NECM SURESİBu sûre altmışiki ayet olup Mekkî'dir. 1"Battığı zaman yıldıza yemin olsun ki...". Sûrenin tefsirine başlamadan önce, bunun tefsiriyle ilgisi olmayan birkaç meseleyi ele alıp, sonra bunun tefsirine geçeceğiz. İki Sual Arasındaki Münasebet Sûrenin evveli, hem lafız hem de mana bakımından, kendinden Önceki sûrenin sonuyla yakın bir ilgi ve münasebet içindedir. Lafız bakımından olan münasebet şöyledir: Cenâb-ı Hak Tûr Sûresini, yıldızdan bahsederek bitirmiş, bu sûreye de yıldıza yemin ederek başlamıştır. Mana bakımından olan münasebet de şöyledir: Allah Tealâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra dahi tesbih et" (Tûr,49) buyurmuş ve böylece, ona, bu işi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapılan tuzakların zamanlarına göre taksim edip emretmiş; bu işi biraz ileride, "Arkadaşınız, sapmadı. Bâtıla da inanmadı" (Necm. 2) buyurarak belirtmiştir. Yemin Konuları Allahü teâlâ, daha önce geçen sûrelere, harflerle değil de, isimlerle yemin ederek başlamıştır. Bu sûreler, Sâffât, Zâriyât, Tür ve Necm'dir. Bunlardan birincisinde, Allah'ın birliğini isbât için, yemin edilmiştir. Çünkü yeminin hemen akabinden, "Şüphesiz sizin tanrınız, tekdir" (Saffat, 4) buyurmuştur. İkinci sûrede, yani Zâriyât'da, haşrin (dirilişin) ve hesabın olabileceği konusunda yemin etmiş ve peşisıra, "Şüphesiz va'dolunduğunuz doğrudur ve din (işlerin karşılığı) mutlaka olacaktır" (Zariyat, 5-6) buyurmuştur. Üçüncüsünde ise, o azabın meydana gelmesini müteakib, onun devamlı olacağı hususunda yemin edilmiştir. Nitekim Hak teâlâ, orada, yeminden sonra, "Muhakkak Rabbinin azabı olacaktır ve onu soruşturabilecek hiçbirşey de yoktur" (Tur, 7-8) buyurmuştur. Bu tefsir ettiğimiz sûrede ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olduğu hususunda yemin etmiştir. Böylece, usûl-ü selâse (üç iman esası; yani Allah'ın birliği, haşr ve nübüvvet) meselesinin amam lan maşıdır. Üçüncü Mesele Allahü teâlâ, ne kendi birliği hususunda, ne de nübüvvet konusunda çokça yemin etmemiştir. Tevhid (birliği) hususunda yemini, bir defa olarak Sâffât Süresi'nde varid olmuştur. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvveti hususunda ise, bu sûrede bir şeye; Duhâ Süresi'nde de iki şeye yemin etmiştir. Ama haşr ve haşrla ilgili şeylere yemin edişinde ise, birçok şey üzerine yemin ederek bunu yapmıştır. Çünkü, "Bürüdüğünde geceye yemin olsun ki..."(Leyl, 1); "Güneşe ve onun doğuşuna yemin olsun ki" (Şems, 1)"Burçlar sahibi göğe yemin olsun ki... "(Burûc, 1) ve benzeri ayetlerin hepsi, haşr yahut onunla ilgili şeyler hakkındadır. Bu böyledir, çünkü tevhidin delilleri çok olup, hepsi de aklîdirler. Nitekim "Herşeyde, Allah'ın varlığı ve birliğine ayet (delil) vardır" denilmiştir. Nübüvvetin delilleri de çoktur. Bunlar, meşhur ve mütevatir olan mucizelerdir. Haşre (kıyamete) gelince, bunun da mümkün olduğunu aklen isbat etmek mümkündür. Fakat bilfiil meydana gelişinin isbâtı, ancak naklî delillerle mümkündür. İşte bu sebeble, mükellef bunun böyle olduğuna kesinkes inansın, bunun böyle olduğunu kesinkes bilsin diye, Cenâb-ı Hak, bu hususa çokça yemin etmiştir. Ayetin tefsiri ile ilgili birkaç mesele vardır: Dil Felsefesi: Tâ ve Bâ ile Kasem Ayetin başındaki vâv, ya yıldıza veya yıldızın Rabbine kasem için olan kasem vardır. Bu hususta değişik tefsirler var. Biz bunları daha önce zikretmiştik. Fakat zahir olan, bunun yıldıza yapılmış bir yemin olmasıdır. Çünkü aslında kasem için bir harfin bulunmadığı, fakat bâ ile vav harf-i cerlerini, ârizî (geçici) bir sebebten ötürü kasem için