ZARİYAT SURESİBu sûre Mekkîdir ve altmış ayettir. 1Âyetin tefsiri için bak:5 2Âyetin tefsiri için bak:5 3Âyetin tefsiri için bak:5 4Âyetin tefsiri için bak:5 5"Tozutup savuranlara, yükü taşıyanlara, kolayca akıp gidenlere, iş bölümü yapanlara yemin olsun ki, şüphesiz size vaad olunan elbette doğrudur". Bu sûrenin başı, kendinden önceki sürenin sonuna uygundur. Çünkü Allahü teâlâ, hasrı delilleri ile beyan edip, "işte bu, bize göre kolay olan bir haşirdir" (Kâf, 44) deyince ve kendilerine Kur'ân'ın okunmasından ve delillerin konulmasından sonra küfürde hâlâ ısrar ettiklerine işaret olarak, "Onların üstünde bir zorba değilsin sen" (Kâf,45) yani, "Onları zorla imana sevkedecek, bunu kabule mecbur bırakacak değilsin" buyurunca, yeminden başka çare kalmamış ve bundan dolayı, "Tozutup savuranlara ... yemin olsun ki şüphesiz size vaad olunan elbette doğrudur" buyurmuştur. Aynı zamanda bu sûrenin başı ile sonu da biribirine uygundur, birbiriyle irtibatlıdır. Çünkü Hak teâlâ sûrenin başında, "Şüphesiz size vaad olunan elbette doğrudur" buyurmuş, sonunda da, "İşte kendilerine vaad edilen günlerinden (dolayı) vay o kâfirlere..." (Zariyat, 57-60) buyurmuştur. Bu ayetlerle ilgili birtakım meseleler var: Daha önce şu hikmeti zikretmiştik: Yeminde, bazı yüce meseleler ve önemli hususlar vardır. Bunu Sâffât Sûresi'nde anlatmıştık. Burada onları tekrarlayacağız. Bu konuda şöyle bazı izahlar var: 1) Kâfirler, bazan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in delil hususunda gâlib geldiğini kabul ediyorlar ve bunu da münakaşa gücüne bağlıyorlardı. Bazan ileri sürdüğü şeyin doğru olmadığını kendisi de bildiği halde sırf cedel kuvvetiyle durumu kurtarmak için böyle yapmakla itham ediyorlardı. Tıpkı bir insana, hasmının bir delil getirip de, onun ilen süreceği hiçbir hüccet ve mazeret kalmayınca, "O cedel yolunu bildiği için ve benim ise bundan âciz katmam sebebi ile bana baskın çıkıyor. Halbuki o da biliyor ki, gerçek ve doğru benden yanadır" demesi gibidir. Bu durumda, hüccet getiren o kişiye ancak yemin yolu kalır da, "Allah'a yemin olsun ki durum benim söylediğim gibidir. Ben seninle bâtıl yere mücadele etmiyorum!" der. Çünkü o, bir başka delil getirmek suretiyle, bir diğer yola başvurursa, o getirdiği ikinci delil de tam ve mükemmel olsa, hasmı bu sefer de yine, önceki delil için söylediğini tekrar eder. Bu, cedel (münakaşa) ilmini ortaya koymadır. Şu halde böyle bir durumda ancak, ya susmak, ya yemine sarılmak, ya da delil getirmekten vazgeçmeden başka şey kalmaz. 2) Araplar, yalan yeminden kaçınıyorlar ve yoksa yeminin, diyarları ıssız-kimsesiz (harap) hale getirdiğine inanıyorlardı. Hem sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), her şerefli şeye çokça yemin etmiş, bu da ancak onun yüceliğini ve sebatını artırmıştır. Üstelik o Araplar, onun bu şeylere yalan yere yemin etmeyeceğini; ona yeminlerin uğursuzluğunun isabet edeceğini ve bazan ona hoşuna gitmeyecek şeyler gelip çatacağını biliyor, buna böyle inanıyorlardı. 3) Allahü teâlâ'nın ettiği yeminlerin hepsi, yemin biçiminde sunduğu birer delildirler. Bunun misali, kendisine iyilik ve ikramda bulunan bir kimseye "senin o çok nimetlerine yemin ederim ki, sana şükretmeyi (teşekkürü) devam ettireceğim" diyen kimsenin, sözü gibidir. Çünkü bu kimse böylece, teşekkürün devamını gerektiren bir sebeb olan nimetleri zikreder ve bunu yemin yoluyla yapar. İşte bunun gibi, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân'daki bu yeminleri de yeniden diriltmeye kadir olduğuna dâir birer delildirler. Buna göre eğer, "Allahü teâlâ bunları niçin yemin tarzında sunmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Çünkü konuşan kimse, sözüne, dinleyenin, onun büyük birşey söylemek istediğini anlayacağı bir biçimde yemin ederek başlarsa, bu durumda dinleyici konuşana, onun, sözün pek önemli olmadığını bileceği durumda vereceği dikkatten daha fazla dikkat vererek dinler. Bundan dolayı konuşan, sözüne yemin ile başlar, muhatabları onu daha iyi dinlesin diye, delilini yemin şekline sokar. Böylece de, apaçık bir burhan ve sapasağlam bir delil, yemin biçiminde ortaya çıkmış olur. Bu konuda, Sâffât Sûresi'nde geniş izahta bulunmuştuk. Cenâb-ı Hakk'ı, başlangıçlarında, huruf-u mukattaa'nın dışındaki şeylere yemin etmiş olduğu bütün sûrelerde bu yeminler, üç esastan birini isbat içindir. Bu esaslar da, vahdaniyyet, risalet ve haşr olup, imanın kendisiyle tam ve mükemmel olduğu şeylerdir. Allah vahdaniyyeti (tevhidi) isbat için, sadece bir sûrede, Sâffât Sûresi'nde yemin etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak orada, yeminden sonra, "Hiç şüphesiz sizin tanrınız hakikaten birdir" (Sâffat, 4) buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü onlar, "O (Peygamber), ilahları tek bir ilah mı yapmış?" (Sâd, 5) diyerek inkâr ediyorlardı. Yine onlar şirkte de çok ileri gidiyorlardı. Ama sözleri arasında ve bazı durumlarda, tevhid inancını da izhâr ediyorlar, meselâ, "Biz o putlara ancak, bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (Zümer, 3) ve "Eğer onlara, gökleri ve yeri kimin yarattığını sorsan, muhakkak ki "Allah" diyecekler"(Lokman, 25) diyorlardı. Onlar gerçekten ilk esası, tevhidi inkârda aşırıya gitmemişler, bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, bu hususta delil getirmekle yetinmiş, buna çokça yemin etmemiştir. Bu yeminli sûrelerden ikisinde ise, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğunu ve onun gerçek peygamber oluşunu isbat için yemin etmiş olup, bunlardan birinde, tek bir hususa yemin etmiştir. Bu, "Battığı zaman yıldıza yemin olsun ki, arkadaşınız sapmadı" (Necm, 1-2) ayetidir. İkinci ayette ise, iki hususa yemin etmiştir. Bu da, "Kuşluk vaktine ve sükûna vardığı dem geceye yemin olsun ki, Rabbin seni terketmedi, sana darılmadı da..." (Duhan, 1-3) ayetleridir. Bu böyledir, çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in risaletini isbat hususunda yapılan yeminin, çokça olmak üzere, hem huruf-u mukattaa ile hem de Kur'ân adına çokça yapılmıştır. Tıpkı, "Yâ, Sin, hakîm olan Kur'ân'a yemin olsun ki, sen hiç şüphesiz peygamberlerdensin" (Yasin, 1-3) ayetinde olduğu gibidir. Biz, bundaki incelikleri daha önce zikretmiştik. Şöyle ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in (en baş) mucizesi Kur'ân'dır. Bundan dolayı yeminde delile işaret olan birşey olsun diye, Allahü teâlâ burada Kur'ân'a yemin etmiştir. Diğer surelerde ise, yeminin konusu haşr, ilahî (uhrevî) ceza ve bunlarla ilgili şeylerdir. Çünkü onların bu konudaki inkârları hertürlü sınırı aşmış ve huruf-u mukattaa ile yapılan yeminler, bunu tam göstermez olmuşlardır. Allahü teâlâ beş sûrede, cemî müennes salim kelimeleri kullanarak yemin etmiş, ama hiçbir sûrede cemî müzekker salim kelimeler ile yemin etmemiş ve meselâ, "Salih erkek kullanma yemin olsun ki.,."Mukarrebîne yemin olsunki... gibi bir şey dememiştir. Halbuki müzekker sığalar daha üstündür. Çünkü vâv ve nûn ile yapılan cemî müzekker salim sîğası, çoğunlukla akıl sahibi varlıklar için kullanılır. Daha önce, bu varlıklara yapılan yeminlerin, ancak kendisi hakkındaki durumla apaçık olması halinde ve müşriklerin artık bunu itiraf etmiş olması durumunda tevhidi beyan için olacağını, huruf-u mukattaa'ya ve bizzat Kur'ân üzerine yemin biçiminde bulunduğu için, peygamberlik hakikatini isbat için olmadığını anlatmıştık. Geriye, haşr ve Kıyamet gününün isbat maksadı kalır. Fakat hasrı isbat, sâlih kimselerin sevaba, günahkârların ise azaba duçar olacaklarını gösterir. Bunun yaran da, akıllı kimselere yöneliktir. Böylece bu durum, onların dışındaki varlıklar üzerine yemin edilmesini gerektirmiştir. En doğrusunu Allah bilir. Cenâb-ı Hakk'ın, vahdaniyeti isbat için yemin ettiği sûrede, önce hareketsiz varlıklara yemin ederek, "Saf bağlayıp duranlara yemin olsun ki... "(Saffat. 1) buyurmuştur. Geriye kalan dört sûrede ise, hareketli şeylere yemin ederek, "Tozutup savuranlara..." (Zariyat, 1), "Birbiri ardınca gönderilenlere..." (Mürselât, 1) ve "Söküp koparanlara andolsun ki..."(Naziat, 1) buyurmuştur.Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Yüzüp, Öncül olarak koşanlara yemin olsun ki..." (Naziat. 3-4) ayeti, bu sonuncusunun bu manada olduğunu teyid eder. Bir de, "Andolsun o harıl harıl koşanlara..." (Adiyat, 1) buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü "haşr"de, toplanma ve dağılma vardır. Bu ise hareketliliğe en uygun bir durumdur. Yahut da şöyle deriz: Bütün bu dört sûrede Cenâb-ı Hak, beyan edildiği gibi, rüzgârlara yemin etmiştir. Rüzgârlar ise, toplayıp dağıtan şeylerdir. Şu halde dağınık bulutlan peş peşe gönderilen rüzgârlarla biraraya toplamaya kadir olan Allah, bedenin dağılmış parça ve uzuvlarını da, kendi ilahî meşieti ile, tercih edeceği herhangi bir yol ile biraraya getirmeye kadirdir. Ayetteki, "Zâriyât" ile ilgili birkaç görüş vardır: 1) Bunlar, toprağı ve benzeri şeyleri tozutup savuran rüzgârlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onu rüzgârlar tozutup savurur" (Kehf, 45) buyurmuştur. 2) Bunlar, yıldızlardır. Buna göre "zâriyât", "birşey, hızlı gitti" manasında kullanılan (......) fiilindendir. 3) Bunlar meleklerdir. 4) Bu ifade, "Tozutup savuranların Rabbine andolsun ki..." takdirindedir. Birinci görüş daha doğrudur. Bu sûrede yemin edilen dört şeyin, ayrı ayrı şeyler olması mümkün olduğu gibi, dört durumu olan tek bir şey olması da mümkündür: 1) Bunlar, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den rivayet edilen şu haberlerdeki gibidir: "Zâriyât, (tozutup savuran) rüzgârlar; hâmilât, (yağmur taşıyan) bulutlar; Câriyat, (akıp giden) gemiler; mukassimât da, rızıklan paylaştıran meleklerdir. Doğruya en yakın olan bir diğer görüşe göre, bu kelimeler, rüzgârların dört değişik sıfatıdır.. Buna göre zâriyât, (tozutup savurarak) bulutları inşâ eden, birararaya getiren rüzgârlardır; hâmilât, yağdığında, büyük sellere sebebiyet verecek kadar olan, su buharlarından oluşmuş bulutlan taşıyan rüzgârlardır. Bu bulutlar, dağlardan daha ağırdırlar. Câriyât ise, böyle yağmurla yüklendikten sonra bu bulutlan sürükleyip taşıyan rüzgârlardır. Mukassimât ise, yağmurları beldelere taksim eden, dağıtan rüzgârlardır. Şöyle de denilebilir: Bu dört kelime, yeniden dirilişin tam ve mükemmel şekli olan dört şey karşılığında zikredilmiş olan dört husustur: Çünkü bedenin dağılmış parçalarının bir kısmı toprağın içinde, bir kısmı denizlerin diplerinde, bir kısmı da havada bulunur ki bunlar bedenlerden kopup ayrılmış çok küçük ve buharımsı cüzlerdir. Buna göre "Zâriyât", yerden savrulup havaya karışmış parçaları toplayan" manasına olur. Çünkü "zâriye", toprağı yerden savurup kaldıran şey anlamına gelir." "Hâmilât-ı zikran" ise, havadaki bu parçaları toplayarak, bir yük olarak onu taşıyan şeylerdir. Çünkü rüzgârlar, toprağı sırtına alıp taşıyamaz, aksine onu, bulutların hilafına, bir yerden bir yere atarlar, savururlar. Çünkü bulut, tozu yüklenir ve onu, kendisinden birşey düşmeyen bir yük gibi onu havada taşır. Câriyât ise, küçük parçaları sulardan derleyip toparlayan şeye işarettir. Çünkü, ağır gemileri denizlerin dalgalarından sahillere taşıyan şey, parçaları da denizlerden karalara taşımaya kadirdir. Şu halde parçaları, yerden, havadan ve denizlerin ortasından toplayıp bir biraraya getirmenin mümkün olduğu ortaya çıkar. Bunlar biraraya getirilince, geriye bunlara bir ruh (can) üfürülmesi kalır. Ruh da Allah'ın emrindendir, işlerindendir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sana ruhu sorarlar. De ki: "Ruh, Rabbimizin emrinden (işlerinden) dir" (İsra, 85) buyurmuştur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, yani, "Ruhları bedenlere. Allah'ın emriyle taksim eden, üfleyen o meleklere yemin olsun ki..." buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bu meleklere "mukassimât" (taksim edenler, dağıtanlar) diye anmıştır. Çünkü insan, maddi cüzleri açısından, kesindir ki, birbirinden farklı değillerdir. Zira herkesin bir başı, ayakları vs. var. İnsanlar, sayı ve değer bakımından birbirlerine yakındırlar. Fakat ileri derecedeki farklılık ruhlardadır. Çünkü ruhlardan, iyi olanlar ile kötü olanlar arasında hayli farklılık vardır. Bu farklı (olanları) taksimat da, ancak hür bir taksimata ve hür bir memur tarafından yapılabilir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak böyle buyurmuştur. Ayette mansub olan bu kelimeler, nahiv bakımından hangi yönden mansubturlar? Diyoruz ki: Zerven kelimesinin, mef'ûl-ü mutlak olarak mansub olduğunda şüphe yoktur. Vakran kelimesi ise mef'ûl-ü bih olarak mansubtur. Nitekim Arapça'da "Falanca ağır bir yük yüklendi" denilir. Bunun, mef'ûl-ü mutlak yerini tutan bir isim olması da muhtemeldir. Nitekim Arapça'da, "Ona kamçı vurdu" denilir. Bunu, bu ifadeyi "vâv"ın fethasıyla vakran okuyanların kıraati de destekler. Ayetteki yüsven kelimesine gelince, bu da mahzûf mef'ûl-ü mutlakın sıfatı olarak mansubtur ve takdiri, "Kotay bir akışla..." şeklindedir. Ayetteki, emren kelimesi de, ya tıpkı "Falanca rızkı veya malı taksim etti" denilmesinde olduğu gibi, mef'ûl-ü bih'tir, yahut da, "Falancayı sabren, yani masbûren öldürdü" denilmesi gibi, masdar şeklinde gelmiş bir "hal" olarak mansubtur. Ayette de böyledir, yani bu emren, me'mûren manasınadır. Buna göre ayet, "Ayetteki vikran kelimesi mef'ûl-ü bih ise, niçin cemî olarak getirilip de evkâran denilmemiştir?" denilirse, deriz ki: Çünkü hâmilât ifadesi, anlattığımız gibi, rüzgârların sıfatıdır. Bunlar da, aynı vikr (yük) ile gelirler. Çünkü bir rüzgâr eser, bulutu (bir yere kadar) sürer, sonra onu geçer gider. Derken bir başka rüzgâr eser, onu biraz daha götürür. Çoğu kez de o bulutlar, rüzgârların farklı yönden esişleri sebebiyle, sağa sola yönelirler. Mef'ûl-ü bih olduğunu söylediğimizde, emr kelimesiyle ilgili söz de böyledir. Çünkü me'mûr olan bir grup, aynı şeyi "taksim" ederler, yahut deriz ki: Bu ifadeler, mukadder olarak tekrar etmiş ifadelerdir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki buyurmuştur. Sekizinci Mesele Mükassimât'ın başındaki "fâ"nın getiriliş hikmeti nedir? Diyoruz ki: Eğer bu kelimenin rüzgârların sıfatı olduğunu söylersek, bu "fâ", o işlerin meydana gelişteki sırasını gösterir. Çünkü "zâriyât", bulutlan meydana getirir. Sonra da yağmurları, bölgelere taksim eder. Yok eğer bu ifadelerin, dört ayrı şey olduğunu söylersek, bu "fâ", taksim olunan şeyin sırasını değil, taksimdeki tertibi (sırayı) ifade eder. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demektedir: "Savuran rüzgârlarla, sonra yüklü bulutlarla, sonra akıp giden gemiler ile, sonra da taksim eden meleklerle taksimatta bulunurum." Ayetteki, hâmilât ve câriyât kelimeleri, rüzgârlardaki faydaların beyânına işarettir. Karada bulutları var etmek, denizde de gemileri yüzdürmek suretiyle... Sonra "mukassimât" ifadesi de, bulutları taşımaya ve gemilerin hareketine varıp dayanan rızıklara ve Allah'ın taksimatıyla olan rüzgârlara işarettir. Dolayısıyla bazı kimselerin gemilerini, istedikleri gibi hareket eder, ama kâr getirmez; bazılarının gemileri de, onlar habersizken hareket edip giderler, ama kâr elde ederler. Nitekim Hak teâlâ, "Onların gemilerini biz taksim ederiz" (Zuhruf, 32) buyurmuştur. Ahiretin Gerçekliği Cenâb-ı Hak daha sonra "Şüphesiz ki size vaad olunan elbette doğrudur" buyurmuştur. Buradaki (......) edatının, "masdariyye" olması muhtemeldir. Buna göre mana, "Bu vaad gerçektir" şeklindedir. Yine bunun, ism-i mevsul olup, "Vaad olunan o sev elbet doğrudur" manasında olması da muhtemeldir. "Sâdık" kelimesi, tıpkı ifâdesinde olduğu gibi, "Doğruluk sahibi bir vaad" takdirindedir. Böylece masdar, ism-i failin masdar ile sıfatlanması gibi sıfatlanmıştır ki burada, ileri derecede bir te'kid vardır ve tıpkı bir kimsenin, "Falanca baştan aşağı lütuf, baştan aşağı sabırdır" demesi gibidir. İşte "doğru söz' ve "hasmı ezen burhan" vb. birşey diyenin, tıpkı böyle bir te'kid (vurgu) ortaya koymuş olması gerekir. Bunun izahı şöyledir: Bir kimse "Falanca latiftir" yerine "sırf lütuftur" dediğinde, sanki şöyle demek istemiş olur: "Latif, kendisinde lütuf (iyilik yapma özelliği) bulunan kimsedir. Binâenaleyh latifde, hem lütuf, hem de başka şey var demektir. Böylece bu kimse onun lütfunun çok olduğunu beyân etmek istemiş ve onu tepeden tırnağa sırf lütuf kabul etmiştir. İkincisinde de, doğruluk, konuşanın konuştukları hususunda kendisinde bulunan bir sıfat olunca, o sanki şöyle demek istemiştir: Bu söz, kendisine doğruluk sıfatı verilebilmesi için, başka birşeye muhtaç değildir. Aksine bu, kuvvetli bir sebeb olduğundan, ona "sadık" (doğru) denilmesinde yeterlidir. Ayetteki, vaadetti fiilinden olabileceği gibi (tehdid etti) fiilinden de olabilir. İkincisi daha doğrudur. Çünkü inkarcıya karşı, vaadden ziyâde vaid (tehdid) İle olur. Ahiretten Gafil Olanlar 6Âyetin tefsiri için bak:12 7Âyetin tefsiri için bak:12 8Âyetin tefsiri için bak:12 9Âyetin tefsiri için bak:12 10Âyetin tefsiri için bak:12 11Âyetin tefsiri için bak:12 12"Şüphesiz ki ceza (karşılık) elbette olacaktır. O haleli yollara sahip göğe yemin olsun ki, gerçekten siz kesinlikle ihtilafa düşen bir söz içindesiniz. Ondan döndürülen döndürülür. Kahrolsun o koyu yalancılar ki, onlar, koyu bir cehalet içinde kalmış gafil kimselerdir. Onlar, o ceza gününün ne zaman olduğunu sorarlar". "Dîn", olacak ceza (karşılık) manasınadır. Buna göre, hasrın inkarı ile akıldan uzak görülen, ihtimal verilmeyen şey, vaad olunan şeydir, ki o da, hesap ve ceza, yani ikâbtır, yani haşr inkâr edilmekle bu inkâr edilmek istenmiştir. Binâenaleyh Hak teâlâ âdeta, "Şüphesiz size vaad olunan elbette doğrudur ve şüphesiz ki ceza elbette olacaktır" demek suretiyle, hesabın eksilmez görüleceğini ve ikabın uygulanacağını anlatmak istemiştir. Daha sonra Hak teâlâ "O haleli yollara sahib göğe yemin olsun ki..." buyurmuştur ki, bu hususta birkaç bahis vardır: 1) "Nabuk" kelimesinin, yollar manasında olduğu ileri sürülmüştür. Buna göre, bununla yıldızların yollarının ve uğraklarının (yörüngelerinin ve burçlarının) kastedilmiş olması muhtemeldir. Bununla, yıldızlar ile, gökte oluşan şekillerin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Çünkü yıldızların "semt"inde (tepe noktasında), Ashab-ı Suver'in Tinnîn, akreb ve nesr yolu dedikleri yol, Cevza (ikizler) vb. dedikleri sistemler yer almaktadır. Buna göre bununla, yıldızlarla süslenmiş bir gök kastedilmiş olur ki, "Burçtu göğe yemin olsun ki..." (Buruc, 1) ayeti de böyledir. Habük kelimesinin, gökyüzünün iyi dokunması, yapısının sağlam olması manasına geldiği, Arapça'da sık ve güzel dokunmuş kumaş için "hasenu'l-hubuk" sıfatının kullanıldığı söylenmiştir. Buna göre ayetteki bu tabir, "sağlamlığından ve kuvvetinden ötürü, tıpkı "Dönüş sahibi olan göğe ... yemin olsun ki" (Tarık, 11) ayeti gibi olmuş olur. Bu hususta söylenilenler, bundan ibarettir. 2) Yemin edilen şey hakkında olup, bu da ayetteki, "Gerçekten siz kesinlikle ihtilafa düşen bir söz içindesiniz" cümlesidir. Bu ifadenin tefsiri hususunda, hepsi de sağlam olan, şöyle çeşitli izahlar vardır: a) Bu, "Sizler çeşitli görüşler içindesiniz, yani Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında böylesiniz. Çünkü bazan, "O, emindir", bazan da "O yalancıdır" diyorsunuz. Onun gâh deli, gâh kâhin, gâh sihirbaz, gâh şâir olduğunu söylüyorsunuz" demektir. Bu mana muhtemeldir. Fakat biraz zayıftır. Çünkü böylesi (açık olan) şeyler hakkında yemin etmeye gerek yok. Zira onlar bunu hiç yadırgamadan söylüyorlardı. Dolayısıyla bunu yeminle te'kîde gerek yok. b) Bu ifade, "Siz aynı konuda sebatkâr değilsiniz. Bir görüşte sebat etmeyen,-nancında yakîne erişemez" demektir. Binâenaleyh o kimse, sanki hakkında, 'Göklere yemin olsun ki, inancınızda kesinliğe ulaşmış değilsiniz. Ama inadınızın aşırı oluşundan dolayı, bunda kesin gibi görünüyorsunuz" denilen kimse gibi olur.Bu görüşe göre, ayette şöyle bir incelik vardır: Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Sen, doğru söylemediğini kendin de biliyorsun. Ama bize karşı bile bile mücâdele ediyorsun, cedele başvuruyorsun. Biz ise cedeli beceremiyoruz" dediklerinde. Cenâb-ı Hak "Tozutup savuranlara... yemin olsun ki, sen sözünde doğrusun, muannka (bile bile doğrunun aksini inâd eden) bir kimse değilsin" diye cevap vermiş, sonra da, "Aksine ey kâfirler sizler, yemin olsun ki, benim vaadimin peygamberimin) doğru olduğunu kesin biliyorsunuz" buyurmuş, böylece, onlara karşı, işi tersinden ele almıştı. c) Bu, "Sizler, birbiriyle çelişen görüşler içindesiniz. Meselâ haşr hususunda, "ne haşr vardır, ne de diriliş" diyorsunuz, sonra da, "biz atalarımızı bir din üzere bulduk" diyorsunuz. Binâenaleyh ölümden sonra hayat olmadığına, ölenin duyusu-şuuru bulunmadığına göre, atalarınıza muhalefet edince, onlara bundan ne zarar gelir. Bu ancak, ölümden sonra bir azabın olduğunu söyleyenlerin nazar-ı itibara alması gereken bir sözdür. Eğer biz ölünün hoşlanmadığı bir şeyi açığa vurduğunu bilseydik, sizin "ölümlerinden sonra, atalarımızın hatalı olduklarını söylemeyiz" demenizin manası kalmazdı. Nasıl böyle olmasın ki sizler, develerinizi büyüklerinizin kabirlerine bağlıyorsunuz. Tevhid konusuna gelince, yine "Göklerin ve yerin yaratıcısının ancak Allah olduğunu söylüyor, daha sonra da kalkıp, "O, putlarımızın ilahıdır" deyip, şirke düşüyorsunuz. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında da, bir taraftan "O, delidir" diyor, bir taraftan da, "Sen cedel gücün sayesinde bize galip geliyorsun" diyorsunuz. Halbuki deli olan, nasıl böyle muntazam ve mu'ciz (başkalarının söyleyemeyeceği güzellikte bir) söz söyleyebilir?.. İşte bütün bunlar, birbiriyle çelişen hususlardır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ondan döndürülen döndürülür" buyurmuştur. Bu hususta da şu izahlar yapılabilir: a) Bu, mü'minler için bir övgüdür, yani "o çelişkili sözlerden ve birbirini tutmaz iddialardan, ancak (Allah tarafından) döndürülenler döndürülür ve tutarlı doğru inançlara iletilir" demektir. b) Bu bir zemm olup, "Peygamberlerden döndürülen döndürülür." c) "Haşr inancından döndürülen döndürülür." d) "Kur'ân'dan döndürülen döndürülür" manalarınadır. Bu ifade, "mahrum edilen, mahrum edilir" manasında, şeklinde ve "Yalanlanan yalanlanır" manasında (......) şeklinde okunmuştur. Kafadan Atanlar Daha sonra Hak teâlâ, "Kahrolsun o koyu yalancılar" buyurmuştur ki bu, ayetteki "İhtilafa düşen bir söz içindesiniz" ifadesi ile, "birşeyde sebat etmeyen, hiçbirşeye kesin gözüyle bakmayan; aksine zanda bulunan, yalan yanlış uyduran kimselersiniz" manasının kastedildiğine delâlet eder. Buna göre bu ayetin manası, "Koyu yalancılar mel'un olsun, Allah'ın rahmetinden uzak olsun" şeklinde olup, onlar hakkında bir bedduadır. Daha sonra Hak teâlâ, onların sıfatlarını sayarak, "Ki onlar koyu bir cehalet içinde kalmış gafil kimselerdir" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birisi lafzı, diğeri manasıyla ilgili olarak şöyle iki mesele vardır: Lafzı ile ilgili mesele, ayetteki "sâhûn" kelimesinin, ikinci haber olması ihtimaliyle ilgilidir. Buna göre mübteda, "Onlar" kelimesidir. Kelamın takdiri, "Onlar, koyu bir cehalet içindedirler ve gafildirler" şeklinde olup, tıpkı cahilliği, zalimlikle niteleme niyeti güdülmeden, sırf Zeyd'in bu iki vasfı taşıdığını haber vermek niyetiyle, "Zeyd câhildir, zâlimdir" denilmesi gibidir. "Sâhûn" kelimesinin haber, (cehalet içinde) kelimesinin ise onun zarfı olması muhtemel olup, tıpkı "Zeyd, evinde oturuyor" cümlesi gibi olur. Bu cümlede haber "kâid" kelimesidir, "fî beytihî" ise onun zarfıdır. Aynen bunun gibi, ayetteki "fî-gamretin" ifadesi de, marife bir kelimenin cümle ile tavsîf edilebilmesini geçerli ve mümkün kılan "kehv"in zarifidir. Eğer bu sıfat olmasaydı mahfenin cümle ile tavsîf edilmesi caiz olmazdı. Mana ile ilgili mesele ise şudur: "Hamâs"ın yani koyu yalancının, gafil olma ile ve bâtıla dalma cehalet içinde kalma ile tavsif edilmesi "harrâs"ın zemm ifade eden bir sıfat olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü kendisine ancak zannın ulaştırdığı birşey hakkında yalan söyleyene "harrâs" ismi verildiğinde, bu bir noksanlık sıfatını ifâde etmez. Nitekim Arapça'da, ürünün miktarını ve askerlerin sayısını tahmin edenlere de "harrâs" denilir. Ama bilinen ve kesin olan şeyle ilgili olarak kullanılan bu kelime, "zemm (kınama) ifâde eder. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Harrâslar kahrolsunlar, ki onlar koyu bir cehalet içindedirler ve gafil kimselerdirler" buyurmuştur. Yoksa bu tahminde bulunan kimselere yönelik bir beddua değildir. Ayetteki, "koyu bir cehalet içinde kalmışlardı.." ifadesinden sonra "sâhûn" (gafil kimselerdir) ifadesinin getirilmesi, onların bir cehalet ve batıl içine düştüklerini ve onun içinde geri dönemeyecek şekilde kendilerini unutup, yollarını şaşırdıklarını ifade eder. Cenâb-ı Hak daha sonra "Onlar o ceza gününün ne zaman olduğunu sorarlar" buyurmuştur. Eğer "Zaman, fiillerin zarfı yapılır. Zamanın, bir başka zarf için zarf olması ise mümkün değildir. Burada ise Hak teâlâ, "ne zaman" ifadesini, "gün"ün zarfı yapmış ve "O ceza günü ne zaman?" buyurmuştur. Ve yine Arapça'da, "Zeyd ne zaman gelecek?" denildiğinde, buna cevaben, "Cuma günü" denilir. Ama, "Cuma günü ne zamandır?" denilmez" denilirse, buna şu şekilde cevâp verebiliriz: Bu kelamın takdiri, "Cuma günü zaman olur?" şeklindedir. Buna göre, ifadesinin takdiri de, "Din günü ne zaman olacaktır?" şeklindedir. (......) ya istifham için olan (eyyu) ve zaman anlamına gelen (ânun)'den; yahut da, (......) ve (evân) kelimelerinden meydana gelmiş mürekkeb bir kelimedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Hangi an, zaman?.." demek istemiştir. Kelime, mürekkeb hale gelince de, mebnî kılınmıştır. Bu, onların ayetteki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz ki ceza, elbette olacaktır" ifadesine karşı verdikleri bir cevap ve suâldir. Buna göre onlar "adetâ, istihza ederek, "O ne zaman olacak kil?" demişlerdir. (......) ifâdsinde, kendisine soru sorulacak kimsenin zikredilmeyişi, çünkü Cenâb-ı Hak, "Falanca ... sorarlar" buyurmamıştır. Onların maksatlarının esasen doğru cevabı olmak olmadığına onların bunu ancak alay ederek sorduklarına delâlet etmek içindir. Şerirlerin ve İyilerin Akıbeti 13Âyetin tefsiri için bak:17 14Âyetin tefsiri için bak:17 15Âyetin tefsiri için bak:17 16Âyetin tefsiri için bak:17 17"O gün, kendilerinin ateş içinde azaba uğratılacakları gündür. (Onlara), "Tadın azabınızı. İşte, dünyada çarçabuk gelmesini isteyegetdiğiniz bu idi..." (denilir). Şüphesiz ki, müttakîler, Rabblerinin kendilerine verdiğini almış olarak cennetlerde, pınarların başlarındadırlar. Çünkü onlar bundan evvel iyi amel edenlerdi. Onlar, gecenin ancak az bir kısmında uyurlardı..". Şerirlerin Akıbeti Ayetteki, cümlesi, şu iki manaya gelebilir: a) Bu, onların, "o din günü ne zaman?" şeklindeki sorularına karşı verilmiş bir cevaptır. Bu durumda onlar, malûm olduğu için, onu bilmek ve anlamak amacıyla sormadıklarından; işte aynen bunun gibi onlara öğreten, açıklayan, soruyu beyân eden bir şekilde cevap verilmemiştir. Çünkü, Cenâb-ı Hak, "O gün, kendilerinin ateş üzerinde azaba uğratılacakları gündür" buyurmuştur. Zira onların, bu ikinciyi bilmeyişleri, birinci hususu bilmeyişlerinden daha kuvvetlidir. Halbuki, daha kapalı bir şey ile (burada Zâriyât, 13), cevap vermek caiz değildir. Çünkü birisi, "Zeyd ne zaman gelecek?" dese, cevap veren kimse de, "Arkadaşı geldiğinde" dese, arkadaşının geleceği zaman da bilinmese, bu cevâp yerinde ve doğru olmaz. Böylesi bir cevap, ancak, kelâmın cevap tarzında olması durumunda yerinde olur. Bu da, bir kimsenin, "Sen bana ne kadar söz verdin de caydın.. Bu cayma işi, ne zamana kadar sürecek?!" deyip de, karşı tarafın buna kızarak, "Sana en uğursuz gününün gelmesine kadar.." demesine benzer.. Bu iki cümle, şeklen bir soru ve cevap gibidir. Ama, ne birincisiyle soru, ne de ikincisiyle cevap kastedilmiştir. İşte Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi de, bir açıklamada bulunma tarzında değil, onların o ilahî tehditleri istihza etmelerine, alaya almalarına mukabil getirilmiş olan bir ifâdedir. b) Bu, "Tadın azabınızı..." ifadesiyle tamamlanan yeni bir cümledir. Buna göre şayet, "Bu, bir takdir yapma neticesine götürür" denilirse, biz deriz ki: Bu takdir kaçınılmazdır. Çünkü, "Tadın azabınızı" cümlesi, ancak yapılacak bir takdir neticesinde, kendisinden öncekiyle alâkalı olabilecek bir ifâdedir. Ayetteki (......) kelimesinin manasının, "... yanacakları" şeklinde olduğu ileri sürülmüştür, ama evlâ olan, bunun manasının, "Onlar, tıpkı altını eritenin, onu ateşe tutması gibi, ateşe karşı tutacaktan" şeklinde olduğunun söylenmesidir. Çünkü, ayetteki, edatına bu mana daha uygun düşer. Eğer fiili ile "yakılacaklar" manası kastedilmiş olsaydı, o zaman, ayetteki bu kelimenin ya "ateş ile", yahut da "ateşte" şeklinde olması daha uygun olurdu. Çünkü, "fitne" kelimesi, "tecrübe etmek, denemek" anlamındadır. Bu ifâdenin, "falancayı denedi, sınadı..." ve "taşın kontrol edilmesi" manasına olduğunun söylenmesi halinde, bu ifadeyle, masdar manası kastedilmiş olur. Nitekim ayette de, "tadın azabınızı.." buyurulmuştur. "Fitne" kelimesi ise, (aslında) imtihan etmek, demektir. Azap İstemelerinin Manası Buna göre şayet, "Kendileri ateş üzerinde azaba uğratılacakları günde, onlara, "Tadın azabınızı..." denilecektir..." şeklinde mana verdiğine göre, "İşte, (dünyada) çarçabuk gelmesini isteyegeldiğiniz bu İdi..." ayeti ne demektir?" denilirse, biz deriz ki, tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, onlardan naklettiği, "Ey Rabbimiz, hesap gününden evvel bizim amel defterimizi acele ver"(Sad. 16) ve "Bin tehdit edegeldiğin şeyi getir" (Hüd, 32) vs. ayetlerinde olduğu gibi, bununla, onların bu işi, sözle acele olarak istemiş olduklarının kastedilmiş olması muhtemeldir. Bunun buradaki delili, "Sana, din gününün ne zaman olacağını sorarlar" (Zâriyât, 12) ifadesidir. Çünkü bu da bir tür, o şeyin, acele olmasını istemedir. Bu ifâdeyle, fiil bakımından o şeyin acele olmasını istemenin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Fiil ise, onların inatlarında ısrar etmeleri, açıkça ısrar etmeleridir. Çünkü bu da, "o ilahî azabın, acele gelmesini" temin eden bir husustur. Müttakilerin Akıbeti Cenâb-ı Hak, gururlu, mücrim ve aldanmış kimselerin hallerini beyan ettikten sonra, hakkı bulmuş olan muttaki kimselerin durumunu da beyan etmek üzere "Şüphesiz ki, sakınanlar, müttakîler cennetlerde, pınarların başlarındadırlar" buyurmuştur ki, bu ifâdeyle ilgili şöyle birkaç mesele vardır: Mûttakînin Manası Biz daha evvel, "müttakîliğin" en aşağısının, şirkten korunma, en üstününün de Allah'ın dışında kalan herşeyden korunma gibi muhtelif dereceleri bulunduğunu ve müttakilerin elde edeceği derecelerin en düşüğünün cennet olduğunu; küfürden korunan her mükellefin cennete gireceğini ve oranın nimetleri ile rızıklanacağını anlatmıştık. Cennet Kelimesinin Müfred, Tesniye ve Cemi Getirilmesi Cennet kelimesi Cenâb-ı Hakk'ın, "Sakınanlara vaad olunan cennetin "(Muhammed, 15) ayetinde olduğu gibi, bazan tekil; burada, yani cümlesinde olduğu gibi, çoğul "Rabbinin huzurunda duracağından korkan için de iki cennet vardır" (Rahman, 46) ifâdesinde olduğu gibi, bazan da ikil (tesniye) olarak getirilmiştir. Binâenaleyh, buradaki hikmet nedir? Biz diyoruz ki: Cennetin tekil getirilmesi, köşklerinin, ağaçlarının ve kanallarının (nehirlerinin) birbiriyle bitişik oldukları için, adeta tek bir cennet gibi oluşları sebebiyledir. Bu kelimenin çoğul getirilişinin hikmeti ise, dünyaya (dünyadakilere) nisbetledir.. Halbuki, dünyanın bağ-bahçelerine nisbetle ahiretteki cennetleri sayıyla tahdit etmek mümkün değildir. Bunun ikil (tesniye) olarak getirilmesi meselesine gelince, biz bunu, Rahman Sûresi'nde anlatacağız. Ne var ki burada, şunu diyebiliriz: Allahü teâlâ, vaadde bulunurken, cennet kelimesini tekil getirmiştir. Satın alınabileceğinden bahsederken de, böyle yapmıştır. Çünkü, "Şüphesiz ki Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını, cennet mukabilinde satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşır, öldürür veya öldürûrler" (Tevbe, 111) buyurmuştur. Vaadde, ilâvede bulunulabileceğine bir işaret olsun diye de, kendisinin ihsan edip vereceğinden bahsettiği yerlerde de, kelimeyi çoğul getirmiştir. Çünkü cennetler vaadedip sonra da, bir tek cennetten bahsederek "o cennet içindedir.." demesi hali böyle değildir. Çünkü bu "tek cennet" sözü, vaad olunan cennetlerden daha aşağıdır. Ayetteki, (......) kelimesi mûttakinin, çeşmelerin ve gözelerin içinde olmasını ifâde eder. Halbuki insanın, su veya benzeri sıvılar içinde olmasında duyacağı bir lezzet yoktur. Biz diyoruz ki, bunun anlamı, "çeşmelerin başında, arasında..." şeklindedir. Bu ise, nehirlerin arasında, yanında olmakla olur.. Bunun böyle oluşunun delili, ifâdesinin manasının, "Cennetler arasında, cennetler içinde..." şeklinde olmasıdır. Çünkü "cennet" demek, ağaç demektir. Muttaki kimse ise, (ağaçların) bizatihi içinde değil, arasında bulunur. Ayetteki (......) kelimesi hakkında da bu izah, aynen vâkidir. Bunların, marife olmalarına rağmen belirsiz olarak getirilmesi, tazîm içindir. Nitekim Arapça'da, "İşte adam!.." anlamında, "Falanca adamlar adam!.." ifâdesi kullanılır. Nin Manası Ayetteki, "Rablerinin kendilerine verdiğini almış olarak..." ifâdesine gelince, burada, hem şöylesi birkaç mesele, hem de birkaç incelik bulunmaktadır: Birinci Mesele (......)'nin manası nedir? Biz deriz ki: Bu konuda şu iki izah yapılabilir: a) Bu "O müttakiler, Allah'ın kendilerine verdiğini, azar azar alırlar.. Onu tastamam ve toptan alamazlar.. Çünkü, sınırsız olan şeyin toptan verilmesi imkânsızdır" demektir. b) Bu kelimennin manası, "Onlar, memnun olarak, Rablerinin verdiklerini kabul edici olarak" şeklindedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onları kabul eder.." anlamında (Tevbe, 104) buyurmuştur. Bu, Zemahşerî'nin yapmış olduğu bir izahtır. Burada, şöyle üçüncü bir izah ta yapılabilir: Ayetteki (......) kelimesi, sadece oturmaya meskün olmaya delalet eder. ise bir mülk edinmeye delâlet eder. İşte bundan dolayı, birisi bir yere, orayı mülk edinerek girdiğinde, "Falanca belde alındı; falanca kale alındı..." denilir. Yine, az bir para ile bir evi ve bahçeyi alan kimse hakkında, orada her ne kadar maddi anlamda bir alma ve rızâ olmasa bile, "O onu mülk edindi, aldı..." tabiri kullanılır. Bu durumda bu ifâdenin manası, "Onların oraya girişlerinin, emaneten veyahut da, hemencecik geriye alınabilecek bir giriş şeklinde olmadığım; tam aksine burasının, o cennetliğin canı ve malı mukabilinde, Allah'tan satın alınmıştır.." şeklinde olur. Ayetteki, fiili, o müttakilerin, burayı zorla ve fetih yoluyla almayıp; tam aksine burasını, Allah'ın onlara verip bağışladığını beyan eden bir ifâdedir. Bu izaha göre, ifâdesindeki cennetler ve nehirlere râci bir ifâde olmuş olur. Ayetteki, "Çünkü onlar bundan evvel iyi amel edenlerdi" cümlesi, o cennetlerin kendisi mukabilinde alındıkları şeye bir işaret olup, bu, "cennetlikler o cennetleri, ihsanları sayesinde mülk edip aldılar.." demektir ki bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, temlîk lamı ile beyan buyurduğu "güzel hareket edenlere en güzel mükâfaat" (Yunus, 26) ifâdesi gibidir. İkinci Mesele (......) ifâdesi, terkiple hâl olup, bu, "alırlar" demektir. O halde Cenâb-ı Hak, iki lafzın da uyuşmaları ve mananın uygun düşmesi için, daha niçin (......) buyurmuş da, (......) dememiştir? Çünkü (......) ifâdesi, o işin bittiğini; (......) ifâdesi ise, bu işin devam ettiğini ihsas ettiren ifâdelerdir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın cennette verme işi, her gün yenilenecek, sonsuza kadar devam edip gidecektir. Özellikle biz, (......) kelimesine "kabul etmek" manasını verirsek, daha nasıl "Falanca, Zeyd'in dün kendisine verdiği şeyi bugün kabul ediyor." denilebilir? Biz diyoruz ki: Bizim yaptığımız tefsire göre, böyle bir soru varid olmaz. Çünkü, 'nin manası, "Onlar, Allah'ın kendilerine verdikleri şeyi mülk ediniyorlar, sahipleniyorlar..." şeklindedir. Binâenaleyh, verme işi dün; mülk edinme işi de bugün olabilir. Ama bazı müfessirlerin yaptıkları izaha göre, bunun açıklamasına gelince, biz diyoruz ki: Allahü teâlâ, mü'min kimseye cenneti, o kimse dünyada iken vermiştir. Ne var ki, mü'min, o cennetin meyvelerini henüz elde edememiştir. O halde mü'min, cennete, alıcı durumunda girecektir. Çoğu kez mü'min, Allah'ın (dünyada) kendisine .erdiğinden daha hayırlısını elde edecektir. Bu, onun oraya bu tarzda girmesine ters düşmez. Nitekim bir kimse, "Ben sana korkarak geldim.. Bir de ne göreyim, ben güven içinde imişim!" diyebilir. Sizin bahsettiğiniz husus ise, o cennetliklerin o şeyleri almalarının sadece, daha önce kendilerine verilmiş olan şeylere hasredilmesi dumunda söz konusu olur. Halbuki durum, hiç de böyle olmayacaktır. Onlar, o rennetlere, başka şey hatırlarına gelmeksizin, bu hal üzere gireceklerdir, ama, Allah onlara hatırlarına dahi gelmeyen şeyleri verecektir. Böylece de onlar, her ne kadar Allah'ın kendilerine verdiğini almak için oraya girmişler ise de, Allah'ın kendilerine vereceği (bambaşka) şeyleri almak üzere oraya girmiş olacaklardır. Cenâb-ı Hakk'ın, Şüphe yok ki bu gün cennetlikler mesrurdurlar, bir zevk ve eğlence içindedirler" (Yasin, 55) ayetinin ifâde ettiği, işte Allah'ın kendilerine vereceğini onların almalarını hir husustur. Ki biz bunu, Yâsîn Sûresi'nde anlatmıştık. Zalike'nin Manası Ayetteki, (......) kelimesi neye işarettir? Biz deriz ki, bu hususta şu iki muhtemel izah yapılabilir: a) Bu, "Onlar girmezden önce..." demektir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinde zâten "girmek" manası vardır Buna göre mana, "Onlar, cennete girmezden önce, iyi ameller yapmışlardı.." şeklinde olur. b) Bu, "Allah'ın onlara cenneti vermesinden ve onların da onu almasından önce..." anlamındadır. Bu hususta birkaç izah da şu şekilde yapılabilir: Buradaki ifâdesi, "din günü" ifâdesine bir işarettir. "Din günü" ifâdesi de daha önce geçmişti. Bu husustaki inceliklere gelince, bunların bir kısmı daha önce geçmiş olup, (......) kelimesi bu inceliklerden birisini oluşturur. Çünkü bu, şirkten korunmaya işaret eder bir ifâde olunca, adetâ Cenâb-ı Hak, bununla, "iman edenler" manasımı kastetmiştir Ne var ki iman, amel-i salih ile birlikte iki mutluluğu ifâde eder.. İşte bundan dolayı, bu bir kimsenin, "Onlar, ihsanda bulundular" sözünden daha tam daha mükemmeldir. Müttakî kimse, "Lâ İlâhe ..." deyince, şirkten korunmuş olur. Ama "ihsan" ise bu kimsenin, "İllallah!" demesi durumunda yerine gelmiş olur. İşte bundan dolayı, "takva" kelimesinin, "Lâ ilahe İllallah!" olduğu söylenmiştir. "İhsan" hususunda da Cenâb-ı Hak, "Allah yoluna davet edenden (...) daha güzel sözlü kim vardır.." (Fussilet,33) buyurmuştur, "iyiliğin mukabili ancak iyiliktir" (Rahman, 60) ayetinin tefsirinde, "ihsan"ın Lâ ilahe illallah! kelimesini söylemek olduğu ileri sürülmüştür ki, bu durumda, bu demektir ki, takva ile ihsan birbirinden ayrılmayan, tam aksine, birbirinin ayrılmaz parçaları olan şeyler olduğu söylenmiştir. Gece Kıyamı Ayetteki, "Onlar, gecenin ancak bir kısmında uyurlardı.." cümlesi, o müttakî kimselerin, muhsin oluşlarının bir açıklaması sadedindedir. Nitekim sen, "Matem-i Taî cömert idi, var olanı harcar, gayretini de esirgemezdi.." dersin. Bu konuda birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Ayetteki zarf olarak mansûb bir kelime olup, takdiri, şeklindedir. Nitekim sen, "Gecenin bir kısmında kalktı..." dersin. Böylece (......) kelimesi, zarf olarak mansûb kılınmış olur. nın haberi de, (......) kelimesi olup, daki zâiddir. Mâ İle Lâm Nefy Edatlarının Farkı Meşhur olan bu olup, bu husustaki bir başka izah da bu ayetin manasının, "uykuyu onlardan kaldırmak" yani uyumadıklarını bildirmek manasıdır. Bu, Dahhâk ve Mukâtil'den nakledilmiştir. Zemahşerf ayetteki mâ edatının, nâfiye (olumsuzluk edatı) olmasını kabul etmemiş ve şöyle demiştir: Bunun nâfiye olması caiz değildir. Çünkü ma edatından sonrakiler ondan önce gelenlerde amel edemezler ve sen, meselâ diyemezsin. Fakat edatından sonr? "pien birşeyin, ondan önce gelen üzerinde amel etmesi caizdir. Nitekim, "Zeyd'i dövmedim" diyebilirsin. Bunun sebebi şudur: Müteaddî fiil, müsbet hâline hamlen, nefiyde de iş yapar. Çünkü sen, "Zeyd Amr'i dövdü" dediğinde, Zeyd'in fiilinin, Amr ile ilgili olduğu sabit olur. Fakat "Onu dövmedi" dediğinde, ondan bir fiil tahakkuk etmemiştir ki, o onunla (mef'ûl ile) ilgi kursun ve bu fiil ona geçsin. Fakat olumsuz olan durum, müsbete hamledilmiştir. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre müsbete oranla nefiy, tıpkı fiile oranla ism-i fail gibidir. Çünkü ism-i fail, fiilin ameli gibi amel eder. Ancak ne var ki ism-i fail, fiil-i mazi manasında olduğunda amel etmez ve sen diyemezsin, ama "Zeyd, Amr'ı yarın, bugün, şimdi döver." Çünkü mâzî, varlık olarak artık kalmamış, var olacağı da düşünülemez. Dolayısıyla gerçek manada mef'ûle taalluk edemez. Fakat fiil, kuvvetinden ötürü amel etmiştir, ism-i fail ise, zayıflığından ötürü amel edememiştir. Bunu iyice kavradığına göre şimdi diyoruz ki: "Dövmedi" ifadesi, olumsuz mâzî içindir. Dolayısıyla burada hem olumsuzluk, hem mâzîlik vardır ve amel etme gücü zayıflamıştır. Ama O "dövmedim" ifadesine gelince, lem edatı her nekadar muzârîyi maziye çevirmiş ise de, sigâ, müzarî sigasıdır. Dolayısıyla burada, tıpkı bir kimsenin tâ ifadesinde bulunan durum mevcuttur. Binâenaleyh amel ettirilmiştir. Bu, Zemahşeıfnin izahıdır. Fakat bu görüşü savunan Zemahşerî, ayetteki "kalîlen" kelimesinin, (......) fiiliyle mansub olmayıp, (......) fiilinin haberi olduğunu ve takdirinin "Az idiler" şeklinde olduğunu söylemektedir. Daha sonra Hak teâlâ, "Gecenin ancak az bir kısmında uyurlardı" buyurmuştur ki bu, "Onlar hiç uyumaz, aksine bütün geceyi ihya ederlerdi" demektir. Buna göre harf-i cerri, teb'îz (kısmen) manasına değil, beyâniyyedir. Bu izaha göre ayette, "iman edip, sâlih ameller işleyenler müstesna, onlar İse ne azdır" (Sad, 24) ifadesinin manası yatmaktadır. Bu böyledir. Çünkü biz, ayetteki "Şüphesiz ki müttakiler cennetlerdedirler" cümlesinde "iman ederler..." manası; "iyi amel edenler (muhsinler)" ifadesinde, "salih amel işleyenler" manası; "az idiler" ifadesinde de, "Onlar ise pek azdır" (Sad, 24) manası yatmaktadır. İkinci Bahis: Meşhur görüşe göre, ayetteki zaide olup, "Az uyurlar" takdirinde, "kaili" kelimesi, mahzûf masdarın (mef'ûl-u mutlak) sıfatıdır. Üçüncü Bahis: "Kalilen" kelimesinin (......)'nın haberi olarak mansub (......)'nın da masdariyye olduğunu söylemek de mümkündür. Buna göe kelamın takdiri "Gece uyumaları az idi" şeklindedir. Bu durumda tâ (......)'nin faili, "hucû" olur ve bu bedel-i istimal faslındandır. Çünkü onların uyumamaları, kendileriyle ilgili birşey olup, bundan dolayı Cenâb-ı Hak sanki, "Onların uyumaları azdı" demiş olur ki bu tıpkı, "Zeyd'in ahlâkı güzeldir" denilmesi gibi olur. İzahın böyle yapılması halinde Bil ki nahivciler bu gibi yerlerde, bunun bedel olduğunda söylemez ve "Zeyd'in yüzü güzel" ifadesiyle ifâdesi arasında fark olduğunu belirterek, birincisinde sıfat, ikincisinde de bedel olduğunu söylemişlerdir. Biz ise bunun bedel-i istimal olduğunu söylersek, bununla bir ıstılahı değil, bir ilgiyi kastettik. Aksi halde, takdim edildiğinde "kalil" kelimesi, nahiv açısından, tehir edildiğindeki gibi olmaz. Öyle ki, "Falanca, uyuması az olandır" ifadesinde, "hucû" bedel değil ama, ifadesinde ise bir bedeldir. Buna göre, (......)'nın, ism-i mevsul olup, "Onlar uyudukları zaman, gecenin az bir kısmı idi" manasındadır. Bu lafız ile ilgili olan açıklamadır. Mana ile ilgili olarak diyoruz ki: Ayet-i kerimede zikrediliş açısından "kalîl" kelimesinin önce getirilişi, sırf seciden dolayı, ayetlerin sonunda, bulunsun diye değildir. Aksine burada şöyle iki önemli husus var: 1) Uyuma onlar için bir rahatlıktır. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın bu ayette anlatmak istediği şey, onların sa'y-u gayretlerini ve Allah için uykusuzluğa nasıl katlandıklarını belirtmektir. Binâenaleyh şayet Cenâb-ı Hak, "Uyurlardı" demiş olsaydı, burada bahsedilen önce onların rahatlıkları olmuş olurdu ve sonra o rahatlığın az olduğu beyan edilmiş olurdu ki, bu durumda bazen dinleyici, sözün mâbâdinden (sonundan) gafil olur ve der ki "Onların muhsin oluşları, uyumalarından ötürüdür. Ama Cenâb-ı Hak önce "kalîl" (az)i söyleyince, zihne ilk yerleşen şey onların az uyudukları hususu olur. Bu inceliği gözeten kimse "Falancanın uykusu az" der de, demez. Çünkü maksadı uykunun azlığını beyan etmektir, yoksa uykusunu azlıkla-çoklukla nitelemek değildir. Çünkü uyku hiç olmasaydı o zaman, az olmadığını söylemek daha evlâ olurdu. Halbuki uykusuzluğun azlığı böyle değildir. Çünkü uykusuzluğun azlığı olmasaydı, zahirde çokluk onun yerini alırdı. 2) Bu incelik, ayetteki ifadesiyle ilgili olup şöyledir: Gündüzün az uyuma işi, herkes için söz konusu olabilir ve herkesten sâdır olabilir. Fakat geceye gelince, o uyku zamanıdır. Onu taat uğrunda ancak, kulluğu kendisine şiar edinmiş, Hakk'a yönelmiş kimseler uyanık geçirir. Buna göre eğer, "hucû" (uyumak), ancak gece olur. Gündüzün uyuma işine, hucû denmez?" denilirse biz deriz ki: Genel bir durumdan bahsedip, bununla özel bir durumu kastetmek güzel bir şeydir. Çünkü biz mesela, "Fasîh konuşan bir canlı gördüm" diyoruz. Ama, hususî birşeyi zikredip, genel durumu kastetmek bazı durumlar hâriç, hiç de güzel olmaz. Dolayısıyla da, diyemeyiz. Bunu iyice kavradığına göre şimdi diyoruz ki: Cenâb-ı Hak bu ayette genel gibi olan birşeyi zikretmiştir ve bundan sonraki ifadenin, "Onlar gecenin bir kısmında tesbihatta ve istiğfarda bulunuyorlardı, yahut da onu uyanık geçiriyorlardı..." şeklinde olması muhtemeldir. Fakat Cenâb-ı Hak, "az uyurlardı" buyurunca hem başkasına, hem de az uyumaya ihtimalli olan genel bir ifadeyi tahsis etmiş olur ki bunun böyle olduğunda şüphe yoktur. Seherde Niyaz Edenler 18"Seher vakitlerinde de onlar istiğfar ederler". Bu ifade onların, gece ibadetine kalkıp, buna gayret gösterdiklerine, amellerinin daha çok, daha ihlaslı olmasını istediklerine, kusurlarından ötürü istiğfarda bulunduklarına bir işarettir ki, bu şerefli, cömert, iyi kimselerin yoludur. İyiliğin en ilerisini yapar, yine de bunu az görür, kusurlu yaptığını söyleyerek mazeret beyan eder. Fakat alçak ve cimri kimse ise, az birşey yapar, onu gözünde büyütür ve hemen onu başa kakar. Burada bundan daha ince, daha güzel şöyle bir diğer izah da yapılabilir: Allahü teâlâ, onların az uyuduklarını beyan buyurup, uyuma da kişilerin tabiatları gereği olunca, "onlar istiğfar ederler" buyurmuştur ki bu, o az uykudan bile onların istiğfar ettiklerini ifade eder. Burada bir başka sorunun cevabı olacak şöyle diğer bir incelik daha vardır: Allahü teâlâ onları az uyudukları için medhetmiş, çok uyanık durdukları için övmemiş ve meselâ, "Onlar, çok uyanık dururlardı" dememiştir. Külfet olan ve gayreti gerektiren şey, uyumak değil de, uyantk durmak olmasına rağmen, bunun böyle ifade edilmesindeki hikmet nedir? Biz deriz ki: Bu, onların uykularının bile bir ibadet olduğuna bir işarettir. Çünkü Allahü teâlâ onları, az uyudukları için medhetmiştir. Az uyumak ise, onlara başka bir ibadetle meşgul olmayı sağlamıştır. Bu da, seherlerde istiğfar etmektir, yine bu, kendilerini beğenmekten ve kibirlenmekten onları menetmektir. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır: Zarfların Birbirinin Yerine Kullanılması Birinci Bahis: Bu, ayetin başındaki "bâ" harf-i cerriyle ilgilidir. Çünkü buradaki bâ harf-i cerri zarf olmadığı halde, zarf olarak kullanılmıştır (niçin)? Diyoruz ki: Bazı nahivciler şöyle derler: Harf-i cerlerin bir kısmı bir kısmı yerinde kullanılır. Nitekim zaman zarfları hususunda "Ayın yirmisinde (bitimine on gün kala) çıktım""Gece çıktım" "Ramazanda çıktım"; denilir. Böylece de, lâm, bâ ve fi aynı manada kullanılır. Mekân zarflan için de durum aynıdır. Nitekim sen, "Falan şehirde kaldım" "Onu falan beldede gördüm" dersin. Buna göre eğer, "Bu husus nasıl izah edilebilir?" denilirse, biz deriz ki: İsim ve fiillerde olduğu gibi, harflerin de farklı farklı manaları vardır. Fakat harflerin, kendi başlarına bir manası yoktur. İsim ve fiil ise kendi başlarına birer mana ifade ederler. Fakat harflerin bir kısmı arasında, birbirine ziö manalar vardır. Bu, isim ve fiillerde de böyledir. Çünkü meselâ, "beyt" ve "mesken" kelimeleri birbirinden farklı şeylerdir. "Sükûn" ve "meks" masdarları da böyledir. Halbuki olması farzedilen yahut mevcud olan iki fiil, iki isim böyle değildir. Bunu iyice kavradığına göre, şimdi diyoruz ki: Bâ, lâm ve fî harfleri arasında bir ortaklık vardır. Bâ, ilsâk (bitiştirmek) içindir. Bu mekânda karar kılan kimse ise, adetâ oraya yapışmıştır. Zamana nisbetle fiil de böyle (yani o zamana âdeta yapışmiştir)dir. Binâenaleyh bir kimse "Gündüz sefere gitti" dediğinde, "Falanca gündüze bitişmiş olarak sefere çıktı" demiş olur. Şimdi bu ayete gelince, bu, "Onlar seherlerle içice, seherlerle birlikte istiğfar ederler" demektir. Çünkü seherdeki vakitler, onlarla içiçedir. İmdi eğer, "bu ikisi arasında mana bakımından bir fark var mıdır?" denilirse, biz deriz ki: "Evet. Çünkü "Gece kalktım" yahut "seherlerde istiğfar ettim" diyen kimse, bu iki şeyi haber vermiştir ve bu, o fiili o vaktin ilk parçalarında bulunuşuna, 'den daha fazla delâlet eder. Çünkü bu ikinci ifade, zamanın fiil ile tam uyuşmadığı manasını çağrıştırır. Bir kimsenin, "Falanca beldede ikamet ettim" ifadesi de, o kimsenin, o beldenin onu kapladığını ifade etmez, ama ifâdesi ise, o beldenin onu tamamen içine aldığını gösterir. Binâenaleyh bir kimsenin, ve demesi, buralarda fî harf-i cenini kullanmasından daha geneldir. Zira beldede olan, belde ile kuşatılmıştır. Ama belde ile kâim olan, tamamen beldede değildir. Bunu iyice kavradığına göre, bu ayette onların hiçbir vakitte ibadetten uzak kalmadıklarına, çünkü geceleri sanki hiç uyumadıklarına, seherin hemen başında ise istiğfarda bulunduklarına bir işaret vardır. Böylece burada, kendilerinden herhangi bir günah çıkmadan bile, onların istiğfar ettikleri beyan edilmektedir. Çünkü onlar, seherlerde uyanıktırlar. Dolayısıyla o vakitte günah işlemeye ayrılmış bir zamanlan yoktur. Eğer, "İyice izah et. Çünkü zamanlar içinde, bâ harf-i cerrinin zarf olamayacağı ve mesele denilemeyipdenilmesinde olduğu gibi, kullanılamayacağı durumlar vardır?" denilirse, deriz ki: Bir zaman içinde geçen her iş, o zamana bitişiktir. Binâenaleyh cuma günü çıkma işi, o zamanla bitişik, onunla içiçedir. Dolayısıyla bunda ifâdesi kullanılamamıştır. Yine diyoruz ki: Bu ikisini birbirinden ayıran şey, ilgili ifadelerin mutlak veya mukayyed olarak getirilmeleridir. Bunun delili şudur: Sen eğer, dersen güzel olmaz. Ama "Uğurlu günde veya uğursuz günde çıktım.." dersen güzel olur. "Gece" ve "gündüz" ifadelerinde, bir tahsis ve bir kayıt bulunmuşsa, bâ harf-i cerrini bunların başına getirmek caizdir. Ama sen bunları kayıtlar, tahsis edersen, bu kullanış caiz olmaz. "Yevmu'l-cum'â" ifadesinde, "yevm" (gün) kelimesi tahsis edildiği için, bunun başında bâ harf-i cerrinin kullanılması caiz olmamıştır. Ama ifadeyi nekire kılmak suretiyle bu tahsis ortadan kalkar ve sen "falan gün" dersen, bâ harfi bunda kullanılabilir. Bunun sırrı şudur: Cum'a günü, bu saat, o gece gibi ifadelerde, zamanın ötesinde, başka bazı hususiyetler de zikredilmiştir. Birşeyin gerçekte hususiyetleri ise, insanın detaylı bir biçimde hasr edemeyeceği kadar çok ve sınırsızdır. Fakat bunlar icmâlî (toptan) olarak hasr (sınır) altına alınabilir. Meselâ, "Bu adam.." dediğinde, bunun genel şekli "O adam" ifadesidir. Ama kalkar da "uzun adam" dersen, bu genel ifadeyi tahsîs etmiş olamazsın, fakat tahsise yaklaştırmış olursun. Böylece bu ifadeden, kısa adamlar hariçte kalmış olur. Yine sen kalkar da, "âlim adam" dersen, yine onu tahsis etmiş olmazsın. "Zâhid adam" dediğinde de durum böyledir. Fakat "Ömer'in oğlu" dediğinde bu ifade, Zeyd'in, Bekir'in, Hâlid'in ve diğerlerinin oğullarından onu hariç tutmuş olur. Binâenaleyh sen böyle söylediğinde bu, o tahsis edici hususların hepsini içine alır, fakat o özellikler sadece bu ifadenin içinde bulunmuş olur. O halde kendisinde, zamandan başka hususiyetler de zikredilen zaman zarfı, zamanın kendisinden farklıdır. Fiil, zamanla içice olan bir şeydir, yoksa zamandan kaynaklanan birşey değildir. Ama fî harfi cerrinin bunda kullanılması doğrudur. Çünkü genelde mevcut olan şey, hususî olanda da vardır. Çünkü âmm (umumî-genel), hâssa (hususiye) dahil olan şeydir. Ama "fî" harf-i cerri, kendisinde o şeyin bulunduğu şeye dahil olur da böylece, meselâ ve denilir. Lâm'ın incelenmesine gelince, bunu, daha sonraki yerine tehir ediyoruz. Yapılacak açıklamanın bir kısmı, daha önceden (Vâkıa, 38) ayetinin tefsirinde geçmişti. Buradaki zamiri, faydadan hâlî değildir. Bu konuda Zemahşerî şunu söylemiştir: "Bunun faydası, istiğfar konusundaki kemâl ve mükemmelliklerini ifâde için, hükmü, buradaki kimselere hasretmektir. Buna göre sanki, onların dışındakiler istiğfar edici değil de, ancak ve ancak onlar istiğfarda bulunanlar; başkası değil... Nitekim Arapça'da, ilimdeki kemâlinden dolayı, "Falanca yok mu, o âlimin ta kendisidir" denilir ki, sanki, "İlm sadece onda toplanmıştır ve o bu konuda çok iyidir.." demektir. Bunda bir başka fayda daha vardır. Bu da şudur: Cenâb-ı Hak, "Seher vakitlerinde de onlar istiğfar ederler.." ayetini, "Onlar, gecenin ancak az bir kısmında uyurlardı.." (Zarîyât. 