beşinci olarak da, "Ey iman edenler, zarının bir çoğundan kaçının. Çünkü bazı zan günahtır... Birbirinizin kusurunu araştırmayın, kiminiz de kiminizi arkasından çekiştirmesin..." (Hucurat, 12) buyurmuştur ki, bu, gıyabında,mümine haksızlık yapmaktan kaçınmanın farziyyetini beyan etmektedir. Böylece Cenab-ı Hak mümin şeyit orada olsaydı eziyyet duyacak olduğu şeyi zikretmiştir.Ki bu son derece güzel bir tertibtir. İmdi eğer; Bu sıranın tam olması ve mesela önce Allah ve Resulü ile daha sonra hazır bulunan mümin ile bunun peşinden orada hazır olmayan mümin bunun peşi sıra fasık ile söze başlanılmış olması için niçin mümin fasıktan önce getirilmemiştir? denilirse biz deriz ki:Allah daha ehemmiyetli olanı daha az mühim olandan önce getirmiştir. Bu sebeple de önce kendisinden sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bahsetmiş, daha sonra da fasık kimsenin sözüne kulak verilmesi ve ona itimat edilmesi sebebiyle müslüman cemaatler arasında savaşa sebebiyet verebilecek olan durumu zikretmiştir.Çünkü Allahü teâlâ kalblerde, göğüslerde daha fazla nefrete mucib olan şeyleri zikretmiştiradıyallahü anhma orada hazır olan mümin ile orada hazır olmayan müminden bahsetme meselesine gelince bu durum mümin kimseyi vuruşmaya götürecek bir biçimde ona eziyyet vermez.Baksana Allahü teâlâ fasıkın haber vermesiyle ilgili ifadenin peşinden, iktidal –vuruşma ile ilgili ayeti getirerek Eğer müminlerden iki zürme birbiriyle dövüşürlerse (Hucurat, 9) buyurmuştur. Ayetlerin tefsiriyle ilgili birkaç mesele vardır: Nüzul Sebebi Bu, ayetin nüzul sebebi ile ilgili olup şöyledir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Velid İbn Ukbe'yi, -ki bu, Hazret-i Osman'ın ana bir kardeşidir-, zekât memuru olarak Mustalikoğulla-n'na göndermiş, bu sebeple, onlar da onu, karşılamak istemişlerdi. Ama, Velîd, onların savaşacaklarını zannetmiş, gerisin geriye Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına dönerek, onların zekât vermeye yanaşmadıklarını söylemiş, bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, onlarla savaşmayı tasarlamıştı. Derken, işte bu ayet-i kerime nazil oldu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e. onların bu söylenilen şeylere dair hiçbirşey yapmamış olduğunu haber verdi: Bu izah, onların (ulemânın), bu ayetin işte o zaman nazil olduğunu söylemeleri halinde yerinde olur. Ama, bu ayetin, işte bundan dolayı inip, sadece buna mahsus olduğunu ve başka olayları ilgilendirmediği fikri geçerli olmaz.. Tam aksine, biz diyoruz ki: Bu ayet-i kerime, araştırıp soruşturmayı ve fasık sözüne itimat edilmemesi gerektiğini beyan etmek için, genel anlamda (genel ve kapsayıcı bir hükümle) nazil olmuş olan bir ayettir. Bu ayetin, sırt bu hadise hakkında nazil olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin tutarsız olduğuna, Allahü teâlâ'nın, "Ben bu ayeti, işte bunun için indirdim.." dememiş olması da delâlet eder. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de, onun, bu ayetin sadece bu durumu açıklamak için nazil olduğuna dair bir açıklaması da yoktur. Fasıkın Burada Manası Bu konuda söylenebilecek en son söz şudur: Bu ayet o vakitte nazil olmuş olup, bu, ayetin inişinin bir tarihi gibidir. Biz de bunu tasdik ediyoruz. Yaptığımız bu izahı, Velîd'e, fâsık vasfının verilmesinin haksız ve geçersiz olması da teyit eder. Çünkü Velîd, Öyle sanmış da, böylece hata etmiştir. Hata eden ise, fâsık olarak adlandırılamaz.. Nasıl böyle olmasın ki, Kur'ân-ı Kerim'in pekçok yerinde geçen "fasık" kelimesiyle, iman bağından çıkmış ve uzaklaşmış olan kimseler kastedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki Allah, asıklar topluluğunu muvaffak etmez.." (Münafikûn, 6), "Böylece de, Rabbînin emrinin dışına çıktı.. "(Kehf, 50) ve "Fasık olanların barınacağı yer ise ateştir. Ne zaman oradan çıkmak isterlerse içersine döndürülürler..." (Secde, 20) buyurmuştur. Edatındaki Bir İncelik Ayetteki, "Eğer bir fasık size bir haber getirirse..." ifadesi, şöyle bir nükteye işaret etmektedir: Mü'min kimse, kâfire .karşı son derece vakur, sert ve tedbirlidir.. Binâenaleyh, fasık bir kimsenin, önemli bir haber hususunda onu kandırması mümkün değildir. Eğer bu mümkün olursa, nâdirattandır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, bu ifadenin başına, ancak olması beklenen, ama henüz olmuş bitmiş olmayan bir manayı ifâde eden şart edatını getirerek, "size ... getirirse..." buyurmuştur. Çünkü Arapça'da, "Ham hurma kızarırsa..." "Güneş doğarsa..." denilmesi kullanılmış, yerinde bir ifade olmaz.. Üçüncü Mesele Kural olarak: Şart konumunda olan nekire ifâde genellik bildirir. Fakat bu müsbet hüküm için böyledir. Nasıl ki menfî bir hükümde, haber verme de genellik bildirir. Keza nekire, menfi durumda olması halinde ise şart konumunda hususîlik ifade eder. Nasıl ki, müsbet hükümde olması halinde, haber vermede de hususîlik ifade eder. Biz bunu, misalini vererek ve delilini zikrederek izah etmeye çalışalım.. Bunun bir misalle açıklanmasına gelince, şöyle deriz: Bir kimse, kölesine, "Eğer ben, herhangi birisiyle konuşursam, sen hürsün!" dediğinde, bu kimse, adetâ, "Ben, herhangi bir kimseyle konuşmam..." demiş olur. Böylece de o köle, efendisinin herhangi bir kimseyle konuşması halinde azâd olmuş olur. Ama bu kimse, "Eğer ben, bu gün, herhangi bir kimseyle konuşmazsam, sen hürsün..." dediğinde, bu kimse adeta, "Ben bu gün, herhangi birisiyle konuşmayacağım.." demiş olur ve böylece de kölesi, efendisinin hiçbir kimseyle konuşmamış olmasından dolayı azâd olmamış olur. Bu tıpkı, bir kimseyle konuşmamaya yemin ettiğinde, her adamla konuşmuş olması sebebiyle onun sözünde, yemininin zuhur etmeyişi gibidir. Bunun deliline gelince.. Bu, ilk önce müsbet tarafı ele almakla olaya çıkar.. Baksana, herhangi bir harf olmaksızın, ifadeler, müsbet anlam için konulmuştur. Olumsuzluk (menfilik) ise, bir harf ile temin edilir. Binâenaleyh bir kimsenin, "Zeyd, ayaktadır" ifadesi, va'z olunan ilk ifâde olup, bu haliyle, Zeyd'in ayakta oluşuna delâlet eden bir harfin getirilmesine İhtiyaç yoktur. Ama, menfî (olumsuz) cümlede ise, biz, "Zeyd, ayakta değildir" deme ihtiyacını hissederiz. Binâenaleyh şayet, va'z ve tertip, ilk önce olumsuzluk için olmuş olsalardı, biz bir ihtisar ve kısaltma olsun diye, ilâve edilen harfe İhtiyaç duymazdık.. Durum böyle olduğuna göre, bir kimsenin "Bir adam gördüm" şeklindeki sözünde, bu sözü doğrulayan hususiyetin bulunması yeterli olur ki, bu da, bir kimsenin görülmüş olmasıdır. Ama sen, Sor "Hiç bir kimse görmedim" dediğinde, bu ifade, o kimsenin, "Bir adam gördüm.." ifadesinin zıddı olan bir ifâde olup, bu karşıtlığı ifade için terkip edilmiştir. Halbuki, karşıt ifadelerin doğru olmamaları gerekir. Binâenaleyh, şayet bir kimsenin "Bir adam görmedim" şeklindeki sözünde, bir adamdan başka hiç kimsenin görülmemiş olması kafi olsaydı, o zaman bizim, "Bir adam gördüm ve bir adam görmedim" şeklindeki sözleri mi doğru olurdu; böylece bunlar, birbirinin mukabili olan ifadeler olmamış olurlardı ki, böylece de bir birinci ifadeden ikinci ifadeyi anlamış olurduk.. Ve bu ifadeden, menfî olan tarafın umumîliği, gerekmiş olurdu. Bu iyice bilindiğine göre, biz şimdi diyoruz ki: Şartlı cümleler, Önce vaz' olunan, daha sonra da, kesin oluş halinden sonra terkib olunan ifâdelerdir. Delili ise, harfin ilâve edilmesidir. Ki bu ilâve harf, kesinliğin zıddını ifâde eden bir harftir"size geldi" "Eğer size gelirse..." Dolayısıyla bir kimsenin, "Sen hür olmayasın diye, hiçbir adamla konuşmadım" şeklindeki sözü, nefy manasına varıp dayanır.. Fâsıkla ilgili sözün umumîliğinin anlaşılması gibi, o sözün "haber" hakkında da umumî olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre ifâdenin manası, "Herhangi bir fasık size, herhangi bir haber getirirse, o haber hakkında araştırma yapmanız size farzdır..." şeklinde olur. Alimlerimiz, haber-i vahidin bir hüccet olduğu ve fasık kimsenin şehâdetinin kabul olunmayacağı hususunda bu ayete tutunmuşlardır. Birinci şık hususunda, alimlerimiz şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Hak, geri durma, araştırma işini, kişinin fasık olmasına bağlamıştır. Binâenaleyh, şayet âdil bir kimsenin haberi makbul olmasaydı, o zaman, bu işin, kişinin fasık oluşunun bağlanmasının bir manası kalmazdı. Alimlerimiz bu istidlali, mefhûma tutunmak kabilindendir. Fasıkın Şahitliği İkinci şıkka gelince, bu da şu iki yöndendir: a) Allahü teâlâ, fasıkın haberinin araştırılması emrini vermiştir. Binâenaleyh, şayet fasıkın sözü makbul olsaydı, hakim (kadî), o haberi araştırmakla memur olmazdı. Şu halde, fâsık kimsenin sözü makbul olmaz.. Hem sonra, Allahü teâlâ, önemli olsun önemsiz olsun, her türlü haber hakkında araştırmayı emretmiştir. Şehâdet konusu ise, haber hususundan daha mühim ve titizlik gerektiren bir husustur. b) Allahü teâlâ, "(Yoksa) bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da..." buyurmuştur. Cehalet, "hatâ"nın üstündedir. Çünkü müctehîd hata ettiğinde "câhil" adını almaz. Hükmü, fâsığın sözüne bina eden kimse ise, hükmünde isabet etmemesi halinde mahzâ cehalettir. (Cahilin ta kendisidir). Binâenaleyh, fasıkın sözüne hüküm bina etmek, raci olmaz. Beşinci Mesele (......) ifadesi vb. hakkında biz, şu iki izahı yapmış idik: a) Kufelilerin metoduna göre, bu ifade ile "... sataşmayasınız diye" manası kastedilmiştir. b) Basralıların metoduna göre de, bu ifâde ile, "sataşmanız hoş olmadığı için ..." manası murad edilmiştir. Şöyle de denilebilir: Ayetten kasdedilen mana "Araştırınız ve bu hususta ittikâ ediniz..." şeklindedir. Binâenaleyh, hoş olmaya ifadesi, bizim, "Fasıkın sözü, toplumlar arasında fitnelere sebebiyet verir.. Halbuki, yüzyüze söylenmiş olan eziyyet verici lafızlar ile, mü'minden sadır olan gıybet böyle değildir. Çünkü, mü'mini, dini, çirkin şeyler yapmaktan ve başkalarını korkutmakta ileri gitmekten alıkor.. Ayetteki, (......) kaydı, hâl konumunda bir kelime olup, buna göre mana, "Bilmeksizin sataşmayasınız diye..." şeklinde olur. Burada söyle bir incelik vardır: "Isâbe" masdarı, hem kötü, hem de iyi şeyler kullanılır. Nitekim Hak teâlâ, "Sana isabet eden iyilik Allah'dandır, kötülük ise kendindendir.(Nisa, 79)" Fakat genelde bu masdar, kötü şeyler için kullanılır ve zann ile birlikte kullanılır. Nitekim Hak teâlâ, "Eğer onlara bir kötülük isabet ederse, buna sevinirler" (Al-i İmran, 120) buyurmuştur. Fiilinin Manası Cenâb-ı Hak daha sonra bu hususu, câhil kimsenin mutlaka yaptığı şeye piş man olacağını beyan etmek için, "Yaptığınıza pişman olan kimseler olursunuz" buyurmuştur. Buradaki ifadesi, "olursunuz..." manasınadır. Nahivciler, fiilinin şu üç şekilde kullanıldığını söylemişlerdir: a) Sabahlamak manasına... Nitekim birisi, "Biz falancanın gıybetini yaparak, aleyhine hüküm vererek sabahladık der. b) İşin, sabah vakti olduğu manasına... Nitekim birisi"Bugün hastamız olduğundan daha iyi oldu. Fakat kuşluk vakti durumu değişti" der ve bununla hastanın sabah vakti, olduğu hal üzere olduğunu kasteder. Buna göre bu kimse sanki, "Hasta sabah vakti iyi idi de, kuşluk vakti değişti" demek istemiştir. c) (oldu) manasına... Nitekim birisi, "Zeyd zengin oldu" der ve onun, bir vakit murad etmeksizin, zengin olduğunu anlatmak ister. İşte ayette de kelimenin bu üçüncü manası kastedilmiştir. Ve kelimeleri de böyledir. Fakat bu hususta şöyle bir izahta bulunmamız gerekir: Lafızların şekli değişince, mutlaka manaları da değişir. Buna göre diyoruz ki: Bu "oluş" işi, bazan işin başlangıcından İtibaren olur ve devam eder, bazan da işin neticede ona raci olması manasında, sonda olur, bazan da işin ortasında olur. Birincisinin misali, bir kimsenin, "Çocuk anlar oldu, yani anlamaya başladı" demek olup ziyadelik anlamı belirtir. İkincisinin misali, bir kimsenin "Hak açık oldu, vacib oldu" demesi gibidir. Bu, "En son noktasına vardı" demektir. Üçüncüsünün misali de, bir kimsenin, ona başlamasını ve nihayete erdiğini anlatmak istemeksizin, aksine onunla içice, onunla muttasıf olduğunu anlatmak için, "Zeyd, âlim ve güçlü oldu" demesi gibidir. Ve Kelimeleri Bunu iyice kavradığına göre, bil ki fiilinin asıl kullanılışı, birinin veya bir şeyin bir işe başlaması manasındadır. o şeyin, o vasıf fiilinin asıl kullanışı, hususunda, en son noktaya ulaştığını anlatmaktır fiilinin asıl kullanışı ise, o şeyin, işin ortasına varıp dayandığını anlatmaktır. "Kullanan kimseler bu mana inceliklerine dikkat etmiyor ve bu üç kelimeyi de aynı manada kullanıyorlar.." denilemez. Çünkü diyoruz ki: Manalar biribirine yakın olduklarında böyle bir kullanış caizdir. Fakat kullanmanın caiz olması, asıl manalarına ters bir durum değildir. Pek çok kelimenin asıl manası gelip geçmiş ve ortak olmayan (kök manasıyla alakası olmayan hususlarda) daha yaygın kullanılmışlardır. Bu iyice anlaşıldığına göre, şimdi diyoruz ki, "Ayetteki ifadesi, "Sizler pişman olmaya başladınız pişmanlıkla içice oldunuz ve pişmanlığınızı sürdürdünüz" manasınadır." Hak teâlâ'nın, "Allah'ın nimeti ile, kardeşler oldunuz"(Al-i imran, 103) ayetinde de mana böyledir, yani "Sizler kardeş olmaya başladınız, kardeş olmada ilerlediniz ve bunu sürdürdünüz" demektir. Velhasıl Cenâb-ı Hak, bu manada bu lafzı kullanmıştır. Çünkü bu lafızla bildirilen şey, ya mükâfaat, ya da ceza hususlarındadır. Bu iki şey, gittikçe artabilir. İlahî işlerin, sonu-sınırı yoktur. Ayetteki, (......) kelimesine gelince, "nedm" devamlı bir keder ve üzüntü demek olup, nün, dâl ve mîm harflerinden meydana gelen değişik kelime kalıplarının hepsinde devam manası vardır. Bu tıpkı birisinin, "sürdürdü, devam ettirdi" manasında, "Falanca içkiyi sürdürdü" demesi gibidir. "Medine" kelimesinde de bu mana vardır. Hak teâlâ'nın bu ayetinde şöyle iki incelik var: Birincisi: Sakındırmayı yerleştirmek ve pekiştirmektir. Bunun izahı şöyledir: Allahü teâlâ, "Bilmeyerek bir kavme sataşırsınız diye..." buyurunca, bunun peşinden, "Bu kendisine iltifat edilmeyecek şeylerden değildir. Aklı başında olan kimsenin, "Farzet ki işte ben bir kavme çattım, zarar verdim, bundan bana ne olur. Aksine bundan, size devamlı bir keder ve hüzün olur" demesi doğru olmaz. Bu gibi şeylerden sakınmak şarttır. İkincisi: Bu ifadede, mü'minlere bir övgü vardır, yani, "Sizler, bir kötülük yaptığında ondan üzülmeyen kimselerden değilsiniz. Aksine böyle bir kötülüğe alabildiğine pişman olup, üzülen kimselerdensiniz" demektir. 7"Hem bilin ki içinizde Allah'ın Resulü var. Eğer o, birçok işlerde size uysaydı, muhakkak ki sıkıntıya düşersiniz. Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu kalblerinizde süsledi; küfrü, fasıklığı ve isyanı size çirkin gösterdi. İşte rüşdünü bulanlar onların tâ kendileridir". Ayetin tefsiri hususunda söylenmiş olanlar ile söylenebilecekleri zikredelim. Ayetin tefsiri hususunda söylenmiş olanların en güzelini tercih ediyoruz. Bu da Zemahşerî'nin tercih ettiği husustur. Çünkü Zemahşerî, bu ayetin tefsiri ile ilgili uzunca bir bahis açmış ve şöyle demiştir: "Ayetteki, "Eğer o, birçok işlerde size uysaydı, muhakkak ki sıkıntıya düşersiniz" cümlesi, nazmın (söz sıralamasının) bozukluğuna götüreceği için, müste'nef (bağımsız) bir cümle değildir. Çünkü böyle olsaydı, "bilin ki..." fiili ile, "size uysaydı" fiili arasında bir ilgi kalmazdı." Zemahşerî bu ilgiyi daha sonra şu şekilde izah etmiştir: "Size uysaydı..." fiili, "içinizde" ifadesindeki, merfû "küm" zamirinden "hal" konumundadır. Buna göre kelamın takdiri, "Sizler, onun size itaat etmesini istiyor, yahut da sizin yaptıklarınızı doğru buluyor" şeklinde olmak üzere, "içinizde, aramzdadır" manasındadır. Halbuki onun, bu durumda olması uygun değildir. Çünkü eğer böyle olsaydı, muhakkak ki işleriniz sarpasarardı, yahut sıkıntıya düşerdiniz, yahut da yaptığınızın acısını çekerdiniz. Daha sonra, Hak teâlâ, "Eğer, ... size uysaydı" ifadesinin muhatabı olanların dışında, bazı mü'minlere hitaben, "Fakat Allah size imanı sevdirdi" buyurmuş ve böylece sıfattaki değişikliği ifade ile yetinmiş ve "Bazısına imanı sevdirdi" buyurmamıştır. Yine Cenâb-ı Hak, şeklinde değil de, buyurmuştur ki bu, onların, bu halin devamını ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onların yaptıklarını kabule devam etmeyi istediklerini delalet eder. Fakat bu ifadenin sonrası; öncesinin aksinedir. Burada da böyledir. Her nekadar açık bir lafız ile muhalefet olmamış ise de, muhatabların vasıf ve hallerindeki farklılık, bir muhalefete delalet etmektedir. Çünkü ayetteki, "Eğer... size uysaydı" hitabının muhatabları, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendi istekleri doğrultusunda işlem yapmasını isteyen kimselerdir. Halbuki, "Allah size imanı sevdirdi" ifadesinin muhatabları, işlerini Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in isteğine uygun olarak yapmak isteyenlerdir." Zemahşerî'nin söylemiş ve tercih etmiş olduğu görüş bundan ibaret olup, bu güzeldir. Bence şöyle de denebilir ve sanki en kuvvetli olan görüş de budur: Allahü teâlâ, "Bir fasık, size bir haber getirirse, onu araştırın"yani "inceden inceye araştırın, açın çözün" buyurunca, bunun peşinden, "Hem bilin ki içinizde Allah'ın peygamberi var" buyurmuştur ki bu, "Bu meseleyi ve hususu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e müracaat etmek suretiyle çözmeniz, sizin için daha kolaydır. Çünkü o, aranızda bir açıklayıcı ve bir mûrşiddir" manasına olup, tıpkı, bir hocanın talebelerinin bir mesele hususunda ihtilaf ettiklerinde bir kimsenin, hocanın aralarında oturduğu manasında değilde, onların ona müracaat etmeleri gerektiğini kastederek, "İşte hoca (aranızda) oturuyor" demesi gibidir. Çünkü onun bu sözden maksadı, "Hoca size pek çok hususta katılmaz" demektir. Bu böyledir, zira hoca, bahsettiğimiz misalde, şayet talebelerinin sözüne itimat etmiş olsaydı, talebelerinin kalbi, hocaya müracaat ile mutmain olmazdı.. Ama hoca, salih nakillerden, hadislerden bahsedip, bu hususu kuvvetli delillerle anlatınca, herkes o zaman ona müracaat eder (onun hükmüne baş vurur). İşte burada da böyledir. Cenâb-ı Hak ayette, "O Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yol göstermesini isteyiniz; çünkü O, bilir ve (yanlış olan meselelerde) hiç kimseyi dinlemez. Dolayısıyla da, böyle davranmada bir haksızlık olmaz ve tutarsız olan şeyler, Peygamber nezdinde revaç bulmaz. Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer o, birçok işlerde size uysaydı, muhakkak ki sıkıntıya düşersiniz" beyanı ile, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in (yanlış hususta) hiç kimseye itaat etmeyeceğinin kastedilmiş olduğunun delili şudur: Şart cümleleri pekçok yerde, cezâ'nın (şartın konusunun) imkânsız oluşundan dolayı, şartın da imkânsız olduğunu beyan etmek için varid olur. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer gökte ve yerde Allah'dan başka Tanrılar olsaydı onların ikisi de muhakkak ki harab olup gitmişdi..."(Enbiyâ,22) ayetiyle, "Eğer Kur'ân, Allah'dan başkası tarafından olsaydı elbet içinde birbirini tutmayan birçok (şeyler) bulurlardı.." (Nisa,82) ayetlerinde böyledir. Çünkü, bu ayetler, yer ile gökte, Allah'tan başka ilahın bulunmadığını ve Kur'ân'ın, Allah'tan başkasının katından olmadığını beyan etmektedirler. İmanın Sevdirilmesi Daha sonra Cenâb-ı Hak, "iyice araştırınız" ifadesi hakkında varid olabilecek bir sorunun cevabına işaret etmek için, "Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu kalblerinizde süsledi..." buyurmuştur. Bu soru şudur: "Bizim, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e müracaat etmeye ihtiyacımız yoktur.. Aklımız, bu hususta yeterlidir. Biz, imanı kendimiz algılayabilir, isyanları da terkedebiliriz.. İşte bunun gibi, işlerimiz hususunda da, cehd ü gayret gösterebiliriz.." Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da şöyle buyurdu: "İman, içtihâd ile sa'y ü gayret ile elde edilemez. Tam aksine Allah, delilleri beyan eder, imanı süsler; derken böylece, yakîn hali meydana gelir. Yakîn hali hasıl olduktan sonra ise, durmak ve beklemek caiz değildir. Allah size, geri durmayı, beklemeyi, ancak fasıkın sözünü uygulamanın söz konusu olduğu yerde emretmiş, size, deliller zuhur ettikten sonra inâd etmeyi emretmemiştir.." Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak adeta "Hakkında şüphe olan şeyler hususunda bekleyin, durun; ne var ki o, imanı size, deliller ile sevdirdi. Öyleyse, onu kabul ve ikrarda duraklamayın, beklemeyin.." demek istemiştir. Yaptığımız bu izaha göre, "size ... sevdirdi..." ifadesinin muhatapları,"Eğer, o ... size uysaydı..." ifadesindeki muhatapların ta kendisi olmuş olurdu, özet olarak ayetin manasını anladığına göre, şimdi bunu ayrıntılı bir biçimde dinle. Biz, ayetin manasını, şöylesi birkaç mesele içinde, tafsilatlı olarak ele alacağız. Birinci Mesele Şayet birisi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hem bilin ki, içinizde Allah'ın Resulü var." ifadesi ile, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e müracaat etmek, O'nun görüşüne dayanmak kastedilmiş- se, daha niçin Cenâb-ı Hak, açıkça, "Araştırınız, soruşturunuz.. Peygamber'e müracaat ediniz" dememiştir? Binâenaleyh, böylesi açık bir ifade bırakılıp da, bu mecazî ifadeye başvurmanın hikmeti nedir?" derse, biz şöyle deriz: Bunun faydası, iyice pekiştirip tekîd etmedir. Bu böyledir, çünkü az önce bahsettiğimiz hoca örneğindeki şahsın, o hocaya başvurup müracaat etmenin gerekliliğini ifade hususunda, "Hoca orada yal.." şeklindeki sözü, "Hocaya müracaat ediniz.." şeklindeki sözünden daha kuvvetlidir, tekidlidir. Zira bu sözü söyleyen kimse, hocaya müracaat etmenin gerekliliğini, üzerinde ittifak edilen bir husus kabul etmiş, ona müracaat etmemenin sebebini ise, talebelerinin hoca efendinin oturduğunu bilmeyişleri olarak kabul etmiştir. Buna göre adeta, bu kimse, "Sizler, bu meseleyi çözenin, halledenin hoca efendi olduğunda ve ona müracaat etmenin gerekli olduğunda, herhalde şüphe etmiyorsunuz.. Şu halde, eğer sizler onun (şurada) oturduğunu bilmiyor iseniz, bilin ki o oturuyor.." demek istemiştir. Böylece bu kimse, o hoca efendiye başvurmanın yerinde olduğunu, güzelliğini, onun o oturma işinden daha belirgin hale getirmiştir.. O adeta şöyle demek istemiştir. "Sizler, onun oturduğunu bilmiyorsunuz. Bu sebeple ona müracaat etmediniz, halbuki, ona müracaat etmenin güzel ve yerinde olacağı, sizce malûm ve yerindedir." Böylece de, o hocaya müracaat etmenin güzel ve yerinde olacağı hususunu, maddî (oturma) işinden daha açık ve net hale getirmiştir. Ama bu kimse şayet, "ona müracaat ediniz" demiş olsaydı, bu vurgulanamadı. Çünkü bu durumda bu kimse, "sizler, ona müracaat etmenin esas olduğunu bilmediniz..." demiş olurdu ki, bu iki ifâde arasında bir hayli uzaklık bulunmaktadır. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "Hem bilin ki içinizde Allah'ın peygamberi var.." ayeti de böyledir. Yani, "Peygambere müracaat etmenin gerekli olduğu size kapalı değildir. Eğer onun aranızda olduğu, size kapalı ise, bilin ki O, sizin aranızdadır" demektir. Böylece Allahü teâlâ, ona başvurmanın, Peygamberin onların arasında olmasından daha belirgin hale getirmiştir. Çünkü, bunu açıkça söylememiş, ama, peygamberin onların arasında bulunduğunu açıklama cihetine gitmiştir ki bu, sarih ifadelerde bulunmayan, fakat mecazî ifadelerde bulunan çok kıymetli manalardandır. İkinci Mesele (......) ifadesinden, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, yanlış hususunda hiç kimseye boyun eğmediği, tam aksine, vahye ittiba ettiğini beyân etmek kastedildiğine göre, Cenâb-ı Hak, daha niçin bunu açıkça ifade etmemiştir? Biz deriz ki: Bir şeyin olumsuzluğunu, o olumsuzluğun delilini beyan ederek açıklamak, onu, delilsiz olarak açıklamadan daha tam ve mükemmeldir. Şart cümleleri, delilini açıklamanın yanısıra, olumsuzluğu beyan eden cümlelerdir. Çünkü, "Yer ile gökte ilahlar yoktur" denildiğinde, şayet birisi, "Yer ile gökte ilahlar bulunmadığını neye dayanarak söyledin?" diyecek olursa, o zaman, onun delilinin de getirilmesi gerekir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Eğer yerle gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı onların ikisi de muhakkak ki harap olup gitmişti" (Enbiya, 22) buyurmuştur. İşte burada da böyledir. Şayet Cenâb-ı Hak, "o size itaat etmez.." demiş ve birisi de, "Niçin itaat-etmeyecek?.." demiş olsaydı, o zaman, "Şayet o size itaat edecek olsaydı, sizin faydanız sebebiyle size boyun eğmiş olacaktı.. Ne var ki, bu hususta sizin için bir menfaat söz konusu değildir. Çünkü sizler, o zaman sıkıntıya düşer de günahkâr olursunuz ki, sizin böylesi kötü durumlara düşmeniz de, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir.."(Tevbe, 128) buyurduğu gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e zor gelir.. Çünkü, onun size itaat etmesi, hiçbir şey ifade etmez.." denilmesi gerekirdi. Binâenaleyh bu, Peygamberin hiç kimseye itaat etmemesi gerektiğini, deliliyle birlikte bir açıklamadır. Halbuki bir şeyi, delile dayandırarak reddetme ile; delilsiz olarak "olmaz" demek arasında büyük bir fark vardır. Üçüncü Mesele Cenâb-ı Hakk'ın, "İş hususunda onlarla müşavere et" (Al-i İmran, 159) emrinin hikmetini gerçekleştirmek ve Peygamberin, ashabına muvafakat ettiğini ve işleri, onların maslahatlarına uygun olarak yaptığını bildirmek için de, burada "birçok işlerde..." kaydı getirilmiştir. Dördüncü Mesele Cenâb-ı Hakk'ın, "Size imanı sevdirdi..." ifadesiyle, "O halde, duraksamayın, tereddüt etmeyin" manasının kastedildiğine göre, daha niçin, Cenâb-ı Hak bunu açıkça belirtmemiştir? Biz diyoruz ki: Bu, biraz önce de beyan ettiğimiz gibi, bu işin çok net bir şey olduğuna işaret etmek içindir. Yani, "sizler, yakın ve kesin olan bir şey hususunda beklenilmeyeceğim; çünkü artık ondan sonra bir derece yoktur ki, o dereceye ulaşmak için beklenilemeyeceğini; zira, zann-ı galib derecesine ulaşan kimsenin ancak, yakîn derecesine ulaşmak için bekleyebileceğini biliyorsunuz.. Öyleyse, yakîn olan hususta durmamak, beklememek gerektiği, malûm ve üzerinde anlaşılanbir husus olunca, Cenâb-ı Hak, (açıkça), "Beklemeyiniz, daha ne duruyorsunuz" dememiş, tam aksine, "Size imanı sevdirdi" buyurmuştur ki, bu da, "O, o imanı size açıkladı ve yakînî delillerle onu süsleyip izah etti.." demektir. İmanın Kalbde Süslenmesi Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat Allah size, imanı sevdirdi ve onu kalblerinizde süsledi.." ifadesinde yatan anlam nedir? Biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "size ... sevdirdi" ifadesi, "O, imanı size yaklaştırdı, onu kalblerinize soktu; derken, o imanı kalblerinizde, sizler onu bırakmayacak, o da sizin kalbinizden çıkmayacak bir biçimde süsledi.." demektir. Bu böyledir, zira birtakım şeyleri sevip arzulayan kimse, o şeylerden birisi de yanında olup, yanında da çok kaldığında, ona meyleder. İmanın ise, hergün güzelliği artar.. Ne var ki, ibadetleri çok olan ve mükellefiyetlerin meşakkatlerine alabildiğine katlanan kimse nezdinde, bu ibadetler ve mükellefiyetler en leziz ve en mükemmel şeyler olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak birinci durum hakkında, "size sevdirdi" buyurmuş, ikinci olarak da, "ve onu kalblerinizde süsledi" buyurmuştur ki, Cenâb-ı Hak adetâ o imanı onlara yaklaştırmış, sonra da o imanı onların kalblerinde devamlı kılmıştır. Küfür, Fısk, İsyan Şu üç şey, yani küfür, fısk ve isyan kavramları arasında ne fark vardır? Deriz ki: Bunlar, kâmil bir imanın zıddı ve mukabili olan üç husustur. Çünkü, kâmil ve müzeyyen bir iman, kalb ile tasdikin, dil ile ikrarın, uzuvlarla amelin bir arada bulunduğu bir imandır. 1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Küfrü, yani yalanlamayı size çirkin gösterdi" ifadesi, kalb ile tasdikin zıddı olan bir ifadedir. el-Fusûk ise, "yalan söyleme"dir. 2) Bu, bu ayetten önce olan, "Size bir fasık bir haber getirirse..." ifadesinden anlaşılan husustur ki, Cenâb-ı Hak böylece, yalan söyleyen kimseye fâsık adını vermiştir. Binâenaleyh, yalan söylemek de "el-füsûk" olmuş olur. 3) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetten sonra buyurduğu "imandan sonra fasıklık ne kötü addır!.."(Hucurat, 11) şeklindeki beyanıdır. Çünkü bu, "füsûk"un, sözle ilgili; kavlî bir iş olduğuna delâlet eder. Zira "füsûk" isimle birlikte getirilmiştir. Biz bunun ne demek olduğunu inşaallah açıklayacağız. 