25

"Hani bunlar, onun yanına girmişlerdi ve "selâm" demişlerdi. İbrahim de: "Selâm" demiş, "Tanınmamış bir zümre..." demişti"

Burada birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ifâdenin başındaki edatının âmili nedir? Bu hususta şu izahlar yapılabilir:

a) (Zâriyât, 24) ifâdesinin delâlet ettiği fiildir. Biz, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in onlara ikramda bulunmasını nazar-ı dikkate alarak, Allah'ın, onları "ikrama mazhar olmuşlar" olarak tavsif ettiğini söylersek, bu âdeta sanki Cenâb-ı Hak, "Onlar girdiğinde ikram ediniz" demiş gibi olur. Bu böyledir, zira misafire, girdiği andan itibaren ikramda bulunmak, kerîm, cömert kimselerin şiarıdır.

b) (......) kelimesinin (zariyât. 24) delâlet ettiği fiildir. Çünkü biz, (......) kelimesinin, masdar olduğunu söylüyoruz. Böylece Cenâb-ı Hak sanki, "İbrahim, onları girdikleri zaman misafir etti.." demiş gibi olur.

c) Bu ifâdenin âmilinin, (zâriyât. 24) fiili olması ve takdirinin de, "onlar girerken, onların kıssası (henüz) sana gelmemişti. Şimdi bunu dinle..." şeklinde olması da muhtemeldir. Çünkü, bu ayetin başındaki burada, hakikî manada istifham için değil, tam aksine i'lâm, bildirme, dikkat çekme içindir. Bu üçüncü şık daha evlâdır. Çünkü bu, açık bir fiildir. Bu ifâdenin takdirinin, "Onların girdiği anı hatırla..." şeklinde olduğu da söylenebilir.

Selâm Lafzı

Meşhur kıraata göre, bu iki selâm lafzının îrâbları, hangi sebepten dolayı farklı olmuştur. Biz diyoruz ki, biz ilk önce, bu ifâdelerden birincisinin niçin mansub, İkincisinin de niçin merfû okunduklarını izah edip, daha sonra da i'râbtaki farklılığın sebebini izah edelim...

Nasb Kıraati

' Nasb hususunda şu izahlar yapılabilir:

a) Buradakilafzıyla, "tahiyye" manası kastec. Ki bu, meşhur olanıdır. Bu durumda bu kelime, mef'ûl-i mutlak olarak mansûb olup, takdiri şeklinde olur.

b) "Selâm" da bir tür sözdür. Ve "selâm" konuşanın, kendisi sebebiyle, boş şeylerden veya günaha ileten şeylerden uzak olduğu bir kelâmdır. Buna göre sanki onlar, İbrahim (aleyhisselâm)'in yanına girerken, "Günahtan uzak güzel bir söz söylediler.." şeklinde olur. Bu durumda da, lafzı dediler" fiilinin mef'ûlü olur. Çünkü maddesinin mef'ûlü, sözdür. Nitekim Arapça'da, "Falanca bir söz söyledi..." denilir. Ve bu üy? "Ona, kamçıyla vurdu" türünden değildir. Çünkü burada, dövülen şey kamçının kendisi değildir. Halbuki burada söz 'nin mef'ûlü), kelâm türündendir ki bunu, "Kendilerine beyinsizler laflar attığı zaman, "selâm" derler..."(Furkan, 63) ile "Yalnız bir söz, "selâm, selâm"(Vakıa, 26) ayetleri de tefsir etmektedir.

c) Bu, mahzûf fiilin mef'ûlü olup, takdiri, "Sana selâmı ulaştırıyorum..." şeklinde olur. Bu izaha göre, "Şayet bu böyle olsaydı, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), onlar selâm verdikleri andan itibaren onların Allah'ın resulleri olduğunu anlardı. O zaman da, ne "Tanınmamış bir zümre" diyebilirdi; ne de onlara yiyecek ikram ederdi, ve ne de, "onlardan hoşlanmaz ve kalbine bir nevi korku gizlemezdi" (Hud, 70).." şeklinde de denilemez. Çünkü biz diyoruz ki, şöyle denmesi mümkündür: "Onlar, biz sana selâmı tebliğ ediyoruz" deyip, İbrahim (aleyhisselâm) de, "Sizler, o selâmı bana kimden getiriyorsunuz.." diye soruncaya değin, onlar bu selâmın Allah'tan olduğunu söylemediler. Zira hakîm kimse, büyük şeyleri, ancak tedricî bir şekilde ifâde eder. Binâenaleyh, o meleklerin kendileri zâten heybetli olunca, bir de kalkıp buna, Allah'tan olan o büyük şeyi, yani selâmı eklemiş olsalardı, İbrahim (aleyhisselâm), bundan sıkılırdı. İbrahim (aleyhisselâm), onlara ikramda bulunmaktan dolayı, onlara soru soramadı; sorusunu, ikramı bitirdiği vakte erteledi. Dolayısıyla onları, meleklerin verdiği o selâm ile, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in o selâmın kimden olduğunu sorması arasındaki müddet içinde yadırgadı, içten içe korktu. (......) kelimesinin munsub oluşunun sebepleri bundan ibarettir.

Ref' Kıraati

Merfu olarak (......) kıraatine gelince, biz diyoruz ki, bununla yine "takiyye" anlamına gelen selâm kastedilmiştir ve bu, meşhurdur. Bu durumda bu kelime, takdiri (......) şeklinde olan haberi mahzûf bir mübtedâ olmuş olur. Mübtedânın nekre olması muhtemel bir şeydir. Nitekim bir kimse, "Veyl, ona olsun..." diyebilir. Yahut da, takdiri,"Onun cevabı ise, "Selâm"dır şeklinde olan mahzûf bir mübtedanın haberidir. Bu ifadeyle, kendisi sayesinde emîn olunan, ya da emîn oluşu haber veren bir sözün murad edilmiş olması da muhtemeldir. Buna göre bu kelime, mahzûf mübtedânın haberi olur ve takdiri, Benim İşim selâm ve barıştır" yani, "Benim, sizinle alıp veremeyeceğim herhangi bir şey yoktur Çünkü ben sizi tanımıyorum..." şeklindedir. Veyahutta, bu ifâdenin müptedâsı (......) ifâdesi olup bunun takdiri, "Sizin sözünüz kurtuluşu, emin oluşu haber veren bir selâmdır.. Halbuki siz, tanınmayan bir topluluksunuz. Öyleyse sizin durumunuz, arzunuz nedir, kendinizi tanıtır mısınız? Çünkü durumunuz bana biraz müşkillik arzediyor.." şeklindedir. İşte bu ifâdenin mansûb ve merfu olarak okunmaları hususunda söylenebilecek muhtemel izahlar bunlardan ibarettir.

Aralarındaki farka gelince, biz deriz ki, meşhur olan izaha göre, her iki yerde de selâm, "takiyye" anlamındadır. Ama biz, bu ikisinin arasında hem lafız, hem de mana bakımından fark bulunduğunu söylemekteyiz.

Lafız bakımından olana gelince, biz diyoruz ki: denilmesi aslında belirsiz olduğu halde, mübtedâ olduğu için, caiz ve yerinde görülmüştür. Çünkü bu durumda bu ifâde, adeta sanki, aslı üzere terkedilmiş gibidir. Çünkü asıl olan, bu kelimenin mansûb oluşudur. Ve takdiri de, "Sana bir selâm veriyorum..." şeklindedir. ifâdesi ise, o selâmla kimlerin kastedildiğini beyân etmek için getirilmiş olan bir kelimedir. İşte bu, beyân etme işinden başka, 'ün, mana bakımından bir payı ve hissesi yoktur. Böylece de sanki, kelâm dışı kalmış gibidir. Tam ifâde ve kelâm ise ifadesidir. Bu, tıpkı senin, Zeyd'i, damın üzerinde dövdüm..." demen gibidir. Böylece, "damın üzerinde.." ifadesi, hem fiilin, hem failin dışında bir ifâde olmuş olur. Bu kelime, sırf zaafiyyet anlamında yeri bildirmek için getirilmiştir.

Durum böyle olunca, selâm ve dualar da çokça vukûbulan bir şey olunca, onlar (nahivciler) demişlerdir ki: Biz, fiil cümlesinden vazgeçip isim cümlesine dönüyoruz ve (......) için de, sözde bir pay ve hisse ayırıyor ve böylece (......) diyoruz.. Böylece de (......) ifâdesi için, zarurî bir fayda ve mana takdir edilmiş olur ki, bu da onun haber olmasıdır. "Selâm" kelimesi de, nasb halindeki gibi, nekire olarak bırakılmıştır. Bunun böyle olduğu bilindiğine göre, nasb ile okuma asıldır, merfû okuyuş ondan alınmıştır. Asi olan ise, ondan alınmış olandan, yani fer' den önce gelir. İşte böylece, asıl olan fere olana takdim edilerek, ayette (......) buyurulmuştur.

Mana bakımından olan farka gelince, bu şöyledir: İbrahim (aleyhisselâm) o meleklere en güzeliyle cevâp vermek (selâmlarını almak) istedi de ifâdesini, isim cümlesi olarak getirdi. Çünkü isim cümleleri, devamlılığı ifâde eder. Çünkü bizim "Zeyd oturdu" cümlemiz, bu manayı ihsas ettirmez. Zira fiilde, teceddüd ve yeniden var olma manası vardır. İşte bundan dolayı şayet sen, "Allah, şu anda mevcuttur" demiş olsan, akıl, bu mevcut oluşun sürekli olduğuna hükmeder. Çünkü bu ifâde teceddüdü, durup yeniden başlamayı ifâde etmez. Ama birisi kalksa da, "Allah, şu anda mevcut oldu" diyecek olsa, bahsettiğimiz sebepten dolayı akıl bunu nerdeyse kabul etmez.. Binâenaleyh o melekler, (selâm) deyince, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) "Selâmün aleyküm" demiştir ki, "Selâm devamlı olarak sizin üzerinize olsun" demektir. Bizim, ayetin bu ifâdeleri ile "Emin kılıcı, selâmete eriştirici söz..." manası kastedilmiştir dememiz halinde, aradaki fark ortaya çıkar. Çünkü onlar selâmet sahibi, emniyyet ve güvence verici bir söz söylediler de, İbrahim (aleyhisselâm) de, "selâm" dedi. Yani, "Sizin sözünüz emniyetli ama sizler tanınmayan bir topluluksunuz. Dolayısıyla, durumunuz bana karışık geldi" demektir. Yok eğer, bu ifâdelerle "sulh, barış, musalaha" manasının kastedilmiş olduğunu söylersek, -çünkü onlar, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e selâm vermişlerdir- biz deriz ki: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) bu hususta, iki şeyin arasını yani Allah'ın tarafını tazimle, Allah'ın kullarının kalbini gözetme arasını birleştirmiştir. Çünkü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), onların Allah'ın salih kullarından olduklarını bilmediği halde, bu ifâdesinin sonuna ifâdesini de ekleyerek demiş olsaydı, onların, bundan başka bir hal üzere olmaları mümkün olabilir, böylece de Resul yani Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) onlara emân vermiş, onları güvencede kılmış olurdu. Çünkü selâm, "emân" vermedir. Peygamberin emân verişi ise, onu gönderenin, yani Allah'ın emân vermesi sayılır. Böylece de Allah'ın müsaadesi olmadan, adeta Allah'ın adına hareket ederek kendi başına bu işi yapmış olurdu. İşte bu sebeple, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) âdeta şöyle demiştir: "Siz bana selâm verdiniz. Ben bekliyorum. Benim işim sulhtur. Durum ortaya çıkıncaya kadar sizinle hiçbir alıp veremediğim yoktur!" Bunun böyle oluşunun delili, "kendilerine beyinsizler laflar attığı zaman, "selâm" derler..."(Furkan, 63) ayetidir. Cenâb-ı Hak, işte bu manada Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Onlardan geç (aldırma) ve "selâm" de" (Zuhruf, 89) buyurmuş, dememiştir. Çünkü Kur'ân'da bahsi geçen seçkin kimseler, şayet cahil kimselere selâm verirlerse, bu, onlara (cahillere) ilişmenin haram oluşuna bir sebep olmaz.. Fakat şayet Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o câhillere selâm verirse bu, onlara ilişmenin haram oluşuna bir sebep teşkil eder. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Selâm, de.." buyurdu ki, bu, "Benim size karşı hareket tarzım, sulhtur. Biz size ilişmeyi, Allah emrini getirinceye kadar erteledik, bıraktık.." demektir. Ama bu ifâdeyle bizim, "Biz selâmı ulaştırıyoruz.." manasının kastedilmiş olduğunu söyleyişimize gelince, biz diyoruz ki: Onlar, "Biz sana selâmı ulaştırıyoruz" deyip de, ibrahim (aleyhisselâm) de, bunun kimden gelmiş olduğunu bilmeyince, "Selâmun..." dedi. Yani, "Eğer bu Allah'tan ise, bu O'ndandır; bu sayede benim şerefim artar. Ancak ne var ki, bana O'ndan bir selâm ulaşmıştır, benim şerefim o selâm iledir. Ben başkasının selâmıyla şerefyâb olmam.." demektir. İşte bu hususta söylenebilecek şeyler bundan ibarettir. Neyi kastettiğini en iyi bilen Allah'tır. Bu maddelerden, 1. ve 2.si itimada şayandır. Çünkü, en kuvvetlileri bu ikisidir, hem de bunlar, başkaları tarafından da söylenmiştir.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, Hûd Süresi'nde, "Ellerinin o yemeğe uzanmadığını görünce onları yadırgadı.." (Hûd, 70)

buyurunca, bu, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, onları yadırgayışı, onun onlara o buzağıyı takdim etmesinden sonra olduğunu gösterir... Burada da Cenâb-ı Hak, "Selâm" demiş. "Tanınmamış bir zümre.." buyurmuştur.

Bu Sure İle Hûd Sûresi'ndeki Kıssanın Farkı

25 ﴿