17) ifadesine atfedince, şayet olumlu manayı zamiriyle tekîd etmemiş olsaydı, bu durumda mananın "Seherlerde, az bir süre istiğfar ederler" şeklinde olması da muhtemel olabilirdi. Nitekim sen Arapça'da, "Falanca, çok az eziyyet eder ve insanlara ihsanda bulunur.." dersin.. Bundan, muhtemelen onun, hem eziyyeti az, hem de ihsanı az birisi olduğu anlaşılır. Ama sen, "Ne az eziyyet eder! O, ihsan edenin kendisidir" :ediğindeyse, bu anlayış ortadan kalkar ve bunda, şu ifâdenin anlamı ortaya çıkar: O eziyyeti az, ama ihsanı bol olandır." İstiğfar'ın 5 Manası El-istiğfâr kelimesi birkaç manaya muhtemeldir: a) Zikirde bulunarak sözle mağfiret talebinde bulunmak. "Ey Rabbimiz, bizi bağışla..." demeleri gibi. b) Fiil île mağfiret talebinde bulunmak.. Buna göre mana, "Seherlerde onlar, mağfiret talebiyle, başka bir fiil yaparlar..." şeklinde olur. Bu da, namaz ya da onun dışındaki diğer ibâdetlerdir. c) Görüşlerin en garibi olan bu izaha göre, "istiğfar" maddesi, ekinin hasat zamanı geldiğinde kullanılan,"istehsade'z-zer'u" fiilinin bâbındandır. Yani, "seher vakti onlar mağfireti hak ederler ve mağfirette bulunma zamanı gelir..." demektir. Buna göre şayet, "Allah, onların mağfiretini niye seher vaktine tehîr ediyor?" denilirse, biz deriz ki: Seher vaktinde, gece melekleri ile gündüz melekleri toplanır, bir araya gelir.. Bu, şühûd zamanıdır. Allah da, onlardan bir topluluğa şöyle der: "Ben, kulumu bağışladım.." Birinci görüş daha açık ve güçlü; ikincisi ise, müfessirlere göre daha meşhurdur. Malda Yoksul Hakkı 19"Onların mallarında isteyenin ve yoksulun da bir hakkı vardır...". Biz daha önce pekçok kereler, Allahü teâlâ'nın, kendisini tazimin peşinden, mahlûkatın,a dair şefkat ve merhameti zikrettiğini ifâde etmiştik. Hiç şüphe yok ki, geceleri pek az uyuyan, seher vakitlerinde istiğfara yönelen kimse, Allah'ı pek büyük bir biçimde tazîm edip sayar. İşte böyle Cenâb-ı Hak, "Onların mallarında (...) bir hak vardır" beyanıyla (onların mahlûkata karşı olan) şefkat ve merhametine işaret etmiştir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır: Malın Onlara İzafesinin Hikmeti Pekçok yerde, "Allah'ın size rızık olarak verdiğinden infak edin..."(Yasin, 47) ve "Rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler..." (Bakara, 3) buyurulmuş olduğu halde, burada mal onlara nisbet edilmiştir, niçin? Biz deriz ki: Bunun sebebi şudur: Bu yerlerdeki ifâdenin amacı, teşvik etmektir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, mal ile beraber, onları infâkta bulunmaya teşvik eden ve engeli ortadan kaldıran şeyi de zikretmiş ve "Bu, Allah'ın rızkıdır; Allah sizi rızıklandırır.. O halde, fakirlikten korkmayın ve verin!" buyurmuştur. Burada ise, yaptıkları şeyden dolayı onları medh söz konusudur. Bu sebepte de, teşvik edici bir ifâdeye gerek kalmamıştır. Zekât Vermenin Övgü Olması Buradaki (hakk) kelimesi hakkında meşhur olan görüş, bunun, şer'an bilinen miktar, yani "zekât" olduğu şeklindedir. O zaman da bu ifâde, övgü sıfatı olarak kalmaz.. Çünkü, müslümanın malında bir hakkın, yani zekâtın bulunması, medtıi gerektiren bir sıfat değildir. Zira, her müslüman böyledir. Hatta, İslâm'ın fürû'uyla emrolunmuş olup, onun malında da muayyen bir hak vardır; ancak ne var ki, müslüman olursa bu ondan sakıt olabilir; ölürse, terkettiğinden dolayı itaba muhatap olur dersek, kâfir dahi böyledir... Üstelik o, müslüman olmaksızın bunu edâ ederse, bu yerini bulmaz.. O halde bunun bir övgü sıfatı olduğu nasıl anlaşılabilir? Deriz ki: Buna birkaç bakımdan cevap verilebilir: a) Biz, buradaki "sâil"i, şer'an isteyebilen kimse; "mahrûm"u da, istemesine imkân verilmemiş olup, şâriin (kanun koyucunun), kendisini istemekten men ettiği kimse diye tefsir ediyoruz. Bu men ise, bazen, isteyen kimsenin buna hak kazanmamış olmasından, bazan da, kendisinden talepte bulunulan kimse üzerinde, talep edilecek bir hakkın kalmamış olmasından ileri gelir. İşte Cenâb-ı Hak onun hakkında, "Onun malında isteyen için bir hak, yani zekât; istemeyen için de, nafile olarak verilen bir sadaka vardır.." buyurmuştur. Çünkü buna sahip olan kimse, bunları (elinde tutmayı) talep edemez ve kendisinden, gerek cizye gerekse zekât olarak bunu isteyeni engelleyemez.. Bilâkis (isteyen kimse), bunları serbestçe ister. O zaman, Cenâb-ı Hak sanki, "Onun malında zekât ve sadaka vardır.." buyurmuştur. Maldaki sadaka ise ancak, Allah'ın onu farz kılmasıyla (caiz) olur.. Buna göre kelâmın takdiri, "Bu (hakkın), çıkarılıp fakir ve miskinlere verilmesidir..." şeklindedir. İkinci cevap da şudur: (......) ifâdesi, "Yani, onların malları, onların hakları için bir zarftır, (mahaldir)..." anlamındadır. Zira, (......) kelimesi, zarf manası ifâde eder. Fakat, zarf, ancak mazruftan (içindeki şeyden) dolayı talep edilir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Onlar, malı onu ancak bir hakka zarf ve mahal kılmış oldukları halde talep ediyorlar ve biriktiriyorlar.." buyurmuştur. Şüphe yok ki, zarftan talep edilen, onun mazrufudur. Zarf ise, onların malıdır. Böylece de onların malı, haklar için bir zarf (mahal) kılınmış olur. Bundan büyük medih de yoktur. İmdi eğer "Onların malı sâil içindir" denilseydi, daha beliğ olmaz mıydı?.." denilirse, biz deriz ki: Bu böyledir, zira kırk dinarı olan kimse bunu tasadduk etse, onun bu tasadduku devamlı olamazdı. Ama kişi çalışıp, ticâret yapsa ve uzun yıllar yaşasa; zekâtını ve sadakasını da verse, bu durumda verilen şeyin miktarı daha çok olur. Bu tıpkı, namaz ve orucun durumu gibidir.. Bir kimse kendisini, bunlardan aciz kalacak kadar, namaz ve oruç için yorsa, bunun durumu, bunları ölçü ile yapanın durumu gibi olmaz.. İşte Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bu din (İslâm) muhkemdir. Sağlamdır. Sen ona yumuşakça gir, zira aceleci adım yol almadığı gibi hayra sırtını da dönmez' Müsned, 3/199. hadisiyle buna işaret etmektedir. Ayetteki sâil ve mahrum hakkında birkaç izah şekli bulunmaktadır: 1) "Sâil", hacetini söyleyendir ki, bu, insanoğludur. "Mahrum" ise, insanoğlunun dışında, nefisleri olan, ihtiyaç sahibi olan canlılardır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Ciğer taşıyan her mahlûktan ötürü bir ecir vardır" Buhâri, Musâkât, 9; Müslim, selam, 153 (4/1761). 2) En açık ve en meşhur olan bu görüşe göre, "sâil", isteyen (dilenen) kimse; "mahrum" ise, iffetinden dolayı dilenmeyen ve bazı insanların zengin zannederek kendisine bir şey vermediği kimsedir. Birincisi, tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Yayın, hayvanlarınızı otlayın..." (Taha, 54) ayeti; ikincisi de, "... hem ihtiyacını gizleyen ve gizlemeyip dilenen fakire yedirin..." (Hacc, 36) ayeti gibidir. O halde (Hacc, 36) ifâdesi mevzûbahs tefsirimizdeki "mahrum" gibidir. Buna göre şayet, "Birinci izaha göre, ayetteki tertip son derece güzeldir. Çünkü, nâtıkın (ifade edenin) ihtiyacını gidermek, "behâim"in (diğer canlıların) ihtiyacını gidermekten öncedir. İmdi, ikinci izaha göre, ayetteki tertibi nasıl izah ederiz?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta da şu iki izah yapılabilir: a) İsteyenin ihtiyacını gidermek, oluş bakımından, mahrumun ihtiyacını gidermekten önce gelir. Çünkü, isteyenin durumu, sözünden anlaşılır ve bu, malı az olduğu için talepte bulunmaktadır.. Dolayısıyla, bunun ihtiyactnı gidermek öncelik arzeder. Mahrumun hali ise, bilinmemektedir. Binâenaleyh, bunun ihtiyacı da, kendisine muttali olunduktan sonra giderilir. O halde, sayma, vakıadaki tertibe göre olmuştur demektir. b) Bu, o bağışın çokluğuna bir işarettir. Böylece Allah adeta şöyle demek istemiştir: "O, isteyene verir. İsteyeni bulamadığı zaman, muhtaçları sorar soruşturur. Böylece de, aynı anda, hem sorup soruşturan, hem de sorulup soruşturulan olmuş olur." c)Lafzî güzellikler, hükmî sözde de terkedilmemiştir. Çünkü, meselâ bir kimsenin, "Onların dönüşleri bizedir ve onların hesapları da bizedir bize" şeklindeki sözü, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz onların dönüşleri ancak bizedir. Sonra hesaplan da muhakkak bize aittir.." (Gaşiye, 25-26) ifâdesi gibi değildir. Kelâmın bir maddesi vardır ki, bu onun lafzıdır; bir de ruhu vardır ki, bu da onun manasıdır. İnsanın, ruhunu marifetullah ile nurlandırdığı gibi, zahir bedenini de temizlikle nurlandırması gerekir. Söz de böyledir; nice hikmetli kelimeler vardır ki, lafzındaki tutukluktan dolayı, gönüllerde müessir olmaz.. Bunu iyice kavradığına göre, Cenâb-ı Hakk'ın, (Zâriyât, 19) ifâdesi, lafız bakımından, bizim, dememizden daha güzeldir. İmdi eğer: "Cenâb-ı Hak, burada, bahsettiğin sebeplerden dolayı, "sâil"i, istemeyenden (mahrûm)'dan önce getirmiştir.. Peki (Hacc,36) ifâdesinde niçin, mahrumu sâilden önce getirmiştir? Çünkü, istemeyen; ise, isteyendir!" denilirse, biz deriz ki: âni kelimesinin isteyen; mu'terr kelimesinin ise, istemeyen olduğu da ileri sürülmüştür. Böyle olması halinde bu demektir ki, bu iki yer arasında bir fark yoktur. Şu da ileri sürülmüştür: Hem, âni hem de el-mu'terr istemezler. Ancak ne var ki, âni, ne bu işi çıtlatır, ne de evinden cışarı çıkar; Mu'terr ise, selâm alıp vermek suretiyle bu işi çıtlatır, ama bu da istemez... Yine, finiin istemeyen, mu'terr'in de isteyen olduğu ileri sürülmüştür. Buna göre, devenin eti, herhangi bir görevlinin istemesi veyahut da, cizye talep etmeye hak kazanmış kimse olmaksızın dağıtılır. Zekâtka ise, hem bir isteyen vardır, hem de bu işi idare eden bir görevli ve imam vardır.. O halde, ayetteki ifâdesi zekâta; (men olunmuş) ifâdesi de, nafile olan sadakaya bir işarettir ki, bunlardan biri diğerinden önce gelir. Ama o eti verme işi böyle değildir... Yeryüzündeki Deliller 20"Yeryüzünde kesin bilgiye ulaşacaklar için. nice ayetler vardır". Bu hususta, muhtemel şu iki izah yapılabilir: a) Bu ifâde, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz ki, size vaadolunan elbette doğrudur. Şüphesiz ki ceza da elbette vâkidir" (Zâriyât. 5-6) ayetleri ile ilgilidir. O halde bu demektir ki, bu ifâdede, onlara o haşrin olacağına dair bir delâlet bulunmaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Senin hakikaten boynunu bükmüş gördüğün arz da O'nun ayetlerindendir. Fakat biz suyu indirdiğimiz vakit o, harekete gelir, kabam. Ona muhakkak can veren Allah, elbette ölüleri de dirilticidir..." (Fussilet, 39) buyurmuştur. b) Bu, müttakilerin fiilleri ile ilgili bir ifâdedir. Çünkü müttakiler, Allah'dan çekinir, böylece O'nu ulularlar ve derken, Allah'ın kullarına karşı şefkat saçarlar. Onlar için hem yeryüzünde, hem de kendilerinde, bu hususta isabet edip hakkı bulduklarına dair ayetler vardır. Çünkü, yeryüzünde' kendisi için ilginç ayet ve göstergeler bulunan şahsın, tam bir kudreti var demektir. Dolayısıyla, kendisinden haşyet içinde olunur ve kendisinden ittikâ edilir. İnsanların nefislerinde de, üstün hikmetleri, bol nimetleri bulunan zât, ibâdet olunmaya müstehaktır ve kendisine ibâdet etmek için uykusuz kalmaya değer... Binâenaleyh kul, İbâdetlerini, o zâtın kendisine verdiği nimetlerle Karşılaştırdığında, ibâdetlerini, o nimetlerin şükrünü karşılamaktan daha az bulur da, bu hususta kusurlu oluşundan dolayı mağfiret talebinde bulunur. Rızkının semâdan Allah'tan) olduğunu anladığı anda, malında cimrilik etmez... Bu demektir ki, bu sonra gelen üç ayette de, önce olan ayetlerin yeniden ele alınması ve te'kîd edilmesi bulunmaktadır. Buna göre ayetteki, "Semânın ve yerin Rabbine andolsun..." (Zâriyât, 33) ifâdesinin, birinci mu'teriza cümlesinden sonra getirilmesi daha güçlü ve daha açık olmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Cenâb-ı Hak, "Ölü toprak ki biz onu canlandırdık onlar için bir ibrettir" (Yasin, 33) demek suretiyle, yerden çıkarılan delillerin herkes için söz konusu olduğunu belirttikten sonra burada, daha nasıl bu delilleri, mükinîn (kesinkes inananlar)e tahsis etmiştir? Cevap: Biz deriz ki, biz daha önce şöyle demiştik: Yemin, delil getiren kimsenin, en son başvuracağı şeydir. Bu böyledir, zira bu kimse ilk önce, delillerini getirir. Eğer tasdik olunursa ne âlâ.. Yok eğer tasdik edilmezse, karşı taraf onun mutlaka, bâtılda ısrar ettiğini söyler. Çünkü o, bunu çürütmeye gücü yetmeyip onu, tasdik de etmeyince, beri tarafın çok kuvvetli bir cedel kabiliyeti olduğunu kabul eder ve ona gurur isnad eder. Böylece de, yemin etmeye yol açılır. Yeryüzünün delilleri, ona fayda vermemiştir. Çünkü, ifadesiyle yapılan yeminler, delillerin daha önce getirilmiş olduğuna delâlet etmektedir. Cenâb-ı Hak ayetlerini getirip, bu da fayda vermeyince, bu sefer bu hususta her ne kadar da muannit ve ısrarlı kimseler için bir fayda elde edilemezse bile "Yeryüzünde kesin bilgiye ulaşacak kimseler için, nice ayetler vardır" buyurmuştur. Ama, Yâsîn ve yeryüzünün delillerinin bütün insanlar için zikredildiği diğer yerlerde ise, yemin bulunmamıştır. Yeminden önce, ayetler zikredilmiştir. Dolayısıyla da, "Yeryüzü kendisine nazar edenler için, apaçık ayetlerdir..." denilmiştir. Daha sahih olan, ikinci bir ceyap şekli de şudur: Burada, bilfiil ayetler vardır. Bunlardan ibret alanlar da, mü'minlerdir. Dolayısıyla da, bu mucize, delil olma işi, onlar için tahakkuk etmiştir. Ama, Cenâb-ı Hakk'ın, herkes için ayetler bulunduğunu söylediği yerlerdeki mana, "Düşünceleri, tefekkür etmeleri halinde, arzda herkes için ayetler vardır" şeklindedir. İkinci Mesele Cenâb-ı Hak burada, "Arzda, ... nice ayetler vardır" buyurmuş; orada ise, "ölü arz onlar için bir ayettir..." (Yâsîn, 33) demiştir. (Niçin?) Biz deriz ,ki: Cenâb-ı Hak, ayetlerin, kesin inananlar için olduğunu söyleyince, bu ifâdeyi çoğul getirmiştir. Çünkü, inanç noktasında, kesinlik derecesine ulaşmış olan kimse, hiçbir surette, hiçbir zaman ve hiçbir yerde, Allah'tan gaflet edemez ve her şeyde, O'nu gösteren ayetler ve deliller görür. Ama, gafil kimseye gelince bu, pekçok şey neticesinde ancak uyanabilir... Binâenaleyh, her şey, bu gafil kimse için tek bir ayet gibi olmuş olur (Onun için Yâsîn, 33'de kelime tekil gelmiştir:) Kendi Varlığınızdaki Deliller 21"Kendi nefislerinizde dahi (nice ayetler var). (Bunları) görmüyor musunuz?". Bu ifâdede, enfüsi delile bir işaret vardır ki, bu, bu yönüyle Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Gerek âfakta, gerekse kendi nefislerinizde ayetlerimizi yakında onlara göstereceğiz..." (Fussilet,53) ayeti gibidir. Cenâb-ı Hak, yeryüzündekilere açık ve net olarak göründüğü için, afakî delillerden yeryüzünde olanları tercih etmiştir. Çünkü, yeryüzünün kenarlarında, bucaklarında bulunan delillerin çeşitlerini sayıp dökmek mümkün değildir. ifâdesindeki enfüsî delil, genel bir ifâde olup, bu hitabın, mü'minlere olması muhtemeldir. Cenâb-ı Hak bu ifâdeyi, hitap sîgasıyla getirmiştir.Çünkü, bu kalıp, bu ifâde tarzı, insanın, kendisinde olanları daha tam ve daha mükemmel olarak bildiği için, daha açık bir ifâde tarzıdır. İle "sizde... "manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir. Çünkü Arapça'da "Taş, aslında serttir" denilir, bu ifâdede geçen "nefs" sözüyle hayatın, hissin ve hareketlerin kaynağı olan "nefs" kastedilmez. Bu ifâde ile, "Sayesinde hayat bulduğunuz nefislerinizde ayetler vardır..' manasının da kastedilmiş olması muhtemeldir. "Görmüyor musunuz?" ifâdesinin istifhamla getirilmiş olması, o ayetlerin, çok net olduklarına dair bir işarettir. Rızkınızın Vesilesi Yağmur 22"Rızkınız ve size vaadolunana gelen şeyler göklerdedir..". Bu ifâde hakkında da şu izahlar yapılabilir: a) Bulutlarda yağmurlar vardır.. b) Semâda, rızkınız yazılmış ve takdir edilmiştir. c) Rızıkların hepsinin takdiri, semâdandır. Eğer semâ olmasaydı, yeryüzünde herhangi bir azığın tanesi dahi mevcut olmazdı.. Bu üç ayet arasında da, çok güzel bir tertip bulunmaktadır. Zira insanın, var olabilmesi için, daha önce geçmiş ve kendisine muhtaç olduğu birtakım şeyler bulunmaktadır. Böylece insan, zâtı açısından var olmuş olur. Yine, varlıkta, onunla birlikte olan birtakım şeyler olduğu gibi, sayesinde hayatiyetini sürdürebilmesi için, ondan sonra gelen ve ona katılan şeyler de vardır. Şimdi arz, bir mekândır ki, insan ona muhtaçtır. Dolayısıyla insandan önce, o arzın bulunması gerekir, işte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Yeryüzünde kesin bilgiye ulaşacak kimseler için, nice ayetler vardır" (Zariyât.20); insanın bizzat kendisinde de, onu meydana getiren maddesi ile, o madde ile kaim olan sıfatları ve ilintileri vardır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Kendi nefislerinizde dahi..."(Zariyât,21) ve insanın, rızkı sayesinde hayatiyetini sürdürmesi mümkündür ki, işte bu sebeple de Allah, "Rızkınız ... göklerdedir" buyurmuştur. Şayet semâ olmasaydı, insanlar için, hayatiyeti devam ettirme olmazdı. Ayetteki ifâdesi hakkında şu izahlar yapılabilir: a) Vaadolunan cennettedir. Çünkü cennetler, semâdadır. b) (......) kökündendir. Çünkü, ayetin bu ifâdesi, "ifâl" babının meçhulüdür. O halde, vaad olunan sey, ya (Zâriyât,13) ayetinde belirtilen ateştir; yahut da (Zâriyât, 15) ayetinde anlatılan cennetlerdir Böylece yahut da (Zâriyât, 15) ayetinde anlatılan cennetlerdir. Böylece bu, genel bir tehdit, yahut da genel bir vaad oluş olur. Bunun azaba dair olmasına ve bu durumda da hitabın kâfirlere olması halinde, Cenâb-ı Hak adeta şöyle demiş olur: "Yeryüzünde, "mûkınîn" için yeterli deliller vardır. Ama, "Sizler ey kâfirler, sizin de içinizde, kendinizde ayet ve deliller vardır ki, bunlar ayetlerin en açık olanıdır. Ama sizler, dünyanın gününden ve liderlik sevgisinden dolayı, bunları inkâr ediyorsunuz. Semâda da rızıklar vardır. Binâenaleyh, şayet sizler, gerektiği gibi tefekkürde bulunmuş olsaydınız, nasıl olsa o sizi gelip bulacağı için, rızık yüzünden hakkı terketmez ve sizi gelip bulacak ve size vaadolunan azâbtan korunmanız için, bâtıldan içtinâp ederdiniz.. Kasem Konusu 23"İşte o göğün ve yerin Rabbine andolsun kî, (vaadolunduğunuz) o (şeyler), tıpkı konuştuğunuz gibi şüphesiz ve katı bir gerçektir...". Kasemin konusu hakkında şu izahlar yapılmıştır: a) "Size vaadolunan şeyler" ifadesi, "Bunlar haktır" takdirindedir. Bunun böyle olduğunu, "vaadolunduğunuz şeyler elbette doğrudur" (Zariyat, 5) ayeti te'yîd eder. Bu izaha göre, "Vaadolunduğunuz şeyler elbette doğrudur" ayeti hakkında yaptığımız izahlar, aynen burası için de geçerlidir. Şimdi kalkar da bu vaadolunan şeyin cennet olduğunu söylersek, kendisi için yemin edilen şey, cennet olmuş olur. b) Zamir, Kur'ân'a râcîdir, (Hû zamiri), yani "Kur'ân katî bir gerçektir" demektir. Hak teâlâ'nın, "Ondan döndürülen döndürülür" (Zâriyat, 9) ayeti hakkında söylediğimiz şeylerde bunun delili vardır. Bu izaha göre, ayetteki ifadesinin manası, "Vahy meleğinin söylediği ve Allah katından indirdiği o şey, tıpkı, sizin konuştuğunuz gibi (hak)tır" şeklinde olur. Bunu ileride izah edeceğiz. c) Bu zamir, "Şüphesiz ki ceza elbette vâkidir" (Zariyat, 9) ayetindeki cezaya (din gününe) râcîdir. d) Bu, "Ceza günü ne zaman?" (zariyat, 12) ayetindeki güne râcîdir. Bunun böyle oluşunun delili de, Allahü teâlâ'nın o günü, "İşte bu gün haktır" (Nebe, 30) ayetinde, hak (gerçek) olarak nitelemesidir. e) Bu zamir, onların ihtilaf içinde oldukları söze (Zariyat, 18) râcîdir. Nitekim "İşte çarçabuk gelmesini isteyegeldiğiniz ceza bu idi" (denilir)"(zariyât, 14) buyurulmuştur. Bu ifâdenin tefsiriyle ilgili olarak birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Bu ifadenin başındaki "fâ" edatı, bir işin başka bir işin hemen peşisıra olmasını gerektirir. Şu halde, o önce geçmiş olan iş (husus) nedir?" Deriz ki: Bu hususla ilgili olarak şu iki izah yapılabilir: a) Bu, önce geçmiş olan delildir. Buna göre Hak teâlâ âdeta, "size vaadolunan, önce açık burhanlarla, sonra da yeminlerle anlatılan bir haktır" demektedir. b) Bu, önce geçen yeminlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki önce, "Zariyâta (tozutup savuranlara) ... yemin olsun ki" buyurmuş, daha sonra da, "Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki..." diye yemin etmiştir. Buna göre, bunun başındaki "fâ", fiilin tekrar edilmesi gibi, yemin harfi (edatı) ile birlikte getirilen bir atıf harfi olur. Çünkü meselâ, "...ve Amr'a uğradım" denilir. O halde "Zariyâta, Hamilâta ... yemin olsun ki" ifadeleri, başlarına kasem harfi getirilmeksizin birbiri üzerine atfedilmiş, bu ayetteki yemin ise, yemin harfi yeniden getirilerek onlara atfedilmiştir ki, bunun sebebi iki yeminin arasına giren uzun fasıladır. Daha önce zikri geçen şeyin, "ateş üzerinde azaba uğratılacakları gün..(Zariyat, 13) ve "Şüphesiz ki müttakiler... cennetlerde, pınarların başlarındadirlar" (Zâriyât, 15) ifadeleriyle anlatılanın o ceza ve mükâfaat olduğu da söylenebilir. Burada şöyle bir incelik var: İfadenin başındaki "fâ", açık izahların geçmiş olmasından ötürü, artık yemine hiç gerek kalmadığına dikkat çekmektedir. Binâenaleyh Hak teâlâ sanki: "Göğün ve yerin Rabbine yemin olsun ki, o haktır" demek istemiştir ki, bu tıpkı bir kimsenin, davasını ortaya koyduktan sonra, "Bu, vallahi benim dediğim gibidir" demesine benzer. Böylece o kimse, sözünü yemin ile pekiştirmiş ve o işin, yemin edilmese de doğru olduğuna işaret etmek istemiştir. Kasemdeki Farklı Üslup İkinci Bahis: Hak teâlâ daha önce, yer ile ilgili birtakım şeylere, meselâ rüzgâra; "hareliyollara sahip olan gök hakkı için... "(Zâriyât.7) ayetinde olduğu gibi göklere yemin etmiş, ama bunların Rabbi olarak kendi zatına yemin etmemişti. Burada ise onların Rabbine de yemin etmiştir, niçin? Diyoruz ki: Zaten normal sıra da böyledir. Çünkü konuşan, ilk önce en aşağı derecedeki şeye yemin eder, eğer doğrulanmasa, yukarı doğru kademe kademe çıkar. İşte bundan ötürü birileri, "Bir kimse, "senin hayatına ve Allah'a yemin olsun ki" dese, kâfir sayılmaz, ama "Allah'a ve senin hayatına yemin olsun ki.." dese, şüphesiz kâfir olur" demişlerdir. Bu, her nekadar durum, o adamın söylediğinin aksine de olsa, şâhid ve delil olarak getirilmiştir. Çünkü aslında küfür, ya kalb ile, yahut da kalbin işi olan bir hususla açık bir lafız veya açık bir fiil ile olur. Fakat bu adamın küfür saydığı şey, Allah'dan başkasının tarafını ta'zim etme bakımından, çok açık değildir. Şaşıyorum böyle diyene. Çünkü bu, abdest ve şâire hususlarda, bahsediliş sırasındaki sonralığın, sırada sonralık ifade ettiğini söylememiştir. Üçüncü Bahis: "Misi" kelimesi, merfû olarak da okunmuştur. Bu durumda ayetteki, (......) kelimesinin sıfatı olur. "Misi" kelimesi, her nekadar ma'rife bir kelimenin muzaaf olsa da, bu muzaaf oluş onun nekire bir kelimeye sıfat olmasına engel teşkil etmez ve mesela sen, "Amr gibi bir adam" diyebilirsin. Çünkü bu muzaaf oluş, ona marifelik kazandırmaz. Zira "misi" kelimesi, kapalılık yönünden zirvededir. Misi Kelimesi Hakkında Bu kelime nasb ile de okunmuştur. Bu okunuşa göre, şu iki izah muhtemeldir: a) Bu, kendinden daha zayıf olana muzâf olduğu için, meftun olmuştur. Aksi halde, veya "Zeyd, kendisini bilenle dövüştü veya kendisine küfredenle dövüştü" denilebilirdi. b) Bu, bir beyan olarak mansubtur ve "Şüphesiz o, şunun gibi bir hak olarak, haktır" takdirindedir. Bunun malum olan, ama bizzat zikredilmemiş olan bir masdarın (mef'ûl-ü mutlakın) sıfatı olarak mansub olduğu da söylenebilir. Bunun izahı şöyle yapılabilir: Biz, buradaki "hû" (o) zamiriyle Kur'ân'ın kastedildiğini delilleriyle anlatmıştık. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Kur'ân, tıpkı sizin konuştuğunuz gibi, meleğin hak olarak konuşup, peygambere vahyettiği bir haktır" buyurmuştur. ifâdesindeki edatının, mahallen mecrûr olduğunda ise şüphe yoktur. İbrahim (aleyhisselâm)'in Misafirleri 24"ibrahim'in şerefli misafirlerinin haberi sana ulaştı mı?". Bu ifade, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbinin, başka peygamberlerin başına da, kendi başına gelenlerin geldiğinin beyân edilerek, teseflî edilişine bir işarettir. Cenâb-ı Hak, peygamberlerin büyüğü dedesi olduğu için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de, bazı konularda onun sünneti (yolu) üzere oluşundan dolayı, kavmini o misafirlerin başına gelen ile ve sapık günahkârların üzerine taşların yağdırılması ile inzâr etsin diye, burada Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i tercih etmiştir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bu ayetin maksadı, yukarıda bahsedilen teselli ve inzâr olduğuna göre, misafirler kıssasının bunda nakledilmesindeki hikmet nedir? Deriz ki: Bu, peygamberler için, bir atlamaya, cahil ve ahmak kimseler için de, onlara hiç ummadıkları bir taraftan pelip çattığı için, bir belaya işarettir. Nitekim Hak teâlâ "Allah(ın azabı) onlara, hiç hesap etmedikleri taraftan geldi" (Haşr, 2) buyurmuştur. Dolayısıyla, makam ve nevkinin yüksekliğine rağmen, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bile, o azabın indirileceğine dair haberi yoktu. Melekleri "Misafir" Diye Niteleme Cenâb-ı Hak, o melekler hiç de (aslında) misafir olmadıkları halde, onlara nasıl "misafir" diyebilmiştir? Deriz ki: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) onları misafir gibi görüp öyle sandığı için, Cenâb-ı Hak, ona bir ikram ve lütuf olmak üzere, onun bu zannında yanıldığını açıklamadı. Nitekim muhakkik âlimlerin sözleri arasında şöyle bir cümle vardır: Sadık, dediği doğru çıkan; sıddık ise, olanı söyleyendir. Müfredin Cemi İle Tavsifi (......) müfred (tekil) bir kelimedir. "Mükremîn" ise, çoğuldur. Öyle ise, nasıl müfred bir kelimeye, cemî bir kelime sıfat olarak gelebilmiştir? Deriz ki: "Dayf", çoğul için de kullanılan bir kelimedir. Nitekim Arapça'da, "kavmün dayfun" "misafir topluluk" denilir. Bir de bu kelime masdardır. Böylece masdar olma açısından tıpkı mesela az önceki (22.) ayette geçen rızk masdarının kullanılışı gibidir. Cenâb-ı Hak o melekleri, ya "ikram olunmuş, şeref verilmiş kullar" olduğu için, "Aksine onlar mükremûn kullardır"(Enbiyâ, 26) ayetinde buyurulduğu gibi, yahut da İbrahim (aleyhisselâm) onlara ikram ettiği için, "mükremîn" "ikram olunanlar" diye nitelemiştir. İbrahim (aleyhisselâm)'in İkramı Buna göre eğer, "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) onlara ne ile ikramda bulunmuştur?" denilirse, deriz ki: Önce, güler yüzle; ikinci olarak, en güzel ve en iyi yere oturtmakla; üçüncü olarak, yiyecek şeyi hemen (gecikmeden) sunmakla; daha sonra da misafirlere yemelerini ve oturmalarını teklif etmekle ikram etmiştir. Bir görüşe göre bu meleklerin sayısı biri Cebrail (aleyhisselâm), biri Mikâil (aleyhisselâm) ve bir üçüncü melek olmak üzere üç idi; bir görüşe göre on idi, diğer bir görüşe göre ise, oniki idi. Meleklerin İbrahim (aleyhisselâm)'e Geliş Sebebi "Biz, mücrim bir kavme gönderildik (onları azab için)" (Hicr, 58) ayetine bakıldığında, melekler azab için gönderil- mislerdi ve o mücrim kavim, İbrahim (aleyhisselâm) kavmi olmayıp, Hazret-i Lût (aleyhisselâm)'un kavmi idi. Öyleyse onların Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e uğrayışlarının hikmeti nedir? Deriz ki: Burada üstün bir hikmet vardır ve bunu şu iki şekilde, izah edebiliriz: a) ibrahim (aleyhisselâm), peygamberlerin pîri idi ve Hazret-i Lût (aleyhisselâm) da, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in Kavmindendi. Büyük padişahın, kendisine bağlı ve itaatkâr olan kimse için, başkasına Dir elçi gönderdiğinde, o elçisine, "Falana da uğra ve ona, falancaya görevli olarak gittiğini haber ver ve bu hususta onun görüşünü al" demesi, o kimse için bir ikram b) Allahü teâlâ büyük bir kavmi ve kalabalığı helak etmeyi takdir edip, bu da Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in Allah'ın kullarına karşı olan şefkatinden ötürü, onu üzecek birşey olduğu için, o meleklerine, "İbrahim'e, helak olacak bu insanların binlerce katı miktarda, soyundan gelecek olan ve soyundan peygamberler çıkacak olan bir çocuğu olacağını müjdeleyin" demelerini emretmiştir. Misafirlerin Onu Selamlamaları 25"Hani bunlar, onun yanına girmişlerdi ve "selâm" demişlerdi. İbrahim de: "Selâm" demiş, "Tanınmamış bir zümre..." demişti" Burada birkaç mesele vardır: Bu ifâdenin başındaki edatının âmili nedir? Bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) (Zâriyât, 24) ifâdesinin delâlet ettiği fiildir. Biz, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in onlara ikramda bulunmasını nazar-ı dikkate alarak, Allah'ın, onları "ikrama mazhar olmuşlar" olarak tavsif ettiğini söylersek, bu âdeta sanki Cenâb-ı Hak, "Onlar girdiğinde ikram ediniz" demiş gibi olur. Bu böyledir, zira misafire, girdiği andan itibaren ikramda bulunmak, kerîm, cömert kimselerin şiarıdır. b) (......) kelimesinin (zariyât. 24) delâlet ettiği fiildir. Çünkü biz, (......) kelimesinin, masdar olduğunu söylüyoruz. Böylece Cenâb-ı Hak sanki, "İbrahim, onları girdikleri zaman misafir etti.." demiş gibi olur. c) Bu ifâdenin âmilinin, (zâriyât. 24) fiili olması ve takdirinin de, "onlar girerken, onların kıssası (henüz) sana gelmemişti. Şimdi bunu dinle..." şeklinde olması da muhtemeldir. Çünkü, bu ayetin başındaki burada, hakikî manada istifham için değil, tam aksine i'lâm, bildirme, dikkat çekme içindir. Bu üçüncü şık daha evlâdır. Çünkü bu, açık bir fiildir. Bu ifâdenin takdirinin, "Onların girdiği anı hatırla..." şeklinde olduğu da söylenebilir. Selâm Lafzı Meşhur kıraata göre, bu iki selâm lafzının îrâbları, hangi sebepten dolayı farklı olmuştur. Biz diyoruz ki, biz ilk önce, bu ifâdelerden birincisinin niçin mansub, İkincisinin de niçin merfû okunduklarını izah edip, daha sonra da i'râbtaki farklılığın sebebini izah edelim... Nasb Kıraati ' Nasb hususunda şu izahlar yapılabilir: a) Buradakilafzıyla, "tahiyye" manası kastec. Ki bu, meşhur olanıdır. Bu durumda bu kelime, mef'ûl-i mutlak olarak mansûb olup, takdiri şeklinde olur. b) "Selâm" da bir tür sözdür. Ve "selâm" konuşanın, kendisi sebebiyle, boş şeylerden veya günaha ileten şeylerden uzak olduğu bir kelâmdır. Buna göre sanki onlar, İbrahim (aleyhisselâm)'in yanına girerken, "Günahtan uzak güzel bir söz söylediler.." şeklinde olur. Bu durumda da, lafzı dediler" fiilinin mef'ûlü olur. Çünkü maddesinin mef'ûlü, sözdür. Nitekim Arapça'da, "Falanca bir söz söyledi..." denilir. Ve bu üy? "Ona, kamçıyla vurdu" türünden değildir. Çünkü burada, dövülen şey kamçının kendisi değildir. Halbuki burada söz 'nin mef'ûlü), kelâm türündendir ki bunu, "Kendilerine beyinsizler laflar attığı zaman, "selâm" derler..."(Furkan, 63) ile "Yalnız bir söz, "selâm, selâm"(Vakıa, 26) ayetleri de tefsir etmektedir. c) Bu, mahzûf fiilin mef'ûlü olup, takdiri, "Sana selâmı ulaştırıyorum..." şeklinde olur. Bu izaha göre, "Şayet bu böyle olsaydı, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), onlar selâm verdikleri andan itibaren onların Allah'ın resulleri olduğunu anlardı. O zaman da, ne "Tanınmamış bir zümre" diyebilirdi; ne de onlara yiyecek ikram ederdi, ve ne de, "onlardan hoşlanmaz ve kalbine bir nevi korku gizlemezdi" (Hud, 70).." şeklinde de denilemez. Çünkü biz diyoruz ki, şöyle denmesi mümkündür: "Onlar, biz sana selâmı tebliğ ediyoruz" deyip, İbrahim (aleyhisselâm) de, "Sizler, o selâmı bana kimden getiriyorsunuz.." diye soruncaya değin, onlar bu selâmın Allah'tan olduğunu söylemediler. Zira hakîm kimse, büyük şeyleri, ancak tedricî bir şekilde ifâde eder. Binâenaleyh, o meleklerin kendileri zâten heybetli olunca, bir de kalkıp buna, Allah'tan olan o büyük şeyi, yani selâmı eklemiş olsalardı, İbrahim (aleyhisselâm), bundan sıkılırdı. İbrahim (aleyhisselâm), onlara ikramda bulunmaktan dolayı, onlara soru soramadı; sorusunu, ikramı bitirdiği vakte erteledi. Dolayısıyla onları, meleklerin verdiği o selâm ile, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in o selâmın kimden olduğunu sorması arasındaki müddet içinde yadırgadı, içten içe korktu. (......) kelimesinin munsub oluşunun sebepleri bundan ibarettir. Ref' Kıraati Merfu olarak (......) kıraatine gelince, biz diyoruz ki, bununla yine "takiyye" anlamına gelen selâm kastedilmiştir ve bu, meşhurdur. Bu durumda bu kelime, takdiri (......) şeklinde olan haberi mahzûf bir mübtedâ olmuş olur. Mübtedânın nekre olması muhtemel bir şeydir. Nitekim bir kimse, "Veyl, ona olsun..." diyebilir. Yahut da, takdiri,"Onun cevabı ise, "Selâm"dır şeklinde olan mahzûf bir mübtedanın haberidir. Bu ifadeyle, kendisi sayesinde emîn olunan, ya da emîn oluşu haber veren bir sözün murad edilmiş olması da muhtemeldir. Buna göre bu kelime, mahzûf mübtedânın haberi olur ve takdiri, Benim İşim selâm ve barıştır" yani, "Benim, sizinle alıp veremeyeceğim herhangi bir şey yoktur Çünkü ben sizi tanımıyorum..." şeklindedir. Veyahutta, bu ifâdenin müptedâsı (......) ifâdesi olup bunun takdiri, "Sizin sözünüz kurtuluşu, emin oluşu haber veren bir selâmdır.. Halbuki siz, tanınmayan bir topluluksunuz. Öyleyse sizin durumunuz, arzunuz nedir, kendinizi tanıtır mısınız? Çünkü durumunuz bana biraz müşkillik arzediyor.." şeklindedir. İşte bu ifâdenin mansûb ve merfu olarak okunmaları hususunda söylenebilecek muhtemel izahlar bunlardan ibarettir. Aralarındaki farka gelince, biz deriz ki, meşhur olan izaha göre, her iki yerde de selâm, "takiyye" anlamındadır. Ama biz, bu ikisinin arasında hem lafız, hem de mana bakımından fark bulunduğunu söylemekteyiz. Lafız bakımından olana gelince, biz diyoruz ki: denilmesi aslında belirsiz olduğu halde, mübtedâ olduğu için, caiz ve yerinde görülmüştür. Çünkü bu durumda bu ifâde, adeta sanki, aslı üzere terkedilmiş gibidir. Çünkü asıl olan, bu kelimenin mansûb oluşudur. Ve takdiri de, "Sana bir selâm veriyorum..." şeklindedir. ifâdesi ise, o selâmla kimlerin kastedildiğini beyân etmek için getirilmiş olan bir kelimedir. İşte bu, beyân etme işinden başka, 'ün, mana bakımından bir payı ve hissesi yoktur. Böylece de sanki, kelâm dışı kalmış gibidir. Tam ifâde ve kelâm ise ifadesidir. Bu, tıpkı senin, Zeyd'i, damın üzerinde dövdüm..." demen gibidir. Böylece, "damın üzerinde.." ifadesi, hem fiilin, hem failin dışında bir ifâde olmuş olur. Bu kelime, sırf zaafiyyet anlamında yeri bildirmek için getirilmiştir. Durum böyle olunca, selâm ve dualar da çokça vukûbulan bir şey olunca, onlar (nahivciler) demişlerdir ki: Biz, fiil cümlesinden vazgeçip isim cümlesine dönüyoruz ve (......) için de, sözde bir pay ve hisse ayırıyor ve böylece (......) diyoruz.. Böylece de (......) ifâdesi için, zarurî bir fayda ve mana takdir edilmiş olur ki, bu da onun haber olmasıdır. "Selâm" kelimesi de, nasb halindeki gibi, nekire olarak bırakılmıştır. Bunun böyle olduğu bilindiğine göre, nasb ile okuma asıldır, merfû okuyuş ondan alınmıştır. Asi olan ise, ondan alınmış olandan, yani fer' den önce gelir. İşte böylece, asıl olan fere olana takdim edilerek, ayette (......) buyurulmuştur. Mana bakımından olan farka gelince, bu şöyledir: İbrahim (aleyhisselâm) o meleklere en güzeliyle cevâp vermek (selâmlarını almak) istedi de ifâdesini, isim cümlesi olarak getirdi. Çünkü isim cümleleri, devamlılığı ifâde eder. Çünkü bizim "Zeyd oturdu" cümlemiz, bu manayı ihsas ettirmez. Zira fiilde, teceddüd ve yeniden var olma manası vardır. İşte bundan dolayı şayet sen, "Allah, şu anda mevcuttur" demiş olsan, akıl, bu mevcut oluşun sürekli olduğuna hükmeder. Çünkü bu ifâde teceddüdü, durup yeniden başlamayı ifâde etmez. Ama birisi kalksa da, "Allah, şu anda mevcut oldu" diyecek olsa, bahsettiğimiz sebepten dolayı akıl bunu nerdeyse kabul etmez.. Binâenaleyh o melekler, (selâm) deyince, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) "Selâmün aleyküm" demiştir ki, "Selâm devamlı olarak sizin üzerinize olsun" demektir. Bizim, ayetin bu ifâdeleri ile "Emin kılıcı, selâmete eriştirici söz..." manası kastedilmiştir dememiz halinde, aradaki fark ortaya çıkar. Çünkü onlar selâmet sahibi, emniyyet ve güvence verici bir söz söylediler de, İbrahim (aleyhisselâm) de, "selâm" dedi. Yani, "Sizin sözünüz emniyetli ama sizler tanınmayan bir topluluksunuz. Dolayısıyla, durumunuz bana karışık geldi" demektir. Yok eğer, bu ifâdelerle "sulh, barış, musalaha" manasının kastedilmiş olduğunu söylersek, -çünkü onlar, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e selâm vermişlerdir- biz deriz ki: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) bu hususta, iki şeyin arasını yani Allah'ın tarafını tazimle, Allah'ın kullarının kalbini gözetme arasını birleştirmiştir. Çünkü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), onların Allah'ın salih kullarından olduklarını bilmediği halde, bu ifâdesinin sonuna ifâdesini de ekleyerek demiş olsaydı, onların, bundan başka bir hal üzere olmaları mümkün olabilir, böylece de Resul yani Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) onlara emân vermiş, onları güvencede kılmış olurdu. Çünkü selâm, "emân" vermedir. Peygamberin emân verişi ise, onu gönderenin, yani Allah'ın emân vermesi sayılır. Böylece de Allah'ın müsaadesi olmadan, adeta Allah'ın adına hareket ederek kendi başına bu işi yapmış olurdu. İşte bu sebeple, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) âdeta şöyle demiştir: "Siz bana selâm verdiniz. Ben bekliyorum. Benim işim sulhtur. Durum ortaya çıkıncaya kadar sizinle hiçbir alıp veremediğim yoktur!" Bunun böyle oluşunun delili, "kendilerine beyinsizler laflar attığı zaman, "selâm" derler..."(Furkan, 63) ayetidir. Cenâb-ı Hak, işte bu manada Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Onlardan geç (aldırma) ve "selâm" de" (Zuhruf, 89) buyurmuş, dememiştir. Çünkü Kur'ân'da bahsi geçen seçkin kimseler, şayet cahil kimselere selâm verirlerse, bu, onlara (cahillere) ilişmenin haram oluşuna bir sebep olmaz.. Fakat şayet Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o câhillere selâm verirse bu, onlara ilişmenin haram oluşuna bir sebep teşkil eder. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Selâm, de.." buyurdu ki, bu, "Benim size karşı hareket tarzım, sulhtur. Biz size ilişmeyi, Allah emrini getirinceye kadar erteledik, bıraktık.." demektir. Ama bu ifâdeyle bizim, "Biz selâmı ulaştırıyoruz.." manasının kastedilmiş olduğunu söyleyişimize gelince, biz diyoruz ki: Onlar, "Biz sana selâmı ulaştırıyoruz" deyip de, ibrahim (aleyhisselâm) de, bunun kimden gelmiş olduğunu bilmeyince, "Selâmun..." dedi. Yani, "Eğer bu Allah'tan ise, bu O'ndandır; bu sayede benim şerefim artar. Ancak ne var ki, bana O'ndan bir selâm ulaşmıştır, benim şerefim o selâm iledir. Ben başkasının selâmıyla şerefyâb olmam.." demektir. İşte bu hususta söylenebilecek şeyler bundan ibarettir. Neyi kastettiğini en iyi bilen Allah'tır. Bu maddelerden, 1. ve 2.si itimada şayandır. Çünkü, en kuvvetlileri bu ikisidir, hem de bunlar, başkaları tarafından da söylenmiştir. Üçüncü Mesele Cenâb-ı Hak, Hûd Süresi'nde, "Ellerinin o yemeğe uzanmadığını görünce onları yadırgadı.." (Hûd, 70) buyurunca, bu, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, onları yadırgayışı, onun onlara o buzağıyı takdim etmesinden sonra olduğunu gösterir... Burada da Cenâb-ı Hak, "Selâm" demiş. "Tanınmamış bir zümre.." buyurmuştur. Bu Sure İle Hûd Sûresi'ndeki Kıssanın Farkı 26Âyetin tefsiri için bak:27 27Daha sonra Cenâb-ı Hak, fâ-i takibiyye ile "Hemen, (gizlice) ailesine gidip semiz bir dana getirdi de, bunu onlara yaklaştırdı. "Yemez minisiniz?" dedi" buyurmuştur ki bu, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in onlara o yemeği yaklaştırmasının, onları yadırgayışından sonra olduğuna delâlet eder. Şu halde bu konudaki izah nedir? Biz deriz ki: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in zihninde, onlardan kaynaklanan bir yadırgama daha baştan peydah olmuş, daha sonra bu yadırgama işi, onlar o taamdan yememek istediklerinde iyice çoğalmıştır. Bunun böyle oluşunun delili şudur: Çünkü onlar, insanların, o zamanki halkın Üzerinde bulunduğu halin dışında bir şekil ve görünüm üzere idiler ve onlar, bizzat kendileri açısından herkes nezdinde, yadırganabilecek bir haldeydiler. İbrahim (aleyhisselâm) ve başkaları, bu konuda müşterek idiler. İşte bu sebepledir ki Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), "Ben sizi yadırgadım" dememiş, tam aksine, "Sizler, bizzat kendiniz bakımından, bizden herkes nezdinde yadırganacak bir kavimsiniz.." demiştir. Daha sonra ibrahim (aleyhisselâm), yalnız başına, onların bir durumunu müşahede edip görmüştür ki, bu da, o taamdan yermemeleri durumudur. İşte böylece onları, herkese nisbetle, onlarda olan o hal sebebiyle daha çok yadırgamıştır. Ancak ne var ki, Hûd Sûresi'nde durum, burada zikredilenden daha geniş bir şekilde nakledilmiştir. Çünkü burada, müjdesi verilen o şahıs açıklanmamış; halbuki orada ismi ile yâd edilmiştir ki, bu İshak (aleyhisselâm)'dır. Yine Cenâb-ı Hak burada, (helak edilecek) o kavmin kimin kavmi olduğunu söylememiş; halbuki orada, bu kavmin Lût kavmi olduğunu belirtmiştir. Velhâsıl, kim bu iki sûreyi iyice düşünür de tefekkür ederse, bu ilgili kıssanın, orada (Hud Sûresi'nde) geniş bir şekilde nakledildiğini anlar ve Cenâb-ı Hakk'ın, orada ilave nükteleri dile getirdiğini; burada ise getirmediğini görür. Şimdi biz yeniden, misafir karşılama âdabı ile, misafire takınılması gereken edebin beyanına dönelim. Kendisiyle henüz bir araya gelmeden ve birinin diğerine selâm vermesinden önce, kendisine misafir gelen kimsenin, ta baştan yapacağı ikram da bir ikram çeşidi olup, bu da, güzel karşılama, ta önlerine kadar gitme ve bu iş için hazırlanmadır. Daha sonra ifâdesindeki nasbin delâlet ettiği bir biçimde, misafirin vereceği selâmdır. Bu ifâde, bu manaya, ya mef'ûl-i mutlak tekîdî olduğu için, veyahut da Hazret-i ibrahim (aleyhisselâm)'den daha yüce bir zattan getirilen bir selâm olduğu için, delâlet etmektedir. Daha sonra da, ikinci ifâdenin merfû okunarak delâlet ettiği güzel bir selâm alış... Çünkü, selâmı almamada beklenen vefa yoktur. Çünkü İbrahim (aleyhisselâm) dememiş, tam aksine, ya, "Benim İşim barıştır" yahut da "Sizin sözünüz selamdır, ama selâmınız da yadırganır" manasında demiştir. Çünkü bu, her ne kadar ikramı zedeleyen bir husus olsa da, ancak ne var ki haksızlık, kerîm kimselerin huyu değildir. Çünkü, Allah'ın düşmanlarına sempati duymak, peygamberlere yakışmaz. İkram Âdabı Daha sonra da, Cenâb-ı Hakk'ın "... eğlenmeden gidip kızartılmış bir buzağı getirdi..." (Hud, 69) ifadesiyle, buradaki, "Hemen, (gizlice), ailesine gidip..." ifâdesinin delâlet ettiği, misafire sunulcak yemeği hemen getirmek... Çünkü (......) kelimesi, sürat ve çabukluğa delâlet eder. Gizli bakış veya gizli geliş de bunun gibidir. Sonra, bütün bu işleri gizli yapmak... Çünkü misafir ağırlayan kimse, birşey hazırlamak istediğinde, onu, o hazırlamasına mani olmasın diye, misafirden gizli yapması gerekir. Çünkü, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) gizlice eve gitmiş, fakat (ailesine), "Getirin.." dememiştir.. Ve rahat olması, ihtiyacını gidermesi için, misafir edenin biraz (bir an) misafirden ayrılması güzel karşılanmıştır. Çünkü misafirin misafir edenden duyduğu utanç, ihtiyacını gidermeye mani olur. En iyisini seçmek... Bunun delili, ayetteki, "semiz..." ifadesidir. Misafiri, yiyeceğin olduğu yere taşımak değil, yiyeceği, misafirin bulunduğu yere getirmek ve sunmak... Bunun delili de, "bunu onlara yaklaştırdı..." ifadesidir. Çünkü, misafir eden kimse, yiyeceği misafirin bulunduğu yere getirirse, o zaman, oturma yeri değişmez. Eğer misafiri, yiyeceğin olduğu yere götürürse, orada çoğu kez bir oturma farklılığı meydana gelir, dolayısıyla da, mertebesi daha aşağı olanlar yiyeceğe daha yakın otururlar, daha yüksek olanlara ise yer kalmamış olur. Sonra, yemeği sadece sunmalı, "yeyinl" diye emretmemen... Bunun delili de, ayetteki, "Buyurmaz mısınız?" denilip de, "yel" denilmemesidir. Misafir edenin, misafirlerin yeyip içmelerinden haz duyması.. Onların yemeyişlerinden ise, haz duymaması... Nitekim, pekçok yemek hazırlayıp da böylece külfete giren bazı cimri kimselerin aile ve çocuklarının, misafirin o yemekten ne zaman elini çekeceğini gözetmeleri bunun delili sayılır. Onlardan Çekinmesi 28"Derken, içine, onlardan ötürü gizli bir korku çöktü. "Korkma" dediler ve onu, çok bilgin, bir oğulla müjdelediler". Yediğinde, yediğinin hakkını gözetmesi de, misafiri ilgilendiren bir edebtir. Bunun delili şudur: Hazret-i ibrahim (aleyhisselâm), onlar yemediği için, onlardan çekinip korkmuştur.. İşte, yemedikleri için onlar, bu yemeyisin sebebini ortaya koymuşlar. Bunun delili de, ayetteki "Korkma..." ifadesidir. Mazeret beyan ederken de, en güzel ifâdeleri seçmek.. Çünkü akıllı bir kimsenin huzuruna yemek getirildiğinde, orada şu iki şey söz konusu edilebilir: a) O yemek, ona zarar verebileceği için, onun için müsait değildir. b) O misafirin, o yemeği hazmetme konusundaki gücünün azlığıdır.. Bu durumda misafirin, "Bu yiyecek (bana) uygun değildir..." dememesi gerekir. Tam aksine uygun olan, başka bir ifâde kullanarak, meselâ şöyle demesidir: "Bende bunu yemem konusunda bir engel var.. Evimde de hemen hemen hiçbir şey yemem." Bunun delili de, ayetteki onu, ... bir oğulla müjdelediler" ifadesidir. Çünkü o melekler Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e. kendilerinin yiyen bir cins olmadıklarını anlatmışlar, "Bu yiyecekler, içecekler bize uygun değildir!" dememişlerdir. Sonra müjde vermenin de bir adabı, ilgili şahsa onu, onu mesrur edecek şeyi bir anda haber vermemektir... Çünkü bu, bir hastalığa sebebiyet verir.. Bunun delili şudur: O melekler oturmuşlar, İbrahim (aleyhisselâm) onlarla tanışıklık kurmuş, derken onlar, "Seni müjdeliyoruz" demişler, sonra da iki türün en kıymetlisi, yani bir oğulla müjdelemişler, bununla da yetinmemişler, onu en güzel vasıflarla nitelemişlerdir. Çünkü oğul, kız çocuğu mükemmel bir yaratılışta olur, güzel huylu olur; oğul da bunun tam zıddı olursa, o zaman oğul kızdan daha aşağı olur. Sonra o melekler, güzellik, yakışıklılık, kuvvetli ve kusursuz olma gibi diğer vasıfları bırakmış, o çocuğu nitelemek için, ilmin, vasıfların başı ve en önde geleni olduğuna işaret etmek için- ilmi tercih etmişlerdir. Biz, Lût Kavmi'nin helak edilmesini haber vermeden önce, müjdenin haber verilmesinin faydasını daha önce zikretmiştik ki bu fayda, Allahü teâlâ'nın Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e, helak edeceği o kavmin yerine onlardan daha iyisini getireceğini önceden bildirmesidir.. Çocuktan Ümitsiz Olmaları 29"Bunun üzerine, karısı (Sâre) bir feryâd içinde yönelip (elini) yüzüne vurdu.. "(Ben) doğurmaz bir koca karı(yım)" dedi". Bu, "O kadın, ailesine yöneldi" demektir. Bu böyledir, zira kadın meleklere hizmet ediyordu. Melekler, kocası İbrahim (aleyhisselâm)'le hanımının doğuracağına dair söz edince, kadıncağız utandı ve onların yanından ayrıldı. İşte Allahü teâlâ bu hususu, "Ehline yöneldi.." diyerek ifâde etmiş, "Meleklerden ayrıldı.." dememiştir. "sayha, çığlık içinde" demektir. Çünkü kadınların adeti, kendileriyle ilgili bir şey duyduklarında, ya utandıkları yahut da şaşırdıkları için, mutâd bir şekilde bağırıp çığlık atma şeklindedir. O çığlığın, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in hanımının" (Hud, 72) şeklindeki sözü olduğu da söylenebilir. Bunun delili, Hûd Sûresi'ndeki işte bu ayettir. Elini yüzüne vurmak da, kadınların adetlerindendir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in hanımı, bu durumu kendisindeki şu iki vasıftan dolayı akıldan uzak görmüştür. a) İleri yaşlılık.. b) Hiç doğurmamış olmak.. Çünkü Sâre, gençlik yaşında doğuramamıştı.. Daha sonra da ihtiyarlamış, hayızdan kesilmişti.. İşte bunlardan dolayı, bu durumu akıldan uzak görmüş ve adeta sanki, bunun o meleklerden kaynaklandığını sanarak, "Keşke sizler, kabul edilebilecek bir duada bulunsaydınız" demek istemiştir. Bu tıpkı, misafirden duâ yoluyla sudur eden şu sözler gibidir: "Allah sana mal versin, sana çocuk versin!" Bunun üzerine melekler, "Bu, tarafımızdan yapılmış bir duâ değildir. Bu, ancak ve ancak Allahü teâlâ'nın hükmü ve fermanıdır.." demişlerdir. Mucize Doğum Bunun delili de, 30"Onlar, "Öyledir. Fakat, (bunu) Rabbin buyurdu. Çünkü O, asıl hüküm ve hikmet sahibi olan, herşeyi hakkıyla bilendir" dediler" ayetidir. Melekler Sâre'nin, bunu hayretle karşılamasını, "Çünkü o, asıl hüküm ve hikmet sahibi olan, herşeyi hakkıyla bilendir" diyerek savuşturdular ki, biz bu ifadenin ne demek olduğunu defalarca anlatmıştık. İmdi eğer, "Niçin Cenâb-ı Hak burada, (......) buyurmuş da, Hud Sûresi'nde (Hûd. 73) (......) buyurmuştur?" denilirse biz deriz ki: Biz daha önce de, İlgili kıssanın, Hûd Sûresi'nde genişçe ele alındığını anlatmıştık. Böylece o melekler, "Allah'ın emrinden dolayı hayrete mi düşüyorsun?" demek suretiyle, Sâre'nin hayretini gidermişlerdi. Sâre bunu kabullenince, melekler o aileyi, Allah'ın nimetlerinin şükrünü ifâya sevketmişler ve onlara, "Hamîdun Mecid" ifadeleriyle, Allah'ın nimetlerini hatırlatmışlardır. Çünkü "Hamîd" kendisinden güzel fiillerin sudur ettiği kimsedir. "Mecid" ise, âlicenap, himmeti yüce kimselerin güzel fiilinden dolayı değil, O'nun zâtından dolayı, O'na hamdedip O'nu takdis edeceklerine bir işarettir. Burada onlar, "Hayret mi ediyorsun?" demeyince, onun teaccübünü gidercek şeye işaret etmişlerdir. Yani Allah'ın hükmüne ve ilmine dikkat çekmişlerdir. Burada şöyle bir incelik vardır: Bu tertip her iki sûrede de gözetilmiştir. Çünkü Hamîd", fiil ile; "Mecid" de söz ile alâkalı olan ifâdelerdir. Aynen bunun gibi Hakim" de yaptığı işi, İlminin gerektirdiği gibi yapan ve onu, bizzat kastederek yapan kimsedir. Ama, tesadüfen bir iş yapıp da, o işi tesadüfen maksada uygun olan kimse böyle değildir. Bu meselâ, uyurken yanını değiştirip de, bu orada bir yılanı öldürmüş olan kimsenin hali gibidir. Çünkü böylesi kimseye hakîm denilmez. Ama, onun sokmasından uzak bulunmak için, onu öldürmeye niyetlenip de bu işi yapan kimseye ancak hakîm denebilir. Alîm ise, Cenâb-ı Hakk'ın zâtıyla alakalı bir sıfat olup, bu Allah'ın şerefinden dolayı hamde müstahak oluşuna bir işarettir.. Velev ki Cenâb-ı Hak, bildiği için onu yapmayı kastederek bir fiil yapmasa ve o fiili, kasteden bir kimsenin kasdına uygun olarak yapmasa bile... Göreviniz Nedir? 