4

"O, kendisine vahyedilen bir vahiyden başka birşey değildir".

Cenâb-ı Hak, önceki kısmı beyan etmek üzere böyle buyurdu. Bu böyledir, çünkü Allahü teâlâ, "Kendi hevâ-u hevesinden söylemez o" (Necm, 3) buyurunca, sanki birisi, "O halde neye göre konuşur; delile istinaden mi, yoksa içtihadına (kendi görüşüne) göre mi?" demiş de, Cenâb-ı Hak, "Hayır, hayır. O, ancak Allah'dan gelen vahiy ile konuşur" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var:

Nefy Belirten

(......) nefy (olumsuz) manadaki (......)'nın yerine kullanılır. (......) edatı da, şart manasına olarak (......) yerine kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer bir ayeti neshedersek veya unutturursak, ondan daha hayırlısını getiririz"(Bakara, 106) buyurmuştur. O halde bu iki edat arasında, hem lafız hem mana bakımından bir benzerlik var: Lafız bakımından benzerlik şöyledir: hemze ve nûndan, ise, mîm ve elif'den müteşekkildir. Elif, hemze gibi, nün da mim gibidir. Birinci husus, kalbin (yerdeğiştirmenin) caiz oluşu delili iledir. İkinci husus da, caiz ve vâcib olması delili iledir. Mana bakımından olan benzerliğe gelince, bir bakıma nefye (olumsuzluğa) bir açıdan da isbata (olumluluğa) delalet eder. Fakat olumsuzluğa delâleti, daha güçlü ve daha ileridir. Çünkü bunun kullanıldığı yerlerde, şart ve "ceza"nın, o anda mevcud olmamaları gerekir. Bu da, eğer maksad teşvik veya menetme manası olursa, böyledir. Nitekim sen, "Eğer iyilik yaparsan senin için sevab vardır; Eğer kötülük yapar, günah işlersen, senin için azab vardır" dersin. Yok eğer bundan maksad, haklarında şüphe olan, iki ihtimali beyan ise, mesela, "Eğer bu yüzük kaşı camsa, kıymeti yarıdır. Yok eğer, mücevher ise.kıymeti bindir (tamdır)." demen gibi, bu durumda, o ikisinden birinin olup olmadığı malum değildir. Mevcut olan, malum olmayıştır. Ortada malum bir durum olmayışı, teşvik ve men hususlarında, hiçbirşeyin olmaması gibidir. O halde edatının kullanıldığı yerlerde mutlaka bir yokluk söz konusudur. Bu yokluk, ya o iştedir, ya da bilmededir. Varlığa gelince, bu da hâlin anlatıldığı anda, şartın mevcut olup olmamasına göredir. İşte bundan ötürü nahivciler, "Eğer olgunlaşmamış hurmalar kızarırsa, sana gelirim" denilmesini güzel bulmamışlardır. Çünkü bu kızarma, ister istemez olacaktır. Ama (......) edatının, asla olmayacak şeyler hususunda kullanmayı caiz görmüşlerdir. Nitekim, ümidi tamamen kesmek için, "Eğer (......) zift beyazlaşırsa, sen beni yenersin" denilir. Hak teâlâ da. "Eğer o dağ, yerinde kalabilirse, sen beni görebilirsin"(Araf, 143)buyurmuştur. O dağ, (Allah ona tecellî edince), yerinde kalamamıştır, dolayısıyla görme söz konusu değildir. Böylece edatının, daha ziyade olumsuzluğa delâlet ettiği anlaşılır. Çünkü bunun manası (......)'nın manasına daha yakındır. Dolayısıyla bunlardan biri, diğerinin yerine kullanılmıştır. Bu zahir (açık)tır. ve edattan, aslında olumsuzluk manasında olan iki harftirler" Binâenaleyh bunların müteradif (eş anlamlı) olduğunu söylemeye gerek yok" denilemez.