4) Bu da, aklî bir izah olup şöyledir: Füsûk bir kimsenin, taze hurma, kabuğundan çıktığında söylediği (......) vb. şeklindeki sözlerinden de anlaşıldığı üzere, itaat dairesinin dışına çıkmak anlamındadır. Çünkü "füsûk", çıkmak anlamında olup, daha sonraki kullanılışta ilave bir anlam olarak, taat olan şeylerin dışına çıkma anlamını kazanmıştır. Ancak ne var ki, füsûk (çıkma), kalbî işlerle ortaya çıkmaz, anlaşılmaz. Çünkü, kalblerdekine, Allah'tan başka hiçkimse muttali olamaz..Bu, amel ve fiillerle de ortaya çıkmaz. Çünkü işler bazan, unutma ya da yanılmadan dolayı terkedilebilir. Böylece de fıskı işlemeyen ile onu işleyenin, onu hatâen mi yoksa kasten mi yaptığı anlaşılamaz.. Ama söze gelince bu, konuşan kimsenin halinin üzerine dayandığı şeyi bilmek demektir. Binâenaleyh, imana girme ya da ondan çıkma işi, sözle anlaşılır. Bu sebeple, "füsûk"u. sözle ilgili bir iş kabul etmek, doğruya en yakın olan bir iş olmuş olur. "İsyân”a gelince, bu da emri yapmamak, onu terketmek anlamında olup, daha fazla fiil ile ilgilidir. Binâenaleyh, bu bilindiğine göre, burada son derece güzel bir tertibin bulunduğu anlaşılmış olur, o da şudur: Allahü teâlâ önce, "küfrü size çirkin gösterdi" buyurmuştur ki, üçü arasında en büyük olanı budur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür.." (Lokman, 13) buyurmuştur. Daha sonra, "fasıklığı..." buyurmuştur. Yani, "Lisânen ortaya çıkan kötü şeyleri de... çirkin gösterdi..." Daha sonra da, "ve isyanı... "demiştir ki, bu da, bu üçü içinde en aşağı mertebede olandır. Yani, "Allahü teâlâ, en küçük olanı, yani "isyan" hususunda dahi müsaade etmemiştir.." demektir. Bazı kimseler de, ayetteki "küfür" ifâdesi ile, açıkça küfür sayılan şeylerin; "füsûk" ifadesiyle, büyük günahların; isyan ifâdesi ile de küçük günahların kastedildiğini söylemişlerdir, ama bizim yaptığımız izah, daha kuvvetlidir. İsabetli Olanlar Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitaben, "(Sana diyorum), işte rüşdünü bulanlar onların ta kendileridir" buyurmuştur ki, bunda şöyle bir nükte vardır: Allahü teâlâ, işin başında, "Hem bilin ki içinizde Allah'ın peygamberi var.." buyurmuştur ki, bu, "O, sizin için bir mürşittir.." demektir. Binâenaleyh, mü'minlere bu şekilde hitap etmek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, mü'minlere şefkatli olup, üzerlerine titrediğine dikkat çekmek içindir. Şu halde Cenâb-ı Hak, meselenin başında, "Siz onun, size yol göstermesini istediğiniz sürece, o size bir mürşid olarak yeter..." buyurmuştur ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, mü'minlerin üzerine alabildiğine titremiş, onlara doğru yolu göstermiştir. Bu izaha göre, râşidûn kelimesinin anlamı, "Onlar, Peygamberin kendilerine getirdiğini yaptıkları ve Peygamberin yasakladığı şeylerden sakınıp kaçındıkları için bu doğruluğa (rüşde) muvafık olanların, erişenlerin ta kendileridir" şeklinde olur. 8"(Size küfrü, fâsıklığı, isyanı çirkin göstermesi sırf), Allah'tan bir lütf-u kerem ve nimet olmak üzeredir, Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir". Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bu ayetteki, (......) kelimesi, birkaç şeyden dolayı mansûb kılınmıştır: 1) Ya, mef'ûlün leh olduğu için.. Böyle olması halinde bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Bu "mef'ûlün leh"in âmili, (......) kelimesinden anlaşılan fiildir. Buna göre şayet, "Allah'ın fiili demek olan ifâdesi, nasıl kulun fiili olan doğruya ulaşmış olmaya nisbetle "mef'ûlün leh" olabilir?" denilirse biz deriz ki: "Rüşd". Allah'tan bir muvaffakiyyet olunca, rüşd'e erme de, adeta Allah'ın fiili olmuş olur. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Onları, bir lütfü, keremi olarak doğruya iletti.," demiş olur. Yani, "Onlara lütufta bulunmuş, onlar hakkında in'âm sahibi olmuş.." demektir. b) Bunun âmili, ifâdesi olup, "Size bir lütuf ve ikram olmak üzere, size imanı sevdirmiş küfrü de ... çirkin göstermiştir.." manasındadır. Bu takdire göre cümlesi, iki söz arasına girmiş olan bir mu'terıza cümlesidir. Veyahut da bunun âmili, mukadder bir fiil de olabilir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki "Bu, Allah'ın bir lütfü olarak böyle cereyan etmiştir" buyurmuştur. 2) Mef'ûl-ü mutlak olduğu için... Bu durumda da, şu iki izah yapılabilir: a) Bu, fiilin kökünden olmayan bir mef'ûl-ü mutlaktır. Bir de, "rüşd", lütuftur, fadldır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, (......) buyurmuştur. b) Bunun, mukadder bir fiilin mef'ûl-ü mutlak olması.. Bu durumda, Cenâb-ı Hak adeta, "Size imanı sevdirdi, küfrü ... çirkin gösterdi.." Böylece size lutfettikce lütfetti, in'âmda bulundukça bulundu.' buyurmuştur. Bu ifadelerin, mef'ûlün mutlak yahut da mef'ûlün leh oldukları için mansûb oldukları görüşü, Zemahşerî'nin görüşüdür. (......) kelimesi, mef'ûlün bin de olabilir. Fiili de, (......) kelimesinin delâlet ettiği mukadder bir fiil olup, takdiri, "Allah'tan bir fadl ve nimet isterler" şeklindedir. Lütuf İle Nimetin Farkı Ayetteki, "fadl" ile "nimet" arasındaki fark nedir? Biz deriz ki: "Allah'tan olan fadl" ifâdesi, Allah'ın katındaki güzel şeylere, hayırlara, iyiliklere ve Allah'ın da, bunlardan müstağni olduğuna; "nimet"in ise, kula galip oluşuna ve onu, gelip bulana, kulun da kendisine muhtaç olduğu şeylere bir işarettir. Çünkü "fadl", aslında, bir fazlalık manasını ifâde eder. Çünkü, Allah'ın katında, kendisine ihtiyaç duymadığı rahmet hazineleri vardır. Ve O, oradan, kullarına, kulların hiçbir surette ihtiyaç içinde kalmayacakları şeyler gönderir. Nimet ise, bir acıma ve merhameti ifade eder ki bu, kul sebebiyle olmuştur. Burada, bu bağış ve verme işini tekid eden şöyle bir ince mana yatmaktadır: Şöyle ki: Muhtaç olan kimse, zengin kimseye, "Bana, senden artan ve yanında olan, kendisine de ihtiyaç duyulmayan; kendisi sayesinde de ayakta durabileceğim şeyi ver!.." der. O halde, ayetteki, "Allah'tan bir fadl olmak özere" ifâdesi, Ganî olan Allah tarafında olana; "nimet" ifadesi de, kul tarafında olan hususa, yani kulun ihtiyacının giderilmesine bir işarettir ki, bu, bizim biraz önce, ayetteki (......) kelimesinin, mukadder olan fiili ile mansub olduğu hususunu tekid eder. Ayet Sonundaki Esma-i Hûsnâ Cenâb-ı Hak bu ayetini, "Allah hakkıyla hüküm ve hikmet sahibidir" ifâdesiyle hitama erdirmiştir. Ki, burada, (ayetin içindeki diğer ifadelerle) şöyle birkaç münasebet vardır: 1) Allahü teâlâ, fâsığın verdiği haberden bahsedince, "Eğer mü'min kimseye fasığın yalanı karışık gelir de, o onu ayırdedemezse, sizler, o fâsığın size o yalanını revaç buldurmuş olmasına dayanmayın. Çünkü Allah alimdir; ve sizler, münafıkların adeti olduğu üzere, "Allah bizi söyleyegeldiğimiz yüzünden azablandırmali değil miydi!" (Mücadele, 8) de demeyin.. Çünkü Allah hakîmdir ve O (her şeyi) hikmetine uygun olarak yapar, işler.. 2) Cenâb-ı Hak, "O peygamber size itaat etmez, tam aksine vahye ittiba eder.." anlamında olmak üzere, "Hem bilin ki, içinizde Allah'ın peygamberi var. Eğer o, ..." buyurunca, "Allah (ben) alîm olduğum için, o peygamber onu bilir.. Ben hakim olduğum için, o, hikmetin iktizâ ettiği şeyi emreder. Binâenaleyh ona uyunuz" demek istedi. 3) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Alîm, Hakîm" ifadesi ile, "Size imanı sevdirdi" ifadesi arasındaki münasebet olup, bu, "Allah, ilmiyle, iman ehline imanı sevdirmiş ve hikmeti ile de, o imanı dilediği kimseler için seçmiştir.." demektir. 4) Anlaşılması en kolay olan bir izaha göre, Cenâb-ı Hak buyurmuştur. Fadl, Allah'ın katında bulunan ve O'nun kendisinden müstağnî olduğu şeyleri ifâde edince, "O (ben), rahmet hazinelerimdeki iyilik ve güzellikleri bilirim"; nimet de, sayesinde, kulun ihtiyacını giderdiği şey olunca, "Ben, o iyilikleri ve hayırları, hikmetime uygun bir biçimde, istediğim miktarda indiren bir hakîmim" buyurmuştur. Dövüşen Mü'minleri Barıştırma 9"Eğer mü'minlerden iki zümre birbiriyle dövüşürlerse, aralarını (bulup) barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecavüzde bulunuyorsa, siz. O tecavüz edenle, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın.. Sonuçta eğer (Allah'ın emrine) dönerse, artık adaletle aralarını bulup barıştırın. Her işinizde adaletle hareket edin. Allah, şüphesiz ki âdil olanları sever". Allah, mü'minleri, fâsık'tan gelen haberden sakındırınca, yapılamayan şeyleri telafi etmek amacıyla bundan ortaya çıkan şeylere işaret etmek üzere, "Şayet sizler tesadüfen, (işi), aranıza bir fitne sokmak isteyen kimsenin sözüne dayandırır ve o iş de (meselâ) iki mü'min cemaatin birbiriyle savaşması neticesine müncer olursa, o fâsığın gerçekleştirmeye çalıştığı şeyi izâle edip ortadan kaldırın ve o iki mü'min topluluğun arasını düzeltin. Eğer onlardan biri diğerine karşı halâ tecavüzde bulunursa, siz, haddi aşanlar yani zalim ile savaşınız. Çünkü size onun kötülüğünü ondan defetmek düşer. Sonra, zalim olan eğer halktan ise, emîre düşen, mazlum olan tarafı korumaktır. Yok eğer zalim olan emîrin bizzat kendisi ise, müslümanlara düşen vazife, onu, bu zulmünden nasihat ve daha etkili şeylerle alıkoymaktır. Ki, bunun şartı da, meselâ iki cemaatin birbiriyle dövüşüp savaşması, ya da bunlardan daha şiddetli bir hadisede olduğu gibi, bir fitneye sebebiyet vermemesidir.." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Mü'minler Arasında Savaş Ayetin başındaki edatı, müslüman cemaatler arasında bir vuruşmanın nâdir olarak meydana gelebileceğine bir işarettir. Eğer, "Halbuki biz, vuruşma ve anlaşmazlıkların ekserisinin müslümanlar arasında olduğunu görmekteyiz" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın bu beyanı, bunlar arasında savaşın nadiren olması, meydana gelmesi gerektiğine bir işarettir. Ama, hasıl-ı kelâm, iş, olması gerekli olan durumun aksine tahakkuk etmiştir. Aynen bunun gibi, ifâdesi de, nadiren fâsığın bir haber getireceğine bir işarettir. Ama, gel gör ki, fâsık pekçok haber getirmektedir ve ulü'l-emr (yetkililer) nezdinde, fâsığın sözü, doğru ve salih olan kimselerin sözünden daha fazla kabule mazhar olmuştur. Taife Cenâb-ı Hak, bahsettiğimiz hususu, yani "az olur" meselesini ifâde etmek için, buyurmuş da, (eğer iki fırka...) dememiştir. Çünkü, "taife" fırkadan daha azdır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Mü'minlerin hepsinin savaşa çıkmaları layık değildir..." (Tevbe, 122) buyurmuştur. Üçüncü Mesele Cenâb-ı Hak, "Ey iman edenler, eğer bir fâsık size bir haber getirirse..." ayetiyle, daha önce mü'minlere hitap edildiği halde, bu işin kötülüğüne dikkat çekmek ve onları ondan uzaklaştırmak için, dememiş de, buyurmuştur ki, bu tıpkı, bir seyyidin kölesine, "Şayet sen, kölelerimden birisini şunu veya şöyle yaparken görürsen, ona mani ol..." deyip de, böylece kendisine hitap ettiği o kölesini, o fiilden en güzel bir biçimde men etmiş olması gibidir ki bu da, bir kimsenin, meselâ, "Seni böyle yapmaktan tenzih ederim.. Ama, başkası yaparsa, ona mani ol" demesi gibidir. İşte burada da, Cenâb-ı Hak, mana aynı olmakla birlikte, bahsettiğimiz dikkat çekme amacından dolayı, dememiş de, buyurmuştur. Dördüncü Mesele Cenâb-ı Hak, edatının, fiil ile birlikte getirilmesi daha uygun olduğu halde, demiş de, dememiştir. Bu, söze savaşa mani olan şeyle başlamak ve böylece, öt edatıyla kendisine işaret edilen nekire manasını tekîd etmeden dolayıdır. Zira, her iki taratın da mü'min iki taife, grup olması, aralarında bir savaş ve vuruşmanın meydana gelmemesini gerektirir. Buna göre şayet, Cenâb-ı Hak, fâsığın sözüne kulak vermeye mani olacak şeyle, yani onun fâsık oluşu ile başlamak için, o halde niye, sözüne.... veyahut da öl... şeklinde başlamamıştır?" denilirse, biz deriz ki: Yalan haber getirmek insanın fâsık olmasına veya bu sebeple fıskının artmasına sebebiyet verir. O halde, onun o haberi getirmesi, fıskına sebebiyet verir. İşte bundan dolayı bunu zikretmiştir. Ama, iki taife arasındaki savaş, imanın ya da, onun artmasının sebebi olamaz... İşte bu sebeple, "ister fâsık olsun isterse olmasın, isterse o haberi getirsin de böylece fâsık olsun" mânasında buyurulmuştur. Eğer Cenâb-ı Hak, "Fâsıklardan birisi size gelirse..." demiş olsaydı, bu ifâde, meselâ o haberi getirdiğinde, o kişinin gelmesinden önce, fıskının tanındığı ve bilindiğine işaret ederdi. Beşinci Mesele Cenâb-ı Hak, (......) buyurmamış da, (......) buyurmuştur. Çünkü, muzarî sîgası, maziye nisbetle devamı ve devamlılığı bildirir. Bu durumda da bundan, "Şayet, iki mü'min cemaat arasındaki savaşı uzun süre devam ettirirlerse, ozaman aralarını ıslah edin..." manası çıkardı.. Zira, muzari (istikbal) sîgası, bu manayı ifade eder. Nitekim Arapça'da, devamlılık ifade etmek anlamında, "Falanca, devamlı teheccüt namazı kılar, oruç tutar” denilir. Altıncı Mesele Cenâb-ı Hak, bu ayette, buyurmuş, ama dememiş ve yine, buyurmuş, ama dememiştir., (niçin)? Çünkü, savaş esnasında, fitne devam etmektedir. Ve herkes, kendi başına müstakilce bir iş yapmaktadır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak buyurmuştur. Ama, sulhe ve barışa dönüldüğünde, her grubun sözbirliği mevzubahistir. Aksi halde, böyle olmasaydı, sulh zaten tahakkuk etmezdi. İşte bundan dolayı, o iki grup adeta iki şahıs gibi olduğu için, denilmemiş, buyurulmuştur. Bâğî İle İlgili Hüküm Daha sonra Cenâb-ı Hak, bir başka nâdirata, yani mü'minin haddi aşmasına, -zira bu beklenmeyen bir şeydir- işaret etmek için de, yine edatı ile başlayarak, "Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecâvüzde bulunuyorsa..." buyurmuştur. İmdi eğer, "Burada edatının kullanılması nasıl doğru olmuştur? Zira ûl edatı, meydana gelmesi pek beklenmeyen şart cümlelerinde kullanılır. Halbuki savaş esnasında, iki taraftan her birinin haddi aşması kaçınılmazdır. Çünkü her biri, böyle yapmakla iyilik yapmış olmuyorlar.. O halde buradaki tıpkı bir kimsenin "Eğer güneş doğarsa..." sözü kabilinden olur., "denilirse, biz deriz ki: Burada şöylesi bir ince mana vardır: Allahü teâlâ adeta şöyle demek istemiştir: İki mü'min cemaat arasında savaşın vuku bulması, olsa olsa çok nadir olur. Ama, her grup, diğerinde küfür ve fesat bulunduğunu zannederse, işte daha önceki karanlık dönemlerde olduğu gibi, savaş kaçınılmaz olur. Veyahut da, bu grubtan her biri, içtihat yoluyla savaşın caiz olduğuna karar verir. Bu ise, hatadır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak adetâ şöyle demek istemiştir: "Savaş, ancak şöyle başlayabilir: Eğer gruplardan birinin ya da ikisinin hata ettiği anlaşılır da, o bu hatası üzere devam ederse -ki bu pek nadirdir işte o zaman haddi aşmış olur. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki, bu, "durum anlaşıldıktan sonra..."demektir. Bu durumda da, dit tâ cümlesi, son derece yerinde söylenmiş bir ifâde olmuş olur. Çünkü bu ifâde de, nâdir oluşu ve az meydana gelişi ifâde eder. Bu ifâdeyle ilgili olarak da şöyle birkaç bahis vardır: 1) Cenâb-ı Hak, tıpkı bizim deyip de, demeyişindeki yaptığımız izahtan dolayı, burada da, dememiş buyurmuştur. 2) Cenâb-ı Hak, tıpkı içki içme cezasında olduğu gibi, içme terkedilse bile bu cezanın uygulanması misâli, haddi aşan tarafla yapılan savaşın, haddi aşana bir ceza olmadığına; tam aksine savaşın, haddi aşmadan vazgeçme noktasına kadar devam edeceğine, zira haddi aşan tarafın savaştan vazgeçmesi halinde, artık onlarla savaşmanın haram olacağına işaret etmek için, "... dönünceye kadar" buyurmuştur. 3) Bu savaş, saldıranın saldırmasını bertaraf etmek içindir. Dolayısıyla, burada noktalanır. Çünkü, dönme işi herhangi bir taraftan sâdır olur ve aynı iş, diğerinden de tahakkuk ederse, ara yerde, kendisi sebebiyle savaşın mubah olduğu haddi aşma kalmaz. 