KAMER SÛRESİBu sûre elli beş ayet olup, Mekkidir. 1"O saat yaklaştı ve ay ikiye ayrıldı". Bu sûrenin başı, bir önceki sûrenin sonu ile, yani "Yaklaşan yakiaşt" ayeti ile yakın bir ve münasebet içinde olup, buna göre Hak teâlâ, burada bu hususa ait delili yeniden ele almış ve "Ben, "yaklaşan yaklaştı" dedim. Bu gerçektir. Çünkü ay ikiye ayrılmıştır" buyurmuştur. Ayın Yarılması Müfessirlerin tamamı bu ayetle, ayın yarıldığı ve bu yarılmanın onda bizzat meydana geldiği manasının kastedildiği kanaatindedirler ki rivayetler de "Inşikak-ı kamer" hadisesinin olduğuna delâlet etmektedir. Sahih-i Buharî'de sahabeden bazılarının rivayet ettiği meşhur bir haber vardır: Onlar şöyle demişlerdir. "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den mucize olarak, bizzat ayın yarılması mucizesi istendi. O da Rabbinden böyle bir İstekte bulundu. Allah ayı ikiye böldü. Böylece iş olup bitti". Bazı müfessirler de, ayetin bu ifadesi ile, ayın ileride varılacağı" manasının kastedildiğini söylemişlerdir ki bu uzak bir ihtimal olup, manasız bir şeydir. Çünkü bu karşı fikri savunan felsefecilerdir ve bunun, geçmişte de, gelecekte de olamayacağını söylemişlerdir. Bunun olabileceğini savunanların, te'vile ihtiyaçları yoktur. Olamayacağı fikrine sahib olanlar, yarılma işinin korkunç bir şey olmasından; meydana gelmesi halinde de yeryüzünün her tarafından görülmesi gerektiğinden; dolayısıyla ilgili haberlerin tevatür derecesine ulaşması gerektiğinden (halbuki böyle olmadığından) ötürü bu kanaata varmışlardır. Bu deriz ki: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kur'ân ile meydan okuyup, buna karşılık müşrikler, "Kur'ân'dan daha fasihini getiririz" deyip, bunu başaramayınca, Kur'an, kıyamete kadar, başka bir mucizeye gerek kalmadan, devam eden bir mucize olmuştur. Ama âlimler Kur'ân'ın böyle mucize oluşunu da mütevatir derecesine varacak şekilde nakletmemişlerdir. Tarihçilere gelince, onlar da bu hâdiseyi nakletmemişlerdir. Çünkü tarihleri genelde, müneccimler kullanır. Binâenaleyh bu hâdise meydana gelince, müneccimler, "Bu, ayın tutulması ve bir başka yerde ayın yarısı gibi, uzayda meydana gelen başka bir görüntüsünün ortaya çıkması gibi birşey" diyerek, bunu tarihlerinde fevkalâde bir hadise olarak nakletmemişlerdir. Halbuki Kur'ân en ileri delildir ve bunu isbat eden en güçlü delildir. Bunun mümkün olduğunda şüphe yoktur. Doğru haberci (muhbir-i sadık) olan peygamber bunun olduğunu bildirmiştir. Binâenaleyh olduğuna seksiz inanmak gerekir. Ayın yarılıp, sonra yeniden bitişip eski haline gelmesinin imkânsız olduğunu söylemek, tenkidcilerin kınayıcıların sözüdür. Göklerin yarılıp, harap edilebileceği sabittir ve bunu defalarca anlattık. Dolayısıyla tekrar etmiyorum. Mucizelerden Yüzçevirmeleri 2"Onlar bir ayet (mucize) görürlerse yüzçevirirler ve "Bu, sürüp giden bir büyüdür" derler". Bu, "Ayın yarılmasından sonra onlar, başka bir ayet (mucize) görürlerse, "Bu bir büyüdür" derler. Çünkü onlar, nice yeryüzü mucizeleri, "gökyüzü mucizeleri gördükleri halde, iman etmemişler, inadlarını bırakmamışlardır. Şimdi onlar.gördüklerini gördükten sonra, başka mucize görseler yine iman etmeyecekler" demektir. Burada yapılabilecek diğer bir izah da şöyledir: Onlar bir mucize görünce, yüzcevirmeyi adet haline getirmişlerdir. Binâenaleyh onlar, Inşikâk-ı kamer (ayın yarılması) mucizesini görünce de, bu adetlerinden ötürü, yine yüz çevirmişlerdir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: Birinci Mesele Ayetteki, "ayet" (mucize) hangi ayettir. (Mucize)dir? Deriz ki: Bu, kıyametin yaklaşmasının ayeti (delili) olan şeydir. Çünkü İnşikâk-ı kamer de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirdiği mucizelerdendir. Ama onlar, bunu kabul etmeyip, yalanlamışlardır. Binâenaleyh şimdi onlar, bundan başkasını görseler de, yine yüzçevirirler. Yahut da bu ayet, ayın yarılması mucizesi manasınadır. Çünkü bu, mucizedir ve bunun mucize olduğu son derece açıktır. İlgili ayette geçen "ayet" kelimesinin, kıyametin vukuuna dair bir ayet olması hususuna gelince, âlemin harab olacağını kabul etmeyenler .semânın yarılmasını ve çatlamasını da kabul etmezler. Onların, meselâ yıldızlar gibi, gökle ilgili olan her madde hakkındaki görüşleri hep böyledir. Binâenaleyh, şimdi o gökle ilgili cisimlerden birisi yarılıp çatlayınca, bunu kabul etmeyenlerin görüşünün aksi kesinleşmiş olacak ve âlemin yıkılabileceği ortaya çıkacaktır. Müfessirlerin ekserisi, bunun zamanının, "Kıyametin kopacağına dair alametlerden birisi de, ayın yakın bir zamanda varılmasıdır" şeklinde olduğunu söylemişlerdir, ama bu tutarsız bir görüştür. Onları bu görüşe sevkeden, dar bir çerçeveden yetişmiş olmaları ve ilgili hususun, (biraz) kapalı kalışıdır. Bunun zayıf olduğunu şu şekilde beyan edebiliriz: Şayet Allahü teâlâ, kitabında, ayın ikiye yarıldığını haber vermiş ve bu da, kıyametin kopmasının bir alameti sayılmışsa, bu, tıpkı,' Dabbetu'l-arz'ın çıkışı, güneşin batıdan doğuşu gibi, olması mutlaka gerekli olan bir şey olmuş olur ve bu yönüyle de, bu sayılan şeylerin ilginç şeyler olup da, ama Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mucizeleri olmaması gibi, evet onun mucizesi değildir (bu zorunludur). "Bu iş meydana gelmezden önce, bunun meydana geleceğini haber vermek de bir mucizedir" denilmez. Çünkü, biz deriz ki, bu, bu durumda gayb'tan haber vermek kabilinden olmuş olur da, başlıbaşına bir mucize olmaz. Başlıbaşına bir mucize olması fasittir." Bu, bir mucize ve bir alamettir, zira, Allahü teâlâ, sahifelerde ve önceki kitablarda, bunun Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İçin bir mucize olacağını, dolayısıyla da, böylece kıyametin yaklaştığının anlaşılacağını haber verdik. Bu böyledir, zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, peygamber olarak gönderilmesi, kıyametin vuku bulacağının bir alâmetidir. Çünkü O, "Benim peygamber olarak gönderilişimle kıyamet arasındaki zaman, şu iki parmağım (arasındaki zaman) gibidir" Buhari, rikak. 39. buyurmuştur. İşte bundan dolayı Satîh'ın, kendisine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğduğu haber verilince, "Olacak bir takım şeyler için o meydana geldi, doğdu" dediği nakledilmiştir. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dünyaya gelmesi, bir takım şeylerin delili olmuş olur. Hem, ay yarılınca, onun yarılma hadisesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklere karşı istidlalde bulunurken meydana gelmiştir. Halbuki müşrikler, ilahî kitablarda ne var ne yok, bundan habersiz idiler. Kendilerine kitap verilen kimseler de, kıyametin alâmetinin beyan edilmesine ihtiyaç duymuyorlardı. Zira onlar da, bunu söylüyor ve onun yaklaştığını itiraf ediyorlardı. O hakte bu, göklerin yıkılabileceğine delâlet eden bir mucizedir ki, en büyük esas ve temel de budur. Çünkü, gökler durulup ve bunun olacağı caiz görülünce, yer ve yeryüzündekilerin son bulacakları, imkânsız görülemez.." de denilemez. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre biz diyoruz ki, "o saat yaklaştı..." ifadesindeki yaklaşma işi, "aklen ve fikren" olabileceği manasına alınabilir. Nitekim, olması mümkün olmayan bir şeyi birisi duyduğu zaman, "Bu, olması mümkün olmayan, imkânsız bir şeydir" der. Yaptığımız bu izahı, her ne kadar bazı tutarsız zihinler yadırgasalar bile, bu güzel bir izahtır. Zira, ayetin bu ifadesini "mümkün olma bakımından yaklaşma" manasında değil de, zaman bakımından yaklaşması manasına almak, kâfir kimseye fasit (kısır) bir mücadele etme imkânını verir. Zira, kâfir kimse "Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber zamanında, "kıyamet yaklaştı" demiştir. Hazret-i Peygamber zamanındakiler de, eski kitaplarda da, Cenâb-ı Hakk'ın, "va'di yaklaştı.." buyurduğunu söylemişlerdir. Aradan yüzyıl geçti, ama bu iş vuku bulmadı.. Diğer bir yüzyılın geçmesi halinde de, bunun vuku bulmayacağı uzak bir ihtimal değildir" diyebilir. Yaklaşma lafzını bu gibi şeylere (imkân bakımından değil) zaman bakımından vermek doğru olsaydı, o zaman verilen haberlere güven diye bir şey kalmazdı. Hem, yaklaşma ifâdesi, iman etmenin geçerli olmayacağı bir zaman gelmeden önce, verilen fırsatı değerlendirmek ve iman etmeyi sağlamak için kullanılmış bir lafızdır. Yaklaşma kelimesi zaman bakımından yaklaşma anlamına alındığında kâfir şöyle diyebilir: "Bundan korkmaya gerek yok. Çünkü bu, ne beni ne evlâdımı, ne de onların evlâdını bulmaz, ulaşmaz.." Ama, ayetin bu ifâdesi, bunun "aklen yakın ve mümkün olması" anlamına alındığında, bu, hem müşriklere hem de felsefecilere ileri derecede bir reddiye olmuş olur. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın mükellef kıldığı şeylerin ilki, Kendisinin birliğini ve ahiret gününü kabul etmektir ve O, "Haşrin olacağını biliniz" demiştir, ama müşrik ve (tabiatçı olan) felsefeci buna muhalefet etmiş, bunlar, sadece, şeriatın beyânını getirdiği şeyi inkâr etmekle yetinmemiş, "olmaz, olması muhtemel değildir" dememiş, tam aksine, "bu uzaktır" demiş bununla da yetinmemiş, "Bu, mümkün değildir!" demiş, yine bununla da yetinmemiş tam aksine, "Bunun imkânsızlığı kaçınılmazdır.." demiştir. Zira onların inancına göre, yok olan şeyi, yeniden ortaya çıkarmak, ölüleri diriltmek, zorunlu bir biçimde imkânsızdır. İşte bundan dolayı onlar, ilgili şey bu kadar net olmasına rağmen, inkâr ifâde eden "istifhamı" kullanarak, "Biz ölüp de bir toprak ve bir yığın kemik olduğumuz vakit mi, sahiden biz mi mutlaka diriltilmiş olacağız" (Saffat, 16), "Biz çörüyüp dağılmış kemikler olduğumuz vakit mi?.." (Naziat, 11) ve "Biz yerde kayb olduğumuz vakit mi, hakikaten biz mi yeni bir yaratılışta (bulunacağız?)"(Secde, 10) demişlerdir. Binâenaleyh, onlar bu hususu, imkânsız görünce, Allah ve Resulüllah, bu işin olabileceğini beyânla yetinmemiş, tam aksine Cenâb-ı Hak, "O saat muhakkak ve mutlak gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur"(Mû'min, 59) buyurmuş, bununla da yetinmeyerek, "Ne bilirsin, belki de o saat yakın olacaktır" (Ahzab, 63) buyurmuştur. Ve, bu işin peşini bırakmayarak, "Saat yaklaştı..."(Kamer, 1), "Hak va'd yaklaştı..." (Enbiya, 97) ve "İnsanların hesabı yaklaştı..."(Enbiyâ, 1) buyurmuştur ki, bütün bunlar, "Göz açıp kapayacak bir süre içinde olacak şeyi inkâr etmenin caiz olmayacağı bir biçimde aklen yaklaştı" demektir. Çünkü, gözbebeğimizi, evirip çevirmemiz bize nasıl kolay ise, işte bu da Allah'a o kadar kolaydır, hatta bundan da kolay ve yakındır!.. Halkın, "Alemin varoluş zamanı, uzun bir süreyi içerir. Ama, ondan geçip giden şeylere nisbetle, geride kalan ise, çok cüzî bir şeydir" şeklindeki sözleri de bunu destekler. İşte, bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "O saat yaklaştı" buyurmuştur. Ok Meydanına Uğramadan Geçmek Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, şeklindeki hadisinin manası "Benden sonra peygamber yoktur. Çünkü benim zamanım, kıyametin kopuşuna kadar sürüp gidecektir. O halde, benim zamanımla kıyamet, şu iki parmağım gibi bitişiktir" şeklindedir. Bu zamanın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zamanı olduğunda şüphe yoktur. Çünkü, onun emirleri geçerli olduğu sürece, her ne kadar o, o zamanda olmasa bile, zaman onun zamanıdır. Ve bu tıpkı, bir kralın emirlerinin geçerli olduğu bir yer için, "O kralın mekânıdır.." denilmesi gibidir ki, bunu ifâde için "Falancanın beldesi" ifadesi kutlanılır. Buna göre şayet, "Ayetin bu manasını, o kesin bir şey olduğu halde, "aklen mümkün olma" anlamına hamletmek nasıl doğru olabilir?" denilirse, ben derim ki: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, tıpkı "Ne bilirsin, belki de o saat yakın olacaktır" (Ahzâb, 63) ifâdesinin doğru olması gibidir. Çünkü, ismi geçen şey Allah katında malûm iken, Cenâb-ı Hak bunu ifâde için, "umulur ki, belki..." anlamında olan, (......) kelimesini kullanmıştır. Bunun faydası ise, kıyametin kopuşunun, insanların örflerinden uzak olmayan bir tarzda mümkün olduğunu bildirmektir. Ve tıpkı, zamammızdaki insanoğlunun son derece ağır şeyleri taşıması ve çok kısa Dir süre içinde uzak mesafeleri katedebilmesi gibidir. Çünkü bu, mümkündür, ama hemencecik olacak bir imkân değil. Ama, gözbebeğini evirip çevirme ise, son derece yakın, yani hemencecik olan bir şeydir. İkinci Mesele Cenâb-ı Hak ifâdelerindeki vav'ın kendilerine râcî olduğu cemaat, ayette zikredilmemiştir. Pekî, bunlar kimdir? Biz diyoruz ki: Bunlar belirti kimseler olup kâfirlerdir. Ayetin takdiri de, "O kâfirler, şayet bir ayet, bir mu'cize görürlerse, hemencecik yüz çevirirler" şeklindedir. Üçüncü Mesele İlgili ayette geçen "ayet" kelimesi, tazîm ifade etsin diye, nekre getirilmiş olup, bu, "Onlar, eğer ulu ve büyük bir ayet görürlerse, yüz çevirirler.." takdirindedir. Dördüncü Mesele Ayetteki, "Bu, sürüp giden bir büyüdür" cümlesinin yer almasının hikmeti nedir? Biz deriz ki, bunun faydası, o ayetin (mucizenhin) her türlü şüphe ve şaibesinden uzak olduğunu, onların da bunu kabullenmelerini mutlaka gerektiğini beyan etmektir. Zira onlar, "Biz de aynısını yaparız" diyememişlerdir. Yine, ayetin bu ifadesi, onların mazur sayılabilecek bir yüz çevirişle yüz çevirmediklerini beyândır. Çünkü, bir işle meşgul olup da o ayete, mucizeye bakmayan kimsenin yüzçevirişi, ona sonuna kadar bakıp da, onu herhangi bir kimseye nisbetten ve aynısını getirme iddiasından aciz olan, sonra da, "Bu birşey değildir. Bu bir sihirdir" diyen kimsenin yüz çevirişinin kötü olması gibi kötü değildir. Zira, hiçbir mucize yoktur ki, inatçı olan kimse o ayet hakkında bu sözü söylemiş olmasın. Mûstemir "Sürüp giden" ne demektir? Biz deriz ki, bu hususta da şu izahlar yapılabilir: a) Bu, "devam eden" demektir. Çünkü, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), ister sözlü, ister fiili, ister yersel, isterse göksel her zaman bir mucize getiriyordu. Bunun üzerine o müşrikler, "Bu, peygambere nisbetle değişmeyen, sürüp giden bir sihirdir. Öteki sihirbazların büyüsü ise böyle değildir. Çünkü, bunların bir kısmı, çok çok olsa, bir, iki veya üç şey yapabiliyor, bunun dışındakilerden ise aciz kalıyor; halbuki Hazret-i Muhammed, herşeyi yapabiliyor.." dediler. b) Bu ifade, "güçlü" manasına gelip, bu da, ipin, şiddet ve kuvvet anlamına gelen el-mirretu" maddesine dayanan, "güçlü bükülmüş ip" ifâdesinden alınmıştır. c) Bu kelime, "öd kesesi" manasına gelen "el-mirâretu" kökünden olup, buna göre ifâde, "Bu, acı, tadı bozuk bir sihirdir" anlamındadır. d) Bu ifade, "geçip giden, zeval bulan" anlamındadır. Çünkü sihir, sürekli değildir. Hevalarına Uyanlar 3"(Peygamberi) tekzib ettiler. Heva (ve heves)lerine uydular. Halbuki her iş bir gayeye bağlıdır..." Ayetteki (Peygamberi) tekzib ettiler. Heva (ve heves)lerine uydular ifadesi hakkında şu iki izah yapılabilir: a) Onlar, kıyametin yaklaştığını haber veren Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanladılar. b) Onlar ayın yarılması mucizesini yalanladılar. Şimdi biz Onlar Muhammedi yalanladılar dersek ayetteki heva (ve heves)lerineuydular ifadesinin manası delili terkettiler ve ilgili mucizeleri te'vil ederek Bu cinlerin kendisine destek verdiği bir mecnundur. Yıldızlara dayanarak bir şeyler söyleyen fiilleri için vakitler seçen bir kahindir, bir sihirbazdır dediler şeklinde olurki işte ifadesinin anlamı budur.Yok eğer biz onlar ayın yarılmasını yalanladılar dersek buna göre ayetteki onlar hevalarına uydular ifadesinin manası onlar Bu ayın büyülenmesidir.Bu ay tutulmasıdır diyerek hevalarına uydular. Halbuki aya bunlardan hiçbir şey isabet etmemiştir.İşte onların hevası budur.Onların her mucize hakkındaki sözleri de böyledir. Ayetteki "Halbuki her iş bir gayeye bağlıdır" ifadesi hususunda şu izahlar yapılabilir: a) Herşey sürüp gitmekte. Hakkın kanunlarına göre sübut bulmakta. Batıl ise yok olup gitmektedir şeklinde olur. Bu durumda ayetin bu ifadesi onlar için bir tehdit, Hazret-i Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) için de bir teselli olmuş olur. Ve bu Cenab-ı Hakkın tıpkı Sonra dönüşünüz Rabbinizedir. O da size bunların hak olduğunu haber verecektir (Enam,164) ayeti gibi olmuş olur. b) Herşey Allahın ilminde kara kılmıştır sürüp gitmektedir. Hiçbirşey O'na kapalı değildir. Ohalde bu demektir ki bunlar yalanlayıp hevalarına uymuşlar. Peygamberlerde tastik edip kendilerine gelen şeyi tebliğ etmişlerdir. Mananın böyle olması halinde ayetin bu ifadesi tıpkı Onlardan hiçbir şey Aallah'a gizli kalmaz, (Mümin, 16) ve "Onların yaptıkları her şey, sahifelerdedir. Büyük küçük her şey yazılmıştır' (Kamer, 52-53) ayetleri gibi olmuş olur. c) Bu, onların, "Bu sürüp giden bir sihirdir" sözlerine bir cevâp olup, bu, "Onun işi gelip geçici değil, tam aksine onun her işi sûbut bulmuştur" demektir. Enbâ 4"Andolsun ki onlara, vazgeçirecek nice mühim haberler gelmiştir". Bu ifade, Allah'ın kulları için tahakkuk etmiş olan her türlü lütfuna bir işarettir. Çünkü, peygamberleri onlara kıyametin yaklaştığını haber vermiş, doğruluğuna ve bir mucize olan ayın yarılması iddiasının peşinden kıyametin kopabileceğine dair delil getirmiştir. Çünkü, bunu yalanlayan herkes, onun ayetlerinden hiçbir şeyi tasdik etmez. O halde onlar, o ayetleri yalanlayıp geçici batıl davalarına uymuşlar ve yalan sözleri dillerine dolayıp durmuşlardır. Böylece de Cenâb-ı Hak, onları sakındırmak tçin, işte bu iki ayetle, helak olanların haberlerini anlatmıştır. Ki, işte bu, hikmetli bir sıralamadır. Bundan dolayı, Cenâb-ı Hak, bu mu'cizelerin sayıp dökülmesinin peşinden, "Ki, gayesine ermiş bir hikmet..."(Kamer, 5) buyurmuştur ki bu, "Bu, üstün bir hikmettir" demektir, enba, Önemli, mühim haberler anlamına gelir. Bunun böyle oluşunun delili, Kur'ân-ı Kerim'de, nebe' ve enba kelimelerinin, ancak bir ağırlığı, önemli olan şeyler için kullanılmış olmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu manada, "Sana, Sebe, kavminden, kesin bir haber getirdim.." (Neml, 22) buyurmuştur. Çünkü bu, Önemli bir haber idi. Ve yine Cenâb-ı Hak, "Eğer, bir fasık size önemli bir haber getirirse..." (Hucurat, 6) buyurmuştur. Yani, savaşı veya barışı, veya buna benzer örfî şeyleri konu alan bir haber getirirse demektir. Kendisine bir hükmün taalluk ettiği ve önemli şeylerin kendisine varıp dayandığı hususlarda, araştırma yapmak inclemek gerekir. Cenâb-ı Hak, "Bu, gayb haberlerinden olup, onu sana vahyediyoruz.." (Al-i İmran,44) buyurmuştur. İşte, buradaki "el-enbâ" da böyledir. Ve yine Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan naklen, "Olur ki size ondan bir haber yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm... "(Kassas, 29) buyurmuştur. Çünkü, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) hakkında nebe' denilmesinin uygun düşeceği büyük bir şeyle karşı karşıya kalacağını bilmiyordu ve o bunu, aklından da geçirmiyordu. Görünen odur ki ayet-i kerimeden kastedilen, yalanlamaları sebebiyle yok olup gidenlere dair önemli haberlerdir. Bazı kimseler de ayetin bu ifadesiyle Kur'ân'ın kastedildiğini söylemişlerdir. Buna göre kelâmın takdiri, "O Kur'ân'da önemli haberler vardır" şeklinde olur. Ayetteki, "Onlara ... nice mühim haberler gelmiştir" ifadesinin, Kur'ân'da yer alan bütün öğüt ve caydırıcı yasaklan içine alan bir ifade olduğu da ileri sürülmüştür, ama, bizim söylediğimiz mana, ayetteki, "vazgeçirecek" ifadesinden ötürü daha açık ve uygundur. Ayetteki mâ edatı hakkında da şu iki izah yapılabilir: a) Bu, ism-i mevsul olup, "Size caydırıcı şeylerin yer aldığı şey" manasınadır. b) Bu, mâ-i mevsûfedir. Takdiri, "Onlara (yani size), kendisinde caydırıcılık sıfatını taşıyan şey gelmiştir" şeklinde olur. Bu, daha açık ve net manadır. Ayetteki, "müzdecer" kelimesi hakkında da şu iki izah yapılabilir: a) Bu kelime, "izdicâr" manasına, ism-i mef'ul'dür. b) Tıpkı, "mürtekâ" (çıkılacak yer) gibi, ism-i mekândır. İsmi mef'ûllerin, masdar manasına kullanılmaları yaygındır. Çünkü masdar, gerçekte mef'ûl (işlenmiş şeydir). Hikmetün Bâliğatün 5"Ki (herbiri) gayesine ermiş bir hikmettir. Fakat (onlara) nezirler asla fayda vermiyor". Ayetteki, "gayesine ermiş bir hikmet" ifadesi hakkında şu izahlar yapılabilir: 1) Önceki ayette gecen, "nice mukim haberler" ifadesiyle Kur'ân'ın kastedildiğini söyleyenler, bu "hikmet-i baliğa" ifadesinin ondan bedel olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Andolsun onlara, herbiri gayesine ermiş bir hikmet gelmiştir" demiş olur. 2) Bu ifade, önceki ayetteki mâ edatından bedeldir. 3) Bu, mahzûf bir mübtedanın haberi olup, takdiri, "Bu, bir hikmet-i balığadır” şeklindedir. Mananın böyle olması halinde.mahzûf olan "bu" zamiri hakkında da şu izahlar yapılabilir: a) Peygamberler gönderme, ilgili delilleri ortaya koyma ve gelip-geçmiş, milletlerin başına gelenlerin haberi ile mevcut insanları uyarmadaki sıralama; bir hikmet-i balığadır. b) Önemli haberlerin yer aldığı şeyi inzal etmek, bir hikmet-i baliğadır. c) Yaklaşmakta olan kıyamet ve ona delalet eden deliller, bir hikmet-i balığadır. d) Bu ifade mansub olarak (......) şeklinde de okunmuştur. Bu durumda, "hal" olur. Bunun zi'l-hâli ise, geçen ayetteki mâ edatıdır. "Bu size bir hikmet-i baliğa olarak geldi" demektir. Buna göre şayet, "Eğer bu mâ ism-i mevsûl kabul edilirse, marife olur. Bu durumda da onun "zil-hâl" olması yerli yerinde olur. Fakat ifade, "Onlara, kendisinde caydırıcıık özelliği bulunan önemli haberler gelmiştir" manasında olursa, bu mâ, nekire olur. Halbuki "zi'l-hâl'in nekire olması (nahiv bakımından) uygun değildir" denilirse, biz deriz ki bu durumda mâ'nın, ayette, ifadesiyle tavsif edilmiş olması, bunun "zi'l-hâl" olmasını sağlamış olur. Ayetteki "Fakat (onlara) nezirler asla fayda vermiyor" ifadesi hakkında da şu iki izah yapılabilir: a) Bu, mâ-i nâfiyedir. Buna göre, "O uyarıcılar fayda versinler ve gönderildikleri kimseleri hakka girmeye zorlasınlar diye gönderilmediler. Ancak ve ancak birer tebliğci (mesaj ulaştırıcı) olarak gönderildiler" manasında olur ve böylece ifade, tıpkı, "Eğer yüz çevirirlerse, bil ki biz seni onlara muhafız olarak göndermedik"(Şûra. 48) ayeti gibi olur ve bu manayı, hemen peşinden gelen, "O halde onlardan yüz çevir" (Kamer, 6) ayeti de destekler. Bu durumda mana, "Senin ve bütün peygamberlerin görevi (Ey Muhammed), mutlak fayda vermek ve mecbur etmek değildir. Binâenaleyh sen, tebliğ vazifeni yapınca, "Rabbinin yoluna hikmetle çağır" (Nahl, 125) ayeti ile emrolunduğun, o üstün hikmet görevini yerine getirmiş olursun. Buna kadir olamazsan, onlardan yüz çevir" şeklindedir. b) Bu, mâ-i istifhamiyye (soru mâ'sı)dır. Buna göre, ilgili ayetlerin manası, şöyle olur: "Sen vazifen olan tebliğ işini, ilgili mucizeleri ve delilleri gösterme işini yerine getirdin. Ama onlar yine de yalanladılar. Bunun üzerine sen onları, daha önceki kavimlerden, peygamberlerini yalanlamış olanların başına gelenler ile uyardın. Bu da onlara fayda vermedi. Bütün bunlar, herbiri birer hikmet-i bâliğâ'dır. Artık bunların ötesinde, nezirlerin (uyarıcıların) sayesinde faydalı olacakları şey nedir? Binâenaleyh üzerinde ifâ edilmemiş görev kalmamıştır." Kabirden Kalkış 6Âyetin tefsiri için bak:7 7"O halde (Ey Muhammed) onlardan yüz çevir. O davet edicinin, görülmemiş ve bilinmeyen bir şeye davet edeceği gün, gözleri zelil ve hakîr olarak, çıvgın çekirgeler gibi, kabirlerinden çıkacaklardır". Müfessirlerin, "yüz çevir" emrinin mensuh olduğunu söylediklerini belirtmiştik. Ama bu ifade mensuh değildir. Aksine bu ifade ile, "Artık onlarla sözlü münakaşada bulunma" manası kastedilmiştir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "O davet edicinin görülmemiş ve bilinmeyen bir şeye davet edeceği gün..." buyurmuştur. Daha önce de söylediğimiz gibi, bir şahsa öğütte bulunup da, bu öğüt fayda vermeyince, öğütçü onu bırakır, bu öğütleri bir başkasına söyler ve onun böyle yapmaktan maksadı, yine irşaddır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, diyeceğini dedikten sonra, uyarmak ve caydırmak için, "O halde (Ey Peygamber), onlardan yüz çevir. O davet edicinin, görülmemiş ve bilinmeyen bir şeye davet edeceği gün, (hepsi) gözleri zelil ve hakir olarak, çıvgın çekirgeler gibi, kabirlerinden çıkacaklardır" buyurmuştur. Ayetteki "yevm" (gün) kelimesinin âmili (fiili), daha sonra gelen, "kabirlerinden çıkacaklardır" ifadesidir. Ayetteki, “eddai” (o davetci) kelimesi, tıpkı "O münâdinin nida ettiği gün"(Kaf, 41) ayetindeki "el-münâdî" gibi, bilindiği ve haber verildiği için, marife olarak getirilmiştir. İşte bu sebeple de, aynı manada olarak, "Bir münâdî..." bir davetci çağırıp, nida ettiğinde" de denilmiştir. Ayetteki, "O davetci" ifadesi hususunda şu izahlar yapılır: a) Bu, İsrafil (aleyhisselâm)'dir, b) Cebrail (aleyhisselâm)'dir. c) Bu, bu işle görevli bir başka melektir. Bu manaya göre, kelimedeki marifelik, alemliğin (özel isimliğin) sağladığı marifelik gücüne ulaşamaz. Bu, ancak bizim, "Bir adam geldi ve o adam (er-Racul) şöyle dedi" sözümüzdeki marifelik gibi olur. Nükür Ayetteki, ifadesinde geçen "nükür" kelimesi, "münker" (bilinmez-tanınmaz şey) manasına olup, ilgili olarak şu izahlar yapılabilir: a) Bu, şu günümüzde münker olan şeye davet eden..." manasınadır. Çünkü onlar, bu şeyi (kıyameti) inkâr ediyorlardı. Buna göre mana, "O davetci, bunların inkâr ettikleri şeye çağırdığı gün ... kabirlerinden çıkacaklar" şeklindedir. b) Bu kelime, "münekker" (yadırganan-ihtimal verilmeyen) manasınadır. Nitekim meselâ birisi, "Bunun böyle olmaması gerekirdi" der. Bu, "Olmamalıydı" demektir. Arapça'da da, "Falanca münkerden nehyeder" denilir. Bu manaya göre, "Onları cehenneme sürükleyeceği için, bu iş, onlarca olmaması gereken bir şey olmuş olur. Buna göre eğer, "Yadırganan, ihtimal verilmeyen bu şey nedir?" denilirse, deriz ki: Bu, ilahi hesab, yahut hesab vermek için toplanma, yahut da toplanmak gayesiyle kabirlerden kalkıştır. Bu mana doğruya daha yakındır. Eğer, "Kabirden kalkış, yadırganacak birşey değil. Çünkü bu bir diriltme işidir. Bir de kâfir kişi, kabirden kalkış zamanını ve o zaman başına gelecekleri nerden bilecek ki, onu yadırgasın?" denilirse, biz deriz ki: Hak teâlâ'nın, onların söylediğini belirttiği, "Vay halimize, bizi kabirlerimizdeki (uykumuzdan) kim diriltti?" (Yasin,52)ifadesinin delaleti ile kâfir bunu biliyordu. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Gözleri zeltl ve haktr olarak, çıvgm çekirgeler gibi, kabirlerinden çıkacaklardır" buyurmuştur. Bu ifade, "hâşl'an", "hâşi'aten" ve huşşa'an' şekillerinde kıraat edilmiştir. Binâenaleyh bunun "hâşf'an" şeklinde okuyan, fiil takaddüm ettiği için müennesliği terkedilerek söylenen, ifadesine göre böyle okumuştur. Bunu "hâşi'aten" şeklinde okuyan da, ifadesine göre okumuştur. Bunu "huşşa'an" şeklinde okuyan için de şu izahlar yapılabilir: a) O, bu kelimeyi, tıpkı diyen kimsenin yolu üzere hareket edip, diyene göre okunmuştur. b) "Huşşa'an" ifadesinin faili, gizli olup, "ebsaruhum" kelimesi, o zamirden bedeldir ve takdiri, bedel-i istimal olarak şeklindedir. Bu ifade tıpkı, "Onların güzellikleri beni hayran bıraktı" ifadesi gibidir. c) Burada, fiilinin tefsir ettiği, mukadder bir fiil olup, takdiri, bedel-i istimal olarak şeklindedir. Doğru olan, bu kelimenin "hâşi'an" şeklinde okunmasıdır. Çünkü rivayet olunduğuna göre, Mücâhid (radıyallahü anh), rüyasında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i gördü ve ona, "Ya Resûlellah, "huşşa'an" mı "hâşi'an" mı?" diye sordu da, bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "hâşi'an ebsârühüm" buyurdu. Bunların dil tetkiki veya tefsir bakımından bir değer ifade edebilir. Fakat unutmamalıdırki şaz kıraatlerle Kur'âniyyet sabit olmaz. Hele rü'ya ile hiç sabit olmaz, kur'ân, metini; tevatür kesinliği ile Asr-ı Saadetten beri nakledilmiş olup elimizde mevcuttur. Bu kat'î gerçeği elbette müfessir Razî de bilmektedir. Fakat her nedense bu kabil nakillere de yer vermektedir.(Ç). Bir de, bu şekildeki kıraat için, diğerlerinin ileri sürdüklerinden daha açık, şöyle bir izah yapılabilir: "Huşşa'an" kelimesi, ifâdesi ile mansub olarak mef'ûl olup, takdiri, "O davetci bunları, "gözleri huşşâ" olarak davet eder, çağırır" şeklindedir. Buna göre eğer, bu izah, şu bakımlardan yanlıştır: 1) İfadeyi tahsîs etmenin bir faydası yoktur. Çünkü o davet edici, herkesi çağıracak. 2) Onlar, bu davetcinin çağrısından sonra kabirlerinden çıkacaklar. Verilen manaya göre, onlar daha kabirlerinden çıkmadan "huşşâ" olurlar ki bu yanlıştır. 