3"Sahibiniz (doğru yoldan) sapmadı, bâtıla da inanmadı.. Kendi (re'y u) nevasından söylemez o...". Dalâl ve Gayy Müfessirlerin ekserisi, "sapıtma" ile "azma" (ed-dâlâl ve el-gayyu) arasında fark görmezler. Bazıları da bu farkı incelerken şöyle demişlerdir: 'Dalâl, hidâyet mukabili; "gayy" de, "rüşd" teriminin mukabilidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer, doğrular "rüşd" yolunu görürlerse, onu yol edinmezler. Ama, sapıklık "gayy" yolunu görürlerse, onu yol edinirler" (Araf, 146) ve "Rüşd, gayy (Sapıklık) dan aynıydı" (Bakara, 256) buyurmuştur" Bu hususta gerçek olan ise şudur: "Dalâl, vaz'ı itibariyle, daha kapsamlı bir kullanılışa sahiptir. Nitekim sen "Devem ve kervanım yolunu yitirdi.." diyebildiğin halde, (......) diyemezsin... O halde, "dalâi"den kastedilen, yola girenin, maksadına ve gayesine asla bir yol bulamamasıdır. "Gavâye" ise, kişiyi maksadına ulaştıracak dosdoğru bir yolun olmamasıdır. Bunun böyle olduğunun delili şudur: "Sen, doğru yol üzere olmayan bir mü'min hakkında "O sefihtir, doğruyu bulmuş (reşîd) değildir" dersin de, ama bu kimse hakkında, "O dalâlettedir" diyemezsin. O halde "dalâlette olan", tıpkı kâfir gibi; "azmış olan -gâvîr" de, tıpkı fasîh gibidir. O halde, Cenâb-ı Hak adeta sanki derken, "kâfir olmadı"; hatta bundan daha azı da sudur etmedi. O halde fâsık da olmadı.." demek istemiştir. Bu bahsettiğimiz şoyi, Cenâb-ı Hakk'ın, "... kendilerinde bir ahi ve salâh gördünüz mü mallarını onlara teslim edin..."(Nisa, 6) ifâdesi de teyit eder. Yahut da biz şöyle diyebiliriz: "Dalâlet yokluk gibidir; "gavâye (azgın olma) ise, derece ve mertebe bakımından fasit olan bir varoluş gibidir. Ayetteki, "aranızdaki arkadaşınız" kelimesine gelince, bu hususta şu iki izah yapılmıştır: a) "Efendiniz..." b) "Arkadaşınız..." Nitekim Arapça'da, "Evin efendisi; evin sahibi..." denilir. Ayetteki, ifâdesi ile "cinlenmedi, mecnûn olmadı..." ifâdesi bir kastedilmiş olması da muhtemeldir. Buna göre bu, tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Nûn... Kaleme ve yazmakta oldukları şeylere andolsun ki, sen, Rabbinin nimeti sayesinde, bir mecnûn değilsin.. Senin için muhakkak ve muhakkak tükenmeyen bir mükâfaat vardır.. "(Kalem, 1-3) ifâdesi gibi olmuş olur. Böylece bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in azmadığına, tam aksine, onun, Cenâb-ı Hakk'a bir başka irşâd ile delâlet eden doğruyu bulmuş (reşîd) bir mürşid olduğuna bir işarettir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "De ki, ben, buna mukabil sizden bir ücret istemiyorum..." (şuarâ, 109) ve "Benim ücretim, ancak Allah'a aittir"(Yunus, 72) buyurmuştur. "Muhakkak ki sen, yüce bir ahlâk üzeresin"(Kalem.4) ayeti, Cenâb-ı Hakk'ın buradaki, "Kendi hevâsından söylemez o.." ifâdesine bir işarettir. Çünkü, bu şekilde davranmak, büyük bir huydur. Şimdi biz, ayetler arasındaki münasebeti izaha geçiyor ve şöyle diyoruz: Cenâb-ı Hak ilk önce, sapmadı.." buyurmuştur ki, bu, "O, o yol üzeredir" demektir. Sonra da "azmadı, yoldan çıkmadı.." buyurmuştur ki, bu da, "Onun üzerinde olduğu yol, dosdoğru bir yoldur.." demektir. (Üçüncü olarak da), "Kendi (re'y u) hevâsından söylemez o..." buyurmuştur ki, bu da, "O, üzerinde olduğu o yolun, (adetâ) sırtına binmiş ve maksadına ulaştıran o cihete yönelmiştir..." demektir. Bu