KAF SURESİBu sûre, kırkbeş ayet olup, Mekkidir. 1“Kâf, o çok şerefli Kur'ân'a yemin ederim". Ayetin tefsirine geçmeden önce, sûre ile ilgili olan hususları ele alıyor ve bunların şunlar olduğunu söylüyoruz: 1) Cenâb-ı Hakk'ın bu sûredeki, "İşte bu çıkış günüdür.."(Kaf, 42), "işte çıkış da böyledir.. "(Kaf, 11) ve "İşte bu, bize göre kolay olan bir haşirdir.. "(Kaf, 44) ayetlerinden dolayı, bu sûre bayram namazında okunur. Çünkü bayram, zinet ve süslenme günüdür; dolayısıyla insanın, hesap meydanına çıkacağını; o günde, böbürlenip taşkınlık yapamayacağını, fısk ve fücurun işlenemeyeceğini bilmesi gerekir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sûrenin sonunda, "Onun için benim tehdidimden korkacaklara Kur'ân ile öğüt ver.."(Kaf, 45) ayetiyle hatırlatma ve öğüt verme ile emrolununca, insanlara, o günde kendi hallerine münasib olan şeyi de, "Kâf, o çok şerefli Kur'ân'a yemin ederim ki.." beyanıyla hatırlatmıştır. 2) Hem bu sûre, hem de Sâd Sûresi, kendilerine Hurûf-ı Mukattaa ile başlanılması; Kur'ân'a yeminle başlanılması; edatının ve teaccübün bulunması hususunda müştereklik arzettikleri gibi, başka bir hususta da müştereklik arzetm işi erdir ki, o da, her iki sûrenin hem başının, hem de sonunun, (sûrelerin kendi arasında) bir uyum teşkil etmesidir. Çünkü, Cenâb-ı Hak, Sâd Sûresi'nin başında "O zikr (ve şeref) sahibi Kur'ân'a yemin olsun.,"(Sad, 1) buyurmuş,sonunda, "O ancak âlemler için bir öğüttür" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, Kâf Sûresi'nin başında da, "O çok şerefli Kur'ân'a yemin ederim "buyurmuş, sonunda da, "Onun için, benim tehdidimden korkacaklara Kur'ân ile öğüt ver.." buyurmuştur. Böylece, bu sûreleri, önceki sûreleri bitirdiği şey ile bitirmiştir. 3) Cenâb-ı Hak Sâd Sûresi'nde, (müşriklerden naklen), "Ne o! Tanrıları bir tek tanrı mı yapmış?.."(Sâd, 5) ve "Yürüyün, mabudlarınıza (ibâdette) sebat edin.." (Sâd, 6) ifadeleriyle, akâid meselelerinin temel maddesi olan Tevhîd esasını anlatıp onu yerleştirmeye itinâ göstermiştir. Bu sûrede de, "Öldüğümüz, bir toprak olduğumuz vakit mi!?.. Bu, uzak bir dönüştür" (Kâf, 3) ifadesiyle, akâid esaslarının, en son temel maddesini anlatmaya itinâ göstermiştir ki, bu da haşr meselesidir. Sâd Sûresi'nin başı, "mebde" maddesini anlatma sadedinde olunca, Cenâb-ı Hak bu sûrenin sonunda, "Rabbin o zaman meleklere demişti ki: "Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım.. "(Sad, 7) buyurmuş ve bu meseleyi, vahdâniyyetin delili olduğu için, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in yaratılışının başlangıcını anlatma ile sona erdirmiştir. Kâf Sûresi'nin baş tarafları, haşr meselesinin izahı sadedinde olunca, Cenâb-ı Hak bu sûrenin sonunda da, "O gün hepsi süratle çıkmak üzere arz kendilerinden ayrılır. İşte bu, bize göre kolay olan bir haşirdir.." (Kâf, 44) buyurmuştur. Ayetin tefsiriyle ilgili birkaç mesele vardır. (kâf)'ın âlemi kuşatan bir dağın ismi olduğu ileri sürüldüğü gibi, bunun manasının, "hikmet" olduğu da ileri sürülmüştür