İkinci Mesele

Ayetteki, (O), bilinen bir şeye işaret olan bir zamir midir, yoksa daha önce zikri geçmiş birşeye işaret olan bir zamir midir? Deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

1) En meşhur görüşe göre, bu bilinen malum olan bir şeye işarettir. O malum şey de Kur'ân'dır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Kur'ân, vahyedilen bir vahiyden başka birşey değildir" demiş olur. Bu izah, "necm" (yıldız) kelimesi ile, Kur'ân'ın kastedilmediğini söyleyenlerin görüşüne göredir. "Necm" ile Kur'ân kastedilmiştir" diyenlere göre bu zamir, daha önce "necm" diye zikredilmiş Kur'ân'a râcî olmuş olur.

2) Bu zamir, zımnen (dolaylı olarak) bahsi geçmiş olan birşeye râcîdir. O da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözü ve kelamıdır. Bu böyledir, çünkü "Kendi hevâ-u hevesinden söylemez O (peygamber) "(Necm, 3) ayetinin zımnında, "nutk" (konuşma) vardır. Nutk da, bir kelam ve sözdür. Buna göre Hak teâlâ, sanki, "Onun kelamı, yani nutku, ancak vahiydir" demiş olur.

Bu hususta daha ince ve derin diğer bir izah da şöyledir: Hak teâlâ'nın, "Sahibiniz (arkadaşınız), sapmadı" (Necm, 2) ifadesiyle, biraz önce de bahsettiğimiz bir görüşe göre, "O, delirmedi. Onu cinler çarpmadı. O halde O kâhin değildir" manası kastedilmiştir. Ayetteki, "Azıp, yoldan da çıkmadı" ifadesi de, "O peygamber (aleyhisselâm) ile, azıp-yoldan çıkma arasında hiçbir ilgi yok. Binâenaleyh o şâir değil. "Çünkü şâirlere, ancak azgınlar uyar" (Şuara, 224) demektir. Bu durumda, "Kendi nevasından söylemez O" cümlesi, bunlara bir cevab ve reddiyedir. Çünkü onlar, "Onun sözü, kâhin sözüdür. Onun sözü, şâir sözüdür" diyorlardı. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, "Hayır, onun sözü ancak vahiydir. Ne kâhin, ne şâir sözüdür" buyurmuştur. Nitekim bir diğer ayette, "Bu, bir şâir sözü değildir. Ne kadar az inanıyorsunuz. Bir kâhin sözü de değildir. Ne kadar az düşünüyorsunuz"(Hakka. 41-42) buyurmuştur.

Vahy

"Vahy" bir isim mi bir masdar mıdır? Deriz ki: İkisi de olabilir. Çünkü vahy isim olarak "kitab" manasına gelir. . Masdar olunca ise, onun iki manası vardır:

a) İrsal (göndermek) ve ilham etmek, kitabet (yazma), kelam (söyleme), işaret etme ve anlatmadır, (O) zamirinin, Kur'ân'a râcî olduğunu söylersek, "vahy" kelimesi "O kitab" manasına bir isim olur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki "Kur'ân ancak bir kitabtır ve vahyolunuyor, yani salıveriliyor (gönderiliyor)" buyurmuştur. Bu izaha göre, yine "vahy" kelimesinin masdar olduğu da söylenebilir. Kur'ân, ancak bir irsal ve bir ilhamdır." Bu irsal ve ilham, mürsel ve mülhem manasında masdardırlar. Yok eğer bu zamir ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in söz ve kelamının kastedildiğini söylersek, "vahy", Allah tarafından ilham edilmiş ve gönderilmiş manasında, "ilham ve irsal" demek olur. Burada şöyle birkaç bahis söz konusudur:

Vahyden Maksad: Kur'ân Veya Sünnet

Birinci Bahis: Görünen odur ki bu, bazı müfessirlerce meşhur olan şeyin tam aksine bir manadır. Bazı müfessirlerce meşhur olan da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in, sadece vahye dayalı olarak konuşmuş olmasıdır. Bunun böyle olduğunu düşünen kimse için, bu ayette bir delil yoktur. Çünkü, "O ... vahiyden başka birşey değildir" ayetindeki, "o" zamirinin Kur'ân'a râci olduğunu söylersek, bunda delil olmayacağı açıktır. Bu zamirin, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözlerine "râcî" olduğunu söylersek, o zaman, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sözleri ile, hakkında müşriklerin, "Bu bir şâir sözüdür.." dedikleri ve Cenâb-ı Hakk'ın cevaben, "Bu ne bir şâir, ne bir kâhin sözüdür. Bu söz Kur'ân'ın tâ kendisidir" diye reddiyede bulunduğu sözler kastedilmiş olur. Şimdi biz, müfessirlerin bazılarının bu görüşünü benimseyecek olursak, bu ayetteki "vahiy" kelimesinin, "ilham" manasında alınması (tefsir edilmesi) gerekir.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in İçtihadı

İkinci Bahis: Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ictihadda bulunmadığına delâlet ediyor. Halbuki zahiri durum bunun tersinedir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) meselâ harblerde ictihadlarda bulunmuş, Allahü teâlâ'nın "Sen niçin Allah'ın sana mubah kıldığını haram ediyorsun?" ayetinde helal kıldığını haram saymış Allahü teâlâ'nın, "Allah seni bağışlasın e mi? Niçin onlara izin verdin (vermemeliydin) ?"(Tevbe, 43) ayetinin inişine sebeb olan kimselere, (savaştan geri kalma hususunda) müsaade etmiştir?.. Buna karşı (cevaben) deriz ki: Sabit olan bu duruma, bu ayet delâlet etmez.

Kur'ân'da Vahy Kelimesi

Üçüncü Bahis: (vahyolunuyor) fiilinin (......)'den (yani sülâsîden) meçhul fiil olması muhtemel olduğu gibi (......)'dan (yani rûbâi'den) meçhul muzarî olması da muhtemeldir. Nitekim sen, veya yine veya dersin. Şimdi biz deriz ki: Bu kelime ve aynı manaya geliyorlarsa da, (......)'dan değil, (......)'dandır Fakat Allahü teâlâ Kur'ân'da masdarı kullanırken, (......)'nın masdarı olan masdarını hiç kullanmamış, fiil olarak kullanırken de fiilin masdarı olan "vahy"i zikretmemiş, aksine masdar şeklini getirirken vahy kelimesini kullanmış; fiili zikrederken de 'yi kullanmıştır. kelimeleri hakkındaki hüküm de böyledir. Çünkü, ve aynı manaya gelmektedir. Allahü teâlâ, Kur'ân'da, masdardan bahsederken, ihbâb masdarını getirmemiş (hubb) masdarını zikretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İman edenler ise, Allah'ı daha fazla severler" (Bakara, 155) buyurmuştur. Ama fiili zikrederken de, (......) dememiş, tam aksine meselâ, (......) (Maide, 54), (......) (Hucurat. 12) (......) (Al-i imran. 92) vd. âyetlerinde olduğu gibi, (......) fiilini kullanmıştır. Ki burada, sarf ilmine dair şöyle bir incelik yatmaktadır: Masdar, sülâsî mazî fiil hakkında İhtilâf vardır.

Masdar

Sarf âlimlerinden bazıları, masdarın, mazi fiilden müştak olduğunu zira mazinin temel olduğunu ve bunun delilinin ise, birisi iafzî diğeri de manevî olmak üzere iki şey olduğunu söylemişlerdir.

Bunun lafzı olanına gelince, onlar şöyle demektedirler: sigasının T.asdan müteaddi olduğu zaman, ayne'l fiilini sükûn ile, ama, lâzım olduğunda genel olarak şeklinde gelir. Ama, sarf âlimleri, "Mazi ftil, ve masdarındandır" demezler. İşte bizim bahsettiğimiz şeyin delilidir.