kullanmakta olduğumuz söylenmiştir. Çünkü kasem için kullanılan "ba", ilsâk (bitiştirme) ve istiane (yardım isteme) manasında' olan bir edattır. Nitekim bir kimse, mesela, "Allah'tan yardım istedim" diyebildiği gibi, "Allah'a yemin ettim" de diyebilir. Yine bir kimse, "Allah'ın yardımı ile (Biavnillah) düşmana galip geleceğim" diyebileceği gibi, "Allah'ın hakkına (bi-hakkillahi) yemin ederim ki..." de diyebilir. O halde, bu kullanışların hepsinde, "bâ", tıpkı (Kalem ile) yazıldı" demendeki kullanılan bâ gibidir. O halde, "bâ", gerçekte kasem için değildir. Fakat Arapça'da, kasem (yemin) çokça kullanıldığı için, kasem lafzının zikredilmesine ihtiyaç duyulmamıştır. Ama başka durumlar çok görülmediğinden, onlar zikredilmiştir. Binâenaleyh birisi, "Zeyd'in hakkı için..." dediğinde bundan yemin manası anlaşılır. Çünkü eğer bu ifade ile kastedilen, ya "Zeyd'in hakkı ile gir, git" gibi ifadeler kastedilmiş olsaydı, yahut da, bu sözü söyleyen kişi, Zeyd'in hakkı üzere yemin etmemiş olsaydı, müstağnî olunamayacağı için, yukarıdaki ifadelerde zikredildiği gibi, burada da zikredilirdi. Binâenaleyh o misalimizde, herhangi bir fiil zikredilmediğine göre, oradaki harfin, onun meşhur oluşundan, dolayısıyla zikredilmesine ihtiyaç duyulmadığından ötürü olduğu anlaşılır. Bu, kasemin dışındakilerde söz konusu değildir. Dolayısıyla burada hazfedilen şeyin, kasem fiili oludğu anlaşılır ve bunu söyleyen sanki, "Zeyd'in hakkına yemin ederim ki..." demiş olur. O halde, aslında "bâ" harfi, kasem için değildir. Fakat bahsettiğimiz çok kullanma ve meşhur olma hususları, ârizî birer sebeb olunca, "bâ"nın kasem için olduğu söylenmiştir. Sonra mütekelüm (konuşan), bu hususta düşünür ve işin karışıklıktan hâli olmayacağını söyleyebilir ve "mesela ben, "billahi" dediğimde, bunu duyan bir duraklar. Eğer bundan sonra, yemin fiili dışında bir fiil getirdiğimi, mesela "Allah'dan yardım istiyorum";"Allah sayesinde kadir oldum""Allah sayesinde yürüdüm ve aldım" dediğimi duyduğunda, bu bâ'nın kasem için olmadığını anlar. Yok eğer bu gibi fiilleri duymasa ve bu fiillerin varlığı ihtimalini düşünmezse, bunu kasem manasına hamleder. Ama yine o kimse, "Billahi" sözünün yanısıra, başka birşey söylediğim, ama kendisinin onu duymadığını zannına kapılırsa, yine durup düşünür. O halde bu, anlayışta bir duraklamadır. Binâenaleyh hakim (hikmetli) olan mütekelüm, bu kısalığı gidermeyi ve müstağni olunan (ihtiyaç, duyulmayan) şeyi, yani kasem fiilini hazfetmeyi istediğinde, "bâ" harfini "tâ" harfi ile değiştirerek, "Tallahi" demiş, dolayısıyla da, hem "Allah" lafzı meşhur olduğu, hem de iltibas (karışıklık) olmayacağı için, lafzatullah ile birlikte "tâ"yı kullanmıştır. Çünkü kelimelerin başlarında yer alan "tâ" harfi bazan, kelimenin aslından bazan da hitab ve te'nis tâ'sı olabilir. Şimdi bir kimse tâ harfi ile ismi "Dâî", "Rftî", "Hâdt", veya "Âdî" olan birisine yemin etse, "Tadâî", veya "Âdî olan birisine yemin etse, Tadâî, Tarâî, Tahâdî, Taâdî" dese, bu bir karışıklığa sebeb olur. Yine bu kimse, Roman (Romalı) veya Turan (Türk) olan birisi için yemin edip, "Tâ Roman", "Tâ Turan" dese, sen de bunun yemin için olduğunu sansan, bu tâ, muzârî fiilin başındaki hitab veya te'nis tası ile karışıklık arzeder. Dolayısıyla nahivciler bu tâ'yı da vâv'a çevirmişlerdir. İzahın böyle yapılması halinde, şu iki problemin ortaya çıkacağı da ileri sürülemez. 