3) Bu ifadenin aynı zamanda "hâşi'an" şeklinde de okunabilmesi, bu okunuşunu ibtal eder" denilirse, biz deriz ki "Birinci iddiaya şöyle cevap verilebilir: Ayetteki, "Görülmemiş ve bilinmeyen bir şey'e" ifadesi, bu itirazı ortadan kaldırır. Çünkü herkes, o "nühür" (yadırganan) şeye davet olunmaz. İkincisine de, "Bu "nühür" şeyle kastedilen, çetin hesabtır" yani, o davetci, onların gözleri "huşşa" (dönmüş) olduğu halde onları bu çetin hesaba çağırır" demektir. Buna göre, ayetteki "yevm" kelimesinin âmili, (......) fiili değil, ya mukadder (hatırlayınız) yahut da, (fayda vermez) fiilidir. Bu durumda ifade, tıpkı, "Şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez" (Müdesssir, 48) ayeti gibi olur. ifadesi cümle başı olur. Üçüncü itiraza da "iki kıraat arasında, manaca bir zıdlık yoktur. Çünkü "haşl'an" da, ya hal olarak yahut da, "davet eder" fiilinin mefulü olarak mansubtur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "O davetci, gözleri haşi'a (dönmüş) olan bir kavmi, çağırır" demek ister. Çünkü "huşu" sükûn manasınadır. Nitekim Hak teâlâ "Sesleri huşûya ermiş (dinmiş)..."(Taha, 108) buyurmuştur. "Gözlerin huşû'u" ise, sağa sola kaymaksızın, sükûnda olup, birşeye dikilmeleridir. Nitekim, "Gözleri (o gün) kendilerine bile dönüp bakamayacak" (İbrahim, 43) ayeti de bu manaya delalet eder. Ayetteki, "Çıvgın ve yaygın çekirgeler gibi kabirlerinden çıkacaklardır" ifadesine gelince, Cenâb-ı Hak onları, çok olmaları ve dalgalanmaları bakımından, her tarafı kaplamış ve birbirine girmiş çekirge sürüsüne benzetmiştir. Şöyle de denebilir: Ayetteki "münteşir" (yaygın) kelimesi, fiilinin "mutava'atı"dır. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanları yeniden diriltince, onlar âdeta, yerde gezinen, hareket eden çekirgeler gibi olurlar. Binâenaleyh onların kabirlerinden çıkış durumlarına ve güçsüzlüklerine bir işarettir. Zor Gün 8Âyetin tefsiri için bak:9 9"O davet ediciye koşarak (çıkarlar). Kâfirler, "Bu, çok çetin bir gün" derler. Onlardan evvel, Nûh kavmi de yalanladı. Onlar kulumuzu yalana saymakta ısrar ettiler ve (ona) "mecnûn" dediler. O vazgeçirilmişti" Ayetteki, (......) ifadesi, "Onlar boyun eğip itaat ederek, o davetciye koşup gelirler" demektir. Allahü teâlâ "Kâfirler, "Bu çok çetin bi rgün" derler"buyurmuştur. (......) ifadesindeki yevm zarfının âmili "Kâfirler, "Bu çok çetin bir gün" derler" ifadesi olabilir. Buna göre kelâmın takdiri, "O davetci davet ettiği gün, kâfirler, "Bu çok çetin bir gün" derler" şeklindedir. Bunun şöyle iki faydası vardır: a) Bu günün sadece kâfirlere zor olacağı hususuna mü'minlerin dikkatini çekmek... Nitekim Hak teâlâ, "İşte bu, kâfirler için kolay olmayan, zor bir gündür" (Müddessir, 9-10) buyurmuştur ki bu, "Onlar için, hiç kolaylık olmayan bir zorluk söz konusudur" demektir. b) Zorluk da, kolaylık da (mahşerde), mü'min ve kâfir için müşterektir. Çünkü kabirlerden çıkma işi, adetâ böylesi çekirgeler gibi olacaktır. O davetciye boyun eğip gitme, mü'min için de söz konusudur. Çünkü o da dehşete kapılır ve kendini azabtan güvencede hissetmez. Fakat Allahü teâlâ, ona, kendisinin emniyet içinde olduğunu bildirir ve mükâfaatını verir. Geriye kâfirler kalır. İşte o zaman kâfir, "Bu çok çetin bir aün!" der. Nûh (aleyhisselâm)'ın Tekzib Edilmesi Allahü teâlâ daha sonra, biraz önceki ayetlerde beyan ettiği, o önemli haberlere yeniden dönerek, "Onlardan evvel Nûh kavmi de yalanlandı. Onlar kulumuzu yalancı saymakta ısrar ettiler ve (ona) "mecnûn" dediler. O, vazgeçirilmişti" buyurmuştur. Burada, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbini yatıştıran ve işin ağırlığını hafifleten bir mana vardır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in durumu da, önceki peygamberlerin durumu gibidir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Fiil Fail Mutabakatı Fail zikredilmezden önce, fiile müennes zamirinin bitişmesi, ittifakla, caizdir ve güzeldir. Fakat cemî zamirinin fiile bitiştirilmesi, ekseri nahivcilere göre uygun değildir. Çünkü onlar, denilmesini caiz görmezler. Fakat denilmesini, caiz görürler. Öyleyse, aradaki fark nedir? Deriz ki: Müenneslik, kelimenin cemî oluşundan önce gelir. Çünkü failin dişi veya erkek oluşu değişmeyen bir durumdur. Dolayısıyla da faili olduğu fiil sebebi ile, fail için müenneslik meydana gelmez ve bu sebeb-le de meselâ biz, "Şu kadın dövdü" dediğimizde, fiildeki müenneslik, "dövme" yüzünden meydana gelmiş olmaz. Ama, "cemîlik" (çoğulluk) böyle değildir. Çünkü faillerin cemî oluşu, bizzat onların yaptıkları fiilleri sebebiyledir. Çünkü biz, "bir topluluk dövdü" "Onlar dövücüdürler" dediğimizde, onların var oluşta sırf biraraya gelmeleri, "Dövdüler", "dövücüdürler" şeklinde söylememizin doğru olmasını gerektirmez. Çünkü onlar, eğer bir yerde biraraya gelirlerse ki bu durumda bir cemaat olmuşlardır ve hepsi dövme işine katılmaz ise, "dövdüler" dememiz doğru olmaz. Binâenaleyh fiilin failinin çoğul olması, o cemaatin, hem fiilde, hem de fâiliyyette müşterek olmaları sebebiyle olup, sadece fiil sebebiyle değildir. İşte bu sebeple, denilmesi caiz olmaz. Çünkü cemâat, hepsinin dövmesi ile ortaya çıkacak bir durumdur. Bu sebeple önce onların birtiilde birleşmeleri gerekir ve bu sebeple de, "Dövücüler dövdüler" denebilir. Ama "Hind dövdü" demek sahihtir. Çünkü "müenneslik, ancak o kadının dövmesi ile ortaya çıkan bir durumdur" denilemez. Aksine o zaten müennesti (kadındı) ve ondan dövme işi sâdır oldu. Böylece o, bir "dâribe" (dövücü kadın) olmuş oldu. "Yoksa onlar bir cemaattiler ve dövdüler de böylece "darbın" (dövücüler) oldular" şeklinde olmayıp, aksine onlar aynı fiili yaptıkları için "dâribin" oldular. İşte bu sebepten dolayı, lafzın çoğul oluşu, aynı lafza müenneslik vasfının gelişinden sonradır. Bu sebeple de, (......) (cemi: (......) denilmiştir. Yoksa, ilgili lafız, ilk önce, ne dişilikten ne de erkeklikten dolayı çoğul kılınmaz. Bu sebeple, denilmesi güzel olmadığı halde, fakat, denilmesi, ittifakla geçerlidir. İkinci Mesele Cenâb-ı Hak, "yalanladı.." buyurunca, artık ayette, "derken kutumuzu yalanladılar" ifâdesinin yer alışının gayesi nedir? Biz deriz ki: Buna şu birkaç bskimdan covap verilebilir: 1) ifâdesi, "onlardan önce, Nûh kavmi, bizim ayetlerimizi ve inşikâk mu'cizesini yalanladılar. Böylece de onlar, kulumuzu da yalanladılar. 2) Nûh kavmi, peygamberi yalanladılar, "Allah, peygamber göndermedi" dediler, o peygamberleri, Allah'ın birliği konusunda yalanladılar. Böylece de, başkalarını yalanladıkları gibi bu kulumuzu da yalanladılar. Bu böyledir zira Nûh kavmi, putperest olan müşrik bir topluluk idi. Puta tapan herkes, bütün peygamberleri yalanlar ve risalet müessesesini kabul etmez. Çünkü bunlar, "Allah'ın, süftî âlemle bir alâkası yoktur. Süflî alemin işi, yıldızlara bırakılmıştır" derler. Böylece de onların yolları ve yöntemleri, hep yalanlama olmuştur. Bu sebeple de, kulumuzu yalanlamışlardır" demektir. 3) Ayetteki, "kulumuzu yalanladılar" ifadesi, tasdik ve onlara bir reddiye olsun diye getirilmiş bir ifâde olup, takdirî "Nûh kavmi, yalanladı. Ama onların, kulumuzu yalanlamaları... işte bu, yerinde bir yalanlama değildir" şeklinde olup, bu, tıpkı bir kimsenin, "O beni yalanladı, ama aslında doğru söyleyeni yalanladı.." demesi gibidir. Allah'ın Zatına İzafe Etmesi Cenâb-ı Hak, genelde, sâlih kimseleri, Kendisine nisbet ederek, tahsis cihetine gitmektedir. Bu, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın,"Muhakkak ki kullarım..." (Hicr, 42) "kulumuzu an...."(Sad, 17), "Ey kullarım..." (Zümer 16) ve"Muhakkak ki o, kullanmızdandır..." (Sâffât, 132) ayetlerinde böyledir. Halbuki, herkes onun kuludur. Binâenaleyh, bunun sırrı nedir? Biz deriz ki: Buna şu bakımlardan cevap verebiliriz: a) Genel ve yaygın olan görüşe göre, böylesi bir nisbet, Allah'ın, kulunu şereflendirmesi için yapılır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, kime ki "kulum" demiştir, ona büyük şeref bahsetmiştir. Bu gibi ifâdeler, meselâ Allah'ın "evimi..." (Bakara, 25) ve "... Allah'ın devesi..."(Hud, 64) izafetlerinde olduğu gibidir. b) "Kulumuz" ifâdesi ile, "Bize ibâdet edeni, Bizi bilip bizi tanıyanı..." anlamı kastedilmiştir. O halde bu demektir ki, herkes kuldur, çünkü herkes, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben, cinleri ve insanları, ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım" (Zâriyat, 56) beyanından dolayı, ibâdet etmek için yaratılmıştır. Ne var ki, bu herkes içindeki bazıları, ibâdet eder de, maksadı gerçekleştirir, böylece de O'nun kulu olur. Bu manayı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bana kul olunuz.,. "(Al-i imran, 79) buyruğu destekler ki, bu, "Maksadınızı gerçekleştirin..." demektir. c) İzafet (nisbet), hasr (tahdit) ifâde eder. O halde, "kulumuzu" izafetinin manası, "Bizden başka mabûd kabul etmeyen İnsanı yalanladılar" şeklinde olur. Binâenaleyh, hevâsına uyan kimse de, (hevasını) ilâh edinmiştir. O halde, böylesi bir nisbetle ifâde edilen kul, bütün benliğiyle ve her vakit, Allah için yaşayan O'ndan ötürü yeyip içen ve bütün işlerini Allah rızası için yapan demek olur, bunların sayısı da ne kadar azdır!.. Resule Kul Denilmesindeki Güzellik Cenâb-ı Hak "elçimizi" deseydi, bu ifâde onların yaptıkları işin kötülüğüne daha fazla delâlet ederdi. Buna rağmen, "kulumuz" lafzını seçişinin faydası ve hikmeti nedir? Biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın "kulumuz" demesi, Peygamberin doğruluğunu ve onu tekzib etmenin çirkinliğine "elçimiz" demesinden daha fazla delâlet eder. Çünkü kul, elçiye göre, efendisinin sözünü efendinin sözünü, az tahrif eder. Böylece de bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer (peygamber) bazı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, elbette onun sağ elini alıverir, sonra da, hiç şüphesiz, onun kalb damarını koparırdık... "(Hakka, 44-46) ayeti gibi olmuş olur. Mecnun İddiasının Delâleti Ayetteki, "ve (ona) "mecnûn" dediler" cümlesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kendisinin doğruluğuna delâlet eden ayet ve mu'cizeler getirdiğine bir işarettir. Çünkü onlar, yapamayacakları türden şeyler görünce, "Bu, cin çarpmış bir kimsedir!" dediler. Yahutta bu deyim onların yaptıklarının, son derece kötü bir şey olduğunu belirten bir ifâdedir. Çünkü onlar, "O yalancıdır" sözleriyle yetinmemiş, daha da ileri giderek, "O, mecnûndur" demişlerdir ki, bu, "Onun söylediklerini akıl kabul etmez" demektir. Akıllı yalancı, bu derece aşırı birşey söylemeyip, doğru söylediği vehmini verecek bir şey söyler. Ama onlarsa, "Bu, mecnûndur" demişlerdir bu, "o, hiçbir akıllının söylemeyeceğini söylüyor" demektir. Böylece Cenâb-ı Hak, onların yalanlamada ileri gittiklerini beyan etmiş olur. Meçhul Fiilin Delâleti "O, vazgeçilmiştir". Bu tabir, ya, doğrudan Allah'ın beyan ettiği bir sözdür, yahutta onların söylemiş olduğu sözün nakledilmesidir. Biz deriz ki, bu hususta ihtilaf vardır. Bu cümleden olarak kimileri, bunun, doğrudandoğruya Allah'ın söylediği bir söz olduğunu ve "yalanladılar" ifâdesine atfedildiğini; mananın ise, "Onlar yalanladılar, o da, yani "eziyyet gördü, derken, engellendi.." şeklinde olduğunu ve bunun, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "derken yalanlandılar ve eziyyete uğradılar..."(En'am,34) ayeti gibi olduğunu söylemişlerdir. Bu izaha göre şayet, "Şayet Cenâb-ı Hak, "kulumuzu yalanladılar ve onu engellediler, men ettiler" demiş olsaydı, bu söz, daha fazla münasebet arzetmiş olurdu" denilirse, biz deriz ki, hayır, tam aksine, ayetteki ifâde daha beliğdir. Çünkü, ayetin maksadı, kendinden önce geçen peygamberlere ve onların kavimlerine yer vererek Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbini takviyedir. Bu sebeple de, Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki, bu "Onlar kendilerini hakka davet etmekten caydıracak şeyleri yaptılar da, böylece peygamber, onları davet etmeyi bıraktı ve onları imana davet etmekten onlara beddua etmeye yöneldi..." demektir. Ama, Cenâb-ı Hak, şayet, onlar onu men ettiler" demiş olsaydı, bu, o peygamberin onlardan neşet eden sıkıntılara katlanmış olduğunu ifâde etmezdi. Çünkü normal olarak, "onlar bana eziyyet ettiler, ama ben eziyyet hissetmedim.." denilir. Ama, "eziyyet : undum" ifâdesine gelince, bu adetâ, lâzım bir fül gibidir ve bu ifâde, fiilden önce değil, ancak fiil ve iş tahakkuk ederken söylenir. Kimileri de ifâdesinin, onlara ait olan bir söz olduğunu, yani onların, caydırıldı" dediklerini ileri sürmüşlerdir. Buna göre kelamın takdiri de, onlar, "Bu, bir mecnûndur, bu, bir caydırılmıştır" dediler" şeklinde olur ki, bu da, "Cin onu caydırdı, saptırdı" demek olur. Yahut da onlar adeta sanki, "delirdi, çarpıldı, caydırıldı" demiş gibidirler. Ama birinci mana, daha doğrudur. Mevasına Niyazı 10"Nihayet, o da Rabbine "Ben hakikaten mağlubum. Artık (benim) intikam(ımı) sen al diye dua etti.'." Bu ayet, daha önceki ifâde ile, çok güzel bir münasebet arzetmektedir. Çünkü o müşrikler, o peygamberi engelleyip, caydırıp, ona mâni olup, o peygamber de onları hakka çağırmaktan vazgeçince, Rabbine, "Ben çekildim, mağlup oldum.." diye yakarışta bulundu.. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Ayetteki elif-nûn maddesi hemzenin kesresiyle (-Innî) şeklinde okunmuştur. Şöyle ki, bu, bir duadır, dolayısıyla da Nuh (aleyhisselâm) "Muhakkak ki, ben mağlup oldum" demiştir. Bu ifâde, "benim... sebebiyle" takdiri üzere, fetha ile (-ennî) de okunmuştur. Mağlup" ne demektir? Biz diyoruz ki, bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) "Bu kâfirler, bana galip geldi. Binâenaleyh, benim için, onlardan intikam ali" demektir. b) "Nefsim bana baskın çıktı ve beni, onlara bedduada bulunmaya sürükledi. Binâenaleyh, nefsimden benim için intikam al.." demektir. Bu izahı, Ibn Atiyye nakletmiş olup, zayıf bir izahtır. c) Bu, ilk iki izahın karışımı bir izah olup, ikisinden daha güzel olup, şöyledir: Nûh (aleyhisselâm), kendisinde katlanma ve sabır, tahammül bulunduğu sürece, kavmine beddua etmemiştir. Onun nefsinin gücü ise, kavminin iman etmesi muhtemel olduğı sürece devam etmiştir. Daha sonra ümitsizlik meydana gelmiştir.. Dayanma güci de, Ümitsizlikten sonra, bir süre kaybolmuştur. Bunun delili, Cenâb-ı Hakkın, meselâ Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Nerdeyse kendini helak edeceksin" (Şuara,3) ve "O halde (habibim), nefsin onlara karşı hasretlerle (üzüntülerle) gitmesin" (Fatır, 8) buyurmuş olması, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'a da, "Zalimler hakkında bana hitap etme... Çünkü onlar boğulmuşlar (boğulacaklar)dır" (Hud, 37) demiş olmasıdır. Bunun üzerine Nûh (aleyhisselâm) "Allah'ım, nefsim bana galip geldi. Ve, bana, onlara beddua etmemi telkin etti. Artık, onların hakkından gel" demiş olur. Buna göre de, ayetin manası, "Ben, bir beser olmam hasebiyle mağlubum. Yani, nefsim bana galip geldi. Sabrım azaldı, tükendi. Beni cezalandırma, fakat benim intikamımı onlardan ali.." şeklinde olur. Üçüncü Mesele Ayetteki, (......) ifâdesinin manası, ya, "Benim için intikam al.." yahutta, "Kendin için intikam al!.. Zira onlar, Seni inkâr ettiler" demektir. Bu hususta da, şu izahlar yapılabilir: a) "Benim için intikam al" manası, ayetteki "Çünkü ben mağlubum" ifâdesine uygun düşmektedir. b) Bu, "senin ve dinin için intikam al! Zira, ben yenik düştüm. Dinin için intikam almaktan aciz oldum.." demektir. c) Bu, "Hak için intikam al" anlamındadır. Bu izahla, burada, ne Nûh (aleyhisselâm)'tan, ne de Rabbinden bahsedilmemiş olur. Bunu, Hakkın, kendisiyle birebir olduğuna kesinlikle inanan kimse söyler ve "Allah'ım, bizden, yalancı olanları yok et! Hakkı savunanlara ise destek ver, yardım et!.." der. Tufan 11"Bunun üzerine biz de şarıl şarıl dökülen bir suyla gök kapılarını açtık..". Cenâb-ı Hak, Nuh (aleyhisselâm)'ın bedduasının peşinden, işte böyle yapmıştır. Bu ifadeyle ilgili, birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Ayetteki, "açmak" "kapı" ve "gökyüzü" ifâdeleri ile, hakikî manaları mı kastedilmiştir, yoksa bunlar mecazî ifadeler midir? Biz deriz ki: Bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür: a) Bunların hakiki manaları kastedilmiştir. Zira, "semâ"nın, açılıp kapanan kapılan vardır ve bunda, imkânsız görülecek bir durum yoktur. b) bunlar, "istiâre-teşbih, benzetme" yoluyla söylenmiş olan ifâdelerdir. Çünkü, işin zahirinde, suyun buluttan olduğu anlaşılmaktadır. Bu izaha göre, ayetin bu ifadesi, bir kimsenin, şiddetli bir yağmuru ifâde için, "Gökyüzünün olukları aktı, kırbalarının ağızları açıldı.." demesi gibidir ki, bu, "Bu yağmur, adeta böyle oldu.." demektir. O halde, bu demektir ki, Tufan'da yağan yağmur da, bir kimsenin, "Semânın kapılan açıldı.." diyeceği bir biçimde olmuştur. Üstten yağan yağmurun son derece iri taneli olduğunda şüphe yoktur. İkinci Mesele Ayetteki, "açtık" ifâdesi, Allah'ın, onlardan intikam aldığının, hem de bu cezalandırmasını, Cenâb-ı Hakk'ın kudretini beyan maksadıyla "Ondan sonra kavminin üzerine gökten hiçbir ordu indirmedik, indiriciler de değildik. Birtek sayhadan başka (bir şeyde) değildi..."(Yasin,28-29) ifade buyurması gibi, hassaten indirdiği bir ordu ile değil de, su ile gerçekleştirdiğini bildirmiştir. Şaşılacak şeydir, onlar yıllarca yağmur talep etmişler de, Allahü teâlâ da onları, o istekleriyle helak etmiştir.. Üçüncü Mesele (......) ifâdesindeki "ba"yı nasıl izah edebiliriz? Bura- daki konumu nedir? Biz deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Bu, bir kimsenin tıpkı, "kapı anahtarla açıldı"demesi gibi olur ve bu ayetin takdiri de buna göre, "Sanki su geldi de, o semanın kapısını açtı.." şeklinde olur. Bir kimsenin birisine "Allah sana hayırlar açsın.." şeklindeki sözü, işte böyle tefsir edilir. Ki bu, "O, gelip kapıları açan bir hayrı takdir etsin" demektir. Mananın böyle olması halinde burada, hayran bırakıcı manalardan olan şöyle bir incelik vardır: Cenâb-ı Hak, kişinin maksadını, varoluş itibariyle öne almış ve adetâ, "Senin maksadın, kapalı bir kapıya varmış, derken onu açmış, derken de seni bulmuş.." demek istemiştir. Bir kimsenin, şeklindeki sözü, de "Allah, adeta kapalı imişcesine olan bir kapıyı gelip bulan, onu iten, derken onu açan bir rızık takdir etsin.." anlamındadır ki, bu durumda o rızkı ona açan Allah olmuş olur. b) Bu, "Biz semânın kapılarını, şarıl şarıl dökülen bir suyla birlikte açtık.." demektir. Çünkü inhimâr kelimesi, şarıl şarıl dökülme, ardı arası kesilmeksizin yağmak anlamına gelir. Bu konudaki sözün özü şudur: Yağmur, bulut anlamında olan "semâ"dan, suyun kabından dolup taşması, şarıl şarıl akması gibi çıkar. O günde ise, yağmur adeta sanki, kapıdan dışarı salıverilmiş, bendi, önü açılmışcasına boşalmıştı. Yerden Suların Fışkırması 12"Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık da su, takdir edilmiş bir emir üzerinde birleşiverdi" buyurmuştur ki, bu ifâdede, bir kimsenin meselâ, "Biz yerin kaynaklarını fışkırttık.." şeklindeki sözünde bulunmayacak olan bir belâğât vardır. Ve bu, pekçok yerde "temyiz"in "beyâniyye"si olarak anlaşılır. Nitekim sen "Zeyd, gönülce, gönül bakımından daraldı.." dediğinde "Zeyd'in göğsü daraldı.." şeklindeki sözünle ifâde edemeyeceğin bir manayı ifâde etmiş olursun. Burada birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Cenâb-ı Hak "Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık" buyurmuş, ama beri taraftan yerine, "semayı da, kapılar halinde açtık.." dememiştir. Çünkü "semâ" yer'den büyüktür ve bu ifâde, daha güçlü bir mana için getirilmiştir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, "semâ'nın kapıları" demiş de, "semâ'nın kanalları, menfezleri; semâ'nın bendleri" vb. buyurmamıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, Yerin pınarlarını fışkırttık" ifâdesinden daha beliğdir. Çünkü bu ikinci ifâde, kendisinde bir mübalağa olmayan bir hakikattir. Bu sözün doğruluğu hususunda, yerde üç tane pınarın halkedilmesi yeterlidir. Ama, semâ hakkında ise bir kimsenin ancak, "Biz, semâ'dan su veya sular indirdik" demesi uygun düşer. Bahsettiğim bu şey, mucize bakımından değil de mana bakımındandır. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın yukardan bir su indirip de onu yerde menbalara yerleştirdiğini bilmez misin?" (Zûmer, 21) ayetidir. Çünkü burada, mübalağa yoktur. Çünkü insanların sözü, Allah'ın sözüyle boy ölçüşemez ve ona yaklaşamaz da.. Ne var ki ben bunu, en üstün meseli getirmek Allah'a ait olduğu halde (Rum, 27) bir mesel olarak zikrettim. İkinci Mesele (......) ifâdesindeki (pınarlar) kelimesi hakikat mıdır, mecaz mıdır? Biz deriz ki, meşhur olan görüşe göre, 'el-'ayn ' lafzı müşterek bir lafızdır. Ama, zahir olan şudur ki, bu kelime, yani el-'ayn lafzı, görme âleti olan gözde, hakikat (hakiki manada), diğerlerinde ise mecazdır. Bu kelimenin, "su gözesi" anlamında kullanılışına gelince, bu, kendisinden göz yaşlarının çıktığı, gören göze benzemesinden ötürü, yahutta, gözede olan suyun, gözde olan nûr gibi olmasından dolayıdır. Ne var ki bu, yaygın bir mecaz olduğu için, galib olmuş, yani hakikî mana gibi kullanılır olmuştur, öyle ki, kullanılırken, herhangi bir karineye de gerek duymaz. Ancak böyle bir ihtiyaç, iki ayn çeşidinin arasını belirlemek için söz konusu olur. Bu lafız, "gören göz" manasına nasıl ki, ancak kafine ile anlaşılabilirse, "kaynayan, taşan göze, pınar" manasına da ancak karîne ile alınabilir. Bu karine, meselâ, "Gözeden içtim, onda yıkandım" denilmesi ve kaynakta bulunması gereken diğer hususların ifade edilmesi gibidir. Bir şeye nazarı değmek manası o şey, gözün kendisini görebileceği bir biçime getirildiğinde de denilir. Bir şey, gözün kendisini görebileceği manasına ise, denir. Üçüncü Mesele Cenâb-ı Hak, "birleşiverdi" buyurmuştur. Ayetin bu ifadesi "iki su, birleşiverdi.." şeklinde okunmuştur ki, buna göre iki ayrı tür kastedilmiştir, meselâ, göğün yağmuru ile yerin suyu bu türlerdendir. Cins insanlar, çeşit manası kastedildiğinde, tesniye ve çoğul olabilirler. Nitekim iki veya daha fazla tür kastedilerek, "Yanımda iki çeşit hurma vardır veya hurmalar vardır.." denilir. Ama, meşhur ve doğru olan kıraat ise, bu ifadenin (......) şeklinde okunmasıdır. Bu okunuşa göre şöyle ince bir mana vardır: Allahü teâlâ, "Bunun üzerine biz de şarıl şarıl dökülen bir suyla gök kapılarını açtık.." (Kamer, 11) buyurunca, hem suyu, hemde kuvvetli biçimde akma anlamına gelen İnhimar maddesini münhemirle birlikte zikretmiştir. Binâenaleyh, "Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık" buyurunca, beyan ve beyanla ilgili olarak da, o suyun, yerden kuvvetlice fışkırıp kaynadığını ifâde eden bir şeyi söylemesi gerekirdi. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, kelimenin hemen peşinden, "su... birleşiverdi" buyurmuştur ki, bu, "O gözelerden o su öylesine kuvvetle fışkırdı ki, böylece kabardı, derken semânın suyuyla buluştu. Ama, zayıf bir şekilde aksaydı, yerden çıkan o su, semânın suyu ile karşılaşamaz, tam aksine semânın suyu onun üzerine akar ve onunla birleşirdi. Belki de, Cenâb-ı Hakk'ın, "fırm kaynadığı zaman..." (Hûd, 40) ifadesinden bu mana kastedilmiştir. Ayetteki, "takdir edilmiş bir üzerinde..." ifâdesine gelince, bu hususta da şu izahlar yapılabilir: a) "Allah'ın, dilediği gibi takdir etmiş olduğu hal üzere..." b) "Bu iki sudan birinin miktarının, diğerinin miktarıyla mütenasip olması haline göre..." c) "Diğer miktarlara göre takdir edilmiş olarak.." Bu böyledir, zira, imamlar ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak kimileri, göğün suyunun daha fazla olduğunu ileri sürerken, kimileri çok olan tarafın, yerin suyu olduğunu söylemişlerdir. Kimileri de, her iki suyun denk ve müsavi olduğunu ifâde etmişlerdir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Hangi miktar üzere olursa olsun, su birleşiverdi" buyurmuştur. Birinci görüş, Tufan hadisesinin büyüklüğüne bir işarettir. Çünkü, ayetteki (......) kelimesinin belirsiz getirilmesi, bunu ifâde eder. Nitekim örfte de, birisi, işin büyüklüğüne işaret etmek için, "Falancanın başından, ifade edilemeyecek bir şey geçti" der.. Buradaki bir başka ihtimal de şöyle denilmezdir: yani "Su, onların helak edilmesi işi üzerinde toplandı.." ki, bu helak, önceden belirlenip tayin edilmişti. Mananın böyle alınması halinde bu ifâdede, "Tufan, yedi yıldızın su burcunun etrafında toplanması sebebiyle olmuştur. İlgililerin boğulması, bizatihi kastedilmemiştir. Bu, Tûfan'dan dolayı, kaçınılmaz olmuş olan bir hadise idi" diyen, müneccimlere bir reddiye bulunmaktadır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Hayır, bu, ancak belirlenmiş ve takdir olunmuş bir emr, bir iş için böyle olmuştur" buyurmuştur. Bunun böyle oluşunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın Nûh (aleyhisselâm)'a, kavminin "boğulmuşlardan" olduğunu (olacağını) vahyetmiş olmasıdır (Hûd, 43). Nûh (aleyhisselâm)'un Gemisi 13Âyetin tefsiri için bak:14 14"Onu, (Nuh'u) levhalar ve çivilerle yapılmış olan gemiye yükledik. Ki, (o gemi hakkında), kendisine karşı nankörlük edilmiş olan (o zâta) bir mükâfaat olmak üzere, bizim gözlerimiz önünde akıp gidiyordu" Ayetteki ifâdesi "levhalardan yapılmış gemi üzerine.." takdirindedir. Bu demektir ki, mevsûf hazfedilmiş, sıfatı ise onun yerine ikâme edilmiştir. Ayetin bu ifâdesi, o geminin çivilerle perçinlenmiş olan ağaç levhalarından yapıldığına ve onun çözülüp dağılmasının son derece kolay olduğuna, ama çözülüp dağılmamışsa. bunun Allah'ın lütfü ile olduğuna bir işarettir. Dusur, "musmar" (mıh, perçin) anlamındadır. Ayetteki, fiilinin faili, "gemi" olup, "o levhalardan yapılmış olan o gemi akıp gidiyordu.." anlamındadır. ifâdesinin manası ise, "Bizim gözetimimiz, bizim muhafazamız ile" şeklindedir. Çünkü göz, gözetme vasıtasıdır. Dolayısıyla "el-âyn" kelimesi bu anlamda kullanmıştır. Ayetteki, "kendisine karşı nankörlük edilmiş olan (o zâta) bir mükâfaat olmak üzere" ifadesi hakkında şu muhtemel izahlar yapılabilir: a) kelimesi, ifâdesi ile mansub olup, "Biz onu, bir mükâfaat olsun diye yükledik" anlamında olur ki, bu da, "Bu taşıma, onların nankörlüğüne karşı sabretmenin bir mükâfaatı olarak" demektir. b) Bu ifadenin ifâdesi ile mansub olmasıdır. Çünkü bu ifâdede, "Biz onu koruduk" anlamı vardır. Buna göre mana, "Biz onu, onun için bir mükâfaat olsun diye, gözetimimizden, himayemizden ayırmadık.." şeklinde olur. c) Bu kelimeyi nasbeden fiilin, Cenâb-ı Hakk'ın bahsettiği şeylerin tümünden anlaşılan şey, mefhum olmasıdır. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Göklerin kapılarını açtık. Yeri kaynaklar halinde fışkırttık.. Ve Nuh'u.... gemiye yükledik.. Bütün bunları, ona, bir mükâfaat olsun diye yaptık buyurmuştur. Biz, takdirin böyle olduğunu anlatmaya çalıştık, çünkü "ceza - mükâfaat", ancak O'nun onları koruması ve kurtarması ile meydana gelir. Binâenaleyh, "cezâ'en" kümesinin, bütün bu fiiller ile; o peygamber için yapılmış olan o şey ile mansub olması gerekirdi. Şimdi biz bu ifâdede yer alan incelikleri, birkaç mesele içinde vermeye çalışalım.. Birinci Mesele Cenâb-ı Hak, gökle ilgili olarak, "Semânın kapılarını açtık" buyurmuştur. Çünkü "semâ", dönüş halindedir. Ve onun, hiçbir çatlağı, yarığı yoktur. İşte bu sebeple, "Semâyı yardık, çatlattık" buyurmam ıştır. Ama yerle ilgili olaraksa, "Yeri de gözeler halinde fışkırttık" buyurmuştur, çünkü yer, yarılır, çatlağı vardır. İkinci Mesele Yağmur, açılmış geniş kapılardan çıkan bir su gibi addedilip, Cenâb-ı Hak, "Yerde denizler ve nehirler akıttık" demeyip tam aksine, "gözeler fışkırttık" buyurup, gözeden çıkan da, o geniş kapılardan çıkan sulardan daha az olunca, yerdeki gözelerin çokluğu semânın kapılarının genişliğine tekabül etsin de, semâdaki genişlik sebebiyle meydana gelen şey yerde çokluk vesilesiyle meydana gelsin diye, yer hakkında da, o yeryüzünün tümünü fışkırttığını belirterek "Yeri de.... fışkırttık" buyurmuştur. Üçüncü Mesele Cenâb-ı Hak öfkelendiği esnada yok etmenin sebeplerini zikretmiş, -ki bunlar, semânın kapılarının açılması, yeryüzünün gözeler halinde fışkırtılmasıdır, helak etme işine de, "takdir edilmiş bir emr üzerinde" ifadesiyle işaret etmiş, bunu çok net olarak beyân etmiştir. Ama, rahmeti esnasında ise, "Ona ... yükledik" buyurarak, kurtarma işini açıkça belirtmiş, 'levhalarla ... yapılmış" ifadesiyle de, o kurtarışın yoluna ve yöntemine işaret etmiştir. Aynen bunun gibi, Cenâb-ı Hak bir başka yerde, "Tufan onları yakaladı... "(Ankebût, 14) buyurmuş, "Yok edildiler, helak edildiler" dememiştir. Ama, ilgili ayetin hemen peşinden, "Fakat Biz onu da, gemi arkadaşlarını da selâmete erdirmişizdir.." (Ankebût. 