TÛR SÛRESİ

Kırkdokuz ayet olup, Mekkidir.

Bir Önceki Sûre İle Münasebet

1

Âyetin tefsiri için bak:6

2

Âyetin tefsiri için bak:6

3

Âyetin tefsiri için bak:6

4

Âyetin tefsiri için bak:6

5

Âyetin tefsiri için bak:6

6

"Andolsun "Tur"a, neşredilmiş kâğıtlar içinde yazılı kitaba, ma'mûr eve, yükseltilmiş tavana, dolan denize.."

Bu sûre, kasem ile başlaması ve her ikisinde de hasrın beyân edilmesi bakımından, bir önceki sûre ile bir uygunluk arzeder. Bu sûrenin başlangıcı, öncekinin sonuna uygun düşer. Çünkü, Önceki sûrenin sonunda, "... vay o kâfirlere" ifâdesi bulunurken bu sûrenin baş kısmında ise, (ayet. 111) "vay artık o gün yalanlayanlara..." (Tûr. 11) ifâdesi bulunurken, bu sûrenin baş kısmında bulunmaktadır. O sûrenin sonunda, azaba işaret olmak üzere, "Artık muhakkak ki o zulmedenler için (...) nasibleri vardır" buyururken, burada ise, "Rabbinin azabı hiç şüphesiz vakidir..(Tur,7) buyurulmaktadır. Ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

Tur

"et-Tûr" nedir? "Kitâb-ı mestur" nedir? Deriz ki: "et-tûr" hakkında bazı izah şekilleri vardır:

1) Tûr, maruf olan o Tûr Dağı'dır; Allah o dağda Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya konuşmuştur.

2) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın kendisi için "Sina dağı..." (Tur, 2) buyurduğu dağdır.

3) Bu, bir cins isim olup, murad, dağa yemin etmektir. Ancak ne var ki "tûr" kelimesi, tıpkı (Şuara, 63) kelimesi gibi, büyük dağı ifâde eder.

Kitab-ı Mestur

Kitâb-ı Mestûr'a gelince, yine bu konuda da birkaç izah şekli bulunur: Ma'mür eve gelince, bu konuda da bazı izahlar bulunmaktadır:

1) Bu, Musa (aleyhisselâm)'nın kitabıdır.

2) Semada bulunan kitap (levh-i mahfuz)dır.

3) Kulların amel defterleridir.

4) Kur'ân'dır. Her nasıl olursa olsun, bu kağıtlar içindedir. Biz inşâallah, Cenâb-ı Hakk'ın neşredilmiş kağıtlar içinde ifadesinin mana ve anlamını ileride açıklayacağız.

Beyt-i Mamur

1) Bu, en yüce semada, Arş'ın hemen yanında bulunan bir evdir. Onun mamur olmakla nitelenmesi, orayı tavaf eden meleklerin çokluğu sebebiyledir.

2) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Mescid-i Haramı'dır ki, o, onu tavaf eden hanlar ve orada ibadete kapananlar ile mamur olur.

3) ifâdesindeki lâm, cim içindir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, mamur evlere ve meşhur binalara kasem etmektedir,

Bahr-i Mescûr

"Yükseltilmiş tavan"a ve "Bahr-i mescûr"a gelince, buradaki (mescûr) kelimesinin, "tutuşturulmuş" anlamında olduğu, nitekim Arapça'da "Fmni tutuşturdum.." ifâdesinin kullanıldığı söylenmiştir. Yine bu ifâdenin manasının, "Suyla dolu, dalgalı deniz.." şeklinde olduğu söylendiği gibi, yine bunun, semâda bulunan bilinen bir deniz olduğu ve kendisine "Bahru'l-Hayevân-Hayat Denizi" denildiği de öne sürülmüştür.

Bunları Saymanın Hikmeti

Bu şeylerin seçilmiş olmasının hikmeti nedir? Deriz ki, bu hikmet, muhtemelen bazı şeylerden kaynaklanabilir:

1) Bu üç mekân, yani Tur dağı, Beyt-i Mamur ve Bahr-i Mescûr, üç peygambere ait olup, onlar orada Rableriyle halvet, insanlardan (geçici süre için) uzak bulunup da Rablerine yakarmak için, yalnız başlarına kalıyorlardı; Tûr'a gelince, ona, Musa (aleyhisselâm) yönelmiştir. Beyt ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'indir, Bahr-i Mescûr (dolu deniz) ise, Yunus (aleyhisselâm)'ındır. Bunlardan herbiri orada Allah'a seslenmişlerdir. Meselâ Musa (aleyhisselâm), 'İçinizden bit takım beyinsizlerin işlediği yüzünden hepimizi helak mı edeceksin? Zaten o da senin imtihanından başka bir şey değildi... Sen onunla kimi dilersen sapıklığa götürür, yine onunla kimi dilersen doğru yola iletirsin.." (Araf, 155) ve "Rabbim, (cemâlini) göster bana, seni göreyim... "(Araf, 143) demiştir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelince, o, (Beyt-i Mamûr'da) "Selâm, bize ve Allah'ın salih kullarına olsun... Ben seni, senin kendi zâtını medhettiğin gibi medhedip yüceltemem..." Buhari Ezan 148.demiştir. Yunus (aleyhisselâm)'a gelince, o, "Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben, haksızlık edenlerden oldum"(Enbiya, 87) demiştir. Böylece bu üç mekân, bu sebeplerden dolayı, şerefli olmuştur. Bundan ötürü de Cenâb-ı Hak onlara yemin etmiştir. "Kitâb"ın (Kitab-ı Mestur) zikredilmesine gelince, çünkü, peygamberlerin bu mekânlarda Allah ile konuşmaları olmuştur. Kelâm ve söz ise, kitâbda olur. Nitekim, "Kitâb-ı Mestûr"un, "Tûr"dan hemen sonra gelmesi de, kuvvetli biçimde buna delâlet eder. Çünkü Musa (aleyhisselâm)'ın, kendisine nazil olan bir mektubu (kitabı) olup, bu da Tür Dağı'nda gelmişti. "Beyt-i Mamûr"la birlikte, "Yükseltilmiş tavana gelince, bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şanının azametli ve ululuğu bilinsin diyedir.

2) Burada kasem, azabın mutlaka vâki olacağı ve onu men edecek hiçbir şeyin bulunmayacağı hakikati üzerine bina edilince; zira, Allah'ın azabından bir kurtuluşun olmayacağı; kendisinden azabı nefyetmek isteyen bir kimsenin, işte, bazı zamanlarda, zirvesi ve ucubucağı olmayan sivri ve yüksek dağlara sığınarak (kendisini) korumaya çalışacağı düşünülebileceğinden, Cenâb-ı Hak, bu dağlara sığınmanın da Allah'ın emri karşısında hiçbir fayda sağlamayacağını beyan etmiştir. Nitekim, Nûh (aleyhisselâm) kıssasında yapılan nakilde, Nûh (aleyhisselâm)'un oğlu şöyle diyordu: "Bir dağa sığınırım, o beni sudan korur.." dedi. (oysaki) Bu gün, Allah'ın emrinden, hiçbir koruyucu yoktur.." (Hüd, 43).

Nekire Bazan Bilinen İçin Olur

Kitab kelimesinin nekire getirilip de, diğer kelimelerin marife getirilmesinin hikmeti nedir? Biz deriz ki: Aynı cinsten benzer şeylerle karışabilecek olan şeylerdeki muhtemel belirsizlik ve gizlilik, kelime lâm ile marife yapılarak giderilir. Meselâ, "Emiri gördüm; Vezirin huzuruna girdim" denilir. Ama emir, şöhreti dolayısıyla başkalarıyla karıştırılmayacak bir derece ve tanınmıştık mertebesine ulaşınca, kişi de onu bir ululuk ve azamet niteliğiyle vasfetmek isterse, o zaman "Bu gün öyle bir emir gördüm ki, benzeri yok... Oturuyor idi.. Üzerinde, hükümdarların alâmeti bulunuyordu.." dersin. Oysa ki sen, o malûm olan ve bilinen emiri kastediyorsundur.. Bunun sebebi şudur: Sen, kelimeyi nekire getirmek suretiyle, onun, bilinme sınırlarının dışına çıktığına ve artık, bizzat azametin künhüyle maruf ve tanınır hale geldiğine işaret ediyorsun.. O zaman bu, Cenâb-ı Hakk'ın "O hak olan (kıyamet), nedir o hak olan (kıyamet) onu sana hangi şey bildirdi?.."Hakka, ifâdesi gibi olmuş olur. Çünkü (......) kelimesindeki lâm, her ne kadar marifelik lamı ise de, ancak ne var ki, onun dehşetinin belli olmaması onu, marifelik halinin dışına çıkarmıştır. İşte burda da böyledir; Tür şöhret itibariyle nekire getirilmesi halinde karışıklıktan emin plunylacak bir konumda değildir (onun için marife getirilmiştir). Beyt-i Mamur da böyledir. Kitaba gelince, şüphesiz ki o, diğer kitaplardan ayrılıp temayüz etmiştir; şöyleki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu telaffuz buyurduğunda, kitâb lafzından dinleyenlerin zihnine ancak o kitâb gelmektedir.. Böylece, karışıklıktan emin olunup, lâm zikredilsin da zikredilmesin, marifelik halinin faydası hasıl olunca, Cenâb-ı Hak bir başkasına yönelmiştir ki, bu da, "kitâb" kelimesinin nekire olarak zikredilmesidir. Diğer nesnelerde, marifelik halinin temin ettiği fayda ancak tarîf edatı (elif-lâm) ile ek edilince, Cenâb-ı Hak bunu kullanmıştır ki, bu, buradaki "Kitâb" sözü ile Kur'ân'ın kastedildiğini teyit eder. Meşhur olduğu için, buradaki "kitâb" sözüyle Levh-i Mahfuz da kastedilmiş olabilir.

Rakk-i Menşur

Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesini zikretmesinin hikmeti nedir? Çünkü, "Kitâb"ın azameti, onun, yazısı ve yaprağı ile değil, lafzı ile manası ile meydana gelir. Biz deriz ki: Bu, yine, işin çok açık olduğuna bir işarettir. Bu böyledir, zira durulmuş bir kitabta ne olduğu bilinmez.. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "O, neşredilmiş kâğıtlar içindedir. Yoksa, durulmuş kitablar gibi değildir.." buyurmuştur. Buna göre, bu ifâdeyle Levh-i Mahfuz kastedilmiş olup, bu, "O, sizin için açılmıştır, yayılmıştır. Hiç kimse sizi, onu mütalâa etmekten alıkoymaz.." anlamındadır.

Şayet şimdi biz, "Bu ifadeyle, herkesin amel kitabı, (defteri) kastedilmiştir" dersek, "kitâb" kelimesinin nekire oluşu, o herkesin kitabının, bizatihî bilinmeyişinden; (......) ifâdelerinin nekire getirilişi ise, onun vasfını beyândan dolayıdır. Nitekim, Cenâb-ı Hak, bu hususu beyan için, ".. neşredilmiş olarak kendisine kavuşacak..." (İsra, 13) buyurmuştur Bu böyledir, çünkü, tanınmayan bir şey, tavsif edildiği zaman, mahfe olmaya daha çok yaklaşmış olur.

Beşinci Mesele

Cenâb-ı Hak, bazı sûrelerde, çoğul lafızları ile yemin etmiştir. Meselâ bu, Cenâb-ı Hakk'ın, (zâriyat, 1), (Mürselât, 1) (Zariyat, 1) ifâdelerinde böyledir. Bazı sûrelerde de, müfret lafızlarla yemin etmiştir. Bu, işte bu sûrede böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hak, demiş de, buyurmamıştır. özellikle biz, buradaki "Tûr" kelimesiyle, tıpkı (Şuara, 63) ifâdesinde olduğu gibi, büyük bir dağın kastedildiğini söylersek... Cenâb-ı Hak bu hususu "ve onların üzerine Tûr'u yükselttik... "(Nisa, 154) ayetinde de böyle getirmiştir. Yani, "dağı kaldırdık.." demektir. Binâenaleyh, bazan çoğula bazan tekile yemin edişinin hikmeti nedir? Biz deriz ki: Çoğullar da onların pek çoğunda Cenâb-ı Hak, hareket edenlere yemin etmiştir. Tıpkı bir rüzgâr da, devamlı aynı kalan ve sabit olan bir şey değildir ki, ona yemin edilebilsin.. Tam aksine, tek bir rüzgâr da, tek başına değişen ve çeşitleriyle devam edip giden bir şeydir. O halde, bunlardan elde edilmek istenen maksat, ancak, tebeddül ve değişme ile elde edilir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, hep aynı kalan, sabit birşeye değil de, devam eden türlere ve çeşitlere işaret etmek için, buyurmuştur. Ama, "dağ"a gelince, bu sabittir, değişimi çok azdır. Dağ, yıllarca, asırlarca, aynen kalır devam edip gider. Dolayısıyla, Cenab-ı Hak, dağlara yemin ederken, tekil siga ile yemin etmiştir. (en-necmu- yıldız) ve (er-rîh- rüzgâr) kelimeleri de böyledir. Bunlara kasem edildiği pek maruf değildir, ama Tur'a kasem edildiği ise varittir.

Rabbin Azabı Önlenemez

7

Âyetin tefsiri için bak:8

8

"Ki, Rabbinin azabı hiç şüphesiz inecektir. Onu önleyecek de yoktur".

Bu ifâdeler, kasemin konusuna bir işarettir. Bu ifâdelerle ilgili olarak şöyle birkaç bahis bulunmaktadır:

İnne ve Leyse Edatları

Birinci Bahis: Bu bahis, öl harfiyle ilgili olup; bu hususta şöyle birkaç makam (mukaddime) vardır.

Birinci Makam: (inne), ismini nasb, haberini de ret' eder. Bunun sebebi, (......)'nin, hem lafzî, hem de mana bakımından, fiile benzemesidir. Lafız bakımından benzeyişi, sonunun fetha oluşu, isimlerin başına gelişi ve nasbettiği kelimenin de, kalıbında oluşundan dolayıdır. Mana bakımından olan benzerliğe gelince, biz diyoruz ki: Biz ki, müsbet (olumlu) cümleler, olumsuz cümlelerden öncedirler. İşte bundan ötürü, cümlenin olumlu olduğuna delâlet eden bir harfe (olumlu cümlelerde) ihtiyaç duyulmamıştır. Binâenaleyh, meselâ Arablar, "Zeyd gidicidir..." dediklerinde, bundan, Zeyd'in gidici olduğunun kastedildiği anlaşılır. Ama, olumsuz cümleler, olumludan sonra geldikleri için, kendilerine, onları, asıl olan şeyden, yani o müsbet halinden farklı kılacak bir harf ilâve edilir de, meselâ, "Zeyd, gidici değildir.." denilir. Böylece de, "Zeyd, gidici değildir" cümlesi bir kimsenin, "Zeyd, gidicidir" sözünden sonra olmuş olur. Sonra, bir kimsenin, "Muhakkak ki Zeyd gidicidir" şeklindeki sözü, yine o kimsenin, "Zeyd gidici değildir" sözünden istinbât edilerek söylenmiştir. Bu cümleleri vaz eden kimse, adeta, ilk önce, müsbet (olumlu) cümle olarak, "Zeyd gidicidir" ifâdesini vaz etmiş; bunu olumsuz yaparken de, o müsbet şeklini değiştiren şeye ihtiyaç duymuş da, onu, o şeklini değiştiren lafız ile getirmiştir ki, bu da, bir bakıma fiil sayılır. Çünkü sen, bazan o fiilin yerine olumsuz koyabilirsin. İşte bundan dolayı, "Sen olmadın, değilsin" "değiller" şeklinde ifâde edilmiş de, böylece bunların sonuna fail zamiri getirilmiştir. Şimdi şayet, fiil olmasaydı, bu yapılmazdı. Daha sonra bu kimse, "Zeyd, gidici değildir" ifâdesinin mukabilinde, nasıl ki olumsuz cümlelerde, olumsuzluğu ifâde eden bir edat getiriliyor ise, olumlu cümlelerde de, olumluluğu ifâde eden bir harf getirerek, meselâ "Muhakkak ki Zeyd, gidicidir" demiş ama, (......)'nin fiil olduğunu kasdetmemiştir. Çünkü, kendisinde fiil manası, yani değiştirme, tağyir etme manası bulunduğu için, fiile benzemiştir. Çünkü cümleyi, aslı olan müsbet oluştan, olumsuzluğa çevirir, değiştirir ve tağyir eder. Ama İnne cümleyi değiştirmez. Böylece de o cümle, olduğu müsbet şekil üzere kalıverir. Böylece de Inne, fiile benzeyene, yani (......)'ye benzemiş olur. Nahivcilerin, için, "Bunlar, fiile benzeyen harflerdir.." dedikleri şey, işte budur.

Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki, (......)'nin faile benzeyen bir ismi, mef'ûl gibi de bir haberi olduğu ve sen "Zeyd, kerim olarak geceledi" dediğin gibi, ref ve nasb ile, "Zeyd, kınanmış değildir..." dersin. Aynen bunun gibi, (......)'nin de bir ismi ve bir de haberi vardır. Ne var ki, (......)'nin ismi (......)'nin ismine; haberi de onun haberine testir. Çünkü, (......)'nin ismi, mansûb; haberi ise, merfûdur. Zira, (......), asl olanın aksine ilâve edilen bir harf olup zira ancak, herhangi bir harf olmaksızın elde edilen aynı müsbet manâyı ifâde etmektedir-, (......)de, asla ziyâde bir kelime olunca, çünkü (......) de, aslı değiştiren bir edattır ve olmadığında maksat da hasıl olmayınca (......) kelimesi hakkında, merfû ve mansûb, aslı üzere bırakılmıştır. Çünkü asl olan, failin önce getirilmesidir. (İşte bundan dolayı (......)'nin ismi önce getirilmiştir). (......)'de ise bu husus, asl olanın aksine yapılmış ve mef'ûle benzeyen kısım, faile benzeyen kısımdan, takdim gerekli olarak takdim edilmiştir. Dolayısıyla da, denilmesi caiz olması halinde, (......)'de ise, tıpkı fiilde olduğu gibi, haberini İsmine takdim ederek, (......) denilebilir. Çünkü (......) fiildir.

İkinci Makam: Peki, bu elif-nûn maddesi niçin, bazen meksûr, bazan da meftun olabiliyor? Biz diyoruz ki, elif-nûn maddesinde asıl olan husus, onun meksûr oluşudur. Meftûh oluşu ise, geçici bir sebepten dolayıdır. Bu söylediğimiz şey, her ne kadar zahiren, nahivcilerin görüşüne ters düşse bile, ama ne var ki, gerçekte bu böyledir.

Üçüncü Makam: Peki, niçin meftûh olana değil de, meksûr olanın haberinin başına lâm geliyor? Biz deriz ki, biraz önce, belirtildiği gibi, bir kimsenin, "Zeyd gidicidir" şeklindeki sözü, asıldır. Çünkü, esasen haber verilme ihtiyacı duyulan şeyler, müsbet olan cümlelerdir. Çünkü, değişiklik, (eğer olursa), burada olacaktır. Ama, yokluklar, olumsuzlukar, asılları üzere sürüp gitmektedir. İşte bundan dolayı, "Eyşâda aslolan bekadır; onun sürüp gitmesidir, değişikliğe uğramamasıdır.." denilmiştir. Daha sonra, bu sözü duyan kimse, bazan, bunu reddetme ihtiyacını duyar da, meselâ, "Zeyd, gidici değildir" der. Bunun, üzerine karşı taraf, "Muhakkak Zeyd, gidicidir" der. Bunun üzerine beriki, yine karşı tarafa bir reddiyede bulunarak, karşı çıkarak, "Zeyd, elbette gidici değildir" der Derken, söze ilk başlayan kimse, buna da reddiyede bulunarak, "Muhakkak ki Zeyd, elbette gidicidir." enne, 'nin makabili olan bir kelime olmayıp, meksûr olan inneden dallanan (çıkan) bir kelimedir.

Rab Lafzındaki İncelik

İkinci Bahis: Ayetteki, "Rabbinin azabı..." ifâdesinde şöyle çok kıymetli bir incelik vardır: Şayet Cenâb-ı Hak, "Allah'ın azabı gelecek, inecektir.." demiş olsaydı, "Allah" kelimesi, azamet ve heybeti ifâde eden bir kelime olduğu için, mü'minler, hatta Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bile, bu azabın kendilerini de gelip bulacağından endişe ederlerdi. Çünkü Allah, tek bir şey şöyle dursun, âlemin tamamından müstağnidir. Böylece Allah, peygamberini, (derken mü'minleri), "Rabbinin" demek suretiyle, emniyet içinde bıraktı.. Zira Peygamber, "Rabb" lafzını duyduğunda emin olur.

Üçüncü Bahis: Ayetteki, (......) kelimesinde, o azabın, çetin ve şiddetli olacağına bir işaret vardır. Çünkü, (......) kelimesi de (......) kelimesi de, aynı köktendir, ama lafzı olacak olan şeyin şiddetine daha fazla delâlet etmektedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onu önleyecek de yoktur" buyurmuştur. Bu husustaki incelememiz, (Fussilet, 46) ayetinin tefsirinde geçmişti.

Biz, biraz önce, ayetteki, "Tûr, Beyt-i Mamur ve Bahr-i Mescûr" kelimelerinde, hiçbir savuşturucunun olamayacağına bir delâlet olduğunu söylemiştik. Çünkü, kendinden azabı def etmeye çalışan kimse, bazan dağın tepesine, bazan da denizin derinliklerine sığınmakla def etmeye çalışır. Halbuki, bu da fayda vermez.. Tam aksine yükseltilmiş tavana ulaşmak, Beyt-i Mamura girmek dahi bu azabı savuşturmayacaktır.

9

Âyetin tefsiri için bak:10

10

"O gün, gök sallanıp çalkalanır, dağlar (yerinden kopup) yürür...".

Bu ifadelerle ilgili olarak birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ayetin başındaki (......) kelimesini ne nasbetmiştir? Biz derizki, yaygın olan şey; bunu nasbedenin, (......) kelimesinin delâlet ettiği fiil olup, kelamın takdiri, "O azâb, semânın çalkalandığı günde vâki olacaktır.." şeklindedir. Ben öyle sanıyorum ki, bunu nasbeden, ifâdesinin delâlet ettiği fiildir.. Ben böyle diyorum, zira bu izahımıza göre meydana gelecek olan o azabın, işte o günde meydana gelmesi gerekir. Ancak ne var ki, kendisi ile korkutmanın sağlandığı azâb, haşrden sonra olandır. Göklerin çalkalanması ise, haşrden öncedir. Biz bunun manasının, "Gökler çalkalandığı günde o azabı def edecek yoktur" şeklinde olduğunu söylersek, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat hışmımızı gördükleri zaman imanları faide verecek değildir" (Mümin, 85) ifâdesinin anlamında olmuş olur. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, "o günde onun için, bunu savuşturacak hiç kimse yoktur. O gün de, göklerin, gözleriniz önünde çalkalandığı, dağların yürüdüğü ve sizlerin, buna hiçbir şeyin fayda vermeyeceğini ve hiçbir şeyin bunun savuştu ram ayacağını kesinkes anladığınız gündür..." demek istemiştir.

Göğûn Dalgalanması

"Semânın mevr"i ne demektir? Deriz ki: Semânın (göğün) yerinden, dalgalanarak, çalkalanarak çıkması demektir. Felsefecilerin ileri sürdüğü şeyin zayıflığını, sen defalarca anlamıştın. Hak teâlâ'nın "Dağlar (yerinden kopup) yürür" ifadesi, felsefecilerin görüşlerinin aksine delâlet eder. Çünkü felsefeciler, büyük bir dağın yerinden çıkabileceği hususunda birlik içindedirler. Nasıl böyle olmasın ki, çünkü onlar, yerin, içindeki dağlarla birlikte, yer altında toptenan bir buhar ile sarsıldığını ve o buharın yeri hareket ettirdiğini söylemektedirler. Durum böyle olunca, biz diyoruz ki: Gök, "semi'inden çıkarılmak suretiyle, haraketi kabul edebilir. Dağ ise, hareketsizdir, tabiatı, hareketsiz olmayı iktiza eder. Şimdi tabiatının aksine olmasına rağmen, bir madde o haraketi kabul ediyorsa, karakterine uygun olduğu halde başka bir kütle, bu hareketi haydi haydi kabul eder. O halde, o felsefecilerin "Dairesel harekete kabil olan cisim, müstakim hareketi kabul etmez" şeklindeki görüşleri son derece tutarsızdır. Ayetteki "mevren" lafzı, şöyle yüce bir manayı da ifade etmektedir: "Dağlar yürür" ayetinin, göğün nasıl çalkalandığını ortaya koyan bir ifade olması muhtemeldir. Çünkü dağlar hareket edip, dağların üzerinde oturanlar da hareket edince, gök, dağların hareketinin aksi istikamette, bir gezegen olarak gözükebilir. Bu tıpkı, gemiye binen kimsenin, duran dağı hareket eder gibi görmesine benzer. Bu sebeple birisi şöyle diyebilir: Gök, çıplak gözle, tıpkı gemiye binen kimsenin gemi hareket ederken, ayı hareket ediyor olarak görmesi gibi, çıplak gözüyle dağların hareketinden ötürü, göğün dalgalandığını söyleyebilir. Gök dalgalanıp-çalkalandığında da böyledir. Dolayısıyla ne gökte, ne de yerde, ne bir kaçacak yer, ne de sığınacak bir yer vardır.

Üçüncü Mesele

Göğün çalkalanmasının ve dağların yürümesinin sebebi nedir? Deriz ki: Bunun sebebi, Allah'ın kudretidir. Bunun hikmetine gelince, bu da, artık bir daha dünyaya dönüşün olamaycağını bildirip, anlatmadır. Çünkü yer, dağ, gök ve yıldızların hepsi, dünyanın ma'mur olması ve insanların bunlardan istifade etmesi içindir. Binâenaleyh artık İnsanların dünyaya yeniden dönüşleri söz konusu olamayacağına göre, bunlarda herhangi bir fayda kalmamıştır, dolayısıyla Allahü teâlâ bunları yoketmiştir.

Dördüncü Mesele

Eğer birisi, "Sen, zamanla ilgili bir açıklamada bulunacağım, dolayısıyla da insanın bundan, hem lafız, hem de mana bakımından bir takım, neticeler çıkarmasını va'detmiştin. İşte burası yeridir. Çünkü fiile zamandan başka birşey muzaaf olmaz ve mesela "Falancanın çıktığı gün...", "Falancanın girdiği zaman..." denilir. Allah Tealâ, "Doğrulara (doğruluklarının) fayda verdiği gün..." (Maide, 119) "Göğün sallanıp çalkalandığı gün.." ve "(Allah'ın), gökleri ve yeri yarattığı gün.." buyurmuştur. Aynen bunun gibi, zaman (zarfı) cümleye de muzaf olur. Öyleyse bunun sebebi nedir? Diyoruz ki: Mekânlar, eşyanın zarfı olduğu ve herbir şeyin de ancak bir mekanda bulunması gibi, zaman da fiillerin ve arazların (sıfatların) zarfıdır ki bunlar ancak bir zaman içinde olurlar. İşte bu iki hususta pek çok kimse şaşırmış, yanılmıştır ve şöyle demişlerdir: "Eğer mekân bir cevher (varlık) olsaydı, onun içinde bir başka mekan olurdu ve bu iş sürüp giderdi. Eğer o, araz (sıfat) olsaydı, araz için de mutlaka bir cevherin olması, cevher içinde mutlaka bir mekanın bulunması gerekirdi. Böylece ya devr-i fasit, veya teselsül gerekirdi. Yok eğer mekân, ne cevher, ne de araz ise, bu durumda cevher, ya varlığı olmayan bir şeyde, yahut da kendisine işaret edilemeyen bir şeyde olurdu. Halbuki bu da olamaz." Yine onlar, zaman hakkında da şöyle demişlerdir: Eğer zaman yenilenmeyen birşey olsaydı, bu durumda zaman, sürüp giden şeyter gibi olurdu ki artık zaman içinde, mazî ve istikbâl diye birşey tesbit edilemezdi. Yok eğer yenilenen bir şey olursa ve her yenilenen de bir zaman içinde olacağına göre, o zaman, bunun için de başka bir zaman söz konusu olurdu ki bu durumda teselsül olurdu."