ki, "hikmet" de bizim, "iş olup bitti..." şeklinde açıklamamızdır. Sâd 'ın da, "Allah doğrudur.." manasına geldiği ileri sürülmüştür. Biz, bu harflerin, dinleyen kimse, duyduğu o şeyleri iyice dinleyebilmesi, ona yönelebilmesi ve o güzel sözlerden, üstün manalardan hiçbir şey kaçırmaması için, Kur'ân'dan, yani onu okumadan önce getirilmiş olan dikkat çekici şeyler olduğunu açıklamıştık.. Ve yine biz, şunu da söylemiştik: İbadetlerden kalb ile, lisân ile ve uzuvlarla yapılanlar bulunmaktadır. Uzuvlarla (bedenen) yapılan ibâdetlerden, mana ve hikmetleri akıl ile bilinenler olduğu gibi, meselâ Hac'da yapılan ameller cümlesinden olan şeytan taşlama, Merve ile Safa arasında sa'yetmek, vs. gibi, manası akıl ile kavramlamıyanlar da bulunmaktadır. Kalben yapılan ibadetler içinde de tevhîd, haşrin mümkün oluşu, Allah'ın sıfatları ve peygamberlerin doğruluklarını bilmek gibi, delil ile aklen anlaşılanlar olduğu gibi, bunların içinde, mana ve maksatları akıl ile anlaşılmaktan uzak olan ibâdetler de vardır. Bunlar, nakli deliller olmasaydı, meselâ, uzatılmış, kıldan ince kılıçtan keskin sırat köprüsü ve kendisiyle kulların amellerinin tartıldığı mizan gibi aklen tasdik edilmesi ve kesinliğinin ortaya konulması mümkün olmayan hususlardır. Aynen, lisân ile yapılan, zikir ibâdetlerinin de bunun gibi olması gerekir.. Dolayısıyla, bunlardan mana ve hikmetleri akıl ile anlaşılanlar vardır. Ki bu, pek azı müstesna, Kur'ân'ın tamamı., gibi. Yine bu ibâdetlerden, Hurûf-ı mukattaa gibi, manası ve maksadı anlaşılamayan, akıl ile bilinemeyen hususlar bulunur. Zira, bunları telaffuz etmek, sırf emre inkiyâddan dolayıdır. Yoksa, kelâmdaki nakil güzelliğinden ve bizim, meselâ, "Rabbimiz, bizi bağışla ve bize merhamet et!." sözümüzde olduğu gibi, bir maksada yönelme bakımından değildir. Tam aksine bunları söylemek, sadece bir teabbudîlikten (sırf, kutluğumuzu izhar etmekten) dolayıdır.. Bu hususu, şu değişik zan da teyit eder: Bu harfler kasem vasıtası olan unsurlardır... Çünkü Allahü teâlâ. incir ile zeytin ile yemin edince, bu, bu şeyler için bir tazim ve onları yüceltme olmuş olur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, marifetullahın delili ve tarifinde vasıtası olan, kıymetli sözün temelini oluşturan harfler ile yemin edince, bunun bir şereflendirme ve tazim olmast, haydi haydi söylenebilir. Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki: Yaptığımız bu izah açısından, burada şöyle birkaç bahis söz konusu edilebilir: Birinci Bahis: Allah, ve "Asra..., Necme yemin olsun ki..." idelerinde olduğu gibi, tek bir nesne ile yemin ettiği gibi, ve ifadelerinde olduğu gibi, tek bir harf ile de yemin etmiştir. Bu yemin işi, (Duhâ, 1) (Tarık, 1) ayetlerinde olduğu üzere iki şeye yapıldığı gibi ifadelerinde olduğu üzere iki harf ile de yapılmıştır. Yine ve ifadelerinde olduğu üzere üç nesneye yapıldığı gibi, ifadelerinde olduğu üzere üç harf ile de yapılmıştır.Yine (......) ayetlerinde olduğu üzere dört şey ile yemin etmiş olduğu gibi, ve ifadelerinde olduğu üzere, dört harfle de yapılmıştır. (Tur, 5) (Murselat, 5) ve (Fecr, 4) ayetlerinde olduğu üzere, beş şeye yemin edildiği gibi (Meryem. 