böyledir, zira, maksadına ulaşmak için bir yola giren herkes, bazen, yoldan yararlanamayabilir. Bazen de, o maksadına ulaştıracak uzak bir yol bulur da, o yol da çeşitli yorgunluklar ve tehlikelerle karşılaşabilir. Bazen de, geniş ve emniyetli bir yol bulabilir, ancak ne var ki, bu sefer de sağa ve sola meyleder, yalpalar, bir o yana bir bu yana vurur da, böylece de maksadından uzaklaşır. Maksadına ulaşması gecikebilir. Binâenaleyh, caddeye girip, adeta onun sırtına bindiğinde, maksadına daha hızlıca ulaşmış olur. Şöyle de denilebilir: Ayetteki ifâdesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, sapmadığının ve azmadığının, yoldan çıkmadığının delilidir. Ve takdiri, "O hevâsından konuşmazken, daha nasıl sapabilir veya azabilir? Ancak nevasına tâbi olanlar azar, sapar" şeklindedir. Bunun böyle oluşunun delili, "Hevâ ü hevesine uyma; sonra seni, Allah'ın yolundan saptırır"(Sad. 26) ayetidir. Buna göre şayet, "Senin ifâdesinin mazî sîgasıyla; ifâdesinin de muzarî sığasında olmak üzere getirilmiş olduğuna dair bahsetmiş olduğun tertip son derece güzel olup, bu, "O, küçüklüğünde, sizi ve sizin taptıklarınızı terkettiğinde kaybolmadı, sapmadı, yani, "Kendi başına kalıp, uykusunda gördüğü şeyi gördüğünde azmadı, yolunu şaşırmadı.. Şu anda da, hevâ hevesinden konuşmuyor.. Çünkü Cenâb-ı Hak, onu, size bir peygamber olarak göndermiştir ve onu, sizin üzerinizde şahit olarak bulunan bir resul kıldı.." demektir. O halde bu demektir ki, o, önceleri ne sapıtmış idi, ne de azmış.. Şimdi İse, dalâletten kurtarıyor, hakka irşâd edip hidâyet ediyor" demektir. Fakat senin, "O, havasından konuşmuyor. Öyle ise nasıl yoldan çıksın" şeklinde verdiğin manaya göre siga buna uygun düşmüyor" denilirse, biz deriz ki: Evet. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Allahü teâlâ peygamber olarak göndermek istediği kimseyi, tâ küçüklüğünde, inkârdan ve hırsızlık, zina, yalan söylemeyi alışkanlık haline getirmek gibi kötü ve çirkin kusurlardan korumuştur. İşte bu sebeple "sapmadı" Küçüklüğünde bile sapmadı. Çünkü o, hevâsından konuşmaz" buyurmuştur. Hevâ "Hevâ"nın tefsiri hususunda söylenenlerin en güzeli, bunun, "arzu, istek, sevgi" manasına olmasıdır. Fakat bu, nefisden kaynaklanan arzu istek ve sevgidir. Nitekim Arapça'da "Onu sevdim, arzuladım" manasında denilir. Fakat "hevâ" kelimesinin kökü olan "he-ve-ye" maddesi, esas itibariyle değersiz oluşa, alçaklığa, düşüklüğe delâlet eder, bu manaya gelir. Nitekim "hâviye" kelimesi de böyle bir manaya gelir. O halde nefis alçaldığında ve yüce ve güzel şeyleri bırakıp, değersiz şeylere tutunduğunda, alçalır, yuvarlanır, tökezler. Binâenaleyh "hevâ", nefs-i emmâre (kötülüğü emreden nefs) hakkında kullanılan bir kelimedir. Sen "onu ben kalbimle istedim, arzuladım" desen, "hevâ" kelimesinin ihtiva ettiği sefillik manası zail olur. Fakat bu kullanılış, Kur'ân'ın bu şekilde kullanmasını uzak saydıktan sonra, çünkü Kur'ân-ı Kerim, "hevâ" kelimesini, muhabbete (sevgiye) ters düşen yerlerde kullanmıştır. Çünkü sevgi, övgü yerlerinde kullanılır. Bunun delili Hak teâlâ'nın, "Artık kim haddi aşarak inkâr ederse... Kim de Rabbinin makamından korkar ve nefsini hevâsından alıkorsa..." (Naziat, 37-40) ayetidir. Bu, nefsin derecesinin yüceliğine bir işarettir. O Vahiyle Konuşur |
﴾ 3 ﴿