KAF SURESİBu sûre, kırkbeş ayet olup, Mekkidir. 1“Kâf, o çok şerefli Kur'ân'a yemin ederim". Ayetin tefsirine geçmeden önce, sûre ile ilgili olan hususları ele alıyor ve bunların şunlar olduğunu söylüyoruz: 1) Cenâb-ı Hakk'ın bu sûredeki, "İşte bu çıkış günüdür.."(Kaf, 42), "işte çıkış da böyledir.. "(Kaf, 11) ve "İşte bu, bize göre kolay olan bir haşirdir.. "(Kaf, 44) ayetlerinden dolayı, bu sûre bayram namazında okunur. Çünkü bayram, zinet ve süslenme günüdür; dolayısıyla insanın, hesap meydanına çıkacağını; o günde, böbürlenip taşkınlık yapamayacağını, fısk ve fücurun işlenemeyeceğini bilmesi gerekir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sûrenin sonunda, "Onun için benim tehdidimden korkacaklara Kur'ân ile öğüt ver.."(Kaf, 45) ayetiyle hatırlatma ve öğüt verme ile emrolununca, insanlara, o günde kendi hallerine münasib olan şeyi de, "Kâf, o çok şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki.." beyanıyla hatırlatmıştır. 2) Hem bu sûre, hem de Sâd Sûresi, kendilerine Hurûf-ı Mukattaa ile başlanılması; Kur'ân'a yeminle başlanılması; edatının ve teaccübün bulunması hususunda müştereklik arzettikleri gibi, başka bir hususta da müştereklik arzetm işi erdir ki, o da, her iki sûrenin hem başının, hem de sonunun, (sûrelerin kendi arasında) bir uyum teşkil etmesidir. Çünkü, Cenâb-ı Hak, Sâd Sûresi'nin başında "O zikr (ve şeref) sahibi Kur'ân'a yemin olsun.,"(Sad, 1) buyurmuş,sonunda, "O ancak âlemler için bir öğüttür" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, Kâf Sûresi'nin başında da, "O çok şerefli Kur'ân'a yemin ederim "buyurmuş, sonunda da, "Onun için, benim tehdidimden korkacaklara Kur'ân ile öğüt ver.." buyurmuştur. Böylece, bu sûreleri, önceki sûreleri bitirdiği şey ile bitirmiştir. 3) Cenâb-ı Hak Sâd Sûresi'nde, (müşriklerden naklen), "Ne o! Tanrıları bir tek tanrı mı yapmış?.."(Sâd, 5) ve "Yürüyün, mabudlarınıza (ibâdette) sebat edin.." (Sâd, 6) ifadeleriyle, akâid meselelerinin temel maddesi olan Tevhîd esasını anlatıp onu yerleştirmeye itinâ göstermiştir. Bu sûrede de, "Öldüğümüz, bir toprak olduğumuz vakit mi!?.. Bu, uzak bir dönüştür" (Kâf, 3) ifadesiyle, akâid esaslarının, en son temel maddesini anlatmaya itinâ göstermiştir ki, bu da haşr meselesidir. Sâd Sûresi'nin başı, "mebde" maddesini anlatma sadedinde olunca, Cenâb-ı Hak bu sûrenin sonunda, "Rabbin o zaman meleklere demişti ki: "Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım.. "(Sad, 7) buyurmuş ve bu meseleyi, vahdâniyyetin delili olduğu için, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in yaratılışının başlangıcını anlatma ile sona erdirmiştir. Kâf Sûresi'nin baş tarafları, haşr meselesinin izahı sadedinde olunca, Cenâb-ı Hak bu sûrenin sonunda da, "O gün hepsi süratle çıkmak üzere arz kendilerinden ayrılır. İşte bu, bize göre kolay olan bir haşirdir.." (Kâf, 44) buyurmuştur. Ayetin tefsiriyle ilgili birkaç mesele vardır. (kâf)'ın âlemi kuşatan bir dağın ismi olduğu ileri sürüldüğü gibi, bunun manasının, "hikmet" olduğu da ileri sürülmüştür ki, "hikmet" de bizim, "iş olup bitti..." şeklinde açıklamamızdır. Sâd 'ın da, "Allah doğrudur.." manasına geldiği ileri sürülmüştür. Biz, bu harflerin, dinleyen kimse, duyduğu o şeyleri iyice dinleyebilmesi, ona yönelebilmesi ve o güzel sözlerden, üstün manalardan hiçbir şey kaçırmaması için, Kur'ân'dan, yani onu okumadan önce getirilmiş olan dikkat çekici şeyler olduğunu açıklamıştık.. Ve yine biz, şunu da söylemiştik: İbadetlerden kalb ile, lisân ile ve uzuvlarla yapılanlar bulunmaktadır. Uzuvlarla (bedenen) yapılan ibâdetlerden, mana ve hikmetleri akıl ile bilinenler olduğu gibi, meselâ Hac'da yapılan ameller cümlesinden olan şeytan taşlama, Merve ile Safa arasında sa'yetmek, vs. gibi, manası akıl ile kavramlamıyanlar da bulunmaktadır. Kalben yapılan ibadetler içinde de tevhîd, haşrin mümkün oluşu, Allah'ın sıfatları ve peygamberlerin doğruluklarını bilmek gibi, delil ile aklen anlaşılanlar olduğu gibi, bunların içinde, mana ve maksatları akıl ile anlaşılmaktan uzak olan ibâdetler de vardır. Bunlar, nakli deliller olmasaydı, meselâ, uzatılmış, kıldan ince kılıçtan keskin sırat köprüsü ve kendisiyle kulların amellerinin tartıldığı mizan gibi aklen tasdik edilmesi ve kesinliğinin ortaya konulması mümkün olmayan hususlardır. Aynen, lisân ile yapılan, zikir ibâdetlerinin de bunun gibi olması gerekir.. Dolayısıyla, bunlardan mana ve hikmetleri akıl ile anlaşılanlar vardır. Ki bu, pek azı müstesna, Kur'ân'ın tamamı., gibi. Yine bu ibâdetlerden, Hurûf-ı mukattaa gibi, manası ve maksadı anlaşılamayan, akıl ile bilinemeyen hususlar bulunur. Zira, bunları telaffuz etmek, sırf emre inkiyâddan dolayıdır. Yoksa, kelâmdaki nakil güzelliğinden ve bizim, meselâ, "Rabbimiz, bizi bağışla ve bize merhamet et!." sözümüzde olduğu gibi, bir maksada yönelme bakımından değildir. Tam aksine bunları söylemek, sadece bir teabbudîlikten (sırf, kutluğumuzu izhar etmekten) dolayıdır.. Bu hususu, şu değişik zan da teyit eder: Bu harfler kasem vasıtası olan unsurlardır... Çünkü Allahü teâlâ. incir ile zeytin ile yemin edince, bu, bu şeyler için bir tazim ve onları yüceltme olmuş olur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, marifetullahın delili ve tarifinde vasıtası olan, kıymetli sözün temelini oluşturan harfler ile yemin edince, bunun bir şereflendirme ve tazim olmast, haydi haydi söylenebilir. Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki: Yaptığımız bu izah açısından, burada şöyle birkaç bahis söz konusu edilebilir: Birinci Bahis: Allah, ve "Asra..., Necme yemin olsun ki..." idelerinde olduğu gibi, tek bir nesne ile yemin ettiği gibi, ve ifadelerinde olduğu gibi, tek bir harf ile de yemin etmiştir. Bu yemin işi, (Duhâ, 1) (Tarık, 1) ayetlerinde olduğu üzere iki şeye yapıldığı gibi ifadelerinde olduğu üzere iki harf ile de yapılmıştır. Yine ve ifadelerinde olduğu üzere üç nesneye yapıldığı gibi, ifadelerinde olduğu üzere üç harf ile de yapılmıştır.Yine (......) ayetlerinde olduğu üzere dört şey ile yemin etmiş olduğu gibi, ve ifadelerinde olduğu üzere, dört harfle de yapılmıştır. (Tur, 5) (Murselat, 5) ve (Fecr, 4) ayetlerinde olduğu üzere, beş şeye yemin edildiği gibi (Meryem. 1) ve (Meryem, 1) ayetlerinde olduğu üzere, beş harf ile de yemin edilmiştir. Tek bir sûre, yani (Şems,1)ifadesi hariç, beş şeyden fazlaya yemin edilmediği gibi, beş harften fazlası ile de yemin edilmemiştir. Çünkü bu, kelimede, bir ağırlık meydana getirir.. Mana maksadıyla terkib edildiğinde bir ağırlık söz konusu olunca, bir manayt bilmeyi ihata etmeksizin, ya da bir mana güdülmeksizin terkib olunduğunda, meydana gelecek olan ağırlık daha şiddetli olur. Bilinen şeylere yemin edildiğinde Cenâb-ı Hak, kasem harfini yani vâv'ı getirerek, meselâ buyurmuş, ama harfe yemin ettiğinde kasem harfi olan vâv'ı getirmemiş ve meselâ dememiştir... Çünkü yemin, harfin bizzat kendisine edilince, harf kendisine yemin edilen şey olmuş olur. O halde Cenâb-ı Hak, harfler arasını dengelemek için, yemin harfi olan vâv'ı, yeminin aleti ve vasıtası olduğu yerlerde getirmemiştir. Üçüncü Bahis: Cenâb-ı Hak, "Tîn-incir"; "Tûr-Turdağı.." gibi şeylere yemin etmiş, bunları meydana getiren asıllara, yani unsurlara, atomlara, suya, toprağa yemin etmemiştir. Yine Cenâb-ı Hak, terkibsiz olarak sadece harfler ile yemin etmiştir. Çünkü eşya, O'nun katındadır. O, onları en güzel halleri üzere terkib eder. Harfler, bir manadan dolayı bir araya getirilmiş, terkib olunmuşsa, bizim şeklindeki sözlerimizde olduğu gibi, yemin o kelimenin lafzına değil, manasına yapılmış olur. Eğer bir araya getirmek işi bir manadan dolayı değilse, mürekkeb değil de, müfred olma daha değerli olur. Dolayısıyla da Allah, müfred harfler ile yemin etmiştir, Dördüncü Bahis: Cenâb-ı Hak, yirmisekiz sûrenin başında, harflere ve sayılara, harflerin sayısı kadar olan şeylere de, hariç, ondört sürede yemin etmiştir... Çünkü şeylere yemin etmek, harflere yeminden başka olup, hem sûrelerin başında, hem de (Müddessir, 32-33) (İnşikak, 17) (Tekvir, 17) ayetlerinde olduğu gibi, sûrelerin arasında yapılmıştır. Ama, harflere yemin ise, sûrelerin başı hariç, arasında vâki olmamıştır; bu, zaten güzel de olmazdı.. Çünkü, manalı, tanzim olunmuş bir sözün arasında, manası anlaşılamayan şeyleri getirmek duzgun olan manayı bozar.. Eşyâyâ yemin etmek için iki yer; harflerle yemin etmek için tek yer (sadece baş taraf) ayrılınca, sûrelerin başındaki eşyaya yemin etme işi sûrelerin başında harflere yapılan yeminin yarısı kadar kılınmıştır. Beşinci Bahis: Harfler ile yemin etmek, Kur'ân'ın her iki yarısında, hatta her yedide birinde vaki olmuştur. Halbuki, belirli şeyler ile yemin etme işi, sadece son yarıda, hatta hariç, son her yedide birde bulunmuştur. Bu böyledir, zira biz, harfler ile yemin edildiği yerde, istisnaî durumlar hariç, Kur'ân'dan veya Kitâb'tan veya tenzîlden bahsedilmiştir de, meselâ (Yasin, 1-2), (Mü'min. 1-2) ve (Bakara, 1-2) buyurulmuştur. Kur'ân'ın tamamı, harflerle edâ edilen bir mu'cize olunca, bu durum, genel olarak, Kur'ân'ın hemen hemen her ilgili olarak, Ankebût Sûresi'nde bir nebze izahatta bulunmuştuk. Şimdi biz burada, Kâf Sûresi'ne mahsus olan bazı şeyleri ele alalım. Kâfin, yeri kuşatan ve semânın uçlarının kendisine varıp dayandığı bir dağın ismi olduğu ileri sürülmüştür, ama bu şu bakımlardan zayıftır: 1) Yaygın olan kıraat, Kâf üzerinde vakıf yapma şeklindedir. Şayet, kaf, bir dağın ismi olsaydı, geçiş halinde vakıf yapmak caiz olmazdı. Çünkü, bunun böyle olduğunu (onun bir dağın ismi olduğunu) söyleyen herkes, Allah'ın buna yemin ettiğini söylemiştir. 2) Şayet bu, bir dağın ismi olsaydı, (......) ifadesinde olduğu gibi, kasem harfi ile birlikte getirilirdi. Bu böyledir, zira kasem harfi, kendisi ile yemin edilen şeyin, yemin edilmeye değer olduğu yerde hazfedilir. Meselâ bu bizim, "Allah'a yemin ederim ki, bunu mutlaka yapacağım" ifadesinde böyledir. Bu kelimenin (Allah) lafzının, kendisine yemin edilmeye lâyık ve müstehak olması, ayrıca, kendisine yemin harfiyle işarette bulunulmaktan müstağnîdir. Ama, denilmesi güzel olmaz. 3) Eğer Kaf, bir dağın ismi olsaydı, tıpkı (Gâşiye, 12) ve (......) ifâdelerindeki, ve (......) ifadelerinin elifle yazılması gibi, bu da elifle (......) şeklinde yazılmalıydı. Halbuki, bütün mushaflarda, sadece (......) harfi yazılmıştır. 4) Görünen odur ki, buradaki durum, tıpkı ifâdelerindeki gibidir. Halbuki bunlar harftirler, isim değil.. Durumun da böyle olması gerekir. İmdi, eğer: "Bunun (bir dağın ismi olduğu), İbn Abbas'tan nakledilmiştir.." denilirse, biz deriz ki: Ondan nakledilen, (......) kelimesinin, dağın ismi olduğudur. Ama, "Burada, bu harf ile bu kastedilmiştir" demeye gelince, ondan böyle bir şey naktedilmemiştir. Bunun manasının, "iş olup bitti" manasının da, "Allah doğru oldu, doğru söyledi" şeklinde olduğu ileri sürülmüştür. Keza "izlemek, peşine düşmek, araştırmak" kökünden gelen bir ism-i fail olduğu ileri sürüldüğü gibi 'ın da, 'den, bunun da, "muarazada bulunmak" anlamında olan kökünden olduğu ileri sürülmüştür. Buna göre, (ayetin manası), "Bu, keşfetmek amacıyla, bütün eşyayı terkîb eden, izleyenedir" şeklinde olur ki, bu durumda bunun manası, tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın "kitap" ile Kur'ân'ın kastedildiğini söylememiz halinde, "Yaş-kuru hiçbir şey yoktur ki, o apaçık kitapta bulunmuş olmasın.." (En'âm,59) ayetinin ifade ettiği mananın aynısı olmuş olur. "Kaf" hakkında söylenenler bundan ibarettir. Ama bunun ne şekilde okunacağı meselesine gelince, kıraatlar çoktur. Şimdi buna göre biz diyoruz ki: Eğer biz,,yukarda da beyan ettiğimiz üzere, mebnî olduğunu söylersek, bunun kıraatteki hakkı, vakıftır. Çünkü, artık kendisinin bir âmili yok demektir. Dolayısıyla da, ses taklîdî olarak mebnî olan kelimelere benzer... İki sakin harfin bir araya gelmesinden kaçınmak için, kesre caizdir. Hafifliği tercih etmek için de, fetha ile harekelenebilir. Şayet, "Cenâb-ı Hakk'ın (Beyyine, 1) (En'âm. 52) ayetlerinde olduğu gibi, biri kelimenin sonunda, diğeri de, diğer kelimenin başında olmak üzere, iki sakin yanyana geldiğinde, fetha ile harekelemek caiz olmadığı halde, burada nasıl olur da fetha tercih edilebilir?" denilirse, biz deriz ki Çünkü söz konusu olan ayetlerde, harekelemek vâcib olmuştur. Bu harekenin fiilde illâ da kesre olması hali ise, irâb harekesine benzemesinden dolayıdır. Çünkü fiil üzerine hem ref' hem de nasb hali vaki olan bir mahaldir. Halbuki fiilde cer görülmez Dolayısıyla bir cer olmadığı herkes tarafından anlaşılan kesre tercih edilmiştir. Çünki fiilde cer harekesi caiz değildir. Şayet fetha ile harekelenecek olsaydı, bu durumda da nasb ile karışacaktı.. İsimlerin sonlarında ise, böyle bir karışıklık yoktur. Çünkü isimler, kendisine üs harekenin de gelebildiği mahallerdir. Binâenaleyh, sakınma mümkün değildir. Bu sebeple harekelerin en hafifini tercih etmişlerdir. Eğer biz bu 'ın, kendisiyle kasem edilen bir harf olduğunu söylersek, onun hakki mecrûr olmaktır. Bunun fiili ile mansub olan bir mef'ûl olması da mümkündür. Buna göre fiilden sonra gelmesi gereken bâ harf-i cetr'i sanki bulunmamıştır. Eğer biz bunun, sûrenin ismi olduğunu ve kendisine yemin edildiğini söylersek, bu durumda bunun hakkı, fethadır. Çünkü bu, artık gayr-i munsarıf kelime olmuştur. Kendilerine yemin edildiği halde, meselâ "İbrahim'e yemin olsun" ve Ahmed'e yemin olsun" denildiği gibi, onun cerri, fetha ile olmuş olur. Yok eğer, "Buna yemin edilmemiştir" der de bunun, sûrenin ismi olduğunu söylersek, o zaman ise hakkı, mahzûf mübtedanın haberi ve takdiri de, "Bu, Kaf (Sûresi)dir" şeklinde olduğu için, merfu olmaktır. Yok, biz bunun yi' kökünden olduğunu söylersek, tıpkı bizim, "Bu, davetçidir; bu, çobandır" şeklindeki sözümüzde olduğu gibi, hakkı tenvîndir. Yok eğer, biz bunun, bir dağın ismi olduğunu ve kendi ile yemin edildiğini söylersek, o zaman da, bunun hakkı hem cer, hem de tenvindir. Şimdi biz, tefsire dönüyor ve şöyle diyoruz: Sıfat bazen, temyiz (ayırmak) için getirilir ki, ekseriyetle olan budur. Bu, meselâ bizim, "hadis (yani: mahlûk) olar 'dan ayrılsın diye, "Kadîm kelâm, Kur'ân"; cimriden ve kınanmış olandan ayrılsın diye, "Kerim adam..." dememiz gibidir. Bazan da bu sıfat, medh için getirilir. Bu bizim, "Kerim Allah..." dememiz gibidir. Çünkü, varlık aleminde bir başka ilâh yoktur ki, biz Allah'ı ondan bu kerim vasfıyla ayıralım... Burada şu iki izah yapılabilir: Görünen odur ki, bu sırf medh için getirilmiştir. Temyiz, ayırdetme meselesine gelince, bu, bizim Kur'ân'ı okunan şeyin ismi kabul etmemiz halinde söz konusudur. Kur'ân'ın okunan şey anlamına geldiğinin delili, "Bir Kur'ân ki, eğer onunla dağlar yürütülseydi..." (Rad, 31) ayetidir. el-Mecîd kelimesi, azîm, büyük demektir. "el-Mecîd"in, keremi bol olan anlamına geldiği de söylenmiştir. Her iki duruma göre de Kur'ân, Mecîd'dir. "Mecîd"in, azîm anlamına geldiğini söylememize göre bu, Kur'ân'ın faydasının çok muazzam olmasından dolayıdır. Bir de Kur'ân, Azîm olan Allah'ın bir öğüdüdür. Büyüğün öğüdü de büyüktür. Bir de, hiç kimse Kur'ân gibisini getirmeye muktedir olamamıştır. O halde Kur'ân büyüklük, ululuk delilidir, emaresidir. Nitekim Arapça'da, mağlub olmadığı zaman, denilir. Bunun böyle olduğunun delili de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki biz sana, tekrarlanan yedi (ayet-i kerime)yi ve şu büyük Kur'ân'ı verdik"(Hicr,67) ayetidir. Bu, "Senin nübüvvetine delâlet eden bir mu'cîze olsun diye, bu Kur'ân, hiç kimsenin mislini ve dengini getiremeyeceği bir kelâmdır" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Daha doğrusu o, çok şerefli bir Kur'ân'dır ki mahfuz bir levhadadır"(Bûruc, 21-22) ayeti de bunun delilidir. Ki bu, "O Kur'ân, Cenâb-ı Hakk'ın muttali kılması durumu hariç, herhangi bir kimsenin muttali olmasından korunmuştur. Dolayısıyla, tebdil olunamaz, değiştirilemez; ne önünden ne de arkasından ona batıl yaklaşamaz.." demektir. O halde Kur'ân, kendisine güç yetirilemeyen demektir. Binâenaleyh o, büyüktür. el-Mecîd'in, keremi bol, çok anlamına alınması durumunda yapılacak olan izahat da şöyledir: Kur'ân, maksadını onda bulmak isteyen herkesin amacına ulaştığı, umduğu bir biçimde kerimdir. Kur'ân, onun önünde duran, ona yapışan herkesi, başka şeylerden müstağni kılandır. Muhtaç olana umduğunu vermek ise, iyiliğini, keremin ve cömertliğin zirvesidir. Mecîd'in, keremi bol anlamına gelişinin delili, bu kelimenin, meselâ sözümüzde, Hamîd ile beraber zikredilmiş olmasıdır. Çünkü "Hamîd" kendisine teşekkür edilen zâttır. Şükür ise, in'âm etme mukabilinde yapılır. O halde in'âm eden, kerîm olan kimsedir. Binâenaleyh Mecîd, keremde zirveye ulaşmış kerîmdir.. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır. Kasem Konusu Birinci Bahis: Kur'ân, kendisiyle kasem edilendir. Öyleyse, "muksemun aleyh" yani hakkında yemin edilen (konu) nedir? Biz deriz ki: Bu hususta birtakım izahlar vardır ki, onları şöyle derleyip toparlamak mümkündür: Kendisine yemin edilen şey, ya hale, ya da söze dair bir karine (karîne-i haliyye, karîne-i makâliyye) ile anlaşılır. Bunun, söze dair karine olması halinde, bu, ya kendisiyle kasem edilenden (muksem bih) önce olur, yahut da sonra olur. Şimdi biz muksemun aleyh'in öne geçmiş olan sözlü bir karineden anlaşıldığını söylersek, burada harfinden önce gelmiş olan bir lafız yoktur. Dolayısıyla kelamın takdiri, şeklinde; yahut da (......) şeklinde olur ki, bu tıpkı bir kimsenin "Yemin olsun ki, bu Hâtem'dir..." demesi gibi olur ki, yani, "Bu, cömertliğiyle meşhur Hatem'dir" demektir. Yine bir kimsenin, "Allah'a yemin olsun ki, ay'ı (hilâli) gördüm" demesi gibidir. (Yani, Ramazanın başlangıç hilâlini...) Eğer biz bunun, sonra gelen sözlü bir karineden anlaşıldığını söylersek, biz deriz ki, bu şu iki şeydir: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in uyarıcı olması... b) öldükten sonra dirilme olgusu.. Buna göre ifadenin takdiri, "Mecîd olan Kur'ân'a yemin ederim ki, sen o inzârcısın"; yahut da, "Mecîd olan Kur'ân'a yemin ederim ki, ölümden sonra dirilme ve dönüş mutlaka olacaktır" şeklinde olur. Çünkü bu iki hususa, açıkça yemin edilmiştir. Birincisine yemin edilmiş olmasının delili; Cenâb-ı Hakk'ın "Hakîm olan Kur'ân'a yemin olsun ki, ataları inzâr olunmamış bir kavmi uyarmak için (gönderilmiş) peygamberlerden bir peygambersin.. "(Yasin, 1-6) ayetleridir. İkincisine yemin edilişinin delili de, "Andolsun Tura, neşredilmiş kâğıt içinde yazılı kitaba... Ki Rabbinin azabı hiç şüphesiz vaki olacaktır..."(Tur, 1-7) ayetleridir. Bu izah, (......)'in, bir dağın ismi olduğunu söyleyenlerin görüşüne göre çok net bir izahtır. Çünkü burada yemin, dağa ve Kur'ân'a yapılmıştır. Orada da yemin, Tûr'a ve Kitâb-ı Mestûr'a yapılmıştır ki, bu da dağ ve Kur'ân demektir. İmdi eğer, "Sence, bu iki izahtan hangisi daha açıktır?" denilecek olursa, ben derim ki, birincisi... Çünkü, uyarıcı (münzir) olma, ölümden sonra dönüşten daha yakındır. Bir de, harflerden (hurûf-ı mukattarlardan) sonra Kur'ân'ın geldiğini, muksemun aleyh'in ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in resûllük vasfının olduğunu bitmekteyiz. Ama, hurûf-ı mukattaalardan sonra, ölümden sonra dirilip dönüşün zikredildiğini görmemekteyiz. Bu husus, pekçok sûrede nazar-ı dikkate alınmıştır. Meselâ, "Elîf-Lâm-Mîm. Bu kitabın indirilmesi, ki onda hiçbir şüphe yoktur, alemlerin Rabbindendir. Yoksa "o, bunu kendiliğinden mi uydurdu" diyorlar? Hayır, o Rabbinden (gelen bir) haktır... Senden evvel kendilerine inzâr edici hiçbir (peygamber) gelmemiş olan bir kavme, korkunç akıbetlerini haber vermen için (indirdik.,)" (Secde, 1-3) ayetleri, bu kabil ifâdelerden birisidir. Bir de Kur'ân, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah'ın elçisi olduğuna delâlet eden bir mü'cizedir.. Binâenaleyh, Kur'ân ile bu hususa (risalete) yemin etmek, ilgili delile, kasem yoluyla bir işaret etmek olmuş olur. Yoksa, kasemin bizzat kendisi, haşrin delili değildir... Tam aksine, kasemde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sıdkının bilinmesinden sonra haşrin kesin olduğunu ifâde eden emareler vardır. Biz bu hususun, hale dair bir karine ile anlaşıldığını söylersek, bu, Hazret-i Muhammed "(sallallahü aleyhi ve sellem)'in hak üzere ve sözünün doğru olmasıdır. Çünkü, kâfirler bunu inkâr ediyorlardı. Tercihe şayan olar ise, bizim ifâde ettiğimiz husustur. İkinci Bahis: Ayetteki, (Kaf, 2) ifadesi, burada, kendisinden vazgeçilen (idrâb) bir hususun bulunduğunu gösterir.. Öyleyse vazgeçilen bu kavram nedir? Biz deriz ki: Vahidinin söylediğine ve Zemahşeri'nin de onayladığına göre, bu, bir kimsenin "Mesele nedir?" deyip de, "Meselenin daha da açıklanmasın vazıh hale getirilmesini istiyorum.." demesi gibidir. Biz diyoruz ki: Bizim tercih ettiğimiz görüşe göre bu ifâdenin takdiri, Allah en iyisini bilir ya, "Kâf, Mecîd olar Kur'ân'a yemin ederim ki, sen bir uyarıcısın.." şeklindedir. Buna göre, adeta Cenâb-Hak bundan sonra, "Onlar, bu hususta şüpheye düştüler. Ben bundan vazgeçiyor ve "Bilakis o kâfirler; kendilerine içlerinden inzâr edici geldi diye, hayrete düştüler.."(Kaf, 3) diyorum..." buyurmuştur. Resulden Ötürü Şaşkınlık 2"Bilakis o kâfirler, kendilerine içlerinden uyaran bir elçi geldi diye, hayrete düştüler de, "Bu, şaşılacak bir şey!" dediler". Yani onlar, bu işin gerçekliği hususunda şüphe ettiklerini, kendisini terkedeceklerini söylemekle yetinmediler. Buna mukabil, bunun aksine kesin gözüyle baktılar da, bu işi, şaşılacak şeyler kabilinden olarak takdim ettiler.. Soru: Böylesine büyük çapta bir vecizliğin hikmeti ne olabilir ki, hem kasem, hem de idrab konusu hazfedilip, ancak uzun bir tefekkürle anlaşılabilecek, hatta sadece düşünme ile de değil, ancak pek ender bir muvaffakiyet ile anlaşılabilecek tarzda ima edilmiştir? Cevap: Muksemun aleyh hazfedilmiştir, zira bazı yerlerde terketmekten (getirmemekten) dolayı açıkça anlaşılan mana, zikretmek, yani o şeyi getirmek durumunda anlaşılamaz.. Bu böyledir, zira, bir kimse büyük bir padişahı bir mecliste anıp onu medh ü sena ettiğinde, o onu ululamış olur. Fakat birisi ona, "o burada zikredilmez, anılmaz.." dediği zaman, bunun sözü, hükümdarın büyüklüğüne öbür arkadaşının yaptığı medihten daha fazla delâlet eder. Binâenaleyh, Allahü teâlâ adeta, "Senin peygamber oluşunun beyânı onun zikredilmesinden daha açık ve vazıhtır" demek istemiştir. İdrab konusunun, yani vazgeçilenin (el-Mudrebu anh) zikredilmemesine gelince, kendisinden vazgeçilen şey zikredilip de, ondan, başka bir şey idrâb edildiğinde, bu iki şey arasında ileri derecede bir farklılık bulunmadığında güzel olur.. Ama, aradaki farklılık ileri derecede olduğunda, bu iki şeyin "idrâb" ifadesiyle zikredilmesi güzel olmaz. İdrab Hakkında Bunu şöyle bir misalle açıklayalım: "Vezir, falancayı tazim etti, ululadı.. Hatta "Hükümdar bile" denildiğinde güzel olur, ama, "Kapıcı, falancayı ululadı; hatta "Hükümdar dahi ululadı.." denildiğinde ise, güzel olmaz. Çünkü bu ikisi arasında, (makam bakımından) hayli fark vardır.. "İdrâb" ise, derece derece yapılır. O halde konuşan kimse, kendisinden vazgeçilen şeyi (mudrebu anhu) açıkça getirmeyip sadece idrâb harfini getirdiğinde, bundan şu iki şey anlaşılır: a) O, bundan önce geçmiş olan başka bir şeye işaret etmiştir. b) Sözün sahibi, bu işi, olan ve fakat anlatılamayan harika iş kabilinden göstermek istemiştir. İşte burada da böyledir, çünkü burhan (aklî delil) bulunduğu halde şüpheye düşmek imkânsız bir şeydir. Fakat bunun aksine kesin gözüyle bakmak ise, alabildiğine akıldan uzak bir şey olmuş olur. Fiil İle Beraber Edatı Üçüncü Bahis: Fiil ile gelen (......) edatı, masdar mesabesindedir. Nitekim sen, "Kalkmam emrolundu.." diyebildiğin gibi, de diyebilirsin. Yine sen, "Bunun ona cevabı, ancak şöyle demesi oldu..." diyebildiğin gibi, de diyebilirsin. Soru: Durum böyle olduğuna göre, daha niye, ayette masdar şekliyle gelmemiştir? Çünkü, ilsâk için olan bâ harf-i cerri olmaksızın, denilmesi caiz olduğu halde, denilmesi caiz değildir, tam aksine burada mutlaka bâ'nın getirilmesi gerekir. İşte bundan dolayı onlar, uyarıcının gelişinden hayrete düşmüşlerdir, (Ne dersiniz?) Cevap: Biz deriz ki: ifâdesi, her ne kadar mana bakımından masdarın yerini tutabiliyor ise de, ancak bu ifâde, şekil bakımından bir fiil ve harften meydana gelmiştir. Ta'dtye için olan harflerin tamamı ise, cer eden harflerdir. Harf-i cerler ise, fiilin başına gelmezler. Binâenaleyh, vâcib olan, fiilin başına gelmeyişleridir. En azından gelmemesi caizdir. Binâenaleyh, denilmesi caiz olduğu halde, harf-i cerrin kendisine gelmesine bir mani olmadığı için, denilmesi caiz olmaz.. Ayetteki, ifâdesi, onların taaccüblerini iyi anlatmak için getirilmiş olabileceği gibi, onların teaccüblerini boşa çıkarmak için de getirilmiş olabilir. Bunu iyice anlatmak için getirilmiş olmasına gelince, bu şundandır: Onlar, "içinizden birisine mi uyacağız?!" (Kamer, 24) ve "Siz ancak, bizler gibi bir beşersiniz.." (Yasin, 15) demişlerdir ki, bu şu demektir: "Biz gerçekten ve ayrılmaz vasıflar açısından, müşterek olmanıza rağmen, bu yüce makam nasıl size tahsis edilebilir?" Bunun, onların teaccüblerini iptal için gelmiş olmasına gelince, bu şöyledir; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlardan biri olup, onların arasında gezip dolaşan biri olarak görülüp, kendisinde, hem onların hem de onlardan sonra gelenlerin, getirmekten aciz olduğu şey (Kur'ân) zuhur edince, onlar şöyle demek mecburiyetinde kalmışlardır: "Bu, ne onun (peygamberin) ne de bizim cinsimizden olan hiçkimse katından değildir. O halde bu, Allah katındandır.." Onlara, kendi cinslerinden olmayan birisinin gelip de, onların aciz kalacakları şeyi getirmesi böyle değildi. Çünkü onlar bu durumda şöyle diyeceklerdi: Biz, bunu yapamayız!.. Çünkü, her nev'in bir özelliği vardır. Meselâ, deve kuşunun özelliği ateşi yutmaktır. Kuşların özelliği ise, havada uçmaktır. İnsanoğlu ise, buna güç yetiremez. Buna göre şayet, "Bunun, iptal anlamını ifade için getirilmiş olması mümkündür. Çünkü onların sözleri batıl idi. Ancak, batılın takriri ise nasıl caiz olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Bir sözün batıl olduğunu ortaya koyan kimseye, onu, olabilecek en ileri derecede anlatması ve bu hususta, onun aleyhine delil olabilecek her şeyi zikretmesi, sonra onu iptal etmesi gerekir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Onun sizden olması sebebiyle şaştınız" buyurmuştur ki, işte bu, gerçekte bu, o şaşmanın sebebidir. Kur'ân'ın Her Yerinde Beşîr Nezîr'den Önce Zikrediliyor, Neden? Suâl: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), beşîr ve nezirdir. Allahü teâlâ ise, hemen hemen Kur'ân'ın her yerinde, peygamberin beşîr olduğunu, nezîr oluşundan önce getirmiştir O halde, daha niye Cenâb-ı Hak, "Kendilerinden, bir müjdeci geldi diye şaştılar.," dememişlerdir" denilirse, biz deriz ki: Bu müjdenin yeri olmadığı için, onlar hakkında, sadece uyarıcı ve münzir olmuş, başka şey olmamıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kâfirler, "Bu şaşılacak bir şey!" dediler.." buyurmuştur. Zemahşerî şöyle demiştir: "Bu, başka bir şeyden dolayı duyulan diğer bir teaccübtür. Bu başka şey de, Cenâb-ı Hakk'ın kendisine, "Öldüğünüz ve toprak oluğunuz vakit mi?.. Bu, akıldan uzak bir dönüş anlayışıdır.,"(Kaf, 3) ifadesiyle işaret ettiği haşr'dır. Böylece onlar, peygamberin, haşrin olabileceği hususunda bir uyarıcı olmasına şaşmışlardır. Bunun delili, Sâ'd Sûresi'nin başındaki ifâdedir. Çünkü Cenâb-ı Hak orada, "O kâfirler içlerinden, tehlikeleri bildiren (bir peygamber) geldiğine şaştılar... "O, bütün tanrıları bir tek tanrı mı yapmış? Bu, cidden acâib birşey!" dediler"(Sâ'd, 4-5) buyurmuş ve onların iki şeyden ötürü teaccüb ettiklerini belirtmiştir. Görünen odur ki onların, "Bu şaşılacak birşey"(Kaf, 2) ifadeleri, hasra (Kıyamete) değil, o inzâr edici peygamberin gelişine şaştıklarını gösteren bir ifadedir. Bunun delili şunlardır: 1) Orada, Hak teâlâ, istifham-ı inkârî'den sonra, "Bu cidden acâib bir şey!" (Sa'd. 5) sözlerini nakletmiş ve "O bütün tanrıları bir tek tanrı mı yapmış! Bu cidden acâib bir şey.." dediler" buyurmuştur. Burada ise, "Bu şaşılacak bir şey" buyurmuştur. Dolayısıyla da, "Bu" zamiriyle işaret edilen şey, sadece inzâr edici bir peygamberin gelişidir. Daha sonra onlar, "Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi, (tekrar dirileceğiz)? Bu, uzak bir dönüştür" (Kaf, 3) demişlerdir. 