1) ve (Meryem, 1) ayetlerinde olduğu üzere, beş harf ile de yemin edilmiştir. Tek bir sûre, yani (Şems,1)ifadesi hariç, beş şeyden fazlaya yemin edilmediği gibi, beş harften fazlası ile de yemin edilmemiştir. Çünkü bu, kelimede, bir ağırlık meydana getirir.. Mana maksadıyla terkib edildiğinde bir ağırlık söz konusu olunca, bir manayt bilmeyi ihata etmeksizin, ya da bir mana güdülmeksizin terkib olunduğunda, meydana gelecek olan ağırlık daha şiddetli olur. Bilinen şeylere yemin edildiğinde Cenâb-ı Hak, kasem harfini yani vâv'ı getirerek, meselâ buyurmuş, ama harfe yemin ettiğinde kasem harfi olan vâv'ı getirmemiş ve meselâ dememiştir... Çünkü yemin, harfin bizzat kendisine edilince, harf kendisine yemin edilen şey olmuş olur. O halde Cenâb-ı Hak, harfler arasını dengelemek için, yemin harfi olan vâv'ı, yeminin aleti ve vasıtası olduğu yerlerde getirmemiştir. Üçüncü Bahis: Cenâb-ı Hak, "Tîn-incir"; "Tûr-Turdağı.." gibi şeylere yemin etmiş, bunları meydana getiren asıllara, yani unsurlara, atomlara, suya, toprağa yemin etmemiştir. Yine Cenâb-ı Hak, terkibsiz olarak sadece harfler ile yemin etmiştir. Çünkü eşya, O'nun katındadır. O, onları en güzel halleri üzere terkib eder. Harfler, bir manadan dolayı bir araya getirilmiş, terkib olunmuşsa, bizim şeklindeki sözlerimizde olduğu gibi, yemin o kelimenin lafzına değil, manasına yapılmış olur. Eğer bir araya getirmek işi bir manadan dolayı değilse, mürekkeb değil de, müfred olma daha değerli olur. Dolayısıyla da Allah, müfred harfler ile yemin etmiştir, Dördüncü Bahis: Cenâb-ı Hak, yirmisekiz sûrenin başında, harflere ve sayılara, harflerin sayısı kadar olan şeylere de, hariç, ondört sürede yemin etmiştir... Çünkü şeylere yemin etmek, harflere yeminden başka olup, hem sûrelerin başında, hem de (Müddessir, 32-33) (İnşikak, 17) (Tekvir, 17) ayetlerinde olduğu gibi, sûrelerin arasında yapılmıştır. Ama, harflere yemin ise, sûrelerin başı hariç, arasında vâki olmamıştır; bu, zaten güzel de olmazdı.. Çünkü, manalı, tanzim olunmuş bir sözün arasında, manası anlaşılamayan şeyleri getirmek duzgun olan manayı bozar.. Eşyâyâ yemin etmek için iki yer; harflerle yemin etmek için tek yer (sadece baş taraf) ayrılınca, sûrelerin başındaki eşyaya yemin etme işi sûrelerin başında harflere yapılan yeminin yarısı kadar kılınmıştır. Beşinci Bahis: Harfler ile yemin etmek, Kur'ân'ın her iki yarısında, hatta her yedide birinde vaki olmuştur. Halbuki, belirli şeyler ile yemin etme işi, sadece son yarıda, hatta hariç, son her yedide birde bulunmuştur. Bu böyledir, zira biz, harfler ile yemin edildiği yerde, istisnaî durumlar hariç, Kur'ân'dan veya Kitâb'tan veya tenzîlden bahsedilmiştir de, meselâ (Yasin, 1-2), (Mü'min. 1-2) ve (Bakara, 1-2) buyurulmuştur. Kur'ân'ın tamamı, harflerle edâ edilen bir mu'cize olunca, bu durum, genel olarak, Kur'ân'ın hemen hemen her ilgili