1) Vâv ile de karışıklıktan (yanlış anlaşılmadan) emin olunamaz. Çünkü meselâ velâ dediğimizde fiilin aslından olan vâv, yemin vâv'ı ile karışır. Bu iddia edilemez, çünkü diyoruz ki: Bu durum, benimsediğimiz izahta söz konusu değildir. Hernekadar vâv kasem için olmasa da, bu atıf olduğunu gösteren "vâv"larda söz Konusu olur. Nasıl böyle olmasın ki bu, asıl gibi olan "bâ" da bile söz konusu olur. Çünkü bu "Bürme" kelimesinin çoğulu olan "Buram"; "Behme"nin çoğulu binam" ve "bağla" kelimesinin çoğulu "biğal" da bile söz konusudur. Çünkü "biğal" ve "biram" da kelimenin aslından olan "bâ" "bi-mâlin" "bireyin" gibi sözlerindeki bâ harf-i cerriyle karışabilir. ya gelince bu, kasem için kutlanılınca, bu kullanılıştan ötürü bir karışıklık meydana gelmiştir. Çünkü bu tâ, daha önce, bâ ve vâv gibi edat olan harflerden değildir. 2) İkinci problem şudur: Sen, niçin iltibas (karışıklık) olmayan birşeyi kullanmadın ve meselâ, ifadelerini misal getirmedin? Buna karşı deriz ki: Lafzatullah son derece meşhur ve açık olduğu için, tâ, bunda, aslî halinin aksine Kullanılmıştır. Bu, "Meşhurlukta kendisi gibi olan şeyler hariç, başka kelimelerin buna mukayesesi caiz değildir" manasındadır. Başka kelimelere gelince, bu genelde, insanlarca sezilemez. Çünkü 'Rahim" kelimesini duyup da, nadiren de olsa, kasti manasındaki fiilini duyan (bilen) bir kimse ifâdesini fiil ile fail, yahut fiil ile mef'ül sanabilir. Bu uzak bir ihtimal olsa da... Fakat gerek "menkûlün minh" (nakledilen şey) de yahut, menkûlün ileyh) kendisine nakledilen) şeyde bulunan meşhurlukta eşitlik olması gereklidir. Lafzatullah gibi meşhur bir kelimede yoktur. Kaldı ki biz şöyle de diyebiliriz: Peki o halde sen niçin, doğru anlaşılmasına güvenildiğinde bile kullanılamayacağını söyledin. Baksana Arapların "Kâ'be'nin Rabbine yemin olsun ki..." diye yemin ettikleri nakledilmiştir. Yaptığımız bu izahı "Allah'a yemin ederim ki" deyip de, demeyisin de destekler. Çünkü burada getirilen tâ, kasemin fiili hazfedildiğinde, karışıklık olacağı endişesiyle kullanılan tâ'dır. Ama fiili zaten zahir olduğunda, bu endişeye mahal yoktur. Dolayısıyla bu şekilde kullanılması caiz değildir. Necm (......) ifâdesinin başındaki elif-lâm, bir görüşe göre, and için, bir görüşe göre de cins içindir. Birincisi, ifadesiyle Süreyya (yıldızı)'nın kastedildiğini söyleyenlerin görüşüdür. Nitekim Araplar'dan birisi, "Akşamdan sonra Süreyya yıldızı görünürse, çoban, üzerine giyecek bir aba arar..." demiştir, ikincisine gelince, bu hususta da şu izahlar yapılabilir: a) Necm, semâda sabit olan ve yol göstermeye yarayan yıldızdır. Bu olmayıp, aksine bunun, semâda bulunan ve şeytanları taşlamak için olduğu da ileri sürülmüştür. b) Bu, yerin necmleri, yani, gövdesi olmayan bitkilerdir. Şimdi biz, bu her şıkkın ilgi ve alâkasını zikredip, bunlardan tercih edileni ortaya koyacağız. Bizim, "Bu, (......) kelimesiyle Süreyya yıldızı kastedilmiştir" dememize gelince, bu, (geceleyin) semâya bakan kimselere, onun, yıldızlar içinde en parlağı olmasından dolayıdır. Çünkü, bunun, semâda bulunan diğerleriyle karışmayacak bir biçimde ayrı bir alameti vardır. Ki, bir alâmet, herkes tarafından görünür bir durumdur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, herkesden, apaçık ayetler vasıtasıyla ayrılmıştır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak "necm"e yemin etmiştir. Bir de Süreyya (yıldızı), sabahleyin doğuda gözüktüğünde, meyvelerin olgunlaşma zamanı gelir. Bu, sonbaharın sonlarına doğru, yatsı zamanı gözüktüğünde, hastalıklar azalır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de zuhur edince, sekler ve kalbî hastalıklar azalmış, hikemî ve hilmî meyveler olgunlaşmıştır. Bizim "Bununla, semâda bulunan ve yol göstermeye yarayan yıldızlar kastedilmiştir" şeklindeki görüşümüze gelince, biz diyoruz ki, o yıldızlar sayesinde, karada yollar tesbit edilir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu ilgi ve münasebete binâen, bunlara yemin etmiştir. Bizim, "Bunlarla, şeytanların taşlandığı yıldızlar kastedilmiştir" şeklindeki görüşümüze gelince, yıldızlar, şeytanları, semâdakilerden uzaklaştırır. Peygamberler de şeytanları, yerdekilerden uzaklaştırır. Bizim, "Bununla Kur'ân kastedilmiştir" şeklindeki görüşümüze gelince, bu Kur'ân'la, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğuna ve berâetine istidlal edilmesinden ötürü olup, bu, tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Yasin.. Hakim olan Kur'ân'a yemin olsun ki. sen gönderilmiş (peygamberler)densin. Doğru bir yol üzerindesin.."(Yasin, 1-4) ayetleri gibidir. Yani, "... sen sapıtmadın; azmadın da..." Bununla, "Bitkiler kastedilmiştir" şeklindeki görüşümüze gelince, biz diyoruz ki, oedenî kuvvetlerin sebatı ve salam (düzgün ve normal olması) bitki sayesindedir. Aklî kuvvetler ise, ıslâh edilmeye daha layıktır. Bu ise, Peygamber göndermek ve şöylece yolları ve metodları izah etmekle olur. İşte bu yaptığımız izahlardan tercih edilen görüşün, "necm"in, semâdaki yıldızlar olduğu ortaya çıkmış bulunmaktadır. Çünkü, bu kelimeyi işitenin ilk anda hatırına gelen gökteki yıldızlardır. Ayetteki ifâdesi de, buna haydi haydi delâlet etmektedir. Bundan sonra gelen, bundan kastedilenin Kur'ân olduğu görüşüdür. Zira, Kur'ân'da da apaçıklık söz konusudur. En sonunda da, bu, Süreyya (yıldızı)'dır. Üçüncü Mesele (......) hakkındaki söz, tıpkı (......) ifâdesi hakkındaki söz gibidir. Çünkü, Cenâb-ı Hak bu iki yerde, (......) demezken, (......) ve (......) buyurmuştur. Bu husustaki inceleme ise, daha önce geçmişti. Yıldızların Kayması Yıldıza kasem etmeyi, onun battığı (düştüğü) zaman ile kayıtlamanın faydası nedir? Biz deriz ki, yıldız, semânın ortasında bulunduğu sırada, yerden uzak olur, dolayısıyla da yeryüzünde yolculuk edenler ondan yararlanamazlar. Çünkû, artık bu durumda, doğu batıdan, güney de kuzeyden ayırdedilemez olur. Zail olduğunda ise, batı doğudan, güney de kuzeyden seçilmiş olur, ayrılmış olur. Aynen onun gibi, Hazret-i Peygamber de, kanatlarını mü'minlere germiştir. Ve O, üstün bir ahlâk üzeredir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Muhakkak ki, yüce bir ahlâk üzeresin.."(Kalem, 4) ve "Allah'tan olan rahmet sayesindedir ki sen onlara yumuşak davrandın. Şayet sert ve katı kalbli olsaydın, etrafından dağılırlardı.. "( Al-i İmran, 159) buyurmuştur. Buna göre şayet, "O yıldız, doğu ufkunda olduğu zaman yol bulma işi, batı ufkunda bulunduğu zaman yol bulma işi gibidir. Dolayısıyla, senin bahsettiğin îç klama, söz konusu soruya bir cevâp teşkil etmez.." denilirse, biz deriz ki, o yıidız, aatrya yöneldiği bir sırada o yıldız sayesinde yol bulma işi daha çok ve iyi olur. Çünkü, rununla, her iki yol, dünyevî ve dinî hususlarda yol bulunur. Dünyevî olanına gelince, biraz önce bahsettiğimiz gibidir. Dinî olanına gelince, bu da Halil (İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Sen, batanları, kaybolanları sevmem" (En'âm, 76) demesi gibidir. Ki burada, şöyle incelik vardır: Allahü teâlâ, yıldıza yemin edince, onu yüceltmiş ve ona kıymet vermiştir. Yıldıza tapanlar ise, müşriktir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, buna o yıldızın kendisine ibâdet edilme derecesine ulaşmadığına delâlet eden bir vasfı eklememiştir ki, bu da, işte, onun yok olma vasfıdır. Aranızdaki Nebî Şaşırmadı |
﴾ 1 ﴿