Ayrıca, felsefeciler, zamanlar hususunda, teselsülü üstlenmiş ve bu görüşleri sebebiyle de, âlemin kadîm oluğu neticesine varmışlardır. Aynı topluluk, mekânlar hususunda, teselsülü kabul etmemiş ve herhangibir ayırıcı özelliği tesbit etmeden, zamanla mekânı birbirinden ayırmışlardır, Bir başka topluluk da hem zaman, hem de mekân hususlarında, teselsülün olabileceği görüşünü benimsemiş ve âlemin kadîm, zamanın sınırsız ve boyutların nihayetsiz olduğunu söylemişlerdir. Bu ikinci grup, bu iki meselede de, her nekadar bize muhalefet etmişler; felsefeciler de bu iki meseleden birinde bizimle aynı görüşü paylaşıp, diğerinde bize muhalefet etmişler ise de bunlar, vehm yoluna girmişler ve kendileri üzerinde, zamanlar hususunda üstlenme yolu bırakmamışlardır.

İmdi eğer, "İlk yenilenenden önce ne vardı?" denilirse, deriz ki: "Allah'dan önce hiçbir şey yoktur demek" O'nun ademi, kendisinden öncedir" Zira bizim, "Ondan önce hiçbirşey yoktu" şeklindeki sözümüz, senin "Ondan önce yokluğu vardır" şeklindeki sözünden daha geneldir. Çünkü biz, meselâ "Âdem'den önce bin başlı hayvan yoktu" dersek, doğru söylemiş oluruz. Bu sözden bizim ya, "Âdem, bin baş hayvandan öncedir", yahut da, "Bin baş hayvan Âdem'den sonradır" şeklindeki sözümüzün doğruluğu neticesi çıkmaz. Zira o hayvanlar, hem ondan önce, hem de sonra yokturlar ve ezel-ebed açısından varlık âlemine girmemişlerdir. İşte bizim söylediğimiz de böyledir. Buna göre eğer, "Bu doğru olmaz. Çünkü Allahü teâlâ, mevcut şey olup, âlemden öncedir" denilirse, deriz ki: "İlk yenilenenden önce hiçbirşey-yoktu" şeklindeki sözümüzün manası, "zaman açısından, ondan önce hiçbirşey yoktu" şeklindedir. Allah'dan önce zaman yoktur. Çünkü Allah var iken zaman yoktu. Zaman ilk yenilenen varlık olmuştur."

Buna göre eğer, "Allah'ın, kendisi dışında kalan herşeyden önce olması" ne demektir?" denilirse, deriz ki: Bunun manası, "Başka birşey yokken Allah vardı" demektir. Sizin ileri sürdüğünüz şey, birşeyi yine kendisiyle isbât etmektir. O şey ise ancak, isbat edilmesini istediğiniz şeyle sabit olur" diye itiraz edilemez. Çünkü zamanın başlangıcı, sizin maksadınızdır. Bu ise ilk yenilenene varıp dayanan husustur. Halbuki münakaşa, yenilenen hakkındadır. Çünkü hasmınıza göre, varlık âleminde ilk yenilenen diye birşey yoktur. Aksine her yenilenenden önce, bir yenilenen var" denilemez. Çünkü diyoruz ki: Biz bunu bir delil olarak zikretmedik, ancak bir mecburiyyetin olmadığını ve "Eşyanın (alemin) hadis olduğunu, buudların sonlu olup, lazım ve ilzamı kabul etmemiz halinde bizim aleyhimize birşey terettüb etmediğini beyan etmek için zikrettik. Böylece ilk söz kabul edilmiş olur.

Sonra o yine bir ihtiyaç hisseder ve: "Sen, bizim için, ilk yenilenenin var olduğunu söylemedin mi? Bunu dediğin gibi, onun yok olacağını da söyle" der. Deriz ki: Hayır, ondan önce zaman denen birşey yoktu. Böylece bu, genel manada bir olumsuzluk olur. Bu da, misalimizde de bahsettiğimiz gibi, zamanın yokluğundan ötürü böyle olmuştur. Bunu iyice kavradığın zaman, zaman bazan bir arazla bitlikte, bazan da bir arazdan sonra var olmuş olur. Çünkü bizim bu günümüz ve diğer günlerin hepsi, ilk yenilenen ile seçilmiş olur. İlk yenilenen ile birlikte var olan bir zaman vardır.

Zaman ve mekân ifadelerinin, bazı anlayışlara nisbetle, müşkil ve kapalı bir durum olduğunu anladığına göre, bu zaman ve mekân ifadelen, sıfatla veya izafetle bilinebilir. Çünkü meselâ, "Çocuk, köle" dediğinde, bunun kime ait olduğu anlaşılmaz. Ama, onu sıfatla zikredip, yahut muzaaf kılıp, "Küçük köle, büyük köle", yahut "Beyaz köle, siyah köle" dediğinde, bu, anlaşılmaya yaklaşmış olur. Aynen bunun gibi, "Zeyd'in kölesi" dediğin zaman, bu da, anlaşılması kolay birşey olur. Ama zamanın bilinmesine dair bir gereklilik yoktur. O şey, ancak kendisine mahsus şeylerle bilinebilir. Çünkü sen, mesela, "insanda mevcut hayvan var" dediğinde, bunu anlayıştan uzaklaştırmış olursun. Fakat "insan boyu poşu yerinde bir canlıdır" dediğin zaman, bunu anlaşılmaya yaklaştırmış olursun. O halde zaman da, kendisine mahsus şey ile belirtilmelidir. Çünkü mâzîfiil, müstakbel fiil ve hal fiil, zamanla ilgili ifadelerdir. Masdarda ise, mutlak zaman manası mevcuttur. Binâenaleyh sen, "çıkma zamanı" dediğinde, bu girme ve benzeri şeylerin zamanından ayrılmış olur. Ama "Çıktığı gün" dediğinde, bu "çıkma zamanı günü" şeklindeki sözünün ifade ettiği manayı ifade etmekle birlikte, danasını da ifade etmiştir. Bu da, bunun ifâdesinden de ayrı olduğunu ifade etmesidir. O halde, daha fazla temyiz kabiliyeti olan şeye muzâf kılmak daha evlâdır. Meselâ, "Adamın kölesi" demen durumunda, bu köleyi, "kadının kölesinden" ayırdetmen gibidir. Ama birinci ifade yerine, "Zeyd'in kölesi" demiş olsaydın, daha açık söylemiş olurdun ve bu daha güzel olurdu.

İşte aynen bunun gibi, o günün hangi gün olduğunu iyice belirtmek için demen, "huruç günü" demenden daha iyidir. Bu açıklamamızdan şu netice ortaya çıkmaktadır: Zaman, fiile muzâf olur, başkası olmaz. Çünkü zaman fiile mahsustur, başkası değildir, "Onun oturduğu yere otur" ifadendeki mekân zarfı olan "haysü" müstesna.. Çünkü bu, cümleye muzaf olur. Çünkü mekân zarfı, zaman zarfına benzer. Cümlelere gelince, bu ancak cümlenin fiil manasını taşıması vasıtasıyla sahih olabilir. Dolayısıyla da ne de denilemez.

Lafzî inceliklerden birisi de, (......) kelimesinin, "zaman" ile kullanılır olmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kaçış zamanı değildi..." (Sad, 3) buyurmuştur. Arapça'da, "(O adam) kötü adam oldu" şeklinde kutlanılmaz. Bu böyledir, zira zaman, hep yenilenmektedir. Yok oluştan sonra başka hayat katmaz. Ama, her hareketten sonra, başka bir hareket ve her zamandan sonra bir zaman söz konusudur. Cenâb-ı Hak, işte bu hususa, "Her günde O bir şe'ndedir, iştedir" (Rahman, 29) ayetiyle işaret etmiştir. Yani, O, yaratmazdan önce hiçbir şey yaratmamıştır, ancak ne var ki, O, yarattıktan sonra her zaman ve sırasıyla yaratır.. Binâenaleyh, bizim yaşantımızdan sonra ölüm vardır, Ölümümüzden sonra hayat vardır. Hayatımızdan sonra hesap vardır, hesabımızdan sonra da, ya devamlı mükâfaat, ya da ayrılmaz bir ceza vardır. O halde bu demektir ki Allah, fiilde bulunmayı, iş yapmayı asla bırakmaz. Zaman, olumsuzluktan uzak katınca, olumsuzluk harfine de bir ilâvede bulunulmuş getirilmiştir.

Buna göre şayet, "Allahü teâlâ, yok olmaktan külliyyen uzaktır. Binâenaleyh, buradaki (......) kelimesine (......)'nın, bitişmemesi gerekirdi" denilirse, biz deriz ki ifâdesinde tevîl vardır. İşte bundan dolayı, bahsettiğiniz şey söz konusu olmaz. Bu tevîl de şudur: 'ye benzeyen, olup, ayetin takdiri, "Zaman, kaçış zamanı değildir" şeklinde olup, bu, gayet meşhurdur. İşte bundan dolayı, bu kelime "gece" ve "gündüz" kelimeleriyle değil, "hîn" kelimesiyle kullanılır olmuştur. Çünkü "hîn", gece ve gündüzden daha süreklidir. O halde bu demektir ki, gece ve gündüz bazen olmayabilir, ama "hîn" (zaman, süre) hep vardır..

Dini Yalanlayanların Akıbeti

11

Âyetin tefsiri için bak:12

12

'Vay artık o gün, (Peygamberleri) yalanlayanlara. Ki onlar, daldıkları batıl içinde oyalanıp duranlardır.."

Bu, "Allah'ın azabının mutlaka geleceğini ve onu def edecek hiçbir güç ve kuvvetin olmayacağını bildiklerine göre, vay o yalanlayanların haline..." demektir. Bu izaha göre buradaki fâ, manayı birleştirmek için getirilmiş bir ifâde olup, bu da, mü'minlerin bir emn ü emân içinde olacaklarını bildirmesidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Rabbinin azabı mutlaka gelecektir" (Tur, 7) buyurunca, bunun, kimin başına geleceğini beyan etmemiştir. Şimdi, "Vay artık o gün, (peygamberleri) yalanlayanlara..." deyince, bu azabın kime tahsiss edilmiş olduğu anlaşıldı ki, bu da, yalanlayanlardır. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesela: Sen, "Vay artık o gün, (peygamberleri) yalanlayanlara..." ifâdesinin, o azabın kime ineceğini ve kime geleceğini beyân eden bir ifâde olduğunu söyledin. Binâenaleyh, yalanlamayanlar, azâb olunmayacak demektir. Buna göre, büyük günah sahipleri, azâb olunmayacaklar, demektir, zira bunlar tekzîb etmemişlerdir. (Ne dersiniz?).

Cevap: Biz deriz ki: O azâb, büyük günah sahiplerinin başına gelmeyecektir. Bu husus, Cenâb-ı Hakk'ın, tıpkı, "her güruh, içine atıldıkça kendilerine bekçileri sordular: "Size, (bu), azâb ile korkutan (bir peygamber) gelmedi mi? Onlar, "Evet, dediler, gerçek bize, azâb ile korkutan peygamber gelmiştir. Fakat biz, (onları) yalanladık..."(Mülk, 8-9) ayetlerinde bahsedildiği gibidir.

İmdi biz diyoruz ki, mü'min, o cehenneme hor ve hakir edilmek için atılmayacaktır. O oraya, bir çeşit İkramla birlikte, temizlenmesi için sokulacaktır. İşte, aynen bunun gibi, "Veyl", yalanlayanlara aittir. Çünkü "veyl", şiddet ifâde eden bir kelimedir. Zira, vav, yâ ve lâm harflerinin meydana getirdiği terkip, hemen hemen daima şiddet manasını ifâde eder. "Savuşturma ve kuvvetli olma" manalarına gelen (......) kelimesi de ifâdesi de böyledir. "Velî, sözünde de, kendisine velayet edilene karşı bir kuvvet ve güç bulunmaktadır. Bunun böyle olduğunun delili, Cenâb-ı Hakkın,

"O gün onlar cehennem ateşine itilip kakılırlar" (Tur, 13) ayetidir. Çünkü, yalanlayan, cehenneme itilip kakılacaktır. Halbuki, tasdik eden, böyle değil; o itilmeyecektir.

Biz, nekire bir kelimenin, mübtedâ olabileceğini, daha önce zikretmiştik. Dolayısıyla ayetteki (......) kelimesi, nekire olduğu halde, mübtedâdır. Çünkü bu ifâde, mansub takdirindedir. Çünkü, bu, bir bedduadır. Bunun, mansûb takdirinde oluşunun izahı, (Zariyat, 25) ayetinin tefsirinde geçmişti. Havd kelimesi, bizzat Kur'ân'ın kullanışında, bâtıla dalma anlamına tahsis edilmiştir. İşte bundan dolayı ayette "Sizler de, dalanların daldıkları gibi daldınız" (Tevbe, 69) ve "Biz de dalanlarla beraber dalardık" (Müddessir, 45) varid olmuştur. Bu ifâdede, (......) kelimesinin nekire getirilmesi hususunda, şu muhtemel İki izah yapılabilir:

a) Bu nekirelik, çokluk ifâde etmek içindir. Yani, "Büyük, tam olan bir dâima., içindedirler" demektir.

b) Bu kelimenin sonundaki tenvîn, muzâfun ileyh'ten bedeldir. Bu, meselâ, Cenâb-ı Hakk'ın, (Tevbe, 10) ve (Hûd,111) ve (......) ifâdelerindeki tenvinler gibidir. Onların dalmalarının temeli, onların yaptıkları bilinen hususlardır. O halde, ifâdesi, kendinden önce geçen "yalanlayanlar" ifâdesini, başkalarından ayırdedecek bir nitelik değildir. Bu, sırf zem için getirilmiş olan bir vasıf olup, tıpkı senin, "Racîm olan şeytandan sığınırım.." deyip de, buradaki "racîm" sıfatıyla bu şeytanı "racîm" olmayan şeytandan ayırdetmeyi kasdetmeyişin gibidir. Ama senin "Âtim adama ikram ediyorum.." demen böyle değildir. O halde, şeytanı "racîm" olarak tavsif etmek, onu tanıtmak için değil de, onu kınamak ve zemmetmek içindir. Medh konusunda da sen, meselâ, "Yaratan Allah; büyük Allah.." gibi ifâdeler kullanırsın.. Bu ifâdelerdeki sıfatlar, sırf medh için getirilmiş sıfatlar olup, Allah'ı, yaratmayan İlâhtan veyahutta büyük olmayan ilâhtan ayırdetmek ve seçmek için değildir. Çünkü, Allah tek'tir, başkası yoktur.

Cehenneme İtilenler

13

"O gün, onlar, cehennem ateşine itilip kakılırlar..".

Bu ayette ilgili, lafzi ve manevî olmak özere, birkaç bahis vardır: Lafzî olanına gelince, bu hususta birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ayetin başındaki (......) kelimesi ne ile mansûb olmuştur? Biz diyoruz ki: Görünen odur ki, bu kelime, hemen kendisinden sonra gelen ifâde ile mansub olup, bunun delili, Bu ateş (Tûr, 14) ifadesidir. Takdiri de, "Onlar, itilip kakıldıkları gün, onlara, "İste bu, kendisini yalanlayageldiğiniz ateştir", denilir, (......) şeklindedir.

Bu husustaki muhtemel bir izah da şudur: Bu ayetin başındaki (......) kelimesi, (Tur, 11) kelimesindeki den bedel olup, takdiri, "O yalanlayanların cehenneme itilip kakıldıkları günde, işte o günde, yalanlayanların vay haline..." şeklindedir. Bu böyledir, zira ifâdesinin manası, "Azabın tahakkuk ettiği gün..." şeklindedir o günde, yalanlayıcılırn cehenneme itilip kakıldıkları gündür.

İkinci Mesele

(......) ifâdesi, cehennem ateşinin çok müthiş ve dehşetli olduğuna delâlet eder. Çünkü cehennem bekçileri oraya yaklaşamaztar; cehennemlikleri cehenneme uzaktan iterler, onları oraya atarlar, ama kendileri oraya yaklaşamazlar.

Üçüncü Mesele

(......) kelimesi, mef'ûl-i mutlak olan bir masdardır. Ben, masdarların zikrediliş hikmetlerinden bahsetmiştim. Bu da, buradaki bu İtmenin, kayda değer, önemli bir itme olduğunu bildirmektir. İşte bundan dolayı (......) denilir, fakat meselâ, (......) denilmez. Bu, tıpkı bir kimsenin, hafifçe dövüldüğünü ve önemsiz olduğunu belirtmek için "Bu bir dövme değil ki?" demesi gibidir, "Hakîr kılıcı düşman..." denilir, ama masdar olmadığı için Bu, düşman değil" ifadesi kullanılmaz. Yine, denilir de denilmez. Bu ancak, bu ifâdeyi (......) şeklinde okuyanlara göre söylenebilir. Çünkü bu durumda (......) kelimesi hal olarak mansûb olup, takdiri, onlara "ona davet edilmişler olarak, o ateşe geliniz...." şeklinde olur.

Manevi olanına gelince, biz diyoruz ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün, onlar, cehennem ateşine itilip kakılırlar.." ifâdesi, o cehennem görevlilerinin, kendileri o cehennemden uzak oldukları halde, cehennemlikleri oraya attıklarına delâlet eder. Halbuki, Cenâb-ı Hak, (bir başka ayetinde), "O gün onlar yüzleri üstü ateşte sürüklenirler..."(Kamer, 48) buyurmuştur. Biz deriz ki, buna şu birkaç açıdan cevâp verebiliriz:

a) Melekler o cehennemlikleri, cehenneme sürüklerler... Sonra onlar, o husuf ateşe, cehennem ateşine yaklaştıklarında, onlar onları, o cehenneme uzaktan atarlar. Böylece, yüz üstü olma işi, ateşin içinde söz konusu olur. Çünkü ateşin içinde kendini müdafaa zor, daha çetindir. Bunun böyle olduğunun delili de, "... onlar sıcak suyun içinde sürüklenecekler, sonra ateşte yakılacaklar..." (Mü'min, 71-72) ayetidir. Yani, onların yüz üstü olmaları cehennemin kaynar suyundan olacak, onların cehenneme sokuluşları ise daha sonra meydana gelecektir.

b) Onların işlerini her zaman bir meleğin üstlenmiş olması mümkündür. Binâenaleyh, onları, ateşe bir melek iterek atarken, bir başkası da, yüzü koyun atmış olabilir.

c) Yüzüstü sürükleyen cehennemin dışında olduğu halde, bu yüzüstü sürüklemenin zincirlerle olması, böylece de onların cehennem ateşine yüzükoyun atılmış olmaları da mümkündür.

d) Meleklerin, hor ve hakîr kılmak ve hafife almak için o cehennemlikleri cehenneme atmış olmaları; daha sonra, onlarla birlikte ateşin içine girip de, onları orada yüzüstü sürüklemiş olmaları da muhtemeldir.

14

"İşte sizin, yalanlamakta olduğunuz ateş budur".

Bu ifâde, "Onlara, "İştesizin, yalanlamakta olduğunuz ateş budur.." denilir.." takdirindedir,

Daha sonra Cenâb-ı Hak, meseleyi iyice ortaya koymak için,

15

"(De ki): bu da mı sihirdir?! Yoksa siz, görmüyor musunuz?" buyurmuştur.

Bu böyledir, zira bir şeyi görüp de, oşey, gördüğü şekilde olmazsa, bu durumda bu yanlışlık, şu iki şeyden birinden dolayı olmuş olur:

a) Görülenden,

b) Görenden... Bu sebeple, ayetteki, "(Peki) bu da mı sihirdir?" ifâdesi, "Bu görülen şeyde mi bir şüphe var, yoksa sizin gözlerinizde mi bir arıza var?!" demek olup, bu ifâdenin başındaki istifham, istifhâm-ı inkâridir. Yani, "Bu iki şeyden hiçbirisi sabit ve mevcut değildir. O halde bu demektir ki, sizin gördüğünüz haktır, ne var ki siz, "Bu, hak değildir" diyorsunuz. Cenâb-ı Hak, diye söze başlamıştır. Zira onlar, gördükleri şeyi, sihre nisbet ediyor ve meselâ, ayın ikiye bölünmesi vb. mucizelere, "sihirdir" diyorlardı. Halbuki o günde, gözle görmelerinin yanısıra, kendilerine bizzat dokunup idrâk edecekler bir elem ve acı isabet edip ve bu acı verme de doruk noktaya ulaşınca, onların artık, "Bu bir sihirdir" demeleri mümkün olmayacaktır. Aksi halde, eğer durum böyle olmasaydı, onların cehennemden kurtulmayı istemeleri doğru ve yerinde olmazdı.

Yaptığınızın Karşılığı

16

"Girin oraya! İster dayanın ister dayanmayın, sizce hepsi de birdir. Siz ancak, yapageldiklerinizin cezasına çarpılıyorsunuz..".

Bu, "Mademki siz, artık bunu inkâr edemediniz, ne bunun bir sihir olduğu ne de gözlerinizde bir arıza bulunduğu, (yani olmadığı) tahakkuk edince, o halde girin o cehenneme, o ateşe.." demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "ister dayanın ister dayanmayın" ifâdesinde, şöyle İki fayda bulunmaktadır:

a) Kurtuluşun olmayacağını ve kaçışın bulunmayacağını beyân.. Çünkü, sabretmeyen kimse, o şeyi, kendi nefsinden, ya azâb edeni bertaraf edip ona mani olması suretiyle, yahutta ona gazâb edip, kızarak onu öldürüp de, böylece de kurtulmuş olması suretiyle, onu kendinden uzaklaştırabilir. Halbuki, bunlardan hiçbiri, âhiret azabı konusunda bir yarar sağlayamazlar. Zira, azâb edene galip gelemeyen, böylece onu savuşturamayan ve, derken onu yok etmek suretiyle ondan kurtulamayan kimsenin işi bitirilemez, böylece de o kimse ölmek suretiyle de (kurtulamaz). O halde, sabretmek, âdeta sabretmemek gibidir Zira sabreden de o azâbta olacak, sabretmeyen de..

b) Ahiret azabının dünya azabından farklı olduğunu beyân.. Çünkü, dünyada bir cezaya duçar olmuş olan bir kimse, eğer sabrederse, ya âhirette mükâfaat alması, yahutta dünyada bu yüzden medhedilmesi ve, hakkında, "Ne cesur insani Kalbi de ne de kuvvetli adam!" denilmesi süratiyle.. sabrından yararlanmış olabilir. Ama bu kimse, sabırsızlık gösterip feryâd ü figanı basarsa, "Çocuklar ve kadınlar gibi çığlık atıp sabırsızlık ediyor!" denilir. Ahiretteki sabra karşı İse, ne medh u sena ne de mükâfaat söz konusudur. "Sizce hepsi de birdir" ifâdesine gelince, (......) kelimesi haber, mübtedâsı ise, "ister dayanın, ister dayanmayın' ifâdesinin delâlet ettiği şey olup, kelâmın takdiri, "Sabretmek de, sabretmemek de eşittir" şeklindedir.

İmdi eğer: "Bu, azabın artmasını ve yapmadığı, fakat kafasına koyduğu şeyler sebebiyle de azaba duçar olmasını gerektirir.." denilirse, biz deriz ki: Burada, şöyle bir incelik vardır: Mü'min, İmanı sebebiyle şöyle bir fayda elde etmiştir: Niyetlenip de yapamadığı güzel şeylerden dolayı mükâfaatlandırılır, niyetlenip de, gerçekleştirmediği kötülükten dolayı ise cezalandırılmaz. Kâfir İse, küfründen dolayı, mü'minin tam tersinedir. Binâenaleyh, niyetlenip de yapamadığı güzel şeylerden dolayı kendisine mükâfaat verilmeyeceği gibi, niyetlenip de yapamadığı kötülüklerden dolayı cezalandırılır ve bu zulüm de değildir. Çünkü Allahü teâlâ, ona bunu haber vermiştir. O da bunu seçip tercih etmiş ve bu işe, kendi iradesiyle girmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak âdeta, "Kim kâfir olur da, küfrü üzere ölürse, ona ben, ebediyyen azâb edeceğim. O halde sakınınız.. Kim de iman ederse, onu ebedî bir mükâfaatla mükâfaatlandıracağım.." demiştir. Binâenaleyh, kim küfür irtikap eder, bu emri duyduktan sonra onu devam ettirirse, şimdi, ceza eden yüce zat, onun tehdit ettiği şeyi gerçekleştirmek için, ona devamlı bir şekilde ceza verirse, cezâlandırırsa, o zaman o zalim olmaz.

Müttakilerin Ödülleri

17

Âyetin tefsiri için bak:20

18

Âyetin tefsiri için bak:20

19

Âyetin tefsiri için bak:20

20

"Şüphesiz ki, müttakîler, cennetler ve nimetler içindedirler. Rablerinin kendilerine verdiğiyle, zevk içinde olarak... Rableri onlan, o çılgın cehennemin azabından korumuştur. (Şöyle denilir): İyi amel etmiş olduğunuz için, afiyetle yeyin için... Sıra sıra dizilmiş tahtlara kurulmuş olarak..." Biz şahin gözlü hurileri onlara eş yaptık...".

Kur'an'ın adeti, meselâ kafirlerin durumunu beyân ettikten sonra mü'minlerin durumunu beyân etmek; "terkîb ve terğîb, işi tamam olsun diye, cezanın peşinden mükâfaatı getirmek, zikretmek şeklinde cereyan etmiştir. Biz, müttakînin ne demek olduğunu, birkaç yerde izah ettik. Cennet, her ne kadar eğlenme yeri ise de, ne var ki, bağı bekleyenler son derece güzel bir bağda bulunurlar ama, ondan yararlanamazlar. İşte bu yozdan Cenâb-ı Hak, 'Ve nimetler içinde..." buyurmuştur ki bu, o cennetliklerin, bağ bekçileri gibi değil de, eli bol zengin kişilerin yaptıkları gibi, orada nimetler içinde bulunduklarını ve onlardan yararlandıklarını ifade ederler.

Ayetteki, "zevk içinde oldukları halde..." ifadesi de bu manayı destekler. Çünkü, çeşitli nimetlerden istifâde eden kimsenin, bu nimetlerden istifâde edişinin emaresi, onun dışında görünebilir, ama kalbi başka şeylerle meşgul olabilir.. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, buyurunca, orada duyulan lezzetin doruk noktada bulunduğuna delâlet eder.

Cenab-ı Hakk'ın, "Rablerinin kendilerine verdiğiyle..." ifâdesi de, bu işin doruk noktada olduğunu gösterir. Zira zevk duyan kimsenin gönlü, basit ve düşük seviyede olabilir. Dolayısıyla da en ufacık bir şey onu mutlu eder ve en basit şeyle sevinir.. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak (......) buyurmuştur ki, "Bu onların basit gönüllü ve anlayışlı olmalarından dolayı değil, tam aksine, o nimetlerin çok değerli olmasından ötürüdür. Zira o nimetler, onların Rableri katındandır" demektir.