olarak, Ankebût Sûresi'nde bir nebze izahatta bulunmuştuk. Şimdi biz burada, Kâf Sûresi'ne mahsus olan bazı şeyleri ele alalım. Kâfin, yeri kuşatan ve semânın uçlarının kendisine varıp dayandığı bir dağın ismi olduğu ileri sürülmüştür, ama bu şu bakımlardan zayıftır: 1) Yaygın olan kıraat, Kâf üzerinde vakıf yapma şeklindedir. Şayet, kaf, bir dağın ismi olsaydı, geçiş halinde vakıf yapmak caiz olmazdı. Çünkü, bunun böyle olduğunu (onun bir dağın ismi olduğunu) söyleyen herkes, Allah'ın buna yemin ettiğini söylemiştir. 2) Şayet bu, bir dağın ismi olsaydı, (......) ifadesinde olduğu gibi, kasem harfi ile birlikte getirilirdi. Bu böyledir, zira kasem harfi, kendisi ile yemin edilen şeyin, yemin edilmeye değer olduğu yerde hazfedilir. Meselâ bu bizim, "Allah'a yemin ederim ki, bunu mutlaka yapacağım" ifadesinde böyledir. Bu kelimenin (Allah) lafzının, kendisine yemin edilmeye lâyık ve müstehak olması, ayrıca, kendisine yemin harfiyle işarette bulunulmaktan müstağnîdir. Ama, denilmesi güzel olmaz. 3) Eğer Kaf, bir dağın ismi olsaydı, tıpkı (Gâşiye, 12) ve (......) ifâdelerindeki, ve (......) ifadelerinin elifle yazılması gibi, bu da elifle (......) şeklinde yazılmalıydı. Halbuki, bütün mushaflarda, sadece (......) harfi yazılmıştır. 4) Görünen odur ki, buradaki durum, tıpkı ifâdelerindeki gibidir. Halbuki bunlar harftirler, isim değil.. Durumun da böyle olması gerekir. İmdi, eğer: "Bunun (bir dağın ismi olduğu), İbn Abbas'tan nakledilmiştir.." denilirse, biz deriz ki: Ondan nakledilen, (......) kelimesinin, dağın ismi olduğudur. Ama, "Burada, bu harf ile bu kastedilmiştir" demeye gelince, ondan böyle bir şey naktedilmemiştir. Bunun manasının, "iş olup bitti" manasının da, "Allah doğru oldu, doğru söyledi" şeklinde olduğu ileri sürülmüştür. Keza "izlemek, peşine düşmek, araştırmak" kökünden gelen bir ism-i fail olduğu ileri sürüldüğü gibi 'ın da, 'den, bunun da, "muarazada bulunmak" anlamında olan kökünden olduğu ileri sürülmüştür. Buna göre, (ayetin manası), "Bu, keşfetmek amacıyla, bütün eşyayı terkîb eden, izleyenedir" şeklinde olur ki, bu durumda bunun manası, tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın "kitap" ile Kur'ân'ın kastedildiğini söylememiz halinde, "Yaş-kuru hiçbir şey yoktur ki, o apaçık kitapta bulunmuş olmasın.." (En'âm,59) ayetinin ifade ettiği mananın aynısı olmuş olur. "Kaf" hakkında söylenenler bundan ibarettir. Ama bunun ne şekilde okunacağı meselesine gelince, kıraatlar çoktur. Şimdi buna göre biz diyoruz ki: Eğer biz,,yukarda da beyan ettiğimiz üzere, mebnî olduğunu söylersek, bunun kıraatteki hakkı, vakıftır. Çünkü, artık kendisinin bir âmili yok demektir. Dolayısıyla da, ses taklîdî olarak mebnî olan kelimelere benzer... İki sakin harfin bir araya gelmesinden kaçınmak için, kesre caizdir. Hafifliği tercih etmek için de, fetha ile harekelenebilir. Şayet, "Cenâb-ı Hakk'ın (Beyyine, 1) (En'âm. 52) ayetlerinde olduğu gibi, biri kelimenin sonunda, diğeri de, diğer kelimenin başında olmak üzere, iki sakin yanyana