31Âyetin tefsiri için bak:32 32"Ey gönderilmiş (melekler), sizin hal-ü şanınız nedir? dedi." "Onlar, "Biz günahkârlar güruhuna gönderildik.." dediler". Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) o meleklerin durumunu, ayetteki (Zariyat,25) kelimesinin de bize gösterdiği gibi- bildiğine göre, o meleklerin gelişlerinin, başka bir şey için değil, sırf beşaret için olabileceği gerekçesiyle, daha niçin, onların müjdelediği şeyle yetinmedi de böyle dedi? Biz deriz ki: İbrahim (aleyhisselâm), misafir eden kimsenin takınması gereken bir edebe riâyet etti. Çünkü o, misafiri sıkmak için acele edince, ona, "Bu acele de ne oluyor? Seninle bir araya gelmeden dolayı şeref duymamıza engel olan bir şey mi var?" dedi; susmasının, onları çok gördüğü ve gelmelerini yadırgamış olduğunu düşündüreceği korkusunu duyduğu için, onlar çıkıp giderken suskun kalmamıştır. Sonra o melekler de, dosta yakışan edebi izhar etmiş, dostundan herhangi bir şayi gizlememişlerdir. Hele de bu iş, Allahü teâlâ'nın onlara, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e o kavmi helak edeceğine dair bilgi vermeleri ve daha hayırlısını da müjdelemeleri suretiyle kalbine rahatlık vermeleri hususunda müsaadesi olunca... Bu daha hayırlı olan da, sahih görüşe göre, Peygamberlerin babası, Ishâk (aleyhisselâm)'dır. Buna göre şayet, "o halde, bu ifâdeyi fâ ile getirmeyi gerektiren şey nedir? Eğer sizin dediğiniz gibi olsaydı, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), "Bu acele ediş niçin? Bu acele tavrınız niye?" derdi..." denilirse, biz deriz ki: Şayet, onlardan dolayı Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in içine bir korku düşmüş ye onlar da, herhangi bir müjdelemede bulunmadan ve Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) ile cinsiyyet kurmadan çekip gitmiş olsalardı, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) hiçbir şey demeyecekti.. Ama onlar onunla ünsiyyet peydah edince, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), "Bu büyük ünsiyyetten sonra, bu acı verici ayrılık niye?" manasında, "... hâl-ü şanınız nedir?" demiştir. Hatb Kelimesi (......) kelimesinde, diğer lafızlarda bulunmayan bir mana mevcut mudur? (denilirse), biz deriz ki:, Evet, zira, bu ifâdeye yakın müfred lafızlar, "Meşgaleniz nedir?; durumunuz nedir?; işiniz nedir?" vb. ifadelerdir. Ki, bunların hiçbiri, o İşin azametine delâlet etmez. Ama, (......) kelimesi, "büyük iş' demektir.. Durumun büyüklüğü ise, o işin elinde son bulacağı zâtın büyüklüğüne delâlet eder. İşte bu sebeple, Hazret-i ibrahim (aleyhisselâm) ' demiştir ki, bu, "Siz, azametli kimseler olduğunuz için, sizler ancak büyük bir iş için gönderilmiş olabilirsiniz.." demektir. Şayet Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), "Sizi meşgul eden önemli şey nedir?" ve "Sizin, önemli ve büyük işiniz nedir?" demek suretiyle, (müfret değil de) mürekkeb ifâdeler kullanmış olsaydı, "Tatvît olur, (söz uzatılırdı). O halde "el-hatbu" kelimesi, kısalığına rağmen, büyüklüğü ve tazîm ifâde etmiştir. Üçüncü Mesele Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), onların elçi olduklarını nereden anladı? Biz deriz ki: Onlar ona, bunu söylediler. Bunun delili, ayetteki, ".. çünkü biz Lût kavmine gönderildik.. "(Hud, 70) cümlesidir. Daha önce de beyân ettiğimiz gibi, ilgili kıssa, Hûd Sûresi'nde genişliğine ele alındığı için, Cenâb-ı Hak bu ifâdeyi burada zikretmedi. Yahut ta biz diyoruz ki: O melekler, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in hanımına, "öyledir. Fakat Rabbin buyurdu" (Zârityât. 30) deyince, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), onların Allah katından geldiklerini anlamıştır. Çünkü onlar, Allah'ın sözünü nakletmişlerdir. Bunun böyle oluşunun delili, onların, "Biz günahkârlar güruhuna gönderildik" (Zariyat, 32) demelerinin, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)rin onlardan sorduğu sorunun cevabı oluşudur. Kur'ân'n Sözleri Nakil Tarzı Bu kıssa, aynen Hûd Sûresi'nde de geçmiştir. Orada onlar, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in korkusu geçtikten ve onu o çocukla müjdeledikten sonra, "Biz... gönderildik..."; burada ise, Hazret-i ibrahim (aleyhisselâm), onlara, hal ve durumlarını sorduktan sonra, "Biz... gönderildik ..." demişlerdir. Hem onlar orada, "Biz, Lût'un kavmine gönderildik..." derlerken, burada, "Biz, mücrimler güruhuna gönderildik" demişlerdir. Hikâye edilen, onların sözleridir. Onlar bunu söylemeseler bile, aynı soru yine söz konusudur. (Ne dersiniz?) Biz deriz ki: Birisi Zeyd'den naklen, "Zeyd, "Amr çıktı" dedi" deyip, daha sonra da, ikinci kez, "Zeyd, Bekir çıktı" dedi" derse, şimdi, Zeyd'den ya iki söz südûr etmiştir, yahut da bu kimse, Zeyd'in dediği şeyi hikâye etmemiştir. Bunlardan birincisine şu şekilde cevap verebiliriz: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) korkunca, onlar Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e, "Korkma, çünkü biz Lût kavmine gönderildik.." deyince, bu sefer Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) onlara, "onlara ne yapacaksınız?" dediğinde de, o melekler, "Biz, Lût'un kavmine, onları helak edelim diye gönderildik.." demiş olabilirler ki, bu tıpkı bir kimsenin, "Evden çıktım.." dediğinde, "Niçin çıktın?" denilmesi gibidir. Bunun üzerine o da, "Ticaret etmek için çıktım" der.. Ancak ne var ki, burada mâna yönünden şöyle bir katkı söz konusudur Onlar, ifâdesinin cevabı olarak, kendilerinin, suçsuz olana elem vermekten, âdî ve suçlu olanı da ihmâl etmekten berî oldukları anlaşılsın diye, "Biz, onları, Allah'ın emriyle imha ediyoruz" demişler, işte bu sebeple de, "gönderme (irsal)" lafzını tekrarlamışlardır. İkincisine de şu şekilde cevap verebiliriz: Nakletmek, bazan lafzın nakledilmesi şeklinde olur. Bu, meselâ senin, Zeyd: Amr'e uğradım" dedi diye lafzı ayrıca nakletmen tarzında olur. Bazan da, söylenilen sözü, mana cihetinden nakletme şeklinde olur. Sen, "Zeyd, "Amr çıktı" dedi" dersin ve senin, bu anlatılanın dışında, başka bir lafızla yeniden değişiklik yapma imkânın vardır. Böylece sen, "Zeyd, "Bekir çıktı" dediğinde, ben de şöyle şöyle dedim" dersin... Kur'ân da, mu'ciz bir lafızdır, ama, ister Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den önce geçen peygamberlerden südûr etmiş olsun, isterse onlara indirilmiş olsun, bu hususları ifâde eden şeylerin lafzı mu'ciz değildir.. Dolayısıyla, bu nakillerin, o lafızlarla yapılmamış olması gerekir. Buna göre o melekler adeta Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e hem, "Biz mücrim bir kavme gönderildik" hem de "Biz Lût kavmine gönderildik" demiş olabilirler. O ise, "Biz, seni tasdik eden zatın kavmine gönderildik" diyebilir. Çünkü O, onların lafızlarını nakletmiyor ki bunlar aynı olsun. Tam aksine onların sözlerini mana bakımından naklediyor. Bunda ise pek çok değişik ifadeler sözkonusu olabilir. Baksana Allahü teâlâ, yapılan tefsirlerden birine göre, onların nasıl selâm verdiklerini naklederken, iki ayrı yerin birinde "selâmen" birinde de "selâmün" demiştir (Zariyat, 25). Taş Yağdırmak İçin Gelmediler 33"Çünkü üzerlerine çamurdan taşlar atacağız". Cenâb-ı Hak bu ifade ile, onların niçin gönderildiklerini beyan buyurmuştur. Biz bunu Ankebut Sûresi'nde açıklamış ve bunun, lûtilikte bulunanları (homoseksüelleri) recmetmenin (taşlayıp öldürmenin) vâcib (farz) olduğunun delili olduğunu söylemiştik. Bu ifadeyle İlgili birkaç mesele var: İmha İçin Çok Sayıda Meleğe Lüzum? Bir tanesi bile kanadının tüyüyle şehirleri alt üst etmeye yeterken, bu melekleri toptan göndermeye ne gerek var? Deriz ki: Kudret sahibi olan padişah, bazan güçsüz bir kişiye, önemli bir kimseyi öldürmesini veya önemli, hatırı sayılır birisine, önemsiz bir şahsa hizmet etmesini emredebilir. Bu onun nüfuzunun geçerli olduğunu göstermek için böyle yapılır. Çünkü pek çok mahlukatı, bit ile, çekirge ile, pire ile hatta hayat için gerekli olan hava ile, (rüzgâr) ile imha ettiğinde, bu, onun büyük kudretini gösterir. Şimdi az olmalarına rağmen, Bedir'deki kâfirleri öldürme işini, binlerce meleğine emretmesi, O'nun emrinin ne denli geçerli olduğunu ortaya kor. Burada şöyle diğer bir incelik de vardır: Büyük bir padişahın, düşmanlarını yenmek için, yardım emri altında olanlardan yardım istediğinde, emrindekiler büyük bir orduyla destek verirlerse, bu, onların padişahlarına gösterdikleri bir saygı olur. Düşman çok olur ve buna göre, destek de olursa, bu saygı daha mükemmel olur. Fakat Allahü teâlâ, Hazret-i Lût (aleyhisselâm)'a onbin melek göndererek, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de beşbin melek göndererek destek vermiştir. Bu iki sayı arasındaki farklılık, küçümsenecek gibi değil. Bu hususu, "Ondan sonra, kavminin üzerine, gökten bir ordu indermedik" (Yâsîn, 28) ayetinin tefsirinde bir nebze anlatmıştık. Taşın Çamurdan Olması Ayette bahsedilen taşın, çamurdan olma bir taş olarak nitelenip te'kîd edilişinin hikmeti nedir? Deriz ki: Bazı kimseler, doluya da "taş" derler. Böylece ayetteki "çamurdan" ifadesi, bunun dolu zannedilme ihtimalini ortadan kaldırır. Bil ki bazı kimseler şöyle bir iddiada bulunmuşlardır! "Gökten inen her şey, ancak bir dolu, yahut da piyadelerin, atıcıların kullandıkları saçma biçiminde yuvarlak, çamurdan taş haline gelir. Bunun sebebi şudur: Kuvvetli bir fırtına, mamur olmayan, evler bulunmayan büyük çöllerden kumları göğe kaldırır ve rüzgârlar, onları bazı yerlere taşır. Derken bunlar önemli bir manaya tesadüf edip, adeta ıslak bir çamur haline gelir. Islak çamur, yukardan aşağı dağılıp inerken yuvarlaklasın Bunun böyle oluşunun delili şudur: Sen suyu yukarıya doğru atarsan, sonra da onun inişine bakarsan, büyük inci taneleri tarzında yuvarlak küreler şeklinde indiğini görürsün. İnerken, tesadüfen bunlar havadaki kızgın şeylerle çarpışırlar. Derken bu kızgın şeyler, o yuvarlak çamurları, pişmiş kiremitler gibi taş haline sokar. Böylece aşağı doğru iner, Allahü teâlâ'nın, öldürmeyi takdir ettiği kemselere isabet eder. Çoğu kez de meskun olmayan yerlere inerler ve böylece görülmezler, ne olduğu bilinmezler. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak bu ayette, "çamurdan taşlar" buyurmuştur. Çünkü yıldırımlardaki tas gibi, çamur olmayan şeyler, "yağdı" denecek bir şekilde çok olmaz." Bu izah, zorakî bir izahtır. Aklı mükemmel olan kimse, bu fikri, söyleyene nisbet ederek, der ki: Şayet bu fırtına bir başka hâdise sebebiyle vaki olmuş ise, bu durumda teselsül gerekir. Neticede mahluk olmayan bir halika varıp dayanması gerekir. Bu halikın mutlak hür ve irade sahibi bir fail olması gerekir. Hür ve irade sahibi bir kimse de, dediğini yapan kimsedir. Binâenaleyh bu kimse, herhangi bir sıcaklık ve kum olmaksızın, o çamurdan taşları başka şekilde yaratabilir. Fakat akıl için, bunun varedilişinin böyle olduğunu kesin söyleme imkânı yoktur. Aklın ulaşamadığı şeyleri, nakil ile alıp söylemek (öğrenmek) gerekir. Bu hususta da, nass (ayet) vardır. Dolayısıyla biz, ona itibâr ediyoruz. Bunun keyfiyyetini bilemiyoruz. Malum olan husus, o çamurdan taşların gökten inişlerinin daha garip ve daha şaşırtıcı oluşudur. Çünkü alışılmış duruma göre, o taşların, mutlaka uzun bir süre ateşte kalıp pişmiş olmaları gerekir. Alametli Taşlar 34"(Bunların herbiri), müsriflere âit olmak üzere, Rabbin katında İşaretlenmiştir". Bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) Bu taşların herbirinin üzerine, o taşla ölecek olan şahsın ismi işaretlenmiş, yazılmıştır. 2) Bunlar, o şahısların ismi, üzerlerinde yazılı olduğu halde ve onlara azab etmek için yaratılmıştır. Diğer taşlar ise böyle değildir. Çünkü onlar, bina v.s. şeylerde kullanılmak için yaratılmıştır. 3) "Müsevvemeten" kelimesi "günahkârların üzerine salıverilmiş olarak" demektir. Çünkü İrsal "salıverme", salme "otlayacak" hayvanlar için kullanılır. Nitekim, Arapça'da, "O, hayvanları otlamak için saldı" denilir. Binâenaleyh bu manada da denilir. Hak teâlâ'nın, "hayl-i müsevveme" (Al-i İmran, 14) ayeti bu manada olmak üzere, "salıverilmiş (serbestçe yayılan) atlar" diye tefsir edilmiştir ki bu, onlara ihtiyaç olmadığına ve onların binmek için olmadığına işarettir, böylece bu, onların sahibinin zenginliğini gösterir. Nitekim Hak Tealâ, bunun gibi, "kanâtir'il-mukantarata" "kantar kantar mal..."(Al-i İmran, 14) buyurur. Ayetteki, ifadesi, tabiatcıların iddialarının zıddı bir manaya işarettir. Çünkü onlar derler ki: "O taşlar, insanlardan birine isabet ettiğinde bu, bir tür tesadüftür. Çünkü o taşlar inerken, ister istemez bir şahsa isabet edecekti, nitekim de etti. O halde ayetteki, "müsevvemeten" kelimesi, "o taşlar, tâ yaratılırken ve salıverilirken işaretlenmiştir" demektir. Bunun böyle olduğu anlaşıldığı an, bu bir tesadüf değil, kast-ı mahsus ile, müşrikleri (mücrimleri) helak için olmuş olur. imdi eğer, "O taşlar müsriflere âit olmak üzere, onlar melekler niçin, "Biz onların üzerine pişmiş taşlar salalım diye, mücrim bir kavme gönderildik" demişlerdir? Çünkü Arapça'da "müsrif, "mücrim"den daha değişik birşeydir?" denilirse, deriz ki: Mücrim, cürüm işleyen, büyük günah işleyen demektir. Çünkü "cürm"de o günahın büyüklüğüne bir işaret vardır. Birşeyin miktarının büyüklüğü manasında, "cürmü'ş-şey" denilmesi de böyledir. Aslında "müsrif" de, büyük günah istemiştir. Çünkü israf eden kimse, bu israfı küçük günahlar hususunda olsa bile mücrim olur. Zira küçük küçüğe eklenince, büyük olur. O halde mücrim olan, aynı zamanda müsriftir. Çünkü o da, tek bir defa da olsa, bir büyük günah işlemiştir. O halde bu demektir ki, bu iki büyüklük vasfı müsrifde de, mücrimde de vardır. Fakat burada mana ile ilgili şöyle bir incelik var: Allahü teâlâ, günahı bırakmayan ısrarlı müsrife de o taşları salıvermiştir. Geleceği bilme, Allah'a aittir. Binâenaleyh Allah, onların müsrif olduklarını bilmiş ve meleklerine, bu taşları onlara salıvermelerini emretmiştir. Meleklere gelince, bunların İlmi, ancak mevcud olanlarla ilgilidir. İşte o kavim o an için mücrim idiler de bu sebeple melekler, "Biz, iman etmemiş, imansızlıkta ısrar etmiş, müsrif olmuş insanlar için yaratılmış bu taşları, üzerlerine salıvermek için, mücrim olduklarını bildiğimiz bir kavme gönderildik" demişlerdir. İşte bundan şöyle bir netice çıkar. Biz onların, yıllarca yaşasalar bile bu suçlarını sürdüreceklerini biliyoruz" demişlerdir. Buna göre eğer, "Müsrifin"in başındaki harf-i tarif, cins için mi, yoksa ahdn haricî için mi?" denirse, biz deriz ki: Bu, "and" ifade etmekte olup, "o malum müsriflere gönderilmiş olarak" demektir. Çünkü her müsrif için, salıverilmiş ve üzerine onun ismi yazılmış taş yoktur." Eğer, "Onların israfı hangi bakımdandı, niçin onlara müsrif dendi?" denirse, deriz ki: Bu, "Sizden evvel, âlemlerden hiçbiri bunu yapmamıştı" (Ankebut, 28) ayetinin ifade ettiği şeydir. Bu "Hiçkimse sizin günahta çıktığınız dereceye çıkmadı" demektir. Mü'minlerin Kurtarılması 35Âyetin tefsiri için bak:37 36Âyetin tefsiri için bak:37 37"Derken orada, mü'minlerden kim varsa çıkardık. Fakat orada müslümanlardan bir evden başkasını bulamadık. Orada, elem verici azabtan korkacaklar için bir alâmet de bıraktık". Bu ayetlerin ilkinde şöyle iki önemli husus var: 1) Bu ifadede, Cenâb-ı Hakk'ın kudreti ve iradesi yatmaktadır. Çünkü bu işlerin tesadüfi olduğunu söyleyenler, o taşların iyi veya kötü birilerine isabet ettiğini söylemişlerdir. Fakat Allahü teâlâ, günahkârları, mü'minlerden seçip ayırdığını bildirince, bu, O'nun iradesine ve ihtiyarına delâlet eder. 2) Burada, mü'min, muvahhid ve iyi kimselerin yüzü suyu hürmetine günahkârların da paçayı kurtardığı manası yatmaktadır. Çünkü o beldede mü'min bulunduğu sürece, orası helak edilmemiştir. Bu ayetteki "orada" zamiri, daha önce bahsi geçmemiş de olsa, malum olduğu için, Lût (aleyhisselâm)'un beldesini göstermektedir. Hüküm Ekseriyete Göredir Ayetteki, "Fakat orada müslümanlardan, bir evden başkasını bulamadık" ifadesi de, küfür gâlib gelip, fısk-ı fücur yayıldığında, mü'minlerin ibadetinin, o beldeye fayda vermeyeceğine bir işaret vardır. Fakat halkın ekserisi dosdoğru bir yol üzere olup, küçük bir kısmın hırsızlık ve zina gibi günahlar işlemeleri durumu böyle değildir. Bu hususta şöyle bir misal getirilir: Âlem bir bedene benzer. O âlemde sâlihlerin bulunuşu, beden için soğuk-sıcak gıdalar gibidir. Kâfir ve fasık kimseler ise, gelip o bedeni saran ve ona zarar veren zehirler gibidir. Şimdi eğer bu beden, kendisine faydalı şeylerden tamamen boş ve uzak olup, içinde ancak zararlı şeyler yer alırsa, ölür gider. Yok eğer zararlı şeylerden uzak olup, içinde faydalı şeyler yer alırsa, güzel bir şekilde yaşar ve gitgide büyür gelişir. Eğer o bedende, her iki çeşit şey de yer alırsa, bu durumda hüküm (netice), gâlib olana göredir. İşte beldeler ve kullar böyledir. Buradaki "müslüman" kelimesinin, "mü'min" manasına delalet ettiği açıktır. Gerçek şudur ki "müslüman" kelimesi, "mü'min" kelimesinden daha geneldir. Genel bir kelimenin, hususî bir kelime yerine kullanılmasında bir sakınca yok. Binâenaleyh mü'mine, müslüman denilmesi, bu kelimelerin manalarının aynı olduğuna delâlet etmez. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Biz mü'minleri o diyardan çıkardık ve orada, müslüman bir ev hariç, onların genelini bulamadık" demiştir. Bundan, orada onlardan başka mü'min olmadığı manası çıkar. Bu tıpkı birisinin, başka birisine, "Evde insanlardan kim var?" dediğinde, o, ona "Evde Zeyd'den başka canlı yok" der. Böylece bu kimse ona, o ovde. Zeyd'den başka insan olmadığını söylemiş olur. Daha sonra Hak teâlâ, "Orada, elem verici azabtan korkacaklar için bir selâmet de bıraktık" buyurmuştur. Bu ifadedeki "ayet" (mûcize)nin ne olduğu hususunda farklı görüşler var: Bunun, bulundukları yer yarılıp, orada çıkmış olan bir kokuşmuş siyah su olduğu söylenmiştir. Yine bu ayetin, onların memleketlerine atılmış bir taş olduğu ve Şam ile Hicaz arasında bir yerde olduğu söylenmiştir. Ayetteki, "elem verici azabtan korkacaklar" ifadesi, "bu ayetten, bu mucizeden istifade eden kimseler ve bundan korkanlar" manasınadır. Nitekim Hak teâlâ, Ankebut Sûresi'nde de, "Aklını kullanan kimseler için apaçık bir nişane bıraktık" (Ankebût. 35) buyurmuştur. Bu iki ayet arasında lafız bakımından farklılıklar var: Çünkü Cenâb-ı Hak burada, "bir ayet" (alamet-mucize)" dediği halde, orada, "apaçık bir ayet (nişane)"; burada, "korkacaklar için" dediği halde, orada "aklını kullanan kimseler için" buyurmuştur. Binâenaleyh "ikisi arasında mana bakımından esaslı bir fark var mı?" denilirse, deriz ki: Orada (Ankebût Sûresi'nde) bu husus beliğ bir biçimde ele alınmıştır. Çünkü orada, "apaçık bir ayet (nişane)" olarak buyurup, o ayeti (delili) açık olmakla nitelemiştir. Orada, "oradan" buyurmuş, burada ise "onda" buyurmuştur. Çünkü (......) edatı, ba'ziyyet (kısmîlik) ifade eder. Buna göre Hak teâlâ sanki, "O ayeti, o beldenin bizzat kendisinde, sizin için kalıcı (devamlı) ayetler vardır" demek istemiştir. O ayetteki, "aklını kullanan bir kavim için..." ifadesi de böyledir. Çünkü "aklını kullanan" tabiri, "korkacak kimse" ifadesinden daha umumîdir. Binâenaleyh o "ayet" daha açık olur. Bunun sebebi ise şudur: Orada maksad, o kavmi korkutmaktır; burada maksad ise, kalbi tesellidir. Baksana Hak teâlâ burada, "Derken orada, mü'minlerden kim varsa çıkardık. Fakat orada müslümanlardan bir evden başkasını bulamadık" buyurmuş, orada ise, müslümanların ve mü'minlerin tamamının kurtulduğuna dair tam bir açıklamada bulunmaksızın, "Biz seni de (ey Lût), senin ehlini de kurtaracağız" (Ankebut. 33) buyurmuştur. Musa (aleyhisselâm) ve Firavun 38Âyetin tefsiri için bak:39 39"Musa'da da (ibret vardır). Hani onu apaçık bir hüccetle Firavun'a göndermiştik de, o, ordusuyla birlikte yüz çevirmiş ve "(Bu) ya bir sihirbaz, ya bir mecnun" demişti". Ayetteki, "ve Musa'da da..." ifadesinin, bir malum şeye atıf olması muhtemel olduğu gibi, daha önce zikredilmiş birşeye atıf olması da muhtemeldir. Birinci ihtimale göre, bunun birkaç izahı var: 1) Bundan murad, "Bu durum İbrahim'de ve Musa'da mevcuttur" maanasıdır. Çünkü bu, İbrahim (aleyhisselâm)'in zikrinden malum olmuştur. 2) Bu, "Senin kavmin için, Lût'ta, kavminde bir ibret vardır. Yine Musa ve Firavunda da bir ibret vardır" manasındadır. 3) Burada, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesinin manası "İbrahim, Lût ve kavimleri ile, Musa ve Firavun hakkında tefekkür ediniz" şeklindedir. Bu izahların hepsi birbirine yakındır. İkinci ihtimale göre, yine birtakım izahlar var: 1) Bu, "Yeryüzünde kâmil bilgi sahipleri için nice ayetler vardır" (Zariyat, 20) ayetine ma'tuftur, yani "Musa'da da nice ayetler var" demektir. Bu izah, önceki ayet çok önce zikredildiği için ve aralarında bir bağ olmadığı için, uzak bir izahtır. 2) Bu ifade, "Orada elem verici azabtan korkacaklar için bir alamet bıraktık" (Zâriyat, 37) ayetine ma'tuftur, yani, "Musa'da ayetler, alametler kıldık" demektir. Bu Arapların, "O hayvana saman ve soğuk su yedirdim" ve "Kılıç ve mızrak kuşandım" şeklindeki sözlerinin üslubuna göredir. Bu izah daha yakındır. Eğer, bazı müfessirlerin söylediklerini söylersek, bu, zorlamaktan hâli olmaz. Çünkü "Orada... bıraktık" (Zariyat, 37) ayetindeki, "orada" zamiri, o beldeye râcîdir. 3) Bu "orada" zamirinin, o hikâyeye (anlatılan şeye) râcî olması ihtimaline göre, "Biz onların hikâyelerinde, kıssalarında bir ibret bıraktık" manasında olup, buna göre, "Musa'nın kıssasında da bir ayet bıraktık" demektir. Bu, birinci ihtimale yakın olup, malum olan birşeye atıftır. 4) Bu ifade, "ibrahim'in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi?" (Zariyat, 24) ayetine ma'tuftur. Buna göre kelamın takdiri, "Musa hakkında da söylenecek bir söz var: Hani biz onu göndermiştik" şeklindedir. Bu izah uygundur. Çünkü Cenâb-ı Hak çoğu kez, İbrahim (aleyhisselâm) ile Musa (aleyhisselâm)'yı birlikte zikretmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yoksa Musa'nın ve vazifesini tastamam İfâ eden ibrahim'in sahifelerinden olan şunlardan haberdar mı edilmedi o" (Necm, 36-37) ve "ibrahim ve Musa'nın sahifelerinde..."(Ala, 19) buyurmuştur. Ayetteki "sultan" kelimesi, hüccet ve burhan ile elde edilen kuvvet, "mübîn" İse, ayırdeden, ortaya çıkaran anlamındadır. Daha önce, bu ifadeden murad edilenin, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın Firavun'a karşı öne sürmüş olduğu kesin ve katî deliller olduğunu; yine bundan murad edilenin, sihirbazın sihri ile, peygamberlerin mucizelerini birbirinden ayıran özellik olduğunu söylemiştik. (......) nin Manası Cenâb-ı Hakk'ın, "O da ordusuyla birlikte yüz çevirmişti" ifadesiyle İlgili birkaç izah var: 1) Buradaki bâ harf-i cerh, musahabe (beraberlik) ifade eder, "rükn" kelimesi de, Firavunun kavmine işaret olup, Cenâb-ı Hak sanki, "Kavmi ile, adamları ile birlikte yüz çevirip gitti" demek İstemiştir. Nitekim Arapça'da, "Falanca bi-askerihî ve bi maiyyetihî falan yere konakladı" denilir. "Ona, en büyük ayeti (mucizeyi) gösterdi. O ise yalanladı ve isyan etti. Sonra arkasını dönüp koşup gitti" (Naziat, 20-22) ayeti de buna delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak burada, (......) buyurdu ki, bu "Firavun insanları topladı ve onlara şöyle seslendi.."(Nâziât,23) ayeti de, "bi-rüknihî" ifadesinin manasındadır. 2) (......) ifadesi, "dost edindi" manasında olup, bu bî harf-i cerri, bu durumda müteaddîlik ifade eder. O zaman bu cümlenin manası, "Ordusu ile güç ve kuvvet buldu" şeklinde olur. 3) Mana, "Kuvveti ve gücü ile, Musa meselesini bizzat üstlendi" şeklindedir. Firavun sanki, "Dininizi değiştirmeyin ve yeryüzünde fesat çıkarmayın diye, Musa'yı öldüreceğim" dedi ve bu işi bizzat üstlendi. Bu durumda, ayette mef'ûl zikredilmemiş olur. "Rükn" kelimesi de, Firavun'un gücü ve kudretini ifade eder. Bu rükn ile kastedilenin, Hâmân olması da muhtemeldir. Çünkü o, Firavun'un veziridir. Bu açıklamaya göre, ikinci izah şekil daha açık ve aşikârdır. Cenâb-ı Hak, "(Firavun), "(Bu), ya bir sihirbaz, ya bir mecnun" demişti" buyurmuştur". "Sahir" ifadesi, "sihriyle cinlere gelir, veya onlara yaklaşır, cinler de ona yaklaşır, o onlara isteyerek yönelmese bile, cinler isteyerek ona yönelir" . demektir. Şu halde, hem büyücünün hem de mecnunun cinlerle ilgisi vardır. Fakat sihirbaz, kendi iradesiyle cinlere giderken, mecnuna İradesi dışında olarak cinler gelir. Buna göre sanki, Firavun, kendi sözünü yalandan korumak istemiş ve "onu cinler çarpmıştır" veya "o büyücüdür, her ne kadar onun bundan haberi yoksa da ve kasden yönelmiyorsa da cinler ona gelmektedir" demek istemiştir. 40"Nihayet onu da, ordularını da yakalayıp denize attık ki o, (o sırada kendini) kınayıcı idi". Bu, Allahü teâlâ'nın Firavun'un başına getirdiği bazı şeylere işaret olup, sanki o, "Firavun dostlar edindi, fakat bunların ona faydast olmadı. Allah, hem onu, hem de adamlarını yakaladı ve hepsini birden denize attı" demiştir. Bu kıssa meşhurdur. Ayetteki, ifâdesinin manası: "Bundan, Musa (aleyhisselâm) için bir şeref, mü'minler için de bir beşaret (müjde) bulunmaktadır. Musa (aleyhisselâm) için bir şeref bulunmasına gelince, bu böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Firavun Musa'nın sırf, "Ey âlemlerin Rabbi, senin düşmanlarının helakini istiyorum" sözünden ötürü, kendisi sebebiyle kınanacağı şeyleri yapmıştır. Bunun başka bir sebebi de yoktur" buyurmuştur. Firavuna gelince o, "Ben, şirin en yüce Rabbinizim"'(Naziat,24) demiş, bu da onun helakinin sebebi olmuştur. Bu tıpkı bir kimsenin şöyle demesine benzer: "Falancanın ayıbı-kusuru, hırsız veya katil olması; yahut insanlarla birlikte bulunup, onlara eziyet etmesidir. Falancanın kusuru da, onun, sırf kendisiyle meşgul olup, insanlarla olmamasıdır." Böylece bu iki ayıbın birbirine nisbeti, o İki kimseden birisi için medhe, diğeri için ise bir kınanmaya sebeb olur. Bu ayette mü'minler için olan beşarete gelince, bu şundan dolayıdır: Kendisini kınar olduğu halde balık tarafından yutulan (Yunus (aleyhisselâm)'u), Cenâb-ı Hak, yaptığı duâ ve tesbîhât sayesinde kurtarmıştır. Azâbıyla helak etmiş olduğu (bu Firavun'a) ise, o "İsrâiloğullarının inandığından başka ilah olmadığına inandım"(Yunus, 90) dediği zaman, imanı ona fayda vermedi. Âd Kavminin İmhası 41"Âd kavminde de ibret var. Hani onların üzerine o kısır rüzgârı göndermiştik". Bu ayette de, geçen ayetteki hakkında yapmış olduğumuz atıf İhtimalleri bulunmaktadır. Ayetle İlgili birkaç mesele var: Kıssalardaki Üslûp Farkının İzahı Anlatıldığına göre, burada kastolunan, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbini teselli etmek ve ona, peygamberlerin genel durumunu hatırlatmaktır. Cenâb-ı Hak, önceki ayetlerde İbrahim (aleyhisselâm) ve Musa (aleyhisselâm) peygamberlerden bahsetmesine rağmen, burada, Âd ve Semûd kavmi ile birlikte, onların peygamberlerini zikretmemiştir, niçin? Deriz ki: Ayetlerin zikredilmesi hususunda, altı kıssa anlatılmıştır: İbrahim (aleyhisselâm)'in kıssası ve müjdefenmesi; Lut (aleyhisselâm) kavminin kıssası ve beldesindeki mü'minlerin kurtarılması, bir de Musa'nın kıssası... Bu üç kıssada Cenâb-ı Hak, hem peygamberleri, hem de mü'minlerini kavimlerini zikretmiştir. Çünkü bunların kavimlerinden kurtulanlar daha çok idi. İbrahim ve Musa (aleyhisselâm) için bunun böyle oluşu açıktır. Lût (aleyhisselâm) kavmi hakkında bunun böyle olması ise şundan dolayıdır: Çünkü kurtulanlar, tek bir ev halkı idi ise de, helak edilenler de bir mıntıka halkı idiler. Ad, Semûd ve Nûh kavmine gelince, bunlardan kurtulanlara nisbetle helak olanların sayısı, Lût kavminden helak olanların sayısının, kurtulanlara nisbetle sayısından kat kat fazlaydı. Böylece Cenâb-ı Hak, İlk Üç kıssayı, mü'minlerin kurtuluşu vesilesiyle, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbini teselli için, son üç kıssayı da, düşmanları helak etmesi sebebiyle, yine onun kalbini tesellî için zikretmiştir. Böylece bütün bu ayetler (kıssalar), "Onlardan evvelkilere de hernezaman bir peygamber gelse, mutlaka ona böylece, sihirbaz yahut mecnun dediler... Sen, hatırlat. Çünkü şüphesiz hatırlatma, öğüt mü'minlere fayda verir" (Zâriyat. 52-65) ayetinin de delaletiyle, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i teselli için zikredilmiş olur. Hüd (aleyhisselâm) hakkında da, bunları anlattıktan sonra, "İşte bunlar, sana kıssa olarak bildirdiğimiz o memleketlerin haberlerindendir. Onların kimi ayakta kalmış, kimi biçilmiş ekin gibi (yok olmuştur)... Rabbinin yakalayışı İşte böyledir..." (Hud, 100-102) buyurmuş ve böylece kıssadan sonra, tehdidi kuvvetlendiren ifâdeyi, kıssalardan sonra burada ise, teselliyi ifade eden ayetleri zikretmiştir. Mef'ûl Manasına Fail Vezni "Akim" kelimesi, "Bu rüzgâr, aşılayıcı rüzgârlardan değildi. Çünkü o, herşeyi kırıp geçiriyor ve kökünden söküyordu. O halde daha nasıl aşılayıcı olabilir" manasındadır. "Faîl" veznine, ism-i mef'ûl manasında olduğu zaman, müenneslik "tâ"sı bitişmez. Bazı durumlarda, ism-i fail manasında olduğunda da böyledir. Biz daha önce bunun sebebinin şu şekilde olduğunu söylemiştik: Faîl sfgası, hem ism-i mef'ûl, hem ism-i fail manasında olup, ism-i mef'ûl manası, ism-i fail manasından ayırdedilemeyince, evlâ olan, bu sığada müennesin-müzekkerden ayırdedilmemesidir. Çünkü eğer ayırdedilirse, fail, mef'ul'den; müennes, müzekkerden ayırdedilmeden önce ayırdedilmiş olur. Çünkü fail, sözün bir parçası olup, ona ihtiyaç duyulmaktadır. Şu halde fiilde ilk bulunan fail, sonra müzekkerlik ve müenneslik olup, bunda, fail ve mef'ûlün sıfatları gibi olurlar. Nitekim, ve ve dersin. Yine buna şu da delâlet etmektedir: Fail ile mef'ûlün arasının ayırdedilmesi, kelimeye katılmış olan bir harfle olur. Böylece kelimenin aslında olan, ayne'l-fiili ile fa'al fiili arasını ayırdeden bir elif ile, denilir. Yine ayne'l-fiili ile lame'l fiili arasını ayıran bir vâv ile de, denilir. Müenneslik ise, kelimenin sonuna eklenen bir harf ile olur. Her İki kalıbta da sigaları ayırdedici olan şey, kelimenin kendi nazmından başka birşey olup, buna şiddetle ihtiyaç vardır. Ama müenneslikte bu tesir etmez. Bir de fail ile mef'ûlün arasını ayırdedmek, İkisinden herbirinin diğeriyle hususiyet kazandığı iki şey hakkındadır. Buna göre fa'dan sonra gelen elif, fail sigasına; mim ile vav da, ism-i mef'ûl sigasına has olurlar. Bulunduğu zaman, müennesin ayırdedildiği; bulunmadığı zaman da lafzın müzekkerlik aslı üzere kaldığı bir harf vasıtasıyla, müzekker müenneslikten ayırdedilir. Fail sigasında, fail manası mef'ûl manasından ancak ayrı bir karine ile ayırdedilebilir. Bunun gibi müennes ve müzekker kelimelerden birisi diğerinden, ancak kendisine bitişmemiş olan bir harf vasıtasıyla ayırdedilir. 42"Her uğradığı şeyi bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi savuruyor". Ayet hakkında birkaç bahis var: Birinci Bahis: Bununla i'rabı hususunda iki izah var: 1) Bu, rüzgârın akîm (kısır) sırtından sonra, ikinci bir sıfat olarak mahallen mansubtur. Nitekim Vahidî de bunun bir sıfat olduğunu söylemiştir. Eğer, "Marife kelimeler, cümlelerle vasfedilemez İken, bu kelime nasıl er-rîh (rüzgâr) kelimesinin vasfı olabilir? ifadesi bir cümle olup, bununla ancak nekire kelimeler vasfedilebilir?" denilirse, deriz ki: Buna şu iki şekilde cevap veririz: a) Bu, (......) kelimesinin tekrar getirilmesiyle ve takdiren olur. Buna göre,"kısır rüzgârı, kül gibi herşeyi savuran bir rüzgârı göndermiştik" takdirindedir. b) Burada marife olarak görülen er-rîh kelimesi aslında nekiredir. Çünkü o rüzgâr, belli bir rüzgâr değildir. Buna göre Hak teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Biz, meydana gelen rüzgârlardan olmayan bir rüzgâr gönderdik ve onun benzeri hiç olmamıştır." O halde, bu haliyle bu rüzgâr, çok ileri derecede olduğu için nekiredir (belirsizdir). İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hak, Kur'ân'da böyle ifadelere çok yer vermiş, bunları nekire olarak getirmiş ve bunları, cümleler ile tavsîf etmiştir. İşte Hak teâlâ'nın, (Ankaf, 24), (Hakka, 6) v.b. ayetleri böyledir. 2) En doğru olan izaha göre, bu cümle, hal olarak mahallen mansubtur. Nitekim sen, "Bana hiçbirşey bilmez olduğu halde geldi de, ben ona öğrettim ve anlattım" dersin, yani, "Onun hali böyle idi" demektir. Buna göre şayet, "O rüzgârların salıverilmesi ânında, onlar hiçbirşeyi bırakmaz, savurur. Halbuki halin, fiilin tahakkuk ettiği zamanda, zil-hâl ile birlikte bulunması gerekir, dolayısıyla da, "Dûn Zeyd bana, yarın ata binmiş olarak geldi" denilmez, işte aynen bunun gibi, salıverildikten sonra, hiçbirşey bırakmaz olur" denilirse, diyoruz ki: Bu ifâde ile, onun bu işe uygun olduğu anlatılmak istenmiştir ve takdiri, "Biz o rüzgârları, hiçbirşeyi yerinde bırakmayıp savuracak kuvvet üzere olarak salıverdik" şeklindedir. Nitekim gelip de senin yanında birkaç gün kalıp, daha sonra senden birşey soran için, "Bana sorucu olarak geldin" yani, "sormadan önce, soru soracak imkân ve salahiyet ile geldin" dersin. Yaptığımız bu izahlar, meşhur olan bu ihtimale göredir. Bu ifade, takdirinde olarak, mahzuf bir mübtedanın haberi olarak, mahallen merfû da olabilir. İkinci Bahis: Bu ifade, konuşulduğu an (şimdiki zaman) için nefyi (olumsuzluk) ifade eder. Nitekim Arapça'da "şu anda çıkmadı" manasında, denilir. Fakat gelecek zamanı kastettiği zaman, ya veya ifâdelerini kullanırsın. Mazî için de, ifâdeleri kullanılır. Halbuki ilgili rüzgâr, bu hâdise Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e anlatılırken, hiçbirşey bırakmamış, "O onu kül gibi kılmıştı." Öyle ise Cenâb-ı Hak nasıl, "hal"i ifade eden bir lafızla, "bırakmaz" buyurmuştur? Diyoruz ki: Nakil, vuku bulduğu andakini aynen anlatmak üzere yapılmıştır. İşte bundan ötürü, mâzî manasına olan ism-i fail amel etmediği, hal veya istikbâl manasına olan ism-i fâîl amel ettiği halde, Hak teâlâ "Köpekleri de, giriş yerinde iki kolunu uzatıp yatmakta" (Kehf, 18) buyurmuştur. Üçüncü Bahis: Hak teâlâ'nın bu ifadesinde, "O, Rabbinin emriyle herşeyi helak edecektir"(Ahkaf, 25) ayetindeki tahsis ve te'kid mevcut mudur? Deriz ki: Bu, olduğu gibidir. Çünkü ayetteki, "Üzerine geldi" ifadesi, "şey" kelimesinin sıfatıdır. Buna göre Hak teâlâ âdeta, "üzerine geldiği ve geleceği herşeyi o rüzgâr, kül haline getirir" demiştir ki, buna gökler dahil olmamaktadır. Çünkü bu rüzgârlar, göklerin içine gelmez. Bu ifadeye ancak, bu rüzgârların üzerine estiği şeyler dâhil olur. Buna göre eğer, "Bu rüzgâr dağların ve kayaların üzerine de isabet etmiştir. Fakat onları kül haline getirmemiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu ifadeden maksad, bu rüzgârın bizzat kastedilip Üzerine gönderildiği şeylerdir ki bunlar da, Ad kavmi, binaları ve köşkleridir. Bu böyledir. Çünkü o rüzgâr, Allah katında bir emri yerine getirmekle vazifeliydi ve sanki bu şeyleri yıkıp kül etmeyi maksad etmiş ve onlardan herşeyi, istisnasız küt haline getirmiştir. "Sarsar" da, soğuk rüzgâr manasınadır, hecenin tekrarı yapılan kelime, tekrarsız olan lafızdaki manadan ayrı olmaz. Nitekim sen aynı manada, hem hem de dersin. Deriz ki: Burada şu iki görüş mevcuttur: a) O, soğuk bir rüzgârdır ve bu kocakarı günlerinde, yani, şubatın sonu ile manın başındaki sekiz gündür. Soğuk rüzgâr da, soğuğunun şiddetinden ötürü ağaçları, meyveleri ve benzeri şeyleri yakar ve onları simsiyah eder. b) Bu rüzgârlar son derece yakıcıydı. "Sırr" kelimesinde, soğuk değil, aşırılık manası da var. İşte (Zariyat, 29) ifâdesi de, "İleri derecede, şiddetli" manasıyla tefsir edilmiştir, yani, "alabildiğine sıcak" demektir. Dördüncü Bahis: Bu bahis, "Her uğradığı şeyi bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi savuruyor" ifadesiyle ilgilidir Çünkü ayetteki "bırakmıyor" ifâdesinde, bu gelişin olduğu, "bırakma" işinin ise olmadığı manası vardır. Buna göre Hak teâlâ âdeta şöyle demiştir: "O rüzgar birtakım şeylere geliyor ve onları yakmadan bırakmıyor." Bir kimsenin, "O, birşey Üzerine gelmedi, illâ onu şöyle kıldı" şeklindeki sözü, böyle kılmadığı şeye gelmediğini ifade etmektedir. Semûd'daki İbret 43Âyetin tefsiri için bak:44 44"Semûd'da da (İbret var). Hani onlara, "Bir zamana kadar faydalanadurun" denilmişti, ama Rablerinin emrinden uzaklaşıp, azdûar. Kendilerini de, gözleri göre göre, yüdınm tutuvermişti". Hem, (......) hem de (......) ifâdelerindeki izah; tıpkı (Zariyat, 38) ifâdesinde olduğu gibidir. Ayetteki, "Hani onlara, "Bir zamana kadar faydalanadurun" denilmişti" ifadesine gelince, bazı müfessirler sonunda, "Allahü teâlâ onlara, o deveyi öldürmelerinden sonra, üç gün mühlet verdi ve o üç gün içerisinde, onların renkleri bozuldu, yüzleri sararıp-karardı" manasının kastedildiğini söylemişlerdir ama bu zayıftır. Çünkü ayetteki "ama azdılar" ifâdesindekl "İfâ" edatı, bu azma işinin, o faydalanmadan hemen sonra olduğuna delildir. Binâenaleyh görülen odur ki, bu "faydalanma" İle, Allah'ın o insanlar için takdir etmiş olduğu eceller (ömürler) kastedilmiştir. Binâenaleyh istisnasız herkese, eceline kadar mühlet tanınmıştır. Buna göre Hak teâlâ, insana, "Haydi ömrünün sonuna kadar faydalan, yaşa; eğer iyilikte bulunur, mü'min müslüman olursan, her iki dünyada böyle faydalanmaya devam edersin. Aksi halde, ahirette artık payın yok" demektedir. Ayetteki, "Ama Rablerinin emrinden uzaklaşıp azdılar. Kendilerini de gözleri göre göre, yıldırım tutuvermiştir" ifadesiyle ilgili şöyle bir bahis vardın "azdı" fiili, harf-i cerri ile kullanılır. Nitekim Hak teâlâ, "Onların hangisi Rahman 'a karşı daha âsî oldu?.." (Meryem, 69) buyurmuştur. Ama bu ayette (......) harf-i cerriyle kullanılmıştır. Diyoruz ki: Bu fiilde isti'ta (azmayı tercih etme) manası vardır. Çünkü Hak teâlâ, "Rablerinin emrinden deyince, bu tıpkı "Rablerine ibadetten kibirlenmezler" (Enbiya, 19) ayetindeki gibi olmuş Olur. Bu fiil, (......) ile kullanıldığı yerde ise, tıpkı bir kimsenin, "Falanca bize tekebbür ediyor" sözü gibi olmuş olur. Ayetteki "saika" (yıldırım) sözü hakkında şu iki izah yapılabilir: a) Bu, vâkıa-hâdise demektir. b) Bu, "büyük bir ses" demektir. Ayetteki, "Gözleri göre göre..." ifadesi iki manaya, ya onların teslim olmaları, bunu savuşturamayıp, buna karşı hicbirşey yapamamaları manasınadır ki bu, tıpkı onu savuşturmadığına bir işaret olmak üzere, "Falanca seni dövüyor, sen de durup bakıyorsun" demesi gibidir, yahut da, "O azab onlara ansızın gelmemiş, aksine onlar o azab ile üç gün önceden tehdid edilmişler ve onlar bu azabı beklemişlerdir" demektir. Eğer bu azab ansızın gelmiş olsaydı, insan, onların ansızın, tıpkı peşin cezayla hileli bir şekilde yakalanan gibi yakalandıklarını sanırdı. Bu tıpkı savaşan, cesur bir kimsenin, sana kastettiğini sana haber veriyorum. Beni bekle" demesi gibidir. 45"Böylece ayakta durmayla güç yetiremediler, yardım edenleri de olmadı". Bu ayet hakkında şu iki izah var: a) Bu, onların kaçmaktan ve firar etmekten, son derece âciz kaldıklarını anlatmaktadır. Çünkü ayağa kalkmaya bile gücü olmayan, kaçmak şöyle dursun, yürüyemez bile. Buna göre, burada lafızla ilgili birtakım incelikler var: 1) Bu, (......) ile ilgilidir. Zira "İstita'a", "kudret"ten biraz daha aşağıdır. Çünkü "istita'a"da birşeye güç yetirmeyi isteme manası vardır. Dolayısıyla bu, yalnız başına olamama, tam güç sahibi olamamayı ifade eder. Binâenaleyh birşeyden medet uman kimse, o şeye kadir olandan daha aşağı güce sahiptir. İşte bundan ötürü Kelâmcıtar, Allah'dan istenen ve O'ndan alınan bir kudrete işaret için, "istita'a, ya fiil ile beraber bulunur, yahut da fiilden hemen önce bulunur" demişlerdir. İşte bu hususu (Maide, 112) ifadesini tâ ile "Rabbinden isteyebilir misin?" manasında okuyanlar, bu kudretin Allah'dan olduğuna işaret etmek istemişlerdir. Binâenaleyh, ifadesi, "Onlar ayağa kalkmaya kadir olamadılar" ifadesinden daha beliğdir. 2) Ayetteki "kıyâm"ın başına harf-i cerri ziyade olarak getirilmiştir. Bunun te'kid için getirildiğini biliyorsun. 3) "Kaçma" yerine, kıyamın (ayağa kalkma)nın getirilmesi, daha önce de bahsettiğimiz gibi, kıyamdan âciz olanın kaçmaktan haydi haydi âciz olduğunu gösterir. b) Ayetteki, "Ayakta durma" ifadesiyle, ilgili işin yerine getirilmesi kastedilmiş olup, takdiri, "O işi yerine getirmeye güç yetiremediler" şeklindedir. Cenâb-ı Hakk'ın "Yardım edenleri de olmadı" ifadesi, "Onlar bozulup kaçmaya da güç yetiremediler. Bunu yapamayan kılıçtan geçirilir ve onlardan her türlü imkân ile intikam alınır" demektir. Çünkü bu, canı kurtarmaktır. Onlar bunu da yapamamış, canlarını kurtaramamışlardır. Bilirsin ki bir kimsenin, ifâdesi, ve ifadelerinden daha beliğdir. Buna şöyle cevap verilir. Takdiri gerekli iken, bu terkedilmiştir ifâdesi, "bu durumda olan..." demektir. Nitekim, "Falana yardım olunmaz" yahut da, "Falancaya yardım edilmedi" dersin. 46Âyetin tefsiri için bak:47 47"Daha evvel de Nuh kavmini (helak ettik). Çünkü onlar, bir âşıklar güruhu idiler. Biz göğü, elimizle yaptık. Çünkü biz muhakkak, kudrete sahibiz". "Kavın" kelimesi, hem mecrur, hem mansub olarak okunmaktadır. Bu husustaki izahlar nedir? Diyoruz ki: Bunun mecrûr okunması halinde, daha önce geçen, "Âd ve "Musa" ifadelerine atfedilmiş olduğu açıktır. Nitekim sen, "Falanca falancada ibret vardır... Nûh Kavml'nde de..." dersin. Bu kelimenin mansub okunması da, "Biz, bundan önce Nuh'un kavmini de helak ettik" takdirindedir. Çünkü bundan önce gecen ifadeler, bir helake delâlet etmektedir. O halde bu ifade, öncekilerin mahalline atıftır. Buna göre ayetteki, "Daha evvel" ifadesinin manası açıktır. Hak teâlâ sanki, "Biz daha önce Nuh'un kavmini de helak ettik" buyurmuştur. Birinci kıraata göre, ifadenin takdiri, "Nuh'un kavminde de, Semûd, Ad ve diğerlerinden önce, sizin için ibretler vardır" şeklindedir. Hak teâlâ daha sonra, "Biz göğü, ellerimizle yaptık. Çünkü biz muhakkak, kudrete sahibiz" buyurmuştur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın birliğini, daha önce geçen ifadeler ise, hasrın olacağını gösteren ayetlerdir. Bu ifade "Sizler, Allah'ı bırakıp da taptığınız o şeylerin, hiçbirşeyi yaratamadığını biliyorsunuz. Dolayısıyla onları Allah'a ortak koşmanız doğru olmaz" manasınadır. Yahut şu da denebilir: Bu tehditten sonra, yine delil getirmeye başlamadır. Çünkü göğün yapımı, Allahü teâlâ'nın, maddeleri ikinci kez yaratabileceğinin delilidir ve tıpkı, "Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kadir değil mi?" (Yâsin, 81) ayetinde ifâde edildiği gibidir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: Birinci Mesele "Tefsir şartı üzere mansub olma" (iştigal), birkaç yerde tercih edilir: Atıf, cümleye yapıldığında, takdir buna göre yapılır. O halde cümle hangisidir? Diyoruz ki: Buradaki ve ifadeleri hakkındaki izahlarımızın birinde, bunun takdirinin, "Âd'in ve Semûd'un haberi sana geldi mi?" şeklinde olduğunu ve bunların, 'İbrahim'in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi?" (zâriyât, 24) ayeti üzerine atfedildiğini söylemiştik. Bu izaha göre, daha önce olan o cümlenin, fiil cümlesi olduğunda bir kapalılık yoktur. Bu izahın dışındakilere göre, câr ve mecrûr, ref'den ziyade nasb'a yakındır. Binâenaleyh bunun, mansub olana atfedilmiş olması daha evlâ olur. Bir de ayetlerdeki, ve gibi ifâdelerin hepsi fiildir. Binâenaleyh burada, nasb daha tercihe şayandır. İkinci Mesele Cenâb-ı Hak, gökler hakkında "bina" (yapma) ifadesini tekrar etmiştir. Nitekim "Göğe ve onu yapana yemin olsun ."(Şems, 5); 'Yoksa göğü (yaratmak mı daha zor ki) onu Allah bina etmiştir"(Naziat, 27) ve "O, Allah, yeryüzünü size karargâh, gökyüzünü de bir bina kılandır" (Mû'min,64) buyurmuştur. Binaenaleyh bunun hikmeti nedir? Deriz ki: Bu hususta birtakım İzahlar yapılabilir: a) Bu yapma, Kıyamet kopuncaya kadar, kendisinden hiçbirşey düşmeden ve hiçbir parçası yok olmadan devam edecektir. Ama yer isa, devamlı bir değişme ve tebeddül içindedir. Binâenaleyh bu demektir ki: Yeryüzü yayılıp serilen, dürülüp taşınan bir yatak, gök de, devamlı aynı durmak üzere yapılmış bir bina gibidir ki, Hak teâlâ, "yedi şiddetli, kuvvetli gök" (Nebe, 12) ifadesiyle buna işaret etmiştir. Yeryüzüne gelince, bunun büyük bir kısmı deniz olmuş, daha sonra da yeniden toprak olmuştur. b) Gökyüzü, başların üzerinde bina edilmiş bir kubbe gibi görülür. Yeryüzü ise, serilmiş ve oval haldedir. Bina (edilen) İse, kaldırılmaya daha uygundur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ve, tavanım yükseltti..." (Naziât, 28) buyurmuştur. c) Hükemâdan birisi şöyle demiştir: "Semâ, ruhların meskeni; yeryüzü ise, amellerin yeridir. Mesken ise, bina edilmeye daha uygundur." En İyisini bilen Allah'tır. Üçüncü Mesele Aslolan, âmilin mamulü üzerine takdim edilmesidir. Fiil ise, âmildir. O halde, ayetteki (......) ifâdesi, yine ayetteki (......) kelimesinin âmilidir. O halde mefülün, fiili üzerine takdim edilmesindeki hikmet nedir? Cenâb-ı Hak şayet demiş olsaydı, daha veciz ve daha kısa olurdu!? Deriz ki: Marifetullah'a tefekküre dalan şahıs nezdinde, yaratıcı, yaratacağı şeyden önce gelir. Binâenaleyh maksat, yaratıcıyı isbat etmek olunca, Cenab-ı Hak, delili önde zikrederek âdeta, "Kendileri hakkında şüphe etmediğimiz o süslü ve müzeyyen semâyı biz yaptık. Şimdi siz bizi, (direkt olarak) tanımryor iseniz, bunun vasıtasıyla tanıyınız.." demek istemiştir. Dördüncü Mesele Bu âyetlerin maksadı, kendisinin vahdaniyyetini isbattır. O halde daha niçin, "Biz onu bina ettik..." demiş de, "Ben onu bina ettim" veya "Allah onu bina etti" dememiştir. Biz diyoruz ki: tasarruf ve tek başına davranma hususlarında bir ortağın bulunmadığına daha fazla delâlet eder. Halbuki, "Ben onu bina ettim" ifâdesinde bir ortaklığın olması mümkündür. Bu ifâdenin izahı şöyledir: Ayetteki ifâdesi, onların o taptığı ilahların, ifâdesindeki zamirin ilâhlar olduğu vehmini doğurmaz.. Çünkü o ilahlar, ya yontulmuş putlardır, yahut da onların, putlarına aynı şekli verdikleri ve aynı karakterde yaptıkları yıldızlardır. Yontulmuş putların semâ'dan yana herhangi bir şey yapmadıklarında şüphe yoktur. Ama yıldızlara gelince, bunlar gökte bulunurlar ve oraya muhtaçtırlar. Dolayısıyla, o gökyüzünün bina edeni bunlar olamazlar. Tam aksine, o gökyüzünün bunlar için bina edilmiş olduğu ve onların mekânı haline getirilmiş olduğu söylenebilir. Binâenaleyh, onların söyledikleri şey akla ve hayale dahi gelmeyince, Cenâb-ı Hak, "Biz yaptık biz! Biz, onların dediği ve taptıkları şeyden başkayız. Binâenaleyh, o putlar, bize ortak olmaya layık olamazlar. Çünkü semâdan başka ve mertebece semadan daha aşağıda olan şey, göğün yaratıcısı ve banisi olamaz. O halde anlaşıldı ki, ayetin bu ifadesiyle tazim ifade eden çoğul kastedilmiştir. Nass, Allah'ın azametini ifâde etmiştir. Azamet ise, ortaklığı daha fazla nefyedicidir. Böylece, ayetteki ifâdesinin, "Ben onu yaptım; Allah onu bina etti" ifâdelerinden daha fazla ortaklığı nefyettiği sabit olmuş olur. Cemi Sigasının Azamete Delâleti Buna göre şayet, "Şayet, sen niçin çoğulluk azamete delâlet eder dedin?" denilirse, biz deriz ki, buna şu iki açıdan cevap verebiliriz: a) Söz, dinleyenin anlayış miktarına göre getirilir. Dinleyen ise insandır. İnsan, "görünür âlemi, gayb alemine kıyas eder." Enbiya, 22 ayetinin tefsirine bakınız (ç.). Zira, insanlar nezdinde büyük bir kimse, bir işi, ordusu ve hizmetcileriyle yapan, o işi bizzat kendisi yapmayan kimsedir. Binâenaleyh hükümdar, "Biz yaptık.." der, ama "Bu işi, emrimizle, hizmetkârlarımız yaptı" manası kastedilir ki, bunda bir tazim vardır, işte görülmeyen hakkında da böyledir. b) Bir söz, birisi tarafından söylenir, diğerleri de ona razı olursa, o sözü söyleyen "Biz, hepimiz böyle yaptık.." der. Yine, sadece bir kısmı tarafından yapılabilen bir fiil üzerinde, bir kalabalık toplanıp da, meselâ, yırtıcı bir hayvanı öldürmek için büyük bir kalabalık çıkıp onu öldürdüklerinde, herkes bu işe razı olduğu ve herkes aynı şeye yöneldiği için- "Falanca beldenin halkı onu öldürdü.." denilir. Bunu iyice kavradığın zaman, şimdi bil ki Allahü teâlâ, hiç kimsenin reddedemeyeceği ve herkesin boyun eğeceği bir İşin yapılmasını emrettiğinde Allah, "Yaptım" yerine, "yaptık!.." ifâdesini kullanır. Bu büyük hükümdar hakkında, O'nun hiçkimsenin inkâr edemeyeceği ve hiçbir nefsin reddedemeyeceği bir ululuk üzere olduğunda ittifak etmişizdir. Ayetteki, ifâdesi, "kuvvet ile" anlamındadır. Bu kelimenin kuvvet manasına geldiği meşhurdur. Cenâb-ı Hak, "O kuvvet sahibi Davud'u hatırla.. Çünkü o, daima (Allah'ın rızasına) dönen idi..." (Sad. 17) ifâdesi de bu manaya tefsir edilmiştir. Şöyle de denebilir: Buradaki (......) kelimesiyle, (yed) kelimesinin çoğulu kastedilmiştr. Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın, iki elimle yarattığıma..."(Sad,75) ayetidir. Yine Cenâb-ı Hak, "Ellerinizin işleyip yaptıklarından... "(Yasin, 71) buyurmuştur ki bu da, gerçekte birinci mana ile aynıdır, ona râcidir. Şimdi buna göre bu demektir ki, Cenâb-ı Hak "yarattım' dediği yerde, demiş, çoğula çoğul ile mukabele edilsin diye, "Biz yaptık" dediği yerde demiştir. İmdi şayet, "Cenâb-ı Hak, (Yasin, 71) dedeği gibi, niçin dememiştir? denilirse, biz deriz ki: Bu, şu yüce hikmetten dolayıdır: Hiç kimse, semânın, Allah'tan başkası tarafından yaratılmış olabileceğini hatırına getiremez. Halbuki, hayvanlar, canlılar böyle değildir. İşte Allah orada da, bu hayvanları kendisi bizzat, vasıtasız olarak yarattığını açıkça beyan etmek için, buyurmuştur. Aynı sebepten dolayı, izafetle, "ki elimle yarattığıma.." demiş, kendisine İhtiyaç duyulmadığı için, izâfetsiz olarak semâ hakkında da demiştir. Burada bir başka İncelik daha vardır ve şöyledir: Orada Cenâb-ı Hak, mef'ûle ait zamiri hazfettikten sonra İzafet yapmış, ama meselâ (......) dememiştir. Burada ise, ait zamirini getirerek, (......) buyurmuştur. Çünkü, Yasin'de ve Sâd'da, hiç kimse, insanın mahlûk olmadığını, hayvanların mamul (halkedilmiş) olmadığını düşünemez... İşte bundan dolayı orada ait zamirini getirerek, (......) dememiştir. Ama, "semâ"ya gelince, bazı câhil kimseler, onun mahluk olmadığını iddia etmişlerdir. İşte bu sebeple Allah semânın da mahlûk olduğunu açıkça beyan etmek için, âid zamirini getirerek, (......) demiştir. Mûslûn Ayet-i kerimedeki ifâdesi hakkında şu izahlar yapılabilir: a) Bu ifâde, "genişlik" maddesindendir. Yani, "Biz o semâyı, yer ve yeri kuşatan su ve hava, semâya ve onun genişliğine nisbetle, tıpkı çöldeki bir halka misâli olacak bir biçimde genişlettik" demektir. Böylesine geniş bir alanı kaplayan bir bina ise şaşırtıcıdır. Çünkü, böylesine geniş bir kubbeyi hiçbir usta yapamaz. Zira onlar, sayesinde, bu yuvarlaklığın sağlanabileceği ve birbirlerine bitişinceye değin cüzlerinin birbiriyle temasa geçebileceği bir âleti bulundurmaya muhtaçtırlar. b) Bu ifâde, "Kadir olucularız.." anlamındadır ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah hiçbir nefse, gücünün yettiğinden başkasını yüklemez" (Bakara, 286) ayetindeki (......) kelimesi de bu manada olup, yani, "Ancak o nefsin gücünün yetebileceği şeyi..." demektir. Bu hususta bu iki ifâde arasındaki münasebet gayet açıktır. Şöyle de denebilir: Bu durumda bu, şu gayeye, yani (son esasa) bir işaret olup, son itikadı esas da, haşirdir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Biz, semâyı yaptık ve bizler, semâ gibilerini yaratmaya da kadiriz.. (Yani, insanları öldükten sonra yeniden diriltmeye de kadiriz..) demiştir ki, bu tıpkı "Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir?" (Yasin, 81) ayeti gibi olmuş olur. c) Bu ifâde, "Biz, mahlûkatın rızkını genişleticileriz" manasındadır. Yeri Döşeyen Kudret 48Âyetin tefsiri için bak:49 49"Veri de biz döşedik. Ne güzel döşeyicileriz. Her şeyden de, iki çift yarattık; olur ki, inceden inceye düşünürsünüz diye...". Cenab-ı Hak, bu beyanıyla da yeryüzünü delil getirmiştir. Bu ayetin muhtevası üzerinde daha önce durulmuştur. Bu ifâdede, yerin ovalleştirilmesini semânın yaratılmasından sonra olduğuna dair bir delil vardır. Çünkü (meselâ), bir evin çatısı, ve adette döşemesinden önce olur. Cenâb-ı Hakk'ın "Ne şüzel döşeyicileriz..." ifâdesi, fa, yahut da, fa "onu döşeyenler ne güzel döşeyicilerdir" takdirindedir. Zevc Daha sonra Cenâb-ı Hak, yer ile gök arasında olan varlıkları delil getirerek "Herşeyden de, od çift yarattık" buyurmuştur, sözü ile, ya iki zıt kastedilmiş olur; çünkü erkekle dişi birbirinin zıddı gibidirler; bu ikisinde meydana gelen çift de Döytedir. Yahut da, burada, birbirine benzeyen İki şey kastedilmiştir. Çünkü her şeyin, benzeri, bir naziri, bir zıddı ve bir middi vardır. Mantıkçılar, ayetteki "şey" ile cins"in kastedildiğini söyleyerek şöyle demişlerdir: Bir cinsin muhtevasında en az iti tür bulunur.. O halde bu demektir ki, her cinsten, İki tür yaratılmıştır. Meselâ cevherden maddî olanla mücerret olanlar; maddîden, büyüyen gelişenle câmid olanlar; namî (gelişen)den, müdrik olanlar ile bitkiler; müdrikten de, nâtık (insan) ile onuşamayanlar meydana gelmişlerdir. Bütün bunlar onun (Allah'ın) zatında, çokluğa fer olmayan bir tek olduğuna delâlet eder. Ayetteki, ifâdesine gelince, bu, "Umulur ki sizler, çiftleri yaratanın eşi olmadığını, aksi halde mümkin varlık olacağını, böylece de hâlık değil mahlûk olacağını düşünürsünüz.." demektir. Yahut da, bu "Muhakkak ki sizler, çiftleri yaratanın, maddeleri toplayıp hasretmekten ve ruhları bir araya cem etmekten aciz yamayacağını düşünürsünüz..." demektir. Allah'a Kaçış 50"O halde hepiniz Allah'a kaçın. Doğrusu ben, O'nun tarafından size gelmiş bir uyanayım". Cenâb-ı Hak bu ayetiyle de tevhidi emretmiştir. Burada şöyle birkaç incelik bulunmaktadır: 1) Cenâb-ı Hakk'ın "kaçınız..." ifadesi, o yok etmenin çok hızlı olacağını haber verir. Buna göre adetâ O şöyle demiştir: "Bu helak etme ve azab Allah'a dönüşte herhangi bir gecikme ihtimali bulunmayacak kadar hızlı ve yakındır. O halde çok hızlı bir biçimde Allah'a sığının ve O'na kaçın!" 2) Ayetteki, sözü, kime kaçılacağım beyân eden bir sözdür. Cenâb-ı Hak şu iki sebepten dolayı, kimden neden kaçılacağına yer vermemiştir: a) Bu, malûm olduğu içindir. Malûm olan şey de, o azabın dehşeti veyahut da, Cenâb-ı Hakk'ın, hakkında "Şeytan sizin için bir düşmandır; o halde onu düşman edininiz" (Fatır. 6) buyurduğu şeytandır. b) Yahut da, genel olsun diye.. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istemiştir: "Allah'ın dışında kalan herşey sizin düşmanınızdır; o halde, O'nun dışında kalan herşeyden O'na kaçınız.." Bunun izahı şudur: "O'nun dışında kalan herşey, senin ana sermayen demek olan ömrünü yer bitirir ve sana hak ve hayır namına hiçbir şey kazandırmaz.. Ana parayı (Ömrü) telef edip, kemâli elde etmeye mani olan şey ise, ancak düşmandır. Ama sen, Allah'a kaçıp O'na yöneldiğinde, evet O senin ömrünü alacaktır ama, durumunu yükseltecek ve sana, artık bir daha yokluğun olmayacağı bir beka verecektir." 3) Bu ifâdenin başındaki fâ tertip için olup, manası, "Çifti yaratanın tek olduğu sabit olduğuna göre, O'na kaçın ve O'ndan başkasını ebediyen terkedin" şeklindedir. 4) Sözün, çeşitlenmesinde şöyle bir incelik bulunmaktadır: "Allahü teâlâ, "Semâyı biz... yaptık..."; "yeri de biz döşedik" "Herşeyden de çifti biz yarattık" buyurmuş, daha sonra da sözü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yönelterek, "O halde hepiniz Allah'a kaçın. Doğrusu ben, O'nun tarafından size gelip korkutanım.." demiş de, "Bize kaçın..." dememiştir. Bu böyledir, zira, sözün çeşitlendirilmesinin bir tesiri söz konusu olduğu gibi, söyleyenlerin değişmesinin de bir tesiri vardır. İşte bundan dolayı insan, doğrudan, hakdan sapan, meyleden çocuğuna çokça nasihatta bulunur, bazan sevdirme, bazan korkutma, bazan da kıssalar anlatarak dikkat çekmek suretiyle sözünü çeşitlendirir, daha sonra da bir başkasına, "Bir de sen onunla konuş. Belki senin sözün bir fayda sağlar.." der. Çünkü insanların zihinlerinde, hem konuşanların hem de konuşulan sözün çeşitli olmasının etkili olacağı düşüncesi bulunmaktadır. Şimdi, Allahü teâlâ da çeşitli ifâdeler getirmiş, çoğu kez İstidlaller yapmış ayetler serdetmiş, zaman zaman uygun kıssalardan bahsetmiş, daha sonra da bir başka konuşucudan, yani, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den pasajlar nakletmiştir. Müfessirlerden Dazdan, ayetin takdirinin, "Onlara, "Allah'a kaçınız" de" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Ayetinin Manası Ayetin, "Doğrusu ben, O'nun tarafından size gelmiş bir uyanayım" ifadesi de, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, peygamber oluşuna bir işaret olup, bunda da birkaç incelik vardır: a) Allahü teâlâ azametini, "Semâyı biz. .yaptık", "yeri biz döşedik.." ifadesiyle; heybetini de, "Onlan denize biz attık.." (Zariyat, 40), "Onların üzerine kısır rüzgârı saldık.." (Zâriyât, 41) ve "Ve onlan, o saika, sayha yakaladı" (Zariyat, 44) ifadeleriyle açıklamıştır ki, burada, Allahü teâlâ'nın, azâb ettiğinde, varlığın ve bekanın, sayesinde sağlandığı şeyler ile, yani toprak, su, hava ve ateş ile azâb edeceğine bir işaret vardır. Binâenaleyh, Lût kıssası, balığın ve bekanın kendisi sayesinde olduğu toprağa bir işarettir, ama Allah istediğinde o toprağı, yok etme sebebi kılabiliyor. Firavun kavmi hakkında su; Ad kavmi hakkında rüzgâr, hava; Semûd kavmi hakkında da ateş böyledir.. Belki de, bu dört kıssanın sırasıyla yer alması, "anasır-ı erba'a dört temel element'deki tertipten dolayıdır ki, biz, Ankebût Sûresi'nde buna dair bir nebze izahatta bulunmuştuk. Daha sonra Cenâb-ı Hak, (İşte bu şekilde) azamet ve heybetini ortaya koyunca, Resulüne, "Onlara, o durumu anlat, bildir ve de ki: Ben, işte ayetler sunmam ve kıssalar serdetmem suretiyle, bir elçiyim.." Bu sebeple de ifâdelerin peşinden Peygamberin getirilmesinin böylesi bir faydası vardır. b) Risâlet hususunda, Üç şey söz konusu edilebilir: Mürsil (gönderen), resul (elçi) ve mürselun ileyh (kendilerine peygamber gönderilen). İşte burada hepsi de zikredilmiştir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, ayetteki "sizi, sizin için" ifadesi, kendilerine peygamber gönderilenlere ifâdesi, gönderene ve (......) ifâdesi de, resule bir işarettir. Cenâb-ı Hak, kendilerine peygamber gönderilenleri önce zikretmiştir, çünkü kendilerine resul gönderilenler, risâlet meselesinde önemli bir yer arzetmektedir. Çünkü ancak o zaman nübüvvet işi tamam olmuş olur. Padişah, kendisine muhalefet veya muvafakat eden kimselerin olmadığı, böylece de, bir nezir veya müjdeci gönderme ihtiyacı hissetmediği yerlere, ne kadar büyük padişah olursa olsun, resul (elçi) göndermez. Ama orada muhalefet edenler veya muvafakat edenler bulunursa, büyük dahi olmasa, oraya elçi gönderir. Ayette daha sonra gönderene yer verilmiştir. Çünkü gönderen bellidir ve işe teşvik eden de odur. Elçi de, onun seçmesiyle olur. Eğer o belli gönderen olmasaydı, elçi gönderme işi söz konusu olmazdı. Elçiye (Resule) gelince, o belli değildir. Çünkü padişah (gönderen), bu ise Kullarından dilediği kimseyi seçer. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, resulü (elçiyi), mürsil (gönderen)den sonra zikrederek, ayette önce, "Ondan" demiş, sonra "nazîr" demiştir. c) Ayetteki "mübin" sözü de, sayesinde o risaletin bilinip tanındığı hususa işarettir. Çünkü her sonradan olan şeyin, bir sebebi ve alameti vardır. O halde resul, kendisiyle risâlet müessesesinin tamamlandığı kimsedir. Dolayısıyla onun, o risalet sayesinde bilinen bir alâmeti olması lâzımdır. İşte ayetteki "mübin" (açıklama) ifadesi, bu alamete işarettir. Bu alamet de ya delillerdir, yahut mucizelerdir. 51"Allah'ın yanısıra başka tanrı uydurmayın. Gerçekten ben, size O'nun tarafından gönderilen aşikâr bir uyarıcıyım". Bu ayet, tevhidin izahını tamamlamıştır. Bu böyledir, çünkü tevhid, ta'tîl (inkar) ile şirk arasında bir yerdedir. Esas yol, tevhiddir. Çünkü ta'tilci "Tanrı diye birşey yok" der, müşrikler "Pek çok ilah var" derler. Muvahhid ise, "birden fazla ilahın bulunduğunu söylemek de, hiçbir ilahın olmadığını söylemek de bâtıldır" der. O halde "Hepiniz Allah'a kaçın" (Zâriyât, 50) ayeti, Allah'ın varlığını ortaya koymaktadır. Hak teâlâ, burada, "Allah'ın yanısıra başka tanrı uydurmayın" buyurarak, birden fazla tanrıyı nefyetmiştir. Böylece bu iki ayetle, Allah'ın birliği anlatılmak istenmiştir. İşte bu sebepten ötürü her iki yerde, her iki durumda, "Gerçekten ben size O'nun tarafından gönderilen aşikâr bir uyarıcıyım" buyurmuştur. Biz defalarca dedik ki: Mu'attıla "Vâcibu'l-Vücûd bir varlık yok" dediğinde, herşeyi "mümkin" kılmış olur. Çünkü buna göre, her mevcud mümkin varlıktır. Fakat Allahü teâlâ da gerçekte mevcuttur. Dolayısıyla muattıla, Allahü teâlâ'yı da diğer mevcudat arasına katmakla müşrik olur ve Allah'ı, başka varlıklar gibi saymış olur. Müşrik, başkasının'da ilah olduğunu söyleyince, onun bu sözünden, (temanû') delilini Enbiya, 22 ayetinin tefsirine bakınız (ç.). izah ederken de söylediğimiz gibi, ilahın gerçek ilah olmaması gerekir. Zira, eğer yer ile gökte Allah'dan başka ilahlar olsaydı, o zaman herbirinin âciz olması gerekirdi. Binâenaleyh bu, varlık âleminde hiç ilah olmadığı manasına gelirdi. Bu yönüyle müşrikler, ulûhiyyeti hiç kabul etmemiş olurlar, dolayısıyla da mu'attıla (inkarcı) olurlar. Öyle ise aslında her muattıla, müşrik; her müşrik, muattıladır. Halbuki bu iki güruhtan herbiri, karşı tarafın yanlış yolda olduğunu söylemektedir. Ne var ki kendisi de aslında karşı tarafın yolu üzeredir. O da böylece farkında olmadan bâtılı savunmaktadır. Bizi hakka-hakikata ileten Allah'a hamdolsun. hitabında şöyle bir incelik var: Bu, o ilahların, mec'ûl (yapılmış-edinilmiş-sonradan uydurma) olduklarına bir işaret vardır. Hak teâlâ'nın, "Allah'ı vekil edin"(Müzzemmil, 9) ayetinden ötürü, Allahü teâlâ'da "edinilmiş" olur" denilemez. Çünkü diyoruz ki, buna verilecek cevap çok nettir ve bu husus, Meryem 81. ayetin tefsirinde geçmişti. 52"Onlardan evvelkilere de, herhangi bir peygamber gelse, mutlaka (onun hakkında da), "Bir sihirbaz, bir mecnun" demişlerdi". Bunun ne demek olduğu, geçen İzahlardan anlaşılmaktadır. Daha önce, kıssaların teselli için getirildiğini söylemiştik. Fakat burada zikretmeden geçemeyeceğimiz şöyle bir incelik var: Bu ayet, her peygamberin mutlaka yalanlandığına delâlet eder. Bu durumda ise, şöyle birkaç soru söz konusu olur: 1) Bazı peygamberler, kendinden önceki peygamberlerin şeriatını anlatmış ve devam ettirmişlerdir. Dolayısıyla da onun ümmeti, üzerinde oldukları dini devam ettirmiştir. Mesela, Benî İsrail'in peygamberleri için, bir müddet böyle sürmesi gibi... Fakat Adem (aleyhisselâm) peygamber olarak gönderildiğinde, yalanlanmamıştır. 2) Allahü teâlâ'nın, peygamberlerin yalanlanmalarına imkân vermesindeki hikmeti nedir? Allah bunca çok olmalarına ve farklı farklı mucizeler göstermelerine rağmen, niçin muhataplarının kendilerini tasdik edeceği bir şekilde peygamber göndermemiştir? 3) Ayetteki, (......) ifadesi, onların hepsinin, "Bu bir büyücü veya bir mecnun" dediklerine delâlet eder. Halbuki durum hiç de böyle değildir. Çünkü her peygambere mutlaka iman edenler çıkmıştır ve bu mü'minler böyle söylememişlerdir? Sorulara Cevaplar Birinci soru hakkında şöyle deriz: Cevap: Bir önceki peygamberin şeriatını tatbik eden peygambere, "resul" dendiğini kabul etmiyoruz, aksine bu, bir "resûl'ün dini üzere gönderilmiş bir "nebî"dir. Binâenaleyh resulünü yalanlayan, ister istemez bunu da yalanlamış olur. İkinci soruya da şöyle cevap verebiliriz: Allahü teâlâ, ancak insanlar ihtiyaç hissettiğinde peygamber gönderir. Bu ihtiyaç ise, dünyada kâfirler zuhur ettiğinde ortaya çıkar. Küfür ise, cehalet çoğaldığında olur. Hem sonra Allahü teâlâ, kendisine ister istemez iman edilecek bir peygamber göndermez. Aksi halde ona iman, ye's halindeki iman gibidir, kabul edilmez. Câhil kimse ise, ona açıklanan şey son derece açık ve net bir şekilde olmadığı sürece, onu kabul etmez. Böylece de dalâlet çukurunda kalakalır. İşte bu Allahü teâlâ'nın, mahlûkatı hakkında bu şekilde hükmetmesinden ötürü lâzım gelen, kaçınılmaz olan bir kaderdir. Biz, bir defasında da yine, insanlardan birisinin şöyle dediğini zikretmiştik: "Allah'ın kazası olan herşey hayırdır. Şer ise, kaderdedir. Binâenaleyh Allah ateşe, kendisine insanların faydası olması hükmünü vermiştir. Çünkü ateş aslında nur (ışık)tır ve o İnsanlar, Allah'ın da bahsettiği gibi, ateşi, yolculuklarında ve diğer durumlarında zarurî birşey saymışlardır. Suda da, içme faydası vardır. Fakat ateşin faydası doruk noktadaki hararet (sıcaklık) ile, suyunki ise çok güçlü sellerle (bollukla) tamamlanır. Bu ikisinin bu şekilde olması Allahü teâlâ'nın, bu ikisi üzerine sünnetini (tutumunu) icra ettirmesiyle, bunların ayrılmaz vasfı olmuştur. Dolayısıyla mesela ateş, fakirin elbisesini yakmış; su da miskinin koyununu boğmuştur. O halde hayır (fayda) kazada, şer ise kaderdedir." Bu çok derin bir sözdür. Sünnet İse şöyle dememizdir: Allah dilediğini yapar, istediğine hükmeder. Üçüncü soruya şu şekilde cevap veririz: Bu genel durumu anlatan bir ifade değildir. Çünkü Allahü teâlâ, "Hepsi dediler..." dememiş, fakat "Dediler" demiştir. Onlardan çoğu, hatta büyük çoğunluğu böyle söylediği için, Cenâb-ı Hak böyle buyurmuştur. Eğer, "Öyle ise Cenâb-ı Hak, peygamberleri böyle yalanlayanlara yer verdiği gibi, tasdik edenlere de niçin yer vermemiş ve mesele, "Bazıları, o peygamberi yalanladı, bazıları tasdik etti" dememiştir?" denilirse, deriz ki: Çünkü maksad, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbini tesellidir. Bu teselli ise, tekzîbten (yalanlamadan) ötürü yapılır. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Kavminin seni yalanlamalarına üzülme, ümitsizliğe düşme. Çünkü senden önce de, nice kavimler tekzib ettiler, nice peygamberler yalanlandılar" demektir. Birleşik Kâfirler 53Âyetin tefsiri için bak:54 54"Hepsi de bunu birbirine tavsiye mi ettiler? Hayır onlar, (genellikle) azgınlar güruhunun tâ kendileridir. O halde onlardan yüz çevir, artık sen kınanacak değilsin". Bu, "Onlar bu sözleriyle, yani, "Bu bir sihirbaz, bir mecnun" demek suretiyle haddi aşmış azgın bir topluluktur" demek olup, insanları bu işe şaşmaya davettir, yani "Hayret, nasıl da aynı görüşü paylaşıyorlar! Sanki bu hususta anlaşıp ittifak etmişler ve biri birlerine "Ancak bunu söyleyin" demişler" demektir. Cenâb-ı Hak daha sonra, bunun bir anlaşma neticesi olmayıp birleştirici şu sebepten ötürü olduğunu belirtmiştir: Çünkü onlardan herkese bolca nimet verilmiş, dolayısıyla hepsi de zengin olmuşlar; Allah'ı unutmuşlar; azmışlar. Böylece de peygamberlerini yalanlamışlardır. Bu tıpkı bir padişahın bir belde halkına mühlet tanıyıp, onları herhangibirşeyle mükellef tutmayıp, bir müddet bu şekilde oturup kaldıktan sonra, onları kapısına çağırdığında, onlar birtakım köşkler, bağlar, bahçeler edindikleri; beldelerini imar edip süsledikleri için, onlara bu emre uyma ağır gelir. Dolayısıyla bu durum, onları o padişaha baş kaldırıp, bir başka padişahın sözünü dinlemeye sevkeder. Hak teâlâ daha sonra, "O halde onlardan yüz çevir. Artık sen kınanacak değilsin" buyurmuştur. Bu da, bir başka tesellîdir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendisini kusurlu sayması ve "Onların iman etmeyişleri, benim tebliğdeki kusurumdan ötürüdür" diyerek, inzâr ve tebliğ işinde alabildiğine gayret göstermesi, O'nun (aleyhisselâm) üstün huylarındandı. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, "Sen, sana düşeni yaptın. Onlardan yüz çevirmen sana zarar vermez. Onların inkârları, senden kaynaklanan bir kusurdan ötürü değil. Dolayısıyla üzülme, çünkü sen, kusuru sebebiyle kınanmış bir kimse değilsin. Yüz çevirip inad ettikleri için, esasen kınanacak olanlar onlardır" demek istemiştir. Öğüt Mümine Fayda Verir 55"Sen vaazet, hatırlat. Çünkü şüphesiz va'z-u öğüt (hatırlatma) mü'minlere fayda verir". Bu, "bahsedilen yüz çevirme mutlak, kayıtsız şartsız değildir. Aksine (duruma), bazan yüz çevir, bazan yönel, bazan davet et, bazan aldırma. Onlardan yüz çevirme sana zarar vermez. Öğüt de mü'minlere karşı yapılması durumu müstesna, toyda vermez" demektir. Burada, bundan daha ince şöyle bir mana var: Hidayet edenin hidayeti faydalı uçtuğu zaman, onun mükâfaatı da çok olur. Binâenaleyh Hak teâlâ, "Onlardan yüz ver deyince, birisi, "O halde bu durumda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için büyük bir olmaz" diyebilir. İşte buna karşılık Cenâb-ı Hak, "Evet. Çünkü mü'minlerde çokluk vardır. Sen onlara va'z-u nasihat ettiğinde onların hidayetleri artar. Senin sözünden ötürü hidayetin artması da, topluluğun sayısının artması gibidir. Çünkü aek çok sayıdaki insandan herbiri bir veya iki rekât namaz kılıp, az sayıdaki topluluktan larbiri de biner rekât namaz kıldığında, az sayıdakilerin çokça yapmış oldukları ibadet, ayıca fazla olanların ibadeti gibi olur. O halde hidayet edene, her hidayete erdiğinin sapacağı ibadeti sayısınca ücret vardır, hidayete ermişlerin ücretinden de, bundan birşey eksiltilmez. Nitekim Hak teâlâ da, "Şüphesiz senin için bir ücret var..."(Kalem, 3) buyurmuştur. Bu eğer sen, mü'minlerin faydalanmaları sebebiyle yüz hatta muannidlerden yüz çevirmen durumunda bile, sana ecir vardır"demektir. Ayetteki, "Çünkü şüphesiz zikrâ, mü'minkre fayda verir" ifadesi hakkında şu izahlar yapılabilir: a) Bununla, mü'minlerin "yakîn" inançlarındaki kuvvetleri kastedilmiş olup, bu tıpkı, "imanlarını artırsınlar diye..."(Fetih,4), "îman edenlere gelince, busûreonların imanını artırır" (Tevbe, 124) ve (Allah) onların hidayetini artırdı ve onlara takvalarını nasib etti" (Muhammed, 17) ayetlerinde ifade edildiği gibidir. b) Bu, "Va'z-u nasihat, senden sonra gelen mü'minlere fayda verir" demektir ve bu "Sen çokça, tekrar tekrar öğütte, hatırlatmada bulunursan, bu durum senden tevatür ile nakledilir. Dolayısıyla bundan, senden sonra gelen mü'minler de istifade eder" manasınadır. c) Öğüt, eğer kâfirin iman etmesini sağlasaydı, kâfir, imana girerek bundan faydalanmış olurdu. Çünkü o, mü'min olmuştur. Eğer bu ona fayda vermez ise, yine de bir hasene meydana gelmiş olur ve bu, mü'minlerin hasenelerine eklenmiş olur Dolayısıyla bundan mü'minler istifade etmiş olur. Ayetin bu ifadesi, "İşte bunlar, vâris kılındığınız cennetlerdir" (Zuhruf, 72) ayetinde anlatılan husustur. Hilkatten Maksad İbadet 56"Ben, cinleri de,insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım". Bu ayette pek çok incelikler var. Biz onları ayrıntılı bir şekilde ele alıyor ve diyoruz ki: Bu ifadenin, daha önceki kısımla münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir. a) Allahü teâlâ, "Sen vaazet, hatırlat" buyurunca, bu "Vaazın ve hatırlatmanın en ileri şekli, mahlûkatın, ancak ibadet için yaratıldığını anlatmaktır. Binâenaleyh insanın yaratılmasının gayesi, kulluk etmesidir. O halde sen onlara bu gayelerini hatırlat, anlat ve onlara bunun dışında kalan herseyin, zamanı boşa geçirmek olduğunu bildir" manasına gelir. b) Biz, defalarca, peygamberlerin işinin esasta iki şeye, yani Allah'a ibadet etmeye ve insanları doğruya hidayete münhasır olduğunu anlatmıştık. Binâenaleyh Hak teâlâ. "O halde onlardan yüz çevir. Artık sen kınanacak değilsin"(Zâriyat, 54) buyurunca, hidayet vazifesinin ümitsizlik ve hidayet yolunu tutacak kimsenin bulunmaması durumunda sakıt olabileceğini bildirmiş olmaktadır. Ama ibadete gelince, bu devamlıdır, hiç düşmez. Mahlûkatın yaratılışı da sırf ibadet içindir. Halbuki yaratma işi, hidayetten ötürü değildir. O halde bu, "Sen, o hususta gücünü, son noktasına kadar kullandıktan sonra, artık insanları doğruya iletme isini bırakıp da esas vazife olan ibadeti yerine getirdiğinde kınanmazsın" demektir. c) Allahü teâlâ, öncekilerin yalanlamalarından bahsedince, onların yaptıklarının kötü olduğunu anlatmak için bu ayeti zikretmişti. Çünkü onlar Allah'a İbadet etmeyi bırakmışlardır. Halbuki onlar, sırf ibadette bulunsunlar diye yaratılmışlardı. Bu ayetin tefsiriyle ilgili birkaç mesele var: Meleklerin Zikredilmeyisin Sebebi Melekler de, mükellefler arasındadır. Allah, onların yaratılmasındaki en büyük faydanın ibâdet olmasına rağmen, (bu ayette) bunlardan bahsetmemiştir. Onların yaratılmalarının maksadı ibâdet olduğu için, Cenâb-ı Hak, "Hayır onlar, ikrama mazhar edilmiş kullardır...(Enbiya,26) ve "Onun huzurunda olanlar kendisine ibadet etmekten asla kibirlenmezler" (Enbiya, 19) buyurmuştur. Binâenaleyh, meleklerin bu ayette zikredil memesinin hikmeti nedir? Biz diyoruz ki, buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz: 1) Biz, yaptığımız izahların birinde, bu ayetin, kendisinden Öncekilerle münasebetinin, kâfirlerin, yaratılış maksadlarını yapmamalarının kötülüğünü beyan etmek olduğunu anlatmıştık ki, yapmamaktan dolayı meydana gelen kötülük de, cinlere ve İnsanlara mahsustur. Çünkü cinler arasında küfür daha çok yaygındır ve onlardan kâfir olanlar, mü'minlerden daha fazladır. Zira biz, bu ayetin maksadının, onların kötülüklerini ve yaptıkları işin kötülüğünü ortaya koymak olduğunu beyan etmiştik. 2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), cinlere de peygamber olarak gönderilmiştir. Binâenaleyh Cenab-ı Hak, "Onlara hatırlatılması gerekli olan şeyi, yani yaratma işinin ancak ibâdet için olduğunu hatırlat..." buyurunca, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetini özellikle zikretmiştir ki, bunlar da, cinler ve insanlardır. 3) Putperestler, "Şanı yüce olan Allah, melekleri yaratmış ve onları kendisine yakın kılmıştır. Binâenaleyh melekler, Allah'a ibâdet ediyorlar ve onların yaratılışları da, O'na ibâdet gayesine matuftur. Biz ise, derecemiz aşağı olduğu için, Allah'a ibâdet etmeye lâyık kimseler değiliz. Binâenaleyh, biz meleklere; melekler de Allah'a ibâdet eder..." diyorlardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak da, "Ben cinleri de, insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" buyurmuş, böylece de meleklerden bahsetmemiştir. Çünkü melekler hakkındaki durum, o Mekke müşrikleri arasında müsellem ve kabul edilmiş bir işti.. Binâenaleyh Allah, hakkında ihtilaflı olan hususu dile getirmiştir. 4) Ayetteki "cin" ifâdesinin, melekleri de içine aldığı; zira cin kelimesinin kök anlamının "görünmeme" masdarından olduğu, dolayısıyla, meleklerin de diğer canlılar tarafından görülmediği ileri sürülmüştür. Bu izaha göre, ayette cin ifâdesinin önce getirilmesi, meleklerin bu kavramın muhtevasına girmiş olmasından ve ihlas ve ibâdetlerinin çok ileri derecede olmasından dolayıdır. 5) Bazı kimseler de şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Hak her ne zaman yaratma işinden bahsederse, oradaki takdir, kütte ve zaman açısından olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattı... "(Furkan. 59), "Yeri iki günde yarattı..."(Fussilet, 9) ve "... iki elimle, "ellerimle" yarattığım (Adem)e..." (Sad, 75) v.b. buyurmuştur. Zaman ve kütlenin söz konusu olmadığı yerde ise, bu yaratma işini "emr" (iş, emir) kelimesiyle ifâde etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bir şeyi dilediği zaman O'nun emri, ona "ol!" demesi, onun da oluvermesidir" (Yasin,82), "De ki: "Ruh, Rabbimin emrindendir..."(isra,85) ve "Dikkat edin: Yaratma da emir de O'nundur..." (Araf, 54) buyurmuştur. Melekler de, ruhlar gibi, "emr" âlemindendir. Cenâb-ı Hak onları, herhangi bir zaman boyutu olmaksızın yaratmıştır. O halde, ayetteki ifâdesi, mahlûkat aleminden olanlara bir işaret olup, melekler bu ifâdenin muhtevasına girmezler. Bu görüş, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah, her şeyin halikıdır..."(En'am.202) beyanından dolayı bâtıldır; o halde melekler de, (emr âleminden değil), mahlûkat âlemindendir. Cinlerin Önce Anılmasının Sebebi Hangi hikmetten dolayı, ayette cinler insanlardan önce zikredilmiştir? Biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) Bunların bir kısmı, birinci meselede geçti. b) İbâdet, gizli ve açıktan olmak üzere ikiye ayrılır. Gizli yapılan ibâdetlerin açıktan yapılan ibâdetlere bir tür üstünlüğü vardır. Cinlerin ibâdeti ise gizli olup, o İbâdetlerin içine, büyük oranda riya giremez. İnsanların ibâdetlerine gelince, bu ibâdetlerin içine riya karışabilir. Çünkü insan, Allah'a bazan, hemcinsinden (insanlardan) dolayı, onlar için ibâdet eder. Bazan da, cinlerden haber almak, yahut da onlardan korktuğu için ibâdet eder. Halbuki cinler böyle değildir. Allah'ın Fiilerinde Gaye Arama Allah, yaptığı şeyleri herhangi bir maksattan dolayı yapmaz. Aksi halde, o maksatla kendisini tamamlamış olur. Halbuki Cenâb-ı Hak, bizatihi kâmildir. O halde, Allah'ın emirleri için daha nasıl birtakım maksatlar, gayeler, sebepler düşünülebilir? Biz diyoruz ki, işte Mutezile bu ayete tutunmuş ve "Allah'ın fiilleri birtakım maksatlardan dolayıdır" demiş, bu görüşü kabul etmeyenlere reddiyede bulunma hususunda da ileri gitmişlerdir. Biz ise diyoruz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) "Talî!" (bir şeyi bir sebebe bağlamak), lafzî ve manevî olmak üzere ikiye ayrılır: "Lafzî" her ne kadar hakikatte, o iş ondan ötürü, onun için olmasa dahi, o işi idare eden, ona bakanın ona bu ismi vermesi, onun sebebinin bu olduğunu söylemesidir. Bunun misali şudur: Bir hükümdar, beldesinden çıkıp da düşman beldesine girsin, kalbinde de başka bir şey değil, (bu hareketiyle) sırf askerini yormak kastı bulunmuş olsun.. Binâenaleyh, esasen maksat bu olduğu halde, lafzan bu, illet olmaya elverişli değildir. Şimdi bu kimse, "Ben ancak, bir ücret elde etmek için veyahut da bir güzellikten istifâde etmek için yolculuk yaptım.." diyecek olsa, "Bu bir şey değil ve bu iş buna bağlanamaz..." denilir. Ama bir kimse, bu gibi yerlerde, düşman beldesine girip onları korkutmak için sefere çıktığını söylese, öne sürdüğü bu sebep tasdik olunur. O halde, "lafzî sebep", muteber olan bir menfaati, kendisinde menfaat bulunan bir işin illeti ve sebebi yapmaktır.. Her ne kadar gerçekte böyle bir kâr etme söz konusu olmasa bile, başlangıçta, "Kazanmak için ticaret yaptı.." denilir. Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki: Hakikatler, insanlarca (tam olarak) bilinemezler. Nasslardan anlaşılan şey, onların lafzî manalarıdır. Ne var ki, bir şeyde bir fayda bulunduğunda, onu, lafzan bir illet kabul etmek doğru olur. Münakaşa ise, lafızda yatan hakikat hususundadır. 2) Bu, tıpkı Allah kelâmında geçen temenni ve terecci gibi bir takdirdir. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ sanki şöyle demek İstemiştir: "Mahlûkat nezdinde ibâdet, bir şeydir. Eğer o sizin fiillerinizden olsaydı, bu fiilin ibadet için olduğunu söylerdiniz. Bu tıpkı bizim, Cenâb-ı Hakk'ın "umulur ki öğüt alır..."(Taha, 44) ayetini "Siz onun öğüt almasını umabilirsiniz" şeklinde ve "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak edecek... "(Araf, 129) ayetini de, "Sizce, siz O'nun helak etmesini umabilirsiniz" şeklinde tefsir etmeniz gibidir. Böylece sizler, bu işin yakın olduğunu söyleyebilirsiniz. 3) Lâm, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın "Güneşin kayması anında ... güzelce namazını kıl" (isrâ. 78) ve "Onları İddetlerine doğru boşayınız" (Talak. 1) ayetlerinde olduğu ve bununla, "yaklaşmak" manası kastedildiği gibi, illet ve sebep olmaya müsait olmayan yerlerde de bulunabilir ki, bu gibi yerlerin tamamında böyledir. (Yani bulunur, ama illet değildir.) Buna göre mana, "Yaratma İşi ibâdetle içiçedir. Yani, ibâdetin farziyyeti ile içiçedir" demek olup, bu da, "Ben onları yarattım ve onlara, ibâdet etmelerini farz kıldım" demektir. "Hakikî" manada bir illetin olamayacağının delili şudur: Allah, her türlü menfaatten müstağnidir, uzaktır, azadedir. Binâenaleyh, O'nun fiilleri ne kendisine ne de başkasına yönelik bir menfaatten dolayı olamaz.. Çünkü Allahü teâlâ, o menfaati başkasına herhangi bir işi vasıta kılmaksızın da ulaştırmaya kadirdir. Binâenaleyh, o işin vâsıta olması illet olsun diye değildir. Allahü teâlâ'nın, herhangi bir işi, illet olsun diye değil de, o ameli vasıta kılarak yaptığı sabit olunca, bu mesele onlara, (yani Mu'tezile'ye) gerekli ve lâzım olmuş olur.. Bu husustaki nasslara gelince, bunlar sayılmayacak derece çok olup, pekçok çeşitleri vardır. Bunlardan meselâ, saptırma işinin Allah'ın fiili ile olduğuna delâlet edenler vardır. Bu, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, "Dilediğini saptırır..." (Fatır. 8) ve benzeri ifâdelerinde olduğu gibidir. Yine bunlardan eşyanın tamamının Allah'ın yaratması ile olduğuna delâlet edenler vardır. Bu da meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, her şeyin yaratıcısıdır..."(Enam, 102) ayetinde olduğu gibidir.. Yine, bu ayetlerden, böyle bir illetin olamayacağına açıkça delâlet edenler vardır. Meselâ bunlar da, Cenâb-ı Hakk'ın "Yaptığından mesul olmaz, sorulmaz..." (Enbiya, 23), "Allah, dilediğini yapar.." (Al-i İmran, 40) ve "Allah, dilediği şekilde hükmeder.."(Maide, 1) ayetlerinde olduğu gibi. Bu husustaki tafsilat müfessire değil, itikâd esaslarından bahseden ketâmcıya bırakılmıştır. Dördüncü Mesele Cenâb-ı Hak, hem "Ey insanlar, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi, (sırf) bahirinizle tanımşanız için büyük büyük milletlere (...) ayırdık.. "(Hucurat, 13) buyurmuş, hem de bu ayette, "Bana kulluk etsinler diye..." buyurmuştur. Binâenaleyh, bu İki ifâde arasında bir fark var mıdır? Biz deriz ki: Hayır, yoktur. Çünkü Allahü teâlâ, o insanları büyük büyük milletler kılmasını, tanışmaları sebebine bağlamış; burada da onları yaratma işini, ibâdet amacına bağlamıştır.. Cenâb-ı Hakk'ın oradaki, "Allah katında en şerefliniz, Allah'a en fazla saygılı olanınızdır" buyruğu, burada ele aldığı şeyin delilidir ve buna da uygundur. Çünkü kişi, en müttakî olduğu zaman, amel bakımından da en çok İbâdet eden ve en çok ihlâslı olan olmuş olur. Böylece de ondan istenen, varlık âleminde en mükemmel şey olmuş olur. Dolayısıyla da bu kimse en kerim ve en kıymetli kimse olmuş olur. Bu tıpkı, menfaati bir fayda olup, fakat o menfaati meydana getiren cüzlerin bazısının, o faydanın bütünü içinde daha çok faydalı ve menfaatti olan bir şey gibidir... Meselâ su, temizlik yapmak ve içmek için yaratılmıştır. İşte bu menfaat içinde, saf su daha çok faydalıdır. Böylece de bu saf su, başka sudan daha kıymetli olmuş olur. Kendisinden istenen şeyin, kendisinde ileri derecede bulunduğu kul da, bunun gibidir. İbadet Kavramı Cinlerin ve insanların, kendisi sebebiyle yaratılmış olduğu o ibâdet nedir? denilirse, biz deriz ki: Bu, Allah'ın emrine olabildiğince saygı duymak, mahlûkatına karşı şerefli olmak... Çünkü şeriatin bütün hükümleri, bu iki tür şeyden hâli değildir. İbâdetlerin özelliklerine gelince, bu husustaki kanunlar, konum, şekil, azlık-çokluk, zaman-mekân, şartlar ve rükünler bakımından farklı farklıdırlar. Celâl ve ikram sahibine yakışan tazim, aklen bilinemeyeceğine göre, bu hususta şer'î kanunlara yapışmak ve peygamberlerin sözlerini almak gerekir. Çünkü Allah İbâdetin bu iki çeşidi hususunda kullarına peygamberler göndermek ve bu husustaki yollan izah etmek suretiyle lütufta bulunmuştur. Ayetteki, "bana İbadet etmeleri için" fiilinin manasının, "Beni tanımaları için..." şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir hadis-i kudside "Ben, gizli bir hazine idim; dolayısıyla bilinmek, tanınmak istedim Buhari, Ezan, 148. dediği rivayet edilmiştir. 57"Ben onlardan bir rızık istemiyorum. Bana (yemek) yedirmelerini de istemiyorum". Bu ifâdede şöyle bir sorunun cevâbı bulunmaktadır: Yaratma işinin bir maksattan dolayı olması, Allah'ın bir ihtiyaç içinde olduğunu ihsas ettirmektedir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak adetâ, "Ben onları, bana yemek yedirsinler diye yaratmadım.. Bu yaratmanın faydası bana değil onlara aittir" buyurmuştur. Çünkü, efendi açısından kulun menfaati, ya ona mal kazanmak, yahut da mevcut malını muhafaza etmesi bakımından, efendiye bir kazanç sağlamasında yatmaktadır. Çünkü kul köle, eğer kazanç temin etmesi için elde edilmişse, bu husustaki amaç açıktır. Yok eğer, efendisinin işlerini görmesi için elde edilmişse, şimdi bu köle olmasaydı, efendisi, şlerini yapabilecek birisini kiralama ihtiyacı duyacak, böylece de ona, ücret verme mecburiyetinde kalacaktı. O halde kul, efendisinin malını muhafaza etmiş ve onu, icret vermekten müstağni kılmıştır ki, bu da bir tür kazanç sağlamadır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, ben onlardan bir rızık istemiyorum. Bana, (yemek) yedirmelerini de istemiyorum" buyurmuştur ki bu, "İbâdet yapmalarını isteme açısından ben, kölelerin efendileri gibi değilim. Tam aksine burada, onların ibâdet etmelerinde kazanç sağlayan ben değil, onlardır" demektir. Burada şöyle bir İzah da yapılabilir: Bu, onların ibâdet için yaratılmış olduklarını kabullenmedir. Zira, örfen bir işin, mutlaka bir faydası söz konusudur. Ne var ki, köleler de İki kısma ayrılır. Bunlardan bir kısmı, sırf büyüklük ve saltanatın izhar edilmesi için olurlar. Bunlar, hükümdarın sahip olduğu köleler gibi... İlgili kral bunları gedilir içirir; memleketinin her köşesinden bunlara yer-yurt verir. Onlara güzel ve orijinal şeyler verip durur. Bundan maksad onların kendisini tazim edip önünde pençe divan durmalarıdır. Bunlardan bir kısmı da, ya rızıklarını elde etme yahut da rızıkları ıslâh için, kendilerinden yararlanmak maksadıyla elde bulundurulur.. İşte sunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Ben onları yarattım. Onlarda mutlaka bir menfaatin oulunması gerekir. Şimdi onlar, kendileri hakkında düşünsünler ki, onlar, kendileri den bir rızık elde edilmek istenen türden midirler? Halbuki onlar, böyle siğillerdir. Çünkü ben onlardan bir rızık istemiyorum. Yahut onlar, pişirmek ve sayesinde yiyeceğin sunulduğu sofra gibi, kendilerinden bir azığın uygun hale getirilmesi istenenler kabilinden midirler? Oysa onlar, bu türden de değillerdir. Çünkü sen onlardan, beni yedirip içirmelerini de istemiyorum. O halde onlar, birinci kısım kulelerdendir. Binâenaleyh, onların tazimi, saygıyı, ibâdeti bırakmamaları gerekir. Sorada, bir,kaç mesele içinde ele alacağımız birtakım incelikler bulunmaktadır. İrada Fiilinin İki Defa Kullanılması Ayette, iki defa, "irâde" fiilinin kullanılması ne ifade eder? Çünkü, hiç kimseden herhangi bir rızık istemeyen bir kimse, o kimsenin, kendisini yedirip içirmesini de istememiş demektir. Biz deriz ki: Bu, biraz önce bahsettiğimiz şu sebepten dolayıdır: Efendi bazan, kölesinden kendisi için kazanç temininde bulunmasını ister ki işte bu, ondan rızık isteme manasına gelir.. Bazan da, efendinin, kölesini kazanç temininde müstağni kılacak bol malı olur. Ne var ki ondan, revaçlarının kendi malından karşılanması ve yine, kendi malından olmak üzere, taodisine yiyecek ve sofranın hazırlanması talep edilmiş olabilir. İşte bu sebeple, ilgili efendi, "Ne onu istiyorum, ne de bunu istiyorum.." der. Rızkı Önce Getirilmesi? Cenâb-ı Hak niçin, rızık isteme işini, yedirip içirmeyi isteme işinden önce zikretmiştir? Biz deriz ki bu, basitten mürekkebe doğru çıkma halindendir. Ve bu tıpkı bir kimsenin, "Ne senden ve ne de senden daha güçlü olandan yardım istiyorum!" demesi gibi olur ki, bu ters çevrilemez. Ve yine, "Falanca, emirlere, hana sultanlara ikram ediyor.." denilir Ki, bu da ters çevrilemez. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak burada, "Ben sizden rızık istemediğim gibi, bundan daha aşağı olanını da istemem..." demiştir ki, bu daha aşağı olan da, efendinin huzurunda ona bir yiyeceğin sunulmasıdır. (Cenâb-ı Hak bunu da nefyetmiştir.) Çünkü, her ne kadar kesb, kullardan istenmese de, bu, yani yiyecek hazırlanma onlardan çokça istenen bir husustur. Ayetteki Üslûbun İzahı Cenâb-ı Hak şayet, '"Ben onlardan, beni rızıklandırmalarını istemiyorum; ve "ben onlardan yiyecek de istemiyorum" demiş olsaydı, bu mana yine elde edilebilir miydi? Biz diyoruz ki: Yaptığımız ayrıntılı izah açısından meseleye bakarsak, "Hayır, elde edilmez.." deriz. Çünkü, "kazanç temin etme" ifadesiyle, fiil değil, zenginlik manası kastedilir. Çünkü, bir işle meşgul olup da zenginlik elde etmeyen kimse, meşgul olmasa dahi, zenginlik elde eden kimse gibi olamaz. Bu, çalışıp çabalayan bir kölenin ihtiyacından ötürü işi terkedip de, işi kazanmak olduğu zaman, kendisinden ötürü efendisini razı edeceği bir kaynak bulan kölenin durumuna benzer. Fakat kendisinden, fiilin bizzat kendisinden ötürü, o işi yapması istenen kimseye gelince ki, mesela aç olan bir kimsenin, kölesini yiyecek hazırlamak için gönderip de, kölenin, bir kaynaktan mal elde etmekle meşgul olması durumunda, çoğu kez efendisinin, onun bu durumundan razı olmaması gibidir. O halde, ayetteki rızıktan maksad, zenginliktir. Dolayısıyla Allahü teâlâ bunu, fiil ile ifade etmedi. Halbuki yedirme işinden maksad, o fiilin bizzat kendisidir. Dolayısıyla Allahü teâlâ bunu, fiil ile ifâde etmeli. Halbuki yedirme işinden maksat, o fiilin bizzat kendisidir. Dolayısıyla Allahü teâlâ bunu fiil ile ifade edip, "Bana yedirmelerini istemiyorum" dedi de, "yemek istemiyorum" demedi. Öte yandan ayet-i kerimedeki iki lafızda tenvî (çeşitleme) kasdıyla fesahat ve sefalet vardır. Dördüncü Mesele Ayette kastedilen husus, senin bahsettiğin husus olduğuna göre ve onlardan istenen şey, saygıdan başka birşey olmadığına göre, özellikle, "yedirme işl"nin zikredilmesinin faydası nedir? Deriz ki: Cenâb-ı Hak, birinci istek hususunda işi genelleştirince, "bir rızık" kelimesiyle yetinmiştir. Çünü bu kelime umûm ifade eder. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, saygıya da bir işarette bulunmuş ve böylece yedirme işini zikretmiştir. Zira yapılan işlerin derecelerinin en düşüğü, efendisinin, kölesi veya cariyesinden, yemek İşinin hazırlanması hususunda yardım istemesidir. En düşük fiilin kabul edilmeyişini, en üstün fiilin kabul edilmeyişi, ister istemez izler. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Ben onlardan ne bir mal, ne de bir iş istemiyorum" demiş olur. Beşinci Mesele Bahsettiğim üzere, istenilen şeyler, söylediğin o şeylere münhasır değil. Çünkü efendi, köleyi bazan, ondan ne bir iş istemek, ne bir rızık istemek, ne de onun saygıda bulunmasını istemek için satın alır. Aksine onu ticaret için ve kâr elde etmek için satın alır. Deriz ki: Hak teâlâ'nın, "Ben onlardan bir rızık istemiyorum" ayetinin genel oluşu, bunu da içine alır. Çünkü ticaret maksadıyla köle alan kimse, ondan aynı zamanda rızık da elde etmek istemiş olur. Arapça'da, deyimi, şimdiki zamanın olumsuzluğunu ifade eder. Özellikle bu tabire yer verilmiş olması, bahsedilenlerin dışında kalan şeylerin de nefyedildiği zannını uyandırır. Fakat Allahü teâlâ onlardan, ne şu anda, ne de gelecekte herhangi bir rızık istemiştir. Öyleyse Cenâb-ı Hak niçin dememiştir? Cevap: Diyoruz ki edatı, şimdiki zamanın olumuzluğunu, edatı da gelecek zamanın olumsuzluğunu ifâde eder. Binâenaleyh bir kimse, karşı taraf henüz aynı fiili yaparken, bitirmemişken,"Falanca şu işi yapmayacak" dediğinde, sözü doğrulanmaz. Fakat o kimse, sözünü bitirince fiili de terkederse, bu sözü söylediğinde bu sözü doğru kabul edilir. Binâenaleyh bu kimse, yerine demiş olsaydı, bahsettiğimiz misale göre, doğrulanmazdı. Bunun bir misali de şöyledir İnsan namazda iken birisi "O namaz kılmıyor, ona bak" dese, şimdi ona birisi o namazını bitirmiş olduğu sırada baksa, bakan kimsenin, "Sen namaz kılmazsın" demesi doğru olur. Şimdi bir kimse o anı ifade için demiş olsaydı, bu, doğru kabul edilmezdi. Bunu anladığına göre, bu iki lafızdan herbiri olumsuzluk için olup, bir bakıma her birinde bir hususîlik var. Fakat şimdiki zamanın olumsuzluğu, daha uygundur. Çünkü şimdiki zaman ile dünya hayatı, istikbâl ile de, âhirette olacak olan birşey kastedilmiştir. Binâenaleyh dünya ve ona ftit bütün İşler "hal" (şimdiki zaman) ile ilgili işlerdir. O halde ayetteki "İstemiyorum" ifâdesi, "Bu dünya hayatındaki mevcut durumda istemiyorum" demektir. Kişinin, ölümünden sonra, ondan herhangi bir rızık veya bir İş istemeyeceği malumdur. Binâenaleyh ayetteki, lafzı, genel bir olumsuzluğu ifade eder. Eğer Allahü teâlâ burada, demiş olsaydı, bu lafız, o genelliği ifade etmezdi. Rezzak Yalnız Allah'dır 58"Şüphesiz rızık veren, o pek metin, kuvvet sahibi Allah'ın kendisidir" Bu ayet, bir önceki ayette bahsedilen o İki şeyin sebebini göstermektedir. O halde, (......) ifâdesi, Allahü teâlâ, rızık isteğinde bulunmayışının; "kuvvet sahibi" ifadesi de, herhangi bir şey istemediğinin sebebidir. Çünkü rızık isteyen kimse, fakir ve muhtaç olur. Başkasından bir iş yapmasını İsteyen kimse de, gücü-kuvveti olmayan bir âciz olmuş olur. Dolayısıyla Hak teâlâ sanki, "Ben onlardan rızık İstemiyorum. Çünkü zaten rezzâk benim; iş de istemiyorum. Çünkü kuvvet sahibi olan benim" demiştir. Bu ayetle ilgili birkaç bahis var: Birinci Bahis: Hak teâlâ, önceki ayette istemiyorum" demiş, "Rezzâk yalnız benim" dememiş; orada olmayan birisinin sözü olarak, (gaib sîgasıyla) "Şüphesiz rezzâk... yalnız Allah 'tır" buyurmuştur, bunun hikmeti nedir? Diyoruz ki: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, biraz önce de bahsettiğim gibi, bu ayeti "Şüphesiz ben Rezzâhm" şeklinde de okuduğu rivayet edilmiştir. Meşhur kıraata göre, şu izahlar yapılabilir: 1) Bu, "Ey Muhammed, "Şüphesiz Allah rezzâktır" de" takdirindedir. 2) Bu, "iltifat" kabilindendir ve nefs-i mütekeltimden, gâib sığasına geçme türündendir. Burada şöyle bir incelik vardır: "Allah" isminin zikredilmesi, O'nun rezzâk oluşunu ifâde eder. Zira, daha evvel de bir kaç kez bahsettiğimiz gibi, Allah değil de, "ilah" lafzı, ma'bûd (tapılan şey) manasınadır. Bunun bu manaya olduğu hususunda, "Seni ve ilahlarım bırakır..." (Araf, 127) yani "seni ve ma'budlarını terkeder" ayetine tutunmaktayız. Allahü teâlâ, ma'bûd olduğuna ve kulunun rızkını verdiğine göre, onu geçimini kazanmaktan başka bir işte çalıştıracaktır, zira rızkı efendisine aittir. İşte Cenâb-ı Hak burada, "Ben, cinleri de, insanları da ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım " buyurunca, onları, sırf Kendisi için ve ibadeti için seçip ayırdığını ve rızıklarının da Kendisine ait olduğunu beyân etmiştir. Bu sebeble de Kendisinin Rezzâk olduğunu gösteren, Lafzatullah'ı kullanarak, "Şüphesiz rezzâk, Allah'ın kendisidir" buyurmuştur. Şimdi Allahü teâlâ, "Şüphesiz ben, rezzâk'ım" demiş olsaydı, bahsedilen ilgi olurdu, fakat bahsettiğimiz bu incelik ifade edilmiş olmazdı. 3) Kul (de ki) fiilinin cümlesinin başında takdir edilmesi. Buna göre mana şöyle olur: "Ya Muhammed, de ki: "Ey nas, ben sizden beni yedirip içirmenizi istemiyorum." Böylece de bu, Resulün: "De ki: "Buna karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum" (En'âm. 90) sözü gibi olur ve bu izaha göre, "Şüphesiz Allah, rezzâktır" ifâdesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözünün devamı olmuş olur. Hak teâlâ, "kavi" "kuvvetli" dememiş, aksine "kuvvet sahibi" demiştir. Bu böyledir, çünkü bu ayetin maksadı, bundan önce geçen ayetteki, rızık istememe ve başkasından yardım beklememe gibi hususları anlatmaktır. Fakat rızık istememede, müstağni olan şahsın bir kimseyi rızıklandıracak bir şekilde olması yeterli olmaz. Çünkü pek çok insan, hem çoluk-çocuğunu, hem başkalarını rızıklandırdığı gibi, ayrıca kendisinden de rızık istenir. Kendisinden çokça rızık sudur etti mi, kendisinden isteme azalır. Binâenaleyh bu maksad da onun için, ancak rızık vasfında mübalağa edilerek elde edilir. İşte bu sebep ile, Hak teâlâ "er-rezzâk" buyurmuştur. Başkasının yardımına ihtiyaç hissetmeme ise, rızkın altındadır. Çünkü kuvvetli bir kimse, alabildiğince kuvvetli olduğu zaman başkasına yardım eder. Ama böyle olmadığı zaman, başkasına yardım edemediği gibi, kendisinden de yardım istemez. Onun gücü bundan aşağı olunca, yardımda bulunur, ama farklı farklı olur. Binâenaleyh Hak teâlâ, "Bana yedirmelerini de istemiyorum" buyurunca, O'na bizzat kuvvetin kendisini beyân etmek yetmiştir, el-kavî demeyip "kuvvet" manasını ifade etmek üzere, "kuvvet sahibi" buyurdu. Çünkü "zü" (sahib) kelimesi, apaçık ve ayrılmaz sıfatlar hakkında kullanılmaz. Dolayısıyla da insandan hiç ayrılmayan durumlar hakkında "mal sahibi, mal edinmiş olan "güzellik sahibi güzel olan; iyi huy sahibi iyi huylu gibi sıfatlarda kullanılır. Fakat "üç" sayısı için, tekli; dört sayısı için de, (çiftli) denilmez. İşte bu sebeble de, fiillerden türemiş olmayan hakiki vasıflar hakkında, O kullanılmaz. Meselâ eliflâm'lı olarak veya veya denildiği duyulmamıştır. Buna mukabil, ihsan hakkında, eliflam'sız olarak veya denir. Çünkü bu ilim ve hayat, insanda peydah olan, arızî (sonradan) bir vasıf olup, ondan ayrılmaz bir vasıf değildir. Fiil sıfatları hakkında da, işitilir, fakat "Allah çokça: "Allah lafzı ve lütuf sahibidir" sözü çok dir" denilmez. Çünkü, "zû", "sahibi rabbi" manasınadır. Beraberlikle, apaçık bir lüzumiyyet (ayrılmazlık) şöyle dursun, lüzumluluk manası bile anlaşılmaz. Allahü teâlâ'nın, "Her ilim sahibinin üstünde bir alim vardır" (Yûsuf, 76) demiş olması da bunu te'yîd eder. Böylece Allahü teâlâ, başkasını "ilim sahibi" olarak, kendisini ise, fiil ile yani "atîm" sıfatıyla tavsif etmiştir. O halde bu demektir ki, "İlim sahibi" (zu ilmin) ifadesi ile "alim" arasında fark var. Aynen bunun gibi, kuvvet sahibi ifadesi ile "kavî" (kuvvetli) arasında da fark vardır. Bunun böyle olduğunu, Hak teâlâ'nın, "Allah onları yakalar. Şüphesiz O, kavîdir, ikâbı şiddetli olandır" (Enfal, 52); "Allah kullarına karşı lütufkârdır. Dilediğine rızık verir. O, kavîdir, azizdir"(Şuara, 19) ve "Ben ve peygamberlerim gâlib geleceğiz. Şüphesiz Allah kavîdir, azîzdir"(Mücadele, 21) ayetleri de destekler. Çünkü bu ayetlerde, büyük işleri ifâ etme manası kastedilmiştir. Halbuki tefsirini yaptığımız ayette, O'nun başkasına muhtaç olmayışı manası kastedilmiştir. Başkasına muhtaç olmayan kimseye ise, bir miktar kuvvet yeter. Fakat tek başına bir işi yapmak İsteyen için mutlaka, büyük kuvvet lâzımdır. Çünkü muhtaç olmama işi, bazan ilgili işi yapmamak ve ondan uzak durma ile sağlanabilir. Bu konu, bu gibi yerlerde, "kuvvet sahibi" ifadesi ile kuvvetli (kavi) ifadesi arasındaki farkı sorana, cevap olarak verilmiş olsaydı, daha güzel olurdu. Eğer, "Hak teâlâ, "Allah, gıyaben, kendisine (yani dinine) ve peygamberlerine yardım edeni bilmek için (böyle yapmıştır). Çünkü Allah kavîdir, azizdir" (Hadid, 25) buyurmuştur. Halbuki bu ayette, senin bahsettiğin o mana mevcut. Çünkü ayetteki, "kavî" sözü, Allah'ın yardıma muhtaç olmadığını anlatan bir ifadedir. Cenâb-ı Hak, bu beyanıyla Kendisine (dinine) yardım ve destekte bulunanlara mükâfaat vereceğini bildirmek istemiştir. Fakat yardım ve desteğe muhtaç olmama hususunda, ufacık bir kuvvet yeter. O halde, Cenâb-ı Hak niçin burada da, "zü'l-Kuvveti" (kuvvet sahibi) dememiştir?" denilirse, deriz ki: Allahü teâlâ "Kendisine ve peygamberlerine yardım edeni..." buyurmuştur ki bu, "Peygamberlerini, muhtaç olmaktan müstağni kılar ve insanlardan onlara desteği, onlar âciz olduğu için değil, yardım görenlerin ihtiyacı için değil, yardımda bulunacak olanları mükâfaat vermek için istemiştir. Aksi halde, Allahü teâlâ, o peygamberlere zaten ilahî destek vaadetmistir. Çünkü O, "Peygamber kullarımız için hükmümüz önceden verilmiştir; Onlar, mutlaka yardım olunacaklar" (Saffât, 171-172) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, peygamberlerden bahsederken, kendisinin "kavî" olduğunu söylemiştir ki bu, peygamberlerinin mü'minlere, mü'minlerin de peygamberlere yaklaşmasını takviye ve hem peygamberlerin, hem de mü'minlerin kalblerini tesellî etmek içindir. İkinci Bahis: Hak teâlâ, "el-metîn" (pek metîn) tabirini kullanmıştır. Çünkü, daha önce de bahsettiğimiz gibi bu, ancak onun, bir tür kuvveti bulunduğuna delalet eder. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak sıfatça, bu kuvvetin fazla olduğunu anlatmak istemiştir. O halde Allahü teâlâ, sarsılmaz bir sebatı bulunan bir zattır. Binâenaleyh "kuvvet" kelimesi, "metîn" kelimesi ile, hem lafız, hem mana bakımından, aynı kategoridendir. Çünkü birşeyin "metin"i, o şeyin sebatının üzerine dayandığı temeli demektir. Yine "metin", bedenin esaslarının, üzerine oturup dayandığı sırt (omurga) demektir. Kuvvetle birlikte zikredilen metinlik, yine kuvvetle zikredilen "izzet" (azizlik) gibidir. Çünkü Allahü teâlâ, pek çok yerde kuvveti ve izzeti (aziz sıfatını) birlikte zikretmiş ve meselâ, "Kaviyyün Aziz" ve "el-Kaviyyü'l-azîz" buyurmuştur. Burada, "kavî" ve "zu'l-kuvve" ifadeleri hakkında, söylediklerimizi te'yîd eden şöyle bir incelik de mevcuttur: "Metîn", sarsılmayan ve sabit olan şey demektir. Azîz ise, gâlib demektir. O halde "metin" de, Allah'ın mağlub olmayacağı, ezilmeyeceği, hezimete uğralamayacağı manası; "azîz"de de, galib geleceği, ezeceği ve ayakları kaydırıp hezimete uğratacağı manası yatmaktadır. Binâenaleyh "kavî" (kuvvetli), zü'l-kuvve'den daha mükemmel bir mana ifade ettiği gibi, "azîz" de, "metin"den daha mükemmel bir ifadedir. O halde Allahü teâlâ, mükemmeli mükemmel ile, aşağı olanı da aşağı olanla birlikte zikretmiştir. Şimdi sen, gerçek ve hakiki manada tefekkür edip, iyice incelediğinde, Allah'ın kitabında, münkirlerin inadına ve muannidterin çirkin inkârına dikkatini çekecek, pek çok incelikler bulunduğunu görürsün. Zalimlerin Payı 59Âyetin tefsiri için bak:60 60"Artık muhakkak ki o zulmedenler için (geçmiş) arkadaşlarının hissesi gibi bir nasibleri vardır. Şimdi onu acele İstemesinler. İşte kendilerine vaadedilen günlerinden dolayı, vay o kâfirlere...". Bu ifade de, kendinden daha öncekilerle bir uyum içerisinde... Çünkü Hak teâlâ, Allah'dan başkasına ibadet eden kimsenin, bu ibadetini, yapılması gereken yerin dışına koyduğunu böylece de zâtim olduğunu beyan etmiş ve âdeta "İnsanın, ibadet etmek maksadıyla yaratıldığı sabit olup, şimdi başkasına ibadet etmek suretiyle zalim olanlar için, aynen öncekilerin helaki gibi bir helak var" buyurmuştur. Bu böyledir. Çünkü birşey, kendisinden beklenen faydadan uzak kaldığında mahfuz kalmaz, korunmaz. Şayet bir yerde bulunursa, o yer ondan temizlenir. Baksana, ölümü veya hastalığı sebebiyle, artık kendisinden istifade edilemeyen hayvan ahırın dışına atılır. Kokmuş yiyecek dökülür, kabından boşaltılır. Kâfir de böyledir O küfredip, kendisini, konulmaması gereken bir konuma koyunca, menfaatlenmenin dışına çıkmış olur; böylece de, o mekânı ondan boşaltmak güzel ve başına bir helakin çöküvermesi de hak ve kaçınılmaz olur. Ayetin tefsiriyle ilgili birkaç mesele vardır. Birinci Mesele Bu mesele, fâ harfinin neye taalluk ettiğiyle alâkalı olup, biz bunu sana, bu taallukun izahını daha Önce yapmıştık. İkinci Mesele Zenüb kelimesinin ne münasebeti vardır? Biz deriz ki: Azâb onların üzerine salıverilmiş, akıtılmıştır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demiştir: "bunların başlarının üzerinden, onların başlarının üzerinden dökülen hisseler gibi, (azâb) hisseleri, paylan akıtılmıştır..." Bir başka izah şekli daha vardır ki, o da şudur: Arablar kuyulardan, nöbetleşe olarak, hisse hisse su çıkarıyorlardı.. Bu onların, güzel yaşam zamanlarıydı.. İşte buna göre, Cenâb-ı Hak sanki, "o zulmedenler için, dünya ve onun güzelliklerinden paylar ve nasibler, yani dolu dolu vardır. Ama ahirette ise, onlar için hiçbir pay ve nasib olmayacaktır. Tıpkı, arkadaşlarının o hsi- ybi ki, onlar kuyulardan dolu dolu sular aldılar, ama sonunda onu terkettiler" dem;;,: istemiştir. Bu açıklamaya göre, zanûb, azâb ve helak anlamına gelmeyip, geçim ve hayatın bolluğu anlamına gelir ki Arapça'ya en uygun olan da budur. Ayetteki, "Şimdi onu acele istemesinler.." ifadesine gelince; bu böyledir, çünkü rızık bitmediği sürece, ecel gelmez. Sonra Cenâb-ı Hak, sûrenin başında zikrettiğini tekrarlamış ve "İşte kendilerine vadedilen günlerinden dolayı, vay o kâfirlere..." buyurmuştur. Alemlerin Rabbine hamd; efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onun bütün âline ve ashabına da salât-ü selâm olsun. |
﴾ 0 ﴿