Ayetteki, "Rableri onları, o çılgın cehennemin azabından korumuştur" ifâdesine gelince, bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Bu, "Onlar,

1) Rablerinin kendilerine verdiği şeyden dolayı;

2) Rablerinin kendilerini koruması sebebiyle zevk içindedirler." demektir.

b) Bu, birinci cümleye atfedilmiş olan başka bir cümledir. Böylece Cenâb-ı Hak âdeta, onları cennetlere sokup nimetlere gark ettiğini ve onları cehennem azabından koruduğunu beyân etmiş olur.

Cennet Nimetlerinden Bazıları

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Şöyle denilir): "iyi amel etmiş olduğunuz için, afiyetle yeyin için.. Sıra sıra dizilmiş tahtlara kurulmuş olarak.." Biz şahin gözlü hurileri onlara eş yaptık." Bu ifâdede, bu nimetlendirmenin vasıtaları sırasıyla beyân edilmiştir. Bunların ilki, mesken nimetidir ki bu, ayette, (......) kelimesiyle beyan edilmiştir. Sonra yeyip içmek, sonra yatak ve yaygılar; sonra da eşler.. İşte bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın sırasıyla getirdiği dört şeydir. Her birisi hakkında da, onun mükemmelliğine delâlet eden şeyi zikretmiştir. O halde, ayetteki sözü, meskene işaret olup, nesneler için meskenler zorunludur. Ki bu da, mekândır, barınaktır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Çünkü nimetlenilen yerler bazan, çeşitli sebeplerden dolayı iç açıcı olmayabilirler. Böylece Cenâb-ı Hak bu zevkin sebebini ve derecesinin yüksekliğini, o nimetlerin Allah'ın onlara verdiği şeyler cinsinden olduğunu söylemekle beyân etmiştir ki, biz bunu daha evvel söylemiştik. Yemek yemek ve mutlak izne gelince, çeşitliliğinden ve çokluğundan dolayı, buna yer verilmemiştir.

Afiyetin Manası

Ayetteki "afiyetle..." kelimesi, bu yeme içmenin, dünyadakinin aksine, zarar ve kötü şeylerden uzak olduğuna bir işarettir. Çünkü dünyada iken yiyen kimse, hastalanmasından korkar. Böylece de yediği şey afiyet dolu olmaz. Yine dünyada iken elde bulunan nimetlerin sona ereceği endişesi duyulur, dolayısıyla da yeme içme bol biçimde olmaz. Halbuki bütün bunlar, cennet hakkında söz konusu değildir. Dolayısıyla da ne hastalık ne de yiyeceklerin bitmesi endişesi söz konusudur. Çünkü ahirette, cennetliklerin yanında, ihtiyacından fazlası vardır. Yiyip içmeden dolayı her hangi bir günah oluşmayacağı gibi, yiyecekleri elde etmek için bir yorulma ve çaba da söz konusu değildir. Zira dünyadayken insan, pişirmek, elde etmek için çalışıp çabalamak, yorulmak, başkasının minneti altında kalmak, yahut da def-i hacet ve kazurat gibi., şeylerin söz konusu olması sebebiyle, bazan yeme içme lezzetini terkedebilir; dolayısıyla da bu yeyip içme işi afiyetle cereyan etmez. Halbuki bütün bunlar, cennette söz konusu değildir.

Ayetteki, ifâdesi, Allahü teâlâ'nın şöyle diyeceğine bir işarettir "Ben, sizin, Rabbiniz, Yaratıcınız ve fazlımla sizi cennetime sokanınız olarak, benim size olan lütfum, dünyada iken benim sizi, sâlih amelleri yapmaya muvaffak kılmam ve sizi, bunları yapmaya yöneltmemdir. Nitekim Cenâb-ı Hak (ben) size, sizi imana sevketmem sebebiyle in'âmda bulunmuş olurum. (Hucurat. 17) Ama bu gün ise, size ikram ve in'âm yoktur Zira bu, va'dimin yerine getirilmesidir." Buna göre şayet, Cenâb-ı Hak, kâfirler hakkında, "Muhakkak ki sizler, yapageldiğiniz şeylere mukabil cezalandırılıyorsunuz"(Tur, 16); mü'minler hakkında da, "İyi amel etmiş olduğunuz için" buyurmuştur. Şu halde, bu iki ifâde arasında fark var mıdır?" denilirse, ben derim ki, bu iki ifâde arasında, şu bakımlardan büyük farklar vardır:

1) Bir kere (......) kelimesi hasr ifâde eder. Dolayısıyla bu, "Sizin cezanız ancak budur" demek olur. Halbuki, Cenâb-ı Hak bu ifâdeyi, mü'minler hakkında getirmemiştir. Zira Cenâb-ı Hak mü'min kimseye, yapmış olduğunun kat kat mükâfaatla mukabele edecek ve lütfü sebebiyle de bunu ziyâdeleştirecektir. Şimdi, eğer Allah kuluna in'âmda bulunacaksa, bununla bulunacaktır.

2) Cenâb-ı Hak, burada buyururken, orada (Tur, 16) buyurmuştur ki, alabildiğine, birbirine denk olduğuna bir işaret olsun diye bu, "Size, yaptığınız şeylerin aynı ve dengi ile karşılık verilecektir" demektir. Nitekim sen, "Bu, senin yaptığının aynısıdır" dersin. Bunun izahı daha önce geçmiştir. Cenâb-ı Hak mü'min kimse hakkında ise, buyurmuştur ki, bu "Bu, sizin şu amelinize göre devam edip giden bir husustur" demektir.

3) Cenâb-ı Hak orada (Tur, 16) da, sözünü zikretmiş, burada ise, buyurmuştur. Çünkü "ceza", bir şeyin sona erdiğini ifâde eder. Zira, birisine ihsanda bulunan kimseye o birisi, onun karşılığını verip getirdiğinde, ihsanda bulunan kimse artık daha başka bir şey beklemez.

İmdi, eğer; "Allahü teâlâ pekçok yerde, mü'minlere verilecek mükâfaatı beyan ederken, "Yaptıklarına bir karşılık olarak.."(Ahkaf, 14) denilirse, buyurarak "ceza" sözüne yer vermiştir" denilirse, biz deriz ki: O yerlerde, Cenâb-ı Hak, mükâfaat verilenlere hitabta bulunmamış ve meselâ, "Sen karşılığını görürsün" dememiş, tam aksine devamı ve sürekliliği ifâde eden şeyi getirmiştir.

Cennette duyulan haz ve sevinçlere gelince, bu hususta da, Cenâb-ı Hak şu açıklamalara yer vermiştir:

Tahtlara Kurulma

a) Zira bu, nimete gark olmuş, üzerinde bir külfet ve mükellefiyet bulunmayan kimselere has bir durumdur. Zira, üzerinde, bakmakla mükellef bulunduğu kimselerin külfeti, o kimseyi adetâ bastırır, onu bir yere yaslandırmaz. Bir işte olan kimse, yaslanmaya vakit bulamaz. O halde bu durum, hayra ve iyi hâle delâlet etmektedir.

b) Bir araya toplanma... Bu hususta da şu iki izah yapılabilir:

1) Herkes için ayrı ayrı bir sürürün olması ki, bu, açık olan bir mânadır. Zira, "sıra sıra dizilmiş.." ifâdesi, bunların herkes için ayrı ayrı olduğuna delalet eder. Çünkü, herkesin sürürü ve zevki, seçilmiş olan aynı yerde olamaz. "Serîr" lafzında, "sürür" maddesinin harfleri vardır. Taht ve diğer ifadelerse böyle değildir. sözü, bu işin sırt saygı için olduğunun delilidir. Zira, bunlar, ayrı ayrı olsalardı, o zaman, "Orada bulunduğunda, sahibi kendisine yaslansın diye, her yerde bir tane divan vardır.." denilirdi.

Ayetteki, ifâdesi, dördüncü nimete işarettir. Bunda da yine, şu bakımlardan, o durumun mükemmelliğine deliller vardır:

1) Evlendiren, Cenâb-ı Hakk'tır ve iki tarafın işini de üzerine alan O'dur. Zira kullarını, kendi izni ve müsadesi ile evlendirmektedir. Böyle olan zât, ancak kendisinde, kullarının ve cariyelerinin huzuru ve rahatı olan şeyleri yapar.

2) Cenâb-ı Hak, demiş de, dememiştir. Zira, "tezvic" masdarı, harf-i cer olmaksızın da iki mef'ûl alır. Ve meselâ Arapça'da, "Seni onunla evlendirdim..." denilir. Cenâb-ı Hak, "Seni onunla evlendirdik..."(Ahzab.37) buyurmuştur ki, bu, bu evlendirmedeki menfaatin erkeklere ait olduğuna bir işarettir. Onlar, huriler ile lezzetlensinler diye, evlendirilmişlerdir; yoksa hurîler onlar ile lezzetlensinler diye değildir.. Bu böyledir, zira harf-i cer olmaksızın da fiil mef'ûl alabilir. İşte, bu evlendirme işi de, öncelikle onlara taalluk etmiş, daha sonra hurileri ilgilendirmiştir. Çünkü ifâdesinin manası, "Onların izdivacını bu yolla, yani hurilerle yaptık" şeklindedir.

3) "Eşler" ifâdesini zikretmekle yetinmeme.. Tam aksine onları güzellikle tavsif etmek ve güzel olandan daha en güzelini seçme... Çünkü insanoğlunun genel heyeti içinde yer alan uzuvların en güzeli, yüzüdür. Yüzde yer alan en güzel uzuv da gözdür. Bir de, hem (......) hem de (......) ifâdeleri, uzuvlarda uyumun güzelliğine; ruhlardaki kuvvete delâlet eder.. Mizacın güzelliğinin alâmeti, (beyazlık) vasfı... Huzur ve mutluluğun bolluğuna gelince, iri gözlü olma, o gözlerden çok mutluluk ve huzur duyma sebebiyledir.

Atıf Meselesi

Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak (......) ifâdesini mazi fiil olarak getirmiş, (......) İse hâldir. Daha önce geçmiş olan bir mazî fiil yoktur ki, böylece bu fiili ona atfedilmiş olsun.. Halbuki, mazî fiilin mazî fiile ve muzarî fiilin de muzarl fiile atfedilmesi en güzel bir yoldur (ne dersiniz?)" denilirse, biz deriz ki: Buna, ikisi lafızla, biri de mana ile ilgili olmak üzere, üç bakımdan cevap veririz:

a) Bu tür ifade tarzı, pek çok yerde bir güzellik arzeder. Nitekim sen, "Zeyd geldi, Amr geliyor, Zeyd çıktı" dersin.

b) Ayetteki, "Şüphesiz müttakîler (sakınanlar), cennette ve nimetler içindedirler" ifadesi, "Biz onları cennetlere soktuk" manasındadır. Çünkü bu ifade, "O günde kâfirler, cehenneme itilir; mü'minler de, aynı vakitte, yerlerine sokulur" takdirindedir. Buna göre Hak teâlâ, adetâ, "Kâfirlerin cehenneme itildiği gün, müttakîler de, cennetlerde olacaklar" demiştir:

c) Mana ile ilgili olan, üçüncü izaha gelince, Allahü teâlâ, mükâfaat vermekten bahsetmiştir. O halde O, bugünde kullarını hurilerle eşleştirmiş ve huriler, sanki yaklaşma gününde, zifafı beklemektedirler.

Ailelerine Kavuşan Mü'minler

21

"İman edip de, soyları da iman ile kendilerine tabî olanlar (yok mu), biz onların bu soylarım da kendilerine kattık ve kendilerinin amellerinden, bir şey de eksiltmedik. Herkes, kazana mukabilinde bir rehindir".

Bu ayette, şöyle birkaç latîfe (incelik) var:

Birinci İncelik: Babalık şefkati, dünyadaki gibi ahirette de çoktur ve boldur. İşte bu sebeple Allahü teâlâ, kullarının kalblerini hoşnud etmiştir. Çünkü evladları yüzünden, babalarını-atalarını üzmemiş, aksine bunları orada biraraya getirmiştir.

Buna göre eğer, "Sen, bazı ayetlerin tefsirinde, Allahü teâlâ'nın, atalarını (babalarını) oğullarından, oğulları da babalarından ötürü tesellî ettiğini; cennetlik olan baba ile, cehennemlik olan oğlu zikretmediğini söylemiştin" denilirse, biz deriz ki: Küçük çocuk babasında, güzel bir babalık bulup hisseder ve babalığa ters düşen herhangi birşey mevcut olmaz. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, dünyada, küçükken, çocuğu babası müslüman olduğu için, babasına katmış ve müslüman saymıştır. Ama çocuk büyüdüğünde, artık müstakil kabul edilmiştir. Eğer büyükken kâfir olursa, artık bu çocuk babasına nisbet edilmez. Çünkü İslâmiyet, müslümanlar için tıpkı bir baba gibidir. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Mü'minler ancak kardeştirler" (Hucurat, 10) buyurmuştur. Buradaki, ıhve "kardeş" kelimesi, doğumdan ötürü olan "kardeşlik" manasındaki "ah" kelimesinin çoğuludur. "İhvan" da, dostluk ve sevgi manasında olan, "fhve"nin çoğuludur. O halde, madden ve örten, küfür de bir baba sayılır. Şimdi bir kimsenin dini, babasının dinine ters ise, şeriat bakımından, onun başka babası var demektir. Burada, babalan, hiçbirşeyin çocuklarına şefkatten al (koyamayacağına bir irşâd vardır. Böylece insanın, ahbap ve dostlan ile, bağ-bahçe İçerisinde refah ve eğlence içinde oyalanıp da, çoluk çocuğunun geçimini temin etmekten geri kalması en çirkin birşey olur. Ya cennet ehli, cennetteki hurilerle eğlenirken, evladlarından nasıl azade kalabilir? Böylece Allahü teâlâ onlara, bunu hatırlatmış ve onların kalblerini, "Biz onların bu soylarını kendilerine kattik" ifadesiyle rahatlatmıştır. Durum böyle olduğuna göre, malını haram yollarda harcayan, böylece de, çoluk çocuğunu İyi ve kötü kimselere el açar biçimde bırakan fasıklar hakkında ne düşünürsün?! Böyle olmaktan Allah'a sığınırız. Bu, vârislerine helâl mal bırakan kimseye, bu malı sebebiyle, âdeta bir sadaka mükâfaatının yazılacağına delâlet eder. İşte bundan ötürü, ölüm döşeğindeki kimsenin, malının üçte birinden fazlasında tasarruf etmesi (bağışta bulunması) caiz değildir.

İkinci İncelik: Bu incelik, "Sayleri de iman ile kendilerine tabî olanlar..." ifadesindedir. Bunun, âhirette bizim onlara katılacağımızın bir delili olması gerekir. Çünkü dünya yurdunda, sebebler zincirini nazar-ı dikkate atmak daha çoktur. İşte bundan ötürü, Allahü teâlâ, örfünü insanın önüne gökten bir yiyecek inmesi şeklinde sürdürmemiştir. Ekme, öğütme ve hamur edip-pişirme gibi şeyler olmadan, insan o yiyecekleri yiyemez. Âhirette ise, rızıklarını kuluna, kulun daha önce harcadığı çabalarına bir karşılık olarak, artık âhirette bir çaba karşılığı olmaksızın verir. Binâenaleyh bunun, Hak teâlâ'nın, çoğunu babasına, o çocuk sâlih olmasa da, katacağının apaçık bir delili olması gerekir, dünyada henüz küçükken ve hiçbirşeye inanma yaşına gelmemişken onu babasından saydığı gibi...

İrtidad Hakkında Hüküm

Üçüncü İncelik: Bu da, ayetteki İman ile" ifadesindedir. Çünkü Allahü teâlâ, çocuğu, ebeveynine, iman bakımından tabî kılmıştır, küfür bakımından tabî kılmamıştır. Bunun delili ise şudur: Bir kimse kâfirken müslüman olsa, onun çocuklarının da müslüman olduğuna hükmedilir. Ama Allah korusun, birisi irtidâd etse, çocuğunun da kâfir olduğuna hükmedilmez.

Dördüncü İncelik: Cenâb-ı Hak, dünyadaki durumu beyan için, "tabî kıldık" buyururken, âhiretteki durumu beyan için de, "onlan kendilerine kattok" buyurmuştur. Çünkü dünyada iken, küçük olan ve babasına tabî olan çocuk, tabî olduğu babası gibi sayıldığını idrâk edemez. Çaba gösterenin, çaba göstermeyene üstünlüğü prensibi sebebiyle, çocuk tabî, baba asıldır. Fakat âhirette, Cenâb-ı Hak, lutfu gereği, çocuğunu babasına kattığından, o çocuğa babasındaki derecenin aynısını verir.

Beşinci İncelik: Ayetteki, "Amellerinden birşey eksiltmedik" ifadesi, hem babaların kalblerini hoşnud tutmak, hem de herhangibir kimsenin babanın amellerinin mükâfaatının, baba ile çocuk arasında bölüştürüleceği vehmini gidermektir. Aksine baba, sa'y-u gayretinin karşılığını alacak, çocuğu için de, Allah'ın bir lütfü ve rahmeti olarak, babaya verilen derecenin aynısı verilecektir.

Altıncı İncelik: Cenâb-ı Hak ayette, "amellerinden..." buyurmuş da, "mükâfaatlarından..." dememiştir. Çünkü "Amellerinden bir şey eksiltmedik" ifadesi, onların amellerinin olduğu gibi kaldığının bir delilidir. Mükâfaat ise, amele karşılık fazlasıyla verilen şeydir. Böylece bu ifâdede, kendisi için büyük ücret bulunan o amellerin, bakî kalacağına bir işaret bulunduğu gibi, mükâfaatının fazla fazla verileceğine de bir işaret vardır. Eğer Cenâb-ı Hak, "Biz onların mükâfaatlarından birşey noksanlaştırmadık" demiş olsaydı, bu iş, en ufacık bir mükâfaat ile de hasıl olmuş olurdu. Çünkü Allahü teâlâ'nın kuluna, ameli karşılığı verdiği her derecedeki bir şey, tam bir mükâfaattır. Bir de Hak teâlâ, "Biz onların mükâfaatlarından bir şey noksanlaştırmadık" demiş olsaydı, şöyle de denilebilirdi: Allahü teâlâ'nın, kuluna noksan ameline karşılık, tam ve bol mükâfaat verdiği söylenebilir. Yine, babanın amelinin, hem babaya hem çocuğa böl üstü rüldüğü söylenebilirdi.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

"ve iman edenler" ifadesi, ne üzerine affedilmiştir? Deriz ki: Bu, "Şüphesiz müttakîler..." ifadesine atıftır.

İkinci Mesele

Durum böyle olduğuna göre, Cenâb-ı Hak niçin, "iman edenler" ifadesini getirmiştir? Halbuki aynı gaye ve maksad, "Biz onlara, şahin gözlü hurileri eş yaptık" (Tûr. 20) ifadesinden sonra, "Biz onların bu soylarım da kendilerine kattık" ifadesi ile anlatılmıştır. Buna göre kelamın takdiri, "Biz onlara, şahin gözlü hurileri eş yaptık ve onlara soylarını kattık" şeklinde olur, (ne dersiniz?) Deriz ki: Bunda şöyle bir hikmet vardır: Müttakîler, şirkten ve masiyyetten korunan, uzak duran kimselerdir, dolayısıyla iman edip, salih amel işleyenlerdir. Bu ayette Cenâb-ı Hak, "îman edenler,." buyurmuştur ki bu, "İmanları sayesinde, çocukları cennetliklerden olanlar" demektir. Hem sonra baba, büyük günah olsun, ısrarla küçük günah işlesin, çocuğu bundan ötürü cezalandırılmaz. Aksine bundan ceza gören babadır. Çoğu kez oğul, babadan önce cennete girer. Burada mana ile ilgili şöyle bir incelik vardır: Hadislerde yer aldığına göre, küçük çocuk babasına şefaatçi olacaktır ki bu, babanın ceza göreceğine işarettir.

Müstakbel Hakkında Mazî Sigası

Bu terkipten, farklı bir terkip ve takdir yapmak, buna başka bir mana vermek caiz midir? Deriz ki: Evet. İman edenler..." ifadesinin, "şahin gözlü huriler" (Tûr, 20) ifadesine affedilip, takdirî manasının, "Kardeşler halinde karşı karşıya tahtlar üzerindedirler"(Hicr, 47) ayetine bir işaret olmak üzere, "Biz onları hurlerle ve iman edenlerle yaklaştırdık, biraraya getirdik" seklinde olması mümkündür. Bu da, "Biz, onların dağınık hallerini, eşlerini, kardeşlerini ve ayetteki "soylarını tabî kıldık" ifadesinden ötürü çocuklarını biraraya topladık" demektir. Bu izahı Zemahşeri yapmıştır, ama birinci izah daha güzel ve daha doğrudur.

Eğer, "Allahü teâlâ, onların arasını birleştirdikten sonra, bu izaha göre, bu hâdisenin, mazî bir lâfızla anlatılması nasıl doğru olur?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta, "Her nekadar birleşme zamanı sonra olacak ise de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz onlan, hurilere eş yaptık" ifadesi, Allah'ın onları bize, ta yarattığı günden eş kılması manasındadır" diyebiliriz.

Dördüncü Mesele

Ayette geçtiği üzere, "zürriyet" kelimesi (bu husustaki kıraatlara göre) her iki yerde de cemî; yine her iki yerde de müfred olarak okunduğu gibi, birincisi cemi, ikincisi müfret olarak da okunmuştur. Binâenaleyh bu üçüncü kıraatin bir izahı var mı? Evet. Bunun sebebi, lafzî değil, mana ile ilgilidir. Çünkü mü'mine, soyu, imanda tâbidir. Eğer zürriyeti (soyu) olmasa bile, bu, o mü'minin bin tane çocuğu olsaydı bile, bunların iman bakımından ona tabî sayılacaklarını gösterir. Ama zürriyeti ona katma işi ise, hükmen değil, hakikaten olmaktadır. Dolayısıyla bu katma işi, mevcudlar hakkındadır. Binâenaleyh bu demektir ki: Tabî olan zürriyet, katılanlardan daha çoktur. Dolayısıyla birincisi cemî, ikincisi müfred olarak getirilmiştir.

İmanda Çocuk Babasına Tabidir

Ayetteki, "iman ile" ifâdesinin nekire getirilmesindeki hikmet nedir? Deriz ki: Bu. ya "tahsis"dir, ya "tenkîr"dir. Sanki Cenâb-ı Hak, ya "Biz onlara zürriyetlerini, halis bir iman sebebiyle kattık" demek istemiştir, yahut da, "Biz onları onlara, ufacık bir İman sebebiyle kattık" demek istemiştir. Çünkü çocukta tam manada bir iman olmaz. Bunun delili ise şudur: İnsanın küçük bir çocuğu olsa, o çocuğun da babası gibi mü'min olduğuna hükmedilir. Ama bulûğa erip de, açıkça kâfir olur ve babasının yolundan gitmeyi kabul etmez ise, ona mürted denmeyeceği söylenmiştir. Böylece onun sözü ile, tabî olmadığı ortaya çıkar. Yine bu çocuğun mürted sayılacağı, çünkü, tıpkı aslı müslüman olan birisi gibi, mü'min kabul edildikten sonra kâfir olmuş olduğu da söylenmiştir. Bu durumda, bu ihtilaftan, insanın imanının kuvvetlenip artacağı anlaşılır. Bu iki izahı, Zemahşerî yapmıştır.

Yapılan bu izahın dışında, ayetten şöyle başka bir mananın kastedilmiş olması da muhtemeldir: ve ayetlerindeki "ba'z" ve "kül" kelimelerinin sonundaki tenvin gibi, bu "iman" kelimesinin sonundaki tenvin de, muzafun ileyhten bedeldir. Buna göre ayetin manası, "Biz onlara soylarını, onların imanı sebebiyle kattık" şeklinde olur. Çünkü bu tâbi oluş, nasıl olursa olsun, kimden olursa olsun, iman değildir. Burada söz konusu olan iman, atalarının imanıdır. Fakat izafet, bir kaydı ve mutlak manada imanın (inancın) iman olmadığını göstermektedir. Çünkü bir kimsenin, "ağaç suyu, nar suyu" demesi doğrudur. Ama "su"yu izafetsiz olarak kullanması doğru değildir. O halde ayetteki "iman" sözü, bu imanın onlara nisbet edilen bir iman olduğu hissini verir ve bu tıpkı, "Bizim azabımızı gördükleri zaman, o anda imanları, onlara fayda vermez" (Mü'min, 85) ayetinde ifade edildiği gibidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "imanları" buyurup, imanı onlara izafe etmiş, bunu izafetsiz olarak kullanmamıştır. Dolayısıyla, bu imanın, sahih bîr iman olduğu bilindiği için, izafet murad edilerek, izafetsiz olarak kullanılmıştır. Babaların imanı hariç, bunun dünyada bir imânı gerektirmeyeceği anlaşılsın diye de, tenvin muzafun ileyhe bedel olarak getirilmiştir. Bu, güzel bir izahtır.

Her Nefis Rehindir

Cenâb-ı Hak daha sonra "Herkes, kazana mukabilinde bir rehindir" buyurmuştur. Vahidî şöyle der: Bu ifâde, yine cehennemliklerden bahsetmektedir. Çünkü cehennemde rehin tutulan onlardır. Mü'min ise, rehin tutulmaz. Çünkü Hak teâlâ, "Ashab-ı yemîn müstesna, herkes kazana mukabilinde bir rehindir" (Müdessir, 38-39) buyurmuştur. Bu, aynı zamanda Mücâhid'in görüşüdür. Zemahşerî ise, bu ifâdenin, herkes hakkında umumî olduğunu; çünkü herkesin, yaptığı amellere karşılık Allah katında rehin tutulacağını; zira eğer kişinin yaptığı hayırlı ve güzel ameller ise, bağdan çözülüp serbest bırakılacağını; aksi halde rehin olduğu için bağlı kalacağını söylemiştir. Bundan anlaşılıyor ki bu, herkese âit, genel bir ifadedir.

Ayet hakkında şöyle bir diğer izah daha yapılabilir: "Rehin", fa'îl vezninde, ism-i fail manasında bir kelimedir. Buna göre mana, "Allah, her kişinin yaptığı şey sebebiyle bir râhin yani devamlı olduğunu en iyi bilendir. Eğer bu kimse iyilik yapıp, güzel amellerde bulunmuş İse, cennette râhin, yani devamlı ve ebedîdir; yok eğer kötü ameller yapmışsa, cehennemde ebedîdir" şeklindedir. Biz, dünyada amellerin devamının, zatların devamı ile olacağını söylemiştik. Zira arazlar, ancak cevherde sürüp giderler ve onda bulunurlar. Ahirette ise, zatların devamı, amellerin devamı ile sağlanır. Çünkü Allahü teâlâ, o amelleri bakî bırakacak. Zira onlar, Allah katında "bakî kalan sâlih amellerdir. Allah katında olanlar ise bakîdir; bakî kalan amel de, onu yapanla birlikte bakî kalacaktır.

Cennetliklerin Zevkleri

22

Âyetin tefsiri için bak:23

23

"Onlara, canlarının çekeceği meyveleri ve etleri bol bol verdik. Orada, birbirleriyle öyle kadeh çekişirler ki, o (içki) de ne bir saçmalama, ne de bir günaha sokma (özelliği) var".