geldiğinde, fetha ile harekelemek caiz olmadığı halde, burada nasıl olur da fetha tercih edilebilir?" denilirse, biz deriz ki Çünkü söz konusu olan ayetlerde, harekelemek vâcib olmuştur. Bu harekenin fiilde illâ da kesre olması hali ise, irâb harekesine benzemesinden dolayıdır. Çünkü fiil üzerine hem ref' hem de nasb hali vaki olan bir mahaldir. Halbuki fiilde cer görülmez Dolayısıyla bir cer olmadığı herkes tarafından anlaşılan kesre tercih edilmiştir. Çünki fiilde cer harekesi caiz değildir. Şayet fetha ile harekelenecek olsaydı, bu durumda da nasb ile karışacaktı.. İsimlerin sonlarında ise, böyle bir karışıklık yoktur. Çünkü isimler, kendisine üs harekenin de gelebildiği mahallerdir. Binâenaleyh, sakınma mümkün değildir. Bu sebeple harekelerin en hafifini tercih etmişlerdir. Eğer biz bu 'ın, kendisiyle kasem edilen bir harf olduğunu söylersek, onun hakki mecrûr olmaktır. Bunun fiili ile mansub olan bir mef'ûl olması da mümkündür. Buna göre fiilden sonra gelmesi gereken bâ harf-i cetr'i sanki bulunmamıştır. Eğer biz bunun, sûrenin ismi olduğunu ve kendisine yemin edildiğini söylersek, bu durumda bunun hakkı, fethadır. Çünkü bu, artık gayr-i munsarıf kelime olmuştur. Kendilerine yemin edildiği halde, meselâ "İbrahim'e yemin olsun" ve Ahmed'e yemin olsun" denildiği gibi, onun cerri, fetha ile olmuş olur. Yok eğer, "Buna yemin edilmemiştir" der de bunun, sûrenin ismi olduğunu söylersek, o zaman ise hakkı, mahzûf mübtedanın haberi ve takdiri de, "Bu, Kaf (Sûresi)dir" şeklinde olduğu için, merfu olmaktır. Yok, biz bunun yi' kökünden olduğunu söylersek, tıpkı bizim, "Bu, davetçidir; bu, çobandır" şeklindeki sözümüzde olduğu gibi, hakkı tenvîndir. Yok eğer, biz bunun, bir dağın ismi olduğunu ve kendi ile yemin edildiğini söylersek, o zaman da, bunun hakkı hem cer, hem de tenvindir. Şimdi biz, tefsire dönüyor ve şöyle diyoruz: Sıfat bazen, temyiz (ayırmak) için getirilir ki, ekseriyetle olan budur. Bu, meselâ bizim, "hadis (yani: mahlûk) olar 'dan ayrılsın diye, "Kadîm kelâm, Kur'ân"; cimriden ve kınanmış olandan ayrılsın diye, "Kerim adam..." dememiz gibidir. Bazan da bu sıfat, medh için getirilir. Bu bizim, "Kerim Allah..." dememiz gibidir. Çünkü, varlık aleminde bir başka ilâh yoktur ki, biz Allah'ı ondan bu kerim vasfıyla ayıralım... Burada şu iki izah yapılabilir: Görünen odur ki, bu sırf medh için getirilmiştir. Temyiz, ayırdetme meselesine gelince, bu, bizim Kur'ân'ı okunan şeyin ismi kabul etmemiz halinde söz konusudur. Kur'ân'ın okunan şey anlamına geldiğinin delili, "Bir Kur'ân ki, eğer onunla dağlar yürütülseydi..." (Rad, 31) ayetidir. el-Mecîd kelimesi, azîm, büyük demektir. "el-Mecîd"in, keremi bol olan anlamına geldiği de söylenmiştir. Her iki duruma göre de Kur'ân, Mecîd'dir. "Mecîd"in, azîm anlamına geldiğini söylememize göre bu, Kur'ân'ın faydasının çok muazzam olmasından dolayıdır. Bir de Kur'ân, Azîm olan Allah'ın bir öğüdüdür. Büyüğün öğüdü de büyüktür. Bir de, hiç kimse Kur'ân gibisini getirmeye muktedir olamamıştır. O