15) buyurmuş, böylece, rahmetinin genişliğine, kereminin sınırsız olduğuna bir işaret olsun diye, kurtarma işini açıkça ifade etmiş, ama helak etme işini açıkça beyan etmemiştir. Ki bu da, "biz, helak olma sebebini yarattık, ama şayet onlar tuttukları o kötü yoldan dönselerdı. bu onlara zarar vermeyecekti. Nitekim, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm), "Evladım, bizimle beraber bin..."(Hud, 42) demiştir. Kurtarmadan bahsederken, onu kurtarmış ve kurtuluş için bir yol belirlemiştir ki, bu yol da gemi yapmadır. Şimdi o gemi şayet parçalanmış olsaydı bile, bu, ona yine zarar vermezdi. Tam aksine, Allah onu kurtarırdı. O halde, "kurtarmamdan maksat, kurtulmadır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak mahalli, yeri, gemiyi zikretmiştik. Ama helak etmeden maksat, gücü ve kuvveti izhâr etmektir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak o helakin sebebini açıkça zikretmiştir. Dördüncü Mesele Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi, "korumamızla..." ifâdesinden daha beliğdir. Nitekim bir kimse, daha mükemmel, edibâne bir manayı ortaya koymak maksadıyla, "Şunu, gözünün özünden hiç ayırma!" der de, "onu koru" şeklinde bir ifâde kullanmaz. Beşinci Mesele Ayetteki ifâdesi ile, "muhafazamız ile" ifâdesinin kastedilmiş olması muhtemeldir. İşte bundan dolayı "Görmek, gözün dilidir" denilmiştir. Altıncı Mesele Cenâb-ı Hak, "bu, onun imanına ve şükrüne karşılık değil. onların ona karşı nankörlüğüne mukabil bir mükâfaattır' buyurmuştur. Binâenaleyh, Nûh (aleyhisselâm)'a verilen mükâfaat. onun, onların küfürlerine karşı sabredişinin mükâfaatıdır. Ama, onun Cenâb-ı Hakk'a şükredişinin mükâfaatı ise, henüz verilmemiştir. Bu kelime, "mufâ'ele" babından olması düşünülerek de, cim'in kesresi ile (ciza'en) şeklinde de okunmuştur ki, bu durumda bu, tıpkı, masdarları gibi olmuş olur. Ayetteki, ifâdesi kâfin fethası ile, kefera şeklinde de okunmuştur. Bunun böyle okunması halinde, şu iki izah yapılabilir: 1) Harf-i cer'le ya da harf-i cer'siz müteaddi olması bakımından tıpkı. (şekera) fiili gibidir. Nitekim Arapça'da "Ona teşekkür ettim" denilir. Cenâb-ı Hak da, meselâ bir yerde "Bana şükrediniz bana nankörlük yapmayınız.."(Bakara, 152), bir başka yerde de kim Tağûtu inkâr eder de..."(Bakara, 256) buyurmuştur. 2) Bu ifâdenin, "küfrân" maddesinden değil, "küfür" maddesinden olması.. Bu durumda manâ, "Durumunu gizleyen, yaptıklarını beğenmeyen ... kimse için bir mükâfaat olarak .." şeklinde olur. Bu ifâdenin takdirinde olduğu da söylenebilir. Ama, maksad açık olduğu için lafzı terkedilmiştir. Gemideki İbret 15"Andolsun ki, biz bunu, bir ayet olarak bırakmışızdır. O halde, bir düşünüp ibret alan var mı?". Ayetteki, "onu" zamirinin kime ait olduğu hususunda şu iki izah yapılabilir: 1) Bu, mezkûr olana râci olup, bu da kalaslardan yapılmış olan gemidir. Mananın böyle olması halinde, burada şu iki vecih vardır: a) Allah, o geminin bizzat kendisini, bir müddet bırakıverdi. Böylece yeri, görüldü, tanındı, bilindi ve bu gemi, el-Cezire denilen yerdeki Cûdî (dağı) üzerindedir. Bunun, Hint topraklarında olduğu da ileri sürülmüştür. b) O geminin aynısını değil de, insanlar arasında yâd edilmek üzere, onun örneğini bıraktı. 2) Bu zamir, malûm olan bir şeye ait olup, takdiri, "O gemiyi, bir ayet olarak bıraktık" demek olur. Ama birincisi, daha açıktır. Bu izaha göre, ayetteki ifâdesine, "Biz onu bir âyet kıldık.." anlamı verilebilir. Çünkü o gemi boşaldıktan sonra, "terkedilmiş, metruk kılınmış" olur. Nitekim birisi, "Ben, falancayı ibret vesilesi olarak bıraktım, yani onu böyle yaptım, kıldım" der. Bütün bunlar, daha önce de anlattığımız gibi, bir işi bitirip de ondan boş kalan, fariğ olan kişinin, o işi bırakıp, onu öyle yapmasından ötürüdür. Böylece bu demektir ki, bu iki fiilden birisi, diğerinin yerine kullanılabilir. Ayetteki, "O halde bir düşünüp ibret alan var mı?" ifâdesi, ilgili şeyin, peygamberler açısından tam olduğuna, geriye ancak, kendilerine peygamberler gönderilenler tarafından kaldığına bir işrettir. Çünkü, o kendilerine peygamber gönderilen kimseler uyarılmışlar, tefekkür etmişler ve Allah'ın lûtfu ile hidayete ermişlerdir. Binâenaleyh Cenâb-ı Haka, "o halde bir düşünüp ibret alan var mı?" buyurmuştur ki, bu "hidâyete eren." demektir. O halde bu ifade. bir teşvik olabileceği gibi, bir sakındırma, caydırıcı unsur da olabilir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Cenâb-ı Hak, burada Ankebût'ta ise, "onu bir ibret, ayet kildik"(Ankebut, 15) buyurmuştur (niçin)? Biz deriz ki, bu iki ifâde, az önce de izah edildiği gibi, her ne kadar aynı anlamda iseler de, ancak ne var ki, "terketmek" lafzı, iki şeyi yapmaya (ca'l) ve günlerce evvel terkolunmaya delâlet eder. Binâenaleyh, bu hadise, sanki burada, detaylı bir biçimde ele alınmıştır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, gökten yağmur yağdırmaktan, yeri fışkırtmaktan ve levhalar ve perçinlerle yapılmış gemiye yüklemekten bahsederek de gemiden ve onun hareketinden bahsetmiş, neticede de, takdir edilen fiilin tamamlandığına bir işaret olmak üzere, "onu... bıraktık" buyurmuştur. Ama Ankebut 15'de, bunların bir kısmına işaret olmak üzere, "onu ... kıldık" buyurmuştur. Buna göre şayet, "Eğer durum senin dediğin gibi olmuş olsaydı, Cenâb-ı Hak daha nasıl burada, demeden "onu yüklemiş..." demiş, ama orada ise "Onu ve gemi ashabını kurtardık"(Ankebut, 15) buyurmuştur.." denilirse, biz deriz ki: Kurtarma işi burada, oradakinden daha beliğ bir şekilde anlatılmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak burada, "gözleriniz önünde akıp gidiyordu" demiştir ki, bu, "gözetimimiz altında.." demektir. Geminin gözetimi, hem onun içindekilerin, hem onların mallarının hem de onlarla beraber olan canlıların korunmuş olduğunu ifâde eder. Binâenaleyh, "Onu ve gemi ashabını kurtardık" ifadesinden, mallarının kurtulmuş olması, ancak başka bir açıklama ile anlaşılabilir. İlgili kıssa, Hûd Sûresi'nde daha tafsilatlı ve daha mükemmel bir şekilde yer almıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Her birinden ikişer çift ile... taşınabilen şeyleri gemiye yükle.." (Hûd, 44) buyurmuştur. Ayetteki, (......) kelimesi, (......) fiilinin ikinci mef'ûlü olarak mansubtur. Çünkü, biraz önce de beyân edildiği gibi, (......) "kıldı, yaptı" manasındadır. Açık olan da budur. Bunun hâl olduğu da söylenebilir. Çünkü sen, "o bir ayet olduğu halde onu bıraktım.." dersin. Binâenaleyh (......) kelimesi, fail ve mef'ûl manasındadır. Cenâb-ı Hak sanki, "Onu yol gösterici olarak bıraktık" demek istemiştir. Bunun, temyiz olarak mansub olduğu da söylenebilir: Çünkü ayet, terkin manalarından birisidir ve bu tıpkı bir kimsenin, "Ona bir kamçı vurdum" demesi gibi olur. İkinci Mesele "Müddekkir" fiilinden, "müfta'il" kalıbında olup, aslı, "müztekir"dir. Zal harfinin mahreci, tâ'nın mahrecine yakındır. Mahreçleri yakın olan harfleri, peşpeşe söylemek zordur. İşte bu sebeple meselâ, konuşurken zal ile ta harfini mukayese ettiğinde, zal harfi sanki ta olmaya, tâ harfi de sanki "dal" harfi olmaya yaklaşır. Böylece tâ, dala dönüşür. Sonra dal, dal'a idğam edilir. Bu kelimeyi, aslı üzere, "müztehir" diye okuyanlar olduğu gibi, tâ'yı dal'a çevirip, "müzdekir" okuyanlar da vardır. Çünkü dilcilerden, "müddekir" kelimesinin aslının, "müzdekir" olduğnu söyleyenler de vardır. Böylece dal, tâ'ya, çevrilir ve idğam edilmez. Her biricinini yapılabilecek izahları vardır. "Müddekir", ibret alan, tefekkür eden, kıyas yapan" manasınadır. Bu ifadede, ya Hak teâlâ'nın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Dediler ki: "Elbette Rabbimizsin " (Araf, 172) ayetinde bahsedilen hususa işaret vardır, yani "O hali hatırlayan yok mu?" demektir; ya da, ilgili işin açık oluşuna, sanki Allah'ın ayetlerinin herkes için tahakkuk ettiğine, ama onların onu unutuşuna, binâenaleyh "O ayetlerden hiç hatırlayan var mı?" diye sorulduğuna bir işaret vardır. Mütekellim Ya'sı'nın Düşmesi 16"Ki benim azabım ve tehdidlerim nice imiş (düşünün)". Bu ayetle ilgili şu iki izah yapılabilir: a) Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dikkatini çekmek ve ona, güzel akıbeti va'detmek için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yönelik bir hitabtır. b) Bu, bütün herkesin dikkatini çekmek için, genel bir hitabtır. "Nüzür" kelimesinin, tıpkı (Fecr. 4) ayetindeki, son fiilin ya'sının hazfedilişi gibi, yâ'sı düşürülmüştür. Bu, vakıf halinde böyle olup, benzen ifadeler pek çoktur. Nitekim "Sadece Bana ibadet edin " (Ankebût, 56), "Beni kurtaramazlar onlar"(Yasin,23); "Ey kullarım, benden korkun" (Zümer. 16); "Beni inkar etmeyin "(Bakara, 152) ayetlerinde böyledir. Bu ifade, yâ ile, (......) şeklinde de okunmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele var: Birinci Mesele Ayetin başındaki (......) edatının gelmesini gerektiren şey nedir? Deriz ki: bizim, ayetin bu ifadesinin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitab olduğunu söylememiz halinde, Cenâb-ı Hak sanki ona, "Senden öncekilerin haberlerini duydun. O halde nice imiş azabım., düşün, yani onların haberlerinin sana nakledilmesiyle, bilgin onları kuşattıktan sonra, düşün ki..." demektir. Ama bu hitabın genel olduğunu söylememiz halinde, deriz ki: Hak teâlâ, "O halde bir düşünüp, ibret alan var mı?" (Kamer, 15) buyurunca, düşünenlerin olduğunu var sayıp, "Ey düşünüp, tefekkür eden ve öğütler, hatırlatmalar sayesinde, bilip öğrenen, benim azabım nasılmış (düşün)" demek istemiştir. Bu ifadenin, "ibret alan var mı?" ayetiyle ilgili, ona bağlı olması da muhtemeldir. Bunun takdiri, "Azabımın ... nasıl olacağını düşünüp, ibret alan yok mu?" şeklindedir. Hadiseyi Görmeyen Muhataptan Sorma Onlar, ne azabı, ne de "nezirleri" (uyarıcı peygamberleri) görmediler. Binânaleyh bunlara nasıl böyle sorulabilir? Deriz ki: Bu sorunun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitaben olduğunu söylememiz halinde, o öğrendiklerinden ötürü, bunları biliyordu. Bu hitabın genel olduğunu söylememiz halinde, bu, düşünmenin varsayılmasına göre sorulmuş bir sorudur. Düşünmenin varsayılması halinde ise, muhatab, ilgili şeyleri biliyor demektir. Şöyle de denebilir: Bu, bir soru olmayıp, ilgili şeylerin çok büyük ve dehşetli olduğunu haber vermektir ve tıpkı "Hak olan (kıyamet), nedir o hak olan kıyamet" (Hakka, 1-2) ve "Kâri'a (kıyamet), o kâri'a nedir?" (Kâria, 1-2) ayetlerindeki soru gibi olur. Bu böyledir, çünkü soru, bazan haber vermek için kullanılır. Nitekim meselâ (......) edatı, aslında istifham (soru) içindir. Ama, "Zeyd evde mi?" manasında, "Zeyd evde (değil mi)" denilir. Yine va'dini yerine getiren kimse, "Doğru çıktım mı?" (yani çıktım değilmi)" denilir. Buna göre Hak teâlâ sanki. "Azabım meydana geldi, nasılmış!" yani, "Büyük, değil mi?" demek ıstimiştir. İşte bu durumda, sorulan kimsenin bu konuyu bilip bilmemesine gerek yoktur. Ceminden Müfrede Geçiş Cenâb-ı Hak daha önce, "Biz açtık, biz fışkırttık, gözleriniz önünde" buyurmuş ve cemî ifade kullanmış, ama burada "azabım" demiş "azabımız" dememiştir, niçin? Deriz ki: Bunun şu iki sebebi vardır: Bunlardan birincisi, lafla ilgili olup şöyledir: Mütekellim yâ'sı bazan hazfedilebilir. Çünkü ictima-i sakineyn olan heryerde ve genelde, lafızdan (telaffuzdan) düşebilir. Meselâ sen, Su "Benim kölem" ve "Benim evim" diyebilirsin. Burada da, ayetlerinin sonunun uyumundan ötürü düşmüştür. Ama cemi zamiri olan elif-nûn (Biz) edatı, hazmedilemez. İkincisine, yani mana ile ilgili olan sebebe gelince, şöyle diyebilir: Eğer bu soru hitabı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yönelik ise, bu zamirin müfred getirilişi, daha önceki (Kamer.4), "haberler" kelimesinden ötürüdür. "Açtık, fışkırttık" fiillerinin cemî getirilişi ise, asîleri böylece daha çok korkutmak içindir. Şunu da söyleyebiliriz: Biraz önce, "Bir düşünüp ibret alan var mı?" ayetinde, Hak teâlâ'nın, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (Araf, 17) ayetine bir işaret bulunduğunu söylemiştik. Binâenaleyh bu ayetteki, "Ben" zamiri müfret olunca, bu ayette de, "azabım..." dedi. Dördüncü Mesele "Nüzür" kelimesi, "nezir"in çoğuludur. Binâenaleyh bu kelime, "nesîh" (soylu) ve "nahib" (ağlamak) gibi masdar mıdır, yoksa "kebîr", "sağîr" gibi, ism-i fail midir? Deriz ki: Müfessirlerin ekserisi, buradaki "nüzür"ün, Inzar manasına, masdar olduğu kanaatindedirler. Yani, "Azabımın ve inzarımın neticesi nasıl olur, bir bak?" demektir. Halbuki, zahir olan, bununla, daha önce geçen, "o önemli haberler" kastedilmiş olup, "Allah'ın ve Resûlüllah'ın düşmanlarının akıbetleri nasıl oldu? O peygamberleri, yalanlayanlara gelen o azab ulaştı mı, ulaşmadı mı? Binâenaleyh ey Muhammed bunların haberlerini ve hallerini artık bildiğine göre sabret. Çünkü senin işinin sonu da, tıpkı o nezîrlerin sonu gibi olacak" demektir. "Azâb" kelimesi masdar olduğu için, cemî olarak getirilmemiştir. Eğer cemî olarak getirilseydi, bunu izah için, bir takım şeyleri takdir ve farzetmek gerekecekti. Halbuki buna gerek yok. Eğer, "Hak teâlâ'nın, "Semûd kavmi de "nüzür"ü yalanladı" (Kamer,23) ifadesi, "inzarları" (uyarıları) yalanladılar" manasınadır. Çünkü onlara gelen şeyler, uyarılardır. Ama bütün peygamberler, onlara gelmemiştir ve nezir olan peygamberleri tektir (ne dersiniz)? denilirse, biz deriz ki: Geçmiş müşrik kavimlerin hepsi resulleri tekzib edip "Allah hiçbir şey indirmedi" demişlerdi. Böylece müşrikler, bütün resulleri yalanlamış olmaktadırlar. Yalnız ibrahim (aleyhisselâm)'i hariç tutmuşlardır. Dolayısıyla onlar, İbrahim (aleyhisselâm), peygamberlerin piri olduğu için, onun hakkında iyi düşünüyorlardı. Binâenaleyh siz ey müşrikler, o peygamberlerin tümünü yalanladığınız gibi, Semûd kavminin, bütün peygamberleri yalanladığı söylenemez." Kur'ân'ın Kolaylaştırılması 17"Andolsun ki Biz, Kur'ân'ı, zikir için kolaylaştırdık. O halde bir düşünen var mı?". Bu ayetle ilgili şu izahlar yapılabilir: a) Buradaki "zikir", hıfz (ezberleme - muhafaza) manasınadır. Dolayısıyla Kur'ân'ı ezberleyip, zihinde tutmak mümkün ve kolaydır. Allah'ın diğer kitaplarından hiçbiri, böyle ezberden okunmamıştır. Buna göre ayetteki, "O halde bir düşünen var mı?" ifadesi, "Onu bir ezberleyen var mı (yok mu?)" demek olur. b) Bu, "Biz o Kur'ân'ı, öğüt alınmak için kolaylaştırdık. Çünkü onda hertürlü hikmete yer verdik" demektir. c) Bu, "Biz onu, kalblerde (akla takılıp kalan), dinlenmesinden tad alınan, anlayışsızların bile, yavaş yavaş anlayabileceği, dinleyip-anlayanların, ondan hiç bıkmayacakları ve "Anladım, öğrendim. Artık dinlemiyorum" demeyecekleri, aksine her an, kendisinden yeni bir tad ve bilgi elde edilecek bir şekilde kıldık" demektir. d) Daha açık olan görüşe göre ayet, Nûh (aleyhisselâm)'un durumu anlatılıp, Hazret-i Nuh (aleyhisselâm)'un birçok mucizesi olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Senin mucizen ele Kur'ân'dır. Andolsun ki Kur'ân'ı zikir için, yani herkese hatırlatmak, sayesinde âleme meydan okumak ve asırlar boyu sürüp gitsin diye kolaylaştırdık. Böyle yanına gelen herkes, bir mucize ortaya koyman için dilekte bulunmasına gerek kalmasın. Senden sonrakilerden hiç kimse de, bazı insanların, sonradan ayın yanlış mucizesini inkâr edemez demektir. Ayetteki, "O halde bir düşünen var mı?" ifadesindeki, "müddekir" kelimesi, "mütezekkir" (hatırlatan) manasınadır. Çünkü ifti'al ve tefa'ul babı çoğu kez aynı manaya kullanılır. Eğer birisi, "Bu, daha önce olmuş fakat unutulmuş birşeyin söz konusu olmasını gerektirir" derse, biz deriz ki: İnsanda fıtratan bulunan, hak ve hakikate boyun eğme özelliği "unutulmuş şey" durumunda mütalaa edilmiştir. Dolayısıyla "Fıtratına dönen yok mu?" manasında olarak böyle buyurulmuştur. Bu ifadenin daha önceki benzeri ayeti tefsir ettiğimiz biçimde, "koruyan, öğüt alan, ezberleyen" manalarına geldiği de söylenmiştir. Bu ifade ilgili işin açık olduğunu anlatan bir ifade olduğunu söylememiz halinde, "yadırgamaya ve inkâra mahal yok. Aksine bu, başkalarının nezdindekilerin tekrarlatılmasına ihtiyaç duyulmayacak bir biçimde, herkese malum ve mevcut olan bir durumdur" demek olur. Ad Kavminin Tekzibi 18"Âd kavmi de yalanladı, işte Benim azabım ve imarlarım nice imiş (bir düşün)". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Cenâb-ı Hakk, Nûh kavminden bahsederken, "Nuh kavmi yalanladı" demiş, fakat Ad kavmi hakkında, 'Hûd kavmi yalanladı" dememiştir. Çünkü imkân oldukça, marife kullanmayı tercih etmek gerekir. Bu, daha etkilidir. Dolayısıyla özel ismi ile meydana gelen marifelik (belirlilik) izafet yapmakla elde edilen marifelilikten daha evlâdır. Çünkü sen, "Beytullah" (Allah'ın evi) dediğinde, bu sözün "Ka'be" kelimesinin ifade ettiği belirliliği tam ifade etmez. Aynen bunun gibi, "Resûlüllah" (Allah'ın peygamberi) sözün, "Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) sözünün ifade ettiğini aynı marifelikle ifade etmez. Binâenaleyh "Ad", o kavmin özel ismidir. Bunlara "Hûd Kavmi" demenin daha marife (belirli) olacağı şu iki sebebten ötürü söylenemez: 1) Çünkü Allahü teâlâ, "Hûd'un kavmi Âd, (Allah'ın rahmetinden) uzak olsun" (Hûd, 60) buyurarak "Ad"ı, "Hûd'un Kavmi" ifadesi ile sıfatlandırmışsın Halbuki daha açık olan, daha kapalı ile, daha husûsî olan, daha genel olanla sıfatlanamaz. 2) Hud (aleyhisselâm)'un kavmi tektir. Ad'ın ise birçok kavimler için kullanılan bir isim olduğu söylenir. Bundan ötürü Hak teâlâ, "Birinci Âd (Necm, 50) buyurmuştur. Böyle denilemez. Çünkü diyoruz ki: "Hûd'un kavmi Âd" ayetindeki, "Hûd'un kavmi" ifadesi sıfat değildir, aksine bedeldir. Bedellerde de, bedelin, marifelik bakımından "mübdelin minh"den daha aşağı olması caizdir. Yine nekirenin, marifeden bedel kılınması da caizdir. "Birinci Ad" ayetine gelince, daha önce buradaki "birinci" kelimesinin, bu kavmin daha önce yaşamış olduğunu anlatmak için getirildiğini ve "Daha önce yaşamış olan Âd kavmi" manasına olduğunu, yoksa temyiz ve marifelik için olmadığını söylemiştik. Bu tıpkı, "Nebî Muhammed, bana şefaat eder", "Kerîm Allah benim Rabbimdir", "Şerefli Kabe'nin Rabbi..." gibi sözlerine benzer. Bu ifadelerdeki sıfatlar, bahsedileni tarifetmek ve temyiz etmek için değil, şeref ve kıymetlerini belirtmek içindir. Nitekim sen "iki evden mamur olanına girdim", "iki adamdan zâhid ve muttakî olanına hizmet ettim" der ve burada maksadını sıfatla göstermiş olursun. Nuh (aleyhisselâm)'u Tekzib Edişleri Hak teâlâ, "Onlar kulumuzu (Nuh'u) yalanladılar" dediği gibi, bu kavim hakkında, "Bunlar Hûd'u yalanladılar" dememiştir. Çünkü bunun iki sebebi vardır: 1) Nuh (aleyhisselâm)'un yalanlanışı, daha ileri ve ağır şekildedir. Çünkü Nûh (aleyhisselâm), kavmini yaklaşık bir sene hakikate davet etmiştir. Ama onlar hep yalanlamalarını sürdürmüşlerdir. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, bir çok yerde, Nûh (aleyhisselâm)'un tekzib edilişinden bahsetmiş, Nûh (aleyhisselâm) dışında diğer peygamberlerin yalanlanışını isimlerini zikrederek ifade etmemiştir. Nuh (aleyhisselâm)'dan bahsettiği ayetlerden biri, A'râf Sûresi'ndeki, "Onu ve onunla beraber gemisinde olanları kurtardık" (Araf, 64) ayetidir. Yine Cenâb-ı Hak, Hazret-i Nuh (aleyhisselâm)'un, "Ya Rabbi, kavmim beni yalanladı" (Şuarâ, 117) ve "Şüphesiz onlar bana karşı çıktılar" (Nûh. 22) dediğini nakletmiştir. Bu gibi yerlerde, Cenâb-ı Hak, pek azı müstesna, o peygamberlerden, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) dışındakilerin kavimlerinin, onları tekzibini açıkça ifade etmemiştir. Nitekim Hak teâlâ, Şuayb (aleyhisselâm)'dan bahsettiği yerlerde, "Onu yalanladılar", "Şuayb'ı yalanlayanlar dediler ki..."(A'râf,92) buyurdu. Yine Cenâb-ı Hak, Âd kavminin: "Biz senin yalancılardan olduğunu zannediyoruz"(Araf, 66) dediklerini haber vermiştir. Çünkü Hûd (aleyhisselâm) da kavmini uzun süre dine davet etmişti. 2) Ad kavminin kıssası burada kısaca zikredilmişti. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak burada, sadece onların yalanlayışlarına ve uğradıkları azaba işaret etmiş; "Nuh'un kavmi yalanladı" buyurduğu gibi, "Âd da yalanladı" buyurmuş, Nûh (aleyhisselâm)'dan bahsettiği gibi, Hûd (aleyhisselâm)'un da, kavmi aleyhine duâ ettiğinden ve Kendisinin bu duayı kabul edişinden bahsetmemiştir. Üçüncü Mesele Cenâb-ı Hak, bu azabı anlatmazdan önce, meselâ burada, "Benim azabım ve inzarlanm nice imiş?" buyurmuştur. Ama Nûh (aleyhisselâm) kıssasında önce o azabın ne olduğunu anlatmış, ondan sonra, "Ki benim azabım ve inzarlanm nice İmiş (düşün)" (Kamer, 16) buyurmuştur. Binâenaleyh bunun hikmeti nedir? Biz diyoruz ki: Nuh kıssasında Allah'ın getirdiği bu istifham burada da zikredilmiş olup, bu da, hem bundan önce, hem de bundan sonra Semûd kıssasında buyurduğu gibi, "Benim azabım ve inzarlanm nice imiş (bir düşün)" ayetidir. Ne var ki Hak teâlâ, Âd kavmi kıssasında, "Benim azabım ve inzarlanm nice imiş?" ifadesini iki kez nakletmiştir. Birinci defa, peşisıra ' ayanda bulunmak için sormuştur. Bu tıpkı, bir öğretmenin, sorulan, soran durumuna geçsin ve "o nice imiş?" desin, öğretmen de "şöyle şöyle" diye anlatsın diye, bilmeyen birisine, "Falanca meseleyi anlatsana?" demesi gibidir. İşte burada da böyledir. Cenâb-ı Hak, "Ad yalanladı. işte Benim azabım ve inzarianm nice imiş?" buyurmuş, bunu dinleyen de sanki "Ya Rabbi bunu bana izah et, çünkü ben bilmiyorum demiş de, bunun üzerine Cenâb-ı Hak,"Çünkü Biz, uğursuz ve sürekli bir günde onların üstüne çok gürültülü fırtına gönderdik" (Kamer, 19) buyurmuştur. İkinci kez ise, bu soruyu ta'zîm için, (işin büyüklüğünü anlatmak için) sormuştur. Bu da, birisinin, meseleyi bilip görene, "Nasıl yaptım gördün mü?" deyip, o kimsenin de, "Çok enteresan yaptın" demesi ve böylece soru sayesinde, yapılan işin büyüklüğünü ve dehşetini ortaya koyması gibidir. Cenâb-ı Hak burada bunu ilk defa olarak böyle zikretmiş, başka yerde zikretmemiştir. Çünkü kıssayı muhtasar olarak ele almıştır. Dolayısıyla muhtasarlık sebebiyle de, yapılan kıyaslar ve verilen ibretler farklı farklı olmuştur. Binâenaleyh tefekküre sevketmek için, "işte Benim azabım ve imarlarım nice imiş?" buyurmuştur. Onların kıssalarını böyle kısa anlatma, işlerinin genelde kibirlenme, güçlerine güvenme ve peygamberlerinin sözüne aldırmama yüzündendir. Bunun delili, "Âd'a gelince, onlar, yeryüzünde haksız yere kibirlendiler. "Bizden daha güçlü kim var?" dediler" (Fussilet, 15) ayetidir. Cenâb-ı Hak, onların kibirlilik taslayışlarını sık sık dile getirmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavmi ise, kibirlilik taslamada değil, yalanlamada ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e delilik isnad etmede ileri gitmişlerdi. Allahü teâlâ, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un kıssasını da tafsilatlı anlatmıştır. Çünkü onun kavmi, hem yalanlama suçunu, hem de kibirlilik taslama suçunu birlikte işlemiş bir topluluktu. Salih (aleyhisselâm)'in durumunu da Hak teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in durumuna çok benzettiği için ayrıntılı olarak anlatmıştır. Fırtına ile İmhalar 19"Çünkü Biz, uğursuz ve sürekli bir günde onların üstüne çok gürültülü fırtına gönderdik". Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: Birinci Mesele Allahü teâlâ, orada müfred zamiriyle, "Benim azabım" demiş, "Bizim azabımız" dememiştir. Burada ise "Biz" demiş, "Ben" dememiştir (niçin)? Bunun cevabı, "Göklerin kapılarını açtık..." (Kamer, 11) ayeti ile ilgili olarak söylediğimiz şeydir. İkinci Mesele Ayetteki, hakkında şu izahlar yapılabilir: 1) Bu, sesi şiddetli olan rüzgâr demek olupk çok kuvvetli esen ve uğuldayan manasındaki, köklerindendir. 2) Bu, "devamlı esen" manasına olup, bu da "sürüp gitti, devam etti" manasındaki, ifadesindendir. Cins İsimler Sıfat Olur mu? Burada şöyle bir inceleme yapılabilir: Müştak (türemiş) isimlerin, bir başkasına sıfat olmaları mümkündür. Ama cins isimler, hiçbirşeye sıfat olamaz, ister bunlar maddî birşeyin, ister manevî bir şeyin ismi olsunlar... Bu sebeble meselâ "Recül bir insan geldi" denilemediği gibi, "Beyaz renk" de denilemez. Dense dense "âlim bir insan" veya "beyaz cisim" denilir. "Beyaz" sözünün manası, "kendisinde beyazlık bulunan şey" demektir. Binâenaleyh cisim buna girmez. Bu husus, meselâ "racülün âlfmun" "âlim adam" sözünde kendini daha açık gösterir. Çünkü "âlim", kendisinde "ilim olan" demektir. Hatta, "haddâd" (demirci), "hubbâz (fırıncı) kelimeleri de böyledir. Eğer ilim bunlarla kâim olsaydı, bunlar da âtim olurdu. Ama, "hayy " (canlı) ifadesi, mefhum cihetinden manaya dahil değildir. Çünkü biz, "âlim" dediğimizde, bunun "hayy" (canlı) bir varlık olduğu anlaşılır. Çünkü âlim sözü zaten, bilen bir canlı için konmuş bir sözdür. Hatta bu söz bilen bir şey için konulmuştur. Bu hususu, "malum" sözümüz daha çok ortaya kor. Çünkü malum, "bilinmiş şey", yahut şey olmasa bile "bilinen bir emir (durum)" demektir. Şimdi cisim, beyazlığı dahil olsaydı, o zaman, sözümüz, tıpkı, "cismin lehû beyanı" şeklindeki sözümüz gibi olurdu. Böylece de, madde ile, cüsse ile vasıflandırmak tahakkuk etmiş olurdu. Bunu anladığına göre, cinsten elde edilen, şeyden de aşağı şeydir. Çünkü mesela, hindi (hindli) sözü, Hind'e mensub olan, herşey için kullanılır. Ama "mühenned" kelimesi, "Hinde mensub kılıç" demektir. Dolayısıyla mesela (Hindli köle), (Hind hurması) denildiği halde, veya denilmez. At hakkında kullanılan, eblak (alaca) veya bir başka renk için, "eblak" denmez, (......) kelimesi de böyledir. Bu "basık burun" manasınadır. Binâenaleyh birisi, dediğinde bu, sanki, "Kendisinde "fats" bulunan burun" demiş olur. Böylece de onu, kütle ile tavsif etmiş olur. Binâenaleyh aslında, (alaca at), (basık burun), (keskin hind kılıcı) denilmemesi gerekir. Ama araplar böyle kullanıyorlar. Dolayısıyla buna karşı ne cevap verirsiniz: Bu soru, ayetteki, "sarsar" kelimesinden ötürü sorulmuştur. Çünkü bu, "soğuk rüzgar" demektir. Binâenaleyh birisi, "riyhün sarsanın" deyince bu, (soğuk rüzgâr) dememiz gibi değildir. Çünkü "sarsar" kelimesi tek başına zaten, "soğuk" demektir. Binâenaleyh diyen kimse, adetâ, "soğuk rüzgâr rüzgâr" demiş olur. Şimdi biz diyoruz ki: Lafızların manalarında, birden fazla husus yatar. Meselâ "âlim" kelimesi, kendisinde ilim olan şeye delâlet eder. Binâenaleyh bu, hem ilme, hem bir şeye delâlet eder. Lafızlar üç kısımda ele alınabilir: 1) "Hâll" (yani bir yere giren, dahil olan), anlatmak maksad olup, mahalli anlatmak ikinci derecede olan lafızlar... Bu, meselâ filim, dârib, ebyaz kelimelerinde böyledir. Çünkü bu lafızların anlatmak istediği husûsen ilim, dövme ve beyazlık manalarıdır. Ama mahal, bunlarda sadece genel manada kastedilmiştir. Öyle ki meselâ beyaz, eğer siyah gibi bir başka renkle değiştirilecek olsa, maksad bozulur. Fakat beyaz sıfatının mahalli olan maddeye gelince, eğer bunun değiştirilmesi ve beyazlığın bulunduğu bu cevherin (maddenin) başka bir cisim haline sokulması mümkün olsaydı, maksad bozulmazdı. 