Yani o ehl-i cennete, bol bol yiyecek ve içecek veririz. Yiyecekler, meyve ve et; içecekler de, kapış kapış aldıkları kadehlerdeki şeylerdir. Bu ayetin tefsirinde, bir takım incelikler var:

Bazı İncelikler:

Birinci İncelik: Cenâb-ı Hak, "Biz onların nesillerini kendilerine kattık" (Tür,21) buyurunca. dünyada hükümdarların âdeti olmak üzere, bol bol vereceğini beyan etmiştir. Çünkü hükümdarlar, kölelerinden birisine verecekleri şeyi ziyadesiyle verecekleri zaman, onların ekmek ve katıklarını artırırlar. Allahü teâlâ da, yiyecek türlerinin en üstününü seçmiştir. Bu da, meyve ve ettir. Çünkü bunlar, nimet ve bolluk içerisinde yüzenlerin yiyecekleridir. Hak teâlâ, "canlarının çekeceği" ifadesinde, pek çok güzel sıfatı toplamıştır. Çünkü Allahü teâlâ, eğer, tek bir tür zikretmiş olsaydı, belki de bu tür yiyecek, kimilerince pek sevilmeyen ve arzu edilmeyen birşey olabilirdi. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Onlara, canlarının çekeceği (...) bol bol verilir" buyurmuştur.

İmdi, eğer; "Arzulamak ve canı çekmek, açlık gibi olup, bunda da bir tür elem ve acı vardır" denilirse, biz deriz ki: Böyle değildir. Aksine "canı çekme" işinde bir lezzet vardır. Allahü teâlâ da kulu, elem duyacağı bir biçimde, arzulanan şey olmaksızın, insanı, arzu etme canı çekme duygusu içinde bırakmaz. Aksine can çekilen şey, arzuyla birlikte mevcuttur. Dünyada İse insan ancak iki şeyden birisi sebebiyle elem duyar: Ya gerçek bir arzu içinde olduğu halde, onun, arzu ettiği şeye ulaşmaktan âciz olması; yahut da, yanında pek çok yiyecek ve içecekler bulunduğu halde, onda arzu ve isteğin tamamen yok olması sebebiyle... Bu sebeblerin ikisi de ahirette yoktur.

Bedenlerin ve Ruhların Zevki

İkinci İncelik: Cenâb-ı Hak, "Amellerinden bir şey de eksiltmedik" (Tûr, 21) buyurup, eksilmenin söz konusu olmadığını belirtince, amellerin mükâfaatının eksiksiz hasıl olacağı anlaşılır. İşte bundan sonra Cenâb-ı Hak, eksiltmenin olmayışı, sadece hakedilenin, müsavi (eşit) bir biçimde verilmesi yoluyla olmayıp, bir başka yol ile de gerçekleşir. Bu da, ilave etmek ve mükâfaatı bol bol vermektir. Buna göre eğer, "Allahü teâlâ, yeme ve içmeden çok bahsetmiştir. Bazı arifler ise şöyle derler: Allah'ın has kullarının, onları yemekten, içmekten ve Allah'tan başka herşeyden alıkoyup, sadece Allah ile oldukları bir meşguliyetleri vardır?!" denilirse, biz deriz ki: Bu mükâfaatlar, amellere karşılıktır. Bundan ötürü, Allahü teâlâ, "İyi amel etmiş oldukları için" (Tûr, 19) ve "Yaptıklarına bir karşılık olmak üzere..." (Secde. 17) buyurmuştur. Bilmelerinin karşılığına ise şu ayette işaret edilmiştir: "Onlara cennette meyveler ve temenni ettikleri şey vardır: Rabb-i rahimden sözle olan selam vardır" (Yasin, 57) yani, "Hem canların sevinip, neşe duyacakları şeyler; hem de ruhların arzuladıkları Allah'a yakınlık vardır."

Allahü teâlâ "Orada, birbirleriyle öyle kadeh çekişirler ki..." buyurmuştur. Bu, yeme-içme için, bir meclise oturdukları zaman, hükümdarların adeti üzere olan bir durumdur. Onlara, onlar içerken, bir taraftan meyve ve etler getirilir. Ayetteki bu ifade, "Birbirlerinden alıp-verirler" manasındadır. Buradaki fiilin "karşılıklı olarak birbirinden kapmak, kapışmak, çekip almak" manasında olduğu da söylenebilir. O zaman onların bu çekiştirmeleri, kavga ve döğüşteki çekişme türünden olmayıp, oyun ve eğlence türünden olur. Bunda da bir tür lezzet vardır. Bu da, dünyadaki içki sofralarının halinin bir anlatımıdır. Çünkü dünyadaki bu kimseler, çok içmekle övünüyorlar, ama çok yemekle övünmüyorlar. Bu sebeple, onlardan birisi içtiğinde, diğerinin de, kendisi kadar içmesini gerekli görürken; bu sofra arkadaşının yediği kadar yemesini gerekli görmüyor.

Cennet İçkisi

Ayetteki "Onda ne bir saçmalama, ne de bir günaha sokma (özelliği) var" ifadesine gelince, buradaki "onda" zamirinin, cennete râcî olduğunu söylesek de, kadehe (o içkiye) râcî olduğunu söylesek de birdir. Binâenaleyh bu ikisinin zikredilmiş olması, içmenin daha önce zikredilmiş olması ve onun dünyadaki hal üzere anlatılması sebebiyledir. Böylece Hak teâlâ, " Ahiretteki içmede, dünyadaki içmede olan mahzurlar olmadığını bildirmektedir. Zira dünya sarhoşluğundaki saçmalama, aklın baştan gitmesi, günah ise şehvet ve öfkenin ayaklanması sebebiyle olur. Cennette ise bu durumlar yoktur. Burada bir üçüncü izah şekli de şöyle denilmesidir: Ahiret içkisi, dünya içkisinin dokunduğu gibi dokunmaz, bu sebeple de o, günaha sürüklenmez, yani bir günaha nisbet edilmez.

Bir dördüncü izah şekli daha vardır ki: Bu da, "te'sîm" ile anlatılmak istenen şeyin "sarhoşluk" olmasıdır. O zaman bu ifadede güzel bir tertib bulunmuş olur. Çünkü insanlardan kimi sarhoş olur. Ama aklı yerinde olur ve sağa-sola saldırgan olmaz. Bu sebeble de sakin durur, uyur; başkasına eziyet vermez, kendisi eziyet görmez; saçmalamaz, sacmalayana da kulak vermez. Bazı içki içenler ise, sağa-sola saldırır, onunla-bununla döğüşür. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "O içkide, ne bir saçmalama, ne de bir günaha sokma vardır" buyurur.

Refakatlerindeki Çocuklar

24

"O sedefleri içinde gizlenmiş inci gibi civanlar da kendilerine (hizmet için) etraflarında döner".

Yani, o civanlar kadehlerle (tepsilerle) dönüp, dolaşırlar. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ebediliğe mazhar edilmiş evlatlar, (hizmet için) etrafta dolanır, maîn kaynağından dolu büyük kablarla, ibriklerle ve kadehlerle... "(Vâkıâ,17-18) buyurmuştur. Ayetteki, "kendilerine" kelimesi, onların, onlar üzerinde emir, nehiy ve istihdam gibi tasarrufta bulunma kudretlerinin bulunduğunu açıklamak üzere getirilmiş olup, "Bunlar, onların mülküdür" manasındadır. Meşhur olan görüş budur.

Şöyle bir başka izah da mümkündür: Allahü teâlâ, âhiret içkisinin dünya içkisinden üstün oluşunu açıklayınca, bu sefer, ahiret delikanlılarının (gılmanlarının),dünya delikanlılarından üstün olduğunu da beyan etmiştir. Çünkü dünya civanları (delikanlıları, hizmetkârları), efendilerinin ve hükümdarlarının huzurunda dönüp dolaştıklarında, ya bir fayda beklentisi, yahut da kendisine karşı müsamaha ve sevginin artması gibi bir sebeb için, kendi menfaatlarına olmak üzere, onlar etrafında dönüp dolaşmış olurlar. Ahiretteki bu dönüp dolaşma ise, o gılmanların bu işi, sadece ehl-i cennet için, ehl-i cennet yararınadır ve gılmanların onlara, ihtiyaçları yoktur. İşte durumu bu olan hizmetkârın, böyle olmayanlara göre bir meziyeti vardır. Binâenaleyh gılman bazan, evlatlar derecesine ulaşır. Ayetteki, "inci gibi" ifadesi, "saflık, temizlik inci gibi" manasınadır. "Meknûn" (sedefleri içine gizlenmiş) kelimesi de, renklerindeki berraklığın çok fazla olduğunu ifade etmek, yahut da sahiblerinin yanından hiç çıkmamış, hiç görülmemiş olan hep onların yanlarında kalan günyüzü görmemiş kimseler gibi olduğunu anlatmaktadır.

Dünyadaki Hatıralar

25

Âyetin tefsiri için bak:28

26

Âyetin tefsiri için bak:28

27

Âyetin tefsiri için bak:28

28

"(Ehl-i cennet) birbirine yönelip (hallerini) soruştururlar. Derler ki: "Doğrusu biz, bundan evvel, ailemizin içinde korkardık. İşte Allah bize lütfetti ve bizi Semûm azabından korudu. Biz bundan evvel, O'na ibadet ediyorduk.

Şüphesiz O, evet O, ben ve rahimdir'(Tûr, 25-28).

Bu, onların dünyada iken kendileri hakkında cereyan eden şeyi bildiklerine ve ondan bahsettiklerine bir işarettir. Kâfir de böyledir: O da dünyada sahip olduğu nimetleri unutmaz. Böylece, dünya hapishanesinden cennete, darlıktan-genişliğe geçmiş olduğunu görmesi cehiteyle, âhirette mü'minin lezzeti ve sevinci artarken; şerefli halden, telef haline ve nimet yurdundan çılgın ateşe geçmiş olduğunu görmesi sebebiyle de, kâfirin elem ve üzüntüsü arttıkça artar. Daha sonra mü'minler, dünyada iken içinde bulundukları korku ve haşyet halini hatırlarlar da, "Doğrusu biz, bundan evvel, ailemizin içinde korkardık" derler. Bu, onların, ulaştıkları âhiret halinin sebebini birbirine sormalarıdır. Böylece onlar derler ki: Bu (âhiret saadetinin sebebi), Allah korkusudur. Çünkü biz dünyada iken Allah'dan korkardık. Bundan dolayı Allah bize lütfetti ve bizi (cehennemin o) sam yeli (gibi olan) azabından korudu."

Burada şöyle bir incelik var: Onların korkuları dünyanın elden gitmesi, dünyadan (hayattan) ayrılmaları ve dünyadaki dostlarını terketmeleh sebebiyle olmasıdır. Cennete konduklarında ise, hatalarını (korkularının boşuna olduğunu) anlarlar.

Senin Görevin Hatırlatmaktır

29

Âyetin tefsiri için bak:31

30

Âyetin tefsiri için bak:31

31

"Sen, hemen öğüt vermekte devam et. Çünkü 'sen Rabbinin nimeti sayesinde, ne bir kâhin, ne de bir mecnunsun. Yoksa, "O, bir şair. Biz onun, zamanın felaketli hadiselerine (çarpılmasını) gözlüyoruz mu diyorlar? De ki: "Bekleyin. Çünkü ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim".

Bu ayetin, kendinden önceki ile olan münasebeti açıktır. Çünkü Allahü teâlâ, varlık aleminde, Allah'dan korkan ve çoluk-cocuğu hakkında bir endişe içinde olan kimselerin olduğunu beyan etmişti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Tehdidinden korkana, Kur'ân ile öğüt ver" (Kâf. 45) ayetiyle, Allah'dan korkana öğüt vermekle emrolunmuştur. Sırf Rasûl'ün işi ise sadece emrolunduğu şeyi, yerine getirmesidir.

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bu mesele, (......) in başındaki "fâ" edatıyla ilgilidir. Bu ifadenin, kendinden önceki ayetle olan münasebeti biraz önce anlaşıldı. Binâenaleyh bu ayetlerin, fâ-i takibiyye ile başlatılması güzel ve yerinde bir iştir.

İkinci Mesele

(......) ifâdesindeki "fâ"nın manası da.böylece anlaşılmış olup, bu, "Sen bir kâhin değilsin. Binâenaleyh değiştirme ve onların hevâ-u heveslerine uyma. Çünkü bu, yalancı ve iftiracıların yoludur. Binâenaleyh sen, hatırlat, vaz-u nasihat et, çünkü sen müzevvir (yalancı) değilsin. İşte hatırlatmanın sebebi budur.

Üçüncü Mesele

Ayetteki "Biz onun, zamanın felaketli hadiselerine (çarpılmasını) gözetliyoruz" ifadesinin, "Yoksa "O bir şâir" mi diyorlar" ifadesindeki "şâir" ile alakası nedir? Deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Araplar, şâirlere eziyet etmekten, onlar hakkında ileri geri konuşmaktan sakınıyorlar, bu hususta dillerini tutuyorlardı. Çünkü şiir, onlarca ezberlenir ve tedvin edilir (toplanırdı) ve onlar, "Biz şimdilik onunla çekişemeyiz. Çünkü onun, şiirin kuvvetiyle bize galib gelmesinden korkuyoruz. Bizim yolumuz, sabretmek ve onun ölümünü beklemektir" demek istemişlerdir.

b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Hak, Allah'ın dinidir. Getirdiğim şeriat sonsuza kadar sürüp gidecektir. Kitabım kıyamete kadar okunacak" diyordu. Bunun üzerine de onlar, "Hiç de böyle değil. O bir şâirdir. Onun, ilahlarımız hakkında söylediği şeyler, bir şiirdir. Onun bir yardımcısı ve destekçisi yoktur. İlahlarımızdan ona, bela ve helak ulaşacaktır. Dolayısıyla onun için bunu bekleyelim" diyorlardı.

Reybe'l-Menûn

"Raybe'l-Menûn", ne demektir? Deriz ki: "Menûn", ölüm manasınadır, "Menn" kökünden, fe'ûl vezninde bir kelimedir. "Menn" de "kesmek" demektir. Ölüm de, lisanı hayattan kesen birşeydir. İşte bundan ötürü, "menûn" adını almıştır" denildiği gibi, "Menûn, zaman manasınadır, "Rab"i de, "zamanın belaları" demektir" de denilmiştir. Buna göre, ayetteki, "gözlüyoruz" ifadesiyle ilgili olarak, şu izah da muhtemeldir: Bu "Muhammed (hâşâ) bir şâir olduğuna göre, zamanın belaları, onun zihnini zayıflatır; onda zayıflık ve gevşeklik meydana getirir. Böylece herkes, onun halinin sahteliğini ve şiirinin kesâdını anlar" demektir.

Beşinci Mesele

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e emretmek,, emredilen şeyin yapılmasını gerektirdiği, en azından bunun mümkün olduğunu ifade ettiği halde, Cenâb-ı Hak niçin, "De ki: Bekleyin! buyurmuştur. Halbuki böyle bir bekleyiş haramdır? (denilirse), biz deriz ki: Bu gerçek bir emir değil, bir tehdid olup, "Bunu bekleyin, çünkü biz de sizin helakinizi bekliyoruz" manasındadır. Bu tıpkı öfkeli bir efendinin kölesine, "istediğini yap. Ben senin yaptıklarından habersiz değilim!" demesine benzer. Bu, o işin, kendisine basit ve kolay olduğunu ifade eden bir emir olur. Bu yine tıpkı, birisinin, kendisini, başka bir adamla tehdit edip, "Seni Zeyd'e şikayet edeceğim" diyen birisine, "Şikâyetini yap" yani, "Bu, beni üzmez, korkutmaz" demesi gibidir.

Burada şöyle bir incelik de var: Eğer bu kimse, "Aman beni şikâyet etme" deseydi, bu, onun korktuğunun delili olurdu ve böyle söylemesi ise korkuya ters düşerdi. Dolayısıyla o, hem lafız, hem de mana bakımından tam bir cevab vermiştir. Buna göre, "Eğer bu böyle olsaydı, Cenâb-ı Hak, "İster sabredin, ister sabretmeyin" rrûr, 16) buyurduğu gibi, "İster bekleyin (gözleyin), ister gözlemeyin" derdi" denilirse, biz deriz ki: Durum böyle değildir. Çünkü bir kimse, bahsettiğimiz misalde, eğer, "İster beni şikâyet et, ister şikâyet etme" demiş olsaydı, bu da, onun, o kişiden korkmadığını ifade ederdi ama, "şikâyet et" deyince, bu kimse onda korkunun zerresinin olmadığına delâlet eder ve böylece sanki, "Buna hiç aldırmıyorum. Bunu sen düşünüyorsun. O halde, inandığının aksinin olduğunu anlamam için, haydi yap yapacağım" demiş olur.

Kâfirlerin Akıbeti

Ayetteki, "Çünkü ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim" ifadesiyle ilgili şu izahlar yapılabilir:

1) Bu, "Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim. Ama ben, sizin helâlinizi bekliyorum" demektir. O kâfirler, Bedir günü ve diğer (savaş) günlerinde helak edilmişlerdir. Bu ekseri alimlerin izahıdır. Burada bizim söyleyeceğimiz ise şudur: Bu ifadeyle ilgili, bir takım izahlar yapılabilir ve açıklaması şöyledir: "Ayetteki, "Biz onun için, raybe'l-menûnu bekliyoruz" cümlesindeki "menûn" ile, eğer ölüm kastedilmiş ise, "Ben de.sizinle beraber bekleyenlerdenim" ifadesi, "Ben de ölümden korkuyorum. Onu ne kendim, ne başkası için istemem. Çünkü ben, öteye ne gönderdiğimi (ahiret için neler yaptığımı) bilmiyorum. Ben ancak bir uyarıcıyım ve Rabbimin dediği gibi, "Eğer (O peygamber) ölür veya öldürülürse, gerisin geri mi döneceksiniz" (Al-i imran, 144) diyorum. O halde siz benim ölümümü bekleyin, ben de bekliyorum. Ama bu sizi sevindirmeyecek. Çünkü benden sonra, beklediğinizi elde edemeyeceksiniz" demektir.

Bunun, şu manada olduğu da ileri sürülmüştür: "Ölümümü bekleyiniz. Ben de sizin azab ile ölümünüzü beklemekteyim."

Eğer, "raybe'l-menûn" ile, zamanın belalarının sökün etmesinin kastedildiğini söylersek, bu, "Zamanın akışının etkisini kabul etmemek olur. Buna göre, sanki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ben de sizinle beraber onları gözleyenlerdenim. Böylece, sizin, helak edici olduğunu zannettiğiniz o zamanın ne getireceğini ve o gelenden bana ne isabet edeceğini pek iyi göreceğiz" demiş olur. Bu iki takdire göre de, diyoruz ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onların beklediği şeyi beklemiştir. Fakat birinci takdirde, o şeyi (ölümü) meydana geleceğine inanarak beklemiştir; ikincisinde ise, o şeyin birtesirinin olmadığına inanarak ve bunu bilerek, onu beklemiştir. Bu tıpkı, olması beklenilen şeyin, olmayacağına inanarak, "Ben de falancanın beklediğini bekliyorum ki ne olduğunu göreyim" denilmesi tarzında bir ifadedir. Bu bökedir. Zira "Ben de sizinle beraber gözleyenlerdenim" cümlesinde mef'ûlün (reybe'l-menûn gözlenen şeyin ne olduğunun) -ayette zikrolunması sebebiyle terkedilmiş olması, mezkûr olmayan bir şeyin yani "azab"ı kastederek terkedilmesinden daha münasiptir.

2) Bu, "ben de zamanın tasarruflarını bekliyorum. Böylece onun bir tesirinin olmadığı anlaşılacak" demektir. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu iki izaha göre, onların başına bir belanın gelmesini gözlememiştir. Ama buna göre, onlardan sonra kendisinin bekasını ve davasının yükselmesini gözetlemekte-beklemektedir. Tercih ettiğimiz bu izahlara göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların başına birşey gelmesini beklememiş ve "Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim" demiştir.

Akılları mı Böyle Tavsiye Ediyor?

32

"Yoksa bunu, kendilerine akılları mı emrediyor, yoksa onlar azgınlar güruhu mudur?".

Buradaki (......) edatı da, bahsettiğimiz gibi, em-i muttasıla olup, "Onlara bir öğüt mü indi yoksa akılları mı bunu onlara emrediyor?" demektir. Çünkü herşey, ya nakil yoluyla tesbit edilir, ya da akılla... Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Naklî bir şey mi var, yoksa onların akıllan mı bu söylediklerini söylemelerini emretmiştir. Yoksa onlar aldanmış ve azgın bir toplum mudurlar ki hakkında ne naklî, ne de aklî bir delil bulunmayan bir şeyi söylüyorlar" demek istemiştir

"Tuğyan", günah işleyip, sınırı aşmak demektir. Zahiren kötü olan herşey, tuğyandır. Nitekim Hak teâlâ, "Su tuğyan edince (yükselince), biz onları gemiye yükledik" (Haka, 11) buyurmuştur.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Ayetten, bahsettiğin şeyler kastedildiğine göre, daha niçin, ayetin başı mahzuftur? Deriz ki: Onların söyledikleri şeyin, yokluğu malum olan bir nakle isnâd edilmiş olması inkâr edilemez. Fakat onun bir aklî delile isnâd edilmesine gelince bu, onların bunun ma'kûl olduğunu iddia edişlerinden ötürüdür. Onların tuğyan güruhu olmaları ise, gerçektir. Dolayısıyla Allahü teâlâ, onların iddia ettiklerini özellikle ifade etmiş ve böyle buyurmuştur. Binâenaleyh onlar, "Biz aklımıza uyup, böyle söylüyoruz" derken, Allahü teâlâ, "Hayır, aksine onlar azgın bir topluluktur" demiş, hakkında ihtilaf bulunan iki hususu zikretmiştir.

Aklın Önemi

Ayetteki, "Akılları mı emrediyor" ifadesi, akla uygun olmayan şeylerin söylenilmemesi gerektiğine bir işarettir. Aklen gerekli olan şeyin ise, söylenilmesi gerekir. Binâenaleyh aklen vâcib olan herşey, emredilmiş olur mu?

Üçüncü Mesele

"Âlâm" ne demektir? Deriz ki: Bu, "hilm"in çoğuludur ve hilm, akıl demektir. Akıl ve hilm, mana bakımından aynı bandandırlar. Çünkü akıl, insanı bağlar, zapteder. Böylece kişi, olduğu yerden hareket edemeyen, bağlanmış bir deve gibi olur. "Hulm" de, hilm kökünden olup, kişinin vakar ve sebatının sebebidir. Aynen bunun gibi, akıllara, "menetmek" manasindaki "nehy" masdarından olarak, "nühâ" denilmiştir.

Burada şöyle bir incelik var: Hulm, Arapça'da, lügaten, uyuyan bir insanın bir rüya görüp de, ihtilam olmasını, dolayısıyla gusletmesini gerektiren şeydir ki bu, kişinin buluğa erişinin sebebidir ve o esnadan itibaren, insan mükellef olur. Allahü teâlâ, hikmetinin inceliklerinden olmak üzere, şehveti akla bağlamıştır. Şehvet ortaya çıktığında, aklın kemâle erdiği anlaşılır. Böylece Cenâb-ı Hak, kendisine bağladığı şeye, yani ihtilam olmaya işaretle akla işaret etmiştir ki, böylece o peygamberin, aklı mükemmel bir nezir (uyarıcı) olduğu anlaşılsın diye. Yoksa bu, insanın şirkten ve cehenneme girmeye adım atmaktan sakınmasına vesile olan akla işaret değildir. Buna göre burada, biraz önce bahsettiğimiz, "insanın her ma'kul geleni söylemesi gerekmediğine, aksine ancak, mükellefiye uygun düşecek ve onu doğrulayacak sakin, vakur ve asîl aklın emrettiği şeyi söylemesi gerektiğini" hakikatini te'kîd vardır.

Dördüncü Mesele

Ayetteki, (bu) ifadesi neye işarettir? Deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir:

1) Bu, kapalı bir hususa işaret olup, "onlardan söz ve fiil olarak meydana gelen şeyi akılları mı emrediyor?" demektir. Çünkü onlar, putlara ve heykellere ibadet ediyor ve bu saçma-sapan sözleri söylüyorlardı.

2) Bu, o kâfirlerin, "o bir kâhin; o, bir şâir; o bir mecnun" gibi sözlerine işarettir.

3) Bu, o "beklemeye bir işarettir. Çünkü onlar, "Biz ... bekliyoruz (gözlüyoruz)" deyince, Allahü teâlâ, "Helaklerini beklemeyi, onlara akılları mı emrediyor. Çünkü peygamberlerinin helakini bekleyen her fert, mutlaka helak olur" demiştir.

Beşinci Mesele

Ayetin başındaki "hatta" manasına gelebilir mi? Diyoruz ki: Evet ve bunun manası, "Onlar, söz ile, "O bir şâirdir" diyorlar. Hatta onun, böyle olduğuna akılları ile de İnanıyorlar. Onların akıllarına bu yatıyor" şeklindedir. Yani, bu onlardan, akılları devrede olmaksızın sudur etmiş bir söz değildir. Aksine onlar, onun bir kâhin ve mecnun olduğuna kesinkes inanıyorlar. Bunun böyle olduğunun delili, şeklindeki kıraattir. Fakat burada edatı açıktır, ifadesinde edatının manasına gelmesi ise kapalıdır.

Kur'ân'ın Resulün Sözü Olduğu Saçması

33

Âyetin tefsiri için bak:34

34

"Yoksa, "Onu kendisi uydurup söyledi" mi diyorlar? Hayır, hayır, onlar iman etmezler. Öyle ise, onlar da, eğer doğru söyleyenlerse, onun gibi bir söz getirsinler!".

Bu ayetler de, "Yoksa "O bir şâirdir. Biz onun, zamanın felaketli hadiselerine (çarpılmasını) gözlüyoruz" (Tur,30) ayetiyle ilgili olup, takdiri manası, biraz önce de bahsettiğimiz gibi, "Sizler, "O bir kâhindir" mi diyorsunuz, yoksa "O bir şâirdir" mi diyorsunuz, yoksa onun bu Kur'ân'ı uydurduğunu mu söylüyorsun uz?" şeklindedir.

Cenâb-ı Hak, daha sonra, bütün bu ihtimallerin batıl olduğunu beyan için, "Öyle ise, onlarda, eğer doğru söyley enlerse, onun gibi bir söz getirsinler" buyurmuştur ki bu, "Eğer o bir şâir ise, içinizde beliğ şâirler, zekî kâhinler, irticalen nutuk atıp kasideler okuyanlar, hikâyeler-masallar anlatanlar var. Uzun ve kısa olması farketmez, peygamberin getirdiği şeyin bir benzerini, o halde, onlarda getirip söylesinler" demektir.

"Takavvul" kelimesiyle, "yalan, murad edilmiş olup, burada şöyle ince bir manaya işaret vardır: "Tefa'ül" babı, tekellüf ve bir şeyi, aslında öyle olmadığı halde öyle göstermek için kullanılır. Nitekim aslında hasta olmadığı halde kendisini hasta gösteren kimse hakkında, Arapça'da, deyimi kullanılır. Bu durumda onlar, adetâ, "Bu bir yalan olup, bir söz değildir. Bu, ancak, şeklî söze benzeyen, ama hakikatte böyle olmayan zoraki bir söz, yalan, yani "takavvül"dür" demek istediler. Onlar bu sözü, yalanlayan tarafın doğru sözlü olduğunu ortaya koymak için böyle dediler. Ayetteki, "Hayır, hayır, onlar iman etmezler" cümlesi de, şu hususu beyan etmektedir: Onlar, vahiy inerken, mu'cizeler görüp müşahede ediyorlardı. Binâenaleyh bu durum, onların, o peygambere başkalarının yanında şehâdet etmelerini ve sahabe (radıyallahü anh)'nin olduğu gibi, mü'minler için, birer yıldız olmalarını gerektirirdi.. Halbuki onlar, böyle olmaları şöyle dursun, yıldızdan daha az bile olamadılar. Bu daha aşağı olup da, onların meselâ, bunları görüp müşahede etmeyen ve kendileri nezdinde bunların bu şekilde zuhur edip meydana gelmediği mü'minler topluluğundan birisi olmalarıydı (en azından bir mü'min olmaları...).