2) Burada, bu istifham ile uzak görmeyi müteakib ve teaccüb manasını ifade eden bir husus yer almıştır. Bu da onların, "Bu, uzak bir dönüştür" demeleridir. Çünkü bu, akıldan uzak görme ifadesidir, tıpkı bir teaccüb gibidir. Binâenaleyh eğer bir önceki ayetteki teaccüb de haşr ile ilgili olsaydı, bu bir tekrar gibi olurdu. Buna göre eğer, "Esasen apaçık bir tekrar, "Bu, şaşılacak bir şey" ifadesini, o inzar edici peygamberin gelişi ile ilgili kılman durumunda olur. Çünkü onların buna teaccüb ettikleri, ayetteki, "(Bir peygamber) geldiğine şaştılar" ifadesinden anlaşılmaktadır. O halde, "Bu, şaşılacak bir şey!" ifadesi bir tekrar olmuş olur?" denilirse, biz deriz ki: Bu bir tekrar değil, aksine bir takrir (önceki ifâdeyi anlatan birşey)dir. Çünkü Hak teâlâ, fiil sîgası ile, "Hayrete düştüler" buyurup, "Allah'ın işine mi şaşıyorsunuz?" (Hûd, 73) ayetinde de ifade edildiği gibi, insanın da şaşılmayacak şeylere şaşması mümkün olup, örfen de, "Acâib olmayan şeylere şaşmanın manası yok" denilince, buna rağmen onlar buna şaşınca, onlara "Sizin bu hareketinizin ve şaşmanızın manası yok" denildiğinde, onlar, "Bu acâib bir iş, nasıl şaşmayalım" demişlerdir ki, bunun böyle oluşunun delili, Hak teâlâ'nın bu ayette, fâ-i takibiyye ile, "Kâfirler de dediler ki.." buyurmuş; Sâ'd Sûresi'nde ise, vâv ile, "O kâfirler, "Bu bir büyücü, bir yalancıdır dediler" buyurmuştur. Çünkü onların bu sözleri, önceki ifadeye dayanmayan, işi sarpa sardırma türünden birşey olmuştur. Buradaki, "Bu, şaşılacak bir şey" ifadesi ise, önceki ifadeye sıkı sıkıya bağlı bir husustur ve "Onlar şaştılar, onun inzâr edici olmasını yadırgadılar ve "Bu, şaşılacak birşey, buna nasıl şaşmayalım?" dediler" manasına gelir. Bunun böyle oluşunun delili, ayetteki uzağa işaret eden, işaretiyle, "Bu, akıldan uzak bir dönüştür" denilmiş olmasıdır. Halbuki "Bu, şaşılacak bir şey" ifadesindeki "bu" kelimesi, yakına ve orada mevcut olana işarettir. Dolayısıyla, ile işaret edilen şeyin, ile işaret edilenden başka olması gerekir ki bu da ancak yaptığımız izaha uygun düşer. Mezardan Diriliş 3"Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz zaman mı (tekrar dirileceğiz)? Bu, akıldan uzak bir dönüştür..". Çünkü onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber oluşuna şaştıklarını ortaya koydukları gibi, söyledikleri şeyleri de akıldan uzak gördüklerini ortaya koymulardır Bu tıpkı Hak teâlâ'nın onlardan naklen, "Dediler ki: "Bu, atalarımızın tapmak'u devam ettikleri (putlardan) sizi mütemadiyen vazgeçirmek isteyen bir adamdan başkası değildir. Bu (Kur'ân), düzülüp uydurulmuş bir iftiradan başkası değildir" (Sebe, 43) diye haber vermesi gibidir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Ayetteki, "Öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı (tekrar dirileceğiz)?" ifadesi "inzar edici (bir elçi) gelişine..." ayetinin delâlet ettiği şeyi, onların bizzat dilleri ile yahut halleriyle İnkâr ettiklerini gösterir. Çünkü inzâr, ancak devamlı bir azab ve elîm bir ceza hususunda yapılınca, bunda haşre (dirilişe) bir işaret var demektir. İşte bu sebeple, onlar böyle demişlerdir. İkinci Mesele Bu (......) o peygamberin yaptığı inzâra bir işarettir. "Bu. şaşılacak bir şey!" ifadesi de, daha önce de söylediğimiz gibi, onun gelişine bir işarettir. Binâenaleyh sıfatlar farklı farklı olunca, diyoruz ki, gelen de, getirilen de mevcuttur, ortadadır. Fakat getirilen bu inzâr mevcut ise de, inzâr edilen o şey mevcut olmayınca, onlar buna "O" ism-i işaretiyle işaret etmişlerdir, (......) kelimesi, fiilinin masdarıdır ve bu fiü müteaddî olduğu zaman, masdarı böyle getir. Rücû' da yine bu fiilin masdarıdır, ama fiil "lâzım" olduğunda masdarı böyle gelir, (rüc'â) masdarı da, bu fiilin "lâzım' halinin masdarıdır. Rec' kelimesinin de bunun "lazım" masdarı olması mümkündür. Binâenaleyh ayetteki bu ifadeyle, manası kastedilmiş olabilir. Yine bununla, müteaddîolan "rec' " manası kastedilmiş olabilir. Birincisinin delili, (Alak, 8) ayetidir. İkincisinin delili de, (Nâziât, 10) ayetidir. Buradaki, "merdûd, mercû' " (döndürülmüş) manasınadır. Çünkü bu, müteaddîolan "rec' " masdanndandır. Binâenaleyh eğer bunun müteaddî olandan olduğunu söylersek, onlar bu işin, aslında güç yetirilebilecek birşey olmasını kabul etmemiş olurlar. Titiz Bir Kayıt 4Âyetin tefsiri için bak:5 5"Yerin, onlardan neleri yiyip eksilttiğini bildik. Katımızda (herşeyi) hıfz ve tesbit eden bir kitab vardır. Hayır, onlar, kendilerine hak gelince, onu yalanladılar. Şimdi onlar şaşkın bir haldedirler” Ayetin bu ifadeleri, öldükten sonra dirilişin ve Allah'ın buna kadir oluşunun deliline bir işarettir. Bu böyledir. Çünkü bu, "Allahü teâlâ, ölülerden herbirinin bütün parçalarını bilendir. Dolayısıyla onlardan birinin parçasını diğerine karıştırmaz. O, bunları bir araya getirip, terkib etmeye de kadirdir. Öyle ise O'nun insanları diriltmesi akıldan uzak görülemez" demek olup, tıpkı "O, (Allah) (herşeyi) yaratan, hakkıyla bilendir" (Yasin. 81) ayeti gibidir. Çünkü Allah, yeniden yaratma işinde, ilmin bir etkisi olduğunu belirtmiştir. O halde ayetteki, "Yerin, onlardan neleri yiyip eksilttiğini bildik" ifadesi, "O ölülerin parçalarının, toprağın altında darmadağınık olması sebebiyle, bunlar bize gizli kalmaz'" manasınadır. Bu da, müşriklerin, "Biz, yerde (çürüyüp) kaybolduğumuz zaman mı, yeni bir yaratılışa mazhar olacağız?"(Secde, 10) şeklindeki sözlerinin cevabıdır. Yani bu, Allahü teâlâ'nın, onların hem sözleriyle, hem de hal ve hareketleriyle hakkı çiğneyip, zulmen yaptıkları İşlerini bildiği gibi, onların paramparça olan cüzlerini de bildiğine bir işarettir. Mücmel ve Mufassal Bilgi Şöyle de denebilir: Ayetteki, "Katımızda, (herşeyi) hıfz ve tesbit eden bir kitap vardır" ifadesi, Allahü teâlâ'nın herşeyi en ince teferruatına kadar bildiğini göstermektedir. Çünkü ilim, icmâlî (genel) ve tafsilî (detaylı) olmak üzere ikiye ayrılır. İcmalî ilim, meselâ bir kimsenin, bir kitabı ezberlemesi, onu anlaması ve o kitapta bulunan bir mesele kendisinden sorulduğunda cevap verebilmesi ve bu soruyu bilebilmesi gibi olur. Ama bu, o kimsenin, o kitabı harf harf gözünün önüne getirmesi ve o anda bölüm bölüm aklından geçirmesi şeklinde olmaz. Ancak ne var ki, zihnine müracaat ettiğinde, o hususta bir fikir yenilemeye ve keskin bir bakışa ihtiyaç hissetmez. Tafsili ilim ise, kitapta olan şeyleri iyico açma ve o meseleleri teferruatlıca ortaya koyma gibidir ki bu, bir insan için, ancak bir veya birkaç meselede söz konusu olabilir. Ama kitabın bütün konuları açısından, böyle tafsilatlı bilgi, insan için söz konusu değildir. O halde, "Katımızda (herşeyi) hıfz ve tesbit eden bir kitab vardır" cümlesi, "ilim o kitabta olduğu şekilde, Benim katımdadır. Ben, herşeyi cüz cüz, inceden inceye bilirim" demektir. Hafız Kelimesi Bu ayetteki "hafız" kelimesinin, mahfuz (korunmuş) manasında olması da mümkündür. Buna göre mana, "O kitab, değişmeden ve değiştirilmekten korunmuştur, uzaktır" demek olur. Bu kelimenin, "hafız" (koruyan) manasına olması da mümkündür. Bu durumda, "Katımızda, onların bütün cüzlerini, işlerini, hiçbiri unutulmayacak şekilde hepsini koruyan, içine alan bir kitab vardır" demek olur. Bu ikinci ihtimal, şu iki sebepten ötürü daha doğrudur: a) Hafız manasında "hafîz", Kur'ân'da geçmektedir. Nitekim ayette, "Ben onlar üzerine bir hafîz (koruyucu, gözetleyici) değilim" (Hûd, 86) varid olmuştur. Yine "Allah, hafızdır ve alimdir" (Şûra, 6) buyurmuştur. b) Çünkü "kitap" sözü, daha önce de bahsettiğimiz gibi, teşbih için getirilmiş bir ifadedir. Dolayısıyla kitap, (mecazî manada) içinde yazılı olan herşeyi adetâ korur. Yoksa Allah, ezberlemekten (korumaktan) müstağnidir. Ayetteki, "Hayır, onlar, kendilerine hak gelince onu yalanladılar" cümlesi de, onlara bir reddiyedir. Buna göre, (hayır) edatıyla, vazgeçilen (idrâb yapılan) şey nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Bu ifadenin takdiri, "O inzarcı yalan söylemedi, aksine onlar onu yalanladılar" şeklindedir ve "Allahü teâlâ onların,"Su, şaşılacak bir şey!" dediklerini nakledince, bu, onların "O inzârcı elçi yalan söylüyor" demeleri manasına gelmiştir. İşte bunun üzerine Hak teâlâ, "O inzarcı yalan söylemedi, aksine onlar onu yalanladılar" buyurmuştur. İmdi eğer "Hakk" nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğuna dâir olan burhanlar (aklî deliller)dir. b) İndirilen Furkan (Kur'ân)'dır. Bu izah, birincisine yakındır. Çünkü bu da bir burhandır. c) Bu, kesin mucizelerle sabit olan nübüvvettir. Çünkü böylesine sabit olan nübüvvet haktır. d) Bu, mutlaka olacak olan "haşr"dır. Çünkü haşr da haktır. (......) deki Harf-i Cer Eğer, "Bize daki bâ harfinin ne manaya olduğunu, buna ne ihtiyaç olduğunu açıkla. Yani tekzîb (yalanlama) fiili, zaten müteaddidir. Binâenaleyh bu bâ harfi, fiile ikinci bir mef'ûlü aldarmak için midir, yoksa "Yakında göreceksin, onlar da görecekler, delilik hanginizde imiş?" (Nûn, 5-6) ayetinde olduğu gibi, zaide midir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta, hem bir bahis, hem de bir inceleme söz konusudur: Burada bu bâ, müteaddiliği sağlamak için getirilmiştir. Çünkü "tekzîb" (yalanlama), yalana nisbet etme demektir. Fakat bu nisbet, bazan sözü söyleyen hakkında, bazan da söz hakkında olur. Nitekim, "Ben doğru olduğum halde, falanca beni tekzîb etti" dediğin gibi, "Falanca, falancanın sözünü tekzîb etti" de diyebilirsin. Yine Arapça'da, "O, onu yalancı saydı" manasında, "Onu tekzîb etti" denilir. Yine sen, "Ben falancaya, "Zeyd, yarın gelecek" dedim de, "Hem beni hem de sözümü tekzîb etmek için, Zeyd kasten gecikti" dersin. O halde söz söyleyene nisbet edilen tekzîb işi, hem bâ harfi ile, hem de "bâ"sız kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, hem (Şuara, 141),. hem de (Kamer, 23) buyurmuştur. Söze nisbet edilen tekzîb de böyledir. Fakat sözü söyleyen hakkında kullanılan tekzîb'in "bâ"sız olması, daha çok olan bir durumdur. Nitekim Hak teâlâ, (Saffât. 127) ve (Fâtır, 4) buyurmuştur. Söz hakkında kullanılan "tekzîb"in ise, bâ ile kullanılması durumu daha çoktur. Nitekim Hak teâlâ, (Kamer, 42) ve (Kâf, 5) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak,( Zümer, 32) buyurmuştur. Bunun sebebi şudur: Mef'ûl-ü mutlak, bir masdardır. Çünkü o, failden kaynaklanan şeydir. Zira, döven kimseden, ancak dövme işi sudur etmiştir. Fakat bu dövmenin olabilmesi için, dövülecek bir yerin-mahallin olması ve böylece de o şeyin madrûb (dövülen) ismini alması gerekir. Sonra da fiile mahal olduğu için, yapılan iş açıkça görülürse, açıkça görüldüğü için, bâ gibi bir harfe lüzum kalmaz, böylece de o harf olmaksızın, fiil müteaddi (geçişli) olur. Dövme işinin olabilmesi için, mutlaka bir mahallin (dövülecek şeyin); içme işinin olabilmesi için, mutlaka içilecek bir şeyin bulunması gerektiği bilindiği için, "Amr'ı dövdüm" ve "İçki içtim" denilir. Ama müteaddîlik manası aslında kendinde bulunmayan fiilde, müteaddîlik manası olsun diye, meselâ "uğradım" dediğinde, işte bu harfe ihtiyaç hissedilir. Çünkü "Bulutlar uğradı (gitti)" sözünden bir uğrama manası anlaşılır, ama bundan; kime-neye uğradığı manası anlaşılmaz. İmdi, fiil eğer açıklık-netlik bakımından dövme ve içme fiillerinden; kapalılık (müphemlik) bakımından da, "uğrama" fiilinden aşağı olursa, harf-i cerre gerek kalmadan fiili kullanmak caizdir. Çünkü o fiil, mürurun (uğramanın) açıklığından daha fazla bir açıklık (netlik) arzetmiş; ama onun zuhuru, "dövme" işinin zuhurundan daha aşağı ve zayıf olduğu için, harf-i cerle kullanılır. İşte bundan ötürü, dövme işinin aleti kılmak müstesna, diyemezsin. Ama, "onu kamçı ve benzeri birşeyle dördüğünde, bunlarda, bâ harfini ziyâde olmaksızın kullanırsın. Dolayısıyla da bir müştereklik arzetmediği müddetçe "ona uğradılar" denilemez. Ama, "ona dokundum" dediğin gibi, de diyebilirsin. Çünkü mesh (dokunma), eli, birşeyin üzerinde gezdirmek demektir. Bu yönüyle fiil, tıpkı mürur (uğrama) fiili gibi olur. Şükür ise, güzel bir fiildir. Fakat bu, ancak İhsanda bulunana yapılır. O halde, şükürde aslolan, güzel bir fiil olmasıdır. Şükrün başkasına yapılması ise tıpkı, bir alış-veriş gibidir. Ama dövme işi böyle değildir. Çünkü vurma, bir cismi başka bir cisme sertçe dokundurma demektir. O halde dövülen şey, tâ baştan dövmenin manasında vardır. Şükredilen şey ve nesne ise, ikinci derecede şükrün manasına dâhildir. Bunu iyice kavradığına göre, bilesin ki, söyleyen hakkında kullanılan "tekzîb" (yalanlama), açıktır. Çünkü söyleyen, tasdik veya tekzîb olunan şahıstır. Fakat bu fiil, söz hakkında böyle açık değildir. Binâenaleyh bu gibi yerlerde fiilin bâ ile kullanılması daha çoktur. Bu gibi yerlerde bâ harfinin getirilmesi, müteaddilik manasını sağlamak içindir. Ayetteki, "Kendilerine hak gelince" ifadesinde bahsedilen gelenin, kim ve ne olduğu hususunda şu iki izah yapılmıştır: a) Bu, "tekzib edilen o şey gelince..." manasınadır ve "Onlar, hak kendilerine geldiğinde onu yalanladılar ve onu, düşünmeye ve tefekküre bırakmadan yalanladılar" demektir. b) Geldiği söylenen şey, "Inzâr edici geldi diye hayrete düştüler" (Kaf, 2) ayetinde geldiği bahsedilen şeyin aynısıdır. Buna göre ifadenin takdiri, "Onlara o inzarcı (uyarıcı elçi) geldiğinde, hakkı yalanladılar" şeklinde olur. Birinci mana, bahsedilen hakkın geri dönüş (yani diriliş) olması durumunda uygun olmaz. Çünkü onlar, onu geldiğinde yalanlamıyorlar, aksine, "işte bu, Rahman'ın vaad ettiği şey"(Yasin, 52) diyorlar. Emr-i Merîc Ayetteki, "Şimdi onlar şaşkın bir haldedirler" cümlesine gelince, buradaki "merîc" kelimesi, "muhtelif, karışık" manasınadır. Zeccâc ve başkaları şöyle demişlerdir: "Çünkü o müşrikler, bazan "Bu (Muhammed), bir sihirbazdır", bazan "bir şâirdir" diyorlar. Bazan onun kâhin olduğunu, bazan cinnet içinde (deli) olduğunu söylüyorlardı." Doğrusu şöyle denifmesidir: Bu ilgili ayetlerde bahsedilen ihtilafı anlatan bir kelimedir. Çünkü ayetteki, "Bilakis o kâfirler ... hayrete düştüler"(Kâf, 2) ifadesi, kendisinden vazgeçilen, daha önce geçmiş birşeyin olduğuna delâlet eder ki biz, daha önce bahsedilen o şeyin, onların şek ve şüpheleri olduğunu ve bu ifadenin takdirinin, "Şerefli Kur'ân'a yemin olsun ki, sen bir inzârcısın. Onlar, senin hakkında şüpheye düştüler. Bilakis (hatta) hayrete düştüler... Hatta bu hak onlara gelince, onu yalanladılar.." şeklinde olduğunu söylemiştik. Binâenaleyh kâfirlerin bu durumu şöyle üç dereceyi (kademeyi) ortaya koyar: Birincisi şek ve şüphe etmektir ki, teaccüb (hayrette kalmak), bunun üzerinde yer altr. Çünkü şekkedene göre, iki durum da eşittir, olabilir. Teaccüb edene göre ise, hayret ettiği o şeyin, meydana gelmeme, doğru olmama tarafı ağır basar. Fakat o bu kademede, onun böyle olmasına kesin hüküm ve karar veremez. Yalanlama ise, teaccübden daha ileridir. Çünkü yalanlayan kimse, iddia edilen şeyin aksine kesin gözüyle bakmaktadır. Binâenaleyh onlar, önce şüphe etmiş, sonra zanna geçmiş, daha sonra da kesin karara geçmişlerdir. Dolayısıyla onlar mehc (şaşkın) bir hale düşmüşlerdir. Bunun böyle olduğunun delili, ifadesinin başındaki fâ-i ta'kîbiyyedir. Çünkü bu durumda, onlar şaşkın ve karışık bir hat üzere oluşları. Önceki şeylere dayanmış olur. Halbuki Zeccâc ve diğerlerinin verdiği manada, böyle birşey olmaz. Sual: Eğer, "Meriç, karışık manasınadır. Halbuki bu üç kademe, aklın muktezasına göre, biribirinden ayırdedilebilen ve sıralanabilen şeylerdir. Çünkü şüphe eden kimse, sonunda zan derecesine, zanneden kimse de sonunda kesinlik kararlılık derecesine ulaşıyor. Kesinliğin olduğu yerde, zan olmaz; zannın olduğu yerde de şekk kalmaz. Fakat Zeccâc ve diğerlerinin verdiği manada, ayette bahsedilen karışıklık tahakkuk etmiş olur. Çünkü o müşriklerin bu iddialarında belli bir tertibleri yoktur. Aksine onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bazan kâhin, bazan mecnûn diyorlar, daha sonra da ona delilik nisbet ettikten sonra, kâhinliği nisbet ediyorlar. Sihiri nisbetten sonra şiiri, şiiri nisbetten sonra sihiri nisbet ediyorlar. İşte esas karışıklık ve şaşkınlık budur. Dolayısıyla ayetin özüne uygun olan durum budur?" Cevap: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in emin (güvenilir-doğru) bir kişi olduğunu, aralarında yaşadığı bütün süre boyunca, yalan söylemekten uzak durduğunu bilmelerinden ötürü, onların böyle bir şüpheden, onun doğru olabileceği zannına geçmeye; onun elinde ve dilinde kesin mucizeler zuhur ettiği içinde zân derecesinden, onun doğruluğuna kesinkes hükmetmeye geçmeleri gerekirdi. Binâenaleyh onlar işte bu tertibi, tam tersine çevirince, ortada bir şaşkınlık ve karışıklık meydana gelmiş, karışıklıkla birlikte bir anlama tahakkuk etmiş. Fakat Zeccâc ve diğerlerinin ileri sürdükleri mana, "Hiç şüphesiz siz, çeşitli sözler içindesiniz (tutarsızsınız)" (Zâriyat, 8) ayetine uygun düşer. Çünkü o müşrikler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında, birbirini tutmaz sözler söylüyorlardı. Fakat "şekk", "zan" ve "kesir" "karar" gibi şeyler, farklı şeylerdir. Burada şöyle bir incelik vardır: "Merîc" lafzının, onların zan ve kesin kararları için kullanılması, o kesin kararların doğru olmayışını gösterir. Çünkü doğru olan kesin şey değişmez. Ama onlardan kaynaklanan bu kesin şeylerin ise, değişmesi kaçınılmaz. Binaenaleyh onların işleri muzdarib, birbirine girmiş ve tutarsız haldedir. Ama Allah'ın imana muvaffak kıldığı mü'min böyle değildir. Çünkü onun inancında tereddüd yoktur ve inancında ihtimaller yoktur. 6"Üstlerindeki göğe bakmadılar mı? Onu nasıl bina ettik. Onu yıldızlarla nasıl süsledik. Onun hiçbir gediği de yok". Bu ayet, onların, "Bu, akıldan uzak bir dönüş!" şeklindeki sözlerinin saçmalığını gösteren delile bir işaret olup, tıpkı, "Gökleri ve yeri yaratan (Allah) o insanlar gibisini yaratmaya kadir değil mi?" (Yasin, 81), "Göklerin ve yerin yaratılışı, insanların yaratılışından daha büyük (bir iştir)" (Mü'min. 57) ve "Görmediler mi ki, gökleri ve yeri yaratan ve bunları yaratmaktan dolayı yorulmayan Allah, ölüleri diriltmeye kadir değil midir? Elbette kadirdir" (Ahkâf, 33) ayetleri gibidir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: İstifhamın Vav İle Atfı İstifham hemzesi, bazan bir sözün başına gelir ve orada vâv bulunmaz, bazan da başında vâv bulunan bir sözün başına gelebilir. Binâenaleyh bu iki durum arasında fark var mıdır? Deriz ki, burada çok ince bir fark vardır ve şöyledir: Bir kimse, "Zeyd hâlâ evde mi? Halbuki güneş doğmuş" der ve istifham hemzesini, inkâri manada, (böyle olmamalıydı) manasında kullanır. Fakat "Zeyd henüz evde midir? Halbuki güneş doğmuştur" dediğinde, buradaki vâv ile, Zeyd'in son durumunun yanlışlığının, iki yanlış yerine geçen bir yanlışlık olduğuna, ince bir şekilde işaret etmiş olur. Buna göre o Zeyd'in evde olduğunu duyduktan sonra adetâ, "Gafil mi oldu ki halâ evdedir" demek istemiştir. Çünkü bu vâv, kendisinden sonra gelene ters düşen işin, iki kat olduğunu ifade eder. Ortada hernekadar önce gecen bir ma'tûf olmasa da, kişi bu vâv ile, o işin çok nahoş - yanlış olduğuna işaret etmiş olur. Fa İle Atfı Buna göre eğer, "Cenâb-ı Hak bir yerde, buyurmuş, şurada ise fâ ile, buyurmuştur. Bu ikisi arasındaki fark nedir?" denilirse, deriz ki: Bu ayette, o kâfirlerin, dönüşü (dirilişi) inkârları bundan önce zikredilmişti, şte bundan dolayı Hak teâlâ, onların bu inkârlarına muhalif olan durumu, ta'kibiyye edatıyla getirerek, buyurmuştur. Buna göre eğer, "Yasin Sûresi'ndeki ayette de böyle bir durum vardı, yani bu istifhamdan önce, kâfirlerin, "Bu kemikleri kim diriltecek" şeklindeki itirazları geçmişti. "Binâenaleyh orada böyle olmalı değil miydi?" denilirse, deriz ki: Orada, göklerin yaratılışıyla istidlal ediş, inkârın hemen aeşisıra olmadığı için, başka bir delil ile istidlalde bulunmuştur. Bu delil de, "Onları, ilk defa yaratan diriltecektir" (yasin, 79) ayetidir. Hak teâlâ daha sonra başka bir delil zikretmiştir. Halbuki buradaki bir delil, bir inkânn hemen peşisıra gelmektedir. Bundan dolayı Allahü teâlâ bunu fâ edatıyla getirmiştir. Hak teâlâ'nın burada, nazara (baktı) fiilini, Ahkâf Sûresi'nde ise, ra'â (gördü) Sini kullanmasında ise şöyle bir incelik vardır: Onlar, "Bu, uzak bir dönüştür" ' sözleriyle, dirilişi akıldan uzak bir ihtimal görünce, Allah'da onların bunu akıldan uzak aömıelerini, olmayacak bir görüş olarak görüp, "Göğe bakmadılar mı?" buyurmuştur. Çünkü "bakma" fiili, "görme" fiilinden aşağıdır. Binâenaleyh buradaki "bakma" adeta, dirilişin inkârına dâir bir bilginin bulunmasıyla ilgili olmuştur. Dolayısıyla uzak görme, uzak görmeye karşılık olsun diye, burada görme fiilini kullanmaya gerek olmamıştır. Orada ise, kâfirlerden böyle bir inkâr henüz sudur etmemiştir. Dolayısıyla Hak teâlâ onları, bu delile bakmadan daha tam olan "görme" işi ile iletmek istemiştir. Daha sonra Hak teâlâ bunu, "Göğe" diyerek mükemmelleştirmiş ve güzelleştirmiştir. Burada dememiştir. Çünkü birşeyin içine takmak, düşünmeyi ve İyice bakmayı ifade eder. Birşeye doğru bakma da nunu ifade eder. Çünkü "ilâ" harf-i cerh, mesafenin sonunu bildirir. Dolayısıyla bu Mana işi, zarfın (bakılan şeyin) adetâ içine girme noktasına kadar varır. Bakış, orada nihayetlenince, "zarfiyyet" manasının tahakkuk edebilmesi için, onun içine girmesi de gerekir. Ayetteki, "üstlerindeki" ifadesi, bir başka te'kid olup, mana, "O açıktır, anarın üstündedir. Onlara saklı değildir" şeklindedir. Haşr İle İnsanın Hilkatinin İlişkisi Ayetteki, "Onu nasıl bina ettik. Onu yıldızlarla nasıl süsledik. Onun hiçbir gediği yok" ifadesi bu delâletin şekline ve bu dirilişin, haydi haydi olabileceğine bir Bunun, bu hususa nasıl delâlet ettiği konusuna gelince, bu şöyledir: İnsanın bir temeli vardır. Bunlar, tıpkı binanın direkleri ve sütunları mesabesinde olan, iskelettir. Yine insanın, duyma görme gibi, kuvvetleri ve nurları vardır. Binâenaleyh göklerin yapısı, insanın yapısından daha yüksektir. Göklerin süsü de, insanın etle-yağla süslü (güzel) bir hale getirilmesinden daha mükemmeldir. Bu işin, dirilişin haydi haydi olabileceğine işaret oluşu şöyledir: Göğün hiçbir gediği deliği yoktur. Binâenaleyh onun yapılması daha zordur. Ama insanın gözenekleri ve delikleri vardır. Çok güzel te'lif edilmiş yapılmış bir şeyin, tıpkı sımsıkı dokunmuş bir kumaş gibi; daha zayıf olarak te'lif edilmiş birşeyin de, tıpkı seyrek-gevşek bir dokunma gibi olduğunda şüphe yoktur. Birincisi insanlarca, daha zor ve daha enteresan görülür. Binâenaleyh o kâfirler, en iyisinin Allah'dan sudur ettiğini bile bile, Allah'ın ondan daha kolay ve basiti yapabilmesini akıldan uzak görüyorlar. Felsefeciler, bu ayetin, göğün yarılamayacağına ve delinemeyeceğine delâlet ettiğini söylemişlerdir. Onlar, "O gökte bir çatlak görebiliyor musun?" (Mülk, 3) ve "Yedi sapasağlam gök" (Nebe, 12) ayetleri hakkında da bunu söylemişler ve bu hususta zorlanmışlardır. Çünkü ayetteki, "Onun hiçbir gediği de yok" ifadesi, bu hususta sarih (açık) bir ifadedir. Zira birşeyin hiç olmadığını haber vermek, onun imkânsızlığını ifade etmez. Çünkü, "Falancanın hiçbir sözü yok" denilmesi halinde, bu cümle, o falancanın söz söylemesinin imkânsız olduğunu göstermez. Hem sonra Allahü teâlâ, "Gök yüzü yarıldığı zaman..." (Mürselat, 9) ve "Gök parçalandığı zaman..." (İnfitar, 1) ayetleriyle felsefecilerin görüşlerinin aksini beyan etmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, "Yedi sapasağlam gök" (Nebe, 12) tabirinin mukabilinde, "Gök de yarılmış ve artık o gün za'fa düşmüştür" (Hakka, 16) buyurmuştur. Yine, "Gök yarılıp, kırmızı sahtiyan gibi bir gül olduğu zaman..." (Rahman, 37) buyurmuştur. Bütün bunlar, felsefecilerin görüşlerini reddeden açık ifadelerdir. Onların ileri sürdükleri nakli deliller ise, delâlet bakımından açık değildir, hatta bu hususa gizli bîr delaletleri bile yoktur. Onların aklî delilleri, tutundukları naklî delillerden daha zayıf ve tutarsızdır. Yeryüzünün Süslenmesi 7Âyetin tefsiri için bak:8 8"Yere de (bakmadılar mı?), onu nasıl döşedik. Ona (nasıl) sabit dağlar koyduk. Onda her sınıftan, ferahlık veren çiftler bitirdik. (Bütün bunları), taatımıza dönen her bir kulun kalb gözünü açmak ve ona ibret vermek için yaptık". Bu ayetler de, bir diğer delile işarettir ve şöyledir: Yerin delil oluşu hususunda onlar şöyle demişlerdir: İnsan ölüp de, gıda kuvvetleri ile büyütücü özellikler onu terkettiğinde, artık ona bir daha dönmezler. Biz de diyoruz ki: Yer, daha cansız, daha donuk ve daha sönüktür. Ama Allahü teâlâ onda çeşitli bitkileri bitirmiş ve bu bitkiler orada büyüyüp gelişmişlerdir. İşte aynen bunun gibi, ölen insana da o hayata bir gün dönecektir. Allahü teâlâ gökler hakkında üç şey zikrettiği gibi, yer hakkında da uç şey zikretmiştir. Yer hakkında bahsettiği üç şey şunlardır, yeri yayıp döşeme, ona sabit dağlar çakma ve onda bitkiler bitirme... Gök için de şu üç şeyden bahsetmiştir: Göğün yapılması, süslenmesi ve gediksiz hale getirilmesi... Yer için zikredilenden herbiri, gök için zikredilenlerden herbirinin mukabilindedir. Binâenaleyh yer için zikredilen yayıp döşeme, gök için zikredilen "yapılma" (bina)nın mukabilidir. Çünkü medd", koymak (yerleştirmek), bina ise, kaldırmak dikmek demektir. Dağlar, yerde sabittir. Yıldızlar da gökte yer almış ve göğü süslemişlerdir. Yeryüzününde bitkileri bitirme, yeri yarmak manasına gelir. Nitekim Hak teâlâ, bunu "Biz, o suyu bol bol döktük. Sonra toprağı iyiden iyi yardık" (Abese, 25-26) buyurarak beyan etmiştir ki, gökleri gediksiz-deliksiz yaratmanın aksine bir durumdur. Bunları iyice kavradığına göre, diyoruz ki: İnsanda da, uzatılmış, dikilmiş, burun-kulak gibi sabit, gözbebeği dil gibi hareketli, kafatası gibi deliksiz, kılların altında serinin altında bulunan deri gibi dokunmuş örtüler ve burun delikleri, gözenekler, ağız ve sâire gibi yarılmış-delinmiş şeyler vardır. Binâenaleyh bu yerde ve sapasağlam birbirine zıd şeyleri yaratmaya kadir olan zat, bu bedenlerde benzerlerini adatmaktan âciz değildir. "Revâsiye"nin ne demek olduğunu, Lokman Sûresi'nde anlatmıştık. "Behîc" güzel demektir. Tabsıre ve Tezkire Ayetteki "(Bütün bunları), taatımıza dönen her bir kulun kalb gözünü açmak ve ona ibret vermek için yaptık" ifadesine gelince, buradaki "tabsire" ve "zikra"nın, daha önce geçen iki şeyle, yani gök ve yer ile ilgili anaları muhtemeldir. Buna göre, Hak teâlâ, göğü bir tabsira (kalb gözünü açan )eşi, yeri de bir zikrâ (ibret verici şey) olarak yaratmıştır. Bunun böyle oluşunun delili :Göklerin süsü, hep sürüp gitmektedir. Her yıl yeniden süslenmemektedir. O halde gök, zamanın geçmesine rağmen, hep aynı görünen bir şey gibidir. Yere gelince, o, her sene süsünü yeniden takınmaktadır. O halde göklerden bahsetme bir tebsira, yerden bahsetme de bir tezkira (zikrâ) (ibret-hatırlatma) olmuştur. Bu iki şeyden herbirinin, yer ile gökten herbirinde mevcut birer durum olmaları da murtemeldir: Binâenaleyh gök bir "tabsira" olduğu gibi, yer de bir "tabsira"dır. Keza yer bir "tezkire" olduğu gibi, gök de bir "tezkire"dir. Tabsira ile tezkira (zikrâ) anandaki fark şudur: Orada devamedegelen ve gözlerin önüne dikiliveren ayetler aouğu gibi.unutulduğunda, kendisini hatırlatan ve yenilenen ayetler de vardır. Ayetteki, "taatımıza dönen her bir kul için" ifadesi, "tefekkür etme hatırlama ve delillere bakıp düşünme ile ilgili bir ifadedir. 9Âyetin tefsiri için bak:12 10Âyetin tefsiri için bak:12 11Âyetin tefsiri için bak:12 12"Gökden de bereketli su indirdik ve onunla bahçeler, biçilecek taneler bitirdik ve tomurcukları birbiri üstüne binmiş, uzun boylu hurma ağaçlan (yetiştirdik). (Bunlar), kullarına rızık olmak için(dirler). Biz o (yağmurla), ölü bir memlekete can verdik, işte (kabirden) çıkış da böyledir". Bu ayetler de, gök ile yer arasında bulunan, diğer bir delile işarettir. Böylece yapılan istidlal, hem gök, hem yer, hem de bu ikisi arasındakilerle olmuş olur. Bu istidlal de, yağmurun gökten indirilip, bitkilerin yerden bitirilimesi meselesidir. Bu ayetlerle ilgili bir kaç mesele var: Birinci Mesele Bu İstidlal, biraz önce geçen, "Onda her sınıftan, güzel çiftler bitirdik" (Kâf, 8) ile yapılmıştı. Binâenaleyh aynı istidlalin, "Onunla bahçeler, biçilecek taneler bitirdik" ifadesiyle tekrar yapılmasının hikmeti nedir? Deriz ki: "bitirdik" fiili, bitkilerin bizzat kendileriyle istidlal etmeyi gösteren bir ifadedir ki, "Bitkiler, ağaçlar, büyür-gelişir" demektir. İşte aynen bunun gibi, ölümünden sonra, Cenâb-ı Hakk'ın, gökten indirdiği su vasıtasıyla, büyüme ve gelişme kuvvetini bitkilere yeniden döndürdüğü gibi, insana da büyüyüp-gelişme kuvvetini yeniden döndürmesiyte, insanın bedeni de, büyür-gelişir. Ayetteki, "biçilecek taneler" ifadesinde takdiri şeklinde olan bir hazîf vardır. Buradaki "hâsîd" kelimesi, "mahsûd" (biçilecek) manasınadır. Yani, "Biz, meyveleri koparılıp toplanan, ama aslı (ağacı) kalan ve yılda yahut iki yılda bir hasad edilip biçilen ekinler yarattık" demektir. Biz, hasad edilen taneleri (tahılları) bitiriyoruz" takdirinde de olabilir. Fakat birincisi daha tercihe şayandır. Ayetteki, "Uzun boylu hurma ağaçlan..." ifadesi, iki cinsin birbirine karışmasına bir işarettir. Çünkü bahçelerde, meyvesi toplanan ve yeniden ekilmeksizin her sene meyve veren ağaçlar vardır. Fakat hurma ağacı, tozlaştırılır (çiçekleri dölleme) yapılır. Eğer bu tozlaşma olmazsa meyve vermez. O halde bu bağ bahçe, hem ekilip-biçilen tarla, hem de ağaçların bulunduğu bahçe cinsinden karışık birşeydir. Binâenaleyh Allahü teâlâ, her sene hasadı yapılan ve ekilip biçilen şeyler ve hersene ekilip biçilemeyen ama aslı (ağaçları) sürüp gittiği için meyve veren şeyler yarattığı gibi, meyveleri açısından iki ayrı cins olan şeyler de yaratmıştır. Çünkü meyvelerin bir kısmı "fakihe" (sırf meyve)dir ve kendisinde azık olma özelliği yoktur. Ekilip-biçilen şeylerin pek çoğu ise azıktır. Meyvelerden de, hem meyve hem azık özelliğinde olanlar vardır. Allahü teâlâ ayrıca uzun hurma ağaçları da yaratmıştır. Ayetteki,"Uzun boylu" ifâdesi, Allah'ın mükemmel kudret ve ihtiyar (irâde) sahibi olduğunu te'kid eder. Çünkü ekilip-biçilen şeyler hakkında eğer, "Bunun ürününün toplanabilmesi, güçsüzlüğünden ve ağacın (bitkisinin) küçüklüğünden (enginliğinden) dolayıdır. Aynen bunun gibi, her sene bunları yenilemeye de ihtiyaç duyulur. Halbuki bahçelerdeki ağaçlar, büyük ve iri oldukları için, ayakta kalırlar ve her yıl meyve verirler" denilirse, buna şöyle cevap verilir: "Uzun hurma ağaçları, zayıf-güçsüz üzüm bağlarından daha kalın ve daha kuvvetli değiller mi? Ama buna rağmen, onlar her yıl birisinin tozlaştırma işini yapmasına muhtaç oldukları halde, üzüm bağları buna muhtaç değildir. Binâenaleyh Allahü teâlâ, ağaçların büyüklüğünden, küçüklüğünden, uzunluğundan, kısalığından ötürü değil de, herseye özelliğini veren zattır. Ayetteki, "Tomurcuklan birbiri üstüne binmiş..." ifadesi, "tıpkı ekinin başağında olduğu gibi, bunların tomurcuklarının kapçıkları da Üst üste dizilmişlerdir" manasınadır. Bu enteresan bir durumdur. Çünkü uzun uzun ağaçların meyveleri ortadadır, açıktadır, ayrı ayrıdır, ceviz, badem ve sâirede olduğu gibi, herbir meyvenin çıktığı bir asıl (dal) vardır. Halbuki, tıpkı bir başakta olduğu gibi, hurma kapçıkları da tek bir asıl (dal) üzerindedirler. Kullara Rızık Daha sonra Hak teâlâ, "Kullarına rızık olmak için" buyurmuştur. Bu hususta, şu iki izah yapılabilir: a) "Rızk" kelimesi, mef'ûl-ü mutlak olarak mansubtur. Çünkü "bitirme", "rızık verme" fiilinin manasındadır. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Kullar için, bitirdikçe bitirdik..." demiştir. b) Bu kelime, mef'ûl-ü leh olarak mansubtur. Buna göre sanki, "Biz onları, kullara rızık olsun için bitirdik" demektedir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var: Birinci Mesele Hak teâlâ, göklerin ve yerin yaratılmasından bahsederken, "tabsira" ve "zikrâ" olarak buyurmuş, aslında bunlar da bir tabsira (delil-hüccet) olduğu halde ve gökte ve yerde tabsira ve tezkire (hatırtatıcı şeyler) olmanın dışında başka faydalar da olduğu halde, meyvelerden bahsederlerken, "Bir rızık olarak" (rızkan) buyurmuştur. Şu halde bu iki ifadede değişik kelimeleri tercih edişindeki hikmet nedir? Deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) İstidlal şu iki şeyden, yani iade (yeniden diriltmeden ve yeniden diriltmeden sonra "bekâ"dan ötürü yapılmıştır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), müşriklere, ondan sonra devamlı mükâfaatın veya devamlı cezanın olacağı bir hasrın ve toplanışın olacağını haber vermiştir. Ama onlar bunu inkâr etmişlerdir. Burada iadenin (dirilişin) isbâtı şöyledir: Gökleri ve yeri yaratmaya kadir olan Allah, yok olmalarından sonra bütün mahlûkatı yaratmaya da kadirdir." İkincisine, yani "beka" İçin yapılan istidlal ise şöyledir: Dünyada beka (hayatı sürdürme), azıklarla olur. Gövdeli ve gövdesiz onları orada ebedî kılmaya da kadirdir. Binâenaleyh mahlukat için, bunlardan birincisi bir tabsire ve tezkire olmuştur, ikincisi de hayatın, rızık ile sürüp gideceği hususunda bir tezkira (hatırlatma) olmuştur. Bu ikisi arasındaki farkın böyle olduğunun delili, ilk iki ayetten sonra getirilen, "tabsira" ve "zikrâ" kelimeleridir. Daha sonra da, sudan, suyun indirilişinden, böylece de bitkinin bitirilişinden bahsedilmesidir. 2) Meyvelerin faydası açıktır ki bu da rızık olmasıdır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, meyvelerin faydasını, "rızkan" diye ifade etmiştir. Apaçık olan gök yüzünün faydası ise, onların zihinlerinden uzak olduğu için, kulların faydası ile ilgili olmamıştır. Öyle ki eğer kullar, ekin ve meyvenin hiç olmadığını, bir an için düşünecek olsalar, helak olacaklarını düşünürler. Ama durumun, tersine olmasının daha uygun oluşuna rağmen, eğer onlar üstlerindeki göğün yok olduğunu farzetseler, "Bunun bize zararı olmaz" diyebilirler. Tersinin daha evlâ olduğunu söylemiştik: Çünkü gök, Allah'ın takdiriyle rızıkların sebebidir. Orada, başka faydalar da vardır. Halbuki meyveler olmasa bile, hayat sürüp gider. Bu tıpkı, meselâ, Allahü teâlâ'nın bir topluma, bıldırcın eti ile kudret helvası indirmesi, yine bir başka guruba da gökten o (meşhur) sofrayı indirmesi gibidir. Binâenaleyh bu demektir ki Allah burada, insanlar için her halükârda görülebilecek durumu zikretmiştir. 3) Ayetteki "rızk" kelimesi, kâfirlerin yalanlamaların, çirkinlik bakımından doruk noktada olduğunu belirtmek için, Kendisinin mün'im (rezzâk) olduğuna bir işarettir. Çünkü bu, mün'imi yalanlamanın, mümkün olan en ileri derecede çirkin birşey olduğuna işarettir. İkinci Mesele Allahü teâlâ önceki ayette, "Taatımıza dönen her bir kulun kaîp gözünü açmak, (tabsiratan) ve ona ibret vermek (zikra) için" buyurmuş ve kulu, "munîb" (taata dönen) olarak nitelemiş, göğün yaratılışını böyle muhlis kulları için bir tabsira (hüccet) saymış ve mutlak manada bütün kullar için bir rızık" buyurmuştur. Çünkü rızık, herkes için söz konusudur. Fakat ancak munîb olan kullar, o nimet vereni hatırlayıp, O'na şükrederek yer-içerler, diğerleri ise, tıpkı hayvanların yediği gibi yer-içerler. İşte bu sebeple, Cenâb-ı Allah, rızkın, genel olarak bütün kullar için olduğunu belirtir. Üçüncü Mesele Allahü teâlâ tıpkı gök yer hususunda, herbiriyle ilgili olarak üç şeyden bahsettiği gibi, bu ayette de, bahçelerin, tanelerin (tahılların) ve hurmaların bitirilmesi gibi üç şeyden bahsetmiştir. O üç şeyin, ilk iki ayet için, uygun düştükleri anlaşılmıştı. Binâenaleyh bu ayette bahsedilen bu üç şey de, böyle midir? Diyoruz ki: Biz, bu üç şeyin, üç cinse işaret olduğunu anlatmıştık. Bu üç cins de, a) Gövdesi (ağacı) senelerce ayakta kalıp, meyve için herhangi bir işçinin işine muhtaç olmayanlar, b) Gövdesi (sapı) ayakta kalamayıp, her yıl, yeniden ekilen, işçinin işine muhtaç olanlar, c) Her yıl özelliği de (kısmen) kendisinde toplayanlar... Tıpkı yeryüzünün özellikleri, üç şeye, yani başlangıçta yayılıp döşenmeye; ikinci safhada, sıra dağlarla ve en ileri safhada da. bitkiler bitirmeye ve süslenip donanmaya münhasır olduğu gibi, meyve ve ekinlerden hiç birisi, biraz önce bahsettiğimiz o üç cinsin dışında kalmazlar. Ölü Yerin Diriltilmesi Cenâb-ı Hak daha sonra, "Onunla bitirdik" ifadesine atfederek, "Biz o (yağmurla), ölü bir memlekete can verdik" buyurmuştur ki bu hususla ilgili şöyle iki bahis vardır: Birinci Bahis: Biz, ekini bitirme ve suyu indirme ile istidlâlda bulunulduğunu söylersek, bu, rızk ile bekâ'nın mümkün olduğunu belirtmek için yapılmış olur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz o (yağmurla) ... can verdik" beyanı bekâ'nın delili olduğu gibi, öldükten sonra yeniden dirilmenin de bir delili olduğuna bir işaret olmuş olur. Ki, bunun da böyle oluşunun delili, ayetteki, "İşte (kabirden) çıkış da böyledir" cümlesidir. İmdi, eğer: "Gökten su indirme (yağmur yağdırma), bekanın ve hayatiyetin beyânı içindir; üstelik Allahü teâlâ bundan sonra hem, "Biz o (yağmurla) ölü bir memlekete zan verdik" hem de, "İşte (kabirden) çıkış da böyledir" demiştir. Böylece, beka hususunda yapılan istidlal, "diriltme"ye dair yapılan istidlalden önce olmuş olur. Halbuki, hayat vermek, hayatiyeti devam ettirmekten önce gelir. Dolayısıyla, o halde senin "istidlal" sözün daha nasıl olur? Bu sebepte, ilk önce Cenâb-ı Hakk'ın, ölüleri diriltici olduğunu, daha sonra onların hayatlarını devam ettiren olduğunu beyan etmek gerekir..." denilirse, biz deriz ki: İhya (diriltme) delilinin zikredilmesinden sonra gökler ve yer ile, öldükten sonra : diriltme hususunda istidlal etmek yeterli olunca, Cenâb-ı Hak, hayatiyetin devamı delilini zikretmiş, sonra bir istidrâkte bulunarak, "ibkâya dair olan bu delil, nîn de delilidir. Ve bu, daha önce iki kesin delil geçtiği için, buna muhtaç aeğildir" buyurmuş, böylece de işe, bekâ'yı beyân etmekle başlayarak, "Ve onunla bahçeler bitirdik" demiş, daha sonra da ikinci kez "diriltme"yi yeniden zikrederek, Biz o (yağmurla)... can verdik" buyurmuştur. Eğer biz, suyun indirilmesi ve otun, ekinin bitirilmesi ile yapılan istidlalin, haşr'ın mümkün olduğunu beyan etmek için olmadığını söylersek, o zaman, "Biz o (yağmurla)... can verdik" ifadesinin, "onunla bitirdik. " ifadesinden başka olması gerekir. Ama, bizimdir iki görüşü söylememiz halinde ortaya çıkan şey, böyle değildir. Çünkü can vermek, her ne kadar bitirmekten ise de, bununla istidlal iki değişik başka şey için yapılınca, atıf caiz olmuştur. Nitekim sen, "Ticâret için çıktı ve ziyaret için çıktı" diyebildiğin halde, "Ticâret için ve ticâret için gitti" denilmesi caiz değildir. Bu ikincisi ancak, "gitme" "çıkma" başka olduğu zaman caiz olur. Şimdi biz diyoruz ki: Hayat verme, rızkı bitirmeden başkadır. Çünkü, gökten yağmuru yağdırma sebebiyle, yeryüzü yeşillenir ve yerden çeşitti çiçekler çıkar. Ama bunlar ne gıdadır, ne azıktırlar. Bunlar ancak, yeryüzünün bir zîneti olup, bu durum Ekini de, ağacı da içine alan genel bir durumdur. Çünkü, bu durum her yerde mevcut halde, ziraat ve meyve (ağaç) her yerde bulunmaz. İşte bu diriltme de böyledir. Buna göre şayet, "o halde bunun daha önce zikredilmesi gerekirdi. Çünkü, rünün yeşermesi, ekinlerin ve meyvelerin olgunlaşıp hasat edilmesinden önce olur. Bir de bu durum heryerde bulunabilir. Ama, ekin ve meyveler böyle değildir" denilirse, biz deriz ki: Ekinleri ve meyveleri bitirmek, daha mükemmel ve daha güzel nimet olduğu için, Allah, önce bunlardan bahsetmiştir. Tay-ı Te'nisin Kullanılması İkinci Bahis: Bu bahis, ayetteki ifâdesi ile ilgilidir. Biz diyoruz ki: Kendisiyle müennes bir kelime vasfedildiğinde, (......) kelimesinin sonuna, tâ'yı getirmek de getirmemek de caizdir. Çünkü bu kelime, (meyyit) kelimesinin şeddesiz halidir. "Meyyit" ise, "faîl" vezninde bir kelime olup, "fail" manasındadır. Binâenaleyh, burada, yani faîl kalıbının fail manasına alınması durumunda, tâ'yı zikretmek caizdir. Çünkü, mef'ûl anlamında olan faîl'de, iki tarafta eşittir. Ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki Allah, muhsinlere yakındır" (Araf, 56) ayetinde böyledir. Buna göre şaayet, "Niçin mef'ûl anlamında olan faîl'de, müzekker ile müennes müsavidir?" denilirse, biz deriz ki: Fail ile mef'ûlün arasını açmaya duyulan ihtiyaç, hem manaya hem de lafza nazaran, müzekker mef'ûl ile müennes mef'ûl arasını açmaya duyulan ihtiyaçtan daha fazladır. Bunun mana bakımından böyle olduğu açıktır, ama lafız bakımından olanının isbâtına gelince, fail ile mef'ûl arasındaki farklılık, vezindedir. Harf ise, mef'ûl ile mef'ûlün leh arasındaki muhalefetten daha ileridir. Bunun böyle olduğu iyi bilindiğine göre, şimdi biz diyoruz ki: Fail kalıbında, fâil vezni harf ile seçilemez.. Çünkü, fail kalıbı, tıpkı "yardım eden, gören" kelimelerinde olduğu gibi fail anlamına; "kırılmış" "esir edilmiş'" kelimelerinde de olduğu gibi mef'ûl anlamına gelir. Binâenaleyh, farklılık sırasında en güçlü durum ve karine hariç, bu iş harf ile seçilemez. Dolayısıyla da, ufacık bir farklılıkla bunlar birbirinden ayırt edilemez. Bu husustaki sözün özü şudur: Fail, lafzî bir mana için; mef'ûl de, hakikî bir mana için vaz edilmişlerdir. Buna göre adeta birisi, "Mef'ûl lafzını, falan mana için; faîl lafzını, mef'ûl lafzı yerinde kullanınız.." demiş de, böylece faîl, adeta mef'ûl için vaz edilmiş, mef'ûl de, mana için vaz edilmiş olur. Lafzın değişmesi, mananın değişmesine tabi olunca, bir mana mukabili olduğu için, mef'ûl değişmiş; fakat, lafız karşılığında vaz edildiği için, evvelemirde faîl kalıbı değişmemiştir.. Buna göre şayet, "Buradaki ifâde ile, "Ölü arz da onlar için bir ayettir" (Yasin, 33) ayeti arasında ne fark vardır ki, Allah Yasin Sûresi'nde müenneslik tâ'sını getirmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak Yasin Sûresi'nde, yeryüzünün bu hal ile tavsif etmeyi istemiş te, "ölü arz" buyurmuştur. Çünkü, bu meyte kelimede, fail oluş manası gayet açıktır. Belde de asl olan ise hayattır, hayatiyyettir. Çünkü yer, canlı olup hayatiyet kazandığı zaman meskûn olur. İnsanlar orada oturmaya ve orayı memur etmeye başlarlar. Böylece de orası belde haline gelir. İşte bu sebeple tâ düşürülmüştür. Çünkü faaliyet manası burada vardır. Fail manasına olan faîi'de ise, tâ bulunmaz. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hak'ın, "Güzel bir belde..."(Sebe, 15) ifadesidir. Çünkü burada failiyyet manası açık olduğu için tâ harfi getirilmiştir; zahir olmayan yerde ise tâ getirilmemiştir ki, işte bu, kıymetli bir incelemedir. Ayetteki, "İşte (kabirden) çıkış da böyledir" ifadesine gelince bu, "Çıkış da, diriltme gibidir.." anlamındadır. Buna göre şayet, "İhyâ-diriltmeye çıkış değil, çıkarma (ihraç) benzetilir!?" denilirse, biz deriz ki: Bu kelamın takdiri, "Biz o suyla ölü bir beldeyi dirilttik de, böylece o belde yarıldı, oradan bitkiler çıktı.. İşte aynen bunun gibi, yer yarılır da, oradan ölüler çıkıverir.." şeklindedir. Bunun böyle olduğunu, ayetteki "Bu akıldan uzak bir dönüştür.."(Kaf, 3) cümlesinde geçen Kelimesinin "dönmek, dönüş" manasına olduğunu söylememiz de destekler. Çünkü Allahü teâlâ, o müşriklere, imkânsız gördükleri bu hususu beyân etmiştir. Binâenaleyh, şimdi onlar müteaddî anlamda olan rec'i, (döndürmeyi) uzak ve imkânsız görmüşlerse, Cenâb-ı Hakk'ın, "Çıkartmak da bunun gibidir..." demesi gerekirdi. Ama, Cenâb-ı Hak, "çıkış da böyledir" dediğine göre onların, (lâzım anlamında) rücûu (dönüş)ü İnkâr ettikleri anlaşılmış olur. İşte bu sebeple de, Cenâb-ı Hak böyle buyurmuştur. Biz diyoruz ki, burada, bu ikinci görüşe şöylesi bir ince manada bulunmaktadır. Çünkü onlar müteaddî anlamda olan rec'i, idöndürmeyi) inkâr ettiklerine göre, bu, ihraç (çıkartmak) anlamında olur. Halbuki, Allahü teâlâ ise, özellikle hurûç'u (çıkmayı) murad etmiştir. Binâenaleyh bu iki ifâde de, izahtan müstağnî olmasına rağmen, Kur'ân'ın belağati hususunda çok mükemmel bir dikkat çekmek vardır. Ki bu, şöyledir: "Rec” ve ihraç" rücûun ve hurucun (dönüşün ve çıkışın) bir sebebi gibidirler. Sebep bulunmadığında ise, müsebbeb (sonuç) kesinlikle bulunmaz. Ama, sebep bulunur da, bazan bir engelden dolayı netice, meydana gelmez.. Nitekim sen, mecazî de olsa, "Onu kırdım, ama kırılmadı.." dersin. Netice bulunduğunda ise, sebep de haliyle mutlaka bulunur. Ama, netice olmadığında, az önce de bahsettiğimiz gibi, sebep de olmaz. Bu iyice kavranıldığına göre, bu demektir ki onlar, sebebin varlığını inkâr etmişler ve onu nefyedip kabul edmemişlerdir. Dolayısıyla da, sebep kesinkes bulunmayınca, neticede bulunmamıştır. Bundan dolayı onlar, her iki durumu birden inkâr etmiş ve su hususta aşırı gitmişlerdir. Çünkü, sebebi kabul etmemek, neticeyi kabul etmemek demektir. İşte bu sebeple, onlar nasıl ki, çıkartmayı kabul etmemek suretiyle bu iki hususu toptan reddetmişlerse, Allahü teâlâ da, bu iki hususu, "hurûç-çıkış" ile isbat etmiştir. Hakk'ı Yalanlayanlar 13Âyetin tefsiri için bak:14 14"Onlardan evvel Nûh kavmi, Ress yaranı, Semûd (kavmi) de yalanladılar. Ad Firavun ile Lût'un ihvanı, Eyke yaram ve Tübba' kavmi de... Herbiri peygamberlerini yalanladılar da, benim tehdidim (onlara) hak oldu..." Cenâb-ı Hak, onların hâlini ve günahlarını bunlar için bir hatırlatma olsun diye, peygamberlerini yalanlayanlardan bahsetmiş ve bunları, onları helak ediş ve köklerini kazıma azabı ile inzâr etmiştir ki, bunun tefsiri açık olup, burada Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i tesellî söz konusudur ve peygamberin durumunu, tıpkı kendinden önce gelen peygamberlerin durumu gibi olduğuna dikkat çekme vardır ki, kavimleri, o peygamberleri yalanlamış, o peygamberler buna sabretmiş, derken Allah da o yalanlayanları imha ederek peygamberlerini takviye etmiştir. Abhab-ı Ress Ayetteki, "Ress yaranı" ifâdesi hakkında, müfessirlerin çeşitli izahları vardır. Kimileri, bunların, Şuayb (aleyhisselâm)'ın kavmi olduğunu söylerken, kimileri de, bunların, şehrin en uç noktasından o mü'min zatın kendilerine geldiği kimseler, yani Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın kavmi olduğunu söylemişlerdir. Kimileri de, bunların, Ashâb-ı Uhdûd olduğunu söylemişlerdir. er-Ressu, bunların, kendisine nisbet edildikleri yerin ismi olabileceği gibi, bir fiil de olabilir. Ki bu da, bu kelimenin, "kuyu eşmek" anlamına gelmesidir. Nitekim, bir kimse bir kuyu eştiğinde "Resse fiilânun" deyimi kullanılır ki, bu husus Furkan Sûresi'nde geçmişti. Nûh (aleyhisselâm) Kavmi Hakkında, Kavm-i Nûh Cenâb-ı Hak burada, Lût (aleyhisselâm) kavmi hakkında buyurmuştur. Çünkü Lût (aleyhisselâm), İbrahim (aleyhisselâm)'ın kavminden kendisinin de tanıdığı bir cemaata peygamber olarak gönderilmişken, Nûh (aleyhisselâm) büyük bir kitleye gönderilmiş idi. Cenâb-ı Hak, dememiş, ama demiştir. Ve yine, buna mukabil, demiştir. Çünkü Firavun, mağrur, kavmini hafife alan ve kavminin işleri hususunda kendi bildiğine giden despot birisidir. Tubba' ise, kavmine itimât eden bir kimsedir. Böylece, nazar-ı dikkate alınan, Firavun olduğu için, Cenâb-ı Hak dememiştir. Ayetteki "Herbiri peygamberlerini yalanladılar da, benim tehdidim (onlara) hak oldu..." ifâdesi hakkında muhtemel şu iki izah yapılabilir; a) "Onlardan herbiri, kendi peygamberlerini yalanladı.. Dolayısıyla onlar, o peygamberleri yalanlamış olurlar. Bu manaya göre, er-Rüsül kelimesinin başındaki elif-lâm, ahd-i haricî olmuş olur. b) En doğru olan bu görüşe göre, onlardan herbiri, bütün peygamberleri yalanladılar. Mananın böyle olması halinde, kelimenin başındaki elif-lâm cins için olmuş olur. Bu da şu iki şekilde izah edilebilir: 1) Kendi peygamberlerini inkâr eden herkes, bütün peygamberleri yalanlamıştır. 2) En doğrusu olan bu görüşe göre, burada bahsedilenler, hem risâlet müessesesini, hem de haşri tamamen inkâr edenlerdir. Ayetteki, ifâdesinin manası ise, "Allah'ın, onların aleyhine, o peygamberlerine, yardım edeceğine ve o kavimlerini imha edeceğine dair olan vaîdi hak oldu" anlamındadır. Yaratmada Âciz Kalmadık 15"Ya Biz, ilk yaratışta âciz mi kaldık ki, (tekrar diriltmekten âciz olalım?) Hayır, onlar bu yeni yaratıştan şüphe içindedirler..". Bu hususta şu iki izah yapılabilir: 1) Bu, enfüsî delillerle istidlal etmektir. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakk'ında, "Onlara, ataktaki ve enfüsteki delillerimizi göstereceğiz.. "(Fussilet, 53) buyurduğu gibi, delillerin, enfüsî (sübjektif) ve afakî (objektif) diye kısımlara ayrıldıklarını defalarca anlatmıştık. Cenâb-ı Hak, afakî delilleri peşpeşe sıralayıp, bir kısmını, bir kısmına vâv ile atfederek, "Arzı da yaydık..." buyurmuştuk. Burada ise, enfüsî delillerden bahsetmiştir. Buna göre burada, kimileri lafzî, kimileri de manevî olmak üzere, pekçok incelikler Dulunmaktadır. Lafzî olanlarına gelince, bunlar şöyledir: Allahü teâlâ, afakî delillerden Dahsederken, bir kısmını bir kısmına vâv ile atfederek, meselâ (Kaf, 7)ve (Kâf, 9) buyurmuştur. Ama, enfüsî delillerden bahsederken, o delillerin bir cins, bunun da ayrı bir cins delil olduğuna işaret etmek için, kendisinden sonra bir fâ bulunan bir istifham harfi ile zikretmiş ve bunu ona tâbi kılmamıştır. Bu durum, Yasin Sûresi'nin sonunda da nazar-ı dikkate alınmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "İnsan, onu yarattığımızı görmedi mi?" (Yasin, 77) buyurmuş, afakî delilleri buna atfetmemiştir. Şimdi biz diyoruz ki: Allahü teâlâ en iyisini bilir ya, burada ifâdesinden anlaşıldığı üzere, onlardan, bu hususu uzak görme eğilimi sudur etmiştir. Dolayısıyla da, Allahü teâlâ, en büyük, yani göklerin yaratılmasıyla istidlalde Dulunmuş, daha sonra istidlal derecesini indirerek, adetâ, "Böylesi bir istidlale de -âcetyok.. Tam aksine, onların kendilerinde de, bunun olabileceğinin delili vardır.." demek istemiştir. Halbuki Yasin Sûresi'nde, onların "akıldan uzak görmeleri"nden Dahsetmemiş, dolayısıyla da istidlale en aşağıdan başlayarak en üste doğru çıkmıştır. Manevi olana gelince, bu şöyledir: Ayette geçen "ilk yaratış" ifadesiyle, göklerin yaratılması kastedilmiştir. Çünkü ilk yaratılan göklerdir. Buna göre Hak teâlâ sanki, önce, "Üstlerindeki göğe bakmadılar mı?.." buyurmuş daha sonra da, "Ya Biz, bu yaratmada âciz mi kaldık" buyurmuştur. Bunun böyle oluşunun delili, Hak teâlâ'nın, "Hâlâ şu hakikati bilmediler mi ki, gökleri ve yeri yaratmış, onları yaratmaktan yorulmamış Allah... "(Ahkâf, 33) ayetidir. Bu izahı, Hak teâlâ'nın bu tefsir ettiğimiz ayetten sonra getirdiği, "Andolsun insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu da biliriz" (Kâf, 16) ayeti de te'yid eder. O halde bu, insanın yaratılması ile bir istidlal etme gibi olup, atıf vâvı ile, önce geçen yaratma işine atfedilmiştir, yani göklerin binasına, yerin yayılıp döşenmesine, suyun indirilip, onunla bağlar-bahçeler bitirme işine atfedilmiştir. Tefsirini yaptığımız ayetteki, "birinci yaratışın" marife, "yani yaratışın" ise nekire olarak zikredilmesiyle ilgili olarak da şu iki izah yapılabilir: a) Bu, iki durumun kendisine varıp dayandığı şeydir. Çünkü birincisini herkes biliyor ve o, zatı gereği bilinmektedir. İkinci yaratma ise, zatı gereği bilinmediği gibi, hiç kimse de onu bilmiyor. Bir de bu, onlar bu yeni yaratılışı bilmedikleri halde, onlardan nakledilmiş bir sözdür. b) Bu, onların bu ikinci yaratma işini, her bakımdan inkâr edişlerinin beyanıdır. Buna göre onlar sanki tamamiyle inkâr sadedinde, "Bizim için hiç bir yaratılış olabilir mi ki?" demek istemişlerdir. Ayetteki, ifadesinin takdiri manası, "Biz âciz kalmadık, aksine onlar, bu yeni yaratılış hususunda bir şüphe içindedirler" şeklinde olup, bu da, "Fail (yaratıcı) cihetinden buna bir manî yoktur. Dolayısıyla bu, mef'ûl cihetinden olmuş olur. Bu mef'ûl da, "yeni yaratma" işidir" demektir. Çünkü onlar, bunun imkânsız olduğunu söylüyorlardı. Halbuki imkânsız olan şeyin, bir fail ile meydana gelmesinin imkânsızlığı, o hususta failin acziyeti manasına gelmez. "Yakın" hakkında, "O, zahirdir, açıktır" gibi ifadeler kullanıldığı gibi, hakkında şüphe olan şeye de, "mültebes" (iltibas edilen, karıştırılan, tam anlaşılamayan) ifadesi kullanılır. Ayetteki "lebs" kelimesi, "emr (İş)"e isnad edilebilir ki bu tıpkı, "Bu, açık bir iştir - şeydir" dediğimiz gibi, "Bu mültebes bir şeydir" de dememizde olduğu gibidir. Burada emr (iş), onlara İsnad edilmiştir. Çünkü Hak teâlâ, "Onlar ... şüphe içindedirler" buyurmuştur. Bu böyledir, zira o emr (iş), bir perde arkasında gibidir. Ona bakan, onu görür. Dolayısıyla o iş, gören tarafından biraz kapalı kalır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, burada, "Hayır, onlar... şüphe içindedirler" buyurmuştur. deki harf-i cerri, ibtiday-ı gaye (mesafenin başlangıcı) manasına gelip, sanki, "Bu şüphe, yeni yaratıştan ötürü olmuştur" demektir. Allah'ın İnsana Yakınlığı 16"Andolsun, insanı Biz yarattık. Nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu da biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız". Ayetteki, "Andolsun, insanı Biz yarattık" ifadesiyle ilgili olarak şu iki izah yapılabilir: a) Bu, insanın yaratılışıyla istidlalde bulunmanın başlangıcıdır. Bu mana, "Biz, ilk yaratışta âciz mi kaldık" ifadesiyle, göklerin yaratılışının kastedildiğini söylememize göredir. b) Bu, insanın yaratılışının izahını tamamlayan bir ifadedir. Bu mana da, "ilk yaratılış" ifadesiyle, insanın ilk yaratılışının kastedildiğini söylememize göredir. Şöyle de denebilir: Bu, onların, iddialarından vazgeçmelerini gerektiren bir şeye dikkat çekme olup, izahı şu şekildedir: Hak teâlâ, "Andolsun insanı Biz yarattık. Nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu da biliriz" buyurunca, bu, Allahü teâlâ'ya hiçbir şeyin saklı kalmadığına ve O'nun kalblerdekini bile bildiğine bir işaret olmuş olur. Ayetteki, "Biz ona şah damarından daha yakınız" badesi de, Allah'ın ilminin mükemmel oluşunu anlatan bir ifadedir. "Verîd", içinden kanın geçtiği ve bedenin herbir parçasına ulaştığı damar demektir. Allahü teâlâ, işte nsana, ilmi ile, bundan daha yakındır. Çünkü o damarı etin örtmesi mümkündür. Ama Allah'ın ilmini hiçbir şey kapayıp perdeleyemez. Şöyle de denilebilir: Biz, bu husustaki kudretimiz yegâne oluşu ile, insana şah damarından daha yakınız. Onun hakkındaki işlerimiz, hükümlerimiz, tıpkı kanının damarlarında akışı gibi, akar ve geçerlidir. Refakatteki Melekler 17Âyetin tefsiri için bak:18 18"Hatırla ki insanın hem sağında, hem solunda oturan, onun amellerini tesbit etmekte olan iki de melek vardır. O bir söz söylediği zaman, mutlaka yanında hazır bir gözcü vardır". Ayetin başındaki (......) edatı zarftır ve âmili, daha önceki ayette yatan manadır. Burada, mükellefin (İnsanın) başıboş bırakılmamış olduğuna bir işaret vardır. İmdi biz diyoruz ki: Allahü teâlâ, iki melekten insanın fiil ve sözlerini aldığı vakit, kula, kulun olan damarlarından daha yakın olmuş olur. Buna göre mana, "o iki meleğe, kulun yaptıklarından herhangi birşey saklı kaldığında, kulun halini muhafaza ve kaydetmemiz daha mükemmel ve tam olur" şeklinde olur. Şöyle de denebilir: "Telakki istikbal (karşılama) manasına gelir. Nitekim, Arapça'da, "Falanca, falan süvarileri telakki etti (karşıladı)" denir. Bu izaha göre, ayetin manası şöyle olur: "Onu o iki melek telakki ettiğinde (karşılayıp-aldığında), o kimsenin sağında ve solunda oturan vardır." Buna göre, "Telakki edenler", kulun ruhunu ölüm meleğinden teslim alan iki melek olmuş olur. Bunlardan birisi, sâlihlerin ruhlarını kabirlerinden alır ve o ruhları, neşr (diriliş) gününe kadar, ona sevinç ve sürür verecek yerlerde dolaştırır. Diğeri de kötü kimselerin ruhlarını kabirlerinden alır ve haşr (diriliş) gününe kadar, onları, üzüntü ve sıkıntı veren yerlerde dolaştırır. İşte bu sebeble Cenâb-ı Hak, "O İki melek karşılayıp, insanın bu iki sınıftan hangisinden olduğunu sordukları vakit, ölen o insanın yanında, yani sağında ve solunda oturanlar vardır" buyurmuştur. Bu, "iki melek gelir. Ölen o insanın yanında da, onun amellerini yazan iki diğer melek vardır. Gelenler, o ikisine, bunun hangi cinsten olduğunu sorarlar. Eğer o, sâlihlerdense, sürür meleği onun ruhunu alır ve sevinçli olarak diğer meleğe döner. O melek ise, kendi aldığından ötürü mesrur olmamıştır. Eğer bu adam fâsît-kötü kimselerdense, onun ruhunu da azab meleği alır ve diğerine mahzun olarak döner. O melek ise, kendi aldığından mahzun olmamıştır. Anlattığımız bu hususu, 21. ayetteki "saik" ve "şehîd" ifadeleri de destekler. Buna göre şehîd (müşâhid olan), orada oturan melekler, saik (sevkedip götüren) de, insanın ruhunu ölüm meleğinden alıp, insan yeniden dirilinceye kadar, ruhunun olması gereken yere götüren melekler demektir: Bu mana, bu husustaki iki izahın en meşhuru ve en kolay anlaşılanıdır. Bir kimsenin, "Falancanın sağında oturdum" ifadesinde, o kişiye bir saygı ve ondan çekinme sebebiyle, ondan biraz uzak durmaması vardır. 'Biz ona sah damarından daha yakınız" yani bedeninin organlarına ve cüzlerine yayılan damarlarından daha yakınız. Halbuki melek ondan ayrıdır (mesafelidir). Dolayısıyla bizim onu bilmemiz, yazan (kâtibin) bilgisinden daha mükemmeldir" demektir, takîb "bekçi" olarak yerleştirilen melek muazzam, otoriter biridir ve yazandan ona daha yakındır. Kaid ile Celis demektir. Nitekim manasına kullanılır. Ölüm Sekerâtı 19"(Birgün bakarsın ki), ölüm baygınlığı, gerçek olarak gelmiş "işte bu, senin kaçıp durduğun şey" (denilmiştir)" Yani, "ölümün, aklı baştan atan, anlayışları yok eden şiddeti gelince..." demek. Ayetteki "Gerçek olarak" ifadesi ile ilgili şu muhtemel izahlar yapılabilir: a) Bununla ölüm kastedilmiştir. Çünkü ölümde haktır (gerçektir). Buna göre sanki, "Ölümün şiddeti, ölümün kendisindedir" demek olur. Bu manaya göre buradaki "bâ" harf-i cerri müteaddîlik için olur (yani, "ölüm baygınlığı, hak olan ölümü getirdi" demektir). Nitekim Arapça'da, "Falanca, şunu getirdi" denilir. b) Bu, "hak" ile, din namına getirilen her şey kastedilmiştir. Çünkü bunlar da "aktır ve ölümün şiddet ve dehşeti artınca, bunların hak olduğu ortaya çıkar. Çünkü "Herkes o durumda, imanın ne olduğunu anlar ama, iman ölüm gelmezden önce kendi sâdır olan ve böylece gayba iman edenler hariç, hiç kimseden artık o iman kabul ecilemez. Hakkı getirmek demek, onu ortaya koymak demektir. Nitekim "Hazret-i Peygamber dini getirdi" denilir, bu, "Dini ortaya koydu" demektir. Ölümün şiddeti dini ortaya koyunca, "ölüm o hakkı getirdi" denilmiştir. Bu durumda bâ harf-i cerri "mülâbese" (iç-içe olma) manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir. Nitekim Arapça'da, "Sana geniş bir arzu ve huzurlu bir kalble (iç-içe olarak) geldim" denilir. Ayetteki "işte bu" ifadesi, ölüme işaret olabileceği gibi, "hak"ka da işaret olabilir. cümlesinin izahına gelince: Arapça'da, "Yoldan meyletti (saptı)" manasında denilir. Bu kısmın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir hitâb olduğu söylenmiştir, ama bu hoş bir mana değildir. Bunun, kâfirlere bir hitab olduğu da söylenmiştir ve bu, doğruya daha yakın olandır. Banlardan daha kuvvetlisi ise, bu hitabın, bunu duyan herkes için genel bir hitab maşıdır. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Ey dinleyen ve duyan, bu, senin kaçıp durduğun şeydir" demiştir. Vaadedilen Gün 20"Sûra da üflenmiştir. işte bu, o va'îdin (tehdidin) gerçekleştiği gündür". Bu ayet, önceki ayete ma'tûf olup, bununla ya sûra ilk üfleniş kastedilmiştir ve durumda bu, ölüm baygınlığı geldiğinde olacak şeylerin bir açıklaması olur; yahut da bununla sûra ikinci üfleniş kastedilmiştir ki, bunun kastedilmiş olması daha açıktır. Çünkü ayetteki, "İşte bu, o vaîdin gerçekleştiği gündür" ifadesi, bunun, ikinci nefha (üfleniş) olmasına daha uygun düşer ve "Ölüm baygınlığı gerçek olarak gelmiştir" öldürmeye canını almaya; "Sûr'a üflenmiştir..."cümlesi de, öldükten sonra on vermeye (dirilişe) bir işarettir. Ayetteki, "işte bu" ifadesiyle ilgili olarak Zemahşerî, "Bu, "sûra üflenmiştir" ifadesinden anlaşılan nefha (üfleyiş) masdarına bir işarettir ve mana, "İşte o üfleyiş vakti, va'îd (tehdidin) gerçekleştiği gündür" şeklindedir" demiştir ki bu görüş tutarsızdır. Çünkü "yevm" kelimesi eğer mansûb olsaydı, Zemahşerî'nın dediği doğru olurdu. Fakat bu kelimenin merfû oluşu, "işte bu" diye işaret edilen şeyin, o günün bizzat kendisi olduğunu gösterir. Masdarlar ise, zamanın bizzat kendisi olamazlar, ancak zaman içinde yer alırlar. Binâenaleyh evlâ olan, buradaki 'nin, "üflenmiştir" fiilinden anlaşılan, üflenme zamanına işaret olmasıdır. Çünkü fiil, masdara (işe) delâlet ettiği gibi, zamana da (işin zamanına da) delâlet eder. Buna göre Hak teâlâ sanki, "İşte o zaman, va'îd günüdür" demiştir. "Va'îd", haşr, mücazaat ve mükâfaat gibi, vaadedilen ve tehdid edilen şey demektir. 21"(O gün) herkes, beraberinde bir sevkedici ve bir şâhid (iki melek) bulunduğu halde (mahşere) gelmiştir" Daha önce "sâik"in, insanı mahşer meydanına, oradan da hakettiği yere sevkedip götüren melek; "şehid"in de, amelleri yazan melek olduğunu anlatmıştık. O halde "sâlk", iyi olsun, kötü olsun her insan için söz konusudur. İyi kimse cennete, kötü kimse de, bunlarla, cehenneme sevkedilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kâfirler, bölükler halinde cehenneme sevkedilirler" (Zümer, 76) ve "Rablerinden ittikâ edenler de, bölük bölük cennete sevkedilirler" (Zümer, 73) buyurmuştur. Perdenin Kaldırılması 22Âyetin tefsiri için bak:25 23Âyetin tefsiri için bak:25 24Âyetin tefsiri için bak:25 25"Andolsun ki sen bundan habersizdin, işte senden perdeni kaldırıp açtık. Artık bugün gözün keskindir. Onun yoldaşı olan (melek) dedi ki: "İşte yanımda (yazılı) olan şey karşındadır." Alabildiğine inâd eden, hayra bütün hızıyla engel olan, zâlim ve şüpheci her nankörü (kâfiri) atın cehenneme" Ayetteki, "Andolsun ki sen bundan habersizdin" ifadesi ya, "Ona böyle denilir" veya "Ona böyle denildi" takdirindedir. Nitekim Hak teâlâ, "Onlara cehennemin bekçileri dediler ki..." (Zümer, 7) ve "Onlara, "Girin cehennemin kapılarından" zenildi" (Nahl, 29) buyurmuştur. Bu ayetteki "sen" hitabı umûmîdir. Hitabın kâfir için oluşuna gelince, onun Habtaki hükme dahil oluşu malumdur. Mü'minin hitaba dahil oluşuna gelince, çünkü bu durum onun ilmini artırır ve onun için, daha önce ona gizli olan şeyi ortaya çıkarır, bildiği şeyi, mu'teber, yakînî bir görüşle bizzat görmüş olur ve böylece bu haller ve dehşetengiz durumlara nisbetle, sanki daha önce bundan gafil (habersiz)miş gibi olur. Bu ayette, (Kaf, 19) ayetinde zikretmiş olduğumuz iki izah söz konusudur: Gaflet, karışıklık şüphe gibi, bir tür perdedir. Hatta daha ötesidir. Çünkü şüpheye düşen kimseye mesele karışık gelir. Gafil kimseye gelince, onun kalbi tamamen söz onusu meseleden perdelenmiş olur ki, işte bu bir kılıftır, kalbin örtülmesi gibi arşeydir. Ayetteki, "işte senden perdeni kaldırıp açtık" ifadesi, "Senin gafletini (habersizliğini) giderdik de, böylece bugün gözün keskin oldu. Daha önce o göz sürçüyordu. Ama arkadaşın olan meleğin gözü keskindi ve o dünyada sana bir dost demektir. Karîn "Onun yoldaşı olan (melek) dedi ki: "İşte yanımda yazılı olan şey karşındadır" kısmı ile buna işaret edilmektedir. Ayetteki, "Karîn yoldaş-arkadaş" hakkında iki izah yapılabilir: 1) Bu, ona küfrü ve isyanı süslü gösteren şeytandır ki Cenâb-ı Hak bunun hakkında onlara birtakım arkadaşları (kurenâ) sebeb yaptık..." (Fussilet, 25), "Kim o zikrinden göz yumarsa, biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık bu, onun (ayrılmaz) arkadaşıdır" (Zuhruf. 36) ve "Sen ne kötü arkadaşmışsın (der)" (Zuhruf,38) buyurmuştur. Bu ifadeler ile, fısk-u fücur işleyen insana işaret olunmaktadır. Ayetteki (......) kelimesi, "cehennem için hazırlanmış" manasındadır. Ayetin genel manası ise şudur: Şeytan, "Bu isyankâr, öyle birisidir ki, benim yanımda cehennem için hazırlanmıştır. Ben onu saptırıp, kışkırtarak cehenneme hazırlandım " der. Buradaki "kartn" "Daha önce bahsedilmiş o hazır ve kişiyle beraber olan melek" îmadır. Bu, onun amellerinin yazıldığı kitaba işarettir. Çünkü şeytanın o vakitte bir söz söylemeye gücü ve mecali olmaz. Bir de ayetteki, "atîd" bu kitabın defterlerinin) sıfatıdır. Bir diğer görüşe göre buradaki ,ism-i mevsuldur. göre, "atîd" kelimesi hakkında şu üç ihtimal sözkonusu olabilir: a) Bunun, ikinci haber olması. Birinci haber ifadesidir. Buna göre ayetin manası "İşte bu şey, yanımdadır ve hazırlanmıştır" şeklinde olur. b) Sadece atîd kelimesi haberdir. ifadesi ise, "atîd"i başkasından ayıran (iyice belirleyen) bir sıfat olarak gelmiştir. Nitekim, meselâ şöyle dersin: "Bu, Zeyd'in yanında olandır ve bu da Amr'ın bana getirdiğidir." Buna göre, "Zeyd'in yanında"ki ve "bana getirdiği" ifadeleri, işaret olunan şeyi başkalarından ayırmak içindir. Sonra ise, daha sonraki ifadelerle bu şeyden haber verilir. Daha sonra saik (sürücü) veya şâhid o meleğe "Atın onu cehenneme" denilir. Böylece bu, bir kişiye verilen bir emir olur. Bu hususta iki izah şekli vardır: Birincisine göre, Cenâb-ı Hak tıpkı,"At, haydi at" der gibi, iki defa tekrarlamıştır. İkinci izaha göre ise, Arapların âdeti böyle söylemektir. Keffâr Cenâb-ı Hakk'ın, "Alabildiğine inâd eden her nankörü (kâfiri) atın" ifadesine gelince, buradaki "keffâr"ın, küfran (nankörlük) masdarından gelmesi muhtemeldir. Buna göre mana, "çok nankör" şeklinde olur. Yine bunun küfür (inkâr) masdarından gelmesi de muhtemeldir. Bu takdirde manası, "küfrü çok şiddetli" şeklindedir. Fa'âl vezninde bulunan şedde, manadaki çokluk ve fazlalığa delâlet eder. İşit kelimesi ise, fa'îl vezninde olup, fail (ism-i fail) manasındadır. Bu kelime, İyî masdarından gelir ki, "inâd" kelimesi de bundan türemedir. Buna göre, "keffâr" kelimesi eğer küfrân (nankörlük) masdarından gelmiş ise, bu, "Onca bolluğuna rağmen Allah'ın nimetlerini inkâr ettiği için anûd (inada) olmuş demektir. Mennâ Ayetteki "Hayra bütün hızıyla engel olan..." ifadesi ile ilgili iki izah vardır: 1) Bu kelimenin anlamı, "edası (verilmesi) farz olan malı, alabildiğine engelleyen, vermeyen" şeklindedir. Eğer yukarıdaki "keffâr" kelimesi, küfür kökünden alınırsa, bu durumda bu kimse -bunca kuvvetine ve açıklığına rağmen Allah'ın vahdaniyyetinin delillerini inkâr etmiş, böylece de o, son derece kâfir ve inadcı biri olmuş olur. Şöyle ki o, apaçık olan, gerçeğin tâ kendisi, açık mı açık olan şeyi inkâr etmiştir. Böylece de, her nimete karşılık, o kişiden nankörlük südûr ettiği için, alabildiğine nankör birisi olmuştur. O aynı zamanda anîd (çok inadçı)dır. Çünkü bunca bolluğuna rağmen, bu nimetleri hakedip arzulayan kimseler için reddetmiş, vermek istememiştir. Ayetteki, "hayır" kelimesi, mal-mülk manasındadır. Böylece bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın önce şirkten, ikinci olarak da zekât vermekten kaçınmadan bahsettiği, "Zekâtı vermeyen müşriklere yazıklar olsun" (Fussilet. 7) ayeti gibi olur. Eğer "keffâr" kelimesini, küfran (nankörlük) kökünden alırsak, burada son derece kuvvetli bir münasebet bulunffıuş olur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle der: "O, Allah'ın nimetlerini inkâr edip nankörlük yaptı da, bu nimetlere şükür olarak, o mallardan hiçbirşeyi (fakirlere) vermedi." 2) Bunun manası, "insanları imandan şiddetle alıkoyan" şeklindedir. Buna nöre ayetteki "hayır", imandır. Çünkü iman, kulların kalblerine girmesi mahzâ hayır olan birşeydir. Binâenaleyh yukarıdaki "keffâr"ı, "küfür" masdanndan alırsak, kuvvetli bir münasebet olur. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak, "O Allah'ı inkâr etti, inkârıylada kalmayıp, başkalarının hayrına (yani imanına) da engel olmaya çalıştı" der. Ayetteki "zalim-haddi aşan" kelimesiyle ilgili iki izah vardır: Birincisi, bu kelimenin, zekâtı çokça engelleyen, hiç vermeyen manasında olmak üzere, “mennâ' " kelimesiyle ilgili olmasıdır. Buna göre mana, "O, farz olanı edâ etmedi, hatta bunu da aştı, hatta, müşriklerin âdeti olduğu üzere, faiz ve hırsızlık gibi şeyler vasıtasıyla haram aldı" şeklinde olur. İkincisi ise, bu kelimenin, imanı menetme manasında olmak üzere "mennâ" kelimesiyle ilgili olmasıdır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle der: O, imanı engelledi. Bununla da yetinmeyip, hatta bunu da aştı iman edenleri aşağılayıp, onlara eziyet etti; inkâr edene ise yardım edip barındırdı. Mürîb Ayetteki, "Şüpheci..." kelimesiyle ilgili iki izah vardır: 1) Bu, şüphe ile dopdolu manasındadır. Bu, "Keffâr, nankörlüğü çok olan; mennâ'da, zekâtını vermeyen anlamındadır" dememize göredir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle der: O, zekâtı vermez. Çünkü âhiret ve mükâfaat konusunda şüphe cnoedir. Şöyle der: Ben, karşılığını almadığım hiçbir mal vermem." 2) Bu kelime, şüpheler atmak suretiyle başkalarını da şüphe içinde bırakan kimse,manasındadır. Böylece bu kelimenin masdarı, her iki manaya da gelmiş olur. Ayette, önce bahsettiğimizden başka, bir diğer tertib (münasebet) daha vardır. Bu da srve denilmesidir: Bu, Allah'a, Resülüllah'a ve Kıyamet gününe nisbetle kâfirlerin ni beyân etmektir. Buna göre, "keffârin anîd" ifadesi, onun Allah'a karşı olan Tuna bir işarettir ve "O, Allah'ı inkâr edip, Allah'ın ayetlerine karşı çok inadcıdır" "Mennâ'in lil-hayrı mu'tedîn" ifadesi ise, onun Allah'ın Resulüne karşı olan haline bir işarettir ve "O, insanları, peygambere tabî olmaktan ve peygamberin orada olanlara infâk etmekten engeller. Eziyet edip, çokça ileri-geri konuşmak haddi aşar" demektir. "Mürîb" kelimesi ise, onun âhiret konusundaki durumuna işaret eder. Çünkü o, bu hususta şek ve şüphe içindedir. Cvanetin kopacağına hiç ihtimal vermez. İmdi eğer "Bu ayet, cehenneme atılmanın, özellikle bütün bu sıfatları kendisinde kimselere has olmasını gerektirir. Halbuki küfür, cehenneme atılmayı ve bunun emredilmesi için yeterlidir" denilirse, biz deriz ki: Ayetteki, “Alabildiğine inad eden her kâfir" ifadesinden maksad, "Zâhid olan âlime ver" ifadesinde olduğu gibi, mümeyyiz (ayırıcı) bir sıfatlama değildir. Bilakis bundan murad, Vasfedilenin,ya övgü, ya kınama-zemm yoluyla olmak üzere, bu sıfatla nitelendiğini fesken bir tavsiftir. Nitekim, "Bu, o cömert Hâtem'dir" denilir. O halde ayetteki, keffârin 'anîd..." ifadesi, o nankör kâfirin, hem inadet, hem de çok engelleyici gösterir. O halde her keffâr kâfirdir. Çünkü Allah'ın birliğinin delilleri apaçıktır. O'nun kullarına olan nimetleri pek boldur. Yine her keffâr, çok inadcı ve hayrı (iyilikleri) engelleyicidir. Çünkü kendi inancını medhederken, hak dini kınar. Hatta o, hak dinden engelleyicidir. Her keffâr aynı zamanda şüphecidir. Zira o, haşr (Kıyamet) hususunda şek ve şüphe içindedir. Şu halde her keffâr, işte bütün bu sıfatlarla mevsuftur. Şirkin Sonu Cehennem 26Âyetin tefsiri için bak:27 27"Ki o (kâfir), Allah ile beraber başka bir tanrı daha edinendir. Haydi ikiniz birden onu en çetin azabın içine atn. Arkadaşı (olan şeytan), "Ey Rabbimiz, onu ben azdırmadım. Fakat o, (zaten haktan) uzak bir delâlet içindeydi" dedi". Bu ayet hakkında üç izah vardır: 1) Bu ifade, "külle keftâr"dan bedeldir. 2) Bu, onun üzerine bir atıftır. 3) Bu "Atın cehenneme" ifadesine bir atıftır. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak şöyle demiştir: "Her keffâr ve anîd olanı, yani, Allah ile beraber başka tanrılar edineni, evet onu cehenneme attıktan sonra, bundan daha şiddetli bir azabın içine atınız. Sonra Cenâb-ı Hak, o kâfirlerin karîni (yoldaşı) olanların, "Ey Rabbimiz, onu ben azdırmadım" dediğini nakletmiştir ki bu, mukadder bir sorunun cevabıdır: Sanki kâfir cehenneme atıldığında, "Ey Rabbim, beni şeytanım saptırdı" der. Bunun üzerine şeytan da der ki: "Ey Rabbimiz, onu ben saptırmadım". Nitekim hemen bu ifadeden sonra gelen, "Benim huzurumda çekişmeyin"ifadesi bunu gösterir. Çünkü çekişme, iki taraftan da söz söylenmesini gerektirir. Nitekim bu esnada da bu olmuştur. Cenâb-ı Hak bu sûrede ve Sâd Suresi'nde, "Derler ki: "Hayır, asıl siz rahat görmeyin... Yine onlar derler ki: "Ey Rabbimiz bunu bizim önümüze kim getirirse, onun cehennemdeki azabını katmerli olarak artır... İşte cehennemliklerin bu davalaşması muhakkak ve kati bir gerçektir" (Sad, 60-64) buyurmuştur. Ayetteki bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var: Birinci Mesele Zemahşerî "önceki ayetteki "karin" ile kastolunan, şeytandır, yoksa, insanın yanında hazır olan melekler değildir" der ve buna, bu ayeti delil getirir. Diğer müfessirter "Bu "karîn"den murad, melek olup, şeytan değildir" derler. Bu ayet, bu ikinci fikri savunanlara daha uygun bir delildir. Bunun izahı şöyledir: Eğer önceki ayette castolunan "şeytan" olsaydı, bu durumda, ayeti, "Bu şahıs benim yanımda hazırdır ve ateş için hazırlanmıştır. Ben onu kışkırtmalarımla buna tazırladım" manasında olurdu. Çünkü Zemahşerî, o ayetin tefsirinde bunu ifade etmişti. Buna göre, "Ey Rabbimiz onu ben azdırmadım" ayeti, Zemahşerî'nin "Onu buna ben hazırladım" şeklindeki izahına ters düşerdi. Bu durumda Zemahşerî'nin şöyle deme hakkı vardır: Buna iki şekilde cevap verilir: a) Şeytan "Ona bu şeyleri süslü gösterdim, ama onu buna bizzat zorlamadım" anasında olmak üzere, "Onu bu azaba ben hazırladım" der. Bu durumda, her iki süzün de şeytandan sâdır olması sahih olur. b) Bunun, iki ayrı duruma işaret olması: Birinci durumda şeytan sanki, "Ben bunu ademoğullarından alacağım intikamı göstermek ve de, "izzetine yemin olsun ki, o (insanların) hepsini azdıracağım" (Sâd. 82) yeminimi yerine getirmek üzere yaptım" demiştir. Sonra azabı görüp, kendisinin de azabta onunla ortak ve kışkırtmasından ötürü kendine ayrı bir azab olduğunu görünce ki, Cenâb-ı Hak da, "İşte bu haktır. Ben bu hakkı söyleyeyim: Andolsun, cehennemi seninle ve onlardan sana tâbi hepsiyle dolduracağım" (Sad,84-85) buyurmaktadır. O zaman "Ey Rabbimiz ben azdırmadım" der ve azabın görünmesi esnasında ilk sözünden döner. Vâv İle Atıftaki Mâna Allahü teâlâ burada, atıf vâv'ı olmaksızın, önceki ayette ise, vâv ile buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü evvelkisinde iki manaya birden işaret edilmiştir ve her insanın o vakitte beraberinde bir sevkedici olduğu geleceğine ve şâhid (kâtip) meleklerin bu sözü söyleyeceği ifade edilmiştir, fencisinde ise, böyle iki mana birden söz konusu değildir. Bundan dolayı vâv'sız zikredilmiştir. (......) ifadesindeki fâ, Hak teâlâ'nın, "Arkadaşı, "Ey Rabbimiz, azdırmadım.." der" ifadesinin vâv ile atfedilmesini gerektirecek derecede bir münasebet arzetmez. Cemi Sîgasındaki Mâna Burada bu sözü söyleyen tektir ve "Ya Rabbi" değil de, "Ey Rabbimiz" demiştir. Halbuki Kur'ân'ın çok yerinde, söyleyen tek olduğu zaman, "Ya Rabbi" ifadesi kullanılmıştır. Meselâ, "Ya Rabbî, bana görün, sana bakayım" (Araf, 143), "Ya Rabbî, beni bağışla" (Nûh, 28), "Ya Rabbî, hapishane bana daha "(Yusuf. 33), "Ya Rabbî, cennette katında benim için bir ev yap" (Tahrim, 11) Ya Rabbî, insanların ba'solunacağı güne kadar bana mühlet ver" (Sad, 79) ayetlerinde olduğu gibi. Diyoruz ki: Bütün bu şeylerde sözleri söyleyen, tâlib (isteyen) ndaki kimselerdir. Talibin de, "Ya Rabbî, ömrümü uzat, bana ver" demesi ve hoş olmaz. "Bize ver" derse hoş olur. Çünkü Allah'ın rabb oluşu, talibin, sadece kendi rabbi olduğunu söylemesine uygun düşmez. Ama burası isteme değil de, heybet, azamet ve arzuhal yeridir. Dolayısıyla, "Ey Rabbimiz, onu ben dım" demiştir. Ayetteki, "Fakat o (zaten haktan) uzak bir delâlet içindeydi" ifadesi, "Bu, şeytanın azdırmasıyla olmamıştı. O zaten sapıktı ve alabildiğine sapıklığa dalmıştı. Dolayısıyla azdı" demektir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: "Uzak" Sıfatı Hakkında Ayetteki, "dalâlet'in, uzak olarak nitelenişinin izahı nasıl yapılabilir: Deriz ki: Dâll (sapmış olan), yoldan fazlaca sapmış ve uzaklaşmış demektir. Sapıklıkta (dalâlette) epeyce yot almış ve kalmış kimse, maksaddan, esas yoldan çokça uzaklaşmış olur. Ama saptığını anladığında, kısaca yoldan döner, dolayısıyla da maksaddan çok uzaklaşmış olmaz. Binâenaleyh "uzak bir dalâlet" ifadesi, masdarın ism-i fail (ba'îd) ile tavsif edilmesidir ki, Arapça'da "doğru söz" ve "hoşnut edici hayat" denilir. Buna göre ayetin manası, "uzaklık sıfatına sahip (zû-bu'd) bir dalâlet" şeklindedir. Dalaletin müddeti uzun olup, sapan kimse de bu yanlış yolda uzun müddet gidince, bu, iyice açık ve görülür hale gelir. Çünkü yoldan sapan ve gittikçe uzaklaşan kimse için, artık semtler ve yönler belirsiz hale gelir. Esas maksadı göremez, ona ulaşamaz ve yoldan saptığını anlar. Çoğu kez, bazı vadilere ve çöllere düşüp, aldantp şaşırdığının emareleri ortaya çıkar. Ama yoldan sapışından az süre geçmiş olan böyle değildir. Allahü teâlâ dalâleti, pek çok ayette, bazan "mübîn" (apaçık) vasfı ile bazan da "ba'îd" (upuzak) vasfı ile nitelemiştir. İkinci Mesele Ayetteki bu ifade, "Ancak hâlis kulların müstesna" (Hicr, 40) ve "Kuilanm üzerinde senin hiçbir hükümranlığın (gücün) yoktur" (Hicr, 42) ayetlerindeki duruma işarettir, yani "Bu sapanlar senin kulların değiller" demektir. Böylece Cenâb-ı Hak bunları, ehl-i inâd saymıştır. "Eğer onların senin yolunda bir sebatları bulunsaydı, ben (şeytanın), onlar üzerinde bir hükümranlığım olmazdı." Allah en iyi bilendir. Şeytanın Azdırışı ve Azdırmayışı Şeytan, "Onların hepsini azdıracağım" demiş olduğu halde, daha nasıl bu sefer, "Onu ben azdırmadım" demiştir? Deriz ki: Buna şu üç şekilde cevap verilebilir: İki cevap, Zemahşert'nin tefsirine cevap verirken geçmişti. Üçüncüsüne gelince, şöyledir: Ayetteki "Hepsini azdıracağım" ifadesi, "Onları saptırma gayretlerime devam edeceğim" manasındadır. Nitekim sapmış bir kimseye, birisi, "Dümdüz bir 9 denilir.işte bu ayetteki, "Onu ben azdırmadım" ifadesi de, "Onun azmasının başlangıcı tarafından olmamıştır" demektir. Allah'ın Huzurunda Tartışılmaz 28Âyetin tefsiri için bak:29 29Allahü teâlâ buyurdu ki: "Benim huzurumda çekişmeyin. Ben size önceden va'îdimi göndermiştim. Benim katımda söz değiştirilmez. Ben, kullara zulmedici değilim". Bu ifadenin, "Arkadaşı (olan şeytan), "Ey Rabbimiz, onu ben azdırmadım" (Kaf, 27) ayetinden önce, mahzûf (mukadder) bir sözün bulunduğunun delili olduğunu içmiştik. Bu da, cehenneme atılan kişinin, "Ey Rabbimiz, o şeytan beni azdırdı" aernesidir. Ayetteki, "Benim huzurumda çekişmeyin" ifadesi, "Bu çekişmenin, Allah'ın huzuruna gelmezden önce, dünyada iken yapılması" gerektiğini ifade eder. Ayetteki "Ben size önceden va'îdimi göndermiştim" ifadesi orada çekişmekten meneden ve bunun faydasız olduğunu ortaya koyan bir sözdür. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Ben size, şeytana tâbi olmanız durumunda, cehenneme gireceğinizi dünyada iken bildirmiştim. Ama siz yine de ona tâbi oldunuz" demiştir. Eğer, (......) ifadesindeki "bâ", nasıl "ba"dır? denilirse, deriz ki: Burada birtakım izahlar yapılmıştır: a) Bu, tıpkı "Yağ bitirir" (Müminûn, 20) ayetindeki bâ gibi, zaidedir. Zaide oluşu tabiatıyla bu görüştekilere göredir. Yine "bil-va'îd"deki bâ, Allah yeter" ifadesindeki gibi zâiddir. b) Buradaki "bâ", müteaddilik (geçişlilik) ifade eden "bâ"dır. Buna göre, kaddeme" fiili, bu bâ ile birlikte, "tekaddeme" (sundu) manasınadır. Bu tıpkı, (Hucurat. 1) ayetindeki fiilin, "tekaddeme" manasına gelişi gibidir. c) Kelâmda, takdiri şöyle olan mahzûf bir ifade vardır: "Ben size, va'îd (tehdidle) tansık olarak, katımda sözün değiştirmeyeceği gerçeğini sunmuştum." Buna göre Miulan şey, Allah'ın katından sözün değiştirilemeyeceği gerçeği olur. d) Bu "bâ", musâhabet (birlikte olma) manasındadır. Nitekim, "Atı, gemi ve eğeri ile birlikte satın aldım" denilir. "Beraber..." manasında, "Atı, Sami ve eğeri ile" denilir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, terkedilmesi halinde meydana geecek durumu size daha önce bildirmiştim" demek istemiştir. Allah'ın Sözü Değişmez Ayetteki, "Benim katımda söz değiştirilmez" ifadesiyle ilgili şu iki izah muhtemeldir: 1) "Benim katımda" ifadesinin mutaallakı, kavi (söz) masdandır, yani tarafımdan söylenmiş olan söz değiştirilmez" demektir. 2) Bu ifade, "değiştirilmez" fiiliyle ilgilidir ve "Benim katımda değiştirilme olmaz" demektir. Birinci manaya göre, Allah tarafından söylenmiş olan bu sözün ne olduğu hususunda şu izahlar yapılabilir: a) Kendileri hakkında "Cehenneme atın" emri, onlar mazeret beyan ettikten sonra, "atmayın" şeklinde değiştirilmez. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah, "Benim katımda söz değiştirilmez" buyurmuştur. Keza Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlara, cehennemin kapılarından girin" (Nahl, 29) şeklindeki emrinde de bir değişme yoktur. b) Bu değişmez söz, "Fakat benden yana cehennemi bütün cinlerden, insanlardan muhakkak dolduracağım" sözü hak olmuştur" (Secde, 13) sözüdür. Yani bu hükümde de değişme söz konusu değildir. c) Allah'ın vaadlerinde değişme ve cayma söz konusu olmadığı gibi va'îdterinde de bir cayma olmaz. Bu, Mürcie'ye karşı bir delildir. Çünkü onlar, Kur'ân'da yer alan va'îdlerin sadece bir korkutma olduğunu, Allah'ın onlardan hiçbirini uygulamayacağını söylemişler ve "Kerîm kimse, vaadetti mi, onu mutlaka tastamam yerine getirir, ama va'îdde (tehdidde) bulundu mu, bundan vazgeçer ve affeder" demişlerdir. d) "Allah'ın, kulları yaratırken, daha önceden "Bu şakîdir (cehennemliktir), şakilerin işlerini yapacaktır. Şu da muttakîdir, muttakîlerin amellerini işler" şeklinde vermiş olduğu hükümler (kaderler) değişmez." Bu sözün Allah katında, insanın gayretiyle değişmesi söz konusu değildir. Sa'îdlik, ancak Allah'ın muvaffak kılması iledir. İkinci manaya göre ise, "değiştirilmez" ifadesiyle ilgili olarak şu izahlar yapılabilir: a) Bu, "Benim katımda yalan söylenilemez. Benim huzurumda, birşeyler uydurulamaz, iftira edilemez. Çünkü ben âlimim, dolayısıyla azanı da, azdıranı da, az azanı da, çok azanı da bilirim. Dolayısıyla sizin, "Beni şeytan azdırdr şeklindeki sözünüz ile, şeytanın "Ey Rabbimiz, onu ben azdırmadım" şeklindeki sözü de birşey ifade etmez, demektir. b) Bu, Hak teâlâ'nın, "Arkanıza dönün, bir nur arayın" (Hadid, 13) ayetinin manasına bir işarettir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Eğer benim, "Onu şiddetli azaba atın" demememi istiyorsanız, siz önceden, huzuruma gelmezden önce, küfrünüzü iman ile değiştirmek suretiyle, bunu değiştirin. Fakat artık şu anda, "Huzurumda çekişmeyin" dediğim gibi, artık huzurumda sözler değiştirilemez, yani, sizin bu çekişmenizin, daha önceden, dünyada iken olması gerekirdi. Çünkü ben size "Şeytan sizin için, apaçık bir düşmandır. Onu düşman edininiz" (Fatır, 6) buyurmuştum." c) Bu, "Küfür, artık katımda iman ile değiştirilemez" demektir. Çünkü ye's (tam ölüm) halinde iman makbul değildir. Binâenaleyh "Ey Rabbimiz, Ey tanrımız" şeklinde burada söylediğiniz sözler, size birşey kazandırmaz, Kim kâfir olmuşsa, onun ahirette, "Artık inandık, biz müşrik değildik" demesi birşey kazandırmaz. Mâ ve Lâ Edatlarının Manası Ayetteki, "Söz değiştirilmez" ifadesi, o andaki "hâlin" nefyine işarettir. Buna göre Hak teâlâ, sanki, "Artık bugün, o söz değiştirilemez" demek demiştir Çünkü (mâ) edatı, muzarinin başına geldiğinde, şimdiki zamanın olumsuzluğunu (halin nefyini) ifade eder. Nitekim birisi, "Yarın ne yapacaksın?" der, Karşı öbürü, O "Birşey yapmıyorum, yani o zaman birşey yapmayacağım" der. Ama birisi, "yarın o ne yapacak?" dediğinde, buna da, "Hiçbirşey yapmaz", yahut daha te'kidli olumsuz ifadeyle "O hiçbirşey yapmayacak" denilir. Eğer, "Burada mâ edatı ile lâ edatı arasında mana bakımından bir farkın olduğunu anlatan, mana ile ilgili bir izah var mıdır?" denilirse, biz deriz ki: Evet. Çünkü lâ edatı, olumsuzluk için kullanılmak üzere icâd edildiği için, olumsuzluğa daha fazla delâlet eder. Lâ'nın manasında özellikle nehiy gibi birşey yoktur. Bu müsbet manayı ancak azif veya takdir yoluyla ifade eder. Velhasıl bunu (......)'de olduğu gibi, mecazî ifade eder. Ama (......)'ya gelince, bu sırf nefiylik içindir. Çünkü bu isim olduğu durumlarda, başka manalar için de kullanılır. Halbuki nefy-hal, hâli nefy, istikbalde müsbete dönüşebileceği için mutlaka menfiliği ifade etmez. Nitekim Arapça'da, "O şu anda birşey yapmıyor, ama ilerde inşaallah yapacaktır" denilir. Dolayısıyla mâ, sadece nefy etmeye mahsus olmadığından, bu durumda sırf nefiy olmayan bir durum için kullanılmıştır. Lâ, "istikbalin nefyi içindir ve halin isbatı içindir" denilemez. Dolayısıyla, istikbâl hususunda, sırf nefy için olan edatla yetinilmemiştir. Çünkü biz diyoruz ki: Durum böyle değildir. Zira, "Zeyd yapmayacak, şu anda yapıyor" denilemez. Fakat, "yarın yapmayacak ama şu anda yapıyor" kelimesi caizdir. Çünkü, "yarın" sözü, zamanı belirli hale getirmiştir. Dolayısıyla da"yapmıyor" şeklindeki sözün, bütün istikbali nefy ifade etmez, aksine istikbaldeki zamanların bir dilimi için nefy (olumsuzluk) ifade etmiş olur. Misallerimizde biz ve deriz ama, "Yarın ve yarından şova yapacak" diyemeyiz. Aksine burada, istikbal zamanlarından herhangi bir zaman dilimini, diğer bir zaman diliminden ayırdetmeksizin, hali nefyeder, istikbali sumlu zikrederiz. Bunun tersine misali de, herhangi bir belirleme yapmaksızın, "Zeyd tapmayacak ve yapacak" dememizdir ki, bunun caiz olmayacağı malumdur. Allah Zalim Değildir Ayetteki, "Ben, kullara zulmedici değilim" ifadesi, önce geçen iki izahın ikisine birden uygun düşer. Biz, ayetteki, "Benim katımda..." ifadesiyle, Cenâb-ı Hakk'ın, "Haydi ikiniz birden onu en çetin azabın içine atın..." (Kâf, 26) emrinde ve bir kimsenin, "Cehennemin kapıların(dan) girin" denildi" (Nahl, 29) ifadesinde bir değişikliğin olmayacağı kastedilmesi halinde, bu açıktır. Çünkü Allahü teâlâ, "Atınız onu cehenneme..." emrinin, ancak inatçı kâfirler için olduğunu beyan etmiştir. Binâenaleyh Allah, kullarına zulmedici olmaz. Biz, bununla, "Benim yanımda sözler değiştirilemez. Tam aksine vâcib ve gerekli olan, benim huzurumda durmazdan önce değiştirmektir" manasının kastedildiğini söylememiz halinde de, durum yine aynıdır. Çünkü Allahü teâlâ, daha önce inzârda bulunmuştur. Ve o, peygamberler gönderdikten ve yollan açıkladıktan sonra azâb etmiştir. Burada, lafzî ve manayla ilgili olmak üzere birkaç bahis vardır: Lafzî olanlara gelince, bu ifâdesindeki bâ ile, ifâdesindeki lâm hakkındadır. Bâ'ya gelince, biz diyoruz ki, fiilin kendisine taallukunun açık olmadığı yerlerde, mef'ûlün bih'in başına gelir. Fiilin kendisine taallukunun çok net olduğu yerlerde ise, mef'ûlün bih'in başına bâ getirmek caiz değildir ve fiilin taallukunun ne çok net ne de çok gizli olduğu yerlerde ise, mef'ûlü bih'in başına bâ'yı getirmek ya da getirmemek caizdir. Binâenaleyh, fiilin Zeyd'e (yani mef'ûlün bih'e) taalluku açık olduğu için, (Zeyd'e vurdum) demlemeyeceği gibi, fiilin kendisine taalluku kapalı olduğu için, "Zeyd'le çıktım"; Zeyd'le çıktım" "Zeyd'i götürdüm" yerine, ve denilemez. Ama, her iki taraf da müsavi olduğu için, ve "Ona teşekkür ettim..." denilir. Aynen bunun gibi, (......)'nın haberi mef'ûle benzeyip, de, fiil olması bakımından çok açık ve net bir fiil olmayınca, zira mazî fiillere, bitişen tâ ve nün gibi zamirlerin, ye gelmesi ve meselâ ve denilmesi tıpkı ifâdelerinde olduğu gibi onun fiil olmasını mümkün kılar.. Ancak muzaride, bir farklılık ortaya çıkar. Çünkü biz, ve diyebiliyoruz. Ama, aynı şeyi ve ona benzeyenler hakkında söyleyemiyoruz. işte hal böyle olunca, ve ona benzeyenler, mef'ûle taallukları çok açık olmayan "Onu sıvazladım..." ve, kendi başına doğrudan doğruya ve bâ ile müteaddî olan fiillerde denildiği gibi, hem Subr hem de "Zeyd, cahil değildir" denilebilir. Ama, denilemez. Çünkü ve çok net bir biçimde fiildirler. Ama, ve ona benzeyen ü böyle değildirler... Bu izah "Bu bir beşer değildir"'(Yunus, 31) şeklinde okuyanların bu okuyuşlarını teyit eder.. Ki, bu gayet açıktır. Mâ ile Nefyin Haberi İkinci Bahis: Şayet bir kimse, "Bâ'nın (......)'nin haberine bitişmesinin caiz olmaması (......)'nin haberinde ise iki durumun eşit olması gibi, (......)'nın haberinin bâ'dan hali olmaması gerekir.." derse, ki bu soruyu şöyle de açabiliriz: apaçık bir fiil olunca, bizonun mef'ûlüne bâ'nın gelmesinin caiz görmediğimiz gibi, haberine de bâ'nın gelmesini uygun görmediğimiz için, onu tıpkı fiili mütalaa etmişizdir bizim ifadelerimize nazaran, bir açıdan fiil olup, muzari ve emir sığalarına nazaran da, açık bir fiil olmayınca, (......)'yi mutavassıt bir fiil görmüşüz de, ifâdelerinin mef'ûllerini kullandığımız gibi, onun haberine bâ'nın getirilmesini veya getirilmemesini caiz görmüşüzdür. ise, hiçbir açıdan fiil olmayınca, bunun da, ancak harf-i cer'le mef'ûlün bih olan fiil gibi kabul edilmesi, tıpkı vam fiilinin mef'ûlünün bâ ile gelmesi hali gibi, bunun haberinin de ancak bâ harf-i cerriyle gelmesi gerekir. Bunu şu hususda teyit eder: Biz, ve tabirlerini ayrı mütalaa edip, herbiri için, diğerinde bulunmayan bir derece takdir ettiğimizde, (......)'yi lafız bakımından sona bırakmayı caiz görmüşüz ve ivebilmişiz... Ama, şeklini tecviz etmemişizdir. Çünkü açıkça fiildir, ise, açıklık bakımından, (......)'den aşağıdır. Ama biz, (......)'nın, sözün tarafından birinden sonra gelmesini caiz görmemişizdir. ise böyle değildir. Çünkü bir kimsenin demesi caiz değildir. Ancak, (......)'ya raci olacak bir zamir getirip de "Zeyd, zalim değildir" demesi hali müstesna; (diyebilir). Böylece, bu ikisi (ve arasında, bir bakıma tür tertip var demektir. Ama, sözün iki tarafından birinden sonra getirilebildiği de, tamamiyle kelâmdan, yani ismiyle haberden sonra getirilmesi caiz değildir, fakat bu durum, bahsettiğimiz kapalılık ve açıklıktan dolayı, için söz konusudur. " kelâmda ismiyle haberinden sonra gelebilir. Bâ'nın getirilmesi hakkındaki de böyledir. (......)'nın haberinin bâ'nın getirilmemesi, (......)'de ise, her iki sunumun caiz olması, (......)'de ise, bâ'nın, haberinin başına getirilmesinin caiz olması, Benî temîm lügatine göre itimada şayan bir husustur. Çünkü onlar şöyle demişlerdin 'dan sonra gelen şey haber kabul edildiğinde bu habere bâ'yı getirmek vâcib olur. Bu durumda eğer ona bâ getirilmemiş ise, o, ya mübtedâ olmak üzere, yahut da başka bir şekil üzere mu'rab (i'râba tâbi olan) olur da haber olmaz." Bu açıklamaya şu şekilde cevap verebiliriz: Biz diyoruz ki: (......)'nın haberine bâ'nın getirilmesi umumî bir durumdur. Özellikle Kur'ân'da böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Sen, kör olanları, sapıklıklarından hidâyete değilsin..." (Neml, 81); "Sen, kabirlerde olanları işittiremezsin" (Fâtır, 22), "Onlar, ateşten çıkacak değildirler..."(Bakara, 167) ve (Araf, 29) buyurmuştur. Ama, haberine bâ'nın gelmesinin vâcib olduğu görüşüne gelince, hayır (biz buna katılmıyoruz). Çünkü ye mana bakımından hakikat olarak benzemiş, ama sonradan meydana gelen şeyler o (el-avârız) açısından, meselâ ona, tâ'nın, nûn'un gelmesi bakımından- ona muhalefet etmiştir. Mana bakımından benzerliğine gelince, her ikisinin de hali nefyetmesi bakımındandır bu... Binâenaleyh bu benzerlik, bâ'nın gelmemesini, muhalefet ise, sâ'nın gelmesinin vâcib oluşunu iktizâ etmektedir. Ancak, bâ'nın gelmemesini gerektiren durum daha kuvvetlidir. Çünkü bu gerekçe, hakîkî olan tarafla ilgilidir. Berikisi ise, arızî olanla ilgilidir. İşin özünden kaynaklanan şey ise, arızî sebeple olan şeyden daha kuvvetlidir. Bunların mamullerinden önce ya da sonra gelmeleri meselesinden, bâ'nın gelmesinin vâcib olduğu neticesi de çıkmaz. Lâm ile ilgili sözümüze gelince, biz diyoruz ki lâm, izafet manasını gerçekleştirmek içindir. Nitekim Arapça'da, (......) denildiği gibi "Zeyd'in uşağı..." da denilebilir. Bu izafet-i maneviyelerde tenvînin getirilmesiyle olur.. Ama izâfet-i lafziyyelere gelince, ki bu bizim, (......) ifâdelerinde olduğu gibidir çünkü burada izafet manevî değildir. Binâenaleyh, (......), tenvînin getirilmesiyle muzâf olmaktan çıkınca, aslına dönmesi ve ism-i fail sîgası olan (......) kelimesinin kendisine muzâf olduğu, o ismi, mef'ûlün bih olarak nasb etmesi gerekir ve lâm da getirilmez. Çünkü, bu durumda artık, ne lafız bakımından, ne de mana bakımından bir izafet söz konusu değildir. Ne var ki ism-i fail, derece bakımından, fiilden daha aşağıdadır. Böylece ism-i failin mef'ûl ile olan ilgisi, fiilin mef'ûl ile olan ilgisinden daha zayıf olmuş olur da, böylece de, mef'ûle taalluku zayıf olan fiiller cümlesinden ve türünden olmuş olur. Çünkü biz, böylesi fiillerin mef'ûle taalluklarının hem harf-i cer'le, hem de harf-i cer'siz olabileceğini beyan etmiştik.. İşte bundan dolayı, (......) denilebildiği gibi, (......) de denilebilir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, (Yusuf, 43) ifâdesinde olduğu gibi, mef'ûlün öne geçmesi durumunda söz konusu olur ki, fiilin kendisine taalluku zaytf olduğu için gelmiştir. Mana bakımından olanlara gelince, bu hususta birkaç bahis vardır: Zallâm Olmama, Zulme Açık Kapı Bırakır mı? Birinci Bahis: (ez-Zallâmu) (zâlimun)'un mübalağa ifade eden sığasıdır. Dolayısıyla, bir kimsenin "zallâm" oluşundan, zulmün aslının mevcut olduğunun söylenmesi gerekir. Şöyle ki: Bir kimse, "O, kezzâbtır" dediğinde, bundan, onun yalanının son derece fazla olan bir kişi olması kezzâb oluşunun nefyedi meşinden (o, kezzâb değildir, denilmesinden), yalanın külliyen nefyedilmesi neticesi çıkmaz.. Çünkü, "Falanca, kezzâb değildir. Çokça yalan söylemez. Ne var ki o, bazan yalan söyler.." denilebilir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinden, zulmün külliyen nefyedildiği manası anlaşılmaz. Halbuki, Allah (hiçbir surette) zalim değildir. Binâenaleyh, bunu nasıl izah edebiliriz? Biz diyoruz ki: Buna şu üç bakımdan cevap verilebilir: a) "Temmâr" kelimesinin, tamir (hurma satan) manasına gelmesi gibi, zallâm da, "zâlim" anlamındadır. Bu durumda, ifâdesindeki lâm, nisbeti gerçekleştirmek için getirilmiş lâm'dır. Çünkü, bu durumda kalıbı, (zulüm sahibi) manasınadır. Bu, İmam Zeynuddîn'den istifâde ile söylenmiş güzel açıklamadır. Allah onun faydalarını devamlı kılsın. b) Zemahşeri'nin ileri sürdüğü şu husustur: Bu, takdirî bir durumdur. Faraza manasına, yani, "öyle olsaydım..." anlamındadır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Rahmet edilmesi gereken o zayıf kuluma zulmetmiş olsaydım, bu son derece bir zulüm olmuş olurdu.. Halbuki ben, böyle değilim." Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın zallâm oluşunun nefyedilmesinden, aynı zamanda O'nun zâlim oluşunun nefyedilmiş olması da gerekir Bu izahı, bu ifâdenin peşinden (......) lafzının, bir ism-i zahir olarak getirilmiş olması ortaya kor.. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Onca genişliğine rağmen, cehennemi doldurduğum gün bile zâlim değilim. Öyle ki, cehennem bağırdı ve "Artık benim bunlara takatim kalmadı.. Artık bende, bunlara yer kalmamıştır. Çok fazla oldu.." manasında, istifhanvı istiksâr olarak "Daha da var mı?..."(Kaf, 30) demiştir. İşte o günde, benim, o cehenneme sayısız kimseleri atmama rağmen, ben, bu azabın fazlalığı sebebiyle zulmü çok olan (zallâm) olmuş değilim.." demek istemiştir." Zemahşerî'nin yapmış olduğu bu izah, uygun bir izahtır. Çünkü, Allahü teâlâ, "Biz cehenneme, doldun mu?!., dediğimiz günde zallâm olmadık" demek suretiyle, nefyi zamana tahsis etmiştir ki bu, "Ben, bütün zamanlarda da zâlim değildim" demektir.. Ve yine Cenâb-ı Hak, demek suretiyle, ifâdeyi "kul" lafzı ile tahsis edip, mutlak bırakmamıştır. Aynen bunun gibi, nefyi de, zulmün çeşitlerinden bir çeşide tahsis etmiş, mutlak bırakmamıştır. Binâenaleyh bundan, Cenâb-ı Hakk'ın, o vaktin dışında zalim olacağı neticesi çıkmaz. Ve tahsis edilmiş olsa bile, Cenâb-ı Hakk'ın, kulların dışında kalanlara karşı zalim olması neticesi çıkmaz.. Böyle bir tahsisin faydast, bunun, tamîmdense, tasdîke daha çok yakın olmasıdır. c) Bu, bir şeyin özellikle zikredilmesinin, o şeyin dışında kalanların nefyedildiğine delâlet etmeyeceğini gösterir. Çünkü Allah, kendisinin "zallâm" olmasını nefyetmiştir; bundan, O'nun "zâlim" olmasının ayrıca nefyi gerekmez. Allah'ın, kullarına karşı "zallâm" olmasını nefyetmesinden, başkalarına karşı da zallâm olmasını ayrıca nefyetmesi gerekmez.. Nitekim Allahü teâlâ, insanoğlu hakkında İkinci Bahis: Cenâb-ı Hak burada, izâfetsiz olarak (tenvinle) buyururken, öte yandan izafetle (Neml, 81) ve (Fatır,22) buyurmuştur. Binâenaleyh, bu ikisi arasındaki fark nedir? Biz deriz ki: Söz, ilk önce, bazan umumîlik ifâde etmek üzere söylenir, daha sonra, tahsis amacı güdülmeksizin, herhangi bir şeyden dolayı tahsis edilir. Meselâ bir kimse, "Falanca verir ve vermez.." derki, bunun gayesi meseleyi genelleştirmektir. Birısona, "kime verir, kime vermez?" dediğinde, o, "Zeyd'e..." cevabını verir ve tahsis maksadı olmaksızın, tahsis edici ifâdeyi getirir. Bazan da söz, ta baştan hususî olarak irâd edilir de, meselâ "Falanca, Zeyd'e malını verir" denilir. Bunu iyice kavradığına göre, biz diyoruz ki, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, -şayet bu haliyle yetinilmiş olsaydı- umumîlik için getirilmiş bir ifâde olmuş olurdu. Ama Allah burada, bir de "kullar için" lafzını ifade etmiştir ki bu, zulmetmem eden dolayı olmayıp, tam aksine onların, Cenâb-ı Hakk'ın zâtından ve kendisin dense, bizzat kendilerinin zulüm mahalline yakın oluşlarından dolayıdır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelince, o, aslında hadi - hidayet eden" idi. Ama, Cenâb-ı Hak, onun bu özelliğinin nefyini kastederek, "Sen, körleri,,. hidâyet edici değilsin" (Neml, 81) buyurdu da, "Sen, hâdî değilsin" demedi. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah kuluna yetmez mi?!" (Zümer, 36) ifâdesi de böyledir. Üçüncü Bahis: Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey kulların üzerine çöken hasret..."(Yasin, 30) ifadesinde olduğu gibi, buradaki "kullar" sözüyle kâfirlerin kastedilmiş olması muhtemeldir. Ki buna göre mana, "Ben onlara azâb ediyorum, ama ben onlara zulmedici değilim!" şeklinde olur. Bu ifâdeyle, mü'minlerin kastedilmiş olması da muhtemeldir ki bunun izahı şöyle yapılabilir: Allahü teâlâ adetâ, "Şayet ben o sözümü, hükmümü değiştirmiş ve kâfirlere merhamet etmiş olsaydım, kullarımı mükellef tutma hususunda ben, mü'min kullarıma zulmedici olmuş olurdum. Çünkü ben, işte bu günden dolayı onları, arzu ettikleri şehevî şeylerden men ettim.. Binâenaleyh şimdi şayet mü'minlerin yaptığını yapmayanlar mü'minlerin elde edecekleri şeyleri elde edecek olurlarsa, mü'minlerin yaptıkları imân ve ibâdetler, herhangi bir fayda sağlamamış olur.." demek istemiştir ki, işte bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ateş ehli ile, cennet ehli eşit değildir. Kazananlar, cennet ehlidirler.." (Haşr, 20); "De ki, bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?!" (Zümer, 9) ve "Mü'minlerden, mazeretleri olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda cihâd edenler bir olmaz.. "(Nisa,95) ayetlerinin ifâde ettiği husustur.. Bu ifâdeyle, umumîliğin de kastedilmiş olması muhtemeldir.. Cehennem Dolar mı? 30"O gün cehenneme, "Doldun mu?" diyeceğiz. O da, daha var mı?" diyecek". Ayetin başındaki "yevm" kelimesinin üzerinde "âmil" olan nedir? Bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) Bunun âmili, mutlak manada olmak üzere Ben zulümkâr değilim" ifadesidir. b) Bunun âmili, "vakit" kelimesidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Ben, bunu söylediğim gün zâlim değilim" demiş, "Ben diğer zamanlarda zâlim değilim" dememiştir ki, bunun izahı daha önce geçmişti. Buna göre eğer, "O halde böyle bir tahsisin faydası nedir?" denirse, biz deriz ki: Hususî olanı nefy, tasdik olunmaya, umûmî olan nefyden daha yakındır. Çünkü zannolunan odur. Zira kısa görüşlü insanlar, "Allah zayıf kulu cehenneme soktuğu gün ona zulmetmiş olur" diyor da, "Allah onu yarattığı gün, rızık veriyor, onu büyütüyor, böylece zâlim oluyor" demiyor ve bu kimse, kulunu cehennemine sokmak suretiyle Allah'ın zâlim olacağını düşünüyor da, Allah'ın kendi kendisine veya bahsedilmeyen kullarına zulmettiğini düşünemiyor. Yine bu kimse, sınırsız-sayısız kimseleri cehenneme sokup da orada nihayetsiz olarak onları bırakanın çok zâlim olduğunu düşünebiliyor. İşte bütün bunlardan ötürü, Cenâb-ı Hak (bu ifadesiyle), akla gelen hususu nefyetmiş (söz konusu olmadığını belirtmiş) de, akla gelmeyecek şeyleri nefyetmemiştir. Ayetteki, "doldun mu?" ifadesi, "dolduracağım"(Secde. 13) ayetini doğrulayan bir ifadedir. Hakkında İki İhtimal Ayetteki, "Daha var mı?" ifadesi hakkında şu iki izah yapılabilir: a) Bu, o cehennemin, içine girenlerin çok fazla olduğunu anlattığı bir ifadedir. Bu tıpkı, bir kimseyi yaralayarak-parçalayarak dövüp, ona çirkin bir şekilde sövüp sayan kimseye, dayak yiyenin, "Daha yapacağın birşey kaldı mı?" demesi gibidir. Bunun böyle oluşunun delili, "Dolduracağım" (Secde, 13) ayetidir. Çünkü buna göre, doldurmanın mutlaka tahakkuk etmesi gerekir. Dolayısıyla artık cehennemde boş ver kalmamıştır ki, cehennem dahasını istemiş olsun. b) Bu, o cehennemin daha fazlasını istediğini gösteren bir ifadedir. Bu durumda eğer birisi, "bununla birlikte daha nasıl, Cenâb-ı Hakk'ın, "Mutlaka cehennemi dolduracağım" (Secde,13) ayetinin manası söz konusu olabilir?" diyecek olsa, biz deriz ki: Buna da şu şekillerde cevap verilebilir: a) Bu söz bazan, hepsinin oraya doldurulmasından önce söylenmiş olabilir. Bu noktada şöyle bir inceliği açıklamada fayda var: Cehennem, kâfirlere karşı öfkelenir ve onları ister. Derken orada günahkâr mü'minlere yer kalır. Bunun üzerine cehennem, kâfirlerden bazılarının, dışarıda kaldığı zannına kapılarak, tamamen doldurulmasını İster. Derken günahkâr mü'minler oraya giriverir de onların imanlarının serinliği, cehennemin hararetini düşürür ve bunların yakînî inançları, böylece cehennemin öfkesini dindirir ve cehennem sakinleşir. İşte bazı hadis-i şeriflerde yer a-an şu husus bu manaya hamledilir: "Cehennem, cebbar (günahkâr mü'min) oraya basıncaya kadar, daha fazlasını ister. Mü'min, Allah'ın dışında kalanlara karşı cebbardır, mütekebbir (vakarlı)dır. Ama Allah'a karşı boynu bükük ve mütevâlîdir." b) Cehennem, kendisi çok geniş olduğu için, önce talepte bulunur. Sonra da kafirlerden bazılarının dışarda kaldığı zannıyla, Allah'dan, girenlerin artırılmasını ister. c) Doluluğun dereceleri vardır. Çünkü ölçek, silkelenip-yerleştirilmeden doldurulduğunda "Dolduruldu ve doldu" denilebilir. Ama silkelenip iyice yerleştirildiğinde, fazlasını alacak duruma gelir ki, bu durumda onun ilk önce dolu kabul edilişine ters değildir. Aynı durum cehennem için de söz konusudur. Allahü teâlâ orayı doldurmuştur. Sonra da cehennem, içindekilerin yerlerini daraltmak ve onlara azab etmek için, dahasını istemiştir. Ayetteki "mezid" kelimesinin, ism-i mef'ûl artırılacak şey, yani, "kendisi ilave edilecek kimse var mı?" manasınadır. Müttakîlere Yaklaşan Cennet 31"Cennet, müttakîlere uzak olmayarak, iyice yaklaştırılmıştır" Buradaki (......) kelimesi, "yakın oldu" manasına da gelebilir. "Yakın oldu" manası daha açıktır. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: Birinci Mesele Cennet bir mekândır. Mekânlar ise, kendilerine yaklaştırılan yerler olup, kendilerinin getirilmesi-yaklaştırılması söz konusu olmayan şeylerdir. O halde buradaki yaklaştırmak ne demektir? Diyoruz ki: Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz: 1) Cennet, yerinden ayrılmayan ve taşınmayan bir şeydir. Mü'min, onca uzaklığına rağmen, o gün ona varmakla emrolunmamıştır. Fakat Hak teâlâ, mü'min kimse ile, cennet arasındaki o meseleyi dürmüş ve kısaltmıştır, işte yaklaştırma budur. Buna göre eğer, "İzahın böyle yapılması halinde, cennetin mü'minlere yaklaştın İması, mü'minin cennete yaklaştırılmasından daha evlâ değildir, öyleyse "cennet ... yaklaştırıldı" denilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, mü'minlere yapılan bir ikramdır. Buna göre Hak teâlâ sanki mü'min ve muttakînin şeref ve kıymetini göstermek isteyerek, mü'minin, kendisine yürünen, gidilen kimselerden olduğunu belirtmiştir. 2) Bu, mekânın yaklaştırılması manasında bir yaklaştırma olmayıp, cennete girme imkânı verme manasında bir yaklaştırmadır. Nitekim "O, padişahtan önemli birşey istedi, ama padişah onun istediğinden çok uzaktır. Daha sonra o, padişahtan, ihtiyaçlarını gidereceği işaretlerini gördü de, padişaha yaklaştı ve "Ben, senin halini ona ulaştırmaya devam ettim de ona yaklaştım" der" denilir. İşte cennet de elde edilmesi uzak ve zor görülen bir yerdir. Çünkü cennet, kendisindeki paha biçilmez şeyler sebebiyle, Allah'ın lütfü ve fazlı olmadan, mükellefin onu elde etmeye gücü yetmeyen bir yerdir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Hiçbir kimse, Allah'ın lütfü ve yardımı olmadan cennete giremez" buyurdu' "Sende mi Ya Resûlellah?" diye sorulunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ben de" buyurdu. Buna göre, ayetteki, (......) kelimesi, "hal" olarak mansub olup, ayetin takdîrî manası "Cennet girilebilir bir hale getirildi" şeklinde olur. Böylece mesafe bakımından bir uzaklık yoktur. Söz konusu olmamış olur. Öyle ise nasıl, "Cennet... yaklaştırılmıştır" denilir? 3) Allahü teâlâ, cenneti gökten yere taşıyıp da mü'minlere yaklaştırmaya kadirdir. Ayetteki "üzlitet" fiilinin, "yakın oldu" manasına geldiğini söylersek, "Cennet bütün güzelliklerini kuşandı" demek olur ki, tıpkı "Orada nefislerin arzu ettiği herşey var" (Zuhruf, 91) ayetinde olduğu gibidir. İkinci Mesele Bü izaha ve bizim, bu ifadenin manasının, "cennete girme imkânının verilmesi ve oraya girilir hale getirilmesi" şeklinde olduğunu söylememize göre, şu iki izah yapılabilir: a) Cennet bundan önce değil de, o günde bu hale getirildi. Ama bunun, cennetin güzelliklerini takınıp kuşanması manasına olmasına gelince, bu şöyledir: Allahü teâlâ orada, bu giriş esnasında birtakım zinetler ilavesinde bulunmuş olabilir. Girişin mümkün hale getirilmesine gelince, bundan önce oraya girmek uzak görülen bir ihtimaldi. Çünkü Allahü teâlâ, dünyada iken müminlerin cennete girmelerini takdir etmemiş, bu girişi ahiret için vaad etmiştir. Dolayısıyla da ancak o gün cennet,girilebilir lale getirilmliş, bu imkân o gün verilmiştir. b) "Cennet ... yaklaştırılmıştır" ifadesi, "Cennet dünyada iken yaklaştırıldı" manasındadır. Bu durumda da bu, ya "o cennetin güzelliklerini takınması" manasındadır, çünkü cennet yaratılmıştır ve onda herşey yaratılmıştır, yahut da "cennete girme imkânı verme" manasındadır. Bu da, o cennetin güzel bir kelime, kelime-i şehadet ile elde edilmesinden ötürüdür. Ayette bahsedilen bu yaklaştırmanın, mekân olarak yaklaştırma manasında alınması halinde, bu, ancak o vakitte olabilecek bir mana olur ki, "Cennet işte o ahiret günü müttakilere yaklaştırıldı, getirildi" demektir. Üçüncü Mesele Eğer bu, mekân bakımından bir yaklaştırma manasına alınıyorsa, mü'min ve kâfirin aynı (mahşer) meydanında olmaları hasebiyle, bunun sırf müttakiler için zikredilmesinin hikmet ve inceliği nedir? Diyoruz ki: Aynı yerde iki şahıs bulunsun ve orada da, bunlardan birisine alabildiğine yakın, diğerine de alabildiğine uzak bir yer bulunsun. Bunu söyle bir misal ile anlatalım: Ayakları kesik birisi ile, hızlı koşabilen sağlam bir kimse aynı noktada bulunsunlar ve bunların yakınında da ellerini uzatıp erişemeyecekleri birşey bulunsun. Şimdi o şey, hızlı koşabilenden, ayağı kesik olan daha yakın olmasına rağmen, ayağı kesik için daha uzak sayılır. Şöyle de diyebiliriz: Aynı yerde iki şahıs bulunsun: Bunlardan birisinin etrafı, demirler ve çitlerle kuşatılmış : sun ve bunun yakınına, el uzatıp ulaşamayacağı birşey konmuş olsun. Bir başkası etrafı böyle çevrilmeden orada bulunsun. Şimdi o şeyin, etrafı çevrili olandan daha uzak ve nasibi olan kimselere daha yakın olduğu söylenebilir. Ayetteki (......) tabirinin zarf olarak mansub olması da muhtemeldir. Nitekim Arapça'da, (......) denilir ki bu, "Bana uzak olmayan bir yere otur" demektir. Buna göre, ayetteki bu ifade te'kiddir, çünkü "yakın" olan, bazan birşeye nisbetle uzak olur. Zira bir günlük mesafede olan bir yer, uzak beldelere nisbetle yakın, şehrin gezinti yerlerine nisbetle uzak olur. Binâenaleyh bir kimse, "Hangisi, Mescid-i Aksa mı, yoksa en batıda, yahut en doğuda olan belde mi daha yakındır?" dediğinde, ona "Mescid-i Aksa yakındır" denilir. Ama bu kimse, "Mescid-i Aksa mı, o belde mi daha yakındır?" dediğinde, ona, Mescid-i Aksâ'nın daha uzak olduğu söylenir. Buna göre ayetteki bu ifade, "Cennet bir mukayese açısından (herhangi bir bakımdan) değil de, gerçekten yaklaştırıldı" demektir. Çünkü cennet hakkında, bir mukayese veya bir münasebet açısından, "Cennet falanca şeye nisbetle daha uzaktır" denilemez. Bu "gayr" kelimesinin "hal" olarak mansub olması da muhtemeldir. Buna göre takdir: "Cennet alabildiğine yakın olarak yaklaştırıldı" şeklinde olur, yahut da "Cennet, uzak olmaksızın yaklaştırıldı" şeklinde olur. Böylece her iki mana birden, yani yakın olma ve yaklaştırılma elde edilmiş olur. Yahut da bu ifade ile, mekân söz konusu olmayan bir yakın oluş kastedilmiştir. Böylece de, "gayre ba'îd" ifadesi ile mekana ait bir yakınlık, "yaklaştırmıştır" ifadesi ile de, cennetin girilebilir hale getirilmesi manasında bir yakın oluş manası elde edilir. Ayetteki "üzlifet" fiili müennes olduğu halde, "ba'îd" kelimesinin müennes getirilmemiş olması hususunda şu izahlar yapılabilir: a) Biz, "gayr" kelimesinin mef'ûl-ü mutlak olarak mansub olduğunu söylersek, bu kelamın takdiri, şeklinde olur. b) Bu kelimenin müzekker getirilişi, tıpkı Hak teâlâ'nın, (A'raf, 56) ayetinde de olduğu gibi, ism-i fail manasına olan "fatl" vezninin, ism-i mef'ûl manasına olan "fa'îl" manasına alınmasından ötürüdür. c) Şöyle de denilebilir: "Gayr" kelimesi mahzûf bir masdarın sıfatı olarak, mef'ûl-ü mutlak olmak üzere mansub olup, takdiri, şeklindedir, yani "kudretimizden uzak olmayan bir yaklaştırmayla yaklaştırılır" demektir. Çünkü cennetin bir mekân olduğunu, mekânların ise yaklaştırılabilir bir şey olmayıp, kendisine yaklaşılan şeyler olduğunu söylemiştik. Bundan dolayı Hak teâlâ, "mekanları yaklaştırma, bizim kudretimize göre, uzak görülecek birşey değildir. Çünkü müttakiler ile cennet arasındaki mesafeyi, dürüp küçültebiliriz" demek istemiştir. Kendini Koruyanlara Vaad 32"İşte, size vaadolunan. (İşte bu), (Allah'ın taatına) dönen ve (O'nun sınır ve hükümlerine) riayet eden herkes içindir". Zemahşerî, bu ifadenin, iki cümle arasına girmiş bir ara cümle olduğunu söylemiştir. Çünkü "herkes için" ifadesi, "müttakîler"den bedeldir. "Rahman inkar edenleri onların evlerinin tavanlarını gümüşten yapardık" (Zuhruf, 33) ayetinde olduğu gibi Cenâb-ı Hak adetâ; "Cennet muttakîlere, her Allah'a taate dönene yaklaştırılır" demektedir. Fakat Zuhruf, 33. ayetteki "bedel", bedel-i istimal, buradaki ise "bedel-i küll"dür. Cenâb-ı Allah, ya "İşte bu mükâfaat, size vaadolunandır" manasında olmak üzere, mükâfaata işaret etmek için, yahut da "İşte bu yaklaştırma, size vaadolunan şeydir" manasında olmak üzere, "yaklaştırılmıştır" ayetinin delâlet ettiği "yaklaştırma" masdanna işaret olmak üzere o "(işte bu)"... buyurmuştur. Bu ayetin, müstakil bir cümle olma ihtimali de vardır ve izahı şöyledir: Bu durumda bu ifade, vaadedilen şeye değil de, manaya hamledilmiş olur. Nitekim vaadolunan şeye bir işaret olmak üzere, "Bu senin için..." denilir. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Bu, sizin için olduğunu söylediğim şeydir" demektedir. Daha sonra Allahü teâlâ, "Size vaadolunan" fiilindeki, "size" zamirinden bedel olmak üzere "her dönen ve riayet edene" buyurmuştur. (......) fiilinin yâ ile "onların vaadolundukları" şeklinde okunması durumunda, yine bu ifâde ondaki "onlar" zamirinden bedel olmuş olur. Evvâb-u Hafız "Evvâb" "çokça dönen, yönelen" demektir. Bu kelimenin, günahlarından pişman olup dönen ve istiğfar eden; "hafîz" kelimesinin, tevbesini bozmaktan kendini koruyan" manasında olduğu söylenmiştir. Şöyle de denebilir: "Evvâb", Allah'a tefekkürüyle dönen, yönelen; "hafîz" da Allah'ı hatırlamayı ve zikrini hep muhafaza eden, hiç unutmayan kimsedir, yani, fikri ile Allah'a yönelen ve böylece de herşeyin, O'nun sayesinde olup-bittiğini, herşeyi O'nun varettiğini gören, bu noktaya vardığında da bollukta ve nimetlere garkolunmuş vaziyette bile unutmayacak bir biçimde, O'nu muhafaza eder, zikrinde taşır. Bu sıfatların her ikisi de mübalağa s'gası olup, çokça yönelen ve çokça muhafaza eden (hiç unutmayan) manasınadır. Burada daha ince, şöyle birtakım izahlar da yapılabilir: Evvâb, Allah'ın dışındaki varlıklara yönelirken, hevâ-ü heveslerine uymaktan dönen (kendini alıkoyan); hafîz, Allah'ı, en şerefli kuvvetleri ile algıladığında O'nu bırakmayan, takvası bununla kemâle erendir. Böylece bu kelimeler "müttakî" kelimesinin bir tefsiri olmuş olur. Çünkü Tiüttakî", şirkten ve ta'tîlden (Allah'ın sıfatlarına inanmamaktan) korunan, O'nu inkâr etmeyen ve O'ndan başkasını kabullenmeyen; "evvâb", Allah'tan başkasını Kabullenmeyen, Allah'ın dışındaki herşeyden el etek çeken, "hafîz" de, Allah'ı bırakıp O'nun dışında kalan, hiçbirşeye, dönmeyen demektir. Kalb-i Münîb 33"Rahman'a, gıyabında saygı gösteren, hakkın taatına yönelmiş bir kalb ile gelen kimselere hastır". Bu ayetle ilgili birkaç izah var: 1) En dikkat çekici olan bu görüşe göre, bu ifâde, bir manâda (nida olunan)dır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Ey, Rahman'dan haşyet duyanlar.. Esenlik içinde cennete giriniz.." buyurmuştur. Nida harfinin hazfolunması, yaygın olan bir kullanıştır. 2) Ayetteki (......) ifâdesi, (Kaf, 32) ifâdesindeki (......) ifâdesinden, bedel olup, harf-i cer yeniden getirilmemiştir.. Buna göre kelâmın takdiri, "Cennet, Rahman'a, gıyabında saygı gösteren ... kimselere yaklaştırıldı" şeklinde olur. 3) ifâdesinde, zikredilmemiş olan malûm bir mevsûf bulunmaktadır. Cenâb-ı Hak sanki şöyle der: "Allah'a dönen her bir şahıs, her bir kul, vb. kimseler için..." Buna göre, ifâdesi, buradaki mevsûftan (şahıs, kul) bedel olmuş olur. İşte bunlar, Zemahşerî'nin zikretmiş olduğu üç izah şeklidir. İsm-i Mevsûl İle Tavsif O, şöyle (de) demiştir: (......) ifâdesinin, (......) ya da (......) kelimesinden bedel olması caiz değildir. Çünkü (......) ve (......) kelimesiyle, az önce de anlattığımız gibi, zikredilmemiş olan malûm, bilinen bir mevsûf nitelenmiştir. Bedel ise, kendisinden bedel tutulan hükmündedir. Böylece edatı kendisiyle vasıflanılan bir ifâde (sıfat) olmuş olur.. Oysaki, (......) ile sıfatla tavsif yapılmaz. Meselâ, "Bana gelen adam, benimle oturdu..." denilmesine karşılık, denilemez.. Zemahşerî'nin sözünün tamamı budur. Buna göre şayet birisi, ile edatı, ism-i mevsûl olmaları hususunda müşterek oldukları halde, kendisiyle sıfatlama yapılabilme hususunda niçin müşterek olamasınlar?!" derse, deriz ki: Mesele aklî bir husus olup, biz bunu u ile ilgili açıklamada beyân edeceğiz.. Bu konudaki husus, oradan anlaşılacak. İşte (bu amaçla) diyoruz ki: (mâ) edatı müphem bir isim olup, her şey için kullanılabilir. İfâde ettiği ise, "o şeydir" şeklindedir. Fakat "şey", en umumî ve kapsamlı bir ifâdedir. Çünkü cevher, bir "şey"dir, araz, bir "şey"dir, vâcib bir "şey"dir, mümkin bir "şey"dir. Anlayışta, daha umumî olan daha hususî olandan önce gelir. Çünkü sen uzaktan bir gölge görsen, önce desin ki, "Bu bir şey'dir." Sonra, onun insanlarla alakalı bir şey olduğunu anlayınca, "(Bu gölgenin sahibi) bir insandır" dersin. Onun bir erkek olduğunu anladığında da, "O bir adamdır" dersin. Kuvvetli olduğunu gördüğünde ise "(Güçlü kuvvetli), cesur, vb. dersin. Şu halde daha umumî olan, daha çok maruftur, tanınır. Anlayışta da, daha hususî olandan önce gelir. Demek ki, (......)'nın ifade ettiği her şeyden önce gelir.. O zaman da, onun sıfat olması uygun olmaz; zira sıfat, mevsûftan sonra gelir.. Yapılan bu izahlar, aklî cihetten idi. Bunun nahiv bakımından izahına gelince edatı ile tavsifte bulunulamaz?). Çünkü, "hakikatler" ile tavsifte bulunulamaz. Meselâ, "Adam cisim bana geldi..." denilemez. Ama, "Konuşan bir cisim bana geldi" denilebilir. Çünkü vasıf, mevsûf ile kaimdir. Hakikat ise, başkasıyla değil, kendikendisiyle kaimdir.. Şu halde başkasına sıfat olan her bir şeyin anlamı, "Bir şey ki, şöyle şöyle hususiyeti var.." şeklindedir. O halde bizim (alim) şeklindeki sözümüz, "Bir şey ki, onda ilim ya da âlimlik var.." anlamındadır. O halde sıfat mefhûmunun içine, "başka bir durumla birlikte bir şey" kavramı girmektedir ki, bu da "(Bir şey ki), onun şöyle şöyle özelliği vardır.." kavramıdır... Fakat mücerret olarak "şey" anlamındadır; o halde onda, sıfatın kendisiyle tamamlandığı şey, (kavram) bulunmaz; ki bu da, manası, "şöyle şöyle vasfı az olan (şey)" şeklinde olan, başka bir husustur. O halde (......)'nın sıfat olması caiz olmamıştır. Bu husustaki söz ortaya çıkınca, (artık deriz ki) akıllılar hakkında olan edatı, hem akıllılar, hem de gayr-i âkil varlıklar hakkında olan edatı gibidir. o halde edatının manası, "Bir insan, bir melek" ya da, bunlar dışındaki "akıllı hakikatler" şeklindedir. Hakikatler ise sıfat olarak vaki olmazlar. (ellezî) ifâdesine gelince, bu, hem hakikatler, hem de sıfatlar hakkında kullanılır. Onun mefhûmuna da, ile değil de ile yapılan tavsifin kapsamına girenden daha çok tarif girer.. Mana İle İlgili İncelikler Ayette bir takım manevî nükteler bulunmaktadır: "Haşyet" ve "havf" kelimelerinin anlamı, dilcilere göre aynıdır. Fakat, aralarında böyle bir fark bulunur: "Haşyet", kendisine haşyet duyulanın azametinden kaynaklanır. Çünkü (......) ve (......) harflerini muhtelif kalıplar içinde bir araya getirilmesi, Terkibi, bir "heybet" anlamını taşımaktadır. Bu sebeple gerek öndere (seyyid) gerek yaşı ileri adama, şeyh ismi verilir; çünkü her ikisi de, mehabet sahibi olup, arlara saygı duyulur. "Havf" (korku) ise, haşyet duyanın zayıflığından ileri gelen bir olcudur, ürpermedir. Çünkü (......) ve (......) harflerinin muhtelif kalıplar halinde terkip edilmesi, zayıflık manasına delâlet eder ki, hîfe ve "korkmak; gizlenmek" kelimeleri de bunu göstermektedir. Eğer bunların manaları, birbirine yakın olmasaydı, Meselâ Kur'ân-ı Kerim'de, (Enam, 63) ve (Araf, 205) şeklinde varid olmazdı. Korkanda olduğu gibi, gizlenende de bir zayıflık bulunmaktadır. İşte bunu anladığın zaman, o incelik de ortaya çıkmış olur.. Ki bu da şudur: "Allah, korkunun, kendisinden haşyet duyulanın azametinden kaynaklandığı durumlarda, Kur'ân'ın pekçok yerinde, "haşyet" lafzını zikretmiştir. Meselâ "Allah'dan, ancak alimler haşyet duyarlar..." (Fâtır, 28) ve "Eğer biz Kur'ân'ı bir dağ indirseydik, muhakkak ki onu, Allah'ın haşyetinden baş eğmiş, paramparça görürdün..." (Haşır, 21) buyurmuştur. Dağda bir zayıflık yoktur ki, korku, bu zayıflıktan neşet etsin.. Şüphesiz Allah çok yüce ve azimdir ki, kuvvetli olan herkes ondan haşyet duyar.. Yine Cenâb-ı Hak, Onları Rablerini büyük tanıyıp (O'nun korkusuyla) rikkate gelirler.."(Mü'minun, 57) buyurmuştur. Oysaki, melekler (zayıf varlıklar olmayıp), kuvvetlidirler. insanlardan korkuyordun. Halbuki Allah, Kendisinden haşyet duymana daha çok layıktır" (Ahzâb, 37) buyurulmuştur. Yani, "Onları gözünde büyüterek onlardan korkuyorsun. Oysa ki, sende, onlara nisbetle bir zayıflık yok..." "Korkma, hüzünlenme..." (Ankebût. 33) buyurulmuştur. Yani, "Zayıflık göstererek korkma; çünkü onların bir azameti yok!.." "Öyle bir günden korkarlar ki"(Nur, 37) buyurulmuştur. Oysa ki, Allah'ın azametine nisbetle o (kıyamet) gününün azameti, azdır. "Korkmayıne, hüzünlenmeyiniz..."(Fussilet, 30) buyurulmuştur. Yani, "Ahirette, hoşlanılmayacak herhangi bir şeyin basınıza geleceği sebebiyle korkmayın... Çünkü, hoşlanılmayacak bütün şeyler, sizden uzak tutulmuştur..." korkarak, gözetleyerek... (Kassas, 18) "Beni öldürmelerinden korkuyorum"(Kasas,33) buyuruimuştur. Çünkü Musa (aleyhisselâm), tek ve zayıf (arkasız) idi... Harun (aleyhisselâm) da, "Şüphesiz ben korktum"(Taha, 94) demiştir. Bu, Harun (aleyhisselâm)'un zayıflığından değil de, Musa (aleyhisselâm)'nın, Harun (aleyhisselâm)'un gözündeki azamet ve heybetinden kaynaklanmaktadır. Yine, "Bunun için onları bir azgınlık ve kâfirlik bürümesinden endişe ettik de..."(Kehf, 80) buyurulmuştur. Bu, ondaki (Hızır) bir zâfiyyetten dolayı değildir. Sözün özü şudur: Sen, haşyet kelimesinin kullanımını iyice düşündüğünde, onun, kendisinden haşyet edilendeki azamet sebebiyle duyulan korku hakkında kullanıldığını görürsün, havf kelimesinin kullanılışına baktığındaysa, onun, korkan kişideki bir zâfiyyetten dolayı ileri gelen korku hakkında kullanıldığını anlarsın.. Bu, ekser yerde böyledir. Bazan, buna rastlanmayabilir, ama bu konuda, çokluk ve kesret yeterlidir.. 2) "Rahmet" vasfı, çoğunlukla "haşyet "in zıddı ve mukabili olduğu halde, müttakinin medhine bir işaret olmak üzere "Rahman'dan haşyet duyan..." buyurmuştur. Şöyle ki, Allah'ın merhameti o kimseyi, azametinden dolayı haşyet ve korkudan alıkoymamıştır.. Cenâb-ı Hak (Haşır, 21) buyurmuştur ki, bu, kâfirin kınanmasına bir işarettir. Çünkü, azamet ihtiva edilen Allah lafzının ifâde ettiği ulûhiyyet, o kâfiri, Allah'tan korkmaya sevketmemiştir. Cenâb-ı Hak (Fatır, 28) buyurmuştur, çünkü hasr ifâde eder. Dolayısıyla burada câhil kimsenin, Allah'tan haşyet edemeyeceğine bir işaret vardır. Böylece Allahü teâlâ, onu iktizâ eden şeyin (azamet) bulunmasına ve buna bir mâni bulunmamasına rağmen, onun haşyet içinde bulunamayacağını beyan etmek için zikretmiştir. Ki, haşyeti gerektiren şey de, ilahî rahmetin olmasıdır. Biz bunu, Yasin Sûresi'nde anlattık. Rahman Vasfının Anlamı Burada, bir başka şeyi ilave etmek istiyoruz ki, o da şudur: Ayetteki, "Rahman" ifâdesi, mâni olana değil haşyeti iktizâ edene bir işarettir. Bu böyledir, zira, "Rahmân"ın manası, yaratmak suretiyle, eşyaya ve nesneye varlığını veren; "Rahmân"ın manası da, yarattığı o şeylere rızık vermek suretiyle, onların hayatlarını sürdürmeyi onlara lütfeden, demektir. O halde Allah, dünyada iken de hem Rahman'dır, hem Rahîm'dir. Rahmandır, zira bizi, rahmetiyle yoktan var etmiştir. Rahîmdir, zira rızık vermek suretiyle, hayatiyetimizi sürdürmeyi sağlamıştır. Rızık vermek suretiyle bekayı sağlamanın, bazan, çaresiz kimseleri yedirip içiren ve meselâ, hakkında "Falancanın hayatiyetini sağlayan falancadır" denilebilen kimselerden de meydana geldiği sanılsa bile, Allah'dan başkası hakkında Rahîm denilmez! Allah, ahirette de, hem Rahman hem Rahîm'dir. Rahmân'dır, çünkü bizi yeniden dirilten O'dur; Rahîm'dir, çünkü orada bize rızık veren O'dur. Biz bu hususu, Fâtiha'nın tefsirinde anlatmıştık. Çünkü Biz, şöyle demiştik: Allah, bizi yarattığı için Rahman olduğuna; bize, dünyada rızık verdiği için, Rahîm olduğuna işaret etmek için, "Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla..." buyurdu... Daha sonra Cenâb-ı Hak, bir rahmet olarak, cümlesinden sonra yeniden, "er-Rahmân, er-Rahîm" buyurmuştur. Yani, "O, bizi, ahirette ikinci kez yaratacak olması suretiyle, yine Rahman olarak tecelli etmiştir" demektir.. Biz bunun böyle olduğunu da, Cenâb-ı Hakk'ın, bunu müteakip getirdiği, ifâdesine dayanarak söylemiştik.. Ki bu, "O bizi, ikinci kez yaratacak.." demektir. Allah bize, orada da rızık verdiği için, yine Rahîm'dir. Çünkü o günde mâlik, O'dur. Bunu iyice kavradığına göre şimdi, bil ki, insanın varlığı, kendisinden olan zâttan (Allah'tan) korkması, başkasından olan korkusu gibi değildir.. Çünkü, bir kimse, bir başkasına, "Senden, senin benim rızkımı kısmandan, hayatımı değiştirmenden korkuyorum der. Binâenaleyh, Allahü teâlâ, eşyanın varlığı kendisinden kaynaklanan bir Rahman olunca, (O'ndan korkulmaz), fakat O'ndan haşyet duyulur.. Çünkü, eşyanın varlığı, elinde olan zât onları yok etmeye de kadirdir. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allah'tan haşyet duymak, her hikmetin başıdır..." buyurmuştur. Bu böyledir, zira hakîm (hikmetli) kimse, Allah'tan başkası hakkında düşündüğünde, onu, her an değişebilir ve her an yok olabilir bir konumda bulur. Ve, çoğu kez Cenâb-ı Hak, o kimsenin zarar verme imkânı bulamadan, onu yok etmeye de kadirdir. Çünkü, Allah'tan başkası, eğer Allah zarar vermesini takdir etmemişse, zarar vermeye kadir olamaz. Eğer, bunu yapabilmişse, bu da, Allah'ın takdiri iledir. Dolayısıyla da o zarar, ya azâb eden o kimsenin, yahutta azâb edilenin ölümü ile son bulur. Ama, Allah'a gelince, Allah'ın dilediğini geri çevirecek güç, azabını erteleyecek kuvvet yoktur. Azabının nihayeti de yoktur. Cenâb-ı Hak, ayette buyurmuştur ki, bu, "Onların korkuları, işlerin, gözün görebileceği bir biçimde zuhur etmesinden önce meydana gelmiştir.." anlamındadır. Ayetteki, "(hakkın) taahna yönelmiş bir kalb ile gelen..." ifâdesi de, bir başka medh sıfatına işarettir. Çünkü, haşyet içinde olan kimse, bazan kendisinden haşyet duyulandan kaçar, ona yaklaşmak istemez; böylece de ondan yararlanamaz. Korkan kimse, kendisine yaklaşamadığı, haşyet duyduğu o şeyin de Allahü teâlâ'nın hükmü altında olduğunu anlayınca, kaçışının kendisine fayda vermeyeceğini anlar, böylece de, hiç ürpermeksizin, o korkulan şeye yaklaşır.. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak "Geldi" buyurmuş, "Kaçan kölenin kaçıp gitmesi gibi gitmedi.." demek istemiştir. (......) kelimesinin başındaki bâ hakkında söylenebilecek muhtemel açıklamaları biz Cenâb-ı Hakk'ın, (Kaf, 19) ifâdesindeki (......) kelimesinde bulunan bâ'yı izah ederken söylemiştik. Ki bunlardan birisi şudur: Bu bâ harfi, müteaddî (geçişli) kılmak için getirilmiştir. Yani, "Selîm bir kalb ile bulundu, hazır oldu" demektir. Ki, bu tıpkı, birisi diğerini götürdüğünde, denilmesi gibidir. 2) Bu bâ, "musahabe" anlamındadır. Nitekim Arapça'da, "eğeriyle beraber" anlamında, "Falanca eğeriyle birlikte atı satın aldı" denilir. "Ailesiyle birlikte" "Falanca, ehliyle birlikte gildi." denilir. 3) En meşhur olanına göre, buradaki bâ harfi, sebebiyye anlamındadır. Nitekim Arapça'da, "Falan, sadece falancanın görüşüne itibar etti ve ondan olan ümîdi sebebiyle geldi" denilir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "o geldi, o ancak, kalbindeki dönme ve rücû duygusu sebebiyle gelmiştir. O, dönüşün ancak Allah'a olacağını bildiği için böyle yaptı ve münîb olan kalbi sebebiyle geldi. "Münîb olan kalb", tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın (Saffât,84) ayetindeki, kalb-i selîm ifâdesi gibidir. Yani, "şirkten uzak bir kalb ile.." demektir. Kim şirkten uzak ve selîm olursa, Allah'tan başkasından uzaklaşır, Allah'a döner, böylece de "münîb" olur. Allah'a dönen kimse ise, şirkten berîdir; böylece de selîm olmuş olur. Ebedîlik Günü 34"Selâmetle girin oraya. İşte bu, ebedîlik günüdür...". (......) ifâdesindeki (......) zamiri, (Kâf, 31), (......) ifâdesindeki "cennet"e râcidir. Yani, "cennetin güzellikleri mükemmelleşip iyice yaklaştırılarak, onlara da, "Bu, va'dolunduğunuz şeydir" (Kaf, 32) ifadesiyle, "Muhakkak, sizin makamınız, yeriniz yurdunuzdur" denildiğinde, o müttakîtere, cennete girmeleri hususunda izin verilmiş olur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bu hitap kime yapılmıştır? Biz diyoruz ki, (Kaf, 32) ifâdesi tâ ile okunmuşsa, bunun kime olduğu açıktır. Çünkü hitabın, kendilerine va'dde bulunulanlara olduğu gayet açıktır. Yok eğer, yâ ile okunuyorsa, hitap, müttakileredir. Yani, "müttakflere, oraya girin, denilir" demektir. Cennete Girme İzne Bağlı Bu, bu cennete girme işinin, izne bağlı olduğunu gösterir ki, bunda da, ikrama uygun olmayan bir "bekleme" bulunmaktadır. Biz deriz ki: Durum böyle değildir. Çünkü, ikram edilmek istenen birisini, bahçesine ve bağına davet eden kimse, ona, o bahçenin kapılarını açar ve onu, oturacağı yere götürür; kapıya, onu selâmlayacak teşrifatçılar diker ve der ki, "Bahçeme ulaştığında, oraya gir.." Şimdi orada hiç kimse bulunmazsa, bu, yapılan o ikramı zedeleyen bir husus olmuş olur. Ama, kapısında "Allah'ın ismiyle girin.." buyurun" diyen kimseler bulunan şahsın böyle değildir. İkramın bu şekilde olduğunun defili, ayetteki, "selâmetle" lâdesidir. Bu tıpkı, müsafıri ağırlayan kimsenin, "Selâmetle, saadetle ve ikramla gir." semesi gibidir. Ayetteki bâ, hal manasında olmak üzere, "musahebet" için olan bâ'dır. Yani, Emin olarak, selâmetle içice olarak girin ..." demektir. Yahutta bunun manası, "Oraya, size selâm verilmiş kimseler olarak giriniz" şeklinde olur ki, buna göre onlara, Allah ve melekleri selâm vermiş olur. Bence, burada şöylesi muhtemel bir izah daha vardır ve şudur: Bu ifâde, "mü'minlerin dünyada iken güzel huylara iletildiklerini bildirdiği gibi, onların o günde de güzel huylara götürülüp irşâd olunduklarını gösteren bir ifâdedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, dünyada iken mü'minlere güzel alışkanlıklardan birisini, "Ey iman edenler, kendi odalarınızdan başka odalara sahipleriyle alışkanlık peyda etmeden ve selâm da vermeden girmeyin" (Nur,27) ayetiyle öğretmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, Burası sizin yurdunuzdur, evinizdir, barkınızdır. Ne var ki, güzel adetlerinizi bırakmayın. İyi huylarınızı bozmayın; oraya selâm ile girin.." demek istemiştir. Dolayısıyla da onlar, oradakilere, "Selâm.." diye bağırarak girerler. Oradakiler de artarın selâmlarını alırlar ve "esselâmü aleyküm..." derler. Bunun böyle olduğunun Mide, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yalnız bir söz (işitirler): Selâm, selâm!" (Vakıa, 26) ayetidir. Yani, "Onlar oradakilere, oradakiler de onlara selâm vermiştir." Bu izah, eğer nakle dayanan bir izah ise, evet, diyecek bir şey yok.. Yok, eğer nakle dayanan bir izah aeğilse, bu, naklî bir delilin kendisini teyit ettiği akle uygun bir izahtır. Cenâb-ı Hak, "İşte bu, ebedîlik günüdür" buyurmuştur. Matı, o cennetliklerin kalblerindeki, bunun sona örebileceği, derken kalblerinde sunun özlem ve hasretini kalabileceği düşüncesini sona erdirmek için böyle buyurmuştur. İmdi eğer; "Mü'min kimse, cennete girdiğinde, orada ebedî kalacağını zaten bilmektedir. Öyleyse, bunun yeniden hatırlatılmasındaki fayda ve hikmet nedir?" aenılirse, biz buna şu iki bakımdan cevap veririz: 1) Allah'ın bu buyruğu, bir ilân, bildirme ve bir ihbar olmak üzere, Allah'ın, cennetlikler daha dünyada iken söylediği bir söz olup, Allah'ın, cennetlikler oraya ererken söylediği bir söz değildir. O halde bu izaha göre, Cenâb-ı Hak, bu günümüzde günün ebedîlik günü olduğunu haber vermiş olur.. 2) Kalbler, söz ile daha fazla tatmin olur.. Zemahşerî ifâdesinde, takdiri "Bu, ebedîliğin takdir edildiği gündür.." şeklinde olan bir izmâr bulunduğunu söylemiştir. "Gün" Mutlak Zaman Burada, ister gündüz isterse gece olsun, "gün" kelimesinin zikredilip de, mutlak zamanın kastedilmiş olduğu da söylenebilir. Çünkü biz, meselâ, Arapça'da, "Falancanın oğlu olduğu gün, büyük bir sürür meydana gelir" diye bir ifâde kullanmaktayız. Şimdi, bu kimsenin oğlu geceleyin doğsa dahi, aynı sevinç yine bulunmuş olur. Ki böylece, buradaki "gün" ifadesiyle zaman kastedilmiş olur. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, "İşte bu, devamlı ikâmet etmenin zamanıdır" demek istemiştir. Ne İsterlerse Var 35"Orada onlar için, ne dilerlerse var. Nezdimizde ise daha fazlası var". Bu ayetlerde son derece güzel bir tertip vardır. Zira, Allahü teâlâ söze, o cennetliklere ikram ettiğini beyân etmekle başlamıştır. Çünkü O, "Cennet müttakilere yaklaştırıldı.." (Kâf, 31) buyurmuş, o müttakîlerin, içindeki onca güzellikleriyle cennetlerin kendilerinin önüne getirildiği kimselerden kıldığını belirterek, ikramın ne biçim bir ikram olduğunu açıklamak için, "Muttaki kimseler cennete yaklaştırıldı.." dememiş, daha sonra da onlara, "İşte bu, sizlere va'dolunandır" (Kâf, 32) ayetiyle, "Burası sizindir" demiş, sonrada, "O (Allah'ın taatına) dönen, O'nun (ahkâmına) riâyet eden... Rahman'a gıyabî saygı gösteren ... kimselere has ..." (Kaf. 32-33) ifâdeleriyle, bunun, onların o salih amellerinin ücreti olduğunu beyân buyurmuştur. Çünkü, bir şeye bir bedel karşılığı sahip olan kimsenin, o şeydeki tasarrufu, bir bedel olmaksızın sahip olan kimsenin tasarrufundan daha tam ve daha mükemmeldir. Çünkü, bedelsiz olarak elde edilen mülkte rücû söz konusu olabilir. Cenâb-ı Hak, daha önce de, bunun bir ikram olduğunu beyan ettiğimiz gibi, bu ikrama, "Giriniz emriyle.." renk katmıştır.. Çünkü, kapısını insanlara açıp da, kapısında, girenleri selâmlayan kimseler bulundurmayan kimse, tam bir ikramda bulunmuş olmaz.. Cenâb-ı Hak daha sonra, "İşte bu, ebedîlik günüdür" buyurmuştur ki bu, "Daha önce, atalarınız Adem (aleyhisselâm) ile Havva'nın cennetten çıkarılmaları sebebiyle sizin başınıza gelen şeyden korkmayınız. Bu, artık, kendisinden sonra bir çıkışın olmayacağı bir giriştir.." demektir. Allahü teâlâ, cennetliklerin orada ebedi olduklarını beyan edince, "Rızkınızın sona ermesinden, dünyada iken ömrü uzun olup, beli bükülerek ihtiyaç içine düşenlerden olduğunuz (gibi), burada da ihtiyaç içinde kalacağınızdan endişe etmeyiniz. Tam aksine, sizin için ebedilik söz konusudur. İstifâde edeceğiniz şeyler bitip tükenmez. Dolayısıyla, istediğiniz vakitte, her istediğiniz şey vardır. Dönüş Allah'adır. Oraya ulaşıldı mı, artık O'nun katındakiler tavsif edilemez ve hiç kimse O'na muttali olamaz. O'nun yanında bulunanın azameti, sana, O'nun katındakilerin üstünlüğünü gösterir" demek istemiştir ki, işte ayetteki tertip bundan ibarettir. Bu ifâdenin tefsirine gelince, burada şöyle iki mesele vardır. İltifatın Sebebi Allahü teâlâ, önce muhatab sigasıyla, "Selâmetle girin oraya" buyurmuş, daha sonra da bu ayete, "Sizin için" şeklinde değil de, "Onlar için" şeklinde başlamıştır, bunun hikmeti nedir? Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz: 1) "Selâmetle girin oraya" ayeti, "Onlara, "Selâmetle girin oraya" denilir" takdirindedir. Dolayısıyla da, bu izaha göre ayette bir "iltifat" üslûbu söz konusu olmaz. 2) Bu, "İltifat" üslubuyla gelen bir ifadedir. Hikmeti ise, her iki tarafı birleştirmektir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Onlar geldiklerinde bunu ikram et. Onların gelişlerinde sürûr-huzûr vardır, orada olmayışları durumunda ise, eksiklik-kusur vardır" demiş olmaktadır. 3) Hak teâlâ'nın "Onlar için" ifadesinin, "melekler için" manasında olması da mümkündür. Buna göre Hak teâlâ meleklere, "Onlara hizmetleri yürütün ve bilin ki, onlar için orada istedikleri herşey vardır. Onların istediklerini, önlerine hazırlayın. Fakat benim katındakilere gelince, bunlar onların gönüllerinden hiç geçmeyen ve sizlerin bile bilemeyeceğiniz şeylerdir" demiş olur. İkinci Mesele Ayetteki "mezîd" kelimesinin, "ziyâde, ilave, fazlası" manasına olduğunu söylemiştik. Böylece bu ayet, tıpkı, "Güzel güzel ameller edenler için, en güzel mükâfaat olan cennet ve dahası vardır" (Yunus, 26) ayeti gibi olur. Buradaki "mezîd" kelimesinin, ism-i mef'ûl (ziyade edilen şey) manasına olması da muhtemeldir, yani, "bizim katımızda, umduklarına ve arzu ettiklerine ilave edeceğimiz şeyler vardır" demektir. Allah'tan Kaçılmaz 36"Biz, bunlardan evvel, nice nesilleri imha ettik. Onlar kuvvetçe bunlardan daha üstün ve çetin idiler. (Öyle ki), ölümden kurtulmak için, diyar diyar kaçacak delik aramışlardı. Fakat kaçma çaresi var mı?". Hak teâlâ onları, önlerindeki o müthiş gün ve elîm-çetîn azab ile korkutup, bu hususta onları ikaz edince, bu dünyada kendilerini imha edecek ve gelip onları bulacak şeyler hususunda da inzâr etmiş ve bundan dolayı onlara, kendilerinden önceki kavimlerin durumlarını anlatmıştır. Bunun ne demek olduğu pek çok yerde geçti. Buraya has otarı hususlar ise şuntatim 1) Bu, hem dünyevi azab ile, hem de uhrevî ikabla inzâr etme manasına olan bir ifâdedir. O halde daha niçin bu ikisinin arasına, Cenâb-ı Hak, "Cennet, müttakilere ... yaklaştırmıştır. Nezdimizde ise daha fazlası vardır" (Kâf, 31-35) ifadesini getirmiştir? Deriz ki: Bu, onları korku ve ümid (havf ve recâ) ile hakka davettir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bir terhîb (sakındırma) ve bir terğîb (teşvik) olsun diye, hem muannid kâfirlerin ahiretteki durumunu hem de ibadet eden ve şükreden kulların yine oradaki durumunu dile getirmiş, sonra da, "Siz, ebedî ve devamlı olan azabım hususunda bir şüphede iseniz de emsallerinizi helak eden, o dünyevî azablarım hususunda şüpheniz yok" buyurmuştur. İmdi, eğer: "Hak teâlâ, ahiretle ilgili terğîb ve terhibi birlikte zikrettiği gibi, dünya ile ilgili terğîb ve terhibi niçin birlikte zikretmemiş, Kendisine şirk koşan böylece imha ettiği kimselerden bahsettiği gibi, daha önce müslüman olup, böylece nimete eren kimselerden bahsetmemiştir, niçin?" denilirse, deriz ki: Nimetler, onlara ulaşmıştır ve onlar nimetler içinde istedikleri gibi davranmışlardır. Dolayısıyla onlara bunu hatırlatmamıştır. Fakat onlar, helak olacaklarından gafil idiler. Dolayısıyla Allah onları, bu hususta inzâr (ikaz) etti. Ahirette ise onlar bu iki şeyin her ikisinden de gafil oldukları için, Allah onlara bunun ikisini de hatırlatmıştır. 2) Ayetteki, "Diyar diyar, kaçacak delik aramışlardı" ifadesinin manası hususunda şu izahlar yapılabilir: a) Bu, Hak teâlâ'nın Semûd kavmi hakkındaki, "Onlar va'dide kayaları oydular" (Fecr, 9) ayetinin ifade ettiği husustur. Bu da, onların yerleri yarıp yol açmaları ve kayaları oyup, evler yapmalarıdır. b) Ayetteki bu ifade, "Onlar hep yolculukta idiler. Sığınacak, kaçacak bir yer bulamadılar" manasındadır. Mananın böyle olması halinde, bununla Mekkeli müşrikler kastedilmiş olur, yani onlar, hep yolculuk yaptılar ve bu esnada, helak olan kavimlerinin izlerini yok olup gidişlerinin alametlerini- gördüler. c) Bu ifade, "Onlar, yeryüzünde diğer insanların temsilcileri-idarecileri oldular" demektir. Hak teâlâ bu ifadesiyle, onların kuvvet ve saltanatlarının, kendilerine sağladığı şeyi anlatmak istemiştir. Mananın böyle oluşuna, ifadenin başındaki "fâ", delâlet etmektedir. Çünkü bu tabir bu durumda, işin muktezâsına göre gerçekleştiğini ifade eder. Nitekim sen, "Zeyd Amr'dan güçlüdür, dolayısıyla o onu yendi" ve " Amr hasta idi, dolayısıyla Zeyd onu yendi" dersin. İşte burada da Hak teâlâ, "Onlar, kuvvetçe bunlardan daha üstün ve çetin idiler. Dolayısıyla yeryüzünde idareciler-temsilciler oldular" demiştir. Buradaki fiil, şedde ile şeklinde de okunmuştur ki bu kıraat da, bu manaya gelir. Çünkü "tenkîb", araştırma-inceleme manasına olup, bu da "temsilci oldu" manasına gelen (......) fiilindendir. 3) Ayetteki, 'Fakat kaçma çaresi var mı?" ifadesi, üç manaya muhtemeldir: a) "Nakb" fiilini şeddeli okuyanlara göre, "mahîs" kelimesinin ism-i mef'ûl olması muhtemeldir, yani "Onlar kaçabilecekleri yerler araştırdılar, fakat kaçabilecekleri yer var mı (yok)" demektir. b) Bütün kıraatlara göre, bu ifadenin başındaki istifham, inkârî olup, "yoktur" manasına gelir. c) Bu, müste'nef bir cümledir. Buna göre Hak teâlâ adetâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavmine, "O eski ümmetler, onca kuvvet ve kudretlerine rağmen yok olup gittiler. Peki şimdi sizin, kendisine güvendiğiniz bir sığınağınız, bir kurtuluş yeriniz var mı?" demektedir. "Mahîs", tıpkı mahîd gibidir. Fakat "mahîs" şiddetten dönüp kaçma manasınadır. Bunun gibi olduğunun delili, Arapların, "Onlar şiddet, belâ ve sıkıntıya düştüler" deyişleridir. "Mahîd" ise, mutlak manada dönüp gitme demektir, onlar için başka bir ihtimal olsa bile... Nitekim Arapça'da, Göz göre göre, yoldan saptı" denilir, bu manada, denilmez. Gönlü Olana İkaz 37"Hiç şüphesiz bunda, gönlü olan yahut, kendi görerek kulak veren kimseler için elbette bir öğüt vardır". Ayetteki "bu" ifadesi, geçen ayette bahsedilen, o helak edilişe bir işarettir. Bunun, cennetin yaklaştırılması, cehennemin tıka-basa oldurulması gibi, daha önce zikredilmiş şeylere bir işaret olması da muhtemeldir. "Zikrâ" "öğüt" kelimesi masdar olup, "tezekkür" (hatırlama) ve tezkire (hatırlatmak) manasınadır. Aslında "zikrâ" kelimesi de, fiilinin bir masdandır. Ayetteki, "gönlü olan kimseler için" ifâdesindeki "kalb" ile, aklında tutan ve unutmayan bir kalb (akıl) kastedilmiştir" denilmiştir, yani "Aklında tutan ve unutmayan bir kalbi olanlar için..." demektir. Nitekim Arapça'da, "Çok mal" manasında, "Falanın malı var" denilir. Dolayısıyla burada "kalb" kelimesinin nekire getirilişi, ifade ettiği mananın mükemmelliğine delâlet eder. Evlâ olan işi zikrettikten sonra, işin vazıh (açık) olduğunu ve ufacık kalbi (aklı) alan için bile saklı olmadığını anlatmak için bunun böyle nekire getirilmiş olduğunun söylenmesidir. Nitekim Arapça'da, "Ona şey ver, bir kuruş olsa bile" denilir. Biz de "Cennet, hayır işler yapanlar içindir, bu hayır bir tek hasene olsa bile!" deriz. Buna göre Hak teâlâ, sanki, "bunda, kalb denilebilecek en ufak birşeyi olan kimse için bir öğüt vardır. Bu durumda artık kim öğüt almazsa, onun hiç kalbi yok demektir" buyurmuştur. Bu tıpkı, "(Onlar), sağır, dilsiz, kördürler" (Bakara, 18) ayetinde olduğu gibidir. Çünkü o münafıkların, kulakları, dilleri ve gözleri, kendilerinden istenilen esas işleri yerine getirmemişlerdir, dolayısıyla yok sayılmışlardır. Aynen bunun gibi, bundan öğüt almayanın da, kalbi yok sayılmıştır. "Onlar hayvan gibidirler, hatta daha sapıktırlar, şaşkındırlar" (Araf, 179) ayeti de böyledir, yani, "Onlar cansız varlıklar gibidirler" manasınadır. Yine, "Onlar sanki odunlar gibidirler" (Münafikûn, 4) ayeti de böyledir, yani, "O münafıkların şekilleri var, ama hatırlayan -öğüt alan kalbleri, şükreden lisanlan yok" manasınadır. Ayetteki, "Yahut kendi görerek kulak veren kimseler için..." ifadesi, "dinleyen" manasınadır. Çünkü "seni atmak" (kulak vermek), dinlemeden kinayedir. Zira dinlemeyen kimse, sanki kulağını tutup, dinlemekten onu alıkoymuş gibidir. Binâenaleyh onu verip serbest bıraktığında, dinleme gerçekleşir. Buna göre, "Kalb kelimesinin nekire getirilmesi, "teksîr" (çokluk) manasını ifade eder" diyenlerin görüşüne göre, "Yahut kendi görerek kulak veren..." ifadesinin onun üzerine (atfedilişteki) terkibin güzelliği ortaya çıkar. Çünkü buna göre Hak teâlâ şöyle demiş olur: "Bunda, herşeyi zekasıyla bulup çıkaran, zeki, ezberleyen (öğüt alan) bir kalb (akıl) sahibi kimseler için, yahut da kulak verip, inzarcıyı dinleyen böylece öğüt alan kimseler için bir öğüt var." Ama bu ifade ile, "velevki bu vasıfları olmayan da olsa, ufacık bir kalbi dahi olan kimse" manasının kastedilmiş olduğunun söylenmesinde, böylesi bir tertib güzelliği ortaya çıkmaz" denilirse, biz deriz ki: Bizim verdiğimiz bu manaya göre, ayetin tertibi daha güzel olmuş olur. Çünkü kelamın takdiri, Cenâb-ı Hakk'ın âdeta şöyle demiş olması şeklindedir: Bunda dinleyip öğrenen, zekî bir kalbi bulunan herkes için bir öğüt vardır." Şimdi biz diyoruz ki: Tertib, daha düşükten, daha üstün olana doğru olur. Buna göre Hak teâlâ âdeta, "Bunda, iş çok net olduğu için, az-çok kalbi olan herkes için bir öğüt vardır. Binâenaleyh eğer bu öğüt herkes için gerçekleşmezse, dinleyen için gerçekleşmiştir" demek istemiştir. Ayetteki, "Yahut kulak veren kimseler için" ifadesi de, bu manayı destekler. Çünkü Hak teâlâ, bunun yerine, "yahut dinleyen kimseler için..." dememiştir. Çünkü dinleme, ilave bir arzunun olmasını gerektirir. Ama kulak vermek, "Bu öğüt, kulağını tıkamayan, aksine onu serbest bırakan kimseler için gerçekleşir, velevki bu kimse hususen dinlemek istemese bile... Çünkü bu, yüksek bir sesi duyan kimse gibidir. Çünkü bu duyma işi, özellikle dinleme niyeti olmasa bile, sırf kulakların açık olması ile, meydana gelir. Fakat gizli ses, ancak dinleme ve peşine düşme ile duyulabilir. imdi biz diyoruz ki: Öğüt çok net ve berrak olduğu için, şöyle veya böyle kalbi olan herkes için gerçekleşir. Eğer böyle kimse için tahakkuk etmezse, hali ne olursa olsun, ister dinleme gayretinde olsun, isterse olmasın, kulağı tıkalı olmayan herkes için tahakkuk eder. Buna göre eğer, "Ayetteki, "Kendi görerek" ifadesi "hal" cümlesidir. İşte bu, sırf kulak vermenin kâfî olmayacağına delâlet etmektedir?" denilirse, biz deriz ki: "Bu, bizim anlattığımızı doğrulamaktadır. Çünkü biz, bahsedilen öğüdün, az-çok kalbi olan herkes için tahakkuk edeceğini, eğer onun için tahakkuk etmezse, kalbi ile hazır vaziyette iken, kulak verdiği zaman, bu, onun için gerçekleşeceğini söyledik. Evvelkine göre bunun manası, "Muhafaza eden, aklında tutan bir kalbi bulunmayan kimse için bu öğüt, o kimsenin huzur-i kalb ile kulak vermesi durumunda gerçekleşir. Böylece o kimsenin huzur-i kalb içinde olması durumunda, onun ezberleyen-aklında tutan bir kalbi olmuş olur. Velev ki bunun yokluğu farzedilse bile... Bu, bizim (......) cümlesinin hal olduğunu söylememiz durumunda böyledir. Fakat biz bunun hal olmadığını söylersek, bahsedilen şey artık söz konusu olmaz ve bu başka manaya gelir. O mana da şudur: ayetin başındaki (bu), Kur'ân'a işarettir. Bunun izahı da şöyledir: Allahü teâlâ, sûrenin başında, "Kâf. O şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki, bilakis o kâfirler hayrete düştüler..." (Kâf, 1-2) buyurup, onların hayretlerini bertaraf edecek hususlara yer verip, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gerçek bir uyarıcı (peygamber) ve hasrın kaçınılmaz bir hadise olduğunu beyan edip, hem dünyadaki hem de âhiretteki sevâb ve cezalarıyla, terhîb ve terğîbte bulununca ve sözü böyle tamamlayınca, "Hiç şüphesiz bunda, yani bahsi geçen Kur'ân'da (ayetlerde), kalbi olan, yahut da duyan kimseler için bir öğüt vardır." buyurmuş, daha sonra da, yani, "Sizin hayrete düştüğünüz o inzarcı da, buna şâhid, orada hazırdır" demiştir. Bu tıpkı, "Biz seni, bir şâhid olarak gönderdik" (Ahzâb, 45) ve "Peygamber, size karşı bir şâhid olsun diye..." (Bakara, 143) ayetlerinde beyan buyrulduğu gibidir. Yaradan Yorulmaz 38"Andolsun Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri altı günde yarattık. Bize (bundan dolayı) bir yorgunluk da dokunmamıştır". Altı Gün: Altı Devre Hak teâlâ bir kere daha aynı delili tekrar etmiştir. Bunun izahını Secde Sûresi'nde yapmış ve maddenin üç cinsten ibaret olduğunu söylemiştik: a) Gökler... Cenâb-ı Hak, göklere bir hareket vermiş, onlara bir takım hususiyetler ve belli yerler vermiştir. b) Yeryüzü... Hak teâlâ yeryüzünü yaratmış sonra onu oval hale getirmiştir. c) Allahü teâlâ, gök ile yer arasında bulunan şeylerin zatlarını ve çeşitlerini yaratmıştır. Cenâb-ı Hak, bütün bunları, altı devre içinde yarattığına işaret için, "Altı günde yarattık" demiştir. Bunun bu manada olduğunun delili şudur: "Günler" sözü ile, lügat bakımından anlaşılan mananın kastedilmiş olması imkânsızdır. Çünkü "gün", Arapça'da, güneşin doğumundan batımına kadar, yeryüzünün üzerinde durmasından ibarettir. Gökler yaratılmazdan önce, ne güneş ne de ay vardı. Ne var ki, gün zikredilir, kendisiyle "vakit, zaman" murad edilir. Nitekim Arapça'da, "Hükümdarın oğlu olduğu gün, büyük bir sevinç olur; falancanın öldüğü gün de, büyük bir üzüntü meydana gelir" ifâdeleri kullanılır. Velev ki, doğum ya da ölüm, geceleyin olmuş olsa bile - dolayısıyla, "gün" sözüyle, illâ da gün kastedilmiş olmaz. Bu kimse, "gün" ifadesiyle, sadece zaman ve vakti kastetmiştir. " Yevm" kelimesinin, fiillere izafe edilmesindeki durumu anladığına göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "altı günde..." ifâdesindeki "yevm" kelimesinin zikredilmesindeki manayı da anla... Bazı müfessirler, bu ayetle, yahudilere bir reddiyenin kastedildiğini söylemişlerdir. Çünkü yahudiler, şunu iddia etmektedirler: Allahü teâlâ, âlemi yaratmaya pazar günü başladı.. Âlemi yaratmayı, altı günde tamamladı ki, en son gün cuma günü idi. Cumartesi günü dinlendi ve arşının üzerinde sırt üstü yattı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bunlara bir reddiye olsun diye, "Bize (bundan sonra) bir yorgunluk da dokunmamıştı" buyurmuştur. Halbuki, görünen odur ki, bu ifâde ile, müşriklere karşı bir reddiye kastedilmiş ve göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin yaratılmasıyla istidlalde bulunulmuştur. Ayetteki, ifâdesinin anlamı da, "Biz ilk yaratmadan dolayı yorulmadık ki, ikinci kez "iâde"ye, yeniden yaratmaya kadir olmayalım..." şeklinde olup, bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ya biz ilk yaratışta aciz mi gösterdik..."(Kâf, 15) ayetinin ifâde ettiğini ifâde etmektedir. Tevrat'ın Tahrifi Yahudilerin söylediğine ve Tevrat'ta nakledilen o hususa (altı günde yaratma, yedinci günde dinlenme...) meselesine gelince, bu ya onlar tarafından yapılmış bir tahriftir, yahutta onlar, Tevrat'taki ayetin hükmünü anlayamamışlardır. Bu böyledir, pazar, pazartesi... gibi ifâdeler, birbirlerinden ayrılmış zaman dilimleridir. Binâenaleyh, göklerin yaratılmasına pazar günü başlanmış olsaydı, "zaman"ın, maddelerden önce bulunmuş olması gerekirdi. Halbuki zaman, maddelerden ayrı düşünülemez. Böylece de maddeler yaratılmazdan önce başka bir takım maddeler olmuş olur, bunun neticesinde de, âlemin kadîm olduğu hükmüne varılır ki, bu felsefecilerin izlediği yoldur. Enteresandır ki, felsefeciler ile müşebbihe arasında alabildiğine ihtilaf bulunmaktadır. Çünkü felsefeciler, Allah'a hiçbir sıfat isnat etmezler ve, "Allahü teâlâ sıfat kabul etmez. Tam aksine o, her bakımdan tektir. O halde O'nun ilmi, kudreti ve hayatı, O'nun hakikati, aynısı ve zâtıdır" derler. Müşebbihe ise, Allah'a, maddelerde bulunan hareket, sükûn, İstiva (doğrulma, dik durma), oturma, yükselme ve inme gibi... sıfatları isnat ederler. O halde bu demektir ki, bu iki grup arasında tam bir aykırılık vardır. Sonra yahudiler, bu sözlerinde, bu iki meseleyi birleştirmiş, felsefecilere mahsus olan hususta, yani âlemin kadîm olması meselesinde felsefecilerin yolunu tutmuşlardır. Çünkü yahudiler, maddelerin yaratılmasından önce, birtakım günlerin ve muayyen zamanların bulunduğunu kabul etmişlerdir. Yine yahudiler, Müşebbihe'ye mahsus olan, "Arş üzerinde istiva, doğrulma" meselesi hususunda, Müşebbihe'nin yolunu benimserler, hem zaman, hem de mekân hususunda hata etmişler, sapıtmışlar, saptırmışlardır. Sabra ve Zikre Devam 39Âyetin tefsiri için bak:40 40"Ne derlerse sen, şimdilik sabret. Rabbini, güneşin doğusundan evvel ve batışından önce, hamd ile tesbih et. Gecenin bir cüz'ünde ve secdelerin peşlerinde de O'nu tesbih et...". Biraz önce bahsi geçen o müfessirler, bu ayetin manasının, "O yahudilerin, benim yorulduğuma ve sırtüstü yattığıma dair söylediklerine sabret" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bizim verdiğimiz manaya göreyse, onların "O müşriklerin, "Muhakkak ki bu, acaip bir şeydir" demelerine sabret!" şeklinde olur. Ve "Rabbini hamd ile tesbih et..." Bizim, verdiğimiz mana ise daha doğrudur. Çünkü bu, mezkûr olan bir husustur. Yahudilerin ve onların sözlerinin zikri ise geçmemiştir. Ayetteki, "Rabbini, hamd ile tesbih et..." emri hususunda, şu muhtemel izahlar yapılabilir: 1) Bu, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "namaz kılmasını emreden bir ifâdedir. Böylece bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gündüzün iki tarafında ve geceye yakın bir zamanda namaz kıl... "(Hûd, 114) ayeti gibi olur. Ayetteki, "Güneşin doğuşundan evvel ve batışından önce..." ifâdesi, gündüzün iki tarafına; "Gecenin bir cüzünde de .. onu tesbih et" ifâdesi de, "geceye yakın bir'zaman"a bir işarettir. Bunu şu şekilde açabiliriz: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, biri Allah'a ibâdet etmek, diğeri de mahlûkatı hidayete sevketmek gibi, iki ana görevi vardı. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber mahlûkatı hidâyete sevkedip de, onlar da iktidâ etmeyince, kendisine, "Diğer işine, yani Hakka ibâdete yönel..." denildi. 2) ifâdesinin manası, "Onu, o müşriklerin dediklerinden tenzih et; onların karşı koymalarından usanma! Tam aksine, onlara Allah'ın azametini hatırlat ve O'nu şirkten ve imkân dahilinde olan "haşr"dan aciz olmaktan tenzih et.. Bu işleri, güneşin doğumundan ve batımından önce yap. Çünkü bu iki vakit, onların bir araya geldikleri, toplandıkları vakittir. Gecenin evvelinde de, O'nu tesbih ve tenzih et. Çünkü bu da, Arabların bir araya geldikleri vakittir" şeklinde olur ki, bu da, "Senin, onların yalanlamalarından dolayı usanmaman, ümitsizliğe düşmemen gerekir. Çünkü, senden önceki peygamberlere de eziyyet edildi, yalanlandılar, ama yalanlanmalarına ve eziyete sabredip göğüs gerdiler" demektir. Mananın böyle olması halinde, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinin, şöylesi açık bir manası söz konusudur ki, bu manada bizim biraz önce de bahsettiğimiz gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in işinin, biri ibadet, diğeri de hidâyete sevk olmak üzere iki şey olduğuna işaret etmektir. O halde, ifâdesinin anlamı, "Yaptığın secdenin ve ibâdetin hemen peşinden, secde ile ibâdet secdelerin peşinden de hidâyete iletmenin senin hakkında tahakkuku için, Rabbini, kavmin bir araya geldiğinde, akli delillerle tenzih et" şeklindedir. 3) Bu ifâdeyle, "Subhânellâh del" manası kastedilmiştir. Bu böyledir, zira belli bazı lafızlar, Arapların dilinde, o lafızları söyleme anlamına gelir. Binâenaleyh, biz meselâ, (kebbera) deriz, bununla bir kimsenin, "Allahu ekber" demesini kastederiz. (selleme) tabirini kullanır, bununla, "Esselâmü aleykum" demek kasdederiz (hamdele) sözüyle de, kişinin, "Elhamdülillah" dediği; (hellele) sözüyle kişinin, "Lâ ilahe illallah" demesi ve (sebbeha) sözüyle de, kişinin "Sübhânellahi" demesi kastedilir. Bunu da şu şekilde açabiliriz: Bütün bunlar, insanın konuşmasında tekerrür eden, kullanılan şeylerdir. İhtiyaç, bunların neler olduğunu haber vermeye zorlar.. Binâenaleyh, bir kimse, "Falanca, Lâilâhe illallah" dedi; veya, "Falanca, Allahu Ekber" dedi" diyecek olsa, söz uzamış olur. Binâenaleyh, ihtiyaç, bu cümleleri söyleyen kimsenin, o sözlerini aynen tekrar etmemek için, bunu ifâde eden tek bir lafzı kullanmaya sevketmiştir. Bu izahın, tefsirini yaptığımız ifâdeyle münasebetine gelince, o da şudur: O müşriklerin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanlamaları, onun sözüne sasıtmaları veya Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le alay etmeleri, örfe göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlara Janet etme, sövüp sayma ve onlara beddua etme ile meşgul olmasını gerektirmiştir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Onların söylediklerine sabret, onlara beddua etmek yerine, Allah'ı tesbih et, O'na hamdet, ve zînnûn (balık sahibi), yani Yunus (aleyhisselâm) gibi olma; yahutta, Nuh (aleyhisselâm) gibi olma. Çünkü Nuh "Ey Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden yurd tutan hiçbir kimse bırakma!" (Nuh, 26) demiştir. Tam aksine, Rabbine duâ et, onların küfürde ısrarları sebebiyle canın sıkıldığında, Rabbini içinden zikretmeye devam et.." demiştir. Burada şöylesi birkaç bahis bulunur: Tesbih Fiilinin Kullanılması Birinci Bahis: Allah, "tesbîh" kelimesini, meselâ (Teğabun, 1) ve (Fussilet, 38) ayetinde olduğu gibi, bazan lâm ile, (vakı'a, 74) ve (Kaf, 39) ayetlerinde olduğu gibi, bazan bâ ile (insan, 26), (Ahzab.42) ve (A'la, 1) ayetlerinde olduğu gibi, bazan harf-i cersiz olarak kullanmıştır. Binâenaleyh, bunların arasındaki fark nedir? Biz diyoruz ki, bu fiilin bâ e kullanılmasına gelince, -ki en mühimi budur- burada öncelikle ele alınması gereken budur; çünkü Cenâb-ı Hak buyurmuştur. Şimdi biz diyoruz ki: Bizim, buradaki (......) ifâdesi ile, "Habibim, sübhânellâh de!" manası kastedilmiştir" dememiz halinde bu bâ harf-i cerri, musahabe için olmuş olur ve mana "Allah'ın hamdiyle bir ve beraber ol!" demek olur. Buna göre Cenâb-ı Hak, adeta, "Ey habibim, Subhânellâhi ve'l-hamdülillâhi de!" demiş olur. Yok, "Bu ifâde ile, Cenâb-ı Hakk'ı tenzih kastedilmiştir.." dememiz halinde de mana, "Onu tenzih et. O'na, hamd ile yaklaş!.. Yani, O'nu tesbih et; kendisini tesbih etmeye seni muvaffak kıldığı için de onu şükret.. Çünkü, ebedî mutluluk, O'nu tesbih edenler içindir.." şeklinde olur. Buna göre bu demektir ki, bilindiği için, mef'ul zikredilmemiştir. Takdiri ise, "Allah'ı, Rabbinin hamdiyle tesbih et!" şeklinde olup, Allah'ı, o Rabbinin hamdiyle içice olarak tesbih et.." demektir. Ama, "Bu ifâdeyle, "Namaz kıl!" manası kastedilmiştir" dememiz halinde, biz diyoruz ki, bunun, namazda Fâtiha'nın okunmasını emreden bir ifâde olması muhtemeldir. Nitekim Arapça'da, "Falanca, şu sûre ile namaz kıldı..." yahut da, "O Kul Hüvellâhu Ehad..." sûresi ile namaz idi.." denilir ki, buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Elhamdülillah ile namaz kıl. Yani, kıldığın namazda, Fatiha Sûresi okunmuş olsun.." demek istemiştir. Ama bu, bu konuda yapılan izahların en uzak olanıdır. Bu fiilin, harf-i cersiz müteaddi olmasına gelince, biz diyoruz ki: Asıl olan da budur: Çünkü "tesbîh" maddesi, harf-i cer olmaksızın müteaddîdr. Çünkü, bunun manası kötü şeylerden uzak tutma, beri kılma, tenzih etme demektir. İlgili fiilin lâm ile kullanılması hususunda da şu iki izah yapılabilir: 1) Bu, tıpkı bir kimsenin, "Ona nasihat ettim..." Ona teşekkür ettim..." demesinde olduğu gibidir. 2) Bu, en açık olan durumu beyân etmek içindir. Yani, "Onlar, kalbleri sırf Allah'ın rızası ile dolup taştığı halde, Allah'ı tesbih ederler..." demektir. İkinci Bahis: Cenâb-ı Hak orada, (Kâf, 39) buyurmuş, hemen sonra da, bâ harf-i cerrine yer vermeksizin buyurmuştur. Binâenaleyh, bu iki yer arasındaki fark nedir? Biz diyoruz ki: 1) Namazın, "Allah, Rabbinin hamdiyle içice olduğun halde tesbih eti" şeklinde olduğunu söylememiz halinde, bu iki yerdeki durum aynıdır, farksızdır. Bu böyledir, ifâdesi, bir kimsenin tıpkı, demesi gibidir. Ne var ki, iadesi, kendisine delâlet ettiği için, birincide mef'ûl-ü bih sarih (yani lafza-ı celâl) zikredilmemiştir. 2) Önce geçen şey kendisine delâlet ettiği için, ((......) ifâdesinin geçtiği yerde), (......) ifâdesini zikretmemiştir. Bizim, (......) ifâdesi ile, "Namaz kıl!" manası kastedilmiştir" şeklindeki görüşümüze göre buna verilecek ikinci cevap da şudur: Birinci ifâde (......) namaz kılmayı; ikinci ifâde (......) ise Cenâb-ı Hakk'ı tenzih etmeyi emreden bir ifâde olmuş olur. Yani, "Rabbinin hamdine bürünmüş olarak (Fatihayı okuyarak) vaktinde namaz kıl, geceleyin de Rabbini, kendisine yakışmayan şeylerden tenzih et..." demektir. Bu durumda, bu, hem amefe, (uzuvlarla yapılan amele), hem zikre, hem de tefekküre bir işaret olmuş olur. O halde ayetteki ifâdesi, amellerin en hayırlısına, yani namaza; ifâdesi, zikre ve ifâdesi de, seslerin dindiği, iç âlemin berraklaştığı bir zamanda, tefekkür etmeye bir işarettir.. Yani "Fikrinle de, Cenâb-ı Hakk'ı O'na yakışmayan her türlü kötü şeylerden tenzih et..." demektir. Bil ki, Allahü teâlâ ancak kemâl sıfatlarıyla ve celâl vasıflarıyla muttasıftır. Ayetteki, tabirine gelince, bunun tefsiri hususunda denilebilecek olan bazı şeyler, daha önce geçmişti. Bu hususta, söylenebilecek bir başka izah da şudur: Bu, tesbihi devam ettirme emrine bir işarettir. O halde, ifâdeleri, namazın vakitlerine bir işarettir.tabiri ise "Secdeyi, yani namazı bitirdikten sonra, Allah'ı tesbih ve tenzîhi bırakma, bütün vakitlerinin de tesbih ile geçmesi için, secdelerin peşinden tesbihe devam et.." anlamındadır. Dolayısıyla bu ifâdeler, Cenâb-ı Hakk'ın "Unuttuğunda Rabbini an.." (Kehf, 24) ayetlerinin bildirdiği manayı ifâde eder. Bir işi bitirince hemen başkasına giriş ve yalnız Rabbine yönel." Bu ifâde, (İdbâre's-sücud) şeklinde de okunmuştur. Geceyi Gafil Geçirme Üçüncü Bahis: ifâdesindeki fâ'yı nasıl izah edebiliriz? Biz deriz ki, bu fâ, geceleyin tesbih etme emrini tekîd eder.. Zira, şart manasını kapsamaktadır. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak, "Geceden olan zamana gelince, (onda) Allah'ı yine tenzih et.." demektir. Bu böyledir, zira şart tahakkuk ettiği zaman, ceza (meşrût)nın da bulunması gerekir. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, "Gündüz, meşguliyyet zamanıdır ve meşguliyetlerin çokça bulunduğu bir vakittir. Geceye gelince, bu, her şeyin dindiği ve sona erdiği bir zamandır. O halde gece, tesbîh vaktidir" demiştir. Yahut da, biz ifâdeyi tersten alır da şöyle deriz: "Gece, uyuma, işlerden uzaklaşma ve gaflet zamanıdır. Öyleyse, geceyi gafletle ayırma; tam aksine onda Rabbini an ve O'nu tenzih et..." Dördüncü Bahis: ifâdesinin başındaki edatı hakkında, şu iki izah yapılabilir: a) Bu, "ibtidâ-i gaye" (mesafenin başlangıcını) bildiren 'dir, Yani, "Gecenin başından itibaren O'nu tesbih et.." Buna göre, uykunun bastırıp bastırmayacağına nisbetle ilgili durum farklılık göstereceği için, Cenâb-ı Hak, bu sürenin başlangıcının sonunu belirtmemiştir. Nitekim Arapça'da, (sürenin sonu zikredilmeksizin)"Gecenin başından itibaren seni bekliyorum..." denilir. b) Bu (......)'in, "min-i teb'iziyye" olması.. Buna göre mana, "Gecenin bir kısmını tesbihe ayır" şeklinde olur. Nitekim, Arapça'da "Malından istifa ettir; gecenin bir kısmında ise uyanık ol (ibâdet et).." denilir. Beşinci Bahis: Ayetteki ifâdesi, neye atfedilmiştir? Biz diyoruz ki, bunun, ayetteki, "güneşin batmasından önce..." ifâdesine atfedilmesi mümkündür. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Rabbini, güneşin doğuşundan evvel, batışından önce ve secdelerin peşlerinden hamd ile tesbih et..." demek istemiş, bunların arasına da, "Gecenin bir cüz'ünde de... O'nu tesbîh et..." ifâdesini koymuştur. Buna göre burada, biraz önce de bahsettiğimiz gibi, tesbihi sürdürme emri yatmaktadır. Böylece Cenâb-ı Hak adeta, "Güneşin doğumundan önce tesbih et. Güneşin doğumundan önce secdeyi bitirme vakti geldiğinde tesbihatta bulun, güneşin batımından önce tesbih et; güneşin batımından önce secdeyi bitirdikten sonra da tesbih et.." demiş olur. Böylece de bu, geceyi tesbih ile geçirmeye bir işaret olmuş ulur. Bu ifâdenin, ayetteki, ifâdesine atfedilmiş olması da muhtemeldir. Buna göre bu ifâde, câr ile mecrûrun ikisine birden atfedilmiş olur ve takdiri de, "Hem gecenin bir kısmında, hem de secdelerin peşisıra O'na tesbihatta bulun..." şeklinde olur. 41"Nida edenin, yakın bir yerden nida edeceği güne kulak ver". Bu, tesbihin gayesinin ne olduğuna bir işaret olup, "Allah'ı tenzihle meşgul ol ve o münâdî'yi gözle.." demektir ki, bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et"(Hicr,99) ayeti gibidir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır: Onun kulak verdiği şey nedir? Biz deriz ki bu hususta, şu muhtemel üç izah yapılabilir: a) Bu fiilin mef'ûlü tamamen hazfedilmiştir. Maksadı da, "Dinleyici ol, bu gafiller ve yüz çevirenler gibi olma!" demektir. Nitekim Arapça'da, bizatihî dinlenen herhangi bir şey kastedilmeksizin, "O, dinleyen, itaat eden bir adamdır" denilir ki, bu da tıpkı, "Falanca, aldatıcıdır; falanca verir ve vermez.." denilmesi gibidir (mef'ûlleri hazfedilmiştir). b) Bu, "Sana vahyolunanı dinle" demektir. c) Bu, "O münadinin nidasını dinle" demektir. İkinci Mesele (......) ifâdesindeki (......) kelimesi, hangi fiil ile mansûbtur? Biz deriz ki: Bu da, birinci meseleye dayalı bir husustur. Şimdi biz, fiilinin mef'ûlü yoktur" dersek, bunun âmili (nasbedeni), "çıkış günü.."(Kâf,42) ifâdesinin delâlet ettiği şey olup, takdiri, "Onlar, o münadînin nida ettiği günde çıkarlar" şeklinde olur. Eğer biz bunun mefûlünün, "vahyedilen şey" olduğunu söylersek, o zaman takdirî, "O münadînin nida ettiği günde vahyedileni dinle.." şeklinde olur. Söylediğimiz bu hususta şöyle bir izah da yapılabilir: "O münadînin nida ettiği günde vahyedilen şeyi dinle!.." Buna göre şayet, "Ayetteki ifâdesi, "sabret ve tesbih et" ifadelerine atıftır ki, hem sabretme hem de tesbihatta bulunma dünyada söz konusudur; kulak verme, dinleme de, dünyada söz konusu olan bir şeydir. Halbuki, o münadînin nida ettiği günde vahyedilen şey ise, dünyada dinlenemez..." denilirse, deriz ki, bundan bu çıkmaz. Çünkü, "Dünyada namaz kıl, ahirette cennete gir" manasında denilir. İşte burada da böyledir. fiilinin, "gözle!" manasında olması da muhtemeldir. Böylece bunların, dünyada iken meydana gelmeleri mümkün olabilir. Eğer biz, "O sayhayı, yani münadînin, "Ey kemikler, dirilip ayağa kalkın.." demesini-dinle.." anlamındadır dersek, o zaman söz konusu sorunun cevabı anlaşılmış olur. Bu durumda buna verebileceğimiz bir başka cevap da Cenâb-ı Hakk'ın, "Sur'a üfürülmüş, artık Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere, göklerde kim varsa, yerde kim varsa düşüp ölmüştür" (Zümer, 68) demesidir. Şimdi biz diyoruz ki, "Allah'ın diledikleri kimseler", o sayhanın, o naranın olacağını bilip de, ona hazır olan ve o sayhanın kendilerini rahatsız etmeyeceği kimselerdir. Bu tıpkı şuna benzer: Birisi, bir şimşeğin çaktığını görür ve onun neticesinde kuvvetli bir gök gürültüsünün olabileceğini bilir, onu bekler ve vaki olduğunda da onu dinler. Bir başkası da, bundan habersizdir. Şimdi, o gök kuvvetlice gürlediğinde, çoğu kez, onu beklemeyen kimse bayılıp düşerken, onu dinlemeye hazır olan kimse bundan etkilenmez. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, "O günde bayılıp yere düşenlerden olmayasırî diye, buna kulak ver, dinle..." buyurdu. Nida Edecek Allah'tır O münadinin nida edeceği şey nedir? Bu hususta hem aklî, hem de naklî muhtemel birtakım izahlar yapılabilir ki, bunları şöyle toparlayabiliriz: O münadî, ya Allah'tır, ya Meleklerdir veyahut da bu ikisinin dışında kalanlardır. Bunlarda, zahire göre, ins ve cinnin mükellefleridir.. Çünkü, başkaları nida edemez. Şimdi biz, o münadinin Allah olduğunu söylersek, bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) Allah, zulmedenleri, onlara eş olanları ... bir araya toplayın..." (Saffat. 22) diye nida eder. b) Allah, "Alabildiğine inâd eden, hayra bütün hızıyla engel olan her nankörü atrn cehenneme"(Kaf,24) ve (cennetliklere) "Selâmetle girin oraya... "(Kâf,34) diye nida eder. Cenâb-ı Hâkk'ın, "Tutun onu da, (ellerini) bağlayın.."(Hakka, 30) ifâdesi de böyledir. Bunun böyle olduğunun delilleri, Cenâb-ı Hakk'ın, "Nida edenin yakın bir yerden nida edeceği gün..." (Kâf, 41) ve "Yakın bir mahalde yakalanmışlar.." (sebe, 51) ifâdeleridir. c) Bu iki şeyden başkasıdır. Bunun böyle olduğunun delili ise, "Onlara, "Benim ortaklarım nerede?" diye nida edileceği gün.."(Fussilet, 47) vs. ayetidir. Münadî Başkasıdır O münadînin, Allah'tan başkası olduğunu söylememiz halinde de şu izahlar yapılabilir: a) İsrafil (aleyhisselâm)'in, "Ey çürümüş kemikler, bir araya gelmek için toplanın ve "fasl" yani Allah'ın vereceği hükmü dinleyin,." şeklindeki nidâsıdır. b) Bu, nefse yapılan nidadır. Nitekim nefse, "Cennetteki ya da cehennemdeki yerini alması için, "Dön Rabbine..."(Fatır, 28) diye nida edilir. c) Bir münadî, "şunlar cennete, şunlar da cehenneme" diye nida eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bir kısım cennette, bir kısım da cehennemde..." (Şûra, 7) buyurmuştur. Bu münadînin "mükellef" ins veya cin olduğunu söylememiz halinde de şu denebilir: Bu, Allahü teâlâ'nın, "Ey Malik diye nida ettiler.. "(Zuhruf, 77) ayetinde beyan ettiği husus vs.dir. Ancak görünen odur ki, burada kastedilen, ilk iki izahtan biridir. Çünkü ayetteki el-münadî'nin başındaki elif-lâm, tarif içindir. Bahsi geçmese dahi, meleğin o günde münadî olması, durumu malum olan bir keyfiyyettir (onun için elif-lâm getirilmiştir). Nitekim bahsi geçmese dahi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kastedilerek, "Dedi..." denilir. O münadînin Allahü teâlâ olmasına gelince, Allahü teâlâ'nın münadî olduğu, hemen bu sûrede, (Kaf, 24) ifâdesi geçmiştir ki, bu bir nidadır. Yine Cenâb-ı Hakk'ın "O gün cehenneme, "Doldun mu?" deriz" (Kaf, 30) ifâdesi ki, bu da bir nidadır. Mükellef ise böyle değildir. Ayetteki, "Yakın bir yerden..." ifâdesi, o sesin herkes tarafından duyulacağına, hiç kimseye saklı kalmayacağına, tam aksine onu dinleme hususunda herkesin müsavi olacağına bir işarettir. İzahın böyle yapılması halinde, ayetteki "münadîden, Allahü teâlâ'nın kasteditmesi uzak bir ihtimal" olmaz. Çünkü ayetteki, "yakın bir yer" ifâdesi ile bizzat mekânın kendisi değil, o nidanın duyulacağı kastedilmiştir ki, bunun Allah'tan olması, (doğruya) daha yakın bir ihtimaldir. Ve bu, Cenâb-ı Hakk'ın bu sûredeki "Biz ona, şah damarından daha yakınız"(Kâf, 16) ayeti kabilindendir ki, bu, mekân ile olmaz. Mezardan Çıkış 42"O gün (bütün halk), o hak sayhayı işiteceklerdir. İşte bu, (kabirden) çıkış günüdür". Bu, bizim, "Dinle, gafillerden olma ki, o sayha gününde bayılıp yere serilmeyesin.." diye ifâde ettiğimiz mananın ortaya konulmasıdır. Bunun izahı şöyledir: "Dinle, yani dinlemezden önce onun meydana gelmesi konusunda uyanık ol, bekle.. Çünkü, duyma işi mutlaka olacaktır. Sen ve onlar, bu hususta eşitsiniz. O halde bu demektir ki, onlar da duyacaklar. Ne var ki onlar, dinlemeye hazır olmadan duyacaklar, böylece de yıkılıp, yere düşecekler; sen ise, onu dinlemeye hazır olarak onu duyacaksın.. Dolayısıyla bu, sende, mutlaka olması gerektiği kadarıyle etkili olacaktır..." Ayetteki, (......) kelimesi hususunda şu muhtemel izahlar yapılabilir: a) Bu, Zemahşerî'nin söylemiş olduğu şu husustur: Bu ayetin başındaki bu (......) kelimesi, bir önceki ayetteki (......) kelimesinden bedel olup, her ikisinin âmili de, "işte bu çıkış günüdür" ifadesinin delâlet ettiği şeydir. Yani, "Onlar. duydukları gün çıkacaklar" demektir. b) Bu ifâdedeki 'nin âmili, ifâdesindeki şey olup, bunun da ne olduğunu daha önce zikretmiştik.. c) Şöyle de denebilir: Daha önce de bahsettiğimiz gibi, (......) ifâdesindeki (......)'nin âmili, (......) ifâdesindeki (......) âmili de, (......) fiilidir. Çünkü, (......) ifâdesindeki (......)'hin, her ne kadar kendisine muzâf olduğu fiili ile mansub olması caiz olmasa dahi, başkasının bunda âmil olması ve bunu nasbetmesi caizdir. Nitekim Arapça'da, "Amr'ın, kendisini dövdüğü ve Amr'ın idareci olduğu gün, Zeyd'in halini ve zilletini hatırla., "denilir ki bu sözü söyleyen kimse, "Zeyd'in, kerîm iken, iyi ve güzel halde iken herhangi bir sebeple zillete dûçâr olduğunu beyan etmek istemiştir. Dolayısıyla, misâlimizdeki ifâdesindeki (......)'nin, ifâdesi ile mansub olması caiz değildir. Çünkü, bu sözü söyleyenin maksadı, Zeyd'in halini ve zilletini hatırlatmaktır. Bu ise, dövülme günüdür. Ne var ki, ifâdesindeki yevme ifadesiyle mansubtur. fâ ifâdesi de böyledir. İşte ayette de böyledir. Cenâb-ı Hak, korkup böylece de bayılıp yere yıkılanlardan olmasın diye, "Nida edenin ... nida edeceği güne kulak ver" buyurmuş, sonra bu nidayı, onların duyacağı günde, "o münadînin nida etmesiyle" beyân edip açıklamıştır ki bu, "Bu, birkısım insanların duyamayacağı bir biçimde, gizli bir nida değildir. Tam aksine münadînin nidasının en batı uçtakine nisbeti, en doğu uçtakine nisbeti gibi olacaktır. Ve hepiniz de onu duyacaksınız" demektir. Böylesi bir sesi dinleyebilmesi için, insanın buna hazır olması gerektiğinde şüphe yoktur. İnsanın buna hazır olması da, nefsini, Allah'a ibâdetle, O'nu zikir, onu tefekkürle meşgul etmesiyle olur. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sabret, tesbih et.. Münadînin nida edeceği ve onların sayhayı duyacakları güne kulak ver..." ifadelerinden, işte böylesi değerli bir netice elde edilmiştir.. Ayetteki (......) kelimesinin başındaki elif-lam da tarif ifâde etmektedir. Çünkü o sayhanın ne olduğu bilinmektedir. Allah onu, defaatla dile getirmiştir. Nitekim, "O ancak, tek bir sayhadır" (Yasin, 53), "O ancak, tek bir sayhadır" (Saffat, 19) ve ".. Tek bir nefha, üfürme..." (Hakka. 13) ayetlerinde böyledir. Ayetteki (......) ifâdesindeki bâ harf-i cerrinin "sayha"ya taalluk etmesi mümkündür. Buna göre, "Hak olan o sayhayı onlar duyarlar..." demek olur ki, bu izaha göre, burada şu açıklamalar yapılabilir: 1) "Hakk", haşr anlamındadır. Yani, "Haşır sayhasını... duyarlar. Bu haşr, onların duyacakları haktır" demektir. Nitekim Arapça'da, "O, bu sözü konuştu.." anlamında, "Seyyid, "Ey kavmim toplanın!" diye nara attı.." denilir. Bu durumda kelamın takdiri, "Onlar, "Ey kemikler, toplanın, bir araya gelin!" çığlığını duyarlar.." demek olur ki, işte "el-hakk" kelimesiyle, burada bu kastedilmiştir. 2) "el-Hakk" kelimesiyle, "yakîn" kastedilmiştir. Çünkü "hak" yakîndir. Nitekim, "Ondan o sayha yakînen sudur etti, bir yankı değildi.." anlamında, "Zan ve tahmin değil, falanca yakînen nara attı..." denilir. Buna göre ayetteki hakk kelimesi sayha'nın sıfatı yerine geçmiş olur. Nitekim Arapça'da, "İstekli olan bir dinleyişle dinledi; kuvvetli olan bir haykırışla haykırdı.." denilir. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, "Kesin olan o sayhayı duyacakları günde..." demek istemiştir. 3) Bu, "gerçekle içice olan bir sayhadır, yani, o sayhanın meydana gelmesi gerçektir..." demektir. Nitekim Arapça'da, "Ol!" denilir, oda, tahakkuk eder, oluverir" denilmektedir. Yine, "Saadetle, selâmetle içice olarak" manasında, "Selâmetle, saadetle dön!.." denilir. Buna göre şayet, "Biraz daha açıklar mısın? Çünkü, bâ gerçekte "ilsâk" İçindir. Binâenaleyh bu gibi yerlerde ilsâk'ın anlamı nasıl anlaşılır?" denilirse, biz deriz ki: Fiilin müteaddî olması, bazan bâ ile gerçekleşir. Nitekim Arapça'da, "Gitmeyi Zeyd'e (adeta) yapıştırdı, icra ettirdi" manasında, "Falanca Zeyd'i götürdü" denilir. Böylece de, o gitme işi Zeyd'le kaim olmuş olur; derken Zeyd de mef'ûl olmuş olur. Şimdi, ifâdesinin, "(İsrafil), "Ey kemikler bir araya toplanın! dedi.." manasına varıp dayandığını söylersek, bu, masdann bâ harf-i cerri ile müteaddi olması demek olur ki, Arapça'da da, "Zeyd'in Amr'ı götürüşü beni hayran bıraktı.." denilir. İşte ifâdesi de böyledir ki bu "Hak hususunda sesini yükselt" demek olur ki, bu hak da, haşr'dır. Bu hususu, eğer Allah dilerse bir başka yer ve zamanda açıklayacağız. Bir başka izaha göre de şöyle diyebiliriz: Ayetteki ifâdesi, fiiline taalluk etmektedir. Yani, "Onlar o sayhayı hak ile dinlerler" demektir. Mananın böyle olması halinde, burada şu iki izah yapılabilir: a) Bu, tıpkı bir kimsenin, "Onu yakînen dinledim.." demesi gibidir. b) (......) ifâdesinin başındaki bâ, kasem bâ'sı olup, buna göre mana, "Onlar o sayhayı, hak olan Allah'ın adına yemin ederim ki, duyacaklardır" şeklinde olur ki, bu şık zayıftır ifâdesindeki "gün"e işaret etmektedir. Buna göre mana, "İşte o gün, çıkış günüdür" şeklinde olur. b) Bu, o münadînin nidasına bir işarettir. 43"Öldürecek de diriltecek de şüphesiz ki biziz biz. Dönüş de ancak bizedir". Yasin Sûresi'nde, "Biziz biz" ifadesiyle ilgili olan açıklamaları yaptık. Ayetteki, "Öldürecek de, diriltecek de..." ifadesine gelince, buradaki "diriltme" ile ilk diriltme kastedilmiş olup, "öldürme" ile de ilk ölüme işaret edilmiş olur. Ayetteki, "ancak bizedir" ifadesi, hasrın olacağını gösteren bir ifadedir. En ma'rife (en bilinen) şey olduğu için Cenâb-ı Hakk'a işaret olan "Biziz biz" ifâdesi önce getirilmiştir. Nitekim bir kimse herkesçe bilinen meşhur kişi "benim ben" manasında, der. Öldürecek, diriltecek" ifadeleri, bu azameti te'kid eden hususlardır. "Dönüş de ancak bizedir" ifadesi ise, esas anlatılmak istenen şeyi ortaya koyan ifadedir. Yerin Ayrılıp Yarılması 44"O gün hepsi, süratle çıkmak üzere, yeryüzü onlardan ötürü yarılır. İşte bu bize çok kolay gelen bir haşrdır" Bu ayetin başındaki "yevm" (gün) kelimesinin âmili (yani zarfı olduğu fiil), "çıkış günü" (Kâf, 42) ifadesinden anlaşılan "çıktş" fiili olup, "yeryüzü, onlardan ötürü yarıldığı gün, onlar hızlıca çıkarlar" takdirindedir. Ayetteki, "süratle" kelimesi, çıkanların "narini göstermektedir. Çünkü ayetteki fâ "onlardan" lafzı, onların bu yarılmanın sebebinin onlar olduğunu gösterir. Böylece de o yarılma işi, onlar kabirden çıkacakları zaman olmuş olur. Nitekim Arapça'da, " ve"Onun için açıldı, açılmıştır" denilir. Böylece, sira'an "süratle" kelimesi, mef'ulün durumunu beyan eden "hal" olur. Buna göre Hak teâlâ âdeta, "süratle çıkan kimseler olarak..." demek istemiştir. "Sirâ' " kelimesi, "serî'nin çoğuludur ve tıpkı "Kirâm'ın, kerîm kelimesinin çoğulu olması gibidir. "Bu, bir haşrdır" ifadesindeki, "Bu" kelimesinin, o yarılma işine bir işaret olması muhtemel olduğu gibi, "süratle çıkıştan" anlaşılan "çıkarma" işine de işaret olabilir. Yine bunun manasının, "O haşr, bize çok kolay bir haşrdır" şeklinde olması da muhtemeldir. Çünkü haşr meselesi, daha önce geçen ayetlerden de anlaşılmaktadır. Ayetteki, "Bize çok kolay" ifadesine gelince, buradaki (......) câr-mecrûru, "ihtisas" için öne geçmiş olup, "Bu iş, başkasına değit, ancak bize kolaydır" demektir ve kâfirlerin, "Bu, ihtimali uzak bir dönüştür" (Kâf, 3) şeklindeki sözlerine tekrar bir cevaptır. Haşr, toplamak demektir. Kıyamet gününde, mahlukatın herbirinin parçaları bir araya toplanacak, ruhlar (canlar) da bedenleriyle birleşecektir, yani Allahü teâlâ, her ruhu bedeniyle birleştirecek, böylece de dağılmış, paramparça olmuş ve çürümüş ümmetleri, yeniden toplayıp bir araya getirecektir. Binâenaleyh bu. işlerin hepsi haşr (toplama) hususunda aynıdır. Resul Zorba Değil 45"Biz onların neler demekte olduklarını daha iyi bileniz. Onların üstünde bir zorba değilsin sen. Bundan dolayı, benim tehdidimden korkacak olanlara Kur'ân ile öğüt ver". Bu ayetle ilgili şu izahlar yapılabilir: a) Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i ve mü'minlerin kalbini teselli eden bir ifade olup, mü'minleri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e emredilen o sabır ve tesbihe teşvik olup, "Sana dediğimiz işle meşgul ol. Bize şikâyetlerde bulunman, seni maksadından alıkoymasın. Çünkü biz, onların sözlerini biliyor ve amellerini görüyoruz" demektir. Yaptığımız bu İzaha göre, ayetteki, "Onların üstünde bir zorba değilsin sen" ifadesi buna uygun düşmektedir ve "Sen, "Onları hidayete sevketmek üzere gönderildim. Öyle ise ben, daha nasıl bu rehberlikten meşgul edecek şeylerle, namazla, tesbihle oyalanırım" deme. Çünkü sen onların duygularına, kuvvelerine ve kudretlerine hükmetmek için gönderilmedin. Sen, sadece gerçeği tebliğ etmekle emrolundun ve bu işi de yaptın. O halde sabret, tesbihâtta bulun ve Allah'ın aranızda hüküm vereceği o günü bekle" demektir. Dönüş Allah'a: Hesap Var b) Bu bir tehdid ve korkutma ifâde etmektedir. Çünkü, "Dönüş de ancak bizedir" (Kâf,43) ayeti, onların ne yaptıklarını Allah'ın bildiğini göstermesi bakımından açık bir tehdiddir. Zira bir kimse, eninde sonunda, varacağı yerin padişah olduğunu bilebilir. Fakat o padişahın, kendisinin her yaptığını bilemeyeceğine inanabilir. Dolayısıyla işte bu duygu ve inancı, kişiyi yapmak istediği kötü şeylerden, (kanunsuz işlerden) alıkoymayabilir. Ama bu kimse, padişahın, kendisinin ne yaptığını bildiğini, gıyabında iken de sanki onun yanında imiş gibi olduğunu, işin sonunda dönüp ona varacağını bildiğinde, işte bu duygu, onu kötü işlerden alıkor. İşte bu sebeple Hak teâlâ, hem "Dönüş de ancak bizedir"(Araf,43) hem de, "Biz ... çok iyi bileniz" buyurmuştur ki, işte bu açık bir tehdiddir ve bu bu mana ile tıpkı, "Nihayet hepinizin dönüp gidişi ancak Rabbinizedir. Artık neler yapmakta olduğunuzu o size haber verir. Çünkü O, göğüslerin içinde olan her gizliyi bile hakkıyla bilendir.." (Zümer, 7) (Yunus, 23) ayetlerinde ifade edildiği gibidir. Haşri Yapan Kadirdir c) Bu, hasrı anlatan bir ayettir. Çünkü Cenâb-ı Hak, kudretinin mükemmel, irâdesinin geçerli oluşundan ötürü, hasrın kendisine pek kolay geleceğini beyan etmiştir. Fakat bunun tam ve mükemmel olabilmesi kapsamlı bir ilmi gerektirir ki böylece iki ayrı bedenin parçalarını, yani Zeyd'in bedeninin dağılmış parçalarını, Amr'ın bedeninin parçalarından seçip ayırabilsin. İşte bundan dolayı, Hak teâlâ adetâ, "Bu, kudretimizin mükemmelliğinden ötürü, bize pek kolay gelen bir haşrdir, ilmimizin durumundan ve değerinden ötürü, herbir bedenin parçaları bizce meçhul değildir" demek istemiştir. Bu izaha göre ayetteki, ifadesi, "Biz, o müşriklerin, "ölüp de toprak olduğumuz zaman mı (yeniden diriltilecek misiz)" (Saffât, 16) ve "Toprağm içinde (parçalanıp) kaybolduğumuz zaman mı (yeniden diriltilecek misiz?) (Secde, 10) şeklindeki sözlerinde ileri sürdükleri şeyleri biliriz" demektir. İsm-i Tafdîl ve Mukayese Buna göre bu "Biz onların yitmiş, kaybolmuş, hiç kimse bilemez dedikleri herşeyi, her parçayı biliriz" demek olup, "Biz onların böyle dediklerini biliriz" demek değildir. Birinci manaya göre, bu ifadedeki, mâ-i masdariyye olup, "Onların dediklerini biliriz" manasındadır. İkinci manada ise, mâ-i haberiyyedir. Buna göre, ayetteki, "Biz daha iyi biliriz" demesi doğru olmaz. Çünkü O'nun dışında o parçalan bilebilecek hiç kimse yoktur ki Allah, "Biz daha iyi biliriz" demiş olsun. (Buna ne dersiniz?) Biz deriz ki: Bunun cevabt, şöyle bir kaç şekilde daha önce de verilmişti: 1) vezni, fiilin aslında müşterekliği gerektirmez. Nitekim "Allah, kendisinden korkmana, ehakk, yani daha layıktır" (Ahzâb. 37), "Meclis ve topluluk bakımından daha güzel"(Meryem, 73) ve "Bu ona daha kolaydır" (Rum. 27) ayetlerinde de böyledir. 2) Bu, "Biz onların dediğini, her âlimin bildiği şeyleri bilmesinden daha iyi biliriz" manasınadır. Fakat birincisi daha sahih daha açık, daha net ve daha meşhurdur. Ayetteki,"Onların üstünde bir zorba değilsin sen" ifadesiyle ilgili şu izahlar yapılabilir. a) Bu, yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i teselli içindir. Çünkü Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, diğer işine, yani ibadete yönelmeyi emretme lütfunda bulununca, diğer işinden, yani peygamber olarak gönderilmesi ile doğan vazifeden geri durmaması gerektiğini haber verdi ki, bu tıpkı bir padişahın, kullarından (adamlarından) birine iki ayrı işi emredip, o iki işten birinde âciz ve kusurlu olduğu ortaya çıkınca ona, "O iki işten diğerine dön. Senin âciz kaldığın beriki işi yapabilecek Kimseyi göndeririz" demesi gibidir. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Sabret, tesbihde bulun; sen onlar üzerinde bir zorba değilsin" buyurmuştur ki, bu da, "Onların bu işe yanaşmamaları, senden kaynaklanan bir zorbalık ve bir tekebbür sebebiyle olmamıştır ki, böylece onlar kötü huyundan ötürü tiksinip bu işten vazgeçsinler. Aksine sen onlara karşı merhametli ve şefkatlisin. Bu hususlarda elinden geleni yaptın, tebliğde bulundun. Ama onlar imtina edip yüz çevirdiler. Şimdi zorbalık yaparak, birinci işinden sarf-ı nazar etme. Sabra ve tesbihe yönel" buyurmuştur ki bu, "Sen, Rabbinin nimeti sayesinde, bir mecnûn değilsin ... Hiç şüphesiz, büyük bir ahlâk üzeresin sen "(Kalem, 2-4) ayetinin manasındadır. b) Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ortaya koyduğu hidayeti beyandır. Çünkü Hak teâlâ onu, bir zorlayıcı, bir zorba olarak değil, bir inzarcı (ikazcı) ve bir doğruya sevkedici olarak göndermiştir. Bu mana da tıpkı, "Seni onların üzerine bir bekçi olarak göndermedik" (Nisa, 80) ayetindeki gibidir, yani, "Sen onları küfürden ve cehennemden koruyacak birisi olarak göndermedik" demektir. Ayetteki ifadesi, bir kimsenin "Bugün sizin üzerinizde olan kimdir, yani sizin idareciniz bugün kimdir?" sorusuna cevaben, "Bugün falanca bizim üzerimizdedir.." manasındadır. Kur'ân'la Ders Ver c) Bu, henüz o azabın vaktinin gelmediğini anlatan bir ifadedir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) inzârda bulunup, çeşitli sebepler ortaya döküp ve gerekli açıklamalarda bulunup da onlar iman etmeyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "işte şimdi o azabın vaktidir" dedi de, bunun üzerine Hak teâlâ, "biz onların dediklerini daha yi biliriz. Sen onlar üzerine bir zorba değilsin. Eğer onlar iman etmedilerse, benim azabımı, onlardan geri kalan ve iman edeceklerini umduğun kimselere hatırlat da, sonra onlara musallat ol" buyurdu. Bu görüşü, müfessirlerin bu ayetin, kıtal (savaş) ayetlerinden önce nazil olduğunu söylemeleri de destekler. Bu izaha göre ayetteki "Bundan dolayı, benim tehdidimden korkacak olanlara, Kur'ân ile öğüt ver" ifadesi, "Onların geriye kalanlarından, o va'îd (tehdid) gününden korkanlara, Kur'ân'ı okuyarak öğüt ver" demektir. Bu hususta şöyle başka izahlar da yapılabilir: 1) Biz, önceki izahlarımızın birisinde, Hak teâlâ'nın, "Onların dediklerine sabret ve tesbîhatta bulun " ifadesinin manasının, "Bana ibadete yönel" şeklinde olduğunu söylemiştik. Daha sonra Hak teâlâ, "Hidayete ulaştırma işini büsbütün bırakma, aksine mü'minlere öğüt ver. Çünkü öğüt mü'minlere fayda verir. Cahillerden ise yüz çevir" buyurmuştur. Ayetteki, "Kur'ân ile..." ifadesi hususunda da şu izahlar yapılabilir: a) Bu, "Kur'ân'daki şeyleri hatırlat ve onlara Kur'ân oku. Böylece onlar için Kur'ân'daki faydalar gerçekleşsin" demektir. b) Bu, "Kur'ân ile öğütle, yani Kur'ân mucize olduğu için, onun ile kendinin bir peygamber olduğunu açıkla. Peygamber olduğun anlaşılınca, onların her söylediğin sözü kabul etmeleri gerekir" demektir. c) Bu ifade ile, "Kur'ân'daki tebliğ ve tezkir (va'z-u nasihat) ile gelen emirlerin gereğini hatırlat" manası kastedilmiştir. Bu durumda, "Kur'ân ile zikir", Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ondan istifadesi için olur ki bu, "Kur'ân'ı göz önüne al ve onlara, bu Kur'ân'da sana haber verilen şeyleri onlara hatırlatmak suretiyle, onlara öğüt ver" demektir. Birinciye göre bunun manası, "Sayesinde öğüt alsınlar diye, onlara Kur'ân'ı oku" şeklindedir. Havf ile Haşyet Farkı Ayetteki, "Benim vaadimden korkacak olanlara..." ifadesi, "haşyet" kelimesinin, korkulan varlığın azametine, "havf" kelimesinden daha çok delâlet ettiğini gösteren bir cümledir. Çünkü Hak teâlâ, korkutan şeyin, kendi azabı ve va'îdi olduğunu belirtirken, "havf" kelimesini kullanmış; korkutan şeyin bizzat kendi yüce zatı olduğunu belirtirken ise, "haşyet" kelimesini kullanarak, "Benden haşyet duyun" (Bakara, 150) buyurmuştur. Bu ayette, akâiddeki üç temel inanca işaret vardır: "Öğüt ver" ifadesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, öğüt verme, hatırlatma ve va'z-u nasihat etme ile görevli olduğuna; "Kur'ân ile" dediği için de, Kur'ân'ın, kendisine indirildiği zat olduğuna; "va'idim" (tehdidim) sözü, ahiret gününe, yine "vaîdim" ifadesi, Allah'ın bir olduğuna bir işarettir (yani nübüvvet, âhiret ve tevhide bir işarettir). Çünkü eğer Allahü teâlâ, "Allah'ın vaîdinden korkacak olana öğüt ver" demiş olsaydı, o zaman cahilin zannı, her yöne (her manaya) kayardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, burada "va'îdim..." buyurdu. Çünkü mütekellim (1. tekil şahıs) zamiri, a'rafu'l-ma'ârif (mahfelerin en marifesi)dir ve bu hususta ortaklık olmadığını ve olamayacağını en güzel şekilde gösteren bir şeydir. Sûrenin başında, baş ile sonun, manaca birbirlerine yakın olduğunu, çünkü sûrenin başında, "KâY. O şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki." buyurulmuş, sonunda da, "Kur'ân ile öğüt ver.." buyurulmuş olduğunu söylemiştik. Burası, bu sûrenin tefsirinin sonudur. Hamd, âlemlerin Rabbine, salat-u selâm da, peygamberlerin sonuncusu ve efendisi olan, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bütün O'nun âline, ashabına, ezvâcına, soyuna olsun. (Amin). |
﴾ 0 ﴿