2) "Hall"in değil de, "mahall'in maksud olması... Meselâ, "hayvan" ve "canlı" kelimeleri gibi. Çünkü bu kelimeler, kendisinde hayat bulunan cinsinin ismi olup, hayat olan birşeyin ismi olan "hayy" (canlı) kelimesi gibi değildir. O halde bu gibi kelimelerin esas anlattığı, "mahal"dir ki o da "cisim"dir. Öyle ki eğer cisim olmayan bir canlı bulunsaydı, "hayvan (canlı) diyen kimsenin maksadı hasıl olmazdı. Ama yine bu kelime hiç ölmeyen hayy (Allah) manasına alınsaydı, bu sözü söyleyenin maksadı hasıl olurdu. Eğer "hayvan" kelimesi, ayakta duran bir ata, yahut hâlâ canlı olan, bir uyuyana denilmiş olsaydı, duyan için bu bir mana ifade etmiş olmaz, söyleyenin de maksadı hâsıl olmazdı. Çünkü bu sözü söyleyen, aslında ölmüş olan, ama hâlâ ayakta durmakta olan bir insana "Bu hayvan (canlı)dır" deseydi, sonra da onun ölmüş olduğu anlaşılsaydı, söz sahibi, dediğinde vazgeçmez, aksine, "Ben onun hayy olduğunu söylemedim, hayvan olduğunu söyledim. Yani o, hayatın kendisini terkettiği bir hayvandır" der. 3) Her ikisinin yani hem "hall"in hem de, "mahall'in anlatılmak istendiği kelimeler... Meselâ, racul (adam), mmer'e (kadın), nâka (dişi deve), cemel (erkek deve) kelimeleri gibi. Çünkü "racul", erkek insan için; mer'e, dişi insan için; nâka, dişi deve için; cemel, erkek deve için konulmuş kelimelerdir. Binâenaleyh "nâka" kelimesi bir hayvan için kullanılsa, sonra o hayvanın at veya öküz olduğu anlaşılsa, kelime yanlış kullanılmış olur. Yine o hayvanın "cemel" olduğu anlaşılsa, durum aynı olur. Bunu iyice kavradığın zaman, her yerde, ya "mahal" tek başına anlatılmak istenmektedir, yahut da "hal" ile birlikte anlatılmak istenmektedir. Dolayısıyla bununla tavsif olunamaz ve mesela, (hayvan olan cisim), ve (Nake deve) denilemez. Bu ifadeler ancak cümle haline sokulur da, cümle bütün olarak sıfat olur. Dolayısıyla da, (......) denilir. Misallerimizdeki "eblak" ve "eftas" kelimelerinin durumu, bir yönden "hayvan" kelimesi, bir başka yönden "âlim" kelimesi gibidir. Mühenned kelimesi de böyledir. Fakat bu kelime, "hall"in ağır bastığına dair delil açıktır. Çünkü "mühenned" ancak, kılıcı övmek için kullanılır. "Eftas" da, ancak burnun kendisini değil, sıfatını anlatmak için kullanılır. "Eblak" da böyledir. Ama "hayvan" kelimesi bunların aksinedir. Çünkü bunları sıfatlandırmak için, bu kelime kullanılmaz. "Nâka" kelimesi de böyledir. Bunu da iyice kavradığına göre, "sarsar" kelimesi, ya rüzgârın şiddetini, yahut da soğukluğunu anlatmak için kullanılan bir kelimedir. Binâenaleyh "barid" (soğuk) ve "şedîd" (şiddetli) kelimeleri ile yapılan şeyin bunun için de söz konusu olması gerekir. Dolayısıyla bunun da sıfat olması caizdir. Bu, çok kıymetli bir İzahtır. Marife ve Nekire Hak teâlâ burada, (......) buyurmuş, Zâriyât Sûresi'nde ise, aynı sadedde, (......) (Zariyat, 41) buyurmuştur. Dolayısıyla. Zariyat suresindeki marife olarak “er-riyh” demiş burada ise nekire olarak "riyh" demiştir. Çünkü "er-riyh" (o rüzgâr) kelimesindeki, "akîm" oluş özelliği, bitkilere zarar veren soğuktan, yahut da ağaçları kökünden koparan şiddetten daha açık bir şekilde görülür. Çünkü "er-rîyhu'l-akîm" (kısır rüzgâr), ne yağmur için bulutları toplar, ne de meyve için ağaçları aşılar. Ama çok esen bir rüzgârdır. (Sarsar) helak eden soğuk rüzgârlar ise pek nâdir olur. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, Zâriyât Sûresi'nde, "O kısır rüzgâr" buyurdu ki, "O bilinen cins rüzgâr" demektir. Cenâb-ı Allah daha sonra bu hususu, "her uğradığı şeyi bırakmayan mutlaka onu kül gibi savuran "(Zâriyât, 42) ayetiyle, onu iyice anlattı ve böylece ifâdesi "er-riyahu'l 'ukum" (akîm rüzgârlardan) ayrılıp, belirgin hale gelmiş oldu. "Sarsar"a gelince, bu çok nâdir esen bir rügzârdır. Dolayısıyla meşhur ve malum olmamıştır. Bu sebeble bunu nekire olarak, "rîyhan sarsaran" şeklinde getirmiştir. Farklı Lafızla Anlatım Dördüncü Mesele Hak teâlâ burada, buyurmuş, Fussilet Sûresi'nde ise (Fussilet, 16) Hâkka'da da (Hakka, 8) "Yedi gece, sekiz gün ard ardına" buyurmuştur. Bu hususta ne dersiniz? Buradaki yevm (gün) kelimesi ile, vakit ne zaman manası kastedilmiştir. Nitekim, "Doğduğum gün, öldüğüm gün ve yeniden dirildiğim gün... "(Meryem,33) ayetinde de böyledir. Ayetteki "müstemir" (devamlı) kelimesi, eyyam (günler) kelimesinin ifade ettiği manayı ifade eder. Çünkü tıpkı eyyam (günler) kelimesi gibi, istimrar da, birçok zamanın geçtiğini, akıp gittiğini haber vermiştir. Manaları aynı olmakla birlikte, ifâde şekli değişmiştir. Çünkü burada, kıssa kısaca anlatılmıştır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, zamanı zikretmiş, ama miktarını belirtmemiş, dolayısıyla onu tavsif etmemiştir. Bu ayette iki türlü kıraat vardır: a) Yevm kelimesini muzâf yapıp, "nash" kelimesini, "nefs" kelimesi kalıbında, hâ'nın sükûnu ile şeklindeki okuyuş... b) Yevm kelimesini tenvinleyip, hâ'nın harekesini kesre kılıp, yevm'e sıfat vererek, şeklindeki okunuş... Bu okuyuşa göre bu tıpkı gibi olur. Buna göre eğer, "Bu kıraatlerden hangisi tercihe şayandır?" denilirse, biz deriz ki: "bunu izafetti okumak daha doğrudur. Çünkü (......) şeklinde okuyan, müstemir" kelimesini, "yevm'e sıfat vermiştir. Ama diğer şekilde okuyan, bu kelimeyi "nash"in sıfatı yapmış olur. Böylece de bu okuyuştan, uğursuzluğun devamlı olduğu anlaşılmış olur. Binâenaleyh birinci kıraat daha açık ve daha uygundur. Eğer, "hâ'nın sükûnu ile (......) şeklinde okuyan kimse, güzel okumuş olur. Ya bunu (......) şeklinde okuyana ne dersin?" denilirse, biz deriz ki: "Nahs" kelimesinin, "nahis"inin hafifletilmiş şekli olması muhtemel olup, tıpkı sıfatların dışındaki, (uyluk) ve fahiş gibi olmuş olur. "Nasr" "nasır" (yardım etmek), "ra'd", "ra'id" gibi. Bu duruma göre böyle okuyanın bunun takdirinin, şeklinde olduğunu söylemesi gerekir ve bu tıpkı, (Kassas, 44) ayeti hakkında söylediğin şey gibidir. Bu kimse, "nash"ın sıfat olmayıp, bir mana ismi olduğu, yahut masdar olduğunu söyleyebilir. Bu durumda kelime, arapların,yevmün berdün" veya "yevmün harrun" (soğuk ve sıcak gün) demeleri gibi olur. Doğruya en yakın izah da budur. Müstemirr "Müstemir" ne demektir? Deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) Bu, "devam eden, uzun süre kalan" demek olup, "devam etti" manasındaki fiilinden olur. Buna göre ayetteki bu kelime, "Fussilet Sûresi'ndeki, "eyyamin nahisâtin" (uğursuz günler) ifadesi gibi olur. Çünkü çoğul, sürekliliği ifade eder. Hâkka'daki "husûm" kelimesi de böyle devamlılık ifade eder. b) Bu, "şiddetli" demek olup (kuvvet) kökündendir ve tıpkı daha önce "sihrun mustemirrün" (Kamer, 2) ayeti hakkında söylediğimiz gibidir. Buna göre kelime, tıpkı arapların, eyyamu'ş-şedaid "şiddetli günler" tabirleri gibi olur. Hak teâlâ işte buna "Onlara zillet azabım tattıralım diye, uğursuz günlerde bu rüzgârı saldık" (Fussilet, 16) ayetiyle işaret etmiştir. Çünkü O onlara, acı ve zararlı o azabı tattırır. Boş Hurma Kütükleri Gibi 20"İnsanları, sanki köklerinden sökülmüş hurma kütükleri gibi, (bu fırtına) tâ temelinden söküp atıyordu" Bu ayetle ilgili bir kaç mesele var: Birinci Mesele Bu ayet, daha önce geçen (......) kelimesinin ya sıfatı, ya "hâl"idir. Deriz ki: Her ikisi de muhtemeldir. Çünkü, "İnsanları kökünden söken çok şiddetli ve soğuk rüzgârı saldı" denilebileceği gibi, "Allah o rüzgârı, kökten söküp atıcı olarak gönderdi" de denilebilir. Eğer, "zü'l-hâl" olan riyh kelimesi nekire iken, nasıl onun "hâl"i olabilir? denilirse, deriz ki: Buradaki durum, (Kamer, 4) ayetindeki durumdan daha kolay İzah edilir. Çünkü o ayetteki mâ edatı da nekiredir. Alimler buna, o (......)'nın, mevsûfe olduğunu, dolayısıyla bir "tahassüs" kazandığını, zü'l-hâl kılınabileceğini söyleyerek cevap vermişlerdir. Aynen onun gibi biz de burada diyoruz ki: Rîh kelimesi "msarsar' kelimesi ile tavsif edilmiştir ve buradaki nekirelik ta'zîm (büyüklük ve önem) ifade eder. Aksi halde şunu da diyebiliriz: Bu ifade üçlüdür, dolayısıyla, zi'l-hâl olabilir. Bu hususta diğer bir izah da şudur: Bu, hem bir fiil, hem de bir fail olmak üzere, müste'nef bir kelâmdır. Nitekim sen, "Zeyd geldi, beni çekti" dersin ki bunun takdiri, "Geldi ve çekti" şeklindedir, işte aynen bunun gibi, Cenâb-ı Hak burada, "Biz onlara rüzgârlar salıverdik de, o rüzgârlar da insanları söküp atıverdi" buyurmuştur. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "öyle ki, o kavmin (bu müddet) içinde ölüp yıkıldığını görürdün..."(Hakka, 7) ayetidir. O halde, ifâdesindeki tâ, Cenâb-ı Hakk'ın (Hakka, 7) ifâdesi ile işaret ettiği şeye bir işarettir. Ayetteki, "Sanki köklerinden sökülmüş hurma kütükleri gibi" ifadesine gelince bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) "O rüzgâr, insanları, kökünden söküp, onları sanki kökünden sökülmüş kütükler imişcesine yere çaldı.." demek olup, bu tıpkı, "Öyle ki, o kavmi (bu müddet) içinde ölüp yıkıldığını görürdün"(Hakka, 7) ayetinin ifâde ettiğini ifâde eder. 2) "Rüzgâr, o insanları köklerinden, temelinden söküp attı. Binâenaleyh, o insanlar, bu sökülüp atılmadan sonra, tıpkı, sanki köklerinden sökülmüş hurma kütükleri gibiydiler" demektir. Bu mana, doğruya daha yakındır. Çünkü "ınkı'âr-kökten sökme" "rükû" yani yere serilmeden önce gelir. Buna göre sanki, "o rüzgârlar, meselâ onlardan birisini adetâ kökünden söküyor, böylece de o adeta sökülüyor, derken de, çam kütüğü gibi yere devriliyordu. Dolayısıyla da yeri boşalıyor ve orası bir çukur haline geliyordu.." O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sanki onlar, içleri bomboş hurma kütükleri idiler... "(Hakka,7) ifâdesi, sökülüp atıldıktan sonra meydana gelen, duruma bir işarettir. Bu da gösteriyor ki, ilgili kıssa, burada, kısaca anlatılmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, onların yere serildiklerine ve yerlerinin büsbütün boş kaldığına işaret etmemiştir. Çünkü, yere serilme hali, tam bir boşluk meydana getirmez. Çünkü bu hal, kökü oradan çıkmaya başlayıp, nerdeyse çıktı-çıkacak durumdaki halini temsil eder. 3) "O rüzgârlar onları, zorla söküp attı." Böylece onlar adeta, sanki, hurma kütükleri gibi oluverdiler. Zira o rüzgâr onları, kökünden çıkarıyor, böylece de yere seriliyorlardı.." demektir. Mananın böyle verilmesinde, onların, yeryüzündeki kuvvet ve sebatlarına bir işaret olmuş olur. Mananın bu şekilde olması haline göre de, şu izahlar yapılabilir: a) Cenâb-ı Hak bunu, onların, cüsselerinin iri, boylarının da uzun olduğuna işaret etmek için zikretmiştir. b) Allah bunu, onların yeryüzündeki sebat ve yeryüzüne tutunmalarına, itirazlarına işaret etmek için zikretmiştir.. Buna göre "Sanki onlar, ayaklarını iyice yere perçinlemeye çalışıyor ve böylece de, o rüzgârı engellemeyi tasarlıyorlardı.." demektir. c) Cenâb-ı Hak bunu, rüzgârlar onların kuruyup, unufak haline geldiklerine bir işaret olsun diye zikretmiştir. Böylece o rüzgâr onları adeta öldürüyor, o aşın soğuğuyla kasıp kavuruyor, derken onlar da adeta, sanki kurumuş birer kütük gibi yere düşüyorlardı.. İkinci Mesele Cenâb-ı Hak burada, (munka'ır) buyurmuş ve "en-nahle" (hurma ağacı) kelimesini müzekker getirmiştir. Hakka Sûresi'nde ise, demiş, böylece (......) kelimesini getirerek, (......) kelimesini müennes kabul etmiştir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Bu sûrede, ayetlerin sonu, bunu gerektirmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, (Kamer, 19), (Kamer, 11) (Kamer, 7) Vd. buyurmuştur. Bu, güzel bir cevaptır. Çünkü ifâde, mâna güzelliğiyle tezyin edildiği gibi, lafız güzelliğiyle de süslenir. Şöyle de denebilir: (......) kelimesinin lafzı, tıpkı (baklagil) ve (karınca...) kelimeleri, müfrettir. Ama, manası ise, çoğuldur. Dolayısıyla, denilebilir. Binâenaleyh, bir kimse, yahut yahut demişse, kelimenin lafzına bakmış, mana tarafını nazar-ı dikkate almamıştır. Birisi de, yahut hayut demişse, kelimenin çoğul olan manasını nazar-ı dikkate almış, ama lafzını gözetmemiştir. Ama, bir başkası da, yahut veyahutta demişse, aynı lafız olması açısından her iki tarafı, yani, hem lafzı, hem de manasını nazar-ı dikkate almış demektir. Çoğu kez, tafız nazar-ı dikkate alınarak, yalnız başına (......) denilir ve buna, "el-cemfi'atu" sözündeki, müenneslik tâ'sını getirmiş olur. Bunu iyice kavradığına göre şimdi biz diyebiliriz ki: Allahü teâlâ, (......) kelimesini, üç yerde zikretmiş ve bunu, (biraz önce de) belirttiğimiz gibi, üç şekilde tavsît etmiştir. Meselâ (Kaf. 10) buyurmuştur. Çünkü burada, (......) kelimesi, (......) kelimesinin halidir, ama hâl olan kelime de sıfat gibidir. Yine Cenâb-ı Hak, (Hakka, 7) buyurmuş, burada da, buyurmuştur. dediği yerde tercihe şayan olan, öyle denilmesidir. işin aslında, mef'ûl gibidir, (ism-i mef'ûldur). Çünkü, çukurluğun kendisine arız olduğu şeydir. O halde, o aslında ism-i mef'ûl olarak, (çukurlanmış)'dır. ve kelimeleri ise, ism-i fftil veznindedir. Ve manası, mef'ûl manasına gelen şeyi, ilk önce müenneslik alametinden soyutlamaktır. Nitekim sen, "kefil olan kadın" diyebild'ığin gibi, de diyebilirsin.. Yine sen, "büyük kadın" Bil de diyebilirsin. ifâdesine gelince, bu, zâten fâifdir. Çünkü el-busûk bir şeyin kendisiyle kaim olduğu hâldir. ise"hatenu'l-vechl" babındandır. Çünkü, el-hâvt olan (boşalan) şey, o şeyin yeridir. Buna göre, Cenâb-ı Hak adeta, sanki, "yerleri boşalmış hurma ağaçları..." buyurmuş olur ki, bu, i'cazın doruk noktasıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, lafız cihetinden, hem önceki lafızlara, hem de sonrakilere uygun olan bir lafzı getirmiştir. Binâenaleyh, İlgili delil, bunu gerektirir. Ama, vezin ve kafiyeden dolayı, şairin, tutarsız usulüne göre lafız seçmesi ise, hiç de böyle değildir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, 21Âyetin tefsiri için bak:22 22"İşte benim azabım ve tehditlerim niceymiş! Andolsun ki biz, Kur'an'ı, düşünmek için kolaylaştırmışadır. O halde, var mı bir düşünen.-." buyurmuştur. Bu ayetin tefsiri daha önce geçmiş olup, tekrarlar ise iyice zihinlere yerleştirmek içindir. Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifâdesi hakkında, daha önce de bahsettiğimiz şöyle bir incelik vardır. Ki, bu incelik, soru cevâp şeklinde ortaya konulabilir. Bu cümleden olarak şayet birisi, müfessirlerin ekserisi, buradaki (......) kelimesinin, "uyarmam.." manasında masdar olan nezîr kelimesinin çoğulu olduğunu söylemişlerdir. Şu halde, "azâb" kelimesinin müfret getirilmesinin hikmeti nedir? Zira Cenâb-ı Hak, "Benim azabımın çeşitleri ve inzârımın ağır yükü, sorumluluğu niceymişl?" dememiştir" derse, biz deriz ki, burada Allah'ın rahmetinin, gazabına baskın çıktığına bir işarettir. Bu böyledir, zira inzâr, üzerine titremektir, rahmettir, acımaktır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Rahmet, nimet demek olan uyanlarım, ardarda geldi. Birbirini takip etti, ama fayda vermeyince, azabım bir defada tahakkuk etti" demek istemiştir. O halde, bu demektir ki, ilahî nimetler çok, ama belâ tektir. Biz, bu hususu, Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlarsınız" (Rahman) ayetini tefsir ederken, daha çok anlatacağız. Çünkü Allahü teâlâ, Ait (nimetler) kelimesini çoğul getirmiş, bunu çokça zikretmiş ve otuz yerde tekrarlamıştır. Semûd Kavminin Tekzibi 23Âyetin tefsiri için bak:24 24Daha sonra Cenâb-ı Hak bir başka kavmin durumunu beyân ederek, "Semud, uyana emirleri yalan saydı da, "Bizden olan bir tek insana, ona mı tâbi olacağız? Bu takdirde biz, muhakkak ki, bir sapıklık ve delilik içinde kalmış oluruz..." dediler". Bunun ne demek olduğu daha önce geçmişti. Ne var ki, Cenâb-ı Hak, Ad kıssasında, "yalanladılar" demiş, "uyarıcı emirlerini yalanladılar" dememiştir. Nuh (aleyhisselâm) kıssasında ise, "Nûh kavmi, uyarıcılarını yalanladı" buyurmuştur. (Ne dersiniz?). Nûh kavmi de yalanlamıştı..."(Kamer,9) ayetiyle, onların adetlerinin peygamberleri inkâr etmek, onları yalanlamak olduğunu, dolayısıyla da bu gidişatlarına uyarak Nûh (aleyhisselâm)'u yalanladıklarını kastetmiştir. Cenâb-ı Hak, burada bunu açıkça ifâde etmiştir. Çünkü her topluluk, bir başka topluluktan sonradır. Bu demektir ki, onlara iki peygamber gelmiştir. Bu sebeple, sonraki yalanlayanlar, gerçekte ikisini birden; evvelkiler de aslında tek bir peygamberi yalanlamışlardır. Dolayısıyla bunlar, bu izaha binâen, sonra geleni de yalanlamışlardır. Çünkü onlar, önce geçen peygamberi, "Allah birdir, haşr vâki olacaktır" şeklindeki sözleri hususunda yalanlayınca, ondan sonra gelen peygamberin görüş ve inancı bu şekilde olunca, bundan, onların bu sonra gelen peygamberi yalanladıkları neticesi çıkar. Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın, Nûh (aleyhisselâm) kavmi hakkında, "Onu yalanladılar da, Bizde onu kurtardık... "(A'râf, 64) ve Âd kavmi hakkında da, "İşte bu Âd kavmi.. Rablerinin ayetlerini bilerek yalanladılar ve O'nun resullerine âsi oldular" (hud, 59) buyurmuş olmasıdır. "Nuh'un kavmi, peygamberleri yalanladı..." (Şuara. 105) ayeti, onların, yalanladıklarına ve bütün peygamberleri yalanlama neticesine götüren şeyler söylediklerine bir işarettir. İşte, bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "peygamberler" ifâdesini, istiğrak ve şümul ifâde eden, elif-lam ile getirmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, o sürede, Nûh (aleyhisselâm), "Ya Rabbî, muhakkak ki kavmim beni yalanladı" (Şuarâ, 117) dediğini, fakat Nûh (aleyhisselâm)'u onlardan sudur eden şeyin hakikat olduğuna, yoksa, onları ilzam eden şeyin, kendisini ilzam etmediğine bir işaret olmak üzere, "Onlar senin elçilerini yalanladılar" demediğini belirtmiştir. Beşer Peygamber İstemeyenler Bunu iyice kavradığına göre, Semûd kısası gelince, iki resulden bahsetmiştir. Halbuki onların peygamberi, onların üçüncüsüydü... İşte bu sebeple, "Semûd kavmi, uyarıcıları yalanladı.."(Kamer,23) buyurmuştur. Bütün bunlar, "Biz, (......) kelimesinin, (......) manasında olan (......); kelimesinin çoğulu olduğunu söylediğimizde geçerlidir. Ama biz, (......) kelimesinin, "inzâr etmeler" anlamına geldiğini söylediğimizde, şöyle diyebiliriz: Nuh ve Âd kavimlerine gelince, onların zamanlarında zuhur eden o mu'cizeler devamlı değildi. Ama Semûd kavmi ise, hep uyarıldılar. Çünkü, onlar için, bir kayadan deve çıkarılmış ve o deve de, aralarında bir müddet) yaşamıştır. Ama buna rağmen onlar yalanlamışlardır. Dolayısıyla onlar, pekçok uyarıyı ve apaçık ayetleri yalanladıklarından Cenâb-ı Hak, açık bir biçimde böyle buyurmuştur. Ayetteki, "Bizden olan bir tek insana, ona mı tâbi olacağız?" ifâdesi de, birinci manayı, yani (......) kelimesinin, "uyarıcılar" anlamında olmasını teyid eder. Çünkü, bütün peygamberler beşer olduğu halde, birisi kalkar da, "Ben, benim gibi beşer olan birine tâbi olmam.." derse, bütün peygamberleri yalanlamış olur. Ama, ulu ifâdesinin başındaki bâise, ikinci manayı, yani bunun "uyarmak" anlamında olmasını teyit eder. Çünkü biz, daha evvel de, Cenâb-ı Hakk'ın, Peygamberlerini yalanlamasından bahsederken, bu fiili harf-i cer'siz olarak getirerek, (A'raf, 64) (Sebe, 45) (Kamer, 9) (Şuara 117) gibi kelimeler kullandığını söylemiştik. (Enam, 54), (Enbiyâ, 77) kurmak, yalancı saymak demektir. Bunu söyleyen ise, gerçekte yalancının kendisidir. Halbuki ifâdenin yalancı olduğunu söylemek, mecazîdir. Dolayısıyla, "tekzîb"in, onu söyleyenle alâkalı olması, daha açıktır. Bundan ötürü, bu gibi yerlerde, harf-i cerr'e ihtiyaç duyulmamıştır. Ama, kavi (söz) gibi ifâdelerin yalancı olduğunun söylenmesi halinde, bunun tersi söz konusudur. (Yani, harf-i cer'le kullanılır). Biz bu hususu, daha önce anlattık ve sadra şifâ verecek biçimde beyân ettik. Cenâb-ı Hakk'ın ayetteki, "Birden olan bir tek insana, ona mı tabi olacağız?" ifadesine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır: İştigal Bahsi Hem, "Zeyd'e, ona vurdum" hem de, "Zeyd, ona vurdum" demek geçerlidir. Ama, bu gibi yerlerin bir kısmında mansub okumak, tercihe şayandır. Bu da, o ismi nasbeden bir fitlin, o ismin başına gelmesi halinde olur (iştigal). Merfû okumak ise, istifham harfinden sonra olur. Nasbin tercih edilişinin sebebi, aklîdir ve şöyledir: Soru soran kimse, kendisine soru sorduğu o kimseden, o istifham harfinden sonra getirdiği o şeyi, kendi sözünün başlangıcı kılmasını ve ondan haber vermesini istemiştir. Binâenaleyh, birisi, "Zeyd, yanında mı?" dediğinde, "Zeyd'den bana haber ver ve onun durumunu bana anlat" demektir. Binâenaleyh, bu duruma, mezkûr fiil de eklenirse, o zaman o fiil, nasb tarafının tercihine sebep olur da, "Zeyd'i mi dövdün" denilmesi caiz olur. Cevâp vermese bile, yine en güzeli bu olur. Binâenaleyh, (......) şeklinde okuyan kimse, daha, nasıl en güzel kıraat şeklini terketmiştir" denilirse, biz deriz ki, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, ayetteki "dediler" ifadesinden dolayı böyle okunmuştur. Çünkü, (......) maddesinden sonra gelen, ancak cümle olur. Bu cümlenin isim cümlesi olması durumunda ise, daha evlâdır. Ama, birinci şekilde, yani (......) şeklinde okumak, daha kuvvetli ve daha açıktır. Fiilin Sona Bırakılması (......) kelimesi, fiil ile mansub olduğuna göre, ayetteki gibi, fiilin sonraya bırakıl ması ndaki hikmet nedir? Biz deriz ki, daha evvel de izahı defalarca geçtiği üzere, belagat sahibi olan bir kimse, söylediği sözde, maksadın kendisine daha fazla taalluk ettiği şeyi başa alır. Halbuki onlar, ona tâbi olmamada, kendilerinin haklı olduklarını ortaya koymak istiyorlardı. Binâenaleyh, şayet onlar, "Bir beşere tâbi mi olacağız?" demiş olsalardı, "Evet, ona tâbi olunuz. Sizi, ona tâbi olmaktan engelleyen nedir?" denilebilirdi. Ama, onlar, onun vasfını (beşer oluşunu) önce getirip, "O da bizim nevimizden bir beşerdir. Bizim sınıfımızdan bir adamdır. Yabancı birisi değildir ki, hakkında, "O, bizim bilmediğimizi biliyor" veya "Bizim yapmadığımızı yapıyor" diye inanalım. "O, tektir, yalnız basınadır. Ordusu, tebaası, atları, hizmetçileri yoktur. O halde biz ona nasıl tabi oluruz?" demek istemişlerdi. İşte bu sebeple de, tâbi olmaktan kaçınmalarını haklı kılacak şeyi zikretmişlerdir. Sıradan İnsan Diye Küçümsemeleri Bil ki, bu ayette, işte bu az önce yazılan şeylere bazı işaretler bulunmaktadır. a) Onlar, (......) kelimesini nekire getirdiler. Çünkü, dediler de, meselâ, "Salih birisine veya nübüvvet iddiasında bulunan adama" vb. marife ifâdeleri kullanarak, "...tâbi mi oluruz?.." demediler. O halde nekire getirmek, hakaret içindir. b) Onlar, meselâ "Bir adama mı..." demeyip de, "Bir beşere mi?" demişlerdir. c) Onlar, "Bizden.." demişlerdir ki, şu iki manaya gelebilir: 1) "Bizim sınıfımızdan, yabancı olmayan..." 2) Yani, "Tebaamızdan". Nitekim birisi bir başkasına, "Sen bizdensin.." der de, bunu duyan kimse, bundan sıkıntı duyar da, "Hayır, sen bizdensin, ben sizden değilim.." der. Ki, bunun gerçek anlamı sudur: (......) kısmiyyet (tebîz) içindir. Halbuki, kısım, ba'z, az olan, bütüne tâbi olur, Yoksa bütün o ba'z'a. aza tâbi olmaz.. d) Ayetteki, (......) kelimesi hususunda da şu iki izah yapılabilir: 1) Bu kelime, "Onun acizliği, zayıflığı" manasına bir işaret olmak üzere, "tek, güçsüz" manasınadır. 2) "O, ileri gelenlerden, meşhurlardan birisi değil, halktan birisidir" anlamındadır. Ki, bu maddenin gerçek izahı da şudur: âhâd (birler) ifâdesi, âmme hakkında kullanılır. Çünkü, meselâ, "o, insanların âhâdından, yani halktandır" denilir. Ki bu, "O, soyuyla, asaletiyle tanınan birisi değildir. Onu tanımayan birisi ondan bahsettiğinde, bu bahseden kimsenin, "Falanca veya falan oğlu filân" demesi mümkün değildir. O dese dese, "o tekdir, yalnızdır" der ki, bu da, son derece silik bir söz olur. Çünkü, o bayağı kimseye hiçkimse nisbet edilmez de, böylece o, zamanlarının ekserisinde, tek başına kalır, bu sebeple böylesi kimseler hakkında, "tek basmalar, yalnızlar" denilir. "Bu takdirde biz, muhakkak ki, bir sapıklık ve delilik içinde kalmış oluruz" ifâdesine gelince, bu, şu iki manaya muhtemeldir: 1) Onların, kendilerine, "Eğer ona tâbi olmazsanız, bir sapıklık içinde olursunuz" diyenlere cevaben, o kimseye, "Hayır, aksine eğer ona tâbi olursak, o zaman bir sapıklık içinde olmuş oluruz" demiş olmalarıdır. 2) Bu ifâdenin, daha önce geçmiş olanla münasebet içinde olmasıdır. Yani, "Onun durumu daha önce zikrettiğimiz gibi olup, za'f ve yalnızlık içindedir. Eğer şimdi biz ona uyarsak, bir sapıklık ve delilik içinde kalmış oluruz. Yani, bu durumda, bir delilik hali üzereyiz" demektir. Eğer biz, "Muhakkak bunu onlar, cevaben söylemişlerdir" dersek, o zaman onlara konuşan kimsenin, onlara, "Eğer ona tâbi olmazsanız, şüphesiz ki o zaman biz şu anda bir sapıklık içinde, ahirette de, ateşler içinde kalmış oluruz" demiş olması, onların da, "Hayır, bilâkis eğer biz ona tâbi olursak, şüphesiz muhakkak ki o zaman şu anda hem sapıklık hem de zillet ve hilelik ateşleri içinde kalmış oluruz.." demiş olmaları gerekir ki, bu bir mecazdır. Çünkü onlar, cehennem ateşini kabul etmiyorlardı. Sa'ir Hakkında Ahiretteki ateş sair: bir tanedir. O halde daha nasıl çoğul yapılmış olur? Biz deriz ki, buna birkaç bakımdan cevap verilebilir: 1) Cehennemde bir takım dereceler (terekeler) bulunur ki, bunların herbirini birer "sa'îr - ateş" olması ya da, bunların her birinde bir "sa'ir"in bulunması muhtemeldir. 2) Bu ifâde, onların başına gelecek olan azab devamlı olacağı için getirilmiştir. Çünkü, onların derileri (ateşten) her kızardığında, Allah onların derilerini başka derilerle değiştirince, bu durumda sanki onlar, herbir zamanda başka bir ateş (sair) ve başka bir azâb içinde olmuş olurlar. 3) Müfred olan sair kelimesi, sanki "ateşler inmişcesine" manasında, mecazen çoğul getirilmiştir. Nitekim Arapça'da, tek bir kişi hakkında, "o tek adam değil, aksine o, birçok adamlardır! (Birden çok adanla denktir)" denilir. 25"Bizim aramızda vahiy, ona mı verildi? Hayır, o, şımarık, aşırı bir yalancıdır". Daha önce geçtiği üzeres istifham yoluyla getirilen olumsuzluk ifâdesi, daha befîğdir. Çünkü "Ona vahiy indirilmedi" diyen kimse, kendisini dinleyenin, onu o konuda yalanlayacağını çoğu kez bilir, ya da zannedebilir veya o bunu sezebilir. Fakat bunun istifham yoluyla söylediğinde ise, o zaman manası, "Bu istifhamı dinleyen bana, "indirilmedi..." şeklinde cevâp verecektir.." şeklinde olur. Ve o zaman da o şey, hiç kimseye gizli kalmayan, bilâkis herkesin, "indirilmedi" diyeceği bir biçimde, apaçık bir biçimde inkâr edilmiş olur. Zikr kelimesi, her ne kadar onunla, Allah'tan yana olan şeylerin zikrinin murad edilmesi, meselâ el-Hakku denilip de bununla, Allah'tan yana vaki olan şey manasının kastedilmesi de muhtemel ise de, ismi geçen kelime, "risâlet" ya da "kitâb" anlamlarına getir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır: Onların mı atıldı?" sözleri "... mı indirildi?" sözlerinden bir bedeldir. Bunda, onların mübalağa yoluyla inkâr ettikleri şeye bir işaret bulunmaktadır. Bu böyledir, çünkü (lika) kelimesi, "süratle indirmek" anlamındadır. Peygamber de onlara, "Vahiy bana, çok kısa bir zaman içinde melekle beraber geldi" diyordu. Buna göre onlar sanki, "Melek bir cisimdir. Semâ da çok uzak (derin)dir. Böyle olunca o kısa bir zamanda nasıl inebilir?" demişler. Bu nedenle de değil de, "mı atıldı?" demişlerdir. Onların ayrıca, "ona" demeleri, bir başka inkâr ve yadırgamadır. Sanki onlar, "Ona asla hiçbir vahiy atılmadı, indirilmedi" demişlerdir ki, böylece onlar, "Eğer vahiy ilkfi edilmiş olsaydı, içinizde, şeref ve zekâ bakımından daha üstün kimseler var iken, bu ona ilkâ edilmezdi" demek istemişlerdir. Onların, sözleri, "Allah zikri ona mı attı, ılkâ etti?" ifâdesinin yerini tutmaktadır. Ki bununla da, "Vahiy ilkâ etmenin Allah'tan olması bir yana, semâ'dan olması bile mümkün değil, imkânsızdır" manasına işaret edilmiştir. Onlar, "zikr" kelimesini marife getirmişler, bu sebeple de, meselâ, "zikrun" dememişlerdir. Bu böyledir, çünkü Allahü teâlâ, onların, inkâr edilmemesi gereken şeyi inkâr ettiklerini nakletmiş de, "onlar, inkâr edilmesi asla uygun olmayan apaçık, mübîn olan o zikri, vahiyi, "inkâr ettiler" buyurmuştur. Bu tıpkı, "Onlar, malûm olan ve bilinen şeyi İnkâr ettiler" diyen kimsenin sözü gibidir. (......) edatı, daha önce kendisinden vazgeçilen, idrâb edilen bir şeyin olmasını gerektirir. O halde bu nedir? Biz deriz ki: "Onların" sözü bir inkâr olup, buna göre onlar, "Allah ... indirmem iştir" demişlerdir. Sonra, onların bu sözü, ancak, "O, bir peygamber değildir" manasını iktizâ eder. Sonra da onlar, "Daha doğrusu o doğru da söylemiyor" demişlerdir. Kezzâb kelimesi, vezninde olup, ism-i failin mübâla- ğasıdır. Ya da. "Daha doğrusu kelime terzi, temmâr (hurmacı) kelimelerinde olduğu gibi, nisbet, aidiyet bildiren ism-i failden taşınmıştır" denilebilir. Biz deriz ki, birinci görüş, doğru ve daha aşikâr olanıdır. İkincisi ise, evlâ kabilindendir. Çünkü, bir şeye nisbet edilenin, o şeyi cokca yapıyor olması gerekir. Zira, birkez elbise dikene heyyat (terzi) denilmez. Sen bunu anlayınca biz deriz ki, mübalağa, ya çokluk hususundadır, ya da şiddet ve yoğunluk hususunda... Buna göre kezzâb Kelimesi, ya "yalancı çok şiddetli ve yoğun olan aklın kabul etmeyeceği şeyler söyleyen" anlamına gelir, ya da (kemmiyet itibariyle) "yalanı çok olan" anlamına.. Bu iki vasfın da onda bulunduğuna inanmış olmaları sebebiyle de, o peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) bununla vasfetmiş olmaları muhtemeldir. Onların, eşir "şımarık.." ifâdesi, (nisbet ettikleri) o yalanın, meselâ zayıf bir kimsenin söylediği yalan gibi, bir zaruret ya da bir şeyden kurtulmak manasına yönelik olan bir yalan olmayıp, bilâkis (o peygamberin, onlara göre), kendisini üstün görmesinden, şımararak onlara lider olmayı ve insanlan kendisine tabi kılmayı arzulamasından kaynaklanmakta olduğuna işaret etmektedir. Böylece, herbir vasıf ve nitelik, o peygambere tâbi olmayı engellemektedir. Çünkü, yalancıya iltifat edilmez; hele hele onun yalanı, hiçbir zarurete mebni değilse. Bu kelime, (eşerru) şeklinde de okunmuştur. Bu kelime (......) kelimesi gibi ism-i tafdil veznindedir.kalıbı tefsir edildiği zaman, başka bir ile, ikincisi de, üçüncü bir ile; tefsir edilir. Bunun, misali şudur: Birisi (el-a'lemu)'nin manası nedir?" derse, Yani ilim bakımından encok olandır, denilir. Yine, "ekser ençok olandır, ne demek?" denilirse, denilir ki: "sayıca en fazla olandır" yahut buna benzer bir şey söylenilir. Şu halde, kendi babından değil de, "ef'alu" kalıbının tefsir ettiği bir şeyin olması gerekir. Bu sebeple, ulemâ, ef'al ism-i tafdîl sigası olup, buradaki tafdîl kelimesi fazilet kökünden gelir. Bu kelimenin aslî manası ise, hayr (hayır)dır. el-hayru kelimesi ise, kalıbında asi olup, onun için (ahyar) ifâdesi kullanılmaz... Sonra, şerr kelimesi hayr mukabilinde olup, ona da, hayr kelimesine tasdik edilen şey tatbik edilir. Buna göre, "O, bundan daha şerlidir" "O, bundan daha hayırlıdır" denilir, eşerr kelimesi ahyar mukabilindedir... Sonra, (......) kelimesi iki yerde kullanılır 1)"Hayr" kelimesinin mübalağası, ya ya da sığasında, farklı farklı kullanılır. Meselâ ya da denilir, (......) kelimesi (......) kelimesinin mübalağası olarak, asliyyet üzere değil de, müşahebet üzere kullanılır. Kim, (......) şeklinde okursa, kullanılan aslı terketmiş olur. Çünkü bu kelime, terkedileni asılda, "O, başkasından daha şerlidir" manasında alınmıştır. A'lem kelimesi de böyledir. Yani, "onun ilmi, başkasının ilminden daha hayırlıdır" yahut, "onun ilmi, cehaletin aldatmasından daha hayırlıdır" demektir. "Ed'af daha zayıf" vs. kelimeleri hakkındaki hüküm de aynıdır. Asıl Yalancı Ötede Anlaşılacak 26"Şımarık, aşırı yalancı kimmiş, yarın bilecekler onlar". Buna göre şayet birisi, "Bilecek" ifâdesi, istikbal anlamındadır. Halbuki Kur'ân, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indiği andan itibaren, onlar bilmiş anlamışlardı. Çünkü kişinin ölümünden sonra, gerçekler ortaya çıkar ve kişiler, pekçok şey müşahede etmiş olurlar. Bu hususta ne dersiniz? Biz deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir: 1) Bu sözün, onların, "Hayır, o, şımarık, aşırı bir yalancıdır"(Kamer. 