Ayetteki, (......) ifâdesinin başındaki fâ, takîbiyye fâ'sı olup bu, "Durum böyle olduğuna göre, kendi sözlerini doğruya, peygamberin sözünü de yalana çıkarabilmeleri için onların, o peygamberin getirdiği şeyin bir mislini ve benzerini getirmeleri vâcib olur..." demektir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Bazı ulemâ, ayetteki (......) ifâdesinin, bir işi veya bir fiili yapabileceğini iddia eden kimseye, bir kimsenin söylemiş olduğu ve onu acze düşürmeyi amaçlayan bir emir olduğunu; ki, bunu söyleyenin maksadının da karşı tarafın bundan âciz olduğunu ortaya koymak olduğunu söylemişlerdir. Görünen odur ki, buradaki emir, hakikati üzere bırakılmış olan bir emirdir. Çünkü, Cenâb-ı Hak, mutlak olarak getiriniz dememiş, tam aksine O, "Eğer doğru söyleyenlerse, onun gibi bir söz getirsinler.." buyurmuştur. Bu takdire göre, şart bulundu mu, onu getirmekte vâcib olur. Allah'ın kelâmında acze düşüren emir ise, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah güneşi doğudan getiriyor. Haydi sen de onu batıdan getir" deyince ise, o kâfir şaşırıp kalmıştı.." (Bakara, 258) ayetindeki, "getir" emridir. Bu, onların (bazı ulemânın) sözlerinde bir eksiklik meydana getirecek bir konu değildir.

İkinci Bahis: Mu'tezile, "Ayetteki (......) kelimesi, (muhdes) anlamındadır. Allah, Kur'ân'a "hadîs" adını verdiğine göre Kur'ân, muhdes olmuş olur" demektedir. Biz deriz ki: "Hadîs", müşterek bir kelime olup, hem "muhdes" hem de "kadîm" için kullanılır. İşte bundan dolayı, "evveliyeti yoktur" anlamında değil de, "zamanı çok eski, geçmiş" manasında, "Bu, kadîm bir sözdür" denilebilmiştir. Bunda münakaşa yoktur,.

İzafet ve Nekirelik

Üçüncü Bahis: Nahivciler şöyle demektedirler: "Sıfat mevsûfuna, marifelik ve nekirelik bakımından uyar. Ne var ki, mevsûf olan "hadis" sözü nekiredir (belirsizdir). (Sıfat olan) "misi" kelimesi ise, Kur'ân'a râci olan zamire muzaftır. Marife'ye muzâf olan ise mahfedir, o halde bu nasıl olur? Biz deriz ki: "Misi" ve "gayr" kelimeleri izafetle marife olamazlar. Bunlar gibi olan her şeyde böyle olup, bunun sebebi şudur: "Gayr, misi, vb. ifâdeler, son derece belirsizdirler.. Çünkü sen meselâ, "Zeyd gibi olan hiçbir şey görmedim" dediğinde bu ifâde, her şeyi içine alan bir ifade olmuş olur. Çünkü herşey, "şey" olması açısından Zeyd gibidir. O halde cansız varlıklar, cisim, hacim ve mümkin varlıklar olmaları açısından, Zeyd gibidirler. Bitkiler, büyüme, gelişme, solma ve yok olma açılarından, Zeyd gibidirler. Canlılar, hareket etme, algılama ve diğer vasıflar açısından Zeyd gibidirler. "Gayr" kelimesi muzâf kılındığında, belirsiz olur. Ama, izâfetsiz kullanıldığında, çoğu kez marife olur. Çünkü meselâ sen, "Zeyd'den başkası..." dediğin zaman, son derece kapalı olur. Zira bu, sınırsız şeyleri içine alır. İzâfetsiz kullandığında ise, sen çoğu kez, "gayr" ve "muğayeret" ifâdelerinin aynı babtan olduğunu söylersin ki, tağayyür kelimesi de böyledir, böylece "gayr" kelimesini ya cins isimler gibi kılmış, yahutta onu mübtedâ tutarak belli bir manayı kastetmiş olursun.

Dördüncü Bahis: Ayetteki, ifâdesi, "Eğer onlar, "o onu uydurdu" sözlerinde sâdık kimseler iseler" demektir ki biz bunun, geçmişle ilgili olduğunu ve bu sözün, "o, kâhindir; o, mecnûndur; o, şâirdir; o, uydurandır" şeklinde varid olduğunu söylemiştik. Buna göre buradaki ifâdenin anlamı, "Eğer onlar ileri sürdükleri bu şeyler hususunda sadık kimseler iseler, onlara Kur'ân'ın mislini getirmek basit olmalıdır. Bu imkânsız olduğuna göre, onlar bütün bu söyledikleri hususlarda yalancıdırlar.." demektir.

Kur'ân'ın Mu'cizliği

Beşinci Bahis: Biz, Kur'ân'ın bir mu'cize olduğunu ve bunda herhangi bir şüphenin bulunmadığını belirtmiştik. Çünkü insanlar meydan okuma esnasında, buna yakın şeyin mislini bile getirmekten âciz kalmışlardır. Kur'ân'ın mu'cize oluşuna gelince, bu, fesâhatından ötürü olup, bu, ehl-i sünnetin ekserisinin görüşüdür. Yine bunun mu'cize oluşu, Allah'ın, insanların akıllarını bunun mislini getirmekten alıkoymasından, çevirdiğinden ve lisânlarını buna yakın olan bir şeyi getirmekten men edip bağlaması sebebiyledir. Güç yetirilebilen bir şeyi getirmeye kadir olanı ondan men etmek, başkasının kadir olamayacağı bir işi, başkasının yapması gibidir. Zira, bir başkasına, "Ben şu dağı hareket ettireceğim" diyen kimsenin bu sözü imkânsız görülür. Ve yine bu kimse, "Öyle bir iş yapacağım ki, o durumda mahluklar bir olmasa bile yerinden kaldıramayacaklar" dese, bu da imkân harici görülür. Bunların her ikisi de, iddia ile birlikte olursa mucize sayılır. Nitekim bu, bazı kelâmcıların görüşüdür. Ve bunda bozuk bir taraf da yoktur.

Yaradansız Yaratık Olmaz

35

"Yoksa onlar, bir Halik olmaksızın mı yaratıldılar? Yahut, yaratıcıları kendileri midir?.

Buradaki edatının, manasında olmadığında ihtilâf yoktur. Ne var ki, müfessirlerin ekserisi, bununla, bu ayetin başında bulunan (bulunması gerekli) olan istifhamın kastedildiği kanaatindedirler. Bu istifham da, ya hemzedir, yahutta 'dir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, demiş olur. Bunun, sözün arasında gelen, istifham için getirilmiş olduğu; takdirinin de, "Onlar yaratılmadılar mı? Yoksa onlar, bir Halıksız olarak mı yaratıldılar? Yoksa, yaratıcıları kendileri midirler?" şeklinde olduğu da söylenebilir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Önceki Kısımla Münasebet

Bu ayetin mukabili ile münasebeti nedir? Biz deriz ki, onlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanlayıp, onun kâhin, mecnûn ve şâir olduğunu söyleyip, Allah da peygamberini bütün bunlardan aklayınca, onların yalanlarını boşa çıkarmak için, Peygamberinin doğruluğuna dair delili getirmiş ve bu işe ilk önce onların kendi nefislerinden başlamıştır. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, "Kendilerinde, (nefislerinde), onun doğru olduğunun delili bulunurken, onlar daha nasıl onu yalanlıyorlar?" demek istemiştir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın sözü üç şey, yani kendisinin birliği (tevhîd), haşir ve risâlet (peygamberlik) müessesi hakkındadır. Binâenaleyh, onların nefislerinde o peygamberin doğruluğunun anlaşılacağı şey bulunmaktadır. Ki, bunun izahı şudur:

Onlar, yaratılmış varlıklardır. Beyân ettiğimiz veçhile, her şeyde O'nun birliğine delâlet eden, bir delil vardır. Bu ise, tevhid delilidir. Biz bunun nasıl izah edileceğini, defalarca beyân ettik, bunu tekrarlamıyoruz.. Haşre gelince, ilk yaratma işi, dirilişin imkânının delilidir. Bu söylediklerimizin delili de, Allahü teâlâ'nın, bu istifhamları, "Yoksa onların, Allah 'tan başka ilahları mı vardır? Allah onların şirk koşmalarından münezzehtir" (Tûr, 43) ifadesiyle bitirmesidir.

İkinci Mesele

Durum, bahsettiğin şekilde olduğuna göre, daha niçin, "yaratılmadılar mı?" ifadesi hazfedilmiştir?!" denilirse, biz deriz ki: Bunun imkânsız olduğu, bu ifâde varken, buna muhalefet etmenin izahının yapılamayacağı bir biçimde olmasından dolayıdır.

Buna göre şayet, "o halde, daha niçin Cenâb-ı Hak ayetin başına "yaratılmadılar mı?" ifâdesini getirmemiş de, aksine, "Yoksa onlar, bir Hâlıksız olarak mı yaratıldılar?" demiştir" denilirse, biz deriz ki: Onların yaratılmamış olmadıklarının açık ve malûm olmasından dolayıdır bu. (yani, onların yaratılmış olduğu açık seçiktir). Mezkûr olan ifâde de, bu işin bâtıl ve imkânsızz oluşunun açık ve seçik olması bakımından, zikredilmemiş olan yakındır. Buna göre şayet, ifâdesinin de batıl olduğu açıktır. Zira onlar, hem kendilerini topraktan, sudan ve nutfeden yaratıldıklarını bilmektedirler" denilirse biz deriz ki: Batıl olma açısından birinci şık açıktır. Çünkü, onların yaratılmamış olduklarını iddia eden kimse zarurî, zorunlu olanı inkâr etmiş olur ki, bunu inkâr eden, pek kesin bir şeyi inkâr etmiş olur.

(......) Ne Demettir?

(......) ifâdesi ile ne kastedilmiştir? Deriz ki: Bu hususta bir takım izahlar yapılmıştır: Nakle dayanan İzahlar şunlardır:

a) "Onlar, yaratıcısız mı yaratılmışlardır?"

b) "Onlar, bir şey için değil, boş yere mi yaratılmışlardır?"

c) "Onlar, babasız annesiz mi yaratılmışlardır?" Bu ifâdenin manasının, "onlar topraktan yahut sudan yaratılmadılar mı?" şeklinde olması da muhtemel olup, bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz sizi hakîr bir sudan yaratmadık mı?" (Murselât, 20) ifadesidir. İkinci istifhamın olumsuzluk değil, aksine müsbet anlamda olduğu da söylenebilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizler mi onu yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcı Biz miyiz?" (Vakıa, 59); "Sizler mi onu ekiyorsunuz, yoksa ekiciler biz miyiz?" (Vakıa,64); "Sizler mi onun ağacını inşâ ettiniz, yoksa inşâ ediciler Biz miyiz?!" (Vakıa, 72) buyurmuştur. Bütün bu istifhamlar, birincisinde olumsuz, ikincisinde olumludur. İşte burada da Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki, bu "İşte bu ikincisi doğrudur" demek olup, bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "İnsanın üzerine uzun devirden öyle bir zaman geldi ki o, ismi sanı anılan bir şey değildi.. "(Dehr, 1) ayetinde olduğu gibidir.

İmdi eğer, "Adem topraktan yaratılmışken, bu müsbet mâna nasıl olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Toprak, şeysiz yaratılmıştır. Binâenaleyh, insanın yaratılışı hususunda düşünüp, bu tefekkürünü onun yaratılışının başlangıcına vardığında, insanın şeysiz olarak yaratıldığını görürsün. Yahut da şöyle deriz: Bu ifâde ile, "Yoksa onlar, mezkûr veya muteber olan bir şey olmaksızın mı, yani o hakir şey olmaksızın mı, yani o hakir su olmadan mı yaratüıldılar" manası kastedilmiştir.

Dördüncü Mesele

Ayette bahsedilen bu üç şeyin zikredilmiş olmasının izahı nasıl yapılabilir? Biz deriz ki bu üç şey, her biri vahdâniyyet ve haşr görüşüne mâni olan tertipli ve sıraya konulmuş bir takım sözlerdir. Ki Cenâb-ı Hak bunları sırasıyla sorarak, "Onlar hiç yaratılmadılar mı ki, bundan dolayı, yani îcâd etmenin ve yaratmanın mevcut olmayışından dolayı tevhidi (Benim birliğimi); ilk yaratılış olmadığı için de haşri inkâr ediyorlar!?. Yoksa onlar, şeysiz mi yaratıldılar? Yani, yoksa onlar, kendilerinin bir şey olmadan yaratıldığını, dolayısıyla da "iâde"nin, ikinci kez yaratmanın olmayacağını mı söylüyorlar?" demektir ki, bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksa siz, bizim sizi boş yere yaratmış olduğumuzu mu sandınız?!" (Mü'minûn, 115) ayeti gibidir.

Bizim, "Bununla kastedilen, "Toprak ve su olmadan mı yaratıldılar?" manasıdır.." şeklindeki görüşümüze gelince, bunun izahı açık olup, bu da şöyledir: Yaratma işi, bir şey'den olmayıp, tam aksine yoktan var etme şeklinde olmuş olsaydı, o zaman o şeyin mahlûk olduğu, bazı ahmak kimselere meçhul katırdı. İşte bundan dolayı bazıları, şöyle demişlerdir: Semâ, tesadüfen yükselmiş ve yaratıcı olmadan meydana gelmiştir. Ama insanın, ilk önce nutfe, sonra " 'alaka", sonra bir çiğnem et parçası, sonra et ve kemik... olmasına gelince, onun bu değişik hallerini görüp müşahede ettikten sonra, onun bu şekilde yaratılmış olduğunu inkâr etmek hiç kimse için mümkün değildir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak yani, "Onlara, yaratılışlarının şekli kapalı gelecek bir biçimde mi yaratıldılar?" demektir. Ki bu da, "Onlar, başlangıçla kendileri üzerinden bazı haller geçmeksizin, yani onlar o haller içinde önce toprak sonra su, sonra da nutfe olmaksızın, doğrudan doğruya mı yaratıldılar? Hayır, onlar, böyle olmadılar. Tam aksine onlar, bu sayılan şeylerden bir şey idiler ve o şeyden yaratıldılar. Binâenaleyh onlar, "şeysiz" yaratılmadlar ki, vahdâniyyeti inkâr edebilsinler!.." demektir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak "Sizi analarınızın karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışa dönüştürerek yaratıp duruyor" (Zümer, 6) buyurmuştur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Biz insanı nutfeden yarattık.. "(Mû'minûn,13) sözünü çokça zikretmiştir. "Biz sizi, hakir bir sudan yaratmadık mı?" (Mürselât, 20) sözü, burada zikredilen bu iki durumu da içine alır.. Çünkü, "sizi... sudan yaratmadık mı?" ifadesinin, yaratma işinin nefyedilmesi ile toplamın nefyedilmiş olmasına delalet etmesi muhtemeldir. Böylece Cenab-ı Hak sanki "Sizler, su bulunmaksızın mı yaratıldınız" demiş olur.

Hak teâlâ'nın, "Yoksa onlar bir şeysiz olarak mı yaratıldılar" ifadesi ile, "Yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar" manası kastedilmiştir diyenlerin görüşüne göre, ayette güzel bir tertip (sıra) var. Çünkü yaratıcının olmadığını söylemek, ya âlemin mahluk, dolayısıyla da "mümkin" varlık olmadığını (vâcibû'l-vucûd olduğunu) söylemekle olur, yahut da âlemin mümkin olduğunu, ama muhtaç olmadığını söylemekle olur ve bu durumda, "mümkin varlık", herhangi bir müessir olmadan meydana gelmiş olur ki, her iki ihtimal de imkânsızdır. Ama Cenâb-ı Hakk'ın, "Yahut yaratıcûar kendileri midir?" ifadesi, "mahlûkatı yaratanlar onlar mı? Böylece yaratan kimse, işinin çokluğundan ötürü acze düşer. Çünkü insanın adeti, yaratmadan (iş yapmaktan) ötürü yorulmaktır. Dolayısıyla onlara, "Onlar yaratılmadılar mı?" diye sormak, onların bir ilahı olduğunu isbat etmez. "Yoksa bir şeysiz olarak mı yaratıldılar" da, bundan ötürü, yaratma işi onlara saklı kaldı. Yoksa onlar, yaratıcıyı, kendileri gibi mi kabul edip, O'na acziyyeti nisbet ettiler" demektir. Bu ifadenin bir benzeri de Hak teâlâ'nın, "Ya biz, ilk yaratışta acz mi gösterdik"(Kaf, 15) ayetidir. Bu, haşre nisbetle böyledir. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın tevhidine nisbetle, bu ifadeler, onlara bir cevabtır. Çünkü onlar, "Bu işler, farklı şeylerdir. Neticelerin farklı oluşu, müessirlerinin de farklı olduğuna delâlet eder" demişlerdir ve onlar, "O, bütün tanrıları bir tek Tanrı mı yapmış?" (Sad,5) demişlerdir. Bunun üzerine Hak teâlâ, "Yahut, yaratıcıları kendileri midir?" buyurmuştur. Çünkü fırıncı, terzi; terzi de duvar ustası olamaz. Bunlardan herbirini, başka işle meşgul olmaktan alıkoyan bir işi vardır.

Gökleri ve Yeri Onlar mı Yarattı?

36

"Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, hayır onlar, iyi bilmiyorlar".

Bu ayetle ilgili şu izahlar yapılabilir:

1) Zemahşerî'nin tercih ettiği görüşe göre bu, "Onlar, kendilerinin yaratılmış olduklarını kesin kes bilmiyor, inanmıyorlar" demektir. Bu durumda ifade, "Onlara gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olursan, onlar, "Allah" derler" (Lokman, 35) ayetinin manasında olur ki, bu da "Onlar Allah'ın yaratıcı olduğunu ama, kendilerini yaratmadığını söylüyorlar" demek olur.

2) Bu, "Yoksa onlar Allah'ın bir olduğunu bilmiyorlar mı?" demek olur. Bu da, "Durum böyle değildir, yani, "Bunları onlar yaratmadılar ve Allah'ın bir olduğunu da bilmiyorlar" manasına gelir.

3) Mef'ûlü zikretmemek, burada fiili tamamen nefyetme manasını ifade eder, yani "onlarda bilme kabiliyeti yok" manasına gelir. Nitekim bir kişinin mezhebini-yolunu beyan etmek için, mef'ûl (inandığı veya inanmadığı şey) belirtilmeksizin, "Falanca mü'min değildir veya filanca kâfir değildir" denilir. Bu durumda ayetin takdiri, "Gökten ve yeri onlar yaratmadılar. Onlar bu delillere de iyice inanmıyorlar. Hatta hertûrlû delil ve mucizeyi getirsen bile, asla inanmayacak, bilmeyecekler" şeklindedir. Bunun böyle olduğunun delili, Hak teâlâ'nın ileride getirdiği, "Eğer gökten bir parça düştüğünü görseler, "Bu, birbiri üstüne yığılmış (kesîf) bir bulut" derler" (Tur, 44) ayetidir. Tefsir ettiğimiz ayet, afakî (dış dünyamızdaki) delillere, bundan önceki ayet de, enfüsî (iç dünyamızdaki) delillere işarettir.

Rabbin Hazineleri Onlarda mı?

37

"Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mı? Yoksa onlar, hakim ve gâlib kimseler mi?".

Bu ayetle ilgili olarak şu izahlar yapılabilir:

a) Ayetteki, "hazineler" ile, rahmet hazineleri; veya

b) "Gaybın hazineleri" kastedilmiştir.

c) Bu, insanlara kapalı, ilahî sırlara bir işarettir.

d) Bu, insanın görmediği ve duymadığı çeşitli mahlûkat hazineleridir. Bu izahlardan, ilk ikisi nakle, son ikisi ise istinbata (tefekküre) dayanmaktadır.

Musaytır'ın Manası

Ayetteki "Yoksa onlar, hakîm ve gâlib kimseler mi?" ifadesi de, bu reddiyeyi tamamlayan bir ifadedir. Çünkü Cenâb-ı Hak böyle söyleyince, onların Allah'ın rahmetinin-hazinelerinin bekçileri olmadıklarını, dolayısıyla Allah'ın hazinelerini bilemeyeceklerine işaret etmiştir. Onların sırf bekçileri olmayışları, o hazineleri bilmemeyi gerektirmez. Zira o bekçilerin, hazineyi görmüş olmaları mümkündür. Çünkü hazineyi bilmek, hazinenin görevlisi ile kâtibinin (muhasibinin) işidir. İşte bu sebeble Hak teâlâ, "Sizler, ne bekçiler, ne de hazinelerde görevli kâtiblersiniz" demek istemiştir. "Musaytır" kelimesinin, "hazinenin yazıcıları" manasına alınması, uzak birşey değil. Çünkü bu kelimenin kökü "satır"a delâlet eder. "Satır" da, yazmada-kitabta olur. "Musaytır"ın, "hükümran ve musallat" manasında olduğu da söylenmiştir. Bu kelime (sin) ile ve (sâd) ile okunur. ile birlikte olan sinlerin pek çoğu sâd şeklinde de okunmuştur. Nitekim Hak teâlâ, ile (Gâşiye, 22) buyurmuştur. Bu kelime sâd ile şeklinde de okunmuştur.

Göğe Merdiven mi Kurdular?

38

"Yoksa onlara ait bir merdiven vardı da, onun üstüne çıkıp (göğü mü) dinliyorlar? Öyle ise, dinleyicileri, açık bir burhan getirsin".

Bu ayet de, ilgili delili tamamlayan bir ifadedir. Çünkü hazinedar ve kâtib olmayanlar da, bazan ilgili işe, bekçiden ve kâtibten duymak suretiyle muttali olurlar. İşte bu sebeble Hak teâlâ, "Siz ne bekçi, ne kâtibsiniz ve ne de bunlarla biraraya geldiniz. Çünkü hazinelerimin bekçi ve kâtibleri meleklerdir. Siz onların yanına da çıkamazsınız" buyurmuştur.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Ayetin maksadı, göğe çıkarılmayacağını, tırmanılamayacağını anlatmaktır. Binâenaleyh onların merdivenleri olmadığını söylemekten, onların göğe tırmanmadıkları manası çıkmaz. Öyleyse buna ne şekilde cevap verilir? Deriz ki: Onların merdivenlerinin olmadığını söylemek, tırmanamayacaklarını söylemekten, yani göğü dinleyemeyeceklerini söylemekten daha beliğdir. Ayetin sonu da, bu manaların hepsini kapsamaktadır. Çünkü Hak teâlâ, "Öyle ise dinleyicileri, açık bir burhan getirsin" buyurmuştur.

İkinci Mesele

Merdivenin içinde dinlenilmez, ancak üzerinde dinlenilir. O halde, "O merdivenin içinde (göğü) mü dinliyorlar?" ifadesini nasıl izah edebiliriz? Buna şu iki şekilde cevap veririz:

a) Zemahşerî'nin söylediğine göre bu ifade, "O merdivenden çıkarak" takdirindedir.

b) Vahidî'nin belirttiğine göre buradaki "fî" harf-i cerri, (üzerinde) manasındadır. Nitekim "Sizi, hurma dallarına asacağım"(Tahâ, 71) ayetindeki edatı manasındadır. Her iki izahta da, bir takdir ve tebdil söz konusu olduğu için, bunlar zayıftır.

Dinleme Konusu?

Niçin, "dinliyorlar" fiilinin mef'ûlü (yani dinlenilen şey) zikredilmemiştir ve bu mef'ûl nedir? Deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

a) Dinlenilmek istenen şey, vahiydir. Buna göre mana, "O kâfirlerin, üzerine tırmanıp, vahyi dinleyecekleri bir merdivenleri mi var?" şeklinde olur.

b) Bu. "Onlar, "O bir şâirdir. Allah'ın ortakları var. Haşr olmayacak" gibi sözleri mi bu merdivene çıkıp dinlediler duydular" demektir.

c) Bu ifadede mef'ûl direkt olarak terkedilmiştir. Allahü teâlâ sanki, "Onların göğü dinleme güçleri mi var ki, O (Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in) peygamber olmadığını ve sözünün, Allah'dan olmadığını bilebiliyor" demek istemiştir.

Dördüncü Mesele

Cenâb-ı Hak buyurmuş "Onun Kur'ân'ın benzen bir söz getirsinler" (Tur, 34) dediği gibi, "Getirsinler" dememiştir (niçin)? Deriz ki: Allahü teâlâ, onlardan, doğru olmaları farzedilmesi halinde, daha basit birşeyi yapmalarını istemiştir. Böylece onların, Kur'ân'ın bir benzerini yapmak için biraraya gelmeleri, görüşlerinin bâtıl olduğuna daha fazla delâlet eder. İşte bu sebeble Allahü teâlâ orada, "Onun benzeri bir söz getirsinler" (Tur, 34) demiştir ki bu, "Bu hususta biraraya gelin, birbirinize destek olun ve onun benzeri birşey yapın (söyleyin). Çünkü bu iş, birlikte yapıldığında daha basit ve kolay olur. Ama hep birden bir merdivene çıkmak imkânsızdır. Çünkü merdivene teker teker çıkılır ve en üst noktada sadece bir kişi bulunur" demektir. İşte bu sebeble Cenâb-ı Hak, (müfred olarak) "Dinleyicileri... getirsin" demiştir ki bu, "Merdivenin o en üstünde olan tek kişi, duyduğu şeyi getirsin, söylesin" demektir.

Beşinci Mesele

Ayetteki, "sultan-ı mübîn" (açık bir burhan) tabirinden maksad nedir? Deriz ki: Bu, şöyle bir inceliğe işarettir: Eğer Allahü teâlâ onlardan duydukları şeyi istemiş ve onlara, "Haydi duyanları, duyduğunuzu getirip söyleyin" denildiğinde, birisi, "Falan falan şeyleri deyip, uydurduğu şeyleri söyleyebilirdi. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, "Hayır, aksine bunda gerekli olan, bunu söyleyenin, söylediği şeyin gökten duyulduğuna dâir delil getirmesidir" demiştir.

Kız Allah'ın, Oğul Sizin Mi?

39

"Yoksa kızlar O'nun (Allah'ın), oğullar sizin mi?".

Bu, Cenâb-ı Hakk'ın ortakları olmadığına ve o kâfirlerin söyledikleri şeyin yanlış olduğuna bir başka yolla işaret etmektir. O yol da şudur: Tasarruf (yetki) sahibi kimse, âciz olduğu için, ortaklara muhtaç olur. Halbuki Allahü teâlâ, mutlak kadirdir. Dolayısıyla O'nun ortaklan (ortaklara ihtiyacı) yoktur. Çünkü o kâfirler, "Biz, bu putları ve diğer taptığımız şeyleri, Allah'ın ortakları saymıyoruz. Bunlara, Allah'ın kızları olduğu için saygı gösteriyoruz" diyorlardı. İşte bundan dolayı Hak teâlâ da, "kızları da, erkekleri de Allah yarattığı halde, siz daha nasıl, kızları O'na nisbet ediyorsunuz. Kızları ve erkekleri, insanlar ölüp gittiği için (nesil sürsün diye) yaratmıştır. Eğer doğum hadisesi olmasaydı, nesiller sona erer, asıllar, yerlerine fasıllar (kendilerinden çıkan dallar) geçmeksizin ortadan kalkıp yok olurlardı. İşte bundan ötürü Allahü teâlâ üremeyi takdir etmiş, yine bu sebeble cennette üreme olmayacaktır. Çünkü âhiret yurdu, beka yurdudur. Orada babaların ölümü söz konusu değildir ki, oğullar yaratmak suretiyle, imâr ve nesli devam işi sürdürülsün. Bunun böyle olduğu sabit olunca, çocuk, babasının yok olması durumuna karşılık yaratılmıştır. Hak teâlâ işte bundan ötürü, Al-i İmrân Sûresi'nin başında, "(Allah) hayy (diri) ve Kayyûm'dur" Al-i imrân, 3 buyurmuştur ki bu, "Allah, hiç ölmeyen bir diridir. Dolayısıyla kendisine vâris olacak bir çocuğa ihtiyacı yoktur. O, değişmeyen ve zayıflamayan bir kayyûm'dur, dolayısıyla yerine geçsin diye de bir çocuğa muhtaç değildir" demektir. Zira bu ayet, Necrân hristiyanları hakkında vârid olmuştur.

Daha sonra Hak teâlâ bu hususu en beliğ bir biçimde beyan ederek şöyle buyurmuştur: Onlar, Allah'ın kızları, kendilerinin de oğulları olduğunu söylüyorlar. Halbuki onlar için kızlar daha uygundur. Çünkü kızların çokluğu, neslin çokluğunu sağlar. Çünkü çok kızdan, tek bir taneden elde edilecekten daha çok çocuk olması mümkündür. Ama çok erkeğin, tek bir dişiyi, pek çok çocuğa hamile bırakması mümkün değildir. Baksana, koyunların dişisi nadiren kesilir. Zira türün bekâsının dişi ile sağlandığı sabit olduğu için, üreme bakımından bunlar daha faydalıdır. İşte bu sebeple Allahü teâlâ, "Ben, yok olmayan bir kayyumum. Türün devamı hususunda, Benim, hadis (mahluk) bir şahsa ihtiyacım yoktur. Siz insanlar ise, dünyevî ölümden korkuyorsunuz. Halbuki âlemin bekası, daha ziyade dişilerle sağlanır. Buna rağmen, sizler kendinizi kızlardan tebrie ediyorsunuz. Allahü teâlâ'nın hiçbirşeye ihtiyacı yok iken ve herşeyden müstağni iken, onun kızları olduğunu söylüyorsunuz" demek İstemiştir. Bu izaha göre, geçen ayetteki ifade, Allah'ın bir başlangıcı olmayışına nazaran, Allah'ın hiçbir ortağı olmadığına, bu ayet ise, Allah'ın fânî olmayışına nazaran, yine O'nun ortakları olmadığına bir işarettir.

İmdi, eğer, "Bu iş, herkesin anlayacağı şekilde çirkin bir şey olmasına rağmen, daha nasıl Allah'ın kızları bulunduğu söylenmiştir? Halbuki bunu söyleyenlerin, mükellefiyeti kaldıracak akılları vardı. Bu kadar bir akıl bile, bu sözün yanlış olduğunu anlamaya yeterlidir?" denilirse, biz deriz ki: Onların bu görüşe (inanca), akıllarına tabî olup, nakle itibar etmeyişleri sevketmiştir. Çünkü onları bu konuda takib ettikleri yol, felsefecilerin yoludur. Çünkü felsefecilerin, "Açık (sarih) akla (yani aktın açık olarak gösterdiği şeylere), uyması gerekir. Nakil ise, kendisine uyulmaktan uzaktır. Ona ancak, akla uygun olduğu zaman uyulur. Nakil akla uyduğunda ise nakle uymaya zaten gerek kalmaz. Çünkü bu durumda akıl yeterlidir" derler ve şöyle ilave ederler: "Babaya, çocuğunun varlığına sebeb olduğu için "vâlid" (doğumuna sebeb olan) denilmiştir. İste bundan dolayı, birşey birşeyden çıktığında, "Bu ondan tevellüd etti" denilir. Bu sebeble Araplar, "hummâ"nın (vücuddaki ateşin) midede karışan yiyeceklerin, bozulmasından (yanmasından) meydana geldiğini söylerler. Bu sebeble onlar: "Allah, meleklerin meydana gelmelerinin vâcib ve zorunlu bir sebebidir" diyorlar. O'na bundan dolayı "Vâlid" (baba) adını veriyor ve Allah'ı bu şekilde isimlendirirken, O'na noksanlık getirecek şeylerle O'nu adlandırmaktan tenzih edilmesi gerektiğine aldırmıyorlardı ve nakle itibar etmedikleri için de, Allah'ın isimleri (ve sıfatları) konusunda şeriatın getirdiği en güzel isimlerle yetinmenin vâcib oluşuna da dikkat etmiyorlardı. İşte bu sebeble, Allah'a ve O'nun sıfatlarına mecazî ve hakikî kelimelerin verilebileceğini söylüyor, böylece de mesela O'na mecazî olarak, asık, ma'şûk, baba, vâlid v.b. adlar veriyor, ama "oğul, mevlûd" gibi adlan, ittifakla vermiyorlardı ki, bu bir dalâlettir.

Risalet İçin Ücret?

40

"Yoksa sen onlardan (peygamberlikten dolayı) bir ücret istiyorsun da, bundan dolayı onlar, ağır bir borç yükü altına mı girmişler?".

Bu ayetin, kendinden öncekilerle münasebetinin izahı da şöyle yapılır: Müşrikler, şeriatı (dinî hükümleri) bir kenara atıp, aklen doğru sandıklan şeylere uyup, yokluktan sonra var olana, "mevlûd" (doğmuş-üremiş), bunları yoktan var edene de, "vâlid" adını verince, bu sebeble ve müşrik olmaları sebebiyle kâfir olmuşlardır. İşte bu sebeple, Hak teâlâ onlara, "Sizi, şeriatı bir tarafa atmaya, peygambere uymamaya sevkeden şey nedir? Bu, o peygamberin sizden herhangi bir ücret istemesinden ötürü müdür?" demek istemiş, onların buna "evet" demeleri mümkün olmayınca, geriye onların ancak "Hayır" cevabını vermeleri kalmıştır. Binâenaleyh biz de onlara diyoruz ki: Sizin söylediğiniz gibi bir mana olmasa dahi, iftira etmenizi caiz gören ve lafız bakımından Allah'ın makamını hafife almayı gerektiren felsefecilerin sözüne nasıl uyuyor ve mana bakımından adaleti (uygunluğu), lafız bakımından iyiliği ve güzelliği size emreden ve size "Açık ve vazıh manalara (gerçeklere) tâbi olun. Eğiten ve terbiye eden güzel kelimeler kullanın" diyen zata tabî olmuyorsunuz?" buyurmuştur ki bu son derece güzel bir açıklamadır.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Ücret Neden Resule Nisbet Edildi?

"Yoksa onlar (...) mı diyorlar?"(Tûr,33) ve "Yoksa onlar, bir tuzak kurmak mı istiyorlar" (Tür, 42) vb. ayetlerinde olduğu gibi, niçin, "Yoksa onlar bir ücret mi istiyorlar?" buyurulmamış da, isteme işi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e nisbet edilerek, "Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun..." buyurulmuştur, bunun faydası nedir? Biz deriz ki: Bunda iki fayda bulunmaktadır:

Birinci Fayda: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbini teselli etmek. Bu böyledir, çünkü onlar Kur'ân'ı dinlemekten imtina edip tabî olmaktan yüz çevirince, bu durum Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ağır geldi. Bunun üzerine de Rabbi ona, "Sen, üzerine düşeni yaptın. O halde, iman etmediler diye, canın sıkılmasın.. Sen, kınanacak değilsin.. Sen ancak, eğer onlardan bir ücret talep etmiş olsaydın, kınanırdın.. Peki, sen onlardan bunu istedin de mi, bu onlara ağır geldi?!. Hayır, o halde senin hiçbir kabahatin yok.." dedi.

İkinci Fayda: Şayet "Yoksa onlar... istiyorlar mı?" buyurulmuş olsaydı, o zaman, ücretin mutlak olarak nefyedilmesi, (istenmemiş olduğu) gerekirdi ki, bu böyle değildir. Çünkü onlar hem şirk koşuyorlar, hem de onlardan, liderleri tarafından bir ücret talep ediliyor.. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelince, Cenâb-ı Hak ona,

"Sen onlardan bir ücret istemiyorsun, buna rağmen onlar sana uymuyorlar. Senden başkaları ise onlardan ücret talep ediyor ve onlar da bu talebe muhatap oluyorlar, buna rağmen yine de onlara tabî oluyorlar. Bu ise sapıklığın zirvesidir.." demiştir.

İkinci Mesele

Eğer bir kimse, edatının, ancak ya hakiki olarak ya da takdiren ifâdenin ortasında gelmesini açıklaman gerekir.. O halde, burdaki hangi durumdur?" dese, biz deriz ki: Burada Cenâb-ı Hak sanki, "Sen onlara, sırf Allah rızası için mi hidâyet gösteriyorsun, yoksa buna mukabil onlardan bir ücret mi talep ediyorsun?" buyurmuştur. Bu durumda, birinci kısmın terkolunması, yadırgama ve nefyin onun hakkında vâkî olmaması sebebiyledir. Bu tıpkı, "Yoksa Allah'ın kızları mı var?"(Tur,39) ayetinde olduğu gibidir. Çünkü kelâmın takdiri "O, bu mudur, yoksa O'nun kızları mı vardır?" şeklindedir. Ancak birinci kısmın zikredilmeyişi, birinci kısım hakkında Allah tarafından bir yadırgama ve inkârın vaki olmayışıdır. Birde, onların, "O Muhammed, Allah'ın rızasını istemiyor. O ancak, bu dünyada önderlik ve ücret istiyor" demelerinden dolayıdır.

Ücret Kelimesinin Seçilmesi

Cenâb-ı Hakk'ın, hassaten buyurmuş olmasında meselâ "Sen onlardan bir şey mi istiyorsun?"

veya "Sen onlardan bir mal mı istiyorsun?" vb. şeklinde demiş olsaydı, başkasında olmayacak olan bir fayda ve mana mı vardır? Biz deriz ki, evet. Daha önce benden, Kur'ân'daki her lâfzın, biz bilmesek bile, bir mana ve hikmeti vardır şeklinde bir söz sâdır olmuştu. Burada da görünen odur ki, bu kelimenin getirilmiş olması, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yaptığı ve getirdiği şeyde onların maslahat ve menfaatleri olduğuna bir işarettir. Çünkü ücret ancak, kendisinden bir ücret talebini ifâde eden bir şey yapıldığında istenilir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Sen onlara öyle bir şey getirdin ki, şayet buna mukabil bir ücret talep etsen, onlar da, senin bu davetinde kendileri için ve onlara olan mükemmel fayda ve menfaatleri bilselerdi, şüphesiz sana, bütün varlıklarını sunarlar ve kendilerini sana feda ederlerdi.. Bununla beraber sen, onlardan herhangibir şey talep de etmiyorsun!.." buyurmuştur. İşte, Cenâb-ı Hak, yerine veya buyurmuş olsaydı, bu fayda meydana gelmezdi.. Allah en iyi bilendir.

Akrabalık Hukuku Ücret midir?

Bu ifâde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlardan, herhangi bir ücret talep etmemiş olduğuna delâlet eder. Cenâb-ı Hakk'ın "Ben bu (tebliğe) karşılık sizden akrabahkda sevgiden başka hiçbir mükâfaat istemiyorum.."(Şûra,23) ifâdesi ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in herhangi bir ücret talep etmediğine delâlet etmektedir. Şu halde, bunları nasıl uzlaştıracağız? Biz deriz ki: Aralarında herhangi bir aykırılık yoktur. Bilakis, herbiri de doğrudur ve her ikisi de tek bir söz gibidir. Bunun izahı şudur: akrabalıkdan sevgiden başka hiçbir mükâfaat ..." (Şûra, 23) ifadesinden kastedilen, "Ben sizden, dünyaya yönelik bir mükâfaat istemiyorum.. Benim mükâfaatım ancak ve ancak Allah'a yaklaşmaya karşı muhabbet ve sevgi duymadır. Bir de, Allah'ın kâmil kulları, Allah'a, O'nun eksik kullarından daha yakındır. Allah'ın kendileriyle konuşup, onların da kendisiyle konuştuğu; kendilerini kullarının kemâle Allah'a, kendileriyle konuşmayıp, onları elçi olarak göndermediği, böylece de kâmil hale gelemeyen kimselerden daha yakındırlar.

Bu izaha göre bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Benim mükâfaatım ancak Allah'a aittir" (Yunus, 72) ayetinin izafe ettiği manada olmuş olur. Ben de buna mütemayilim. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ben, kıyamet gününde sizlerle, diğer ümmetlere karşı iftihar edeceğim.." Müsnd, 2/172. buyurmuştur.

Cenâb-ı Hakk'ın, bundan dolayı onlar, bir borçtan ağır yükün altına mı girmişler.." ifâdesine gelince.. Daha önce yapmış olduğumuz açıklamalar, "Yoksa sen onlardan bir ücret (mi) istiyorsun" ayetinden kastedilenin, dünya mükâfaatı olduğunu; "De ki: "Ben bu (tebliğe) karşılık sizden, akrabalıkda (veya Allah'a yakınlıkta) sevgiden başka hiçbir mükâfaat istemiyorum" (Şûra. 23) ayetinden kastolunanın ise umûm olup, daha sonra istisna yapılmış olduğunu beyan etmiştir. Şu halde Vahidî'nin söylediği şeye hacet yoktur. Çünkü, bu istisna, istisnâ-i munkati olup, manası da "Sizden hiç bir ücret istemiyorum, şu kadar var ki akraba hukukunu gözetmenizi beklerim" şeklindedir. Ki biz bunu orada zikretmiştik, oraya bakılabilir.

Beşinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın "Bundan dolayı onlar, ağır bir borç yükü altına mı girmişler.." ifâdesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlardan hiçbir şey talep etmemiş olduğuna bir işarettir. Şayet onlardan herhangi bir ücret talep etmiş olsaydı, ona tabi olmayı terk etme haklan olmazdı. Meğer ki yükleri çok ağır olsun. Yani ellerinde ne varsa alması, vermedikleri hiç bir şey bırakmamaları, böylece malları gittikten başka ağır bir borç yükü altında kalmaları durumunda, ancak o zaman tabi olmayı bırakabilirlerdi.

Gayb Bilgisi Onlarda mı?

41

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Yahut gayb, kendilerinin yanındadır da (bunu) onlar mı yazıyorlar?".

buyurmuştur.

Bu ifâde de, yukarda zikrettiğimiz tertip üzeredir. Buna göre, Cenâb-ı Hak onlara sanki, "Siz, şeriatı ve onun güzelliklerini neye binâen terkettiniz? Söylediğiniz şeyleri, makûl şeyler diye isimlendirdiğiniz bozuk vehimlerinize dayanarak söylediniz.. Halbuki peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sizden herhangi bir ücret talep etmemektedir. Sizler ise bilmiyorsunuz.. Binâenaleyh, siz mazur değilsiniz. Çünkü mazeret, ya sizin borçlu olmanızda, yahutta o peygamberin getirdiği şeyle muhtaç olmamanızda söz konusu olabilir. Halbuki bu hususta, üzerinizde bir borç yoktur ve siz, size getirilen o şeyden müstağni de kalamazsınız. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

Kelâmın takdiri nasıldır? Biz deriz ki, burada herhangi bir takdir yapmaya ihtiyaç yoktur. Tam aksine ( fi edatı), daha önce de bahsettiğimiz gibi, ortada gelen bir istifhamdır. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, "Onları, Allah rızası için mi hidâyete sevkediyorsun, yoksa sen onlardan herhangi bir ücret istiyorsun da, onlar onun için mi diretiyorlar? Yahutta, gaybın bilgisi onların yanında da, bu yüzden onlar senin söylediğine ihtiyaç duymuyorlar, bundan ötürü mü sana tabî olmuyorlar?

Gayb'ın Mahiyeti

(......) kelimesinin başındaki elif-lâm, ne tür bir elif-lâm'dır? Cins için mi, yoksa ahd için midir? Biz diyoruz ki, görünen odur ki, bu ifâde ile, gaybın türü kastedilmiştir. Bu tıpkı bir kimsenin, muayyen bir eti değil de, et yeme işini beyân etmeyi kastederek, "Et satın alıyorum" demesi gibidir. O halde, "Gaybın ve şehâdetin âlimi..."(Haşr,22) deyiminde ise, elif-lâm cins içindir ve bu elif-lâm, her tür gaybı içine almaktadır.

Üçüncü Mesele

Bu izaha ve şahsın yanında gayb bilgisi bulunmayacağına göre, daha gayb bilgisi nasıl olur da onların nezdinde bulunabilir ki? Biz deriz ki: Bunun anlamı, "Başkalarına göre gayb sayılan şey, onların yanında mevcut mu?" şeklindedir. Bu ifâdenin, "... biz onun, semânın felâketi hadiselerifne çarpûması)m gözetliyoruz" (Tûr, 30)ifadesiyle ilgili olduğu ileri sürülmüş olup, bu, "Gayb bilgisi sizin yanınızda mı ki, o peygamberin sizden önce öleceğini bifebiliyorsunuz?" demektir. Ama bu zayıf bir ihtimaldir. Zira, bu iki ayet arasına çok uzun bir fasıla girmiştir. Yahut da

"De ki: "Gözleyiniz..."(Tur, 31) hitabıyla ilgilidir. Dolayısıyla, bununla ilgili olması, ötekisiyle İlgili olmasına mâni olur.

Kitabetin Burada Manası

"Onlar mı yazıyorlar?" ifâdesindeki hikmet nedir? Biz deriz ki: Bu, bu işin iyice açık olduğunu göstermek ve peygamber yanında bulunan gayb bilgilerinin, vahy ile bilinen bir takım emirler, sırlar, hükümler, haberler vb. türünden olduğuna bir işarettir ki, peygamber bütün bunlar hakkında, onların öyle olduğuna dair kesin inanca sahiptir ve peygamber tıpkı, ferasetli gözükmek isteyen kimsenin "Şu iş şöyledir" dediği gibi de demektedirler.

İmdi, eğer feraset göstermek isteyene, "söylediğin bu hususu sen el yazınla yaz.." denilecek olsa, o, buna yanaşmaz ve "Ben bu hususta, kesinliği ve katiyyeti iddia etmiyorum. Ancak ne var ki ben bunu, zan ve fikir yürütme yoluyla söylüyorum.." der. Eğer bu şahıs, söylediği bu şey hususunda kesin bir inanca sahip ise, "Bunu, benim cümlem olarak yazınız ve kitâblarınızı da, "Falanca gün şöyle şöyle olacak diye yazınız" der. Binâenaleyh, yaptığımız bu izaha göre, ifâdesinin manası, "Onlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in derecesinde midirler ki, böylece bundan müstağni oldular da yüz çevirdiler?" şeklinde olur.

İbn Kuteybe'den nakledildiğine göre, bu ifâdede geçen sözü ile "hüküm verme" kastedilmiş olup, manası, "o halde onlar da mı hükmediyorlar?" şeklinde olur. İbn Kuteybe, verdiği bu manâ hususunda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Aranızda, Allah'ın kitabıyla, yani "Allah'ın hükmü ile" hükmet" ifadesine tutunmuştur. Halbuki, bu kastedilmemiştir. Tam aksine bu ifâde, izmâr kabilinden bir ifâde olup, manası, "Allah'ın kitabında olan ile hükmet" şeklindedir. Nitekim Arapça'da meselâ, "Falanca, Şâfî'nin mezhebine göre hüküm veriyor" denilir ki, bu, "Şafî'nin mezhebinde olan şeylerle" demektir. Ve nitekim, beraberinde, halkın idarecisinin bir kitabı bulunan bir elçi, "Melikin kitabına göre hareket edin.." der..

Tuzağa Düşürmek mi İstiyorlar?

42

"Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o küfredenler kurdukları o tuzağa kendileri düşüp mağlub olmuşlardır".

Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu iki ifâde arasındaki ilgi ve münasebet nedir? Biz deriz ki, bu ilgi ve münasebet, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinden ne kastedildiğinin izah edilmesiyle ortaya çıkacaktır. Bu sebeple bazı müfessirler, "Yoksa onlar sana tuzak mı kurmak istiyorlar? Ama ne var ki, tuzağa düşenler onlar olacaktır.." manasını vermişlerdir ki bu, "Onlar, sana tuzak kuramıyacaklar. Çünkü, Allah'ın bizzat kendisi seni koruyacak ve koruması ile de sana yardım edecek.." demektir. Bu izaha göre şimdi biz (Tûr.41) ifâdesini, ifadesiyle, ilgili olduğunu söyleyenlerin sözünü söylersek, burada son derece güzel bir tertibin bulunduğu görülecektir. Bu tertip de, "Onlar, "Biz onun, zamanın felâketli hadiselerine çarpılmasını gözetliyoruz..." (Tûr, 30) deyince, onlara, "Sizler gaybı biliyorsunuz da, böylece Muhammed'in sizden önce öleceğini söylüyorsunuz? Yoksa, bir tuzak mı kuruyor da böylece, "Biz onu öldüreceğiz, böylece de o bizden önce ölecek diyorsunuz?.. Eğer şimdi siz, gaybı bildiğinizi iddia ediyorsanız, yalancısınız.. Yok eğer, sizler, ona galip geleceğinizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Çünkü Allah, size karşı onu koruyacak ve size karşı, ona yardım edecektir.." şeklindedir.

Ama bizim, bu ifâde ile, "O, sizi doğruya sevketmesine karşılık, sizden bir mal istemiyor. Halbuki sizler, eğer onun hidâyeti olmasaydı, gayb âleminden olduğu içip, onun getirdiğini bilemezdiniz.." manasının kastedilmiş olduğunu söylemenize göre, biz deriz ki bu hususta şu izahlar yapılabilir:

1) (......) ifâdesi ile, "Yoksa onlar, şeytandan ve onun saptırmasından kaynaklanan bir tuzak kurup da, böylece muratlarına ermek mi istiyorlar?" mânası kastedilmiştir. Ki buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, "Sen onlardan bir ücret istemiyorsun. Onlar gaybı bilmiyorlar. O halde, onlar sana muhtaçtırlar, ama senden yüz çevirip, şeytanın tuzağını tercih ettiler ve onun saptırmasına razı oldular." demek istemiştir. Bu izahımıza göre, (......) kelimesiyle, tercih etme ve arzu duyma manaları kastedilmiş olur. Nitekim Cenâb-ı Hak bu fiili (bu manada), "Kim de dünya ekinini isterse ona da bundan veririz... "(Şura.20) ve "Yalancılık etmek için mi Allah'ı bırakıp düzme tanrılar diliyorsunuz..." (Saffât. 86) ayetlerinde getirmiştir. Bunlardan daha açık olarak da, "Şüphesiz dilerim ki, sen kendi günahınla birlikte benim günahımı da yüklenesin de..." (Maide, 29) ifâdesinde kullanılmıştır.

Müşakele

2) Allah daha iyi bilir ya, bu ifâde ile şu mananın kastedilmiş olduğu da söylenebilir: "Yoksa onlar, Allah'a tuzak kurmak mı istiyorlar? O halde o tuzaklar, kendilerine ulaşacaktır. Bu demektir ki onlar, en yakın zamanda, o tuzağa düşmüş olacaklardır." Bu manaya göre sözün tertibi şöyledir: "Bu yüz çevirişleri hususunda, yani Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ittibâ etmeyişleri hususunda bir mazeret ve bir hüccetleri kalmadığına göre, bu demektir ki onlar, ilahî azabın, başlarına gelmesini istiyorlar. Çünkü Allah onlara, kendilerinden herhangi bir ücret istemeyen ve onları, hiç bilgileri olmayan şeylere ileten bir peygamber göndermiştir. Onların yanında, daha önce kitâb da yoktu.. Buna rağmen onlar, yüz çeviriyorlar. O halde bu demektir ki onlar, Cenâb-ı Hakk'ın onları helak etmesini ve kendilerine tuzak kurmasını (cezalandırmasını) istiyorlar. Çünkü, kâfirin, küfründe ilerlemesi için ona fırsat vermek, bir tuzaktır ve günâhlarını iyice artırmasına mühlet tanımaktır. Bu istıdrâcın yanlış bir şey olduğu söylenemez, zira Allah'ın fiilleri hakkında, tuzak kurma ve kötülük yapma ifâdeleri, ancak "müşakele ve mukabele"den dolayı kullanılabilir. el-Mekru (tuzak, hile) de böyledir. Dolayısıyla, "Allah, kâfirlere kötülük yaptı" Allah, haddi aştı denilemez. Ama, daha önce, -kâfirler hakkında bu tür ifâdeler kullanılmışsa, hemen bunun peşinden, lafızla ilgili bir münasebetten dolayı, Allah hakkında da bu ifâdeler kullanılabilir. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir kötülüğün cezası, dengi bir kötülüktür.." (Şûra, 40) "Kim size karşı haddi aşarsa, siz de ona karşı ... haddi aşın.." (Bakara, 194) "Hile yaptılar, Allah da hilelerini bozdu.."(Al-i İmran, 54) ve

"Bir tuzak kuruyorlar, ben de bir tuzak kuruyorum.." (Tarık, 15-16) ifâdelerinde böyledir. Çünkü biz diyoruz ki, el-keyd kelimesi, her ne kadar kendisinden sudur eden kimseye göre güzel olsa dahi, başına gelmiş olduğu kimseyi üzen şey demektir. Baksana, İbrahim (aleyhisselâm), hiç mukabele olmaksızın,

"Allah'a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra, ben putlarınıza elbette bir tuzak kuracağım" (Enbiyâ, 57) buyurmuştur.

İkinci Mesele

(......) ifâdesindeki fayda nedir? Bu söz ile bir kimsenin, demesi arasındaki fark nedir? Biz diyoruz ki, buradaki fayda, kâfirin, tuzak kurmayı istemesi mukabilinde değil de, küfrü mukabilinde tuzağa düşmüş olduğunu belirtmektir. Şimdi Cenâb-ı Hak şayet, "Onlar, tuzak kurmak İstiyorlar, o halde tuzağa düşecek olanlar onlardır" demiş olsaydı, bu sözden, onlar tuzak kurmayı istemedikleri sürece tuzağa düşmeyecekleri manası anlaşılırdı.. Ki bu bahsettiğimizi, buradaki el-keydu kelimesiyle şeytanın tuzağı, yahut Allah'ın onlara azâb etmesi anlamında- "Allah'ın tuzağı" manasının kastedilmiş olduğu da teyit eder. Zira, "Fakat o küfredenler (kurdukları o) tuzağa kendileri düşüp mağlub olmuşlardır" cümlesi, şeytanın tuzağa düşürdüğü ve Allah'ın azâb ettiği manasında, Allah'ın tuzağa düşürmüş olduğu her kâfiri içine alan bir ifâdedir. Bahsettiğimiz bu izaha göre, bu cümlenin manası, "Sen onları, Allah'ın rızâsı için mi hakka ve hakikata sevkediyorsun? Yoksa bu işe karşılık, onlardan bir ücret mi istiyorsun da, böylece işlerini ağırlaştırıyorsun da, sana uymaktan imtina ediyorlar? Yoksa, yanlarında gaybın hilesi mi vardır ki, sana ihtiyaç hissetmiyor ve senden yüz çeviriyorlar? Yoksa, bu son iki şıktan herhangi bir şey mevcut değil midir ki, böylece onlar ilahî azabı seçiyorlar? Halbuki, küfürlerinden dolayı bu ilahî azâb, onlardan hiçbir şekilde savuşturulmayacaktır. Çünkü kâfirler, muhakkak ki azâb göreceklerdir" şeklinde olur.

Üçüncü Mesele

Keyd kelimesinin, belirsiz getirilmesinin faydası nedir? Çünkü Cenâb-ı Hak, kapalılık izâle olsun diye, meselâ yahut veyahut da başka bir şekilde söylememiştir... Biz deriz ki, buradaki fayda, o azabın, onların kestiremedikleri bir cihetten gelip, onları bulacağına bir işarettir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Onların bu hususta hiçbir bilgileri olmaksızın bu azap ansızın gelip onlara çatacaktır.." demek istemiştir. Veyahut da bu, daha önce de defalarca bahsettiğimiz gibi Cenâb-ı Hakk'ın bu tuzağın büyük olduğunu murat etmiş olması sebebiyledir.

Yoksa Allah'tan Başka Tanrılar Mı Var?

43

"Yahut onların, Allah'tan başka bir tanrıları mı var? Allah, onların katmakta oldukları ortaktan münezzehtir".

Cenab-ı Hak, tevhîdden yeniden bahsetmeye başlamıştır ki, bu da, "Yahut kızlar O'nun, oğullar sizin mi?" (Tûr, 39) ayetinin ifâde ettiği manaya delâlet eder. ifadesiyle ilgili olarak, şöyle kıymetli bir bahis söz konusudur. Dilciler, (......) kelimesinin, "tesbîh" (cinsinin) alan ismi olduğunu söylemişlerdir ki, biz bu hususu, "Haydi akşama girerken, sabaha ererken Allah'ı tenzih edin.."(Rum, 17) ayetinin tefsirinde açıklamış ve bunun pekçok inceliklerinden bahsetmiştik.. Buna göre şayet, "Biz, ifâdesinin bir masdar olduğunu ve "fu'lân" vezninde olduğunu söylüyor, böylece de, (......) kelimesini, Lafzatullah'ın olmadığı yerlerde de getirebiliyoruz. Ve nitekim, "Allah'ı tesbihte (...) vardır" manasında . denilmektedir..." denilirse, biz deriz ki: Bu, tıpkı bir kimsenin, harf-i cerdir; zarf ifâde eder" deyip de, harfleri yani (......) ve (......)'yi mübtedâ tutarak bunlara haber getirmesi gibidir. Ne var ki, aslında, harfler mübtedâ olmazlar.. Buna da şu şekilde cevâp verilebilir: Burada (......) ve (......) harf-i cerleri isim gibi kabul edilmişler ve meselâ senin, "Zeyd'den aldım" ve "Para, cüzdandadır, kesededir" cümlesinde olduğu gibi, asıl kullanılışları (harf oluşları) üzere bırakılmamışlardır. (Yani, yukardaki kullanılışlarında isim, burada ise, harfdirler). Aynen bunun gibi (......) kelimesi de, geçtiği yerlerde, kullanıldığı şekil üzere bırakılmamıştır. Çünkü bu durumda bu ifâde, artık alem değildir. Nitekim meselâ, "Zeyd (kelimesi) fa'l vezni üzeredir" denilir. Bahsettiğimiz yerde ise, tesbih lafzı böyle değildir. (Sübhânellâh dersek, cins-i âlem alır, meselâ de ise, masdar olur).

Dördüncü Mesele

(......) ifâdesindeki hakkında, şu iki izah yapılabilir:

a) Bu, masdanyye olup, manası, "Onu, onlara şirk koşmalarından tenzih ederim" şeklinde olur.

b) Haberiyye (ism-i mevsûl) olup, manası, "Allah'ı, onların şirk koştukları şeylerden tenzih ederim.." şeklindedir. Bu izaha göre, bunun, yani nın, "o çocuktan" şeklinde manalandırılması muhtemeldir. Çünkü onlar, "kızlar Allah'ındır.." dediler de, bunun üzerine O da, "Allah, kızlardan ve oğullardan münezzehtir.." buyurmuştur. Yine bu (......)'nın, "ilâhlar gibisinden..." şeklinde mana alması da muhtemeldir. Çünkü o müşrikler, O'nun, kendilerinin, taptıkları ilâhlar gibi olduğunu söylüyorlardı da, işte bunun üzerine, "Allah onların taptıkları o şeyler gibi olmaktan münezzehtir" buyurdu.

Gök Parçalansa da Te'vil Ederler

44

"Eğer gökten bir parça düşer görseler, "(Bu) derler, birbiri üstüne yığılmış bir buluttur".

Önceki Kısımla Münasebet

Bu ayetin önceki ayetle münasebetini de şöyle izah edebiliriz: Allahü teâlâ, o müşriklerin görüş ve inançlarının, yanlış ve nazarı dikkate alınmayacak birşey olduğunu beyân edince, onlar için artık hiçbir mazeret kalmadığını bildirmiştir. Çünkü bunca mucizeler ortaya çıkıp, deliller ve gerçekler batıldan ayrılıp seçildikten sonra, onlar iman etmediler. Bundan sonra da, "Eğer gökten bir parça düşer görseler, "Bu, birbiri üstüne yığılmış bir buluttur" der" yani bu mucizeyi de inkâr ederler" buyurmuştur. Ne var ki mucize, en bariz şeyde gösterilirse, daha açık olmuş olur. Bunu şöyle izah edebiliriz: Bir kimse evinden, bir şey getirse ve onu bu şekilde yapanın kendisi olduğunu iddia etse, çoğu kez onu dinleyenlerin kalbine, o şeyin tâ evinde iken böyle olduğu, onu bu şekle onun sokmadığı düşüncesi gelebilir. Ama bu kimse, insanlara, "İstediğiniz şeyi getirin, ondan size bunun gibisini yapıp göstereceğim" dese, akla gelen bu düşünce ve şüpheler silinir. Ne var ki insanlarca, en açık şey, insanın beşiği ve yatağı mesabesinde olan yeryüzü ile, tavanı ve kubbesi mesabesinde olan gökyüzüdür. Araplar, asıl inançları itibariyle, felsefecilerin yolu üzere idiler. Dolayısıyla da, "Biz felsefecilerin görüşüne iltifat etmeyiz ve Allah'ı son derece tenzih ediyoruz. Hatta O'nun görülemeyeceğini ve zatına ilave bir vasıfla vasfedilemeyeceğini söylüyoruz ki böylece O, gerçekte tek olsun. O halde bizim yolumuz nasıl, Allah'a yontulmuş putları ortak koşanların yolu sayılabilir?" diyorlardı.

Biz diyoruz ki: Sizler, kâinatta meydana gelen hadiseleri, yıldızlara bağlayıp, yıldızlara dua edip-yalvarma yolunu açınca, cahiller bunu sizden öğrenip, bir yol (din) edindiler. Şimdi Arapların câhiliyye çağında, aslında felsefecilerin yolunu takib ettikleri; felsefecilerin de, herşeyi tabiata bağladıkları ve "yerin özelliği, oluşmadır (kendi kendine olmadır). Göğün özelliği ise, ayrılıp çözülmeye manî olmak (parçalanmamak)tır" ddikleri sabit olunca, Hak teâlâ, tabiat fikrini çürütmek ve hâdiselerde hür ve irade sahibi bir yüce zatın (kendisinin) müessir olduğunu göstermek için Kur'ân'ın pek çok yerlerinde buna reddiyede bulunup cevap vermiş ve meselâ, "Eğer biz dilersek onları yere geçiririz, yahut gökten üstlerine parçalar düşürürüz" (Sebe, 9) buyurmuştur. Şimdi Cenâb-ı Hak burada da, "Eğer biz, son derece garib (alışılmamış) birşeyi en açık ve bilinen yani hep gözleri önünde olan ve hiç kimsenin ilaçlarla-başka çarelerle bir parçasını düşürmek için ona ulaşamadığını bildikleri o gökyüzünde getirecek-gösterecek olsak, bunu da inkâr ederler onlar. O halde bu durum, bundan daha az açık olanda gösterilse ya nasıl olur?" demek istemiştir. Bahsettiğimiz bu izahı ve gökyüzü konusunda, Arapların, felsefecilerin yolunu takib ettiklerini, Hak teâlâ'nın onların, "Gökyüzünü üstümüze parça parça düşüresin" (isra, 92) dediklerini belirttiği bu ifadesi de destekler. Bu "Senin iddiana göre, Ey Muhammed, bu mümkündür. Bize göre ise mümkün değildir" demektir.

"Kisfe" kelimesi, parça-kısım demektir. Arapça'da, elbisenin parçası manasında da "kisfe" denilir.

Ayetle ilgili birkaç bahis vardır:

Küsûf

Birinci Bahis: Gök parçası hakkında "kisf" kelimesi kutlanılır. Dilciler bu kelimenin, elbise parçası hakkında da kullanıldığını söylemişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ, göğü, açılıp yayılmış (serilmiş) bir beze benzetmiştir. Bundan ötürü de, geçtiği ayetlerde, meselâ, buna işaret ederek, "Gökler, Allah'ın elinde durulmuştur" (Zümer, 67) ve "Göğü dürüp topladığımız gün..." (Enbiya, 104) buyurmuştur.

İkinci Bahis: "Kusûf", gök hakkında; "husuf" da yer hakkında kullanılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onları yere geçiririz" (Sebe, 9) buyurmuştur. Ki bu, "Ay tutulması için "husuf", güneş tutulması için de "küsûf" kullanılır" diyenlerin delilidir. Bunun izahı şöyledir: Hâ'nın mahreci, kaf'ın mahrecinden aşağıdadır. Kâfin mahreci ise, hâ'nın mahrecinin üstünde olup, ona bitişiktir. Binâenaleyh mahreci aşağıda olan, aşağıda olan için; yukarıda olan da, yukarıda olan için kullanılmıştır. İşte bundan dolayı Araplar, güneş ve gök için "küsûf" ve "kesf"i; ay ve yer hakkında da "husuf" ve "hasf"i kullanmışlardır ki bu, Araplar'ın tıpkı, kuyunun üstünde duran şahsı ifade için, üstü noktalı kelimeyle diye; kuyunun dibinde olan şahsı ifade için de, altı noktalı kelimeyle diye anlamları kabilindendir.

Hüsûf

Üçüncü Bahis: Cenâb-ı Hak, bulutlar hakkında onlar, aydan aşağıda oldukları halde, "Allah onları kısef (parça parça) kılar" (Rum, 48) buyurmuş; ay hakkında ise, "Ay da hüsûfeder (tutulur)" (Kıyame, 8) buyurmuştur. Çünkü ay tutulduğunda, onun üstünde bir benzeri vardır ki bu da, tutulduğu zaman, güneştir. Buluta gelince, buna, yeryüzündekilere nisbetle, onun hakkında "kisef" kullanılmıştır. Çünkü yeryüzündekiler bulutu görürler. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, buluta nisbetle, ay hakkında "hüsûf "u kullanmamış; ay hakkında bunu, güneşe nisbetle; bulut hakkında da yere nisbetle söylemiştir.

Rü'yet'in Manası

Ayetteki "sakıt" (düşer-düşen) kelimesi hakkında şu iki izah yapılabilir:

a) Bu, ikinci mef'ûldür. Çünkü Arapça'da, "Zeyd'i âlim gördüm" denilir.

b) Bu kelime "hal"dir. Nitekim Arapça'da "Onu ayakta iken dövdüm" denilir. İkinci ihtimal daha uygundur. Çünkü "re'y" (görme) fiili, iki mef'ûl aldığında, genelde, "ilm" (bilmek) manasına gelir. Nitekim sen, "Bu görüşü doğru görüyorum" ve "Bu izahı açık görüyorum" dersin. Fakat bu fiil bir mef'ul aldığında, gözün görmesi manasına gelir, genelde... Nitekim meselâ, "Zeyd'i gördüm" dersin. Allahü teâlâ da, "Onlar bizim azabımın gördüklerinde..."(Mümin,85) ve "Eğer bir insan görürsen..." (Meryem,26) buyurmuştur. Bu iki ayette de, gözün görmesi kastedilmiştir.

Üçüncü Mesele

Ayette "sakıt" (düşen) kelimesinin kullanılmasında, bu kökte, başka bir kökten bir kelimenin kullanılmasında olmayan bir ince mana vardır: Çünkü onlarca, gökten bir parçanın kopup düşmesi mümkün değildir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, şu iki açıdan, onların inançlarına ters olsun diye, "sakıt" kelimesini kullanmıştır:

1) Kopma işine,

2) Düşme işine ters olsun diye.. Eğer Cenâb-ı Allah, "Onlar, kopmuş veya asılı kalmış bir parça görseler..." demiş olsaydı, bu ince mana temin edilemezdi.

Dördüncü Mesele

Ayette, "derler" ifadesinin yer almasında, şöyle bir diğer incelik var: Çünkü bu, ayetin geliş maksadı olan, o müşriklerin inadını ortaya koymadır. Zira onlar, böyle bir zamanda, bir takım izahlar (yorumlar-ihtimaller) zikrediyorlar ve böylece pes demiyorlardı ve onlar inanmaksızın, sırf lisânen "Bu bir bulut" diyorlardı. Buna göre, onların inadlarını daha iyi ortaya koyma bakımından, ayetteki "görme" fiili ile, "bilme" manasının kastedildiği söylenebilir. Bu durumda ayet, "Onlar, düşen şeyin, göğün bir parçası olduğunu kesin kes bilip anlamalarına rağmen, bunu görmemezlikten geliyor, inadlarını sürdürüyor ve "Bu, kesîf bir buluttur" diyorlardı" demektir.

Sehab-ı Merküm

Ayetteki, "Bu, birbiri üstüne yığılmış bir buluttur" derler" ifadesi, onların, yalanlamaktan âciz kaldıkları ve "yeryüzüne birşey düşmedi" demeleri mümkün olmadığında, te'vile (yoruma) ve hayale başvuracaklarına İşarettir. Ayetteki, "merkum" ifadesi, "birbiri üzerine binmiş, kesîf, yığılmış" demek olup, adetâ "Onlar, kendilerinden, üzerlerine gelen o şeyi defedemezler" demektir. Çünkü bulut, tıpkı hava gibi olup, bir cismin kendisine nüfuz etmesine manîdir. Ama kesîf bulut, daha kuvvetli bir maniadır. İşte bu sebeple, müşrikler, bunun, kesîf dolayısıyla da kuvvetli ve sert olduğunu söylemek istemişlerdir.

Altıncı Mesele

Bu ifadede, "bu" ism-i işaretinin getirilmemesi, meselâ, denilmemesi, işin, çok açık ve müşriklerin inadının çok belli olduğuna bir işarettir. Dolayısıyla o müşrikler, artık münakaşa ve münazara sebebinin kalmayacağı birşeyin getirmekten hoşlanmamışlar ve bu sebeble, "Birbiri üstüne yığılmış bir bulut" demişlerdir. Fakat, mübteda'nın hazfi, o hususta birşey söyleyen için bir mecal (bir açık kapı) kalsın diye de yapılır. Böylece muhatapları onları yalanladığında, onlar, "Biz, ona, "Birbiri üstüne yığılmış bir bulut" yani, "onun gibi birşey dedik" derler" ve avam (cahil) kimselere karşı tutumları (aldatmacaları) işte böyle sürüp gider. Bu, birsöz söyleyip de, onun kabul görüp görmeyeceğini bilemeyen, korkak (fazla tedbirli) bir kimsenin metodudur. Böylece bu kişi, sözünü iki ihtimalli olarak söyler: Eğer bir ihtimalin kabul edilmediğini görürse, diğer manayı kastettiğini söyler, yok kabul gördüğünü görürse, maksadını açıkça ortaya kor.

Onları İnatlarıyla Başbaşa Bırak!

45

"Artık onları, çarpılacakları o günleriyle karşılaşıncaya kadar bırak".

Bu, "Onların, bu yanlış inançlarından dönmeyecekleri ortaya çıktığına göre, onları bırak. Tâ ki çarpılacakları o günleriyle karşılaşsınlar" demektir.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:

Tebliği Bırakmak Doğru Mu?

Buradaki "bırak" fiili bir emirdir ve "Artık Hazret-i Peygamber için, onları İslâm'a çağırma müsaadesi kalmamıştır" denilmesi gerekir. Ama durum böyle değil (ne dersiniz?) Buna birkaç bakımdan cevap verilir:

1) "Bu ayetler, tıpkı "Yüz çevir" (Bırak) "Geri dur" ifadeleri gibi olup, bu gibi ifadelerin hepsi de, kıtal (cihâd) ayetiyle mensuhtur." Bu izah zayıftır.

2) Bununla, emir manası değil, tehdid manası kastedilmiştir. Bu tıpkı, suç işleyen kölenin efendisinin, o köleye nasihat eden kimseye, "Bırak! O, suçunun cezasını çekecek" demesi gibidir.

3) Bununla, ismen beklenmeksizin "inad edenler" kastedilmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanları umûmî olarak hakka ve İslâm'a davet ediyordu. Bu hitab ile inadı meydana çıkan değil de, inadı henüz aşikâr olmayan kimseler kastedilmiştir. Allahü teâlâ bunlar hakkında "onları terket" buyurmam ıştır. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, daha önce geçmiş olan, "Sen öğüt vermekte devam et. Çünkü sen Rabbinin nimeti sayesinde ne bir kâhin ne de bir mecnunsun" (Tûr, 29) ayetidir. Cenâb-ı Allah burada ise, "Onları ... bırak" demiştir. Şimdi Hak teâlâ'nın orada bahsettiği kimseler, "Biz (...) bundan evvel ailemiz içinde korkanlardık" (Tur, 26) diyen, o endişeli kimseler; burada bırakılmasını emrettiği kimseler de, "O bir şât. Biz onun, zamanın felaketli hadiseleriyle çarpılmasını gözlüyoruz" (Tûr, 30) diyen kimselerdir.

Hattâ Edatı Hakkındaki Mühim Not

1) Buradaki "hattâ", "gaye" (sınır) içindir. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Sen onları, o güne kadar bırak; onlarla konuşma sonra o gün geldiğinde, sözünü yeniden söyle ve "Ben size dememiş miydim ki Kıyamet gelecek, hesab yapılacak, azab ebedî olacak" der. Binâenaleyh o güne kadar onlarla konuşma; onlara bildirmek için, o gün gelince onlarla konuş" demek istemiştir.

2) "Hattâ" ile, lâm harf-i cerrinin kullanılabildiği "gaye" (için) manası kastedilmiş olup, tıpkı "ölsün diye" manasında "Ona yiyecek-içecek verme ölsün diye" denilmesi gibidir. Çünkü maksadı göstermek için kullanılan "lâm" edatının dahil olduğu kelimede, maksadı gösteren fiil sona ermiş olur. Dolayısıyla bu kelimede, hem "gaye" hem "İllet" (sebep) manası mevcud olur. Hattâ ve "lâm"ı bu manada kullanmak caizdir. Belki de "Yakin sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et" (Hıcr. 99) ayetiyle bu mana kastedilmiş olup, "Sana yakîn gelinceye dek..." manasındadır. Buna göre şayet, "Peygamberin, bırakmadığı kimseler de, o gün ile karşılaşacaklardır" denilirse, biz deriz ki: Ayetteki "çakılacakları" ifadesiyle "helak edilecekleri" manası kastedilmiştir. Binâenaleyh ahiretten endişe eden ve Cenâb-ı Hakk'ın emir ve yasaklarını unutmayan kimseler helak olmazlar. Böylece onlar, bunlardan istisna edilmiş olurlar. Nitekim Hak teâlâ bu durumu, "Göklerde ve yerde olanlar, Allah'ın diledikleri müstesna, hep düşüp ölecekler" (Zümer, 68) ayetiyle anlatılmıştır. Biz o ayetin tefsirinde, hakkı kabullenip, hesab gününün mutlaka olacağını bilen kimselerin, o Kıyamet sayhası (narası) koptuğunda, gök gürültüsünün korkutacağını bilen ve dolayısıyla onun sesini duymaya hazır olan kimse gibi olduğunu; bunu bilmeyenin de müthiş gürültünün az sonra geleceğini bilmeyen kimse gibi olacağını, dolayısıyla o sayha koptuğunda, bilmeyen kimsenin çok sarsılacağını; bilenin ise sarsılmayacağını söylemiştik. Bu durumda, o günle karşılaşma tehdidi, o günle karşılaşacak olan herkes için söz konusu olmaz. Fakat ancak o gün yani böyle nitelik taşıyan gün, çarpılacak kimseler için olur. İşte bu, Cenâb-ı Allah'ın, "Eğer Rabbinden ona bir nimet erişmiş olmasaydı, o mutlaka o ıssız yere kınanmış olarak bırakılırdı" (Kalem. 49) ayetinde ifade buyurduğu gibidir. Çünkü burada, olmadığı söylenen şey, çırılçıplak bırakılma işi değildir. Çünkü bu iş, Hak teâlâ'nın, "Biz onu, hasta olduğu halde, çırılçıplak bırakırız" (Saffat, ) ayetinde de belirtildiği gibi, tahakkuk edecektir. Binâenaleyh bu ayette, olmadığı söylenen şey, beraberinde kınanma bulunan, çırılçıplak bırakmadır. İşte söz konusu olmayan şey budur.

Üçüncü Mesele

"Hattâ". kendinden sonra gelen muzarî fiili bazan mansub, bazan da merfû kılar. İki durum arasındaki fark şöyledir:

Eğer fiil, gelecek zamana ait olup, şimdiki zaman için değil ise, "hattâ" edatı bunu nasbeder. Nitekim sen, "Derecemin yükselmesi için, fıkıh öğrendim" dersin. Çünkü bu yükselme işinin ileride olacağını bekliyorsun. Eğer o fiil, şimdiki zamanla ilgili İse, "hattâ", o muzarî fiili ref eder. Nitekim "Tekrar ediyorum öyle ki kuvvetim tükeniyor sonra da uyuyorum"

"Tekrar ediyorum, öyle ki kuvvetim tükeniyor, sonra da uyuyorum dersin. Bunun sebebi şudur: "Hattâ", gelecek zamanda kullanıldığında "gaye" (sınır) içindir. Lâm-ı ta'lîl ise, garaz (maksad) içindir. Maksad, fiilin gayesidir. Nitekim "Niçin o evi yapıyorsun?" dediğinde, muhatab "li's-süknâ" (Oturmak için) der. Böylece, "derecem yükselir diye" şeklindeki sözü, "yükseleyim diye" sözü gibi olur. Her ikisinde de, hattâ ve lâm'dan sonra, mukadder bir edatı vardır.

Buna göre eğer, "Hal (şimdiki zaman) manası murad edildiğinde refedişinin, istikbal manası murad edildiğinde de nasbedişinin sebebi hakkında ne birşey söyledin, ne birşey zikrettin" dersen, biz deriz ki: Gelecek zaman fiili, eğer beklenen birşey olur, dört gözle umulan ve zihinde olması beklenen bir şey söz konusu olursa, o bunu, manasına uygun bir lafızla yapmayı gözetir. İşte bundan dolayı, nahivciler şöyle demişlerdir: İzafet terkibinde, muzâf, mana bakımından bir şeyi bir şeye çekince, o onu lafızla da çekmiş sürüklemiş olur. Söylediğimiz bu hususu, şu da teyit eder: Muzarî fiil, ancak (......) edatlarıyla mansûb olur. Bu gibi yerlerde, fiilin sırf gelecek zaman olması gereklidir. Fiili, şimdiki zaman için olması haline getirecek harf ise, fiilin mansub olmasına mânidir. Çünkü senin, demen caiz değildir. Şöyle diyerek buna itiraz edemezsiniz: "Sin ve sevfe kelimeleri, fiili, gelecek zamana tahsis etmelerine rağmen, fiili nasbedemiyorlar. Tam aksine, "Sizden hastalar bulunacağını bilmiştir.." (Müzemmil, 20) ayetinde olduğu gibi, nasb edatının nasb etmesine mani olurlar?" Biz deriz ki, sîn ile sevfe, fiili gelecek zamana tahsis etmenin dışında başka bir manaya gelmezler. ile ise, sadece gelecek için kullanılan bir manayı ifâde ederler. Binâenaleyh, sîn ile sadece gelecek zaman sabit olup, gelecek zamanda bir manâ sabit olmaz. O halde gözetilen şey, istikbâlin bizzat kendisi değil, istikbâlde olacak şeydir. Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz:' "Allah'a, beni bağışlaması için ibâdet ediyorum" dediğinde, edatının bir maksat için getirmiş olursun" ki, o maksat da, mağfirettir. Mağfiret ise, gelecek zamanda olur. Ama sen, "Senden bağışlanmamı diliyorum Rabbim. dediğinde, sîn harfini, bu mağfiretin gelecekte vaki olacağım bildirmek için getirmiş olursun. Kelâmın maksadının, sadece istikbâlin beyânı olduğu yer ile, kelâmın maksadının istikbâlde bir mana (iş, fiil) olduğu yer arasında bir fark bulunur. Ancak ne var ki, gelecek zaman, manada tahakkuk eder. Dolayısıyla, kendisiyle istikbâl manası ortaya çıksın diye, bir mana getirilmiştir. Sözün maksadının yeri ve mahalli ortaya çıksın diye de, istikbâl zikredilmiştir.

Tuzaklarının Faydasızlığı

46

"O gün, tuzakları hiçbir biçimde kendilerine fayda vermeyecek, onlara yardım da edilmeyecektir...".

Cenâb-ı Hak, "O günleriyle karşılaşıncaya kadar.." buyurup, iyi ve kötü olan herkes de, kendi günü ile karşılaşacağı için, Allah, herkesin, kendine ait gününün sıfatını tekrarlamış ve sayesinde, o müşriklerin günlerinin, mü'minlerin günlerinden başka olacağını ve ayrılacağını beyan eden ifâdeyi getirerek "O gün ... kendilerine fayda vermeyecek..." buyurmuştur ki, işte bu gün, mü'minlerin gününden başka olup, ona uymaz. Zira, Cenâb-ı Hak, mü'minlerin günü hakkında, "Sâdıklara, doğruluklarının fayda verdiği gün... "(Maide, 119) buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) ifâdesi hakkında şu iki izah yapılabilir:

1) Bu ayetin başındaki (......) kelimesi (Tûr, 45) kelimesindeki (......) kelimesinden bedeldir.

2) Bu da (Tûr, 45) ifâdesinin zarfıdır.. Yani, "Onlar va'd olunmuş günlerine, tuzaklarının kendilerine fayda vermeyeceği bu günde kavuşurlar..." demektir.

Buna göre şayet, "Böyle bir takdirden, o günün bu günün içinde olması ve dolayısıyla da, bu günün o günün zarfı olması neticesi ortaya çıkar.." denilirse, biz deriz ki: Bu, tıpkı bir kimsenin, şu cümlesi mesabesindedir: "Falancanın öldürülme günü, suçlarının ortaya çıktığı günde gelir, tahakkuk eder." Buna bir mâni yoktur. Biz, (Tûr, 11) ifâdesinde, zaman meselesini, zamanın zarf olabileceğini ve zaman olmasına rağmen, (......) kelimesinin zaman ifâde eden edata muzaf olabileceğini söylemiştik.

İğna Kelimesinin Manası

Cenâb-ı Hak, "Ogün, tuzakları hiçbir hiçinde kendilerine fayda vermeyecek..." buyurmuş da, şu yüce ve kıymetli nükteden dolayı; fiili de, harf-i cersiz olarak müteaddî olmasına rağmen, buyurmamıştır.... Bir yüce nüktede şudur: Bir kimsenin ifâdesinden, onun ona fayda vermiş olduğu anlaşılır. Ama şeklindeki sözünden ise, o kimsenin ondan bir zararı defettiği anlaşılır. Bu böyledir, zira o kimsenin demesinin gerçek manası "O bana, kendisi istifâde etmeksizin kazandırdı" demesinin manası ise, "O benim orada bulunmama ihtiyaç bırakmadı; başkasının orada bulunması, benim orada bulunmama gerek bırakmadı.." şeklindedir. Nitekim kendisinden bir şey yapması istenilen birisi, "Benim yerime çocuğumu kabul edin; çünkü o, benim yerimi tutar.." der. Yani, "O, sizin yanınızda benim yerime geçer ve böylece de, beni orada bulunma meşakkatinden kurtarır" demektir. O halde, ayetteki ifâdesi, "Onlardan o zararı gideremez, savuşturamaz.." anlamındadır. Bir kimsenin, "Onlardan zararı gideremez" şeklindeki sözünün, "Onlara fayda vermez..." şeklindeki sözünden daha beliğ olduğunda şüphe yoktur. Şimdi Cenâb-ı Hak, mü'minler hakkında şayet, "Doğruluklarının, onların yerini tutacağı gün..." demiş olsaydı, bundan, onların faydalanmış oldukları anlaşılmazdı. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Sâdıklara, doğruluklarının fayda verdiği gün..." (Maide, 119) buyurmuştur ki, sanki Cenâb-ı Hak adetâ "Onların doğruluklarının, kendilerinin yerini aldığı (artık suâl ve hesaba gerek kalmadığı..) gün..." buyurmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, mü'minler hakkında, kâfirler hakkında da buyurmuştur ki bu, ancak, İlm-i beyandan nasibini almış; yakın bir zekâ ile, Allah'ın ayetlerini düşünen, Allah'ın da onu buna muvaffak kıldığı kimselerden başkasının muttali olamayacağı hususlardandır..

Dil Felsefesi: Fail-Meful

Asi olan, failin mef'ûlden, zamirin ise ismi zahirden önce getirilmesidir.. Bunlardan birinci hususa gelince, failin, fiile bitişik olmasından dolayıdır. İşte bundan dolayı, Araplar, aynı kelimede peşpeşe dört hareke bulunmasın diye, "yaptım..." diyerek, lamı sakin getirmişlerdir. Ama yine onlar, "Sana vurdu..." demiş, ama fiilin lâmelfiilini (burada bâ) sakin getirmemişlerdir. Zira burada kâf, mef'ül zamiri olup, munfasıl bir zamirdir. Ama, zamirin zahir isimden önce getirilmesine gelince, bu da, kısa söylemenin, iyice ihtisar etmenin düşünülmüş olması sebebiyledir. Çünkü sen, "Zeyd, bana vurdu..." dediğinde bu, demenden daha kısa olur. Eğer orada bir kısaltma yoksa, -ki bu senin, ve Zeyd, bana uğradı; o bana rastladı..." demendir-, burada failin önce getirilmesi evlâdır. Şimdi burada Cenâb-ı Hak şayet, demiş olsaydı, mef'ûlün önce getirilmesi daha güzel olurdu. Ama o, buyurunca, bu, tıpkı bizim, dememiz gibi olmuştur. O halde daha niçin faili başa almamıştır?. (Ne dersin?)

Cevap: Biz deriz ki: Burada da, yine ilm-i beyândan elde edilen şöyle bir İncelik bulunmaktadır: Daha mühim olanın başa alınması, daha evlâdır.. Şimdi, Cenâb-ı Hak şayet, demiş olsaydı, bu sözü duyan kimse çoğu kez, "Onların tuzakları başkalarına fayda vermedi.." der ve bu faydayı onlar hakkında bekler ve umar. Ama o ta işin başından "Onlara..." ifâdesini duyunca, artık ümidi kesilir, böylece de, fayda veremeyecek olan şeyin ne olduğunu beklemeye koyulur.

Keyd

Biz, keyd kelimesinin "kendisinden kaynaklandığı kişi tarafından bu iş güzel görülse bile, başına geldiği kimseyi üzen şey" anlamına geldiğini söylemiştik. O halde, özellikle bu üzücü şeyin zikredilmesini ve meselâ mutlak anlamda, "Onlara fiillerinin fayda vermeyeceği gün.." denilmemesinin hikmeti nedir? Biz deriz ki, bu, "evlâ bittarîk" yapılan bir kıyastır. Çünkü onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ve mü'minlerin yaptığını yapıp, bunun, amellerin en güzeli olduğunu zannediyorlardı. işte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, onların; en güzel olduğunu zannettikleri bu amellerden daha aşağı olan amellerden ümitlerini kesmesi için, "Onların en güzel olduğuna inandıkları o amelleri dahi fayda vermedi... Bunun dûnunda olanlar nasıl fayda verecek?!.." buyurdu. (Böylece de bu, "evlâ bittarîk" bir kıyâs oldu..)

Burada, şöylesi bir diğer izah da yapılabilir: Allahü teâlâ daha önce, "Yoksa, bir tuzak mı kurmak istiyorlar?" (Tur, 42) buyurup, ve biz de, "O müfessirlerin ekserisi, bu ifâdeyle, onların Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i öldürme hususundaki tedbir ve plânlan kastedilmiştir kanaatinde olduklarını" belirttiğimize göre, Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki, bu, "Onlara, bu tuzaktan dünyada fayda vermemiştir. O halde onlar, bu tuzaklarının kendilerine fayda vermeyip zarar verdiği günde ne yapacaklardır?.." anlamındadır.

Lâ Yunsarûn'un Manası

Ayetteki, "Onlara yardım da edilmeyecektir" cümlesine gelince, bu hususta şu izahlar yapılabilir:

a) Bu cümle, bu yardımın şeklini tamamlayan bir ifâdedir. Ki o da şudur: Davette bulunan kimse itk önce, başkasından yardım istemeye, böylece de minnet altında kalmaya ihtiyaç duymaksızın, meydana gelebilecek kötülükleri bertaraf edebilmek için, bazı tedbirler alır. Sonra, bu tedbirler ona bir fayda sağlamayınca, başkasından yardım bekler bu sefer., İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Onlara, kendi nefislerinin fiilleri hiçbir fayda vermediği gibi, ümitsizlik anı ile, ikbâllerinden ümidi kesildiği anda, onlara, başkaları da fayda veremez.." buyurmuştur.

b) Bu cümle ile kastedilen, "Onların şefaatleri, bana hiçbir fayda vermez ve o ilâhlar beni... kurtaramazlar da.."(Yasin,23) ifâdesinden kastedilenin aynısı olmuş olur: O halde, ifâdesinin manası, "Onların o putlara tapışları, onların, "işte bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizde.." (Yunus, 18) ve "Biz onlara sırf, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.." (Zümer, 3) demeleri de fayda vermez. O halde, "Onlara yardım da edilmeyecektir" ifadesinin manası, "onların şefaatçileri olmadığı gibi, ya bir şefaatçinin şefaati, yahutta bir yardımcının yardımı ile o azabı def edecek bir yardımcıları da yoktur.." şeklindedir.

Masdarın İzafeti

c) Biz diyoruz ki, (......) kelimesindeki izafet, masdarın failine değil, mef'ûlüne izafeti kabilindendir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Onlara, şeytanın onlar için kurduğu tuzağı da fayda vermeyecektir.." demek istemiştir. Ki bunu şu şekilde izah edebiliriz: Sen "Zeyd'in Amr'ı dövmesi beni şaşırttı..." diyebileceğin gibi "Amr'ın dövmesi (veya dövülmesi) beni şaşırttı..." da diyebilirsin. Binâenaleyh sen, masdarla yetindiğinde, muzafun ileyh, ancak karine ve niyetle bilinebilir. Bu sebeple sen bir kimsenin, (......) dediğini duyduğunda, Zeyd'in, hem döven, hem de dövülen olması muhtemeldir.. Ama bir kimsenin, "Hırsızlığından dolayı hırsızın kesilmesi beni hayrete düşürdü..." dediğini duyduğunda, karine, bu masdann, mef'ülüne muzaf olduğunu gösterir.

Buna göre şayet, "bu, açık olanı yeniden açıklama kabilinden olduğu için fasittir. Çünkü, tuzağa düşmüş olanın tuzağı asla fayda vermez ve benim böyle olduğum da herkes tarafından bilinir. Dolayısıyla bu, herhangi bir beyâna ihtiyaç duymaz. Ne var ki tuzak kuranın tuzağının fayda vereceği sanılır. İşte bu sebeple Cenab-ı Hak, bunun da fayda vermeyeceğini belirtmiştir.." denilirse, biz deriz ki: Şeytanın, onlara karşı kurduğu tuzak, putlara tapmaları hususunda olmuştur. Onlar da, bunun faydalı olduğu zannındaydılar. Ama, onların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e kurdukları tuzağa gelince, onlar bunun ahirette kendilerine fayda vermeyeceğini biliyorlardı. Onlar bunun, ahirette değil de, dünyada fayda sağlamasını istiyorlardı. Binâenaleyh problem, ilk izahı yapana yönelmiş olur. Bizim söylediğimiz şey hakkında iyice düşündüğünde, bu iki izahın hiçbiri için bir problemin bulunmadığını anlarsın.

Zalimlere Mahsus Azap

47

"Muhakkak ki o zulmedenlere, bundan evvel de bir azâb var. Fakat onların çoğu bilmezler".

Bu ayetin kendinden öncekilerle münasebeti hususunda şu iki izah yapılabilir:

a) Bu ifâde Cenâb-ı Hakk'ın, (Tûr, 45) ayetiyle ilgilidir. Çünkü bu ayet, onlarla savaşmanın (henüz) caiz olmadığına delâlet ediyor ki, işte bundan dolayı o ayetin, kıtal meşru kılınmadan önce indiği söylenmiştir. Bu durumda Cenâb-ı Hak sanki, mutlak anlamda, "Onları, ister savaşmaksızın bırak, istersen bırakma.. Onlar için, kıyamet gününden önce Bedir gününün azabı vardır. Çünkü onların kılıçtan geçirilmeleri hükmedilmiştir," buyurmuştur. Böylece bu, föü emrinin, Bedir emrinin, Bedir günündeki o ilahî azâbla neshedileceğini va'd eden bir beyân olmuş olur.

b) Bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, (Tûr, 46) ifadesiyle ilgilidir. Zira, Allah, onların tuzaklarının kendilerinden herhangi bir şeyi bertaraf edemeyeceğini beyan edince, "Bu fayda vermeyişle de yetinilmeyerek, tam aksine, onların tuzaklarının fayda vermemesinin yanısıra, onlar için başka bir "veyl" daha vardır ki, bu da, onlar için hazırlanmış olan o (Bedir) azabıdır.." buyurmuştur. Şimdi şayet Cenâb-ı Hak, sadece, "O tuzakları onlardan hiçbir şeyi savuşturamayacak" demiş olsaydı, bu, o tuzağın fayda vermeyeceği gibi, zarar da vermeyeceğini düşündürebilirdi. Ama bu ifâdeyle birlikte, bir de, "Muhakkak ki o zulmedenlere (...) bir azab var..." buyurunca, böyle bir zan ortadan kalkmış oldu. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Eğer ayette geçen azabın Bedir azabı olduğunu söylersek, bu ayette bahsi geçen zalimler, Mekkeliler olmuş olur. Yok bu azabla, kabir azabının kastedildiğini söylersek, ayette geçen, "zalimler" kelimesi, bütün zalimleri kapsayan bir ifâde olmuş olur.

Zulüm'den Maksad

Buradaki zulümle ne kastedilmiştir? Biz deriz ki, bu hususta şu izahlar yapılabilir:

a) Bu, onların, peygamberlerine karşı kurmuş oldukları tuzaktır.

b) Onların putlara tapışlarıdır.

c) Onların küfürleridir. Bu üçüncü şık, ikinci şıkla münasebet arzeder.

Üçüncü Mesele

Müfessirlerin ekserisine göre ayette geçen ifâdesinin anlamı, "bundan önce" demek olup, bunu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz, o en büyük azâbtan önce de onlara mutlaka yakın azabtan taddıracağız"(Secde, 21) ifâdesi de teyid eder. Bu hususta şu diğer iki izah da yapılabilir:

a) Bu ifâde, "devam ve şiddet bakımından bundan daha az..." anlamına gelir. Nitekim Arapça'da, "Elem verme bakımından, dövme, öldürmeden daha aşağıdır" denilir. Bu manaya göre, dünya azabının, ahiret azabından daha hafif olduğunda şüphe yoktur. Mananın böyle olması halinde burada, ahiret azabının büyük olacağına dikkat çekilmiş olur. Bu böyledir, zira, bir kimse, yani, "Öldürme ve kabirdeki azâb bakımından bundan daha az elem verici olan bir azâb..." dediğinde, düşünen birisi düşünür de, "Öldürmenin, kendisinden aşağı o azâb, olsa olsa çok büyük olur.." hükmüne varır.

Buna göre, şayet, "O halde bu mana, "Biz, o en büyük azâbtan önce de onlara mutlaka yakın azâbtan taddıracağız" (Secde, 21) ayeti hakkında söylenilmesi mümkün değildir" denilirse, biz deriz ki: Bunu kabul ediyoruz, ancak ne var ki, burada bu ikincisi ile bir kimsenin, "Senin ısrarlarının altında fesatlar vardır; senin maksadımı altında da, yorgunluklar vardır..." sözü tarzında bir mananın kastedilmiş utması mümkündür. Ki bunun izahı şudur: Onlar, Allah'tan başkasına ibadet edip tapınca, nefislerini, esasen kendisi için yaratıldığı amacın dışında kullandıkları için, böylece kendilerine zulmetmişlerdir. İşte bu sebeple onlara, "Sizin için, bu zulmün ötesinde, azâb vardır" denilmiştir.

Dördüncü Mesele

Ayetteki ifâdesi neye işarettir? Biz diyoruz ki, öyle görünüyor ki bu, "o gün"e işaret olup, bu hususta başka iki izah daha yapılabilir:

a) Bu, çarpılmalarına bir işarettir. ifâdesi de, vaki olacak olan azaba bir işarettir. O halde, illi 'nin buna da bir işaret olduğu söylenebilir. Şöyle de denilebilir: Daha önce, "Rabbinin azabı hiç şüphesiz vâkidir" (Tur, 7) cümlesi geçmişti. O halde, bu ayetteki ifâdesinin anlamı, "o azabın dışında..." demektir.

b) Bu ifâde, "onların tuzaklarının dışında" anlamına gelmektedir. O halde onların tuzaklarına bir işaret olup, biz bunun ne demek olduğunu, biraz önce verdiğimiz bir misalle açıkladık ki, bu da bir kimsenin, "Senin ısrarların altında mefsedet ve mahrumiyetler yatar" tarzındaki sözü gibidir. Allah en iyi bilendir.

Ekseriyetten Maksad

Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat onların çoğu bilmezler" buyruğuna gelince, biz bu hususta da şu izahları yapabiliriz:

1) Bu ifâde Arapların örfüne göre söylenmiştir. Çünkü Arablar, yekûnu, ekseriyetle ifâde ederler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onların ekserisi buna inanırlar.."(Sebe, 41) buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, yalan olmaktan uzak kalacağı için, konuşanın böyle konuşmasının güzel olduğununu bildirmek amacıyla, aynı tarzda konuşmuştur.

2) Onlardan iman edenler olup da, fakat insanlar tarafından bilinmeyenler bulunabilirdi.

3) Onlar, genel olarak bilmezler, ama bazı hallerde bilebilirler. Bunun en azı da, kendilerine fayda vermeme dahi, onların, "kesif halinde" (can boğaza dayandığında) bilmeleridir.

Mefûlûn Terkedilmesi

Ayetin sonundaki ifâdesinin mef'ulünün, daha önce geçen şey, yani, "Onlar için bundan aşağı bir azab da vardır" ifâdesi olduğu söylenebileceği gibi, bunun, hiç mef'ûl olmadığı da söylenebilir. Buna göre mana, "Onların ekserisi habersizdirler, cahildirler" şeklinde olur.

Sabret

48

"Sen Rabbinin hükmüne (rıza ile) sabret. Çünkü muhakkak sen, bizim İnayetimiz altındasın. Kalkacağın zaman da, Rabbini hamd ile tesbih ve tenzih et...".

Biz, bunun ne demek olduğunu, (Kaf, 39) ayetinin tefsirinde zikretmiştik. Biz, orada söylediklerimizin bir kısmına burada işaret edelim. Zira, aradan uzun zaman geçmesi, unutmaya sebep olabilir. Şimdi biz diyoruz ki, Cenab-ı Hak, "Onları bırak"(Tur, 45) buyurunca, bu ifâde de, artık onlara nasihatta bulunmanın faydasının kalmadığına bir işaret vardır; Özellikle de, Cenâb-ı Hakk'ın (Tûr. 44) ifâdesi gelince... İste bu, tıpkı Nûh (aleyhisselâm)'ın yaptığı

"Ya Rabbî, yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma" (Nûh, 26) şeklindeki beddua ile Yunus (aleyhisselâm)'ın yaptığı duâ gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı badduftya sevkeden bir sebep oldu. İste bunun üzerine Cenâb-ı Hak yani, "Lanetini tesbih ile değiştir." "Rabbini tenzihe sarılarak onu an.." Yani, "Allah'ım, onlan helâk et" diyeceğine, beni tesbih et" buyurdu. Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbinin hükmüne sabret. O balığın yoldaşı olan (Yunus aleyhisselâm) gibi olma"(Kalem,48) buyruğuna baksana...

Sen İnayet Altındasın

Ayetteki, "Çünkü muhakkak inayetimiz altındasın" cümlesi hakkında şu izahlar yapılabilir:

1) Allahü teâlâ, onların o peygambere tuzak kurduklarını beyan buyurunca, bu, hilelerini tamamlayamasınlar diye, örfen, onları hemen ortadan kaldırmaya götüren sebeplerden birisi olabilirdi. Bu vaki olmayınca Cenâb-ı Hak, "Sabret, endişelenme, çünkü sen bizim himâyemizdesin.." buyurdu.

2) Allahü teâlâ, "Sabret, onlara bedduada bulunma. Sen, bizim inayetimiz altındasın. Seni gözetliyoruz. Bu durum olabilecek hallerin ve durumların en efdali üzere olmanı gerektirir. Ne var ki, senin Bizi tenzih etmen, yarattığımız kullar aleyhine duâ etmenden daha efdaldir. O halde, daha üstün olanını seç... Çünkü sen, Bizim gözlerimiz önündesin..." buyurmuştur.'

3) Halini başkasına açan kimsenin bu hareket tarzında, kendisine şikâyette bulunulanın, şikâyet edenin halini bilmediği hissi bulunur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Sabret, halini şikâyet etme. Sen, bizim gözlerimiz önündesin. Biz seni görmekteyiz. Binâenaleyh, şikâyetinin bir faydası yoktur" buyurmuştur, Cenâb-ı Hakk'ın (Kâf, 39) ifâdesinde bulunmayan, ancak buraya mahsus birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

(......) fiilindeki lâm hakkında şu muhtemel izahlar yapılabilir:

1) Bu lâm, anlamında olup, kelamın takdiri, "Allah hükmedinceye kadar sabret.." şeklindedir.

2) Sabır'da, sebat manası vardır. Buna göre, adetâ Cenâb-ı Hak, "Rabbinin hükmüne sebat et.." demek istemiştir. Nitekim Arapça'da, "Falanca, kılıcını taşımak için sabr ü sebat etti" denilir.

3) Bu lâm, sebep anlamına kullanılan lâm'dır. Nitekim Arapça'da, "Niçin çıktın?" denilir de, buna cevaben, "Falancanın bana, çıkma emrini vermesinden dolayı" denilir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak demiştir ki bu, "Allah'ın emrini, tutmaya sabra sebep yap" demektîr. Çünkü O, "Başka bir şeyden dolayı değil, sana verilen bu hükümden dolayı sabret” buyurmuştur.

Ayn'in Allah'a İzafesi

Cenâb-ı Hak, burada (......) bir başka yerde de, (......) (Tahâ.39) buyurmuştur. (Niçin?) Biz deriz ki, Cenâb-ı Hak orada (Tahâ), zamiri müfred -ki bu mütekellim yâ'sıdır- getirince, (......) kelimesini de müfret getirmiştir. Burada ise, çoğul zamirini, yâni (......) getirince, (......) kelimesini de çoğul yaparak, (......) buyurmuştur. Bu izah, lafız bakımındandır.

Manâ bakımından olana gelince, burada koruma işi, daha tam ve daha mükemmeldir. Çünkü "sabr", Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in rahmet binitidir. Zira insanlar, onun aleyhine birleşmişler, onun için tuzaklarım birleştirmişler ve onun işi hakkında karşılıklı müşaverede bulunmuşlardır. Allah'ın, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'a, henüz Tufan kopmadan önce gemiyi emretmesi, gemi edinmesi gerektiği emrini vermesi ve yeryüzünün her tarafı suyun altında kalmışken, onun boğulmaktan korunması, mahlûkatın gözünde, büyük bir himayeye muhtaç olan bir husus olmuştur. İşte bundan dolayı da, (Hûd. 37) buyurmuştur.

Üçüncü Mesele

(......) kelimesinin başındaki bâ'nın, ilgi ve münasebetinin izahı nasıl yapılabilir? Biz deriz ki, bu, bütün bakımlardan ortada olan bir husustur. Şimdi biz, bunun "hıfzetmek, muhafaza etmek" anlamını taşıdığını söylersek, takdiri, "Sen bizim gözlerimiz önünde mahfuzsun.." şeklinde olur. Biz bunun "ilim" manasını ifâde ettiğini söylersek, bunun takdiri, yani, "Sen, bizim seni göreceğimiz bir mekândasın.." demek olur ki, bunun takdiri de, "Sen, bizim gözlerimizle görülüyorsun.." demektir. Bu durumda bu, tıpkı bir kimsenin, "Ben onu gözlerimle gördüm.." demesi gibi olur ki, bu da, "Alet olan kalemle yazıldı.." denilmesi gibidir. Ki, her ne kadar Allah'ın görmesi, bir alet ile olmasa da...

Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hakk'ın şu iki yerde, yani Tâhâ"da (Taha, 39); burada da, demesi arasında ve ile harfi cerri arasında ne fark vardır?" denilirse, biz deriz ki: Orada (......)'nın anlamı, "O onu, Allah'ın razı olduğu bir biçim üzere görür.." şeklinde olup, bu tıpkı bir kimsenin, "Onu, gözlerimin önünde yap.." demesi gibidir ki, bu da "Benim rızâm üzere yap.." demek olup, takdiri, "Benim gözüme girecek ve benim dönüp ona bakabileceğim bir tarzda yap" şeklindedir. Çünkü, birisi bir başkasına ait bir şey yapar da, onun da hoşuna gitmezse, o ona bakmaz, gözünü kaldırıp bakmaz bile Bâ'ya gelince, biz bu hususu, (Kâf, 39) ayetinin tefsirinde zikretmiştik.

Kıyam'ın Manası

Ayetteki, "kalkacağın zamanda..." ifâdesine gelince, bu hususta da şu izahlar yapılabilir:

1) "Yerinden kalktığında..." demek olup, bu da, "kalkmaya azmettiğinde, kalkma zamanı geldiğinde henüz kalkmadan önce..." demektir. Nitekim bir haberde, "Kim meclisinden kalkmazdan önce "Subhânellâh" derse, bu, o kimseden o mecliste sâdır olmuş boş ve malâyanî şeyler için bir keffâret olarak yazılır" şeklinde varid olmuştur.

2) "Uykudan kalktığında..." Bu hususta da varid olan haber, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, uyanır uyanmaz tesbihatta bulunduğuna delâlet eder.

3) "Namaza kalktığında..." Yine bir haberde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, namaza başlarken, "Allah'ım, seni tenzih ederim... Hamdinle överim, ismin yücedir... Şanın ve şerefin uludur. Senden başka ilah yoktur" dediği varid olmuştur.

4) "Herhangi bir iş için kalktığında..." Özellikle de kavminle, mücahede, mücâdele ve onlara beddua etmek için kalktığında Rabbini, O'nun hamdine bürünmüş olarak tesbih et ve düşmanlık ve intikam almak için olan kalkışını, Allah'ı zikretmek ve onu tesbihatta bulunmak için kalkışınla değiştir.,"

5) "Gündüzün kalkarken.. Çünkü gece, sükûnet; gündüz de, talep etme zamanıdır.. O halde kalkma işi, gündüz daha elverişlidir." Bu durumda bu ifâde, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gecenin bir kısmında da O'nu tesbih et..." (Hicr, 49) ayeti gibi olmuş olur ki, bu, geriye kalan zamana bir işarettir,"Sabahın ilk vakti" demektir.

Gece ve Fecir Namazı

49

"Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra dahi tesbih et...".

Bunun tefsiri daha önce geçti. Bu, aynen "Haydi akşama girerken ve sabaha ererken Allah'ı tenzîh (ve tesbih) edin"(Rum, 17) ayeti gibidir. Tesbihin bu vakitlere tahsis edilişlerinin hikmet ve manasını anlatmıştık. Dolayısıyla bu sûreyi, bir hikmetle sona erdirelim: Allahü teâlâ burada "Yıldızların batışından sonra..." Kâf Suresi'nde ise, "Secdelerin arkalarında..."'(Kaf, 40) buyurmuştur. Şöyle denebilir: Bu ikisinin manası da aynıdır. Çünkü "sücûd", sâcid (secde) edenin çoğulu olup, yıldızlar için de secde söz konusudur. Nitekim Hak teâlâ, "Yıldız ve ağaç secde ederler" (Rahman, 6) buyurmuştur, buradaki yıldız (necm) kelimesi ile, gökteki yıldızların murad edildiği söylendiği gibi, "gövdesi olmayan bitkilerin" kastedildiği de söylenmiştir. Nitekim Hak teâlâ, "Gökte ve yerde olan herkes, yani herşey Allaha secde eder (Rad, 15) buyurmuştur. Yahut da "nücûm" ile, görevler kastedilmiştir. Çünkü her göreve Arapça'da, "necm" denir. Buna göre mana, "Namaz vazifeni bitirdiğinde "Sübhânellâh" de" şeklinde olur. Nitekim bir hadiste:

"Kim, namazının peşisıra, on kere "Sübhânellâh", on kere "Elhamdülillah", on kere de "Allahu Ekber" derse, ona bin sevab yazılır Kenzul-Ummal 16/44081. buyurulmuştur. Böylece her iki ayettede mana aynı olmuş olur. Çünkü secde etmek de görevlerdendir. Meşhur ve zahir olan mana ise, "Edbare'n-nucûm" (yıldızların batışı) ifadesiyle, sabah vaktinin kastedilmiş olmasıdır. Çünkü yıldızlan da Allahü teâlâ idare eder. Böylece güneşin doğuşu ve ışığı ile, yıldızların ışıkları görünmez olur. Mananın böyle olması halinde, biraz önce beşinci maddede bahsettiğimiz gibi, "Kalkacağın zaman..." ifadesi ile, gündüz vaktinin kastedildiği, çünkü gündüzün, kalkmayı isteme vakti olduğu ortaya çıkmış olur. yani "İnsanın uyanık olduğu zaman" İle sabah namazı vaktinde, tesbihatta bulunmaktan hâli kalma, yani uyku vaktinin dışında, hep tesbihatta bulun.

Bu sûrenin tefsirinin sonu budur. Allah en iyi bilendir. Hamd, Rabbu'l-âlemîn olan Allah'a, salât-u selâm da, efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, O'nun âline ve ashabına olsun. (Amin).

0 ﴿