halde Kur'ân büyüklük, ululuk delilidir, emaresidir. Nitekim Arapça'da, mağlub olmadığı zaman, denilir. Bunun böyle olduğunun delili de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki biz sana, tekrarlanan yedi (ayet-i kerime)yi ve şu büyük Kur'ân'ı verdik"(Hicr,67) ayetidir. Bu, "Senin nübüvvetine delâlet eden bir mu'cîze olsun diye, bu Kur'ân, hiç kimsenin mislini ve dengini getiremeyeceği bir kelâmdır" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Daha doğrusu o, çok şerefli bir Kur'ân'dır ki mahfuz bir levhadadır"(Bûruc, 21-22) ayeti de bunun delilidir. Ki bu, "O Kur'ân, Cenâb-ı Hakk'ın muttali kılması durumu hariç, herhangi bir kimsenin muttali olmasından korunmuştur. Dolayısıyla, tebdil olunamaz, değiştirilemez; ne önünden ne de arkasından ona batıl yaklaşamaz.." demektir. O halde Kur'ân, kendisine güç yetirilemeyen demektir. Binâenaleyh o, büyüktür. el-Mecîd'in, keremi bol, çok anlamına alınması durumunda yapılacak olan izahat da şöyledir: Kur'ân, maksadını onda bulmak isteyen herkesin amacına ulaştığı, umduğu bir biçimde kerimdir. Kur'ân, onun önünde duran, ona yapışan herkesi, başka şeylerden müstağni kılandır. Muhtaç olana umduğunu vermek ise, iyiliğini, keremin ve cömertliğin zirvesidir. Mecîd'in, keremi bol anlamına gelişinin delili, bu kelimenin, meselâ sözümüzde, Hamîd ile beraber zikredilmiş olmasıdır. Çünkü "Hamîd" kendisine teşekkür edilen zâttır. Şükür ise, in'âm etme mukabilinde yapılır. O halde in'âm eden, kerîm olan kimsedir. Binâenaleyh Mecîd, keremde zirveye ulaşmış kerîmdir.. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır. Kasem Konusu Birinci Bahis: Kur'ân, kendisiyle kasem edilendir. Öyleyse, "muksemun aleyh" yani hakkında yemin edilen (konu) nedir? Biz deriz ki: Bu hususta birtakım izahlar vardır ki, onları şöyle derleyip toparlamak mümkündür: Kendisine yemin edilen şey, ya hale, ya da söze dair bir karine (karîne-i haliyye, karîne-i makâliyye) ile anlaşılır. Bunun, söze dair karine olması halinde, bu, ya kendisiyle kasem edilenden (muksem bih) önce olur, yahut da sonra olur. Şimdi biz muksemun aleyh'in öne geçmiş olan sözlü bir karineden anlaşıldığını söylersek, burada harfinden önce gelmiş olan bir lafız yoktur. Dolayısıyla kelamın takdiri, şeklinde; yahut da (......) şeklinde olur ki, bu tıpkı bir kimsenin "Yemin olsun ki, bu Hâtem'dir..." demesi gibi olur ki, yani, "Bu, cömertliğiyle meşhur Hatem'dir" demektir. Yine bir kimsenin, "Allah'a yemin olsun ki, ay'ı (hilâli) gördüm" demesi gibidir. (Yani, Ramazanın başlangıç hilâlini...) Eğer biz bunun, sonra gelen sözlü bir karineden anlaşıldığını söylersek, biz deriz ki, bu şu iki şeydir: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in uyarıcı olması... b) öldükten sonra dirilme olgusu.. Buna göre ifadenin takdiri, "Mecîd olan Kur'ân'a yemin ederim ki, sen o inzârcısın"; yahut da, "Mecîd olan Kur'ân'a yemin ederim ki, ölümden sonra dirilme ve dönüş mutlaka olacaktır" şeklinde olur. Çünkü bu iki hususa, açıkça yemin edilmiştir. Birincisine yemin edilmiş olmasının delili; Cenâb-ı Hakk'ın "Hakîm olan Kur'ân'a yemin olsun ki, ataları inzâr olunmamış bir kavmi uyarmak için (gönderilmiş) peygamberlerden bir peygambersin.. "(Yasin, 1-6) ayetleridir. İkincisine yemin edilişinin delili de, "Andolsun Tura, neşredilmiş kâğıt içinde yazılı kitaba... Ki Rabbinin azabı hiç şüphesiz vaki olacaktır..."(Tur, 1-7) ayetleridir. Bu izah, (......)'in, bir dağın ismi olduğunu söyleyenlerin görüşüne göre çok net bir izahtır. Çünkü burada yemin, dağa ve Kur'ân'a yapılmıştır. Orada da yemin, Tûr'a ve Kitâb-ı Mestûr'a yapılmıştır ki, bu da dağ ve Kur'ân demektir. İmdi eğer, "Sence, bu iki izahtan hangisi daha açıktır?" denilecek olursa, ben derim ki, birincisi... Çünkü, uyarıcı (münzir) olma, ölümden sonra dönüşten daha yakındır. Bir de, harflerden (hurûf-ı mukattarlardan) sonra Kur'ân'ın geldiğini, muksemun aleyh'in ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in resûllük vasfının olduğunu bitmekteyiz. Ama, hurûf-ı mukattaalardan sonra, ölümden sonra dirilip dönüşün zikredildiğini görmemekteyiz. Bu husus, pekçok sûrede nazar-ı dikkate alınmıştır. Meselâ, "Elîf-Lâm-Mîm. Bu kitabın indirilmesi, ki onda hiçbir şüphe yoktur, alemlerin Rabbindendir. Yoksa "o, bunu kendiliğinden mi uydurdu" diyorlar? Hayır, o Rabbinden (gelen bir) haktır... Senden evvel kendilerine inzâr edici hiçbir (peygamber) gelmemiş olan bir kavme, korkunç akıbetlerini haber vermen için (indirdik.,)" (Secde, 1-3) ayetleri, bu kabil ifâdelerden birisidir. Bir de Kur'ân, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah'ın elçisi olduğuna delâlet eden bir mü'cizedir.. Binâenaleyh, Kur'ân ile bu hususa (risalete) yemin etmek, ilgili delile, kasem yoluyla bir işaret etmek olmuş olur. Yoksa, kasemin bizzat kendisi, haşrin delili değildir... Tam aksine, kasemde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sıdkının bilinmesinden sonra haşrin kesin olduğunu ifâde eden emareler vardır. Biz bu hususun, hale dair bir karine ile anlaşıldığını söylersek, bu, Hazret-i Muhammed "(sallallahü aleyhi ve sellem)'in hak üzere ve sözünün doğru olmasıdır. Çünkü, kâfirler bunu inkâr ediyorlardı. Tercihe şayan olar ise, bizim ifâde ettiğimiz husustur. İkinci Bahis: Ayetteki, (Kaf, 2) ifadesi, burada, kendisinden vazgeçilen (idrâb) bir hususun bulunduğunu gösterir.. Öyleyse vazgeçilen bu kavram nedir? Biz deriz ki: Vahidinin söylediğine ve Zemahşeri'nin de onayladığına göre, bu, bir kimsenin "Mesele nedir?" deyip de, "Meselenin daha da açıklanmasın vazıh hale getirilmesini istiyorum.." demesi gibidir. Biz diyoruz ki: Bizim tercih ettiğimiz görüşe göre bu ifâdenin takdiri, Allah en iyisini bilir ya, "Kâf, Mecîd olar Kur'ân'a yemin ederim ki, sen bir uyarıcısın.." şeklindedir. Buna göre, adeta Cenâb-Hak bundan sonra, "Onlar, bu hususta şüpheye düştüler. Ben bundan vazgeçiyor ve "Bilakis o kâfirler; kendilerine içlerinden inzâr edici geldi diye, hayrete düştüler.."(Kaf, 3) diyorum..." buyurmuştur. Resulden Ötürü Şaşkınlık |
﴾ 1 ﴿