4) Bu ifâde, mü'min kimsenin işlediği büyük günahların, onu mü'min olmaktan çıkarmadığının delilidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, haddi aşan tarafı da, iki grubtan birisi saymış ve iki cemaata da, mü'min adını vermiştir. “Allah'ın Emri”nden Maksad 5) Ayetteki, "Allah'ın emrine..." ifadesi hakkında şu muhtemel açıklamalar yapılabilir: a) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a, Resulüllah'a ve ulü'l-emr'e ... itaat ediniz..." (Nisa, 59) ayetinden dolayı, "Resule ve ulü'l-emr'e tâata..." anlamındadır. b) "Sulha, barışa..." anlamındadır. Çünkü, emredilen sulh olup, bunun delili ise, "Aranızı ıslâh edin..." (Enfâl, 1) ayetidir. c) "Takva ile Allah'ın emrine dönünceye kadar..." demektir. Çünkü, Allah'tan hakkıyla korkan kimsede, şeytan hariç, artık bir düşmanlık kalmaz.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki şeytan, sizin için bir düşmandır; siz de onu, bir düşman edininiz..." (Fatır, 6) buyurmuştur. 6) Şayet birisi, "Siz, şartın, olması beklenilmeyen bir mana ifâde ettiğine delâlet eden bir şey olduğundan bahsettiniz ve dediniz ki: Mü'min tarafından, bir savaş ve haddi aşmanın meydana gelmesi nadirâttandır. Haddi aşmadan dönme de, beklenilen, umulan bir şeydir... Daha nasıl Cenâb-ı Hak (olması beklenilmeyeni ifâde eden bir biçimde), "eğer dönerse..." buyurmuştur" derse, biz deriz ki: Bu, bir kimsenin kölesine, ölmesi kaçınılmaz ve zorunlu olduğu halde "Şayet ben ölürsem, sen hürsün" demesi gibidir. Ancak ne var ki bu, mülkünde katmaya devam edeceği, ölümünden sonra da canlı olarak yaşayacağı cihetle, kulun, bu azada mahal olmaması, ölümün meydana gelişinin malum olmayışından dolayıdır. İşte burada da böyledir. Çünkü, olması beklenen şey, onların, kendiliklerinden bu haddi aşıştan dönmeleridir. Binâenaleyh, işte böyle bir şey meydana gelmeyince bu, aralarındaki andlaşmayı tekid etmeye delâlet etmiştir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Şayet o grup, iş şiddetlendikten ve harb kızıştıktan sonra, sizin haddi aşan tarafla savaşmanız sebebiyle bu taife haddi aşmadan vazgeçerse, o zaman aralarını ıslâh edin..." buyurmuştur. Burada bir incelik vardır: Bu da Allahü teâlâ'nın, Allah'tan korkmayıp da haddi aşan kimselerin, bu haddi aşışlarından, sizin onlarla savaşmanızdan ötürü dönüşlerinin, ancak bir cebir, zorlama olduğuna işaret etmiş olmasıdır. 7) Cenâb-ı Hak, (bu cümlenin) peşinden, "Adaletle aralarını bulup barıştırın" buyurmuş, fakat adl kelimesine ifâdesinde yer vermemiştir. Biz diyoruz ki: Oradaki ıslah, bizzat savaşın sona ve işkence yoluyla olur. Buradaki ıslah ise, savaşın sona ermesini müteakip, savaşın izlerini, yani telef edilen şeyleri tazmin etme ile olur ki bu bir hükümdür. İşte bu sebeple Hak teâlâ bunun peşinden, (adaletle) kaydını getirmiş ve adetâ "Bu iki cemaat arasında, savaşı bırakmalarını müteakip adaletle hükmedin ve aralarında yeniden, ikinci kez fitne çıkmasına sebebiyet vermesin diye de, aralarını adaletle düzeltip bulunuz" demek istemiştir. 8) Hak teâlâ, "Adaletle aralarını bulun" dediğine göre, tekrar yeniden "Adaletle hareket edin" buyurmasının hikmeti nedir? Biz deriz ki: "Adeletle aralarım bulun" ifâdesinde bir halin bir hale tahsisi söz konusudur. Böylece Cenâb-ı Hak, bu hususu, "Adaletle hareket edin " ifadesiyle umumîleştirmiştir ki bu, "Derecelerin en kıymetlisine ve en yükseğine -ki bu muhabbetullahdır- götüren her işte âdîl olun" demektir. İksât, "kast"ı, yani zulmü izâle etmektir. "Kâsrt" da, buna göre, zâlim demektir. Kâfsîn ve tı'dan meydana gelen terkibler (kelimeler), işin hoşlanılmayan şekilde olduğu manasına delalet eder ki bu "kast" kökündendir. "Kasıt fi'l-kalb" "kalbi kâart" tabiri de hoşlanılmayan bir vasfı bildirir de, beğenilmeyen, hoşlanılmayan şey manasınadır. "Kast" da böyledir. Müminler Kardeştir 10"Mü'minler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını bulup barıştırın. Allah'dan korkun ki merhamet olunasınız". Hak teâlâ, irşadını tamamlamak için böyle buyurmuştur. Çünkü O, "Eğer mü'minlerden iki zümre birbiriyle dövüşürlerse..." buyurunca, birileri bu işin, kavimlerin ihtilafa düştüklerinde olacağını, ama münferid iki mü'min arasında böyle bir kavga meydana geldiğinde, zarar ve fesad yaygın olmayacağı için, bunların arasının bulunmasının bu emre dâhil olmadığını zannedebilirdi. Savaşma esnasındaki ıslahın (ara bulmanın) da böyle olduğunu sanabilirdi. Ama karşılıklı sövüp sayma gibi, savaştan daha hafif durumlarda ise, ıslahın vâcib olmadığını vehmedebilirdi. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, bu ayette de, "İki kardeşinizin arasını bulup barıştırın" buyurmuştur ki bu, "ilgili fitne her nekadar yaygın ve savaş gibi büyük bir şey olmayıp, aksine sadece iki müslüman arasındaki ufacık bir ihtilaf olsa bile, bunu düzeltmeye koşun" demektir. Ayetteki, "Allah'dan korkun ki merhamet olunasınız" cümlesi ile İlgili şöyle birkaç mesele vardır: Birinci Mesele "Mü'minler ancak kardeştirler" ifadesine gelince, dilciler, "ihve" (kardeşler) kelimesinin, neseb cihetinden kardeşlik demek olan (......) kelimesinin cemisi, ihvan kelimesinin ise, dostluk cihetinden kardeşlik demek olan (......) kelimesinin çoğulu olduğunu söyle pekiştirmek ve müslümanlar arasında olan bağın, tıpkı neseb açısından kardeş olanlar arasındaki gibi olduğuna ve İslâm'ın adetâ bir baba gibi olduğuna işaret etmek için, "Mü'minler ancak ihve (kardeşler)dirler" buyurmuştur. Nitekim bir şâir, "Onlar, Kays veya Zemîm soyundan oldukları ile övündüklerinde, (Ben de derim ki:) Benim babam İslâm'dır ve ondan başka babam yoktur" demiştir. İkinci Mesele Hak teâlâ, iki grubun ve iki tarafın arasını ıslahı emrettiği önceki ayetlerde, daha mühim olmasına rağmen, "ittikâ ediniz" ifadesine yer vermemiş, ama bu ayette, "Allah'dan ittikâ edin, korkun" buyurmuştur, niçin? Deriz ki: Bunun hikmeti şudur: İki fırka arasındaki savaş, fesadın yayılması ve o fesaddan birşeylerin gelip her mü'mini bulması, derken herkesin, kendisini ıslah hususunda sa'y-u gayret göstereceği neticesine götürür. Dolayısıyla bu ıslah emri, ittikâ etme emriyle pekiştirilmemiştir. Fakat iki ferd arasında olan sürtüşmeden ötürü insanlar endişeye kapılmazlar. Çoğu kez de bazı kimseler, bozuk maksadlardan ötürü, bu iki kimse arasındaki düşmanlığın pekişmesini isterler. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "O halde iki kardeşinizin arasım bulup banştırın. Allah'dan korkun" buyurmuştur. Yahut bunu şöyle izah edebiliriz: Ayetteki, "Aralarını bulup barıştırın" ifadesi, sulha; "Allah'dan korkun (ittikâ edin)" ifadesi de, onları, aralarında çıkacak kavga-gürültüden koruyacak hususlara bir işarettir. Çünkü Allah'dan ittikâ eden kişiyi bu takvası, başka şeylerle meşgul olmaktan alıkor. İşte bundan ötürü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Müslüman, insanların onun elinden salim (emin) olduğu kimsedir' Buhari, İman, 4-5. buyurmuştur. Çünkü müslüman Allah'ın emrine inkiyâd eder ve Allah'a ibadete yönelir de, böylece kendini kusurlu görüşü, başkalarının kusurlarını görmeye manî olur, bu durum müslüman kardeşinin kalbini rahatsız edecek şeyler yapmaya engel teşkil eder. İşte bu hususa, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Mü'min, komşusunun şerrinden emin olduğu kimsedir' Buhari, edeb, 29; Müslim, İman, 73 (1/68: Benzer hadis).buyurmuştur. Bu, "Allah'dan kork ve başkaları ile uğraşma" demektir. (......) edatı, hasr (sadece-ancak) manasına gelip, "Bu kardeşlik, sadece mü'minler arasındadır. Fakat mü'min ile kâfir arasında kardeşlik söz konusu olamaz" demektir. Çünkü burada cihet-i camia (toplayıcı unsur), İslâm'dır. İşte bundan ötürü, bir müslüman ölse ve onun da kâfir bir kardeşi olsa, malı kâfir kardeşine değil de, müslümanlara kalır. Kâfirin durumu da böyledir. Çünkü nesebte muteber olan baba, şer'an baba olan babadır. Öyle ki bir adamın, zina sonucu olan iki çocuğu birbirine vâris olamazlar. Kâfirlik de tıpkı fasit olan cihet-i camiadır. O halde bu, âciz (yetersiz) olan bir cihet-i camia (müşterek nokta) olmuş olur ve tam bir kardeşlik sağlayamaz. İşte bundan ötürü, birisi kâfir olarak ölse ve bunun müslüman kardeşi olsa, kendisine başka neseben vâris olacak kimse de bulunmasa, bunun malı kâfirlere verilemez. Binâenaleyh eğer dinleri onları gerçek kardeş yapmış olsaydı, o zaman, tıpkı vârisi bulunmadığında müslümanın malı, bütün müslümanlara ait olduğu gibi, kâfirin malı da kâfire ait olurdu. Buna göre eğer, "Müslümana ancak müslümanın vâris olacağı, neseben olan kâfir kardeşinin ona vâris olamayacağı delili ile, İslâmiyet'ten ötürü meydana gelen kardeşliğin, neseb açısından olan kardeşlikten daha ileri olduğu sabit olduğuna göre, âlimler, İslâmiyet'ten ötürü olan kardeşliği, müslümanın malının, neseb kardeşlerine değil de, din kardeşlerine ait olabilmesi için, neseb açısından olan kardeşliğe mutlak olşrak niçin üstün görmemişlerdir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, yanlış bir sorudur. Çünkü müslüman olan kardeş, neseben müslüman kardeş olduğunda, onda iki kardeşlik toplanmış olur. Böylece de bu kardeşlik daha kuvvetli olur ve "asabe'Mik (miras önceliği) de, akrabalığı daha kuvvetli olanlar içindir. Baksana, iki baba ayrı ana-bir kardeşler, biribirlerine vâris oldukları halde, baba bir, ana ayrı kardeşler biribirlerine vâris olamazlar. Neseben müslüman kardeş de böyledir. Çünkü onun için iki yönden kardeşlik söz konusudur ve dolayısıyla, (mirasda) diğer müslümanlara yeğ görülmüştür. Allah en iyi bilendir. Mâ'yı Kaffe Nahivciler şöyle demişlerdir: "Buradaki (......) edatı, (......) edatının amel etmesine manî olan, mâ-i kâffedir. Eğer böyle olmasaydı, (......) denilirdi. (Al-i İmran, 158) ayeti ile ... (Müminun, 40) ayetlerindeki lar ise, mâ-i kâffe değildir." En güçlü soru şudur: harf-i cerleri böyledir, ile kullanılan mâ-i kâffe olduğu halde, ile kullanılan 'daki ve bâ ile kullanılan daki u niçin mâ-i kâffe değildir? Bu hususta sözün özü şudur: ve 'dan sonra gelen söz, tam bir cümledir. Dolayısıyla onu müstakil bir cümle saymak mümkündür. Eğer bunların başından ve hazfedilecek olsa, cümlenin aslına bir zararı olmaz. Meselâ, dediğimiz gibi, bunların başını hazfedip, diyecek olsak doğru olur. Durum ve 'da da aynıdır. Fakat ile 'da durum farklıdır. Çünkü (Al-i imran, 159) ayetindeki ifadesini kaldıracak olsan, bu tam ve doğru bir cümle olmaz. O halde bu bâ, kendisine muhtaç olduğu şeye taalluk ettikten sonra bile devam etmektedir. Fakat, böyle değillerdir. Bunlara lüzum katmayınca, hükümleri de kalmaz. Çünkü yok olan şey için, amel (tesir) söz konusu değildir. Eğer, " edatı, ile amelden alıkonulmadığında, ondan sonra gelen ifade tam bir kelam (cümle)dir. Dolayısıyla için de amelin söz konusu olmaması gerekir. Çünkü dediğin gibi, olsan, bu da tam bir cümle olur" denilirse, biz deriz ki: Durum hiç de böyle değildir. Çünkü den sonra gelen kelimenin nekire olması da mümkündür. Meselâ ...dediğin gibi, da dersin, ama orada (......)'nın kaldırılmasında olduğu gibi, (......) denilmesi güzel olmaz. Durum (......) ve (......)'da da aynıdır. Çünkü eğer bunları hazfedip, bunlardan sonraki ifadeyle yetinecek olsan, bu tam bir cümle olmaz ve bunlar, amelden engellenmez ile ilgili izahımız, daha önce defalarca geçmişti. Alay Etmeyin 11"Ey iman edenler bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Olur ki alay edilenler, (Allah katında) onlardan daha hayırlıdır. Kadınlar da, kadınları eğlenceye almasın. Olur ki, alay edilenler, alay edenlerden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinizi ayıplamayın, sonra fâsıklık ne kötü bir addır! Kim tevbe etmezse, onlar zâlimlerin tâ kendileridir". Bu sûrenin irşâd üzere, irşâd için indirilmiş olduğunu anlatmıştık. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, mü'min kimsenin, Allah'a, peygambere ve her ikisine muhalefet eden ve isyanda bulunan fâsık karşısında takınacağı tavrın nasıl olması gerektiğini öğrettikten sonra, mü'minin mü'mine karşı nasıl davranması gerektiğini de beyan etmiştir. Daha evvel, mü'min kimsenin, hazır ve gâib olduğu durumlardaki halini anlatmıştık. Dolayısıyla mü'min eğer hazır (yanımızda) ise, onunla alay edilmemeli ve saygıya uymayan şeylerle ona davranılmamalıdır. İşte bu ayette, her biri diğerinden daha hafif olan şu üç şeye işaret edilmiştir: "Suhriyyet", "Lemz" ve "nebz"... Alay 1) Suhriyyet, insanın kardeşin, küçümseyerek bakması, ona iltifat etmemesi ve onu olduğundan aşağı görmesidir. Bu suhriyyet, o insanın kusurlarının sayılıp dökülmesi manasında değildir. Bu, tıpkı bir insanın, yanında sevmediği kimselerden bahsedildiğinde, sen onların, "o kimse, anılmaya bile değmez, değer verilmeye değmez" dediklerini görürsün. Binâenaaleyh Allahü teâlâ: "Kardeşlerinize hakaret etmeyin, onları küçük görmeyin" demek İstemiştir. Lemz 2) Lemz: Bu da insanın ayıplarını, onun hazır bulunmadığı bir yerde sayıp dökme manasına olup, suhriyyetten daha hafif bir hakarettir. Çünkü birincisinde, kişiye değer verilmemiş ve insanların ondan bahsetmesinden bile razı olunmamıştır. Böylece sanki o kimseyi, lehine ve aleyhine durumlarda, kızılıp değer verilmeyecek bir maskara olarak kabul etmiştir. 3) Nebz: Bu da, lemzden daha hafif bir hakarettir. Çünkü bu, insanın, onda bulunan ve onu kızdıracak olan, değerini düşüren bir vasıf ve özelliğinden bahsetmedir. Nebz, her nekadar insanda bulunmasa bile bir ad-lakab vermektir. Çünkü güzel lakablar ve hoşa giden isimler, bir insana verildiğinde, bu ismin ifade ettiği husus, mutlaka onda vardır manasına gelmez. Çünkü mesela, Sa'd ve Sa'îd (bahtiyar) diye adlandırılan kimse, aslında böyle olmayabilir. Yine meselâ "Dinin imamı", "Dinin müdafii" gibi lakabları olan kimsenin, mutlaka böyle olduğu anlaşılmaz. Bunlar birer alem isimdir. Keza "Mervân" veya " Mervânü'l-Hımar" lakabı böyle değildir. Çünkü bu bir alem ve bir nisbettir. Kendisiyle vasıf murad edilmediğinde, lügat manası murat edilmiş olmaz. Özel isimler de böyledir. Çünkü "Abdullah "Allah'ın kulu" ismiyle adlandırılmış kimseye, "Sen Abdullah'sın, öyleyse başkasına tapamazsın" deyip, bununla onun vasfını murad ettiğinde, bir işaret olsun diye, bu özel ismini getirmiş olmazsın. İşte bu sebeple, Cenâb-ı Hak sanki, "Kibirlenmeyin, kardeşlerinizi küçük görmeyin, onlara değer vermemeztik edip küçümsemeyin. Onlara verilmiş olan nimetleri görmemezlikten gelip, onların derecelerini düşürmek ve oldukları mertebeyi görmek istemeyerek, onları tenkid etmeyin. Kusurlarından ve onları zedeleyecek şeylerle nitelemekten sarf-ı nazar ettiğinizde, onların hoşuna gitmeyecek şeylerle de onları adlandırmayın ve "Bu onlar hakkında söylenilmiş bir ayıp değildir. Bu olsa olsa, muayyen bir sıfatı kasdetmeksizin telaffuz edilen, söylenen bir sözden ibarettir" demeyiniz" demek istemiştir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele zikredilmiştir: Birinci Mesele Cenâb-ı Hak, "Bir topluluk (kavm) diğer bir toplulukla alay etmesin" buyurmuştur. "Kavm", kadın veya çocuk topluluğuna değil de, erkekler topluluğuna verilen addır. Çünkü bu kelime, tıpkı, (savm) kelimesinin, "oruç tutan" kelimesinin çoğulu olması gibi, (......) kelimesinin çoğuludur. İşleri yerine getiren, yapan ise, erkeklerdir.. Buna göre, (kavm kelimesinin çoğulu olan) "akvam", kadınlar değil de, erkekler olmuş olur. Kısa bir not: İltifat etmeme ve küçümseme işi, genellikle erkeklere nisbetle, erkeklerden sudur eder. Çünkü kadın, aslında zayıftır. Erkekler kendisine değer vermediği zaman, onun herhangi ağırlığı, kadr ü kıymeti olmaz. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kadınlar, kasap kütüğü üzerindeki et gibidirler (âciz ve zayıftırlar). Ancak senin, koruyup kolladığın durum müstesna..." buyurmuştur. Kadına gelince, ihtiyaçlarının giderilmesi hususunda erkeğe muhtaç olduğu için, onun, erkeği küçük görmesi, ona iltifat etmemesi söz konusu olamaz. Erkeğin erkeğe, kadının da kadına nisbet edilmesi durumunda onlarda bu tür bir kötülük, alaya almış olma olabilir.. En yaygın olan da bu durumdur.. Müminler Bir Bedendir Cenâb-ı Hak, alay eden kişinin bu yönünü törpülemek ve onun, bu tepeden bakışına buğzederek, son derece çirkin olan en üst derece hakkında, "Olur ki alay edilenler, (Allah katında) onlardan daha hayırlıdır" buyurmuş, bunlardan ikinci derece hakkında da, "Kendi kendinizi ayıplamayın..." demiş ve onları, yani ayıp (ananları, bunların, yani ayıplayanların kendisi gibi addetmiştir. Çünkü onlar, onları bir derece aşağıda görünce, Allah da onları bir derece yukarıya çıkarmıştır. Böylece de, birinci ifadede, alay edilenleri, alay edenlerden daha iyi, daha hayırlı; ikincisinde de, alay edilenleri alay edenlerin misli, dengi kılmıştır. "Belki de, alay edilenler, (Allah katında) onlardan daha hayırlıdır..." cümlesinde şöyle bir incelik bulunmaktadır: (Allahü teâlâ), onlardan, ihmâle götüren, hoş olmayan bir durum görmüş, böylece de, alay edileni alay edenden daha hayırlı kılmıştır ki, bu tıpkı İblis'in yaptığına benzemektedir. Çünkü İblis, Adem (aleyhisselâm)'e iltifat etmemiş, "Ben ondan daha hayırlıyım" (Araf, 12) demiş, ama Adem (aleyhisselâm) ondan daha hayırlı olmuştur. Ayetteki ifadesinden, "dönüşebilir, -haline gelebilirler..." manasının kastedilmiş olduğunun söylenilmesi de mümkündür. Çünkü, fakirliğinden, acizliğinden ve zayıflığından dolayı herhangi bir kimseyi küçümseyen kişi, kendisinin fakir, o fakirin zengin; kendisinin ve o zayıfın kuvvetli haline gelmesinden emin olamaz.. Üçüncü Mesele Cenâb-ı Hak, "bir nefs bir nefsle alay etmesin" demamiş de, "bir kavim bir kavimle alay etmesin" buyurmuştur. Çünkü bunda, büyüklenmeden men etmeye bir işaret vardır. Çünkü, büyüklük taslayan kimse, genelde kendisinin büyüklük duygusunu bir topluluk karşısında göstermeye çalışır.. Ama, toplumda kendisine iltifat edilmeyen kimselerle, hiç kimsenin bulunmadığı bir yerde bir araya geldiğinde, kendisini mütevazi gösterir.. İşte, onları, yaptıkları bu şeyden men etmek, alıkoymak için, onlardan "kavim" lafzıyla bahsetmiştir.. Kendinizi Ayıplamayın Cenâb-ı Hakk'ın, "kendi kendinizi ayıplamayın..." hitabı hakkında şu iki izah yapılabilir: a) Kardeşin kusurunu, yine beriki kardeşi ilgilendirir.. Binâenaleyh, birisi öbürünü ayıpladığında, adeta kendisinde kusur görmüş, kendisini ayıplamış olur.. b) Birisi, öbürünü ayıplayıp onda kusur görmeye çalıştığında, bu ayıplayan kimse, ayıplanan kimsenin mukabil bir ayıpla ayıplamasından emin olamaz.. Böylece bu ilk ayıplayan kimse, ileri sürdüğü bu ayıp sebebiyle, bir başkasını kendisini ayıplamamaya sevketmiş olur da, bu kişi adeta, kendi kendini ayıplamış olur.. Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendi kendinizi öldürmeyin.,"(Nisa, 29) hitabı da bu manaya hamledilir. Yani, "Sizler bir cana kıyıp onu öldürdüğünüzden, kendiniz öldürülmüş olursunuz. Böylece de, adeta sizler, kendi kendinizi öldürmüş gibi olursunuz..." demektir. Burada şöyle bir üçüncü izah da yapılabilir: Bu da senin, "Nefislerinizi, yani sizden her biriniz bir diğerini ayıplamayınız. Çünkü, eğer böyle yaparsanız, kendi kendinizi, yani birbirinizi ayıplayan, bir yönden de ayıplanan haline gelmiş olursunuz" şeklinde açıklamandır. Bu ayette bu mana açıktır, ama Cenâb-ı Hakk'ın "Kendi kendinizi öldürmeyin.." (Nisa, 29) ayetinde böyle değildir. Beşinci Mesele Şayet, "Sizler, kişinin orada bulunmaması halinde yapacağı şeye işaret ettikten sonra, bunun, mü'mini, diğer mü'min orada bulunduğu halde ona karşı yapması gerekli olan şeye bir irşâd ve işaret olduğunu anlatmıştınız. Ancak ne var ki, buyruğuna gelince, "lemz"in, insanın arkasından kişiyi ayıplamak olduğu; "hemz"in de, insanın yüzüne karşı onu ayıplama olduğu ileri sürülmüştür" denilirse, biz deriz ki: Hiç de böyle değildir. Aksi daha uygundur. Zira biz, bu kelimelerin harflerinin yerini değiştirdiğimizde, aksi manaya delâlet ettiklerini görürüz. Çünkü "lemz"in harfleri yer değiştirdiğinde, "lezime"; "hem harfleri yer değiştirdiğinde, "hezeme" şeklimi alır. Bunlardan birincisi, "yakınlığa"; ikincisi ise "uzaklığa" delâlet eder. Buna göre şayet, "Herbirinin aynı manaya olduklarının söylenilmesinin yamsıra, "lemz'ln, kişiyi yüzden ayıplamak olduğu söylenecek olursa, daha evlâ olur. Tenabûz (Lakab Takma) Cenâb-ı Hak, buyurmamış da, "Birbirinizi kötü lakapla çağırmayın" buyurmuştur. Zira, ayıplayan (lemmaz) ayıpladığında, ayıplanan kimse o anda bazan, kendisiyle, o ayıplayan: ayıplayacağı bir ayıp bulamaz.. Onda bir ayıp bulabilmek için, bunu araştırır ve bunun peşine düşer.. Böylece ayıplama işi (sanki) tek taraflı olmuş olur.. Ama, "kötü lakapla çağırmaya" gelince, taraflar bunu yapmaktan aciz değillerdir. Çünkü, birisine, "eşek..." lakabı takan kimseye, o da anında, "öküz, vs..." gibi lakaplar takabilir. O halde görünen odur, "nebz lakapla çağırma" anında mukabil lakapla çağırmaya götürebilir. Ama "lemz" İse, böyle değildir. Fasıklık Ne Kötü! Ayetteki "imandan sonra fasikîık ne kötü bir addır..." cümlesine gelince, bu hususta ile kasdolunan mananın, bir kimsenin "müslüman, iman ettikten sonra, "Ey yahudî..." demesi olduğu ileri sürülmüştür ki, bu da, "iman ettikten sonra onu kâfir diye adlandırmak ne kötüdür!" demektir. Bu hususta bundan daha güzel olan şöyle bir izah yapılabilir: Bu ifâde, ayetteki yasağın mütemmimi durumundadır. Cenâb-ı Hak sanki, "Ey iman edenler, bir kavim bir kavimle alay etmesin. Kendi kendinizi ayıplamayınız. Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayınız. Çünkü bir kimse böyle yaparsa, imandan sonra fıska düşer.. Halbuki, mü'min kimseden, imanından sonra bir takım fıskın sudur etmesi kötü ve çirkin bir şeydir" demek İstemiştir. Böylece bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, "İman edip de, imanına zulmü karıştırmayan kimseler..."(Enam, 82) ayeti gibi olmuş olur ki, bu durumda, kelamın takdiri, ya, "imandan sonra fıska düşmek ne kötüdür" şeklinde olur, yahut da, "mü'min olarak adlandırılmanızdan sonra, bu fiiller sebebiyle fasık olarak adlandırılmanız ne kötüdür!" şeklinde olur. Cenâb-ı Hakk'ın "Kim tevbe etmezse, onlar zalimlerin tâ kendileridir.." ifâdesine gelince, bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Bu tür şeyler, küçük günahlardandır. Binâenaleyh, kim bunlarda ısrar ederse, fâsık olur, zalim olur. Bir kerede, kişi, zulüm ve fıskla vasfedilemez. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, (adetâ), "kim bunu terketmez de, örfü ve âdeti haline getirirse, o zalimdir.." demek istemiştir. b) Ayetteki, "bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin.. Kendi kendinizi ayıplamayın.. Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın.." hitapları, insanları, gelecekte bu tür şeyleri yapmaktan men eden ifâdelerdir. Ama, "kim tevbe etmezse..." ifâdesi ise, iyice sakındırmak ve iyice alıkoymak için, insanlara, eskiden yapılmış şeylerden tevbe etmelerini ve onlara, bunlara karşılık pişmanlık duyduklarını ortaya koymalarını emreden bir ifâdedir. Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun aslı, fiilindeki (Bakara, 6) ifâdesindeki hemzelerden birinin düşürülüp de (......) şeklinde okunması gibi, tâ'lardan birisi hazfedilmiştir. Buradaki hazf, daha önemlidir. Çünkü, hitap tâ'sı ile, "tefâûl" babının tâ'sı, bir kelimede aynı cinsten iki harftirler. Halbuki, istifham hemzesi başlı başına bir kelime, fiilinin hemzesi de başka bir kelimedir. İki ayrı kelimede iki ayrı harfi taşımak, bir kelimede taşımaktan daha kolaydır. İşte bundan dolayı, fiilinde idğam vacib olduğu halde, ifadesinde vacib delildir. Yine, fiilinde idğam vacib olduğu halde, "Rabbinizin emri..." ifâdesinde vacib değildir. Zan, Gıybet 12"Ey iman edenler, zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü, bazı zan (vardır ki), günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Kiminiz de kiminizi arkasından çekiştirmesin. Sizden herhangi biriniz, ölü kardeşinizin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz? Allah'tan korkun, çünkü Allah tevbeleri kabul edendir, çok merhametlidir..". (Cenâb-ı Hak böyle buyurmuştur), çünkü zan, daha önce geçmiş olan şeylere de sebep olabilir. Kötülükler, zanna dayanır. Kindar düşmanlık zandan zuhur eder. Bir söz söyleyen kimse, söylediği şeyleri kesin bilgiye dayandırırsa, çok az olarak, bir kimsede kesin olarak bir ayıp yakalar da, onu ayıplayabilir.. Çünkü, fiil, onu yapan yanılabileceği, onu gören yanlış görebileceği için, bazan şeklen çirkin olduğu halde, ama aslında ise böyle olmayabilir. Ayetteki ifadesi, hayır ve güzel şeylerin kendisine dayandığı zanları, hariç bırakmak için getirilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Mü'min hakkında, hayır zan'da, iyi zanda bulununuz" buyurmuştur. Velhasıl, yakîne ve kesinliğe dayanmayan her işte zanna düşmek kaçınılmazdır. Bunun misâli, hâkimin, şahidlerin şehadetine göre hükmetmesi; şahitler bulunmadığı zaman ise, "berâet-i zimmetin asi olması"na vs. göre hükmetmesidir. O halde, ayetteki "zannın bir çoğundan sakınınız..." ve "Çünkü bazı zan günahtır" ifadeleri ihtiyatlı olana sarılmaya bir işaret olup, bu tıpkı şöyledir: Korkulan, güvenlikli olmayan bir yolda, her defasında yol kesen (hayduta) rastlanmaz.. Ne var ki sen, bir kere ya da iki kere orada hayduta rastlanıldığı için, o yola girmek istemezsin.. Ama geçmek gerekirse, bir arkadaşınla beraber o yola girersin.. İşte aynen bunun gibi, zanna da, tam bir gayret ve üstün bir çaba sarfettikten sonra başvurulmalıdır... Tecessüs Etmeyin Daha sonra Cenâb-ı Hak, Önceki manaları tamamlamak için "Birbiri nizin kusurunu araştırmayın..." buyurmuştur. Çünkü Cenâb-ı Hak, "... zannın çoğundan kaçının..." buyurunca, bundan, nazar-ı dikkate alınması gereken şeyin, yakın, kesinlik hali olduğu anlaşılmıştır. Bundan dolayı bir kimse, "Ben, falancayı keşfedebilirim... Yani, onu, yakînen tanır, kusurlarını gözümle görür, buna göre de onu ayıplarım.. Böylece de zandan kaçınmış olurum.." diyebilir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak da adeta, "Zanna uymayın. İnsanların kusurlarını yakînen görme hususunda da, çaba sarfetmeyin, göstermeyin.." demiştir. Gıybet Etmeyin Daha sonra Cenâb-ı Hak, mü'minin bulunmadığı yerde, şerefinin korunmasının vacib olduğuna işaret etmek için de "Kiminiz de kiminizi arkasından çekiştirmesin.." buyurmuştur. Ki bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesiyle ilgili açıklama... Zira bu ifâde gerçekte, tıpkı, cümlesi gibi, umumîlik ifâde eder. Gıybet eden kimseye gelince, gıybet eden kimse, kendi kusurunu bilir.. Dolayısıyla bu fiili, onu, kendi gıybetini yapmaya sevketmez. İşte bu sebeple gıybet, ayıplayan kimseyi, gıybet yaptığı kimsenin gıybetini yapmaya sevkedici olmadığı için, "Karşılıklı olarak birbirinizi gıybet etmeyiniz. Kendinizin gıybetini yapmayın" buyurulmamıştır. Halbuki ayıp, ayba sevkedicidir. b) Şayet birisi, "Daha kısa olmasının yanısıra, Cenâb-ı Hakk'ın demesi halinde de aynı mana elde edilebilirdi.." derse, biz deriz ki: Hayır, çünkü burada yasaklanan şey, mü'minin gıybetinin yapılmasıdır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Ama kâfire gelince, o deşifre edilebilir, ondaki ayıp ve kusurlar gündeme getirilebilir. Nasıl böyle olmasın ki? İhtiyaç duyulduğunda, fasık kimsedeki kusurların bile dile getirilmesi caizdir. c) Ayetteki, "Sizden herhangi biriniz, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?.." ifâdesi, yasaklanan gıybetin, kâfirinki değil, mü'minin gıybetinin yapılmasının ki olduğunun delilidir. Zira, Cenâb-ı Hak, gıybeti kardeşin etinin yenilmesine teşbih etmiş ve bundan önce de, "Mü'minler ancak kardeştir.. "(Hucurât, 10) buyurmuştur. Halbuki, kardeşlik ancak mü'minler arasında söz konusudur. Ve, kardeşin etini yemeye teşbih edilen şeyden men etmeden başka da hiçbir şey söz konusu değildir. Binâenaleyh bu ayette, kâfirin değil de mü'minin gıybetini nehy bulunmaktadır. d) Bu teşbihin hikmeti nedir? Biz deriz ki, bu, insanın namus ve şerefinin tıpkı eti ve kanı gibi olduğunun işareti olup, bu, "açık kıyas" kabilindendir. Çünkü, kişinin namus ve şerefi, etinden de kıymetlidir. Binâenaleyh insan, insanın etini yemeyi hoş görmediğine göre, o, insanların şeref ve namuslarını zedelemeyi haydi haydi hoş göremez. Ayetteki "kardeş eti" ifâdesi, bu hususu daha fazla men eden bir ifâdedir. Çünkü düşmant, öfkesi, düşmanının etini (ağzında) çiğnemeye sevkedebilir. İşte bundan dolayı, doğruların en doğrusu (Hazret-i Peygamber), "Annenin doğurduğu kimsenin etini yemek, olabilecek en kötü şeydir" buyurmuştur. Ölmüş Kadeş Eti Ayetteki "meyten" "ölü" ifadesi, şöyle bir vehmi bertaraf etmeye işarettir: Kişinin yüzüne karşı konuşmak, daha fazla elem verir, binâenaleyh haramdır. Gıybetini yapmaya gelince, o bundan habersiz olduğu için, bu ona elem vermez. İşte bu sebeple, "ölü kardeşinizin etini yeme" tabiri kullanılmıştır. Çünkü bu da, ölüye eziyet vermez. Ama buna rağmen gıybet son derece kötü birşeydir! Zira ölü, etinin yenildiğini hissetseydi, bu ona elem vereceği gibi, gıybeti yapılan da, bu gıybete muttalî olduğunda bu ona elem verir. Burada şöyle bir husus vardır: Gıybet, ölmüş insanın etini yeme gibidir. Halbuki ölünün etini yemek ancak, mecbur (muzdar) kalmış kimse için, o da zaruret miktarı kadarıyla helâl olur. Halbuki mecbur kalmış kimse, ölmüş koyun eti ile ölmüş insan etini birlikte bulduğunda, insan etini yemez. Gıybet eden kimse de, yaptığı o gıybetin dışında bir şekilde ihtiyacı giderebilse, gıybet etmesi mubah olmaz. Ayetteki, "meyten" "ölü" kelimesi, ya lahm "et" kelimesinden, yahut da "ah" "kardeş" kelimesinden haldir. İmdi eğer, "Lahm (et), ölü diye nitelemez" denilirse, biz deriz: "Hayır, nitelenir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Canlıdan koparılan parça, meyyit (ölü)dür" buyurmuştur ve işte bundan ötürü, çocuk sünnet olurken kesilip atılan o parça "meyte" (ölü) adını vermiştir. Eğer, "Bu kelimeyi, "ah" (kardeş) kelimesinden "hal" yaparsak, "ah" kelimesi ne fail, ne de mef'ûl olduğu için, bu caiz olmaz. Çünkü bu tıpkı birisinin, Zeyd'in ayakta olduğu manasında, "Kardeşim Zeyd ayakta iken, ona uğradım" demesi gibi olur" denilirse, biz deriz ki: "Kim bir et parçası yerse, onu yemiş olur" denildiğinde, bu denilebilir. Binâenaleyh ayetteki "ah" kelimesi de, yenilen şey manasında mef'ûl olur. Halbuki, "Kardeşim Zeyd'e uğradım.." ifadesi böyle değil. Yine senin, "O günahkâr olduğu manasında onun suratına çarptım" manasında demen caizdir ki sen buradaki "âsim" (günahkâr) ile, yüzü değil, yüzün sahibini kastetmiş olursun. Bu da, onun yüzüne vurduğunda, ona (kendisine) vurmuş olman gibidir. Ama, "Günahkâr olduğu halde elbisesini parçaladım" manasında deyip de, "âsim"en kelimesini, "sevb" (elbise)den "hal" tutman caiz değildir. Nefret Ayetteki, "İşte bundan tiksindiniz!" ifadesi ile ilgili iki mesele vardır: Birinci Mesele Buradaki "hû" (bundan) zamirinin neye râcî olduğu hususunda şu izahlar yapılabilir: a) En belirgin hâle göre, bu zamir yeme işine râcidir. Çünkü bundan önceki, "yemekten hoşlanır mısınız?" ifadesinin takdiri, şeklindedir. Zira, edatıyla birlikte olan fiili muzarî, masdar manasındadır. Buna göre mana, "Sizler onu yemeyi (ekl-i) kerih gördünüz, ondan tiksindiniz" şeklindedir. b) Bu zamir, "lahm" (et)e râcidir. Buna göre, "O etten tiksindiniz" manasındadır. c) Bu zamir, "meyten" (ölmüş) kelimesinden anlaşılan "meyyite" râcidir. Buna göre kelamın takdiri, sizden biri, "ölmüş ve kokmuş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz" şeklindedir. Buna göre "İşte bundan tiksindiniz" ifadesi, sanki "meyten" kelimesinin sıfatı olmuş olur ve bu manada, iyice bir sakındırma gözetilmiş olur ki bu, "Ölüden, bir sebepten ötürü nadiren yesen, bu nâdir, bir iş olur. Ama o ölü, kokuşup, değişip çürüdüğünde ise, asla yenilmez. İşte aynen bunun gibi, gıybetin de asla yapılmaması gerekir" demektir. Ölû Etinden Tiksindiniz Bu ifadenin başındaki "fâ", ilgili olduğu birşeyin olmasını gerektirmektedir? Öyleyse o şey nedir? Deriz ki: Bu hususta da şu izahlar yapılabilir: a) Bunun, mukadder (mukaddem) bir sözün cevabı sadedinde olması ihtimali... Buna göre Hak teâlâ, "Herhangibiriniz ... hoşlanır mı?" buyurunca, ona cevaben işte bu söylenmiştir. b) "Hoşlanır mı?" ifadesindeki istifham, istifham-ı inkârı olabilir? Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Sizden hiçbiriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanmaz. O halde bundan tiksindiniz" buyurmuştur. Böyle olması halinde, bir takdir yapmaya gerek yok. c) Bu ilgıninin, tıpkı müzebbebin sebeple olan ilgisi ve müsebbebin sebebe dayanması gibi bir ilgi olmasıdır. Nitekim sen, "Falan yürüyerek geldi ve yoruldu" dersin. Çünkü bu yürüme o yorgunluğu doğurur. Ayetteki "meyten" de böyledir. Çünkü ölüm, insanın, ölü bulunan bir evde kalmayı arzu etmeyeceği bir derecede insanda hoşnutsuzluk uyandırır. Artık nasıl olur da insan, ondan yiyecek şekilde ona yaklaşabilir. O halde meytede karşı tarafı tiksindirici ve uzaklaştırıcı bir hal vardır. Gıybetin durumunun da işte böyle olması gerekir. Daha sonra Hak teâlâ, "Allah'dan korkun. Çünkü Allah tevbeleri kabul edendir, çok merhametlidir" buyurmuştur. Bu, Önceki emir ve yasaklar üzerine atfedilen bir ifadedir ve "sakının ve çekinin" manasınadır. Bu cümlede şöyle bir takım incelikler vardır. Buyrukların Sıralanışındaki Güzellik a) Allahü teâlâ bu ayette, ardarda sıralanmış şu üç şeyden bahsetmiştir: Önce "Zarının çoğundan kaçınınız" buyurmuştur ki bu, "Mü'minler hakkında, işi zannınıza dayandırarak, onlarda olduğunu kesin bilmediğiniz şeyleri söylemeyiniz. Sonra size o zannedilen-tahmin edilen şeyler sorulduğunda, "Biz onları ortaya dökmeden önce, iyice bilip anlayalım diye, "mü'minlerin işlerini araştıralım" da demeyin. Sonra eğer, o işlerden bazılarını, tecessüs etmeden görmüş bilmiş iseniz, yine de bunları söyleyip yaymayınız ve bunlardan ötürü mü'minleri ayıplamayınız" demektir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak birinci ifadede, insanı bilmediği şeyleri söylemekten, ikinci ifade de, böyle bir hususu araştırmaktan, üçüncüsünde de, bu hususlarda bildiklerini söylemekten nehyetmiştir. b) Allahü teâlâ, ne, "Bildiğinizin aksine birşeyi söylemekten kaçınınız", ne de "Şüphe etmekten kaçınınız" demiştir. Aksine, insana yasakladığı ilk şey zan ve tahmine dayanarak (başkaları hakkında) konuşmaktır. Çünkü bildiğinin aksine söz söylemek, yalan ve iftiradır. Şüphe ve tahmine dayanarak, recmen bil-gayb konuşmak ise, akılsızlık ve düşüklüktür ki bunlar son derece kötü şeylerdir. Dolayısıyla Hak teâlâ, "Ey iman edenler..." hitabıyla yetinerek, bildiğinin hilafına söz söyleme yasağını ayrıca zikretmemiştir. Çünkü "iman edenler" sıfatı onları iftira etmekten ve kâfirlerin âdeti olan şüpheden uzak tutar. Cenâb-ı Hak, mü'minleri, ancak mü'minlerde genel olarak bulunabilecek kusurlardan menetmiştir. İşte bundan ötürü, "Bir kavm, diğer kavm ile alay etmesin..."(Hucurât, 11) buyurmuştur. c) Hak teâlâ, bu iki ayeti, "tevbe"den bahsederek bitirmiştir. Bu cümleden olarak birincisinde, "Kim tevbe etmezse, onlar zalimlerin tâ kendileridir.." (Hucurât); bunda ise, "Allah tevbeleri kabul edendir" buyurmuştur. Fakat önceki ayete, "Alay etmesin" diye, nehiy ile başlayınca, sonunda da nehye yakın olan nefyi (olumsuz cümle) getirmiştir. İkinci ayete İse, "kaçının' emriyle başlayınca, emre yakın olan "ittika"yı zikretmiştir. İnsanların Eşitliği 13"Ey insanlar, Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi, sırf birbirinizle tanışasınız diye, büyük büyük cemiyetlere ve küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz sizin, Allah nezdinde en şerefliniz, takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, herşeyi bilen, herşeyden haberdar olandır". Cenâb-ı Hak önce geçenleri beyan etmek ve onları zihinlere iyice yerleştirmek için böyle buyurmuştur. Çünkü başkasıyla alay etmek, onlarda kusur görmek, eğer din ve iman bakımından olan bir farklılıktan dolayı ise, bu, biraz önce de anlattığımız gibi, "Biribirinizin gıybetini yapmayın" emri ile "Kendi kendinizi ayıplamayın" ifadesinin, mü'mini ayıplayıp, gıybetini yapmaktan meneden ifadeler olduğu için, caizdir. Yok eğer durum böyle olmasa caiz değildir. Çünkü ister mü'min, ister kâfir olsunlar, iman ve küfür meselesinin dışında, genel olarak insanlar, övünülecek konularda müşterektirler. Binâenaleyh eğer övünme zenginlik sebebiyle ise, kâfir zengin olabilir, mü'min de fakir olabilir. Bunun aksi de söz konusu olur. Eğer bu, soy-sop (asalet) açısından ise, bazan kâfir soylu, bazan mü'min bir zenci köle olabilir. Aksi de olabilir. Binâenaleyh insanlar, takva dışındaki konularda eşittirler, biribirlerine yakındırlar. Halbuki takva olmadan, bunlardan hiçbiri tercih unsuru olamaz. Çünkü herhangi bir dine giren herbir insan, o din hususunda, onun gibi olanların, onun gibi olmayanlardan daha kıymetli olduğuna inanır, ister o insanlar neseb bakımından daha ileri, mal-mülkce daha zengin olsunlar... Binâenaleyh kendisi için gerçek hak dini seçen ve dînin kalbinde kökleştiği kimsenin durumu ya nasıl olur, bu hususta, başka açılardan kendinden daha aşağı olanlar, ona nasıl üstün tutulabilir? Aslınız, Birdir Ayetteki, "Ey insanlar, Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık" cümlesi ile ilgili şu iki izah yapılabilir: 1) Bu, "Adem ile Havva'dan yarattık" demektir. 2) "Bu hitâb yapılırken mevcud olan ey insanlar, herbirinizi bir baba ve bir anadan yarattık" demektir. Birinci mananın kastedildiğini söylersek, ayet, bütün insanlar tek bir erkek ile tek bir kadının çocukları oldukları için, biribirlerine karşı övünemeyeceklerine bir işaret olur. İkinci mananın kastedildiğini söylersek, bu, bütün insanların tek bir cins olduğuna işaret olur. Çünkü herbiri, diğeri gibi, bir ana bir babadan yaratılmıştır. Bir cinsin fertleri arasındaki farklılık, iki cins arasında olan farklılığa nazaran daha küçük ve önemsizdir. Zira meselâ sinekler ile kurtlar arasında farklılıktan bahsetmemek, farklılığın kanunlarındandır. Ancak insanlar arasında, küfür ve İman bakımından olan farklılık, iki cins arasındaki farklılık gibidir. Çünkü kâfir, adetâ cansız hükmündedir. Çünkü tıpkı bir hayvan gibidir, hatta daha aşağıdır. Mü'min ise, olması gerektiği manada insandır. O halde İnsan cinsinin fertleri arasındaki farklılık, cins açısından değil, maddeleri açısındandır. Zira hepsi de bir erkek ile bir dişiden olmadır. Bu durumda, övünme hususunda buna itibar edilemez. Burada şöyle birkaç bahis var: Neseb Muteber Değil mf? Birinci Bahis: Eğer, "Bu, nesebin (soyun-sopun) nazar-ı dikkate alınmayacağına göre yapılmış bir izahtır. Halbuki durum hiç de böyle değildir. Çünkü nesebin, hem örfen, hem de şer'an bir itibar ve kıymeti vardır. Mesela, soylu bir kimseyi toplumda yeri olmayan biri ile evlendirmek caiz değildir?" denilirse, deriz ki: Büyük birşey geldiğinde, artık önemsiz şeylere itibar edilmez. Bu, maddeten de, şer'an da, örfen de böyledir. Maddeten böyle oluşu, meselâ yıldızların güneş doğarken görülmeyişleri gibidir. Yine meselâ sineğin kanadının bir vızıltısı var. Ama güçlü bir gök gürültüsü esnasında, duyulmaz. Bunun örfen böyle oluşu da, meselâ padişah ile birlikte biryere gelen kimsenin fazla itibar ve iltifata sahip olmaması gibidir. Bunun iki hususa da böyle olduğunu anladığına göre, bilesin ki bu, şeriatta da böyledir. Çünkü kıymetli ve semavî bir din geldiğinde, artık orada hiçbirşeyin kıymeti kalmaz, ne nesebin, ne zenginliğin... Baksana, kâfir, soy-sopca insanların en üstünü, mü'min de, en aşağısı olsa bile, bu ikisi biribiriyle mukayese edilemez. Dinî bakımdan ileri olanın, ileri olmayanla mukayesesi de böyledir. İşte bundan ötürü, kişi, dindar, âlim ve sâlih olduğunda, meselâ hakim yapılma, şahit tutulma gibi dinî makam ve yetkiler için, soylu olsun veya olmasın yeterli olduğu takdirde, neseb bakımından Kureyşli, malca da Karun gibi olsa bile, fâsık kimse, bu makam ve yetkiler için yeterli sayılmaz. Fakat dindarlıkları kuvvetli iki kişi olup da, birisi daha soylu olduğunda, insanlar nezdinde, soylu olan tercih edilir. Yoksa, Allah katında bu, ona bir üstünlük sağlamaz. Çünkü Hak teâlâ, "İnsan için ancak sa'y-u gayreti vardır" (Necm. 39) buyurmuştur. Oysa neseb, kesbî yani insanın kendi sa'y-u gayretiyle elde ettiği birşey değildir. İkinci Bahis: Diğer övünme sebepleri arasında, soy bakımından olan övünme üzerinde durmanın hikmeti nedir? Cenâb-ı Hak, meselâ mal ile övünmeden niçin bahsetmemiştir? Deriz ki: Dünyada övünç vesilesi sayılan şeyler çok ise de, neseb bunların en önemlisidir. Dolayısıyla bazan fakir de mal-mülk sahibi olur. Dolayısıyla mal ile övünenin övüncü sona erebilir. Güzellik, gençlik ve benzeri şeyler de sabit ve devamlı değildir. Ama neseb sabit ve devamlıdır. Onu elde edememiş kimselerin, onu elde etmesi mümkün değildir. İşte bu sebeple, diğer bütün övünç vesilelerinin haydi haydi batıl olduğu anlaşılsın diye, Cenâb-ı Hak özellikle bundan bahsetmiş ve takvaya nisbetle bunun bile itibara alınamayacağını belirtmiştir. Üçüncü Bahis: Ayet, takvanın dışında gerçek övünç vesilesi olmadığını anlatmak için geldiğine göre, ayetteki, "Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık" ifadesinin bir hikmeti var mıdır? Deriz ki: Evet. Çünkü, herşey bir başkasına, ya onda mevcud olan ve var olduktan sonra üzerine bina edildiği bir özellikten ötürü tercih edilmiş, üstün sayılmıştır, yahut da o var olmazdan önce olan birşey sebebiyle ve o şeyde bulunması arzu edilen, güzellik, kuvvetlilik gibi sıfatlar gibi, kendisinden sonra olan şeylerden ötürü üstün sayılmıştır. Ondan önce olan, ya kendisinden meydana gelip var olduğu asla; yahut da, onu îcâd edip meydana getirmiş olan faile râcidir.. Bu tıpkı, iki kap hakkında, "Bu, bakırdan; bu da gümüştendir" ve, "Bu, falancanın isi; bu da filancanın işidir..." denilmesi gibidir. İşte böylece Cenâb-ı Hak, "Kendisinden yaratılmış olduğunuz asıl bakımından, bir rüçhaniyet söz konusu değildir. Çünkü sizlerin hepsi de bir erkek ve dişidensiniz... Aynı şekilde, failler bakımından da bir üstünlük söz konusu değildir, zira sizlerin hepinizi Allah yaratmıştır... Şayet aranızda bir farklılık ve rüçhaniyet söz konusu ise, bu da, size sonradan ârız olan ve varoluşunuzdan sonra meydana gelen şeyler sebebiyledir ki, bunların en hayırlısı takva ve Allah'a yakınlık kesbetmedir.." buyurmuştur. Toplum Kademeleri Cenâb-ı Hak daha sonra, "Sizi.... büyük büyük cemiyetlere ve küçük küçük kabilelere ayırdık..." buyurmuştur. Burada iki izah yapılabilir: a) Bunun manası: "Sizi, acemler gibi cedleri bilinmeyen, dağınık bir takım topluluklar ile Araplar ve İsrailoğulları gibi cedleri belli olan bazı kabileler haline getirdik" demektir. b) "Sizleri, kabilelere dağılmış cemiyetler kıldık" demektir. Çünkü "kabîle"nin altında "şuûb"; "şuûb"un altında butun (boylar); butûn'un altında efhâz (oymaklar); efhâz'ın altında "fesâil - sülaleler", fesâll'in altında da "ekarib - akrabalar, yakın kan akrabaları" bulunur. Cenâb-ı Hak burada, daha kapsamlı olanı zikretmiştir, çünkü en geniş olan topluluk, övünme ve tefekküre daha çok vesiledir. Bir de, bunlardan en kapsamlı olanının içine, pekcok sayıda zengin fakir; yine tadâd olunamayacak biçimde pekçok zayıf ve kuvvetli kimseler dâhil olurlar. Tanışma Hikmeti Sonra Cenâb-ı Hak bunun amacını beyan etmiştir. "Teârüf karşılıklı olarak tanışma"dır. Bu konuda da iki izah biçimi bulunur. a) "Bunun amacı, karşılıklı yardımlaşma olup, övünüp böbürlenme değildir.."; b) Bunun amacı, karşılıklı olarak iyilikte yarışmadır; birbirinize düşman olma değil.. Ayıplama, ataya alma ve gıybet ise, karşılıklı olarak iyilikte yarışmaya değil de, birbirinize düşman olmaya götürür!.." demektir. Burada pek ince manalar bulunmaktadır. Bazı İncelikler 1) Cenâb-ı Hak, önce "sizi yarattık..." buyurmuş, sonra da "sizi... kıldık, ayırdık..." Zira, yaratma işi, cemiyetlere ayrılma işine menşe teşkil eden bir kök ve asıldır.. Buna göre, ilk olan, yaratma ve îcâd (meydana getirme)dir; sonra, zikredilen şeylerle vasıflanma meydana gelir.. Fakat, boy boy cemiyetlere ayrılmış olma, karşılıklı olarak iyilikte yarışmak için; yaratılma da, Cenâb-ı Hakk'ın, Ben cinleri de insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.."(Zâriyat,56) buyurduğu gibi, ibâdet ve kulluk içindir.. Asi olanın göz önünde bulundurulması, feri olanın gözönünde bulundurulmasından öncedir. O halde bil ki, tıpkı, boyboy cemiyetlere ayrılmış olma, yaratılmış olmanın tahakkukundan sonra meydana geliyorsa, bunun gibi, neseb de, kulluk gayesinin değerlendirilmesinden sonra göz önüne alınır.. Şu halde, şayet sizde (ey insanlar) kulluk ve ibadet var ise, bundan sonra ancak neseb ve sülaleniz göz önüne alınır. Aksi halde, neseb ve sülaleniz bir şey ifâde etmez.. 2) Cenâb-ı Hakk'ın, "Siziyarattık; sizi kıldık, ayırdık..." ifâdeleri, böbürlenmenin caiz olmadığına bir işarettir. Zira bu, yani farklı boy ve kabilelere ayrılma işi (ey insanlar), sizin çalışmanız sayesinde olmamıştır; sizin, bu konuda hiçbir şeye gücünüz kudretiniz de yoktur. O halde, hiçbir payınızın olmadığınız şeylerle nasıl iftihar edebiliyorsunuz? İmdi, eğer, "Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz ona yolu gösterdik.." (İnsan, 35) "Dilediğimizi onunla hidayete ulaştırırız..." (Nûr, 52) ayetlerinden ötürü, hidâyet ile sapıklık (delâlet) de böyledir.." denilirse biz deriz ki: Allahü teâlâ bize, bir işe mebnî olarak bir kesb (bir şeyi iktisâb edebilme, yapabilme imkânı) vermiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O halde dileyen, Rabbine (ileten) bir yol tutar" (İnsan, 29) buyurmuş, bundan sonra da, "Allah dilemeyince, siz (bunu) dileyemezsiniz..."(İnsan,30) buyurmuştur. Ama "neseb" işine gelince, böyle değildir. Asıl Soyluluk Takvadır 3) Cenâb-ı Hakk'ın, "birbirinizle tanışasınız diye..." ifâdesi gizli bir kıyasa (kıyas-ı hafi) işaret olup, bunun açıklanması şöyledir: Cenâb-ı Hak sanki "Biz sizi, birbirinizle tanışasınız diye, cemiyetler ve kabileler halinde yarattık.. Sizler (nesebce), daha üstün olan bir kimseye daha yakın olduğunuzda, bununla övünüp böbürleniyorsunuz... Oysa Allah sizi, Rabbinizi bilesiniz diye yaratmıştır.. Şayet bütün varlıklar içinde en şerefli varlık olan "Rabbinize yakın iken, bütün kâinatta övünmeye en layık sebebin bu yakınlık olduğunu bilmeniz gerekir" buyurmuştur. 4) Burada, övünmenin neseb ve sülale ile olmadığına delâlet eden bir aklî delil irşâd bulunmaktadır. Şöyle ki: Kabile ve boylar, bir şahsa mensûb olmakla bilişir, tanışırlar. Eğer bu şahıs, kıymetli birisi olursa, sizin kanaatinize göre, o zaman övünme uygun olur. Böyle değilse, uygun olmaz. O halde, kendisiyle iftihar ettiğiniz adamın üstünlüğü, bir sülâleye mensûb olmasından ya da, bir fazilet ve üstünlük kesbetmesinden ileri gelir. Eğer bu, mensubiyetten dolayı ise, bunun soylu olması gerekir. Ama, bir fazilet kesbetmiş olma sebebiyle ise, bu durumda, anlayışlı, güzel ve iyilik dolu din, kişinin, kendisiyle iftihar ettiği şey gibi olmuş olur.. O halde elde ettiği hayır ve faziletlerle, kendisini ata ile dedelerden daha üstün bir mertebeye getirmiş olan kimseye karşı, daha nasıl olur da baba ile ata ile üstünlük taşlanabilir?!.. Olsa olsa ancak, Allah'ın Resulüne intisâb etmeden dolayı şerefyâb olma caiz olabilir. Çünkü hiç kimse fazilet hususunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yaklaşamaz ki, "Ben, senin atan gibiyim.." diyebilsin.." Fakat bir neseb hususunda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şerefi, iktisâb yoluyla kendisine iktisâb eden kimseye vermiş, ama intisâb yoluyla serertüdiasında bulunandan da nefyetmiştir.. Bunun için "Biz, peygamberler topluluğu varis olunmayız" Buhâri, İlim -10. ve "Alimler, peygamberlerin varisleridir' Keşful-Hafa, 2/64. buyurmuştur. Yani, "Bize, neseb cihetinden varis olunulmaz; bize ancak, kesb yoluyla varis olunulur..." Duydum ki Horasan beldesinde, eşraftan birisi, neseb cihetiyie, Hazret-i Ali'ye insanların en yakını idi.. Ancak ne var ki, günahkâr bir kişi idi.. Burada aynı zamanda, ilim ve amel bakımından hayli ilerlemiş olan ve insanların da, kendisinden teberimde bulunup saygı duyduğu zenci bir köle bulunuyordu.. Derken şöyle bir olay oldu: Bir gün bu zenci zat, mescide gitmek amacıyla evinden çıktı. Peşinde de bir topluluk.. Derken, eşraftan olan kimseyle, hem de sarhoş vaziyette karşılaştı.. Bunun üzerine oradaki cemaat eşraftan olan o kimseyi kovmaya ve yolundan uzaklaştırmaya yöneldiler.. Ama o, onlardan sıyrıldı ve şeyhin ellerine tutundu ve ona "Ey ayakları yalın, dudakları kalın.. Ey, kâfir oğlu kâfir. Ben, Allah'ın Resulünün oğluyum (torunuyum). Ben zelil kılındığım halde, sen tazim olunuyorsun! Ben zemmedilirken, sen ikram ve izzete mazhar kılınıyorsun! Ben, hor ve hakir gözüküyorken, sen dostluk ve desteğe mazhar oluyorsun!" dedi. Şeyhin yanındakiler, onu dövmeye kalkıştılar. Bunun üzerine de şeyh, "Hayır, bu, onun ceddinden dolayı, katlanılabilecek bir durumdur, maruz kaldığı bu darb işi de müstehak olduğu ceza yerine geçer. Ancak ne var ki, ey soylu kişi, sen içini karartırken, ben içimi parlattım. İşte bu sebepte insanlar benim gönlümün parlaklığını, yüzümün siyahlığının üzerinde ışıldarken . gördüler de, böylece ben de güzelleştim. Ben, senin atamın yolunda giderken, sen, benim atamın yolunda gitmeye başladın da, böylece insanlar beni, senin atanın yolunda hareket eden birisi olarak; seni de, benim atamın yolunda hareket eden birisi olarak gördüler de, beni, senin atanın oğlu; seni de, benim atamın oğlu sanıverdiler, sana, benim atama yapılacak muameleyi; bana da, senin atana yapılacak muameleyi reva gördüler. Eşref Olan Takva İle Olur Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz sizin, Allah nezdinde en şerefliniz, takvaca en ileride olanınızdır" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili olarak şu iki açıklama yapılabilir: a) Bu ifâdeden kastedilen mana, "Kim, en muttaki olursa, Allah katında en iyi ve kerim olur" şeklinde olup, böylece, "takva ikramı doğurur.." demektir. b) Bundan kastedilen mana, "Kim, Allah katında en kerim olursa, en muttaki o olur" şeklinde olup, buna göre de, kerim olma, takvayı doğurmuş olur.. Nitekim, "İhlaslı kullar, büyük sorumluluk üzere bulunurlar.." denilir. Bu görüşlerden birincisi meşhur, ikincisi ise, daha açık olanıdır. Çünkü, ikinci olarak zikredilenin, zahir ve açık olmada, birinci olarak zikredilene hamledilmiş olması ve "ikram, müttakî kimse içindir..." denilmiş olması gerekir. Ancak ne var ki, meşhur ve yaygın olanı, birinci izahtır. Çünkü, "Yiyeceklerin en lezizi, en tatlı olanıdır" denilir ki, bu "lezzet, tatlılık oranına göre olup; tatlılık, lezzet oranına göre değildir" demektir.. Bu da, takvanın her çeşit faziletten önce geldiğini söylemektir. Takva mı İlim mi? Buna göre, şayet, "Takva, amel ye ilimden daha kıymetlidir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Bir tek fakîh, şeytan için, bin âbidden daha çetindir..." Tirmizi, İlim. 19 45/48. buyurmuştur.." denilirse, biz deriz ki: Takva, ilmin meyvesidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah'ı hakkıyla ancak, O'nun alim kulları tazim eder..." (Fatır, 18) buyurmuştur. Şu halde takva, ancak âlim için söz konusudur. O halde,, müttakî ve âlim kimse, ilmi en tam ve kâmil olan kimsedir. Muttaki olmayan âlim, meyvesi olmayan ağaç gibidir. Ne var ki, meyveli ağaç, meyve vermeyen ağaçtan daha kıymetlidir. Hatta, meyvesiz ağaç, bir kütüktür.. Aynen bunun gibi, muttaki olmayan alim, cehennem kütüğüdür. Allah'ın, fakîh kimseyi kendisinden üstün tuttuğu âbid, "ilmi olmayan"dır. Bu durumda, böylesi âbid nezdinde, Allah'tan korkma ve haşyet namına, tam bir paydan söz edilemez. Belki de bu kimse Allah'a, cehenneme atılma endişesiyle ibadet ve kulluk yapmaktadır. O halde bu âbid, tıpkı "mükreh (zorlanmış) kimse" gibi olmuş olur.. Yahut, cennete girme ümidiyle O'na ibâdet edyordur. Bu durumda da bu kimse, ücretli bir işçi gibi çalışıp da, (akşamleyin) evine dönen işçi gibi olmuş olur. Halbuki, muttaki kimse, Allah'ı bilen, O'nun kapısında kulluğa devam eden, yani O'nun yanında O'nun cenabına, huzuruna yaklaşan, (adeta) geceyi O'nun nezdinde geçiren kimse gibidir. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır. Birinci Bahis: Bu ifâdedeki "sizin en şerefliniz" hitabı, bütün insanlaradır. "En kerîm, en şerefli olma" işi, en azından keramet (ikram) de, herkesin müşterek olmasını gerektirir. Halbuki, kâfir için kerîm oluş, söz konusu değildir. Çünkü kâfir, hayvandan daha şaşkın, haşerattan ise daha zelildir. (Ne dersiniz?). Biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki, Ademoğullarını üstün ve kerîm kıldık... "(Isrâ. 70) ayetinin delaletiyle, böyle bir şey söz konusu olmasına rağmen, bu zorunlu ve mutlaka olması gereken değildir. Çünkü, yaratılan herkes ve her şey, Rabbini itiraf eder. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Kim bu ikrarına devam eder de bunu arttırırsa, onun keramet ve izzeti arttırılır, kim de bundan dönerse, ondan, ikram silinir, izi eseri kalmaz.." demek istemiştir. Takva Nedir İkinci Bahis: Takvâ'nın tanım ve sınırı nedir? En muttaki kimdir? Biz deriz ki: Takvanın en düşük mertebesi, kulun, yasaklardan kaçınması, emredilenleri yapması; ancak bu ikisi ile, huzur bulup, kendini emniyet içinde duymasıdır. Binâenaleyh şayet o, tesadüfen menhiyyâttan işlerse, kendisini emniyyet içinde duymaz, güvencede kabul etmez; tam aksine, bunun peşinden bir iyilik yapar, bu menhiyyâtı yaptığından dolayı iyice pişman olup, tevbe eder. Ama, birşey her ne zaman menhiyyât işler, ama anında tevbe etmez, zaman bakımından sonraya güvenir ve tûl-i emeli kendisini bu tür şeyleri hatırlamaktan alıkorsa, işte bu kimse müttakî değildir. Ama, en müttakîye gelince, bu da, emrolunduğu şeyi yapan, yasak edilenleri yapmayan, bununla birlikte Rabbinden haşyet duyan, Allah'tan başka hiçbir şeyle meşgul olmayan ve Allah'ın kalbini nûrlandırdığı kimsedir. Binâenaleyh, bu kimse bir an dahi kendisine veya çocuğuna iltifat etse, bunu bir günah kabul eder. Birinciler için, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra takvaya erenleri kurtaracağız..." (Meryem,72) ayetinden dolayı "kurtuluş"; diğerleri için de, Allah'ın, "Şüphesiz sizin, Allah nezdinde en şerefliniz, takvaca en ileride olarımızda.." ayetinden ötürü, cennete sevkolunma vardır. Binâenaleyh, hükümdarın, kendisine bir bahçe verip kendisini orada iskân ettirdiği kimse ile, kendisine yakınlığı sebebiyle, pekçok bağ-bahçe ile eşyadan, her gün yararlanan ve hükümdarın kendisine yakın kılıp has yakınları kabul ettiği kimse arasında büyük bir fark vardır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz Allah, herşeyi bilen, herşeyden haberdar olandır" buyurmuştur ki bu, "Allah (ben), sizin zahirinizi bihakkın bilir, soyunuzu sopunuzu bilir, bâtınınızdan da yine bihakkın haberdarım. Sır ve gizli kabul ettiğiniz şeyler, O'na saklı gizli değildir. Binâenaleyh, takvayı, başlıca işiniz haline getiriniz ve O, size (ikramını) arttırdığı gibi, siz de takvanızı arttırınız.." demektir. İman İddiası 14"Bedeviler, "İman ettik" dediler. De ki; "Siz, iman etmediniz, ama "müslüman olduk (itaat ettik).." deyin. îman, henüz sizin kalblerinize girip yerleşmemiştir. Eğer Allah'a ve peygamberine itaat ederseniz, o, sizin amellerinizden hiçbir şey eksiltmez. Çünkü Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir". Cenab-ı Hak, "Şüphesiz sizin, Allah nezdinde en şerefliniz, takvaca en ileride olanınızda..." buyurup, en muttaki olma vasfı da, ancak takvanın tahakkuk etmesinden sonra söz konusu olunca, bedevîler, "En kıymetli soy (nesep), bize aittir.. Şeref, ancak bizimdir" dediler de, Cenâb-ı Hak da, "İman, sözle olmaz. O, ancak kalb ile olur, binâenaleyh siz, iman etmediniz.. Çünkü ben, bihakkın haberdarım, sizin gönüllerinızdekini bilirim. Ancak, "inkıyâd ettik, itaat ettik, teslim olduk.." anlamında, deyiniz..." buyurdu. Bu ayetin, Esedoğulları hakkında nazil olduğu ileri sürülmüştür. Çünkü onlar, kalbleri, iman sayesinde itminana ulaşmamış olduğu halde, bir kıtlık yılında, zekât mallarından yararlanmak için müslüman olduklarını açıklamışlardı. Biz bu tür açıklamaların (sebeb-i nüzulün), ayetin hükmünü nazil olduğu kimselere tahsis etmek için değil de, ayetin nüzulü için bir tarih düşme gibi olduğunu beyân etmiştik.. Çünkü, (gerçekte olmadığı halde) muttakilerin fiilini İzhâr etmeye çalışan ve muttaki kimseler için söz konusu olan o ikramın kendileri için de söz konusu olmasını isteyen herkes için, bu ittikâ gerçekleşmez. Çünkü takva, kalbin amellerindendir. Ayetteki "De ki: "Siz iman etmediniz.." cümtesinin tefsiri hususunda şöyle birkaç mesele vardır: Bir Mûşkilin İzahı "Cenâb-ı Hak, "Size selâm veren kimseye, "sen mü'min değilsin" demeyiniz"(Nisa, 94) buyurmuş, burada ise, bunlar da mü'minlere selâm verdikleri halde, "Ey Resulüm de ki: Siz iman etmediniz..." buyurmuştur.. (Ne dersiniz?)" Biz deriz ki: Nisa 94 ayetinin bu ifâdesi, kalbin amelinin hiç kimse tarafından anlaşılmayacağına ve zandan kaçınmanın farz olduğuna, zahire göre hüküm verileceğine, dolayısıyla, bir iş yapana, "O, müraîdir"; selâm verene, "O, münafıktır' denilemeyeceğine; kalblerdekini bilenin ancak Allah olduğuna bir işarettir, Binâenaleyh Allah, "Falanca mü'min değildir" dediği zaman, bu kesinlik ifâde eder O halde, "Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: Sizler iman etmediniz" şeklindeki beyanı, bize o sözü söylemenize imkân veren bir ifâdedir ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i gayba ve onların kalblerindekini bilmeye muttali kıldığı için de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için bit mucizedir. Bu sebeple, o şahsın kalbinde olanı bilemediğimiz için, Cenâb-ı Hak bize "Size selâm veren kimseye, "sen mü'min değilsin" demeyiniz.." buyurmuştur. ve Edatları (......) ve olumsuzluk edatlarıdır. Ve da, olumsuzluk edatlarıdırlar. Ama, ile kesinlik bildirirler. Diğer nefy harfleri ise kesinlik ifade etmezler... Binâenaleyh, bunla arasındaki fark nedir? Biz deriz ki: ve fiile başka harflerin yapmadığı şeyi yaparlar. Çünkü bu iki harf, fittir manasını muzarî olmaktan çıkarıp, maziye dönüştürürler. Nitekim "O dün iman etmedi..." ve "Bugün iman etti..." dediğin halde "Dün iman etmeyecek" diyemezsin.. Binâenaleyh, bu iki harf, fiile, başka harflerin vermediği manayı kazandırınca fiil bu ikisi ile meczum kılınmıştır. Eğer: "Buna rağmen, niçin bu ikisiyle meczûm kılınmıştır? Bu konuda söylenece nihaî söz şudur: Bir fark bulunmaktadır, ancak bu ikisiyle cezmin vacib olduğunu delili nedir?" denilirse, biz deriz ki: Kesinlik ve katîlik, mazi fiillerde mevcuttur; çünk bir kimse, "(Falanca) kalktı..." dediğinde, onun kalktığına dair tam bir kesini meydana gelir. Ve onun kalkmamış olması caiz olmaz.. Halbuki, muzari fiillere geline (bunlarla ifâde edilen o işin), ya olması beklenilmektedir, yahut da mümkün olmak beraber olması beklenmemektedir. Dolayısıyla, burada bir katîlik ve kesini söz konusu değildir. Binâenaleyh, ve o lafzı, muzari olmaktan çıkarıp ma zamana çevirdiklerinde, bu harfler, mana bakımından bir kesinlik ve katîlik ifâde etrr olurlar. Şu halde bu lafızlara mana bakımından bir uygunluk hakkı verilmiştir ki, da, lafzı meczûm etmeleridir. Buna göre biz deriz ki; Bunların fiili cezm edişlerinin sebebi, bizim bahsettiğin husustur. Bu husus, emirde de bulunur ve bundan dolayı da meczûm olur. Bu göre sanki, emreden (âmir), emrolunana, onu mutlaka yapacağı, terkedemeyeo hususunda cezmde bulunmuş, kesin bir ifâde kullanmıştır... Binâenaleyh, orada tahakkuk etmesiyle birlikte, lafzın meczûm kılınmasının faydası nedir? şart cümlesinde bir değişmeyi ifâde eder; çünkü edatı fiili muzarîden maziye döndüremediği halde, mazî fiili muzarîye çevirebilir. Nitekim sen, "Eğer sen bana gelirsen, ben de sana gelirim..." "Sen bana ikram edersen, ben de sana ikram ederim.." dersin.. Binâenaleyh, harf olmada, fiillerin başına gelmesinin şart oluşunda ve fiilin manasını değiştirmede gibi olunca, lafzı bir benzerlikten dolayı, cezmeden bir edat olmuştur. Şartın cezasına gelince, bu da, bahsettiğimiz manadan dolayı, meczûm kılınmıştır, çünkü şart tahakkuk ettiğinde cezanın tahakkuk etmesi kesin olur. O halde burada, cezanın meczûm oluşu, ya manadan ya da lafzî bir benzerlikten dolayıdır.. İzafetle ve harf-i cerle meczûm oluştaki netice de böyledir.. Üçüncü Mesele "Fakat... itaat ettik" deyiniz" cümlesi, meselâ bizim, "Amenna demeyiniz, ancak eslemnâ deyiniz" şeklindeki takdirimiz gibi, kendisinden sonra gelene ters düşen bir sözün bulunmasını gerektirir. Bu ifâdenin açıkça getirilmeyişinde, bir irşâd ve bir te'dîb söz konusudur. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, onların "amenna" demelerini yasaklamayı uygun görmemiş ve bundan dolayı da, "Amenna demeyiniz..." dememiş ve onları, yalandan kaçınmaya sevkederek, "Sizler iman etmediniz.. Eğer sizler birşeyler diyecekseniz, söylemeniz sebebiyle yalancı durumuna düşmeyeceğiniz umumî birşey söyleyiniz.." buyurmuştur ki, bu da onlara demelerini (öğütlediği), "İtaat ettik (eslemnâ)" ifadesidir. Çünkü, "itaat etme" anlamında İslâm'a girme tahakkukk etmiştir. İman ve İslâm Farklı mı? Ehl-ı sünnete göre, iman ile İslâm aynı şeydir. Böyle iken ayette anlatılan fark nezreden ileri gelmektedir? Biz diyoruz ki: "Genel" ile "hâs" (özel) arasında fark bulunmaktadır. îman, ancak kalb ile tahakkuk eder. Bazan da lisân ile tahakkuk eder. İslâm, daha geneldir. Ancak, "hâs" suretinde gözüken " 'amm", hâs ile birleşebilir. Ve, ondan başka bir şey olmaz... Bunun misâli şudur: Hayvan (canlı), insandan daha geneldir.. Ve fakat, insan suretinde olan canlılık (hayvaniyyet), insandan ayrı düşünülen birşey değildir. Bu canlının, insan olmaksızın canlı olması düşünülemez. Binâenaleyh, 'amm ile has umumluk bakımından farklı, ama varoluşta aynı şeylerdir. İman ile İslâm da böyle olup, biz bunun ne demek olduğunu, inşaallah Cenâb-ı Hakk'ın, "Derken orada mü'minlerden kim varsa çıkardık. Fakat orada müslümanlardan bir evden başkasını da bulamadık.." (Zariyât,35.36) ayetlerinin tefsirinde açıklayacağız. Beşinci Mesele Hak teâlâ'nın, "İman, henüz sizin kalblerinize girip yerleşmemiştir" beyanında, "De ki: "Siz iman etmediniz" ifadesinin manası mevcut mudur? Deriz ki: Evet ve bunu şu birkaç yönden izah edebiliriz: 1) Onlar, "inandık" deyip, kendilerine, "Siz iman etmediniz. Fakat "müslüman olduk" deyin" denilince onlar, "Müslüman olunca, iman etmiş de oluruz" dediler de buna karşılık şöyle denildi: "Hayır. Çünkü, iman ancak kalbin işidir. İslâm ise, bazan lisanın işi olabilir. Binâenaleyh iman, kalbin işi olup, sizin kalbinize de bu henüz girmediğine göre, iman etmemiş oldunuz." 2) Onlar, "iman ettik" deyip, kendilerine, "Siz iman etmediniz" denilince, onlar sırf münakaşa yapmak için, "Haber verilene inanıcılar olarak, doğru bir niyetten kaynaklanan bir imanla inandık" dediler. Bunun üzerine, "İman, henüz sizin kalblerinize girip yerleşmemiştir" denildi. Çünkü, "yapmadı", "yaptı"nın tam zıddıdır. Şöyle de denebilir: Ayette, müellefe-i kulübün haline bir işaret vardır. Çünkü onlar müslüman olup, imanları da henüz zayıf olunca, Cenâb-ı Hak onlara, "İman etmediniz. Çünkü iman, yakînî inançtır. Böyle bir inanç ise henüz kalblerinize girmedi. İslâm'ın güzelliklerine muttali olduğunuz için, artık (yavaş yavaş) girecektir. Eğer Allah ve Resûlüllah'a itaat ederseniz, o sizin ücretinizi mükemmelleştirir" buyurmuştur. Bunun delili şudur: edatında, gözleme, bekleme manası vardır. İmân ise ya mü'minin fiili, kesbi ve delillere bakması sayesinde olur; yahut da mü'minin kalbine düşen ilham şeklinde olur. Buna göre ayetteki, "De ki: "Siz iman etmediniz" cümlesi, "Siz bu işi yapmadınız" manasına; "iman, henüz sizin kalblerinize girip yerleşmemiştir" cümlesi de, "Sizin fiiliniz olmaksızın, iman, ilham şeklinde kalbinize girmeyecek. Binâenaleyh şu anda, imanınız yok demektir" manasına gelir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onlar bu işi yapınca, tefekkürlerinin noksan ve fikirlerinin gerçek olmasından ötürü, kendisinde bekleme-umma manası bulunmayan edatı ile "îman etmediniz"; iman fiilini yapınca da, imanın kuvvetle zuhurundan ve âdeta kalbi tamamen bürümesinden ötürü, kendisinde bekleme-umma manası bulunan, edatıyla, buyurmuştur. İtaat Ödülsüz Kalmaz Daha sonra Hak teâlâ "Eğer Allah'a ve Peygamberine itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiçbirşey eksiltmez" buyurmuştur ki bu, "Sizler, zayıflığınıza uygun, güzel şeyler yaptığınızda, Allah da size, şânına yakışan mükâfaatı verecektir" demektir. Bu böyledir, çünkü pazarda fiatı bir dirhem olan güzel bir meyveyi bir kimse bir padişaha götürse, padişah da ona bir dirhem veya bir dinar verse, bağışı az diye hatta cimri diye nitelenir. Binâenaleyh bu "O ona noksansız olarak, tam fiatını verdi" manasına gelmez, aksine, "O, sizlerin amelleriniz için umup beklediklerinizi noksansız verir" demektir ki, burada gerçek bir imana teşvik vardır. Çünkü hâlis niyet olmaksızın bir iş yapan, bu işi boşa çıkarmış olur ve bundan ötürü bir mükâfaatı haketmiş olmaz. Binâenaleyh Hak teâlâ, "Eğer itaat eder ve tasaddukta bulunursanız, mükâfaatlarınız noksanlaştırılmaz. Öyle ise amellerinizi ihlassızlık yüzünden zayî etmeyin" buyurmuştur. Burada, imana girmede geç kalan kimselere bir tesellî vardır. Çünkü böyle bir kimse, "Başkaları bunda beni geçti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yalnızken ona iman etti; onu güçsüzken bağrına basıp korudu. Biz ise, ona karşı koymaktan âciz kalınca ve onun kuvveti karşısında mağlub olunca iman ettik. Öyleyse bizim imanlarımızın bir değeri, dolayısıyla bundan ötürü bir mükâfaat da yok" diye düşünür. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, "Mükâfaatlarınız noksan olarak verilmeyecektir. Umduğunuz size verilecektir. Velhasıl önce iman etmiş olmak, tabii ki onların ücretlerini artırır. Ama Allah, rahmet hazinelerinden başkalarına bolca verirken sizi de memnun ederse, onlara verilenden size ne? Bu durumda haliniz tıpkı, birisine birşey verip, başkasına da "ne istersin?" diyen, "Geniş bir arazi, bol mal" isterim cevabını alan, ona da istediklerini vererek memnun eden, sonra da o evvelkine, hazinelerinden başka ilave şeyler veren bir padişahın durumuna benzer. Şimdi eğer, bu durumdan birisi rahatsız olunca, bu, cimrilik ve hased olur. Böyle şeyler ahirette olmaz. Bunlar ancak dünyada rezil rüsvay kimselerin halidir" demek istemiştir. Cenâb-ı Hak "Çünkü Allah, gafur ve rahîmdir" yani, "O, sizin geçmiş günahlarınızı bağışlar, yaptığınız şeyler sebebiyle size merhamet eder, acır" buyurmuştur. İmanın Kıstası 15"Mü'minler ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Resulüne iman edip, sonra şüpheye sapmaz. Allah yolunda, mallarıyla ve canlanyla cihad ederler. işte onlar, sâdık olanların tâ kendileridir" Ayetin bu ifadesi, "inandık" diyen o bedevileri gerçek imana davet eden bir ifadedir. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, "Eğer iman etmek istiyorsanız, bilin ki gerçek mü'min, Allah'ı ve Peygamberini tasdik edip, sonra da şüpheye düşmeyen kimselerdir, yani gerçek mü'minler, imanın, yakîn (kesin) bir inanç olduğna kesinkes inanmış kimselerdir.." buyurmuştur. Ayetteki "sonra" edatı, anlatımda bir sonralığı ifade eder. Buna göre, Allah, "Onlar iman edenlerdir" buyurmuş sonra da, "Birşey daha ilave edeyim, onlar şüpheye de sapmam ıslardır" demiştir. Bu (......) edatının, fiilde bir "sonralığı" ifade etmiş olduğu da söylenebilir. Buna göre takdir, "Onlar, Allah'a ve Resûlüllah'a iman edip, sonra da Hazret-i Peygamberin haşır-neşir (Kıyamet) hakkında söylediği şeyler hususunda şüphe etmediler" şeklindedir. Ayetteki, "Mallarıyla ve canlanyla cihad ederler" cümlesi de bunu destekler ve "Onlar, bu dünya yurdundan sonra bir de âhiret yurdunun olduğuna kesin inanmışlardır ve onun için cihad ederler" demektir, "işte bunlar, imanlarında sâdık olanların ta kendileridir" yoksa sırf lafta iman ettiğini söyleyip, amellerini şirkten arındırmayan o bedeviler değildir. Allah'a Gizli Yok 16'Ve ki: "Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz. Halbuki Allah, göklerde ne var, yerde ne varsa bilir. Allah herşeyi hakkıyla bilendir". Çünkü Allah herşeyi bilir ve O'na hiçbirşey gizli değildir. Bu ifadede, dindarlığın sırf Allah için olması gerektiğine bir işaret vardır. Halbuki sizler, o dininizi Allah için değil de, bizim için ortaya koyuyorsunuz. Binâenaleyh böyle bir dindarlık sizden makbul olmaz. Müslümanlıklarını Minnet Edenler 17"Onlar islâm'a girişlerini, senin başına kakıyorlar. Onlara de ki: "Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Aksine, sizi imana muvaffak ettiği için, Allah size minnet eder, eğer siz iman iddianızda samimi iseniz" Bu ayet de, onların dindarlıklarının, müslümanlıkların Allah rızası için olmadığını beyan etmektedir. Burada şöyle birtakım incelikler var: Bu Ayetteki Dört İncelik Birinci İncelik: "Senin başına kakıyorlar" ifadesinde, onların yaptıklarının çok çirkin olduğuna bir işaret vardır. Çünkü imanın şu iki şerefi vardır: a) Allah'a nisbetle olan şeref... Ki bu da, Allah'ı şirkten tenzih etmek ve O'nu, azamet bakımından tek bilmektir. b) Mü'mine nisbetle olan şerefi. Çünkü iman, insanı cehaletten arındırır, onu hak ve doğrulukla süsler. Binâenaleyh bu demektir ki, bedevî Araplar, İslâm olmakla, ne Allah'a nisbetle olan, ne de kendilerine nisbetle olan şerefi gaye edinmemişler; aksine bunu başa kakmışlardır. Eğer onlar, bunda kendileri için de bir şeref olduğunu bilip inansalardı, bunu başa kakmaz, aksine teşekkür ederlerdi. İkinci İncelik: Allahü teâlâ, "De ki: "Müslümanlığının benim başıma kakmayın.." buyurmuştur. Bu, "Sizde olan müslümanlığı..." demektir. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, daha önce, "Fakat, müslüman olduk" deyin" buyurmuş ve iman ettikleri iddiasında doğrulanmayışları gibi, müslüman oldukları iddiasında da kendileri için bir tasdik olmasın diye, "iman etmediniz, fakat müslüman oldunuz" buyurmamıştır. İslâm İddiaları Neden Onaylanmadı? İmdi eğer, "İslâm, inkıyâd etmek-boyun eğmek demek olup, böyle birşey de, her nekadar onlardan gerek itikâd gerek ilim (bilme) bakımından sudur etmemiş ise de, söz ve fiil açısından sudur etmiştir. Bu kadarcık inkiyâd da, onların müslüman oldukları iddiasında doğrulukları için yeterlidir. Öyle ise niçin, onların bu hususta doğrulanmaları caiz olmamıştır?" denilirse, deriz ki: Yalan şu iki şekilde olur: a) Haber verilen (söylenilen) şeyin hiç söz konusu olmaması, b) O şeyin aslında, haber verildiği şekilde olmaması... Binâenaleyh bir insan bazan, "Sen bize gelmedin. Seni bize getiren, ihtiyaçlarındır" diyebilir. Allahü teâlâ da, onların "İman ettik" şeklindeki iddialarında, birinci şekil açısından yalan söylediklerini bildirmiştir ki bu, "Siz asla iman etmediniz" demektir. Onların, müslüman oluşlarının doğru olmadığının söylenişi ise, ikinci şekil açısındandır. Çünkü onlar, ihtiyaçlarını gidermek ve zekâtlardan istifade etmek için inkıyâd etmiş, müslüman olmuşlardır. Üçüncü incelik: Hak teâlâ, buyurmuştur, ki bu, "Evet, sizin minnet etmeye hakkınız yok. Amma, bununla beraber siz durumu basabaş kurtarıyor da değilsiniz. Yani sizin bize, bizim de size minnetimiz yoktur, durumunda değilsiniz. Aksine size karşı bir minnet sözkonusudur. O da, "Allah'ın size minnetidir" demektir. Bu, hüsn-ü edebi (adabı) öğreten bir ifadedir. Çünkü Hak teâlâ, "Ben size dosdoğru yolu açıklayıp gösterdiğim için, sizler bana minnet etmeyin. Aksine minnet etme hakkı benimdir" dememiştir. Cenâb-ı Hak, daha bir başka yerde, buna karşılık, "Hiç şüphesiz sen, bir dosdoğru yola hidayet edersin (ey Muhammed)" (Şura, 52) buyurmuştur. Dördüncü İncelik: Hak teâlâ, "O, size müslüman oluşunuza karşılık minnet eder" dememiş, aksine, "Sizi imana muvaffak ettiği için, minnet eder" buyurmuştur. Çünkü onların müslüman oluşları, münafıklık şeklinde olduğu için bir sapıklıktır. Dolayısıyla bununla onlara minnet etmedi, bunu onların başına kakmadı. Mü'min Değillerse Minnet Neden? Eğer, "Hak teâlâ onların iman etmediklerini beyan ettiğine göre, daha nasıl, onları imana muvaffak kılması sebebiyle onlara minnet edebilir?" denilirse, deriz ki: Buna şu üç şekilde cevap verebiliriz: 1) Allahü teâlâ, "Aksine Allah size imanı nasib' ettiği için, minnet eder" buyurmamış. ama, "Sizi imana muvaffak kıldığı için..." buyurmuştur. Çünkü oevaamberleri, apaçık mucizelerle göndermek bir hidayet ve bir muvaffak kılmadır. 2) Hak teâlâ, onlara, iddia ettikleri şey açısından minnet etmiş, sanki "inandık" diyorsunuz. Binâenaleyh bu cehennemden kurtulmanıza sebeb olacağı için, sizin hakkınızda bir nimettir" demek istemiş ve "Sizin iddianıza göre sizde bulunan imana, sizi ileten benim" buyurmuştur. 3) En doğru izaha göre, Allahü teâlâ, bunun bir şarta bağlı olduğunu bildirerek, "Eğer siz iman iddianızda samimi iseniz" demiştir. Yapılanların Karşılığı 18"Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir". Ayetin başı, onların sırlarının gizli hallerinin ve kalblerindeki gizli niyetlerinin, Allah'a hiç saklı olmadığına bir işarettir. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, "O, yaptıklarınızı hakkıyla görendir" buyurmuştur ki, bu ifade de, Hak teâlâ'nın, onların zahir amellerini gördüğünü bildirmektedir. Bu sûrenin sonu, başı ile uyum içerisinde olarak, sûrenin başında geçen hususu yeniden takrir etmektedir. O husus da, "Allah ve Resulünün huzurunda öne geçmeyin. Allâh'dan korkun" (Hucurât, 1) hususudur. Çünkü O'na hiçbirşey saklı ve gizli değildir. Binâenaleyh gizli yerlerde de onu saymamazlık etmeyiniz. Ona hiçbir aşikâr şey saklı kalmaz. Öyle ise aşikâr İşlerinizde de O'nda kendinizi emin hissetmeyiniz. Hamd, bir Allah'a; salat-u selâm, kendinden sonra peygamber gelmeyecek o Zât'a olsun. (Amin). |
﴾ 0 ﴿