Manevî olanına gelince, meydana gelen her iş, meydana geldiğinde zımnında ve muhtevasında genel bir mananın bulunduğu sınırlı bir kavram (has) olarak meydana gelir. Bunun misali şudur: İnsan varolup meydana geldiğinde, ya Zeyd, ya Amr, yahut ta bu ikisinden başkası olur. Ki bunun muhtevasında da, "Bu, insan, ya Türk'tür, ya Hintlidir" düşüncesi yatar. Yine bunun muhtevasında da bunun onuşan canlı olduğu kaziyyesi bulunur. Dolayısıyla ilk önce bu insandı, sonra Türk oldu, sonra da Zeyd veya Amr oldu., şeklinde bir oluşum söz konusu değildir.

Bunu iyice kavradığına göre, gerçekleşen her fiil, mazi veya istikbale ait olmaktan hafi olmaz. Onun muhtevasında da -geçmiş veya gelecek zamana ait olması gözönüne alınmaksızın- bu İş, bir fiil mevcuttur. Bunun misali şudur: Dövme işi tahakkuk ettiğinde, bu ya geçmiş olur yahutta henüz geçmemiş olur. Birincisi mazi, kincisi ise ya haldir, ya da gelecektir. Halbuki, dövmek, dövmek olması açısından, mazi, hal ve istikbal olmaktan beri ve hali değildir (Üçünden birisidir). Ne var ki insan, "yaptı" "o, şu anda yapıyor" ve yarın yapacak.." ifadelerinden, ortak bir mana anlar da, onu bundan sonra "fiil" diye nitelendirir. Aynen bunun gibi insan "dövdü" "o, şu anda dövüyor" ve "o, yarın dövecek.." ifâdelerinden ortak bir mana anlar da, buna "darb" (dövmek) adım verir. O halde bu demektir ki, ilk önce mevcut olmuş, derken, "darb" (dövmek) ondan çıkarılmış.. Lafızlar da, kendisinde tahakkuk edecekleri ve dolayısıyla o lafızlarla ifâdesini bulacakları bir takım manalar için vaz edilmişlerdir. Müşterek şeyler ancak diğer seylerin muhtevasında tahakkuk ederler. Binâenaleyh, meselâ vaz' (kelimenin konum ve terkibi) bakımından, ondan bir şey tahakkuk etmeyince, meselâ "darb"tan önce, ondan bir şey anlaşılmaz. Bu, "mazi fiili asıl ve temel, masdar da ondan alınmıştır" diyen kimsenin görüşlerini ortaya koyabilmek için söylenebilecek şeylerdir.

Fiilin Masdardan Türemesi

"Masdar asıldır, mazi ise ondan türemiştir" diyenlere gelince, bunların da delilleri vardır. Bu deliler şunlardır: İsim, asıldır. Fiil ise, ikinci derecededir. Masdar ise isimdir. Birde, masdar, "mu'reb" (irabatâbi olan) mazi ise, mebnî (iraba tâbi olmayan)dir. İrâb ise, mebnîlikten önce gelir. Bir diğer husus da şudur: Meselâ, (dedi) ve (kaylûle yaptı, uyudu); korktu ve (arttı, fazlalaştı; korktu, titredi) ifâdeleri arasındaki farkı ortaya koymak istediğimizde, bunların kalıplarını masdarlarına çeviririz de, böylece (......)'nin elifinin, vâv'dan dönüştüğünü; delilinin ise, masdarının (kavlen) olduğunu; (kaylûle yaptı)'nın elifinin ise, yâ'dan dönüştüğünü, delilinin ise, (el-kaylu) olduğunu söylemişlerdir. (......) ve (......) ifâdeleri de böyledir.

Bu hususun aklî deliline gelince, lafızlar, zihinlerdeki manaları ifâde için vaz' olunmuştur. Âmm olanlar, zihinde, hâs'dan önce yer alırlar. Çünkü, mevcut varlıklar algılandıklarında, o mevcudu algılayan kimse, "Bu, cevherdir veya arazdır" der. Bunun bir cevher olduğunu anlayıp idrâk ettiğinde, "Bu, maddedir veya madde değildir" der. Bu ikinci cümlenin, cismi cevher kabul edenlere göredir ki, doğru ve açık olan budur. Sonra bunun bir cisim ve bir madde olduğunu anladığında o, "Bu, tamdır" der. Ve bu iş, bu taksim neticesinde eğer buraya gelip dayanması mümkün ise, ta, eşyanın en hususi olanına varıp dayanıncaya değin sürüp gider. O halde, ilk vaz' (konum), her hangi bir ilâvede bulunmaksızın, fiildir. Fiil de masdardır. Daha sonra buna bir zaman boyutu eklendiğinde işte o zaman sen, meselâ ya "vurdu" veya "dövecek" dersin. O halde bu demektir ki; masdar maziden öncedir. (Asıl, masdardır). İşte doğru olan da budur.

Bunu iyice anladığına göre "sülâsî batılarında masdar maziden türemiştir" diyenlerin görüşüne göre, biz deriz ki: Hubb ve kelimelerinin her ikisi de, aynı derecededir. Çünkü her İkisi de, 'dendir. Sülasî masdarlan, türemiş masdarlardan bir derece öncedir. "Sülâsî bablarının, mazi sigaları masdardan türemiştir" diyenlerin görüşüne göre, sülasî masdarlan, türemiş masdarlardan iki derece öncedir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, sülasi masdarını kullanmıştır. Çünkü sülasî masdan, türemiş masdarlardan önce gelir. (Cenâb-ı Hakk'ın), fiil olarak (......) ve (......) fiillerini kullanmasına gelince bunlardaki elif, aynı fiillerin sülasî mücevherlerinin ifâde edemeyeceği bir manayı ifâde eder. Çünkü, daha ileri derecede teaddî (yani sevme) manasını ifâde edebileceği gibi, aynı zamanda "lüzûmiyyet-ayrılmazlık vehminden" de o nisbette uzaktır (yani, bu hemze, izâle için de kullanılabilir). Dolayısıyla, bu kelime kullanılmıştır.

Dördüncü Mesele

Ayetin (......) şeklinde kullanılışı, meselâ bir kimsenin (......) demesinden daha beliğdir. Ve bunda, bu iki manâdan öteye, şöyle bir mana da bulunmaktadır: O müşrikler, "Bu, bir kâhin sözüdür. Şâir sözüdür" diyorlardı. Cenâb-ı Hak, onların bu görüşlerini nefyetmek istedi. Bu ise, ancak olumsuzluk sigası ile elde edilebilirdi. Bunun üzerine o, "Bu, onların dediği gibi değildir!" buyurdu, peşinden de, "Tam aksine bu, vahiydir?" ifâdesini ekledi. Burada, bundan başka bir incelik daha vardır. O da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu vahyolunuyor" şeklindeki sözü, tıpkı, "... iki kanadıyla uçar bir kuş da yoktur ki..."(En'âm.38) buyruğu gibidir. Ki burada bir hakikatin ortaya konulması söz konusudur. Alabildiğine hızlı koşan bir at hakkında, genelde, "Bu, kuş!" denilir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, (Enam,38)deyince, işte, böylesi bir mecazın söz konusu olabileceği ihtimalini ortadan kaldırmış oldu. Aynen bunun gibi, ulu orta söz söyleyen ve son derece de mübalağa yapan bir kimse, "Falancanın şiiri bir sihir" ve "Falancanın sözü bir mu'cize" dediği gibi- "Falancanın sözü bir vahiy" de der... Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, "Bu, vahyolunuyor" dediği için de, yukarıdaki mecaz ihtimali ortadan kalkar veya, çok uzak bir ihtimal haline gelir.

Şedîdu'l-Kuvâ

4 ﴿