25) dedikleri vakitte, meydana gelmiş olması farzedilen bir söz olmasıdır. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Onlar, "Hayır, o, şımarık aşın bir yalancıdır" dedikleri gün bilecekler..." demek istemiştir. 2) Bu tehdit, elîm bir azabın kabir azabı olmayıp, kıyamet günü yapılacağına dairdir. O halde bu, "Onlar kıyamette, azaba duçar olacaklar" demektir. Kıyamette olan azâb ise, gelecekte olan bir azâbtır kelimesi ise, imkân ve düşünce açısından zamanın yakınlığını ifâde eder. Sonra biz, eğer, "Bu, azâbla tehdit etmek için söylenmiş olup, yalanlama için söylenmiş bir söz değildir" dersek, bunun manasını vermeye hacet kalmaz. Tam aksine bu, manasını hiç kastetmeden, onların sözlerinin, tekrarlanması olur. Eğer biz, bunun reddiye için ve ilgili şeyin ortaya çıkacağını va'detmek için olduğunu söylersek, o zaman ifâdesinin manası, "onlar, yarın, hiçbir ihtiyaç ve zaruret olmaksızın yalan söyleyip, hatta bundan da öteye zengin oldukları için şımanp kötülük düşünen yalancı kimselerin kendileri olduklarını bileceklerdir" şeklinde olur. Ayetteki "yarın" ifadesi ile, kıyamet gününün kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, bununla o azâb gününün kastedilmiş olması da muhtemeldir. Bu izah birinci şıkka göredir. Salih (aleyhisselâm)'ın Devesi 27"Gerçekten onlara bir imtihan olmak üzere, o dişi deveyi gönderen Biziz. Onları gözetle ve sabret.". Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Ayetin bu ifadesi, mazi manasına mı, yoksa muzârî (gelecek zaman) manasına mıdır? Eğer bu mâzî manasına ise, Cenâb-ı Hak, daha nasıl devamında, "Onları gözetle ve sabret" demiştir? Yok eğer muzârî manasına ise, Ad kıssası ile Semûd kıssası arasında ne fark vardır ki, Cenâb-ı Hak Ad kıssasında, "Gönderdik" buyurmuş, bu kıssada ise, "Biz göndereceğiz" manasında "Biz göndericileriz" demiştir? Deriz ki: Bu ayetteki ifade, gelecek zaman manasınadır. Çünkü bundan önceki, "Yann bilecekler onlar" ayeti bunun delilidir. Çünkü "Biz göndericileriz" ifadesi, bu ifadenin beyâniyesi gibidir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Onlar bilecekler. Çünkü biz o dişi deveyi göndereceğiz" demek istemiştir. Bu ifadeden sonra gelen, "Onları gözetle ve sabret" ve "onlara haber ver" ifadeleri de bunu gerektirir. Buna göre eğer, "ileride gelen", "çağırdılar" (Kamer. 29) ifadesi ise, "göndericileriz" İle, mâzî manasının kastedildiğine delildir?" denilirse, biz deriz ki: Buna yeri gelince cevab vereceğiz. Ama bu iki kıssa arasındaki fark hususunda şöyle diyebiliriz: Burada Semûd kıssası tafsilattı bir biçimde verilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak burada, o kavmin, uyana peygamberleri yal an (ayışlarını ve onlara karşı söyledikleri sözleri, Kendisinin, "yann bilecekler onlar" ifâdesi ile peygamberlerini tasdik edişini zikretmiş ve dişi deve mucizesine, onların bu deveye yaptıklarına yer vermiştir. Dolayısıyla azab ve helak, bu kıssada, mazi sığalarla anlatılmıştır. Bunları gelecek zaman sığaları ile ifade edişi ise, hadiseyi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, sanki onun zamanında olmuşcasına, canlı olarak anlatmak, böylece de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)"in, sabır ve hakka davet hususunda Hazret-i Salih (aleyhisselâm)'i örnek almasını sağlamak, düşmanlarına karşı ilaht yardımın geleceği hususunda Rabbine güvenini sağlamlaştırmak içindir. Binâenaleyh sanki Cenâb-ı Hak, "Ben seni kesin mucizelerle destekleyiciyim" demiştir. Bil ki Allahü teâlâ bu sûrede beş kıssa anlatmış, ortadaki kıssayı, en tafsilatlı şekilde vermiştir. Çünkü Salih (aleyhisselâm)'in durumu, Hazret-i Muhammeti (sallallahü aleyhi ve sellem)'in durumuna çok benzemektedir. Zira Salih (aleyhisselâm), diğer peygamberlerin mucizelerinden daha dikkat çekici olan ve yeryüzünde bulunan bir mucize getirmiştir. Zira Hazret-i İsa (aleyhisselâm) ölüleri dirittmiştir. Fakat ölü, hayata mahal bir varlıktır. Dolayısıyla Hazret-i İsa (aleyhisselâm), Allah'ın izniyle, hayata kabiliyetli olan bir yerde hayatı gerçekleştirmiştir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) gelince, onun da asası bir ejderhaya dönüşmüştür. Böylece Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) için, o ağaç parçasında hayatı yaratmıştır. Fakat o asâ da büyüme bakımından, kendisinden bir tür istidad ve kuvvet bulunan bir bitkidir, büyüyüp gelişme bakımından canlılara benzer. Dolayısıyla Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın mucizesi, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nınkinden daha dikkate şayandır. Hazret-i Salih (aleyhisselâm) vasıtası ile ise, mucizesi olarak, büyük bir kayadan o dişi deve çıkrvermiş (doğuvermıştir). Halbuki kaya, ne hayata ne büyüyüp gelişmeye müsait olmayan cansız bir varlıktır (ve bu daha şaşırtıcı fcir mucizedir). Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de, bütün bunlardan daha harika olanı getirmiştir. Bu da, müşriklerin, "Hiç kimsenin göğe çıkıp, ayı ikiye yarması mümkün değildir" dedikleri, gök cisimleri üzerindeki tasarrufudur. Ama yeryüzünde cereyan eden mucizeler hakkında ise, müşrikler, "Bunlar, maddeleri bir olan, ortak özellikler taşıyan cisimlerdir. Herbiri diğerinin şekline girebilir. Gök cisimleri ise böyle bir şeyi kabul etmez" diyorlardı. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o müşriklerin, hiç bir insanın gücünün yetemeyeceğini bildikleri bir şeyi yapınca, bu, Hazret-i Salih (aleyhisselâm)'in, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dışındaki peygamberlerin mucizelerinden daha ileri ve tam olan mucizelinden, daha mükemmel ve daha tam olmuş olur. Burada şöyle incelik yatmaktadır: ism-i fail, mâzî manasına olup, mef'ulü de beraber zikrediğinde, onu izafette kullanmak vâcibtir. Nitekim sen, "Vahşî, Vahşi (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in amcasının katilidir) dersin. Eğer biz. "Vahşi katilin amme'n-Nebiyye" der ve "kail" ism-i failini "amme" üzerinde amel ettirirsek, "hâl"in hikayesi (şimdiki zamanın hikayesi) takdir edilmelidir. Bu tıpkı, "(O ashab-ı kehfin) köpekleri de iki kolunu uzatıp yatıyordu" (Kehf, 18) ayetinde olduğu gibidir ki burada, kıssa sanki meydana gelirken naklediliyormuş gibi nakledilmiştir. Çünkü sen, her ne kadar döğme işi olup bitmiş birşey İse de, "Zeyd Amr'ı dövüyor" dediğin gibi, "Dün çıktım, bir de baktım ki Zeyd Amr'ı dövüyor" da dersin. Fakat ism-i fail, muzari fiil manasına olduğunda, en güzel olan, ona amel ettirmendir. Nitekim sen, Yarın Amr'ı dövücüyüm" dersin. Eğer, işin olup bittiği bir zamanda, "Yarın Amr'ı dövücüyüm (dâribü Amrin)" dersen, bu caiz olur, ama pek yerinde olmaz. Bu hususta sözün özü şudur: "Dârib, sarih katil (döven, çalan, öldüren) gibi kelimeler, aslında isimdirler. Fakat bunlarda, bir fiil manası da bulunur. Binâenaleyh ilgili fiil, geçmişte olup bitmişse, bu iş geçip gitmiş birşeydir. Dolayısıyla o İlgili fiilin, artık ne hakikatte, ne de ileride bir varlığı söz konusu değildir. Dolayısıyla isim için sözkonusu olan izafet manasına hamletmek ve isimliğin galib gelmesinden ve İlgili fiilin geçmişte olup bitmiş olmasından ötürü de -kendisindeki fiil manasından dolayı- amel ettirmemek gerekir. Ama ilgili fiil, hareket ve oluş, o anda oluyorsa veya gelecekte olması bekleniyorsa, bu fiilin, o anda yahut da ileride bir varlığı söz konusudur. Dolayısıyla da ism-i faili, isim oluşundan ötürü muzâf kılmak veya fiilin tahmin edilip beklenmesinden yahut o andaki varlığından ötürü amel ettirmek caizdir. Fakat bu durumda onu amel ettirmek daha evladır. Çünkü istikbâle ma'tuf olarak söylenen, "Dövmeyecek lafzı, o kişinin "darib" (dövücü) olmayacağını anlatır. Dolayısıyla bunun muzâf kılınmaması uygun düşer. Fakat bu İsm-i faili amel ettirme işi, fiilin meydana geleceğini veya o anda var olduğunu ifade eder. Zira birisi, "Zeyd, Amr'ı dövücüdür Daribun Amren", bunu duyan, Zeyd'in dövdüğünü duyduğunda, bu işin olup bittiğini anlar. Ama onu o anda görmediğinde de, bu dövme işinin ileride olacağını düşünür ve bekler. Fakat izafet, sayesinde tenvinler ve tesniye-cemî nunları düştüğü için, tahfifi (kolaylığı) ifade eder. Dolayısıyla da sen, manayı değil de lafız yönünü tercih edersin. Bunu İyice kavradığına göre, diyoruz ki: "Mürsilü'n-Nâka" (göndericileriz) ifadesinde, izafetten gelen tahfifin (kolaylığın) varlığı ile birlikte, İlgili işin gerçekleştirildiği manası da söz konusu olup, "Bu iş olup bitmiş bir şey gibidir" şeklindedir. Ama "Biz, o dişi deveyi göndereceğiz" denilmesi hali hiç böyle değildir. Ayetteki "fitne" kelimesi, mef'ûl-ü leh'tir. Dolayısıyla, o devenin gönderilmesinden maksad bu fitne (imtihan) olur. Fakat aslında bunun maksadı, o peygamberin yani Hazret-i Salih (aleyhisselâm)'in doğruluğunu ortaya koymaktır. Çünkü bu bir mucizedir. Binaenaleyh bu kelimenin tefsiri hususundaki sözün özü nedir? Deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir: 1) Mucize de bir fitne (bir imtihan)dır. Çünkü mucize sayesinde, mükâfaat hakedenin durumu, azab hakedeninkinden ayrılır. Çünkü Allahü teâlâ, mucize ile kâfirlere azab etmez. Ancak mucize onlara, peygamberin doğruluğunu ortaya koyduğu için bir imtihan (fitne) olmuş olur. Zira mucize bir tasdiktir. Tasdikten (doğrulamadan) sonra ise, o peygamberi, doğru kabul edenler, yalanlayanlardan ayrılır, herkes belli olur. 2) Bu izah daha ince olup, şöyledir: O dişi devenin kayadan doğması, bir mucizedir. Devenin onlara gönderilmesi, aralarında dolaşması, kavmin suyunun deve ile aralarında taksim edilmesi (nöbete bindirilmesi), birer fitnedir. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Biz onlara bir imtihan (fitne) olmak üzere o dişi deveyi göndericileriz" demiş de, "bir imtihan olmak üzere o dişi deveyi çıkarıcıyız" dememiştir. Fitne, ibtila ve imtihan kelimeleri hakkındaki izahlarımız, daha önce defalarca geçmişti. Buna ayette şöyle çok ince bir işaret var: Allahü teâlâ, dilediği kimseleri hidayete erdirir. Hidayetin çeşitli yollan vardır. Bunlardan birisi mesela, insanın kesbinin bulunduğu hidayettir. Bunun misali şudur: Cenâb-ı Hak, birşeye emare olan birşey yaratır, derken insanın tefekkürü ve nazarı, hakikat kendi nazarında görünecek ve baskın çıkacak şekilde o şeye ilişir ve böylece ona uyar. Bazan da Allahü teâlâ, insanı o hakikate doğrudan mecbur kılar, iletir ve onu tâ küçüklüğünden itibaren hatadan korur. Binâenaleyh peygamber elinde gösterilen mucizeler, Allahü teâlâ'nın dilediği kimseleri, kendi kesbleri (ve iradeleriyle) hidayete erme vasıtaları olur. Peygamberlerin hak ve hakikati buluşları ise, kendi kesbleri olmaksızın, Allahü teâlâ'nın onlarda kesbi olmayan bir takım ilimler yaratmasıyla olur. Binâenaleyh ayetteki "Gerçekten Biz onlara bir imtihan olmak üzere o dişi deveyi göndericileriz" ifadesiyle anlatılan şey o kavim için bir işaret olur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak onlara, manası, "Fitneye (imtihana) elverişli bir tarz üzere bu deveyi gönderiyorum" şeklinde olan bir söz söylemiş olur. Bu izaha göre mucizeleri daha açık peygamberlerin, kavminin mükâfaatı daha az olur. Ayetteki, "Onları gözetle" ifadesi, "Onlara azabın gelmesini bekle" demektir. Hak teâlâ, güzel edebe ve şerri istemekten kaçınmaya bir işaret olsun diye, "O azabı gözetle" demomiştir. Ayetteki, "sabret" kelimesi bunu te'yid eder ve "Eğer onlar sana eziyet ediyorlarsa da, onlar için o azabın hemen gelmesini isteme, sabret" demektir. Bu ifadenin, deve ile o kavmin İşinin vaktinin, artık sabredilemeyecek kadar yaklaştığına bir işaret olması muhtemeldir. 28"Bir de suyun, aralarında taksimli (nöbetle) olduğunu onlara haber ver. Her su (nöbetinde) sahibi hazır bulunsun" (dedik).". Buradaki "kısmet" kelimesi, ism-i mef'ûl yani "maksûm" (taksim edilmiş) manasına olup, bu ifade ile, müştakkun minh olan masdarın, sıfat olarak kullanıldığını görmekteyiz. Bu tıpkı birisinin (tuzlu su), (yalan söz) şeklindeki ifadeleri gibidir. Bu tür ifadelerde, bir çeşit mübalağa (te'kid) manası vardır. Nitekim kerîm (cömert) birisine, sanki o keremin (cömertliğin) kendisi imiş gibi olduğuna işaret için, "Kerem adam" denilmektedir. Yine "falanca mahza lütuftur" denilir. Ayette bahsedilen taksimatın iki şey arasında olması muhtemeldir. Çünkü o dişi deve iri yapılı idi. O kavmin hayvanları ise ondan korkup kaçıyorlardı. Dişi deve suyun başında iken, onlar geliniyorlardı. Dolayısıyla bu durum kavme zor geldi. Böylece o su, bir gün dişi deveye, bir gün onlara ait olmak üzere ikiye taksim edildi (nöbete bindirildi). Bu taksimatın, suyun azlığından ötürü olması da muhtemeldir. Dolayısıyla o sudan içme hakkı birgün o dişi deveye, bir gün de diğer hayvanlara olmak üzere taksim edildi. Yine bu suyun, o kavim arasında taksim edilmiş olması da muhtemeldir. Dolayısıyla bir gün bir kısmına, bir gün diğer kısmına nöbet verilmiş olur. Allahü teâlâ o dişi deveyi yaratınca, o da bir gün bu suya gelmeye başladı. Böylece kendileri için su nöbeti olan kimseler nöbetleri olmayan günde gelmeye ve diğerlerine "Su bugün tamamen bize ail stain gününüz dündü" demeye başladılar. "Halbuki deve suyun hepsini içip bitiriyordu. Binâenaleyh bugün de suyun başına gelme imkanınız yok". Böylece, suyun noksanlığı, herkes için söz konusu oldu. Çünkü deve, suyun hepsini içip bitirmişti. Bu izah da, zahirdir ve rivayet edilmektedir. Ama meşhur olan, ortadaki şıktır. Biz diyoruz ki: O kavim, deve suyun başına gelip suyu içtiği gün, onun sütünü İçip yetiniyorlardı. Bütün bunların hepsi muhtemeldir, ama hiçbiri hakkında mütevatir haber yoktur. Kesin olan ise, üçüncü husus olup, o da bir taksimatın yapılmış olmasıdır. Çünkü bu taksimat, ayet ile sabittir. Ama taksimatın ne şekilde olduğu ve sebebinin ne olduğu hususu kesin belli değildir. Ayetteki, "Her su sahibi (nöbetinde) hazır bulunsun" cümlesi de üçüncü hususu te'kid eder, yani "her içme (nöbeti), kavmin tümü için hazırdır". Çünkü bu eğer içmenin kavim yahut deve için hazırlanmış olduğunu anlatmak için olsaydı, bu malum bir şeydir. Çünkü su hazır olmadan terkedilmez. Yok eğer bu ifade, o suyun bir gün deveye, bir gün kavme verildiğini anlatmak için İse, ayetin lafzında bu manayı gösteren birşey yok. Ama deveden önceki adet, o suya birgün kavmin bir kısmının, ertesi gün de diğerlerinin gelmesi şeklinde olup, deve yaratılınca, bir kısmının su nöbeti aksayıp diğerleri aksamıyordu İse, işte bu maksadla Cenâb-ı Hak, "Ey kavim, her içme (nöbeti), sizin için hazırlanmıştır. Şu halde hergün suya gelebilirsiniz" demek istemiştir. Bu durumda, kavim her noksan su nöbetini, karşılıklı bölüşmüş olabilecekleri gibi, her tam nöbeti de karşılıklı bölüşmüş olabilirler. 29"Sonunda arkadaşlarım çağırdılar, o da (kılıca) sarılarak deveyi kesti". Bu, "Onlar, o (azgın) arkadaşlarına, tıpkı imdat isteyenin çağrısı gibi çağrıda bulunup, sanki, tıpkı "Allah'ım, müslümanların yardımına yetiş" demesi gibi, "Ey Kıdar kavmin imdadına koş" demişlerdir" demektir. Onların bu arkadaşlarının ismi Kıdar idi. Çünkü en cesurları ve tehlikeden korkmayanlarıydı. Bu adamın, onların reisleri olması ihtimali de var. Ayetteki, "(Kılıcına) sarıldı ve kesti" ifadesi hakkında şu izahlar yapılabilir: 1) O, kesici aletini aldı ve onu kesti. 2) "Deveyi ele alıp kesti". Bu, zayıf bir manadır. 3) Bu ifade ile, büyük bir işi yapmaya koyulma manası kastedilir. Bu hususta sözün özü şudur: O büyük ise, herkes arkadaşını sürdürmek ve kendisini ondan uzak tutmak ister. Kim bu işi kabul eder ve ele alırsa, bunun için fiili kullanılır. Buna göre bu hususta adeta, bir sen ben meselesine girişilmiş ve neticede işi o Kıdar üstlenmiştir. 4) O kavim, Kıdar'a, yapacağı iş için bir ücret takdim ettiler ve ona bunu verdiler. O da deveyi öldürdü. 30"İşte Benim azabım ve tozarlarım nice imiş (düşünün).". Bu ayetin izahı daha önce geçti. Fakat Cenâb-ı Hak, bu ayeti, üç yerde zikretti. Nûh kıssasında, ilgili azabı anlattıktan sonra; burada, ilgili azab, anlatmazdan önce, Ad kıssasında da azabı anlattıktan hem önce, hem sonra, İlgili azabtan önce zikrettiği yerde, bu ifadeyi, izah için zikretmiştir. Nitekim, "Falancayı dövdüm, ama ne dövme!" dersin. Yine "Onu dövdüm, nasıl dövdüm" yani "çok fena dövdüm" dersin. Ad kıssasında ise, Cenâb-ı Hak bunu. hem izah, hem de soru olarak iki kez zikretmişti. Bunun sebeb-i hikmetini orada açıklamıştık. Nûh kıssasında bu ifadeyi ta'zîm (azabın dehşetini anlatmak), Semûd kıssasında da izah için zikretmiştir. Çünkü Nuh kavminin azabı, çok büyük ve genel olan, bütün âlemi kaplayan tufandı. Hûd kavminin azabı ise böyle değildi. Çünkü bu, sadece onlara mahsus bir azabtı. 31"Çünkü Biz onların üzerine korkunç bir ses gönderdik. Böylece hayvan ağılındaki kuru çerçöp gibi oluverdiler" Bu, "Onlar, bu sesi (narayı) duyup, ölüverdiler" demektir. Ayetle İlgili birkaç mesele vardır: Kâne Fiili Hakkında Önemli Not Ayetteki, (......) fiili, hangi tür fiildir? Deriz ki: Nahivciler, (......)'nin bazan (oldu) manasında olduğunu söylemişler ve bu hususta şâirin: şiirini delil getirmiş ve bundaki (......)'nin manasında olduğunu söylemişlerdir. Bu cümleden olarak, bazı müfessirler de, bu ayetteki (......)'nin manasına olduğunu söylemişlerdir. Sözün özü şudur: mef'ül almayan, diğer mâzî fiillerden farklı değildir. tam olur, nakıs olur, zaide olur manasına olur" şeklindeki sözler, bu fiilin, diğer fiillerden farklı olmasını gerektirmez. Çünkü, (bulundu, var oldu), (hâsıl oldu) ya (gerçekleşti) manalarına gelir. Fakat bulunan (meydana gelen) şey, bazan o şeyin bizzat kendisi, bazan da onun bir sıfatı olur. Binâeleyh sen, "Olan oldu" "ol" (dedi). O da oluverdi" dediğinde, bu oluşu birşeyin bizzat kendisi için kullanmış olursun. Bu durumda da sanki "olan o şey, oldu" demiş olursun. Yine "ol" ifadesi ile, "meydana gel" demiş olursun, böylece o şey meydana gelmiş olur. Ama "Zeyd âlim oldu" dediğinde, "Zeyd'in ilmi mevcud oldu" demiş olursun. Fakat biz "Zeyd, âlim bulundu" ifadesinde, "âlim" kelimesinin hal olduğunu, "Zeyd âlim oldu" ifâdesinde ise, âlim kelimesinin kâne'nin haberi olduğunu söyleriz ve bu tıpkı, "Zeyd âlim olarak hasıl oldu" demeniz gibi olur. Fakat, "Zeyd âlim bulundu" sözümüzden, çoğu zaman, Zeyd için tahakkuk eden o şeyin, o anda meydana geldiği anlaşılır ve bu tıpkı senin, "Zeyd, bir tarafa çekilerek kalktı" demen gibidir. Çünkü Zeyd'in kalkışı, işte bu şekilde olmuş olur. sözümüzün manası ise, "Zeyd, o anda âlim oldu" demek değildir. Fakat bu 'nin, "hal"ler ve sıfatlar ile alabildiğine ilgisi bulunan lâzım fiillerden farklı olmasını gerektirmez. Çünkü "Bugün Zeyd, en güzel bir hal üzere oldu" sözümüzden, "Zeyd bugün en güzel hal çıktı" şeklindeki sözümüzden anlaşılan mana anlaşılır ve "Zeyd eni halde idi" şeklindeki sözümüzden, o mananın aynısının anlaşılmasına bir manî yoktur. Bunu iyice kavradığına göre şimdi diyoruz ki: Mazi fiiller bazan, şimdiki zamana bitişik bir zamandaki bir hadise için kullanılabilirler. Bu tıpkı, "Zeyd, çocukluğunda kalkıyordu" demeniz gibidir. Bazan da şimdiki zamanda olan hadiseler için kullanılır. Bu da, "Zeyd kalktı, sen ve sen de kalk. Çünkü Zeyd kalktı. dememiz gibidir. fiili için de durum aynıdır. fiili misalinde olduğu gibi, "Zeyd, falanca yıl kalkmış idi" denildiği şekilde, "Zeyd şimdi kalktı" da denilir. Binâenaleyh ayetteki ifâdesi de, "şimdiki zamanla" ilgili bir manada kullanılmıştır ve tıpkı seni, "Onlara bir sayha (nara) salıverildi de ölüverdiler yani hemen o anda ölüverdiler” demen gibidir. Evet ayette bunun yerine fiili kullanılsaydı, caiz olurdu. Fakat (......) ve (......)‘nin ayrı hususi manaları vardır. (......)'nin manasına hamledilmesi o şiirde olduğu gibi kendi manasına alınamayacağı zaman mümkündür. Çünkü o şiirde “Yumurtalar civciv idi” manası verilmesi mümkün değildir.Burada ise “Onlar adeta çerçöp içinde idiler.” denilebilir. Eğer ayetteki kaf harf-i cerri olmasaydı o zaman nin manasına hamledilmesi gerektiği söylenebilirdi.Çünkü bu durumda tıpkı çevrilmiş şeyin tersyüz edilmesi gibi onların çerçöpe çevrildikleri manası kastedilmiş olurdu. Halbuki denilmek istenen bu değildir. "Heşîm" ne demektir? Deriz ki: Bu "mehşûm" yani "kırılmış, dökülmüş, ufalmış" manasınadır. "Hâşin ve de, tirid (yemeğini) çanakları taksim ettiği küçük küçük ayırdığı, için, bu ad verilmiştir. Ne var ki "heşîm", genelde kuru olan, kırılıp ufalanan odunlar, dallar hakkında kullanılır. Dolayısıyla müfessirler bu kavmin, çürüdükten sonra ağıldan toplanıp dışarı atılan utanmış, çerçöp gibi olduklarını söylemişlerdir. Mananın böyle olduğuna, "kuru bir çöp kırıntısı..."(Kehf,45) ayetini delil getirmişlerdir. Bu, sıfatın, mevsûfunun yerinde kullanılması babından olup, "Cerîh'i yani merûh (yaralanmış) olanı gördüm" denilmesi gibidir. Bu kelimenin bir benzeri de (......)'dir (ve bu mes'ûr manasınadır). Cenâb-ı Hak onları, hangi şeye benzetmiştir? Deriz ki: Bu teşbih, onların, bir zamanlar ölüp gidenler arasındaki kuru otlar gibi, kupkuru oluşlar ile ilgili bir teşbih olabilir. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Onlar o narayı duydular ve günlerce evvelden ölüp gitmiş kimseler gibi ölüverdiler. Bu teşbihin şundan ötürü olması da muhtemeldir. Korku esnasında eş ve dostların birbirlerine girip, adetâ bir yığın teşkil etmeleri gibi, bunlarda birbirlerine kenetlenip, öylece öldüler. Onların bu hali böylece, bir oduncunun müşteri tarafından görülsün diye, odunlarını üst üste yığması gibi oldu. Çünkü çok odunu bulunan kişi, onları adetâ bir ağıl gibi, dizer. Bu teşbih, onların cehennemdeki hallerini anlatmak için de olabilir. Buna göre mana, "Onlar, yakıt için olan kuru odunlar gibi oldular" şeklinde olur ve bu hakiki mana olur (mecazi değil). Çünkü Hak teâlâ, "Siz ve Allah'ı bırakıp taptıklarınız, cehennemin kütüğüdürler" (Enbiya, 98), "Böylece cehenneme odun oldular" (Cin, 15) ve "Boğuldular ve cehenneme sokuldular" (Nûh. 25) buyurmuştur. İşte onlar da aynen böylece öldüler ve sırf yakıt olarak kullanılan odunlar gibi oldular. Mana böyledir. Çünkü "heşîm" denen odunlar, bina yapımında kullanılmaya değil, yakılmaya elverişlidirler. 32"Andolsun ki Biz Kur'ân'ı, düşünülmesi için kolaylaştırdık, O halde bir düşünen yok mu?". Bu ayet-i kerime, manasının tekrar tekrar hatırlanması ve Kur'ân'ın çokça düşünülmesi içindir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bir başka kavmin yani Lût kavminin durumunu anlatmak üzere: 33"Lût kavmi, inzârcıları yalanladılar". buyurmuş, daha sonra da bunların azabına ve helaklerine yer vererek şöyle buyurmuştur: 34"Biz onlara (taş yağdıran) bir fotona gönderdik. Lût ailesi müstesna (onları helak ettik). Bunları İse bir seher vakti kurtardık" Ayetle ilgili birkaç mesele var: "Hasib" fiilinden ısm-i faildir. Çakıl taslarını (hasbâ) atan kimseye "hasib" denir. Hasbâ, taşlara verilen isimdir. Lût kavmine attan (yağdırılan) şey, bizzat taşlardır. Cenâb-ı Hak, "Onların üzerine, pişmiş taşlar yağdırdık" (Hud, 82) buyurmuştur ve yine Cenâb-ı Hak, meleklerden naklen, "Çünkü üzerlerine çamurdan taşlar atacağız.,"(Zariyat,33) buyurmuştur. O halde onların üzerine salıverilen şey, "(taş yağdıran) fırtına-hâsıb" değildir. Binâenaleyh, buna nasıl cevap verilebilir? Biz deriz ki: Buna da şu birkaç açıdan cevap verilebilir: 1) "Biz onların üzerine, çakıl taşları demek olan taşları savuran bir rüzgâr salıverdik" takdirinde olup, "Hasıbu" kelimesi, "şiddetli rüzgâr" anlamında çokça kullanılmıştır. Ve böylece de, sıfat, mevsûfunun yerinde kullanılmış olur. Buna göre şayet, "Bu, hem tafız, hem de mana bakımından tutarsız bir izahtır, zayıftır. Lafız bakımından zayıf oluşuna gelince, bu şöyledir: rîh (rüzgâr) kelimesi, müennestir. Nitekim Cenâb-ı Hak, uğultulu, azgın bir fırtına ile... "(Hakka. 6), "güzel bir rüzgâr ile... "(Yunus, 22) "Bunun özerine müsahhar ettik..." sabahı bir ay(lık yol)..." (Sebe, 12) "Biz aşılayıcı rüzgârlar gönderdik..." (Hicr, 22) buyurmuş, meselâ bu ayette, (çok aşılayıcı), buyurmamıştır. Mana bakımından tutarsızlığına gelince, şöyledir: Allahü teâlâ, onların üzerine, üzerinde herbirine ait alâmet bulunan pişmiş ve damgalanmış taşlar salıverdiğini beyân etmiştir ki, bunlara haşbâ'n (çakıl taşı) denilmez. Ve üstelik, bu iş, rüzgârla değil, meleklerin eliyle olmuş bir iştir" denilirse, biz deriz ki: rîh kelimesinin müennesliği hakiki değildir ve rüzgârın çeşitleri vardır ki, bunlarda genel olan durum, meselâ (rüzgâr, kasırga) kelimesi gibi, müzekker kabul edilmeleridir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "derken ona (o bahçeye) içinde bir ateş bulunan bir bora isabet etsin..."(Bakara,268) buyurmuştur. Binâenaleyh, hâsıb kelimesi "el-hicâretu taş" anlamında olunca, "kendisinde ateş olan bir bora, kasırga gibi olmuş olur. Soru soranın, bu salıverilen şey, siccildir, ama el-hasbâu (çakıl taşı) değildir ve bu iş, rüzgâr vasıtasıyla değil, melekler eliyle olmuştur şeklindeki soru şıkkına gelince, biz deriz ki, taş savuran her rüzgâra, el-hâsıbu ' denilir. Nasıl böyle olmasın ki? Dolu yağdıran buluta, doluyu çakıl taşlarına benzeterek, "hasba' " ismi verilmektedir. O halde bu kelime, "sicci" hakkında daha niçin kullanılmasın? "Melekler eliyle olmuştur" şıkkına da şöyle cevâp veririz: O rüzgârları harekete geçiren, meleklerdir. Dolayısıyla rüzgârlar, o taşları onların üzerine savurmuştardır. 2) Ayetin ifadesiyle, "Biz onların üzerine, "hâsıb" azabını salıverdik" manası kastedilmiştir. Bu mana, doğruya daha yakındır. Zira bu mana, meleği de hasbâ yi çakıl taşını) da, rüzgârı da ve olması muhtemel olan her şeyi de içine alır. 3) kelimesi, dışındaki diğer kelimelerden daha uygundur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz ... gönderdik" ifâdesi, bir gönderene delâlet eder ki, bu da, o taşları salıveren ve savurandır. Buna göre şayet, "Mananın böyle olması halinde Cenâb-ı Hakk'ın "hâsbeynl iki savuran" buyurması gerekirdi..." denilirse, biz deriz ki, Cenab-ı Hak, mevsufunu zikretmeyince lafız tarafı tercih edimiş oldu.. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "savuran şey, rüzgâr" demiş olur. Çünkü, ayet-i kerimenin maksadı, onun cinsini beyan etmek olup, onun, kimin eliyle gerçekleştiğini beyan etmek değildir. Bu izah, "rüzgâr, müennestir" diyen kimselerin aleyhine bir izahtır. Çünkü orada, müennesliğin terkedilişi, burada, çoğul alâmetinin terkedilişi gibidir. Cenâb-ı Hak, bu salıverme işini, onların yalanlamasına "fa" harfi ile dayandırarak, daha önce Nûh (aleyhisselâm)'ın kıssasında "Göklerin kapılarını açtık.." (Kamer, 11) buyurduğu gibi, "Lût kavmi o uyarıcıları yalanladı da, bunun üzerine biz de salıverdik" buyurmamıştır. Çünkü, bu kıssada, daha önce geçen kıssaların üslubuyla anlatılmıştır. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta sanki, daha önce de dediği gibi, "İşte benim azabım ve tehditlerim nice imiş..." buyurmuş. Kendisine, "Bizim bu konuda bilgimiz yok. Alîm olan sensin, o halde bize o azabı bize haber ver" denilmiş de, o da, "Biz onların üzerine ... salıverdik..." buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifâdenin peşinden, "İşte benim azabım nice imiş?.." demeyişindeki hikmet nedir? Oysa ki Cenâb-ı Hak, diğer üç kıssada hep bu ifâdeye yer vermişti. Biz diyoruz ki, tekrar üçe vardımı, hedefine ulaşmış demektir. İşte bundan dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), üç defa, "Dikkat, tebliğ ettim mi?" demiştir (bu sünnettir). Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Onun nikâhı, bâtıldır, bâtıldır, bâtıldır Tirmizi, Nikah 14 (3/408); İbn, Mace, Nikâh, 15 (/605). buyurmuştur. Hatırlatma üç defa tekrarlandı mı, Üçüncüsü ile tekîd tahakkuk etmiş olur. Biz, Allahü teâlâ'ın, ifâdesini, Nûh (aleyhisselâm) kıssasında "tazîm" (hadisenin büyüklüğünü ifâde); Semûd kısasında beyân ve izah, Âd kıssasında ise, hem tazim, hem de beyan için getirdiğini söylemiştik. Bil ki, Cenâb-ı Hak, bu ifâdeyi, üç kıssada, dörtkez zikretmiştir. Birincisi, inzâr için; diğer üçü ise, hatırlatmak içindir. Çünkü, esas maksat bir defa ile gerçekleşmiştir. Cenâb-ı Hak, (Rahman, 13) ifâdesini, bir kere beyân için zikretmiş, otuz kere de birincisinden başka bir amaç için tekrarlamıştır. Ki bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesini, ilk defanın ta harfinde, üç defa tekrar etmesi gibidir. Binâenaleyh bu, kendisini izah için "Kim bir iyilikle, güzellikle gelirse işte ona bunun on kah. kim de bir kötülükle gelirse bu, o miktardan başkasıyla cezalandırılmaz.."(Enam, 160) buyurduğu "rahmet"ine bir işaret olsun diye, nimetlerini, azabın on katı kadar zikretmiş olmasıdır. Biz bu hususu, Rahman Sûresi'nde izah edeceğiz. Ayetteki, "Lût ailesi müstesna" ifâdesi, neden istisna edilmiştir? Eğer bu istisna, Cenâb-ı Hakk'ın, haklarında "Biz onlara (taş yağdıran) bir fırtına gönderdik..." buyurduğu kimselerden ise, "onlara" ifadesindeki zamir, Cenâb-ı Hakk'ın, haklarında, "Lût kavmi ... yalanladılar." buyurduğu; sonra da, "Biz onlara ... gönderdik" buyurduğu, Lût kavmine râcidir. Ne var ki, Allah, "Onun ailesi de, kavminden olduğu halde, derken böyle bir istisna da bulunmamıştır. Bu duruma göre, Lût (aleyhisselâm)'ın ailesi de yalanlamış olur. Halbuki, hiç de böyle değildir.. Buna şu iki bakımdan cevâp verebiliriz: 1) Ayetteki istisna, ifadesindeki zamirin râci olduğu kimselerden yapılmış olup, bunlar da, Lût (aleyhisselâm)'un kavminin tümüdür. Ne var ki, "Lût'un kavmi... yalanladı" ifâdesi, Hazret-i Lût (aleyhisselâm)'un ailesinin de yalanlayıcılar arasında yer almasını gerektirmez. Çünkü bir kimsenin, her ne kadar orada itaat eden az bir grup olsa dahi, "Falanca beldenin halkı isyan etti..." şeklindeki sözü, doğru olan bir sözdür. Ya bu söz, çok fazla değil, aralarında itaat eden bir iki kişi bulunan topluluk hakkında kullanılırsa ne olur ki! (Yani, haydi haydi doğru olur). Buna göre şeyet, "Ailesi için bir istisna yapmaya gerek yoktur. Çünkü, "Bizonlara ... gönderdik" cümlesi, içlerinden birkaç kişinin kurtulmuş olduğu kimseler hakkında kullanılabilir" denilirse, biz deriz ki: Bu fayda, yalanlayanların helak edildiğinin, iman edenlerin ise kurtarıldığının vurgulanması ile elde edilince, kurtarma işinin zikredilmesi de, bir gaye ve maksat olur. Büyük bir cemaata mukabil az olan kimselerden bahsetmek de maksad olunca, o kastedilenlerin durumunun; istisna ya da ayrı bir cümle ile beyan etmeksizin, meseleyi umûmen zikretmek ve mutlak bırakmak caiz olmaz.. Bunun misali, 'İblis hariç, meleklerin tümü secde etti..."(Sad,73-74) ayetidir. Cenâb-ı Hak burada, gaye ve amaç olduğu için, İblisi istisna etmiştir. Ve yine Cenâb-ı Hak, "Ona herşey verilmiştir.." (Neml, 23) buyurmuş, fakat hiçbir istisnada bulunmamıştır. Zira, bu ifâdenin gayesi, o Sabâ Melikesine nelerin verildiğini beyân etmek değil, sadece ona verildiğini açıklamaktadır. Ama İblis kıssasında, hem "müstesna" hem de "müstesna minh" maksuddur. Bu, Âdem (aleyhisselâm)'e karşı büyüklenenin cezalandırılacağının, tevazu gösterenin ise mükâfaatlandınlacağının bilinmesi için böyledir. İşte, burada da, (yani, azabın gönderilmesi hususunda) böyledir. (Onun için istisna etmiş, müstesna ile müstesna minh'i getirmiştir). Ama, Lût (aleyhisselâm)'un kavminin yalanlamasından bahsederken, oradaki amaç adeta sanki, yalanlayanlardan bahsetmektir. Dolayısıyla istisna yapmamıştır. 2) Bu istisna, kendisine işaret edilen ifâdeden yapılmıştır. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta sanki, "Biz onların üzerine, o kasırgayı salıverdik. Ve o kasırgadan, sadece, Lût ailesini kurtardık" demek istemiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnız zulmedenlere çatmaz... "(Enfâl. 25) ayetinde olduğu gibi, bu salıverme ve helak etme işinin genel olmuş olması da mümkündür. Binâenaleyh, o kasırga, bizzat kendilerine gönderilmesi kastedilen kimseleri helak etmiş, onların çocukları, hayvanları ve meskenleri nevinden olan şeyler ise, yok edilmemiştir. Dolayısıyla da, onlardan, Lût ailesi dışında hiç kimse kurtulamamıştır. Buna göre şayet, "istisna, Lût kavminden yapılmayıp, tam aks ne genel bir durumdan yapılınca, Lût'un da müstesna olması gerekir..." denilirse, biz deriz ki: Lût da, aklen. istisna edilmiştir. Çünkü, onu o helakin içinde bırakıp da, onun ailesini kurtarmanın caiz olmayacağı malumdur. Lût'un da müstesna oluşunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, meleklerin, İbrahim (aleyhisselâm)'a, "Orada Lût da var"(Ankebût. 32) dediği için verdikleri "Biz orada kimin bv'unduğunu çok iyi bileniz. Onu da, evlerini de muhakkak kurtaracağız. Yalnız geri kalacaklardan olan karısı müstesna..." (Ankebût, 32) şeklindeki cevâptır Lût kavmini şayet; Cenâb-ı Hakk'ın Hicr Sûresi'ndeki "Lût ailesi müstesna... Muhakkak ki, biz o ların hepsini kurtaracağız..." (Hicr. 59) ayeti, "Biz, mücrim bir topluluğa gönderil, ik..." (Hicr 58) ayetindeki "mücrimler" ifâdesinden istisna edilmiştir. Halbuki Lût ailesi, mücrim değildi. Dolayısıyla onlar, daha nasıl mücrimlerden istisna edilebilmişlerdir?" denilirse, bunun cevabı da, yukarda bahsettiğimiz gibidir. Binâenaleyh, bu iki cevaptan birisi, "Her ne kadar içlerinde mücrim olmayanlar varsa da Biz, haklarında, "onlar mücrimdirler" hükmü verilmiş olan bir kavme gönderildik..." şeklinde olur. İkincisi ise, "Lüt ailesi müstesna, yok edişi" herkesi kapsayacağı mücrim bir kavme gönderildik.,," şeklindedir. Cenâb-ı Hak'ın, "Bunlan ise bir seher vakti kurtardık" ifâdesi, ya kurtarma vaktinin, yahutta istisnanın keyfiyetinin izahı için getirilmiş "müste'nef" bir kelamdır. Çünkü, o rüzgârın, kâfirleri söküp atıp, mü'minlere ise herhangi bir kötülüğü dokunmamış olduğu bildirilen Âd kıssasından, veyahutta Nûh kavmi hakkında olduğu gibi, Lût ailesi için, belâlara karşı koyan mâni olan bir şey kılınması gibi, Lut ailesinin, Lût kavmi içinde bulunup da şiddetli kasırganın onlara isabet etmemiş olması da mümkündür. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Bunları ise, bir seher vakti kurtardık" buyurmuştur ki bu, "Biz onlara, gecenin sonunda, o beldeden çıkmalarını emrettik" demektir, es-seheru "sabah" vaktinden az önceki zamana denilir. Bunun, gecenin son altıda biri olduğu da söylenmiştir. 35"Tarafımızdan bir nimet olarak... işte şükredenleri biz böyle mükâfaatlandırırız". Bu, "o helak ediş, nasıl tarafımızdan adaletin uygulandığının bir göstergesi ise, bu kurtarış da, tarafımızdan bir lütuftur. Ama, hepsi de, hiçbiri müstesna olmamak üzere helak edilmiş olsaydı, bu da âdil bir davranış olurdu" demek olup, bu tıpkı, Cenab-ı Hakk'ın "Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnız zulmedenlere çatmaz" (Enam, 25) ayeti gibi olmuş olur. Hukemâ şyle demiştir: Bozulan sıhhatini kaybeden bir uzuv; kesilir, ama, o kesilen kısmın kökünü dipten almak için, onun yamsıra, sağlam olan kısımdan da kesilmesi gerekir. Ne var ki, Allahü teâlâ, tam ve mükemmel anlamda seçmeye kadirdir. Binâenaleyh o, muhtardır, hür ve irâde sahibidir. İsterse, hem iman edenleri, hem de yalanlayanları yok edip, sonra da, helak ettiği, o tasdik edenleri, ceza yurduna, mükâfaat yurdu olan cennete koyar; İsterse de sadece, yalanlayanları helak eder.. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, bu ikinci kısma bir işaret olsun diye, "Tarafımızdan bir nimet olarak..." buyurmuştur. (ni'meten) kelimesinin mansub oluşu hususunda, şu iki izahı yaparız: 1) Bu, "mef'ûlün leh"dir. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki, "tarafımızdan olan bir nimet olsun diye ... biz onlan kurtardık!.." demek İstemiştir. 2) Bu kelime, "mef'ûlün mutlak" olarak mansubtur. Çünkü, Allah'ın bu kurtarışı, bir "İnâm"dır, ihsandır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Biz onlara, onları kurtarmamız vesilesiyle lütufta butunduk demek istemiştir. Ayetteki, "İşte şükredenleri biz böyle mükâfaatlandırırız..." cümlesi hususunda da şu iki izah yapılabilir: 1) Açık olan ve müfessirlerin ekserisinin kanaatine göre, bu hususun izahı şöyledir: Allah, iman edenleri, işte bu şekilde dünya azabından kurtarır. Ve onları, helak etmez. Bu, Ümmet-i Muhammed'in mü'min olanlarına, Cenâb-ı Hakk'ın, onları, genel bir imhadan ve herkesi kaplayan kötülüklerden koruyacağı yolunda va'didir. 2) En doğru olan bu açıklamaya göre bu, "Mü'minler için bir va'd ve onlara, âhire yurdunda mükâfaat verileceğini haber veren bir ifâdedir. Buna göre Cenâb-ı Hak, adeta "Biz, onları dünyada iken kurtardığımız, yani onlara nimet verdiğimiz gibi, kaza gününde de, onlara in'âmda bulunup, nimetler vereceğiz" demek istemiştir. Bunu şu da teyit eder: Dünyadaki helaklerden kurtulma, kişinin ayrılmaz bir vasfı değildir. Ama, ahirette, Allah'ın azabından kurtulması ise, ilahî va'd gereğince, kişinin ayrılmaz vasfı olur. Aynen bunun gibi, Allah, şükredenleri, cehennem azabından kurtarır, zalimleri ise orada bırakır. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim dünya menfaatini isterse kendisine ondan veririz. Kim de âhiret mükâfaatını isterse ona da bundan veririz... Biz şükredenleri mükâfaatlandıracağız" (Al-i İmran, 145). ve "işte Allah onların (bu) söylediklerinden dolayı altından ırmaklar akan cennetleri kendileri için ebedî kalıcı olmak üzere onlara mükâfaat olarak ihsan etti" (maide, 65) ayetleridir. Şükreden de mü'mindir. O halde, murad edilenin, onların ahiretteki mükâfaatı olduğu anlaşılmış olur. 36"Andolsun ki (Lût) onlara, azâb ile yakalayacağımızı haber vermişti. Fakat onlar, bu uyarmaları şüphe ile tekzîb ettiler". Bu ifâdede, Lût (aleyhisselâm)'un aklanması ve üzerine düşen görevi yaptığının beyânı bulunmaktadır. Zira, Cenâb-ı Hak, azat etmesini, onların yalanlamalarına dayandırıp, rahmeti gereği azâb etmeyi sona bırakıp, ondan önce ise işleyen ve hedefine ulaşan bir takım uyanlarda bulununca, bu azâb etme işini açıkladı da, "Lût, onları daha önce de inzâr etmişken, onlar onu dinlemeyip, yalanlamalarını devam ettirdiler de, biz de onları helak ettik." buyurdu. (......) kelimesi ile ilgili olarak şu iki izah yapılabilir: 1) Bununla, olmuş bitmiş ve kendisiyle onları korkutmuş olduğu yakalayış kastedilmiş olabilir. Bunun böyle oluşunun delili, "Biz onlara bir fırtına gönderdik..." ayetidir. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, "Daha önce, inzâr ve korkutmak için zikredilmiş olan o şeyi onların üzerine salıverdik..." demek istemiştir. 2) Bu ifâde ile, âhiretteki yakalama kastedilmiş olup, bu, "Çok büyük bir şiddet ve satvetle çarpacağımız gün muhakkak ki biz intikam abalarız..." (Duhan, 16) ayetinde olduğu gibidir. Çünkü, bütün peygamberler kavimlerini, ahiret azâbıyla uyarmışlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Size, alevlendikçe alevlenen bir ateşi haber verdim " (Leyl, 14), "Onlara o yakın günün tehlikesini anlat..." (Mû'min, 17) ve "Çünkü hakikaten biz sîze yakın bir azabın tehlikesini haber verdik" (Nebe, 40) vs. buyurmuştur. Bu izaha göre bunda şöyle bir incelik vardır: Cenâb-ı Hak orada "Muhakkak ki Rabbinin tutması şiddetlidir" (Buruc, 12) buyurmuş, burada ise "tutmamız" demiş de, (......) dememiştir. Çünkü, "Muhakkak ki Rabbinin tutması şiddetlidir" ifâdesi O'nun yakalayışının cinsini beyandır. O yakalamanın cinsi şedid olduğuna göre, ya o yakalamanın en büyüğü nasıl olur? Lût (aleyhisselâm)'a gelince, tebliğde kusur etmiş olmasın diye, kavmine en büyük yakalamadan bahsetmiştir. Ayetteki, "Korkutmaları şüphe ile tekzib ettiler" ifadesi, daha önce geçen "nüzür" kelimelerinin, inzarcılar değil inzarlar manasına geldiğine delâlet eder. 37"Andolsun ki ondan (Lût'un) misafirlerine (bile) kötülük yapmayı kastetmişlerdi. Biz de gözlerini silme kör ettik. İşte azabımı ve tehdidlerimi tadın" (dedi)". "Mürâvede", "revd" masdarındandır. "İrâde" de bu köktendir. Mürâvede, "mütalebe" kelimesiyle eş manalıdır. Fakat mütalebe, zatlar (maddeler) hakkında kullanılır. Nitekim Arapça'da "Zeyd Amr'dan o dirhemleri istedi" denilir. Mürâvede ise, ancak iş-güç hakkında kullanılır. Nitekim Arapça'da "Ondan yardım istedi" denilir. İşte bu sebeple, mürâvede ikinci mef'ûlünü harf-i cerri ile, mütalebe ise "bâ" ile alır. Çünkü iş-güç yapanın iradesine bağlı bir şeydir. Ama madde, bazan insanın irâdesi olmaksızın da bulunur. İşte aradaki fark budur. Binâenaleyh sen "Onun işini bana haber ver" dediğinde, o kimsenin, bizzat bu haberi bu vermesi gerekir. Ama "Bana bunu bildir" denmesi böyle değildir. Bu hususu, meselâ bir kimsenin şu sözü daha iyi ortaya kor "Zeyd bana falancanın gelişini haber verdi" yine "O bana, onun gelişini haber verdi." Çünkü harf-i cerrini kullananın ifadesinden, çoğu kez, o kimsenin gelmesi değilde, geliş keyfiyyetinden haber verme manası kastedilir. Bâ harf-i cerrini kutlanma ise, sadece gelmesinin bizzat kendisini haber vermeyi ifade eder. müfred ve çoğul için kullanılan bir kelime olup, bu hususu Zâriyat Sûresinde anlattık. Bu misafirlere yapılmak istenen kötülüğün ne olduğu ise yine daha önce anlatılmıştı. Lût kavmi, müfsid idiler, bozulmuşlardı. Onlar, Lût (aleyhisselâm)'un yanına giren bir takım misafirler olduğunu duydular ve onlara kötülük yapmak istediler. Ayetteki, "Biz de gözlerini silme kör ettik" ifadesine gelince, deriz ki: Gelen o melekler arasında Cebrail (aleyhisselâm) de vardı. O, bir kanadı ile onların yüzüne çarpıp, gözlerini kör etti. Ayetle ilgili bir kaç mesele var: (......) ifâdesindeki cemî zamiri, eğer Lût kavmine râcî bir zamirse, "gözleri" ifâdesindeki (onlar) zamiri de (onlar) zamiri de onlara râcî olur. Böylece de, Cebrail (aleyhisselâm), Lût kavminin hepsinin gözlerini silme köretmiş olur. Halbuki, Cebrail (aleyhisselâm), onlardan bir kaçının gözlerini böyle yapmıştı. Bunlar da, Lût (aleyhisselâm)'un evine giren ahlâksızlardır. Yok eğer bu zamir, sadece Lût (aleyhisselâm)'un evine girenlere râcî ise, bunlardan daha önce bahsedilmiştir (dolayısıyla bunun onlara râcî olması müşküldür). Bu husustaki görüşünüz nedir? Biz deriz ki: Bu kötülük yapma isteği, Lût kavminin bir kısmındadır. Fakat o kavmin genelde işi-gücü bu olunca, Allahü teâlâ bu mürâvede (kötülük yapma) işini hepsine isnâd etti. Daha sonra bu mürâvede ile belli bir grup kastedildi ki bunlar, gerçekte o kötülüğü yapmak isteyenlerdir. Böylece, "onların gözleri" ifâdesindeki "onlar"zamiri, özellikle onlara râcî olur. Bunun misâli, şu şekildeki sözdür: "Mü'minler namaz kıldılar, böylece onların namazı sahih oldu". Buradaki "onların" zamiri, iman ettikten sonra namaz kılanlara râcî olur, yoksa sadece iman etmiş olanlara râcî olmaz. Çünkü eğer, "iman edenler... onfann namazlan sahîh oldu" demiş olsaydın, bu derli toplu bir söz olmazdı. Fakat, "Namaz kılanların namazlan sahih oldu" desen, söz düzgün olur. Böylece, ayetteki "onların" zamirinin, mürâvede (kötülük yapmayı isteme) işinden sonra, meydana gelen şeye râcî olduğu anlaşılır, 'daki cemî zamiri, şüphe ile tekzîb eden o uyarılmış kimselere râcî olur. Allahü teâlâ burada, "Gözlerini silme kör ettik" buyurmuş, Yasîn'de ise, "Eğer dileseydik, onların gözlerini silme kör derdik" (Yasin ,66) emiştir. Aradaki fark nedir? Diyoruz ki: Bu, Ibn Abbas (radıyallahü anh) sözünü teyid eden türden birşeydir. yünkü rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir. Çünkü "tams" kelimesi ile, "anlamama, idrâk edememe" manası kastedilmiştir. Binâenaleyh onların gözlerine birşey yapılmamıştır. Fakat onlar eve dalmışlar, orada hiçbirşey görememiş ve böylece sanki silme kör kimseler gibi olmuşlar. Yâsîn Sûresi'nde ise, Cenâb-ı Hak, eğer dilerse, onların gözlerini perdeleyeceğini, yani göz kapaklarını birbirine yapıştırarak, gözlerinin üzerinde açılmaz bir deri oluşturacağını, böylece de, gözleri silme kör edeceğini anlatmak istemiştir." ibn-i Abbas (radıyallahü anh)'dan başka müfessirler, onların kör edildiklerini, gözlerinin yüzleriyle bir seviyeye gelip, dümdüz bir levha haline geldiğini söylemişlerdir. Bu nanayı, ayetteki, "İşte azabımı ve tehdidlerimi tadın " cümlesi destekler. Çünkü onlar eğer ısrarlarını sürdürüp de, orada birşey görememiş olsalardı, bu bir azab olmazdı. O halde, İbn-i Abbas (radıyallahü anh)'ın dışındakilerin verdiği manaya göre "tams" bir azabtır. Biz diyoruz ki: Uygun olan şöyle den ilmesidir: Allahü teâlâ burada, olanı nakletmiştr yüzlerinin dümdüz bir levha halini alması onların artık bunu inkâr edemeyişleridir. Çünkü bu olmuş bir hadisedir. Ama Yâsîn Sûresinde Allahü teâlâ onları, mümkün ve kudreti dahilinde olan bu azabla korkutmuş ve böylece de herkesin kabul edeceği ve bilebileceği bir manayı tercih etmiştir. Bu da gözlerin kapalı olmasıdır. Çünkü göz kapaklarının göz üzerinde yapıştırılması, çokça vâkî olan bir durumdur ve bu Allah'ın kudret ve iradesiyle böyle olmuştur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki bu, "Biz onların göz kapaklarını, gözleri üzerinde bir birinden ayırıp, açmazdık" demektir. Bu, mümkün oluşu açık oln ve çokça görülen bir durumdur. Halbuki Lût kavmi için olan "tams", nâdirâttandır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak kabule daha yakın olsun diye burada, (dilemesinden bahsetmeden), doğrudan doğruya "Onların gözlerini tams ettik" (silme kör ettik)" demiştir. Ayetteki, "işte azabımı ve tehdidlerimi tadın" ifadesi, kimden kime bir hitâbtır? Deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) Ayette bir izmâr bulunup takdiri, "Ben, o meleklerce söylenen bir sözle, onlara, "Azabımı tadın" dedim" şeklindedir. 2) Bu, yalanlayan herkese bir hitab olup, "Sizler peygamberleri yalanlıyordunuz. Haydi şimdi azabımı tadın" manasındadır, çünkü onlar yalanlayınca, ister istemez o azabı tadacaklardır. 3) Bu ifâde, örfe göre söylenmiştir, çünkü bir padişah, alabildiğine öfkeli olduğu sırada, bir suçlunun dövülmesini emredip de, suçlu da fena şekilde dövülüp, çığlıklar atarken, padişah onun çığlıklarını duyar ve tam o esnada, "Tad, çünkü sen suçlusun ve bunu hakettin!" der. Ama padişah o azab edilenin, bu sözünü duymayacağını da biliyordur. Fakat yine de onun için böyle söylüyor. Bu çokça kullanılan bir ifadedir. Aynen bunun gibi herkes de, Allah'ın gözetiminde olup, sözlerini duyar. Cenâb-ı Hak, kendisine gazab ettiği bir inatçı kâfire ve isyankâra azab ettiğinde adetâ: "Tad. Çünkü hani sen aziz ve kerimdir"(Duhan,49), "Bu gününüze kavuşmanızın tadını çıkarın!" (Secde, 14) ve "İşte azabımı tadın!" diyor. Halbuki O, bu sözleri ile duyar ve cevap verecek olan birilerini muhatap atmış değildir. Bu, adaletini ortaya koyma olup, "Ben, sana azab edileceğinden, ağlayıp sızlamakla kurtulamayacağından gafil değilim. Ben seni biliyorum. Sen, senden sâdır olan işlerden ötürü buna müstehaksın" demektir. Buna göre şayet, "Bu başında "fa" olmayan bir ifadedir. Fâ ile olanlara gelince, biz, "Bu fâ iledir" demiyoruz. Çünkü genelde Cenâb-ı Hak, "Sizler yalanladınız, o halde tadınız" der. İnzar" (tehdid) nasıl tadılır? Deriz ki: Bu, "Yaptığının cezasını ve gereğini tad" manasında, "Yaptığını tad" demek gibidir. Yine "Yaptığından ötürü bu acıyı tad" denilir. Şu halde ayetteki, "Azabımı tadın" hitabı, Arapların "O acıyı tad" demeleri gibi; "ve tehdidlerimi tadın" ifadesi de, Arapların "Fiilini tad!" demeleri gibi olup, bu ikincisi de, "İnzarlanmdan (uyarılarımdan) gereken, onlara uymamaktan gereken şeyi tad" demektir. İmdi eğer, "Bu izaha göre, inzârın, azab üzerine atfedilmesi doğru olmaz. Çünkü böyle olması halinde ayetin manası, "Azabımı ve uyarılarımdan gereken şeyi yani yine azabı tadın" şeklinde olur. Bu, birisinin, "Azabımı ve azabımı tadın" demesi gibidir" denilirse, deriz ki: Ayetteki, "azabımı" ifadesi, dünyevî azabları; "inzârımdan (gereken azabı)" ifadesi, âhirette olacak olanları manasınadır. Çünkü uhrevi azablarta inzârın izahı daha evvel geçmişti. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, "Peşin (dünyevî) ve tecellî (yani uhrevî) azabımı tadın" demektedir. Eğer, "Bu ikisi, aynı zamanda olacak şeyler değildir. Öyleyse, daha nasıl, iki şey için birden "tadın" denilmiştir?" denilirse, deriz ki: Tecilli olan (âhiret) azabının başlangıcı, dünya azablarının sonuyla bitişiktir. Binâenaleyh ikisi aynı zamanda olan şey gibi olup, tıpkı "Boğuldular ve cehenneme sokuldular" (Nuh, 25) ayetinde olduğu gibidir. 38"Andolsun ki onlara bir sabah, asla bırakmayacak bir azab baskını yaptık". Bu, "O belli kısmının gözlerinin kör edilmesinden sonra, bütün kavmi saran bir azab baskını yaptık" demek olup, bununla ilgili birkaç mesele vardır: Ayetteki, (sabah baskını yaptık) tabiri, bu azabın sabah vakti olduğuna delâlet ediyor. Öyleyse, ayrıca "bükreten" (sabahleyin) denilmesinin hikmeti nedir? Deriz ki: Bu kelimenin faydası, bu azabın o zamanda başladığım anlatmaktır. Binâenaleyh ayetteki, "bühra" kelimesi şu iki şekilde izah edilebilir: a) Bu, zarf olarak mansubtur. Bunun bir benzeri de, (İsra, 1) ayeti hakkında söylediğimiz husustur. Burada şöyle bir inceleme yapılabilir: Zemahşeri, İsrâ Sûresi'ndeki ayetin tefsirinde, "Leylen" kelimesinin getirilişinin hikmetiyle ilgili bir soru sorar ve yine kendisi cevap olarak, "Bu kelimenin nekire getirilişinde, İsrâ hasisesinin, gecenin bir kısmında cereyan ettiğine bir delâlet vardır" der. Bu hususta, kelimeyi (......) şeklinde okuyanların kıraatine tutunur. Ama bu izah açık değildir. Daha açık olan, şöyle denilmesidir: Vaktin müphem bırakılması, sözün sahibinin vakti tayin gayesi taşımadığını ortaya koymak içindir. Bu tıpkı bir kimsenin, mutlaka bir vakitte çıkması gerektiği halde, "zamanların birinde çıktık" der. Böylece çıktığı o vakti belirtmek istemez. Şimdi bu kimse sadece, "çıktık" demiş olsaydı, dinleyen çoğu zaman, "Ne zaman çıktınız?" diye sorabilirdi. Binâenaleyh, "bir zamandır" deyince, maksadının o vakti belirtmek değil, çıktıklarım anlatmak olduğuna işaret etmiş olur. İşte Hak teâlâ'nın bu ayeti, "Erkenlerden birerken zamanda..." manasına; ifâdesi de "Gecelerden bir gece" manasına olup, böylece O, "esas olarak bunların ne zaman olduğunu anlat.nak istemiyorum. Çünkü esas anlatılmak isterken, İsrâ'nın bizzat kendisidir" demek istemiştir. Şimdi Hak teâlâ, "Kulu Hazret-i Muhammet! (sallallahü aleyhi ve sellem) Mescid-i Haram'dan geceleyin yürüttü" demiş olsaydı, bunu duyan, "Hangi gece?" diyebilirdi. Binâenaleyh Allahü teâlâ, "... Bir gece yürüttü" deyince, hem bu soruya meydan vermemiş, hem de "Bunun ne zaman olduğunu anlatmak istemiyorum" demek istemiştir, isterse bu soruyu soran kimse, bu konuda câhil olsa bile... Çünkü böyle bir işi, "O vakit bilemiyorum" diyebilir. Yaptığımız bu izah doğruya daha da yakındır. Bunun böyle olduğunu, İsrâ Sûresi birinci ayet için, anladığına göre, aynı mana ve inceliğin tefsir ettiğimiz bu ayette de kastedildiğini bil. Bu izaha göre ayetteki, ifadesinin, "Allah onlara, kötülüklerine bir karşılık olarak" sabahleyin çarpıldılar" manasına olduğu söylenebilir. Bu tıpkı, "Onları bir elemli azabla müjdele" (Al-i imrân, 21) ayeti gibi, (onlarla bir istihza olur). Buna göre Cenâb-ı Hakk, "sabahleyin baskına uğramış birisi gibi, onlara bu azab erkenden geliverdi" demek istemiştir. Ama birinci izah daha doğrudur. Ayetteki "bükraten" kelimesinin, zarf olarak mansub olduğunu söylememize göre, ifadesi hakkında, İsrâ 1. ayet hakkında yapılamayacak şöyle bir izah da yapılabilir: Bu ifade, "Onlara o azab sabah vakti geldi" manasınadır. Fakat bu fiilin tef'îl babı, yani "tasbîh", çoğu kez, sabahın ilk vaktinden, ortalığın iyice ağarmasından sonraya kadar devam eden zaman için kutlanılır. Binâenaleyh Hak teâlâ, ayrıca "bükraten" buyurunca, bu işin, bu vakit diliminin ilk cüzünde olup, sonraya bırakılmadığını ifade etmiş olur. Bu İzah daha uygundur. Çünkü Allahü teâlâ, "Şüphesiz onların (azabla) randevu vakitleri sabandır" (Hud, 81) ayeti ile, onları bu azabla sabah vakti için tehdid etmiştir. Bu haberin hükmü gereğince, o azab, sabahın ilk vaktinde olmalıdır. Halbuki ayette sadece ifâdesinin getirilmesi, bu inceliği anlatmaz. Bu izah daha güçlüdür. Çünkü sen, "Dün sabah bükreten (erkenden)" ve "Bugün bükreten (erkenden)" denir. Böylece, biraz önce bahsettiğimiz, "erken zamanlardan bir erken zamanda" manasını kastedersin. b) "Bühraten" kelimesi, mefûl-ü mutlak olarak da mansub olabilir. "Ona bir kırbaç vurdum" babından olur. çünkü buradaki "darb" kelimesinin mansub oluşu, mef'ûl-ü mutlak oluşundan ötürüdür. Bazan bu mansub oluş, yine aynı ifadedeki, "sert" (kırbaç) kelimesindeki gibi, mef'ûl-ü mutlak oluşun dışında bir sebepten ötürü olur. (......) ifadesinin, darb çeşitlerinden birisini beyân ettiğini, çünkü dövme işinin bazan kamçı ile bazan da başka şeyle olduğu; ama ayetteki "bükreten" kelimesinin böyle bir hususu beyân etmediği söylenemez. Çünkü diyoruz ki: "Bükraten" kelimesi de böyle bir hususiyeti bir çeşidi beyan etmektedir. Çünkü sabah, bazan erken, bazan ortalığın ağarması vaktinde olur. İmdi eğer,"Aynı hususiyetin, İsrâ 1. ayet hakkında söz konusu olduğu da söylenebilir" denilirse, biz deriz ki: Evet. Buna göre şayet, "Orada, yani İsrâ 1 ayetinde, İsrâ çeşitlerinden bir çeşidin beyânı yer almamaktadır" denilirse, biz deriz ki: Bu, bir kimsenin tıpkı, "Ona bir şey yönünden vurdum" demesi gibidir. Çünkü, her vurmada vurdum" demesi gibidir. Çünkü, her vurmada, mutlaka bir "şey" vardır ve bu, (......) kelimesinin bu gibi yerlerde, mef'ûl-ü mutlak olarak mensûbolduğu söylenebilir. Ayette öyle ifâde edilişinin hikmeti ise, biraz önce de bahsettiğimiz gibi, ilahî maksadın, o yürütüşün türlerine taalluk etmediğini beyândır. Sanki, böyle demiş olan kimse, "Ben o kimseyi neyle dövdüğümü beyan etmek istemiyorum. Kendisine herhangi bir gaye taalluk etmediği için de, beyân etmek mecburiyetinde değilim" demek istemiş, böylece, herhangi bir kimsenin, "Onu, neyle dövdün, kamçıyla mı değnekle mi?" şeklinde soru sormasına meydan vermemiş olur. Durum, Cenâb-ı Hakk'ın, isrâ, ifâdesi için de aynıdır. Böylece Cenâb-ı Hak, "İsrâ"yı sorabilecek kimselerin, soru sormalarına meydan vermemiştir. Çünkü İsrâ, gecenin başında yürümektir. Sery ise, gecenin sonunda yürümek, vb. dir. Ayetteki, (......) kelimesi hakkında şu muhtemel izahlar yapılabilir: a) "Bu, savuşturulması mümkün olmayan bir azâbtır" demek olup, bu azâb onlara yönelir de, onların üzerinde karar kılıp sâbitleşir. Hiç kimse onu bertaraf etmeye, izâle etmeye, def etmeye ve savuşturmaya muktedir olamaz. b) "Bu, devamlı olan bir azâb..." anlamındadır. Çünkü onlar, helak edildiklerinde cehenneme sürülürler. Böylece, onların başına gelen o azâb, adetâ, ölümleriyle son bulmaz, neticelenmez. Çünkü ölüm, dövülen kimsenin, dövülmeden; hapsedilen kimsenin de ha edilmekten ötürü duyup hissettiği o elem ve acıdan kurtarır; ama, ayette sözü geçen kimselerin ölümleri, kendilerini, o azâbtan kurtaramaz. c) "Bu, sadece onların üzerine çullanmış bir azâb olup, başkasına geçmez" demektir ki, bu da, "Bu, Allahü teâlâ'nın onlar için takdir ve takrîr ettiği, böylece de onun karar kıldığı bir hal ve durum (azâb) dur" anlamındadır. Ve bu, tıpkı, "Bu, meselâ, birisinin ekinine zarar verip diğerininkine zarar vermeyen ve tesadüfi bir durum olduğu zannedilen bir dolu gibi, "Bu, onlara tesadüfen isabet etmiş bir durumdur" denilmesi ve "Şayet yerlerinden çıkmasalardı, tıpkı, Lût (aleyhisselâm)'un ailesinin kurtulması gibi, bunlar da kurtulurlardı..." denilmesi gibi değildir. Tam aksine, bu onların peşini hiç bırakmayan bir azâbtır. Zira bu, karar kılmış bir iştir. (......) kelimesindeki "hüm" zamiri, "gözlerini" ifâdesindeki zamirinin kendilerine râcî olduğu kimselere râcîdir. Binâenaleyh, 'daki zamir, yakın olduğu için lafzan onlara; mana bakımından ise, ya "Fakat onlar bu korkutmaları şüphe ile tekzib ettiler" (Kamer, 36) ayetinde anlatılan kimselere, yahutta, "Andolsun ki onlara azâb ile yakalayacağımızı da haber vermiştik"(Kamer. 36) ifâdesindeki "onlara" zamirinin râcî olduğu kimselere râcî olabilir. 39"İşte tadın benim azabımı ve tehditlerimi". Cenâb-ı Hak bu ifâdeye yeniden yer vermiştir, çünkü, ilgili azâbtan iki kez bahsedilmiştir ki, bunlardan birisi, Hazret-i Lut (aleyhisselâm)'un misafirlerine (meleklere) kötülük yapmak isteyenlere tahsis edilen, diğeri ise Lût (aleyhisselâm)'un bütün kavmini kapsayan azâbtır. 40"Andolsun ki biz Kur'ân'ı düşünmek için kolaylaştırmışadır. O halde var mı düşünen?". Biz bu ayeti, defalarca tefsir ettik ve hangi sebepten dolayı getirildiğini de tekrar tekrar beyân ettik. 41Âyetin tefsiri için bak:42 42"Andolsun ki Firavun hanedanına da tehditler gelmişti. Onlar bizim ayetimizin hepsini yalanladılar. Biz de kendilerinin çok kuvvetli, kudretli zatın yakalayışıyla yakaladık". Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır: "Firavunmun kavmi" yerine, "Firavun hanedanı, âli..." denmesinin yararı nedir? Biz deriz ki: "Kavm" kelimesi, "âl, hanedan" ifâdelerinden daha genel bir ifâdedir. O halde "kavm", başkasının, idarelerini üstlendiği, yahut da, başkanın emrini yerine getiren herkes; "âl, hanedan" ise, hayırlarının olsun, serlerinin olsun, varıp kendisini bulduğu reis yahut hayrın da şerrin de kendisine râcî olduğu kimse demektir. Binâenaleyh, o başkasını tanımayan, onu görmeyen, sadece ismini duyan uzak bir kimse, o kimsenin "ili, hanedanı" değildir. Bu farkı anladığına göre, biz diyoruz ki: Musa (aleyhisselâm) hariç, bütün peygamberlerin kavmi içinde, hepsini ezip geçen ve onları aynı noktada toplayan hâkim bir kişi yoktu... Onlar, kimileri idareci, kimileri de tebaa idiler. Başkanlar, idareciler çoğalınca da, hiç kimsenin hiç kimse üzerinde bir nüfuzu ve etkisi kalmaz.. Bunlardan, mislinin misline karşı (müdürün müdüre karşı) böyle oluşları açıktır. Ama, meselâ, alt tabakaya gelince, bu hususun böyle olması da, onların, o reislerden birine sığınıp başına gelebilecek o kötü şeyi, bu idareci sayesinde bertaraf etmesiyle oluyordu.. Böylece de her biri, kendi başına olmuş oluyordu. Binâenaleyh peygamber gönderme İşi, o liderlerin tümüne birden oluyordu. Ama Firavun gelince, o herkesi ezip geçen bir diktatördü. Böylece onları az ya da çok her hususta, kendisine hiç muhalefet edemeyecekleri bir hale getirmişti. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Firavun'a, sadece ona, işte o peygamberin, yani Musa (aleyhisselâm)'ya gönderdi. Ne var ki, meselâ Karun gibi, Firavunun nezdinde, kendisine yakın olan maiyyeti de vardı. Karun'u, o büyük ve çok malından Hâman'ı da zekâsından dolayı yanına almıştı. Böylece Cenâb-ı Hak, bu gönderme işinde, bunların tümünü (Firavun, Karun, Haman) nazarı dikkate almıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, pekçok yerde, meselâ, "Andolsun ki Biz, Musa'yı ayetlerimizle Firavun ve onun topuluğuna gönderdik..." (Zuhruf, 46), "... ayetlerimizle, Firavun'a, Hâmân'a ve Karun'a gönderdik" (Gafir, 24), Ankebût'ta da, "Kârûn, Firavun ve Hâmân... Andolsun ki, onlara Musa gelmişti" (Ankebut, 39) buyurmuştur. Çünkü, bunlar şayet, iman etmiş olsalardı, bunların dışında katmış olan herkes iman ederdi. Ama, bunlardan önce ve sonra gelen topluluklar ise böyle değildir.. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki Firavun hanedanına da tehditler gelmlişti.." buyurmuş ve genel olarak da bu ifâdeyi kullanmıştır. Meselâ, "Firavun hanedanını, en şiddetli azaba sokunuz" (Mü'min, 46) ve "Firavun Şilesinden olup imânını gizlemekte bulunan bir mü'min (şöyle) dedi... "(Mümin.28) buyurmuştu. Cenâb-ı Hak, (el-Mele'u) lafzını da çokça kullanmıştır. Cenâb-ı Hakk burada, buyurup, başkaları hakkında ise dememiştir. Çünkü Musa (aleyhisselâm), Firavun hanedanına, diğer peygamberlerin kavimlerine gelişi gibi, gelmemiştir. Tam aksine, bunlara, hakikî anlamda (kelimenin hakikî anlamında) gelmiştir. Çünkü o, bu topluluğun dışında idi. Derken, bundan sonra onlara geldi. İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Hak, "Vaktaki elçiler Lût (aleyhisselâm) ailesine geldi.." (Hicr, 8) buyurmuştur. Hakiki manada Cenâb-ı Hakk yine, "Andolsun ki size, içinizden bir peygamber geldi... "(Tevbe, 128) buyurmuştur. Çünkü o, onlara, Allah'tan, Mirâç'tan sonra semâvattan gelmiştir. Ve bu tıpkı, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kavmine, Tûr'dan hakikî anlamda gelmesi gibidir. Eğer, nüzür kelimesi ile, "uyarılar, tehditler, manası kastedilirse, -ki açık olan budur-, Musa (aleyhisselâm)'nın diliyle ve eliyle onlara gelen kelâmı, İşte bu uyarılardır. Yok, eğer bu ifâde ile, "Peygamberler, uyarıcılar" kastedilmişse, bu, Musa (aleyhisselâm) ve Harun (aleyhisselâm)'un ve bunlardan önce gelen bütün peygamberlerin ona gelmesi demektir. Çünkü, bütün peygamberler, Musa (aleyhisselâm) ve Harun (aleyhisselâm)'un söylediği, Allah'ın birliğini, O'na İbâdet etmeyi talîm etmişlerdir. Bu ifadeden sonra, Cenâb-ı Hakk'ın, başına fâ getirmeksizin, "Onlar bizim ayetlerimizin hepsini yalanladılar" buyurması, ilgili yalanlamanın, bu gelişe varıp dayanmasını gerektirir. Bu hususta şu iki izah yapılabilir: 1) Söz, Cenab-ı Hakk'ın, "Andolsun ki Firavun hanedanına da tehditler gelmişti" ifadesiyle noktalanmıştır; "yalanladılar" ifadesi ise, yeni bir cümledir; "onlar..." zamiri, (bu sûrede) Nûh (aleyhisselâm)'un kavminden Firavun hanedanına kadar gelip geçen herkese şamildir. 2) Bu kıssa da, daha öncekilerin üslûbunda gelmiş olan bir kıssadır. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, "İşte benim azabım ve tehditlerim nice imiş. Muhakkak ki onlar, bizim ayetlerimizin tümünü yalanladılar. Böylece de biz onları... yakaladık." demek istemiştir. Birinci izaha göre, "Ayetlerimizin tümünü" ifadesinin manası açıktır. İkinci izaha göre, bu ifadeyle, Musa (aleyhisselâm)'nın yanındaki ayetler kastedilmiştir ki, müfessirlerin ekserisinin görüşüne göre de, o dokuz mu'dzedir. Ayetlerimizin tümünü" ifadesiyle, onların, Allah'ın ayetlerini, yani aklî ve nakli tüm ayetlerini yalanlamış olmaları da kastedilmiş olabilir. Çünkü her şeyde, kişi için, Allah'ın birliğine delâlet eden deliller bulunmaktadır. Cenâb-ı Hakk'ın, onları yakaladık" ifadesi, onların, ya kaçkın köleler gibi olduklarına, yahut da, asî olduklarına bir işarettir. Çünkü, bir idareci birisini hapsettiğinde, "Emir, falancayı yakaladı" denilir. Ayetteki, "çok kuvvetli, kudretli..." ifadesinde ise, şöyle bir incelik bulunmaktadır: "Azîz" kelimesiyle, "gâlib, üstün, baskın olan" kastedilir. Ancak ne var ki "aziz", bazan, düşmanını yenen ve ona gâlib gelen anlamında kullanılır. Birinci anlama göre "azîz" olan, eğer kaçıyorsa, uzak olduğu için; yok, eğer muharip ise, karşı koymasından dolayı, karşısındakini yakalama imkânını elde edemez. İşte bu sebepten dolayı, "Âciz olmayan, ama fırsat veren bir galibin yakalayışıyla..." buyurdu. 43"(Ey Kureyş), sizin kâfirleriniz (bütün) bunlardan daha mı üstündür? Yoksa (semavi) kitaplarda sizin için bir beraet mi var?". Ayetin bu ifâdesi, onların o azâbtan emîn olmamaları, gevşememeleri için dikkatleri çekmek gayesiyle getirilmiştir. Çünkü bunlar, o helak olmuş olan kimselerden daha üstün değillerdir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır: Ayetteki hitap, Mekkelileredir. Binâenaleyh, onların, kâfirlerinin, kendilerinin bir parçası olması gerekir. Aksi halde Cenâb-ı Hak, "Sizler, onlardan daha mı hayırlısınız?" derdi. Binâenaleyh, onların kâfirleri kendilerinin bir kısmı olunca, Cenâb-ı Hak, tıpkı bir kimsenin, "Bize, kerîm kimseler geldi de, biz de onlara ikram ettik..." deyip de, "Biz de size ikram ettik..." demeyeceği gibi, "Yoksa onlar için..." demeyip de, daha nasıl, "Yoksa sizin için... bir beraet mi var?" demiştir. Buna şu iki bakımdan cevap verebiliriz: a) Bu, "Sizin, küfrünüzü devam ettiren ve o küfründen dönmeyen kâfirleriniz mi..." takdirindedir. Bu böyledir, zira, bu hitabın yapıldığı gün, Mekkeliterden büyük bir kâfir topluluğu, bu azabın olacağına kesinkes inanmışlardı. Halbuki, böyle bir azâb, ancak, ilgili kavmin arasında artık iman edecek bir kimsenin kalmadığı bilindikten sonra tahakkuk eder. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak adetâ, "Ey Mekkeliler, sizden küfründe ısrar edenler mi daha hayırlı, yoksa daha önce küfürde ısrar edenler mi?" demek istemiştir. Böylece de, ayetin tehdidinin onların bir kısmı için olmuş olması mümkündür. Cenâb-ı Hakk'ın, "yoksa sizin için ... bir beraet mi var?" hitabına gelince, bu hususta da şu iki izah yapılabilir: a) "Yoksa, sizin topunuz için bir beraet mi söz konusudur ki, böylece kendisini beraeti olan bir toplum içinde hissettiği için, sizden küfründe ısrar edenler hiç tınmıyor?!" b) "Yoksa, eğer ısrar ederseniz, sizin için beraet mi var?" Böylece, hitap da, tehdit de umumî olmuş olur, ama, "ısrar ederseniz" şartı, ayette zikredilmemiş olur. Ayetteki, ifâdesi ile ne kastedilmiştir? Çünkü, meselâ bir kimsenin "daha iyidir, daha güzeldir" ifâdesi, birinin diğerine üstün olmasıyla beraber, iki şeyin "güzel..." sıfatında müşterek olmasını gerektirir. Halbuki, bunlarda ne hayır, ne de güzellik namına bir şey vardır!.. (Ne dersiniz?). Biz deriz ki, buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz: 1) Böyle bir ortaklığı gerekti ren herhangi bir şey yoktur. Bunun delili, meselâ, Şair Hassân'ın "Ona denk olmadığın halde, sen onu hicvedip kınıyor musun? Şu halde, sizin kötülükleriniz hayırlarınızı alıp götürmüştür". Oysa ki "hayır", sadece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "şer" ise, onu hicveden kimseye mahsus olup, bu ikisi, bu iki şey hususunda müşterek olamazlar. 2) Bu ifâde, onların iddia ve zanlarına göre söylenmiş olan bir ifâdedir. Yani, "Sizin kâfirleriniz, kendilerinin, helak olup giden önceki kâfirlerden daha hayırlı, daha iyi olduğunu iddia mı ederler? Halbuki, eskiler de kendilerinin daha iyi olduğunu iddia etmişlerdi" demektir. Yine bu ifâdenin, önceki putperestlere, peygamberlerini yalanlayıp, "ilahî helaklerin, meselâ, yıldızların kötü bir biçimde bir araya gelmesi gibi, göksel sebeplerle olduğunu" söyleyenler ile ilgili olması da muhtemeldir. 3) Bu, "Sizin kâfirleriniz mi daha kuvvetlidir?.." takdirindedir. Buna göre, Cenâb-ı Hak adeta sanki, "Sizin kâfirleriniz mi kuvvetçe daha hayırlı? Halbuki, örfen kuvvet beğenilen bir şeydir!.." demek istemiştir. 4) Her mümkün varlıkta, iyi ve kötü sıfatlar bulunabilir. Binâenaleyh, iki şeyde gûzet olanlarına bakıp, onlardan birisini diğeri ile karşılaştırdığında, işte burada, (birinin diğerinden daha iyi olduğunu belirtmek için), "hayır" lafzı kullanılabilir. Kötü sıfatlarda da böyledir. Ki, (iki kötü sıfat birbiriyle mukayese edildiğinde), burada "daha kötü" anlamında olan "şer" kelimesi kullanılabilir. Binâenaleyh, sen meselâ, iki kâfiri değerlendirip, bunlardan birisinin diğerinden daha berilik olduğunu söylediğinde, bunlardan birisinin, diğerinden güzellik ve iyilik bakımından daha hayırlı olduğunu kastetmiş olursun. Yine sen, sana eziyyet veren iki mü'mini değerlendirdiğinde, bunlardan birisinin diğerinden daha kötü olduğunu söyleyebilirsin ki bu, "iman açısından değil de eziyyet açısından böyledir" demektir. İşte, ayetteki, (......) ifâdesi de böyledir. Çünkü değerlendirme, onları o azâbtan kurtarmaya elverişli şey hakkında yapılmıştır. Binâenaleyh bu tıpkı, "Sizin kâfirlerinizde, o özelliklerde olmayıp da, sizinkileri o ilahî azabtan kurtaracak bir şey mi var da, böylece bunlar daha hayırlıdır?! Yoksa, sizinkilerde, onları azabtan kurtaracak bir haslet yok da, ne var ki Allah, onlardaki hasletten dolayı değil, kendi fazlından dolayı onları o azabtan emin kılacaktır?.." denilmiş olması gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksa (semavi) kitaplardan sizin için bir beraet mi var?" ifâdesi, kurtuluş sebeplerinden bir diğerine işarettir. Zira, kurtuluş, ya onlarda mevcut bir şey sebebiyle olur, ya da böyle olmaz.. Eğer onlarda mevcut olan bir şey sebebiyleyse, bu sebep, onlardan önce yaşayanlar da, mevcut olmaz, böylece de bunlar onlardan daha hayırlı olmuş olurlar. Yok, eğer onlarda mevcut olan bir sebepten dolayı olmaz ise, o zaman bu, Allah'ın lütfü, onlara olan müsamahası ve onları o azabtan emîn kılmış olması ile olur. Böylece de onlara, "Siz onlardan daha mı hayırlısınız ki, bu sebeple helak olmayacaksınız; yoksa, onlardan daha hayırlı değilsiniz de, ancak ne var ki Allah sizi emin kılmış da, onları helak etmiş?! Halbuki, bunların hiçbirisi söz konusu değildir. Binâenaleyh, bundan emin olamazsınız?" demek istemiştir. Ayetteki bu ifâde, şöyle bir inceliğe de işaret etmektedir: insan, ancak, emin olacağına dair kesin bir hüküm bulunduğunda, yahutta, söz konusu durumu kesinlik haline yaklaştıran ipuçları bulunduğunda, kendisini emin hissedebilir.. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Sizin için, güvendiğiniz bir beraet var da, bu beraet diğer semavî kitaplarda tekrar mı edilmiştir?" demek istemiştir. Çünkü diğer kitaplarda bulunan şeyler, çoğu kez te'vîle muhtemeldir. Yahutta, Tevrat ve İncil gibi, tahrifat ve tebdilata uğramışlardır. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak "Sizin için, diğer kitaplarda tekrarlanan, sayesinde o azâbtan emin olacağınız bir beraet mi vardır? Eğer böyle olmamışsa, emin olmak söz konusu olmaz" demek istemiştir. Ne var ki, böyle bir beraet, ne (genel olarak) kitaplarda, ne tek bir kitapta, ne de kitaba benzer bir şeyde yer almamıştır. Dolayısıyla onların kendilerini emin hissetmeleri, aşın gafletlerinden olur. İşte bu noktada, mü'minin üstünlüğü ortaya çıkar. Çünkü mü'min, kendisine hiçbir taraftan bâtılın yaklaşamadığı kitabta va'dler bulunmasına rağmen, vaîd, tehdit, ayetlerinde tahsis İhtimali bulunduğu için, velî ve peygamberler derecesine ulaşsa bile, kendisini emin hissedemez. Zira tehdit ayetlerinde tahsis ihtimali olup ümmetten herbir kişi istisna edilenlerden olabilir. Dolayısıyla dünyada kâfir güvenlik, mü'min endişe içindedir. Ahirette ise durum aksinedir. 44"Yoksa onlar, "Biz (peygamberlerden) intikam almaya muktedir bir cemiyyetiz" mi diyorlar?". Bu ifâde, kurtuluşun kısımlarını, beyânını tamamlamak ve hasr için getirilmiş bir ifâdedir. Zira kurtuluş, ya azabtan kurtulan kimse bunu hak ettiği için olur; ki bu, bir hükümdarın, bir topluma azâb ettiğinde, bunların içinde kendisine iyilikte bulunan birisini görüp de ona azâb etmemen gibidir; yahutda, kurtulan o şahısta bulunan bir şeyden dolayı bulunur. Ki bu da, hükümdarın, o toplum içinde küçük çocuğu bulunan veyahutda zayıf bir annesi bulunan bir kimseyi görüp ona acıması gibi... Bu, her ne kadar buna lâyık değilse de, kurtuluş onun için takdir edilmiştir. Yahutda, ne, sayesinde kurtuluşu hak edeceği bir şey onda vardır, ne de, azâb görenin bizzat kendisinde merhameti gerektiren bir şey vardır. Ancak ne var ki hükümdar, kimsenin yardımlarının çokluğu ve kardeşlerinin bağlılığı ve ısrarı sebebiyle onu cezalandırmaya kadir olamaz. Bu da, bir kimsenin, o kraldan kaçıp da, o krala mâni olacak bir orduya sığınması gibidir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, ilk iki kısmın olamayacağını söylediği gibi, üçüncü kısmın, yani taraftar ve dostlardan da yararlanılmayacağım da söylemiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Bu mesele, ayetler arasındaki münasebetin güzelliği hususunda olandadır. Zira, zâtı gereği bir şeye müstehak kimse, kurtuluşa, kendisine acınılandan daha yakındır. Çünkü, zâtı gereği hak etmiş kimsede, azabın sebebi mevcut değildir. Ama, merhamet olunanda ise, azabın sebebi mevcuttur, ama o azaba mani olan bir şey mevcuttur. Azâb etme sebebi kendisinde mevcut olmayan kimse için, o azâb asla tahakkuk etmez. Ama, sebep mevcut da, başka bir mâni bulunan kimse için, bu mâni, o azabı def etmeyebilir... Azâb edilmek istenen kimsenin bizzat kendisinde mevcut olan mâni, başkası sebebiyle de ondan daha kuvvetlidir. Çünkü, kendisinde bulunan bu mâni, o azaba sebep olan fiilin yapılmasına mâni olur. "Dâî, sebep olmadığında ise, fiil gerçekleşemez. Başkasından yararlanma yoluyla söz konusu olan mâni ise, ona kesinlik ve katiyyet duygusu sağlayamaz. Tam aksine, çalışır ama, genelde mağlup olur. Böylece de onun gördüğü azap, daha öncekinden kat kat fazla olur. Arna, kendisi için merhamet duyduğu ve rahmetinin kendisi için mâni olduğu kimse ise böyle değildir. Çünkü rahmet, her ne kadar ona mâni olmasa bile, ancak ne var ki, onun suçunu, yükünü yer ve hepsini artırmaz. Azabtaki fazlalık ise, güç getirildiği zamandır. İşte bu, son derece güzel bir tertiptir. Ayetteki, ifâdesi hakkında, şu iki şey söylenebilir: 1) Çokluk... 2) ittifak, birlik... Buna göre sanki, Cenâb-ı Hak, "Onlar, "Biz kalabalığız... İttifak etmiş bir toplumuz.. Dolayısıyla bizim için zafer, intikam sözkonusudur.." mu diyorlar?' demek istemiştir. Müfret lafızlardan hiçbirisi, bu ifâdenin yerini tutamaz. Biz bunda, iki anlam bulunduğunu söyledik, zira, cem' kökü, asıl harfleri olan cim, mim, ayn ile, "cemâat" anlamına delâlet ettiği gibi, vezni ile de buna delâlet eder. Ki, "faîl", "mef'ûl" anlamında olup, bu kalıp, onların mutaassıp ve tutkun cemiyyetlerini bir araya getirdiklerine delâlet eder.. Şöyle de denebilir: Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e uyanlara değer vermediklerine işâaret olsun diye, "Biz bir bütünüz; hiç kimse bizden ayrılamaz.." demişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Nûh (aleyhisselâm) hakkında, (kavminden naklen), "Dediler ki: "Arkana hep bayağı kimseler düşmüşken biz sana iman eder miyiz?" ismi, mi) ve "... en aşağı tabakalarımızdan başkasının sana tâbi olduğunu da görmüyoruz..."(Hûd,27) buyurmuştur. Bu izaha göre ifâdesindeki tenvîn, muzâfun ileyh'ten bedel olarak gelmiş olan bîr tenvîn olmuş olur. Buna göre onlar adeta, "Biz, insan topluluğuyuz ... (başkası değil)!" demek istemişlerdir. Ayetteki, (......) çoğul zamiri olduğu halde, (......) muntasır kelimesinin müfret getirilmesinin sebebi nedir? Biz deriz ki: Bu, birinci izaha göre açıktır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, son tahakkuk edecek olan cezayı haber olarak tavsif etmiştir. Ve bu tıpkı bir kimsenin, "Siz, intikam alan bir cinssiniz; onlar ise, gatib gelen bir ordu, topluluktur" demesi gibidir. (......) kelimesi, "el-cinsu" kelimesi gibi, lafzu müfret manasında da çokluk bulunan bir cemî kelimedir. İkinci izaha göreyse, kelimenin "ittifak etmiş toplum" anlamına gelmesi halinde buna şu iki yönden cevâp verebiliriz: 1) Mâna, "Bunlar, kendilerine itibâr edilmeyenler hariç, hiç kimsenin kendileri dışında kalmadığı, ittifak etmiş bir topluluktur..." şeklinde olur. Ne var ki, izafet yapılmayıp da kelimenin sonuna tenvîn gelince, aslında nekireymiş gibi oluverdi de, dolayısıyla, lafzına nisbetle nekire bir kelime ile tavsif edilebildi. Böylece de, izafet halindeki manasına dönüşüverdi. 2) Bu ifâde, ikinci bir haberdir! Çünkü, iki haberden birisinin marife, diöerinin nekire olması caizdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O, çok mağfiret eden, çok sevendir. Arşm sahibidir... Pek yücedir. Ne dilerse hakkıyla yapandır..." (Bürûc, 14-16) buyurmuştur. (......) kelimesi, haber olan diğer kelimeler marife olduğu halde, nekire gelmiştir. Bu izaha göre, ayetteki (......) kelimesi, yakınındaki lafzından dolayı, müfret getirilmiştir. Şöyle de denilebilir: (......) ifâdesindeki (......) kelimesi, "her biri" anlamındadır. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak adetâ sanki, (onlar adına), "Bizim herbirimiz, intikam alanlarız..." demek istemiştir, ki, bu tıpkı senin, "Onlardan herbiri kuvvetlidir", "her biri alimdir" anlamında demen gibidir. Böylece çoğul sigası terkedilmiş, haber herbirini ilgilendirdiği için, tekillik tercih edilmiştir. Buna göre, tıpkı, Übeyy ibn Halef el-Cumahî'nin dediği gibi, onlar, "Bizden herbiri tek başına (Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i) yener.." demek istemişlerdi. Mananın böyle olması halinde, burada şöyle bir incelik bulunmaktadır: Onlar, kendilerini herbirini galip olduğunu, üstün geleceğini iddia etmişler, Allahü teâlâ da, onların tümüne birden, "Yakında o cemiyyet bozulacak, onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır" (Kamer, 45) ifadesiyle reddiyede bulunmuştur. 45"Yakında o cemiyyet bozulacak, onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır". Onlar, herbirinin, tek başına Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yenecek güçte olduklarını söylemek suretiyle, kapsamlı bir kuvvetlerinin bulunduğunu iddia etmişler, Allahü teâlâ da, onların tümüne şamil olan ve çok aşikâr bir biçimde görünen zayıflıklarını arkalarını dönüp kaçacaklar" ifadesiyle ortaya koymuştur. Dübür Kelimesinin Tekil Gelmesi Burada, şöyle bir soru bulunmaktadır ki, bu da şöyledir: Allahü teâlâ, burada demeyip, buyurmuş, ama başka yerlerde, meselâ, (Al-i İmran, 111), (Ahzab, 15) ve (Enfâl. 15) buyurmuştur. Kelimenin burada müfret getirilmesi nasıl izah edilebilir ve diğer yerlerle arasındaki fark nedir? Biz deriz ki: Bunun böyle söylenebileceği açıktır. Çünkü, bir kimsenin "onlar yaptılar" şeklindeki sözü, tıpkı, "Bu yaptı" "o yaptı" ve "diğeri yaptı" demesi gibidir. Nitekim alimler, "Cemîlerde atıf vavı yerine geçen bir mana vardır" demişlerdir. O halde, ayetteki ifâdesi, "Bu arkasını çevirecek; o arkasını çevirecek; diğeri arkasını çevirecek..." mesabesinde olup, "herbiri arkasını çevirecek" demektir. Buradaki farka gelince, bu fark, ayet sonlarının iktizâsından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla burada müfret getirmek, güzel ve yerinde olmuştur. Binâenaleyh, ayetteki müfretlik ifâdesi, "arkalarını çevirme" hususunda kendilerinin bir tek vücut gibi olduklarına; hiçbirinin o topluluktan geri kalmayacağına ve hiç kimsenin, harp sahasından geri kaçmayacağına bir işarettir. Binâenaleyh, onlar, arka çevirme hususunda "tek bir arka" gibi olmuş olurlar. Ama, meselâ, (Enfal, 15) "Onlara arkalarınızı dönmeyiniz" ifâdesine gelince, orada bulunan herkesin, kendisinin oraya adetâ çivilenmesi ve dönüp kaçmaması gerektiği ifâde edilmiştir. Binâenaleyh, orada yasaklanan, onların tümünün birden dönüp kaçmalarıdır. Hatta, onlardan birinin dahi dönüp kaçması nehyedilmiştir. Dolayısıyla da, herbir kişi, tek tek arkasını çevirmekten nehyolunmuş. Bu sebeple de, onlardan herbiri yalnız başına, ayetin bu ifâdesine muhataptır. hitabıyla, fiil çoğul getirilince, bu iş ancak, ifadesiyle tamamlanabilmiştir. (Ahzâb. 15) ayeti de, "herbiri..." anlamında olup, bunlanrdan herbiri adetâ, "Ben kendimi orada şahit tutacağım, arkamı dönmeyeceğim.." sözünü vermiş olur. inayetine gelince, bu ifâde ile, yahudilere söz veren münafıklar kastedilmiştir ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlan bir topluluk zannedersin. Oysa ki, kalbleri darmadağınıktır.." (Haşr, 14) ayetinin delaletiyle, onların bölük pörçük oldukları anlaşılmıştır. Ama bu ayette ise, onların, kendileri dışındakilere karşı, tek el, tek güç oldukları belirtilmiştir. 46"Daha doğrusu onlara va'dolunan asıl (azâbın) vakti, o saattir. O saat, daha belâlı, daha acıdır". Bu ayet, ilgili şeyin, onların bozulup kaçmalarına, sırtlarını çevirmelerine, işin bununla kalmayacağına, tam aksine bundan daha da feci olacağına, onlara verilen randevunun saat olduğuna bir işarettir. Zira, Cenâb-ı Hak, dünyada onların başına gelen bozgundan bahsetmiş, daha sonra da, ısrarla, başlarına vereceği asıl belayı beyan etmiştir. Bu müfessırlerin ekserisinin görüşüdür. Halbuki görünen odur ki, "kıyamefle yapılan inzâr, daha önce gelmiş geçmiş herkesi kapsayan bir inzardır. Buna göre, âdeta, Cenâb-ı Hak, "Senden önce gelmiş geçmiş, kâfir olmuş ve küfürlerini sürdümüş kimseleri helak ettik. Muhamrred (sallallahü aleyhi ve sellem)'in (senin) kavmin, onlardan daha hayırlı değildir. Eğer ısrar ederlerse, onların başına gelen şey, bunların da başına gelir. Sonra, (bilki) dünya azabı, verilen cezayı tamamlamak için değildir. Cezanın tamamlanması devamlı ve çok acıklı olan bir azab ile olacaktır" demek istemiştir. Randevunun Kâfirlere Mahsus Kılınması Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: Kıyamet herkes için bir randevu (buluşma) yeri ve zamanı olduğu halde, ayette kıyametin sadece onlar için randevu olarak belirtilmesinin hikmeti nedir? Biz deriz ki: Mev'id (randevu), kendisinde va'd ve va'îdin olduğu zamandır. Mü'mine hayır vazedilmiştir ve sabır ernrolunmuştur. Binâenaleyh mü'min, "Bu ne zaman olacak?" demez, aksine bunu Allah'a bırakır. Kâfir ise, bunu kabul edip inanmadığı için, hep "Azab ne zaman olacak?" der durur da, ona, "Sabret, kıyamet günü gelecek o" denilir. İşte bundan ötürü, kâfirler, "Bizim amel defterimizi acele ver (de görelim)" (Saad, 16) demişlerdir. Cenâb-ı Hak da, "Senden azabı çarçabuk (getirmeni) isterler" (Ankebut, 53) buyurmuştur. Ayette (daha belâlı) diye ifade edilen şey, hangi şeyden daha belâlıdır? Deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Bu "Size daha önce bahsedilen dünya azabı çeşitlerinden, o kıyamet daha belâlıdır." demektir. b) Bu, "Bu saat, belâların daha belâlısıdır. Bunun üstünde daha belâlı bir şey yoktur" demektir. Ayetteki, "daha acı" ifadesiyle ne kastedilmiştir? Deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Bu ifade, mürr kelimesinin mübalağalısıdır ve daha önce geçen, "Azabımızı tadın" ayeti ile "Tadın cehennemin dokunuşunu"(Kamer,48) ayetine uygundur. Bu izaha göre, "edha", daha güçlü "emerr" ise, daha acı demektir. O halde, daha güçlü ve daha acı arasındaki fark şudur: Daha güçlü, o azabı, hiç kimsenin kuvveti ile ona dayanamayacağına ve onu savuştu ram ayacağına bir işarettir. Bunu şöyle bir misalle açıklayalım: Âciz ve zayıf birisi, kendisine galip gelecek bir suya, yahut kendisinden kurtulamayacağı bir ateşe atılsın. Güçlü birisi de bir denize, yahut da kuvvetli bir ateşe atılsın. Bu ikisi, acı ve azab bakımından eşit oldukları gibi, azabın elem verişinden de eşittirler. Fakat şiddette farklıdırlar. Çünkü zayıf kimsenin, o zayıf sudan bir yardımcı desteği ile kurtulması mümkündür. Ama kuvvetli kişinin, o denizden kurtulması mümkün değildir. b) (......) kelimesi, (......) kelimesinin mübalağasıdır. Çünkü o kıyamet, herkesin uğrağı olacaktır. Binâenaleyh bu kelime, bu işin devamlılığına bir işarettir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak sanki, bunun daha çetin ve daha sürekli" olduğunu söylemiş olur. Bu, âhiret azabına mahsus bir ifade olmuş olur. Çünkü dünya azabı, ne kadar çetin ve ileri olsa bile, ancak azab göreni öldürür ve işi biter, devam etmez. Eğer öldürmeyecek biçimde sürerse, bu durumda da şiddetli ve çetin değil demektir. c) Bu kelime, (güçlü) manasına olup, "şiddetli" demek olan (......) kökündendir. Bu izaha göre, bu, ya bir kimsenin, "Falanca nahif ve nahîl (zayıf ve güçsüz); falanca ise kavî ve şedîddir" deyip de, te'kid olmak üzere, müteradif kelimeleri kullanması gibidir ki bu izah zayıftır, ya da "edha" kelimesi, ism-i fail olan "dâhiye" (belâlı) kelimesinin mübalağası olup, birisinin başına güç bir şey geldiğinde kullanılan, "Falanca iş ona çok güç geldi" ifadesindendir. Çünkü "dâhiye", ism-i fail olmayan "sâibe" ve "batine" kalıbında, "şedîd olan" manasında bir isim gibidir. "Dâhiye"nin aslı hernekadar bu ise de, tıpkı isimler gibi kullanılmış ve onların sınıfına yazılmıştır. Bu izaha göre, manası "elzem", daha gerekli demek olup, "Bu kıyamet, savuşturulamayacak cinsten birşey" manasınadır. 47Âyetin tefsiri için bak:48 48"Şüphe yok ki mücrimler, sapıklık ve çılgın ateşler içindedirler. O gün onlar yüzleri üstü ateşte sürüklenirler. Onlara: Tadın Cehennemin dokunuşu" denir.. Ayetle ilgili bir kaç mesele var: Bu ayet, kimler hakkında nazil olmuştur? Müfessirlerin çoğu, bunun, Kaderiyye hakkında nazil olduğu görüşündedirler. Vahidî tefsirinde şunu rivayet eder: Nişâbur'da, Şeyh Radıyyuddin el-Müeyye et-Tûsî'nin şöyle dediğini duydum: "Abdülcebbâr'ın şöyle dediğini işittim: "Vahidî bana haber verdi ve dedi ki: "Ebu'l-Kâsım, Abdurrahman b. Muhammed Serrac bize haber verdi ve dedi ki: Ebu Muhammed Abdullah el-Ka'bî bize haber verdi ve dedi ki: "Hamdan b. Salih el-Eseçç bize anlattı ve dedi ki: "Abdullah b. Abdulaziz b. Ebû Dâvud bize anlattı ve dedi ki: "Süfyan es-Sarî, Ziyad b. İsmail el-Mahzûmî'den, o da Muhammed b. Abbâd b. Cafer'den, o da Ebû Hureyre'den naklen, Ebü Hureyre (radıyallahü anh)'nin şöyle dediğini söylediler: "Kureyş müşrikleri Resûlüllah ile kader konusunda tartışmak üzere geldiler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki mücrimler, sapıklık ve çılgın ateşleriçindedirler ... Şüphesiz Biz herşeyi bir kader ile yarattık" (Kamer, 47-49) ayetini indirdi." Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, bu ayetin, Kaderiyyeciler hakkında indiği nakledilmiştir. Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Bu ümmetin Mecûsileri Aişe(radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bu ümmetin Mecûsileri, Kaderiyyecilerdir' dediğini rivayet etmiştir. Bunlar, Allahü teâlâ'nın "Mücrimler, sapıklık ve çılgın ateşler içindedirler" dediği kimselerdir. Kaderiyye.hakkında çokça hadis vardır. Burada şöyle bir kaç bahis var: Birinci Bahis: Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, ilgili ayetin haklarında nazil olduğunu belirttiği Kaderiyyecilerin kimler olduğu hakkındadır? Diyoruz ki: Amellerin (insanların fiillerinin) yaratılması meselesinde, her fırka, Kaderiyyenin karşı taraf olduğu iddiasındadır. Binâenaleyh meselâ Cebriyye, "Kaderiyye, "kulun taat ve masiyeti, Allah'ın yaratmasıyla, kaderi ile değildir" diyenlerdir. Çünkü bunlar, kaderi inkâr ettikleri için, kaderiyye diye isimlendirmişlerdir" derken; Mu'tezile, "Kaderiyye, insan zina ederken, hırsızlık yaparken, "Bunları benim için Allah takdir etmiş" diyen Cebriye'dir. O halde, kaderin olduğuna inandıkları için, Kaderiyye bunlardır" der. Bu iki fırka birden, herşeyin Allah'ın yaratması ile olup, kuldan olmadığını söyleyen, ehl-i sünnet için, "İşte Kaderiyye bunlardır" demişlerdir. Halbuki gerçek olan ve haklarında bu ayet nazil olmuş olan Kaderiyye, kaderi inkâr edip, kâinatta meydana gelen hâdiselerin, yıldızlarla ve onların biribiriyle olan alâkalarından kaynaklandığını söyleyenlerdir. Bunun böyle oluşunun delili, Ebû Hureyre'nin, "Kureyş müşrikleri, Resûlüllah ile kader konusunda tartışmak üzere geldiler.." şeklindeki sözüdür. Çünkü bu müşriklerin inancı, kâinattaki her türlü hadisenin sebebinin yıldızlar olduğu şeklindeydi. Onlar, Mu'tezile'nin görüşlerinin aynısını söylemiyorlardı. Çünkü Mu'tezile şöyle der: "Allah, benim uzuvlarımı sapasağlam yaratmış, bana anlama kuvveti vermiş ve Kendisine itaatta itaat veya isyanda bulunma gücü vermiştir. Halbuki Allahü teâlâ, kulun taat veya masiyeti için bir mecbûrîlik de yaratabilirdi. Yine meselâ Allahü teâlâ, lutfu ile yedirip-içirdiğim fakiri, ben olmaksızın doyurmaya da kadirdir." Müşrikler ise, "Allah'ın asla o fakiri doyurmaya kadir olmadığını iddia ederek, "Allah'ın istediği takdirde yedirip-içireceği kimseyi, biz mi doyuralım!?" (Yasin, 47) demişlerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kaderiyye, bu ümmetin mecûsîleridir" hadisine geline biz diyoruz ki: "Bu ümmet" ifadesinden, ya ister ona iman etmiş olsunlar, ister iman etmen.iç olsunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gönderildiği ümmettir. Bu manaya göre bu ümmet kelimesi, tıpkı "kavm" gibi olur, yahut da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman eden ümmettir. Eğer kastedilen birinci mana ise, diyebiliriz ki, onun zamanındaki Kaderiyye, Allahü teâlâ'nın kudretini inkâr eden, Kureyş müşrikleridir. Binâenaleyh bu hadisin muhtevasına Mu'tezile girmez. Yok eğer ikinci mana kastedilmiş ise, deriz ki. "Hadisteki "bu ümmetin mecûsîleri" ifâdesi, "Bu ümmete nisbetle, durumları eski ümmetlere oranla mecûstlerinki gibi olanlar" manasınadır. Fakat eski ümmetlerin çoğu kâfirdirler. Mecûsîler ise onlardan daha az şüpheli olup, akla daha fazla muhalefet edenlerdi. Aynen bunun gibi, Ümmet-i Muhammed içindeki kaderiyye de, ümmetin delil bakımından en zayıf kısmıdır. Bu durum ise, kesin olarak onların cehennemde olacakları hükmünü vermeyi gerektirmez. Binâenaleyh gerçek olan şudur ki: Kaderiyye, bu nisbetin, olumsuzluk (nefiy) açısından, (Allah'ın sıfatları olmadığını söyleme açısından) olduğunu söylersek, "Allah'ın kudretini inkâr edenler"; isbât açısından (Allah'ın sıfatları bulunduğunu söyleme açısından) olduğunu söylersek, "Hâdiselerde Allah'dan başka bir kudretin tesirinin olduğunu söyleyenler" olmuş olur. Bu durumda da bu kimsenin "sapıklık ve çılgın ateş içinde" olduğuna, cehennemin dokunuşunu tadacağına kesinkes hükmedilebilir. İkinci Bahis: Nassda (hadiste) geçen Kaderiyyeye dâhil olanlar kimlerdendir? Bunların, Allah'ın kudretinin olmadığını söyledikleri için bu ismi alanlar olduğunu söylersek, Ümmet-i Muhammed'e müntesip olanlardan olduğunu söyleyebiliriz: Çünkü, herşey mümkin iken, namaz kılarken veya zina ederken, kulun hareket ettirilmesine Allah'ın kudreti olmadığını söyleyen kimsenin, "Kaderiyye'den sayılması uzak bir ihtimal değildir. Ama "Allah herşeye kadirdir. Fakat bunu, hiçbirşeyi yapmaya mecbur etmez kulu, fiillerini yaptıran veya yaptırmayan sebeblerle başbaşa bırakır. Bunun meselâ birşeyi taşıma hususunda çocuğunu deneyen bir babanın, âciz oluşundan değil de, sırf denemek gayesiyle, çocuğunu o işle başbaşa bırakması gibi olup, bir başkasına, "Şunu taşı" diyen, kuvvet-i kudreti olmayan bir felçli gibi olmadığını söyleyene gelince, hernekadar hatalı ise de, bunlar Kaderiyye içine net olarak dahil olmazlar. Yok eğer Kaderiyyenin, Allah'dan başkasının, meselâ yıldızların, hadisler üzerinde kudret ve tesirleri olduğunu söyleyenler ile "yıkılmak üzere olan bir duvarı, bu durum, onun dışında kalan bir şeyden kaynaklandığı için, herhangi bir şeyle mükellef ve mes'ül tutmak caiz değildir" diyen Cebriyye'nin, ki bunlar "ibahiyyeciler"dir, olduğunu söylemek, yine bunların "kaderiyye" kapsamına dahil olduğunda şüphe yoktur. Çünkü bunlar da, mükellefiyeti yok saymak suretiyle kâfir olmuştur. Ama, "Allah bu fiilleri bizde yaratmış; bize, onları yapacak kudret-kuvvet vermiş ve bizi mükellef tutmuş. Çünkü O, yaptığından mes'ûl olmaz" diyenler, kaderiyyeden değildir. Üçüncü Bahis: Bir taassub neticesi olarak, bu ismin Mu'tezile'ye mi, yoksa Eş'âriyye'ye mi daha uygun olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Dolayısıyla Mu'tezile, "Bu isim size daha uygun. Çünkü Kaderiyye nisbeti, nefyetmeden (yok saymadan) ötürü değil, isbattan (vav saymaktan) Ötürüdür. Zira herşeyi zamana bağlayıp, herşeyi yapanın zaman olduğunu söylediği için ve her işi zamana isbat edip, ondan nefyetmediği (zamana verip, ondan uzak saymadığı) için, "dehri'ye dehrî denmiştir. Mübahlığı isbat ettiği için (kabul ettiği için), mübahcıfara "İbâhiyye" ve iki tanrı olduğunu yani nûr ve zulmet tansın olduğunu söyledikleri için, Mecusflere de Seneviyye (ikici) denmiştir vb. Siz (Eş'ârîler) de, kaderi isbat etmekte (yani var saymaktasınız). Dolayısıyla kaderiyyeci ismine layık olan sizlersiniz" demiştir. Eş'ârîler ise, "Naslar, Allah'ın kudretini nefyeden (olmadığını söyleyen) kimselerin kaderiyye olduğuna delâlet etmektedir. Kureyş müşrikleri, Allah'dan başka varlıkların kudreti olduğunu söyledikleri için Kaderiyye sayılmışlardır" der. Mu'tezile ise buna cevaben şöyle derler: "Müşrikler bu ismi şundan ötürü almışlardır: Çünkü onlar, "Ey Muhammed senin dediğin gibi, eğer Allah bütün herşeye kadir ise, istese zaten bize hidayet eder, istemesi halinde fakiri doyurur" demişlerdir. Böylece istemesi halinde kendilerinde hidayeti yaratabilecek olmasının, Allah'ın hâdiselere kadir olmasının, ayrılmaz bir vasfı olduğuna inanmışlardır. İşte ey Eş'âri, sizin mezhebiniz budur." Açık gerçek ise, her iki mezhebi benimseyen müslümanların da kaderiyye" olmadıklarıdır. Onlardan hiç biri kaderiyyeci olmaz, ancak nefyeden Allah'ın kudretini nefyederse, isbât eden de, mükellefiyeti inkar ederse, o zaman kaderiyye olur. Ayette geçen mücrimler (günahkârlar), müşriklerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "O mücrimleri başlarını eğmiş olarak bir görseydin..." (Secde, 12), "Mücrim, keşke fidye verip kurtulsam diye arzu eder" (Meâric, 11) ve "O gün mücrimler simalarından tanınır" (Rahman, 41) buyurmuştur. Binâenaleyh hernekadar ayet belli bir grup hakkında inmiş ise de, hükmü geneldir. Bunların cürümleri (suçları) ise, müşrik olmaları, haşri inkârları, Allah'ın öldükten sonra diriltmeye ve diğer hadiselere kudretini inkâr etmek suretiyle o peygamberleri ve uyarıları yalan saymalarıdır. Ayetteki, "sapıklık ve çılgın ateşler içindedirler" ifadesiyle ilgili şu üç izah yapılabilir: a) Bu iki ceza, dünyada iken söz konusudur. Yani, "onlar dünyada iken bir delâlet ve hiçbirşeyi akledemeyen, hakkı bulamayan bir delilik içindedirler" demektir. Bu izaha göre, ayetteki (sürüklenirler) ifâdesi, onların bu şekildeki hallerini beyan eden bir şey olur. Bu, doğruya en yakın izahtır. b) Bu iş, ahirette olacaktır, yani onlar âhiretin sapıklığı ve çılgın ateşleri içindedirler. Ahirette çılgın ateşte olacaktan hususu açıktır. Ama âhiretteki sapıklıkları şu manayadır: Onlar maksadlarına, yahut maksad olabilecek birşeye yol bulamazlar. Şaşkın bir vaziyette kalıverirler: Buna göre eğer, "Doğru olan başkası değil bu izahtır. Çünkü, "Sürüklendikleri gün" ifadesi, mukadder "kavi" (denilme) fiilinin zarf-ı zamanıdır. Yani, "sürüklendikleri o günde bunlara, "Tadın cehennemi" denilecek" manasındadır" denilirse, bu hususu ele alır ve şöyle deriz: Ayetin bu ifadesi (yevm kelimesi), ya mezkur (zikredilen), yahut da mezkûr olmayıp, sözden anlaşılan bir âmil ile mansubtur: Birinci ihtimalin, iki yönü vardır: 1) Mezkûr olan bu âmil daha önce geçmiş olup, "kâin" ve "müstekar" kelimelerinin manasıdır. Fakat bunun ismi sanı anılmaz olmuştur. 2) Bu âmil, sonra gelecek olup, ayetteki "tadın" fiilidir ve takdiri, "Mücrimlerin yüz üstü süründüğü gün tadın cehennemin dokunuşunu" şeklindedir. Bu durumda "tadın" hitabı, "Sizin kâfirleriniz bunlardan daha mı üstündür? Yoksa sizin için beraet mi var?" (Kamer, 43) ayetinde hitab olunanlaradır. İkinci İhtimal: Mefhûm olan (sözden anlaşılan) bu âmil, "o yüzüstü sürüklendikleri gün onlara, "Tadın azabı" denilecek" şeklindeki takdire göre (kavi fiilidir). Meşhur olan izah budur. Ayetteki "tadın" ifadesi, bir istiare (mecaz ve teşbih)dir. Bunda şöyle bir mana inceliği vardır: Tadmak, duyular cümlesindendir. Çünkü tadılan şey, dil ile yüzyüze getirildiğinde, hem sıcaklığı, hem soğukluğu, hem sertliği, hem kayganlığı idrâk edilir. Bu tıpkı, diğer maddi uzuvların algılanması gibidir. Ama dil bunun bir de tadını alır ki, bunu dilden başka uzuv algılayamaz. Binâenaleyh dilin algılaması, diğer uzuvlara nazaran daha tam ve mükemmeldir. Çünkü eğer tadılan şey sıcaksa, dil bundan ötürü hem onun sıcaklığı, hem de acılığı itibariyle eziyet duyar. Başka organlar ise, sadece o şeyin sıcaklığının eziyetini hisseder. Binâenaleyh zevk dokunma ile elde edilen bir idrâk olup, dokunma ife ilgili olarak kullanılan diğer kelimelerden daha tam bir mana ifade eder. İşte bu sebeble Hak teâlâ, onların dokunma ile algıladıkları o şeyin, algıların en tam ve mükemmel olduğuna işaret etmek için, "Tadın cehennemin dokunuşunu" buyurdu. Böylece o azabda hem şiddet, hem de devamlı ve uzun süreli oluşundan dolayı, elem verici olma vasfı toplanmıştır. Onu algılayan kimseye bunu unutturacak hiçbirşey yoktur. Çünkü bu en ileri derecede olacak bir idrak, bir algılamadır. Dolayısıyla da çok büyük bir elem ve acı meydana gelecek. Ekseri âlimlerin görüşüne göre, "tadın" ifadesinin başına, "Onlara denilecek ki" yahut da "Biz deriz ki" gibi birşey takdir edildiğini söylemiştik. Yine bu hitabın, haklarında "Mücrimler sapıklıktadırlar..." denilenlerden başkalarını da içine aldığını söylediğimizde, böyle bir takdir yapmaya gerek kalmayacağını da söylemiştik. Çünkü bu durumda Cenâb-ı Hak sanki, "Ey Muhammed'i yalanlayanlar, önceki mücrimleri cehenneme yüzükoyun sürüklendikleri gün siz de cehennemin dokunuşunu tadın" demek istemiştir. 49"Şüphesiz ki Biz herşeyi bir kader ile yarattık". Ayetle ilgili birkaç mesele var: Meşhur olan görüşe göre, bu ayet, daha öncekilerle ilgilidir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Tadınız. Çünkü Biz herşeyi bir kader ile yarattık. Yani işte bu, bunu İnkâr edenlerin cezasıdır" demektedir. Bu tıpkı, "Haydi tat (azabı). Hani sen (dünyada iken) azizdin, şerefliydin" (Duhan, 49) ayeti gibidir. Ama zahir olan odur ki, bu ayet, yeni bir cümle olup, önceki cümle, Hak teâlâ'nın, "Cehennemin dokunuşunu tadın" ifadesiyle bitmiştir. Bundan sonra da Cenâb-ı Hak, bu azabı izah etmiştir. Çünkü bundan onra gelen ve "Yapacağımız iş, sadece bir emir vermektir"(Kamer, 50) ayetinin, "Şüphesiz ki Biz her şeyi bir kaderle yarattık" ayetine atfedilmesi, sözün devam ettiğini göstermektedir. Bunun delili ise, Hak teâlâ'nın, "Haberin olsun ki "yaratmak" da "emretmek" de O'na mahsustur" (Araf, 54) ayetidir. Cenâb-ı Hak, buradaki birinci ayette, "yaratma" işini, "Herşeyi bir kader ile yarattık" sözüyle belirtmiştir. Binâenaleyh uygun olan burada "emrini" de zikretmesidir. İşte bundan dolayı, "Yapacağımız iş, sadece bir emir vermekten ibarettir" demiştir. Yukarıda bahsedilen mücadeleye gelince, biz deriz ki: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), müşrikler hakkında, "Şüphe yok ki günahkârlar, sapıklık ve çılgın ateşler içindedirler... (Onlara) "Tadın cehennemin dokunuşunu" (denilir)"ifadesine kadar olan ayetlerine tutundu. Diğer ayeti ise, sırf okuma kastıyla okudu. Son ayeti, ayeti bilenlerin bilgileriyle yetindiği için okumadı. Nitekim meselâ sen, istidlalde bulunurken, "Mallarınızı yemeyin... ilaâhiril âyeh" dersin, yine "Üzerine Allah ismi anılmadan kesilenleri yemeyin..." ilâ âhiri'l-âyeh" ve "Borç aldığınız ve verdiğiniz zaman... ilâ âhiri'l-ayeh" dersin (ayetlerin tamamını okumazsın). (......) kelimesi, nasb ile okunmuştur. En doğru ve meşhur olanı da budur. Kelime merfû (ötüreli) olarak da okunmuştur. Bunu mansub okuyan, zahirî fiilin tefsir ettiği mukadder bir fiil ile mansub kılmış olur ve tıpkı (......) ayetlerindeki gibi olur. Buradaki mukadder fiil "halk" (yaratma) fiilidir. Ayetteki sonra gelen, fiili bunu tefsir etmiş (belirlemiş) olup, takdiri (......) şeklindedir. Bu takdire göre (Zâriyat, 49) ayetindeki gibi, (......) kelimesi (......) kelimesinin sıfatı olmaz. Fakat orada (zâriyat, 49)'da, (......) fiilinin "şey" kelimesinin sıfatı olmasına engel, ilgili fiilin sonunda mevsûfa âit bir zamirin bulunmamasıdır. Halbuki burada böyle bir engel yoktur. Bu izaha göre ayet Mutezile aleyhine bir delildir. Çünkü biz insanların fiilleri de bir "şey"dir Dolayısıyla ayetteki "herşey"e dâhil olur. Böylece bunlar da, Allah'ın yarattığı şeylerden olur. (......) kelimesini merfû okuyan kimsenin, "Semûd'a gelince, onlara hidayet ettik"(Fussilet, 17) ayeti ile ilgili, olarak yaptığı izahı burada da yapması mümkün değil (çünkü bu kimse oradaki "Semûd" kelimesini de merfû okumuştu). Zira bu ayetteki, "kütle şeyin" ifadesi nekiredir. Dolayısıyla bunun mübtedâ olması sahih değildir. Böylece bu kimsenin, "Biz herşeyi bir kader ile yarattık" demesi lazım. O halde bizim fiillerimiz de kader iledir. Bu tıpkı manaca, "Herşey O'nun katında bir miktar (ölçü) iledir"(Ra'd, 9) ayeti gibidir. Bu iki izahı İbn Atiyye, tefsirinde yapmış ve Mu'tezile'nin, merfû kıraate tutunduklarını belirtmiştir. Şöyle de denebilir: Birinci, yani nasb ile kıraat edenlerin kıraatine göre, bu hususta bir başka izah daha mümkün. Bu ifade, "müzmer-müfesser" bir fiille, yani malum (bilinen) bir fiil ile mansubtur. Bu fiil de (takdir ettik) veya (yarattık) fiilleridir. Çünkü Hak teâlâ sanki ya, demek istemiş, ya da, demek istemiştir. Bu fiilin malum olduğunu söyledik. Çünkü, "işte bu, sizin Rabbinizdir. Allah herşeyin yaratıcısıdır" (Mü'min,62) ayeti, yaratmaya, "Herşey O'nun katında bir miktar iledir" (Ra'd, 8) ifadesi de, "takdire" delalet etmektedir. İzahın böyle yapılması durumunda, tefsir ettiğimiz ayette, Mu'tezile'nin görüşünün yanlışlığına delâlet olmaz. Mutezile'nin görüşünün yanlışlığına delâlet eden ayet, "Allah herşeyin yaratıcısıdır" (Mümin.62) ifadesidir. İkinci kıraata, yani "küllü" kelimesini merfû okuyuşa gelince, deriz ki: "Küllü şey" ifâdesini mübteda, ifadesinin haber olması caizdir. Böyle olması halinde, bu delil, Mu'tezile aleyhine daha açık ve beliğ şekilde ortaya çıkar. "Küllü şey" ifadesi nekiredir. Dolayısıyla mübteda olamaz" şeklindeki görüş zayıftır. Çünkü "küllü şey", bütün herşeyi içine alan bir ifadedir. Dolayısıyla bu ifadede, meselâ, şeklindeki bir nekirede yer alan sakınca yoktur. Çünkü "racülün kâimün" (ayakta bir adam) sözü hiçbirşey ifade etmez. Halbuki "herşey" ifadesi, "Zeyd'i yarattık, (Amr'ı yarattık)" gibi ifadelerin anlattığını fazlasıyla anlatır. İşte bundan ötürü nahivciler, umûm ifade ettiği için, "Hiç kimse senden daha iyi değildir" şeklindeki ifadeyi normal bulurlarken, umûm ifade etmediği için "Biri senden daha hayırlıdır" ifadesini yerinde bulmamışlardır. Kader ne demektir? Deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) Bunun manası "miktar"dır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Herşey O'nun katında bir miktar (ölçü) iledir" (Ra'd, 8) buyurmuştur. Bu izaha göre, herşey, hem zatı, hem de sıfatları açısından miktar iledir (bir ölçü dahilindedir). Zat bakımından olan takdire gelince, meselâ cisimler böyledir. Bundaki miktar, net bir biçimde görülür. Beyazlık-siyahlık gibi maddeten görülen ve cisimde bulunan sıfatlar da böyledir. Ama bir miktarı olmayan atoma ve ilim, cehalet vs. gibi devam edip giden, belli bir miktarı olmayan, ama cevher ile (zat ile) birlikte bulunan şeylere gelince, deriz ki: Bunlarda da bir miktar vardır, ama bu sürüp giden manada değildir. Bu manada atomda bir "miktar"ın bulunmasına gelince, meselâ, onun ikisi üç tanesinden daha küçüktür. Eğer sayesinde uzayan (devam eden) bir hacim olmasaydı, uzayandan daha aşağıda olan onda mevcut olmazdı. Cevher ile kâim olan sıfatlara gelince, bunların bir sonu ve bir başlangıcı vardır. O halde peydah olan ilimlerin miktarı ve yaratılmış olan miktar sonludur. Sıfata gelince, herşeyin bir zamanda başlamış olmasından ötürü, bekada (sürüp gitmede) de bir miktarı vardır. Çünkü herşey hadis (mahluk)tur (ve yok olacaktır). İmdi eğer; "Varlığının başlangıcı olmadığı ve kendisi için bir miktar söz konusu olmadığı halde, Allahü teâlâ da böyle tavsif edilebilir" denilirse, biz deriz ki: Konuşan, bir sıfatla mevsuf olup, yahut bir at almış olup, sonra da ismi olan o şeyleri o isimlerle; tavsif edilen o şeyleri, o sıfatlarla zikredip de, Allah'ın fiillerinden bir fiili Allah'a isnat ettiğinde, Allah bundan müstesna olmuş olur. Bu tıpkı bir kimsenin "Evde olan herkesi gördüm. Her birinin bana ikram ettiğini gördüm". Veya şöyle demesi gibidir: "Bu evde hiç kimse yoktur ki beni dövmüş olup ben de onu dövmüş olmayayım". İşte bu sözleri söyleyen kişi, bu sözün haricinde kalır. Bu onun bu kelimelerin kapsamına girmemesinden değil, terkipte onun kastedilmediğine delilin bulunmasındandır. Aynen bunun gibi, tahsis yoluyla değil de, tam hakikat yoluyla Cenâb-ı Hakk'ın zatı, "herşeyi yarattık", "Allah herşeyin yaratıcısıdır" ifadelerindeki "herşey"in dışında kalmış olur. Terkibin vaz'î olduğunu söylersek, bu takib, bu durumda ancak mütekellim (konuşan) dışındakiler için vaz' edilmiş olur. b) Kader, "takdir" manasınadır. Nitekim Hak teâlâ "Biz takdir ettik; ne güzel kadirleriz biz"(Murselet, 23) buyurmuştur. Şâirde, "Rahman, takdir edeceği her şeyi takdir etti" demiştir. Bu, "Mukadder olanı takdir etti" demektir. Bu İzaha göre ayetin manası, "Allahü teâlâ, takdir etmeksizin, hiçbirşeyi yaratmaz" şeklinde olur. Nitekim ok atan birisi, oku atar, fakat bu ok, hiç takdir etmediği (ölçüp-biçmediği) bir yere düşer. Allahü teâlâ ise, bunun aksine, herşeyi takdir ettiği gibi yaratır. Felsefeciler bu görüşte değiller. Onlara göre çünkü Allah zatı gereği faildir. Farklılık karşı tarafta (yaratılanda)dır. Binâenaleyh kısa ve küçük olarak yaratılan şey, maddesindeki kabiliyetten ötürü böyle yaratılmıştır. Uzun veya büyük olarak yaratılan da, kendisinde bulunan bir başka istidaddan ötürü böyledir. Bundan dolayı Hak teâlâ "Biz herşeyi bir kader ile yarattık" buyurmuştur. Binâenaleyh küçük olanın büyük olarak, büyük olanın da küçük olarak yaratılması mümkündür. c) Kader, kaza ile birlikte söylenen şeydir. Nitekim, "Allah'ın kazası ve kaderi ile ..." denilir. Felsefeciler, kaza ile birlikte söylenen kader hakkında şöyle demişlerdir: Kastedilen şey, "kaza", onunla birlikte olan şey ise "kader"dir. "Onlar sözlerine devamla "Ateş sıcak olarak "kaza" ile yaratılmıştır. Bu, hakkında hüküm verilen husustur. Çünkü bunun böyle olması gerekir. Fakat meselâ o ateşin bir ihtiyarın elbisesine, yahut da bir fakirin simli ipine düşüp de onu yakması, kazanın ayrılmaz vasfı olup, kaderdir kaza değildir" derler. Ama bu yanlış bir sözdür. Aksine kaza, Allah'ın ilminde olan, kader de iradesinde olan şeydir. Binâenaleyh Hak teâlâ'nın, "Biz herşeyi bir kader ile yarattık" ifadesi, "Biz herşeyi iradesiyle olarak kaderiyle yarattık". Yoksa, Allah -müşriklerin iddia ettiği gibi- mûcib (iradesi olmaksızın yaratan) değildir" manasında olup, müşriklere reddiye ifade eder. 50"İşimiz, sadece bir emre bakar: Göz açıp kapayıncaya kadar iş tamamdır". Bu, "Bizim işimiz, bir emirden ibarettir" manasındadır. Bu bir kelime de, Allahü teâlâ'nın yaratmak istediği şeye "kün" (ol) demesidir. Meşhur ve açık olan mana budur. Bu izaha göre, Allahü teâlâ, bir şeyi yaratmak istediğinde ona, "ol" der. Binâenaleyh burada bir değil iki şey ortaya çıkar: a) İrade etmek (istemek). b) Demek... Binâenaleyh irâde, "kader"dir; demek de "kazâ"dır. Ayetteki "vâhidetün" (bir şey) ile ilgili olarak şu iki izah yapılabilir: 1) Bu, emrinin geçerli olduğuna bir işaret olsun diye, sözünü tekrar etmeye hacet kalmayışının bir izahıdır. 2) Durumun (herne olursa olsun, O'nun için) farklılık arzetmeyişinin beyâniyesidir. Binâenaleyh o büyük Arş'ı yaratırken olan durumu, tıpkı en küçük karıncayı yaratırkenki durumu gibidir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın durumu, herşey karşısında aynıdır. Ayetteki "bir göz kırpması gibi" ifadesi, O'nun emrinin değil, olayın meydana gelişin buna benzetildiğini anlatır. Buna göre, Hak teâlâ sanki, "Bizim emrimiz tekdir (bir keredir). Binâenaleyh bu emirle emrolunan şey, bir göz kırpması gibi hızlıca oluverir" demektedir. Çünkü eğer bu benzetme, Hak teâlâ'nın "emri" ile ilgili olsaydı, bu, Allah'a yakışan bir övgü sıfatı olmazdı. Çünkü "kün" (ol) kelimesi de, tıpkı bir göz açıp-kapama süresinde söyleniverilen bir sözdür. İşte bu açık ve meşhur bir tefsir tarzıdır. Burada hükemânın (feylesofların) benimsediği, açık, diğer bir izah da şudur: "Allah'ın makdurâtı (kudretinin yettiği şeyler), kudretiyle var ettiği şu mümkinât âlemidir". Bu mümkinâtın yok oluşu hususunda ihtilaf bulunup, başka bir sebebten değil, fakat uzun kaçacağı için, bunun izahı burada uygun düşmez. Allahü teâlâ'nın yarattığı mümkinât iki kısma ayrılır: 1) İnsan, hayvan, bitki ve madenler gibi, biraraya geldiklerinde uyum sağlayan ve varlığı tamamlanan kısımları-parçaları bulunan şeyler... Anâsır-ı erbaa (dört esas element: su, ateş, toprak, hava), gökler. Diğer maddeler, maddelerle kâim olan diğer arazlar da bu sınıfa dâhil olup, hepsi Allah'ın makdûratıdır ve O'nun yarattığı mümkinât âlemidirler. Çünkü önce bunların.parçaları meydana gelir, sonra da bunlarda o parçalar bir araya gelip, bir uyum içinde terkib teşkil ederler. O halde burada, parçalarına, terkibine ve sıfatlarına (arazlarına) nazaran, "takdirler" vardır. 2) Parçaları mafsalları ve sürüp giden miktarları olmayan şeyler... Bunlar da, maddeleri aydınlatan o şerefli ruhlardır. Pek azı müstesna, bunun böyle olduğunu bütün felsefeciler kabul eder. Bir grub kelamcı da, bu konuda felsefeciler gibi düşünürler Riyazat ve mücâhede erbabı (mutasarrıfadan) gönül ehli olanlardan pekçoğu, bunun böyle olduğunu kesin olarak söylerler. Binâenaleyh bu ikinci kısmı teşkil eden şeylerin varlıkları, yekpare olup, önce parçalan meydana getirilmiş, sonra bunların terkibi ile oluşmuş değillerdir. Halbuki maddeler ve maddelerle kâim arazlar (sıfatlar) böyle değildir. Bunu iyice kavradığına göre, bil ki şöyle denilmiştir; Maddeler "yaratma" ve "takdir" iledir. Ruhlar ise, "ibdâiyye"dir, "emir" iledir. Bu hususa Hak teâlâ, "Haberin olsun ki yaratmak da, emretmek de O'na mahsustur" (Araf, 54) ifadesiyle işaret etmiştir. O halde "yaratma" (halk) maddeler; "emir" de, ruhlar içindir. Bu sözümüzün, hadistekilerin aksine olduğunun sanılması doğru değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allah'ın ilk yarattığı şey akıldır Keşfû'l-Hafa, 1/263. buyurmuştur. Yine O'nun şöyle dediği riveyet edilmiştir. "Allah ruhları, (cisimlerden) iki bin sene önce yarattı Teıulhü'ş-Şeria, 1/368. Allahü teâlâ da, "Allah herşeyin yaratıcısıdır"(Mü'min, 62) buyurmuştur. O halde "yaratma", ruhların ve aklın varedilişi için de kullanılabilir. Çünkü hakkında, "emr" kelimesi kullanılan şey için, "halk" (yaratma) kelimesinin kullanılması da caizdir. Bir de bütün âlem hadis (mahluk)tur. "İhdas etti" manasında, "halketti" kelimesinin kullanılması, "halk" kelimesinin esas lügatında "takdir etme" manası var ise de, caizdir. Fakat "hâdiseler" (ruhlar) hakkında bu kullanılmaz. İki ifade arasında fark olmasaydı, felsefeciler, "muhdes kadimdir" denilmesini yanlış gördükleri gibi "Mahluk kadîmdir" denilmesini de yanlış görürlerdi. O halde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "ruhlar" için yarattı kelimesini kullanması, onları "emri ile ihdas etti" manasındadır. Böyle kullanmanın şöyle büyük faydası vardır: Eğer Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) değişik kelime kutlanıp, "Allah ruhları emirle, maddeleri halk (yaratma) ile varetti" deseydi o zaman, Allah'ın kendilerine çok ilim vermediği kimseler, "Muhdes değildir" manasında, ruhların mahluk olmadıklarını sanırlardı ve böylece sapıtırlardı. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) rahmet olarak gönderilmiştir. Bu görüşte olanlar, sözlerine devamla şöyle derler: Sen, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sana ruhtan soruyorlar. De ki, rûh, Rabbimin emrindendir"(isra 85) ve "Gökleri yeri altı günde yarattı." (Araf 54) "Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı göründümünde bir hale getirdik, derken o kan pıhtısını bir çiğnem et yaptık, o bir çiğnem eti de kemik(ler)e dönüştürdük... "(Mü'minûn, 14) gibi ayetlerine baktığında, "emr, halk, ervah, ve eşbâh (gölgeler,karaltılar)" gibi şeyler arasında farklılıklar bulunduğunu görürsün. Çünkü, Cenâb-ı Hak, maddelerin kimisinin yaratılması için uzayıp giden bir zaman belirlemiştir ki, bu altı günlük bir zamandır.. Bunun "sonra yarattık..." için de, demek suretiyle "terahî-sonralık" derken yarattık" demek suretiyle tertip (hemen peşinden gelme) gibi şeyler kullanmıştır. Ama rûh için, böyle bir şey belirtmemiştir. Bizim bu sözümüzden, "Allah'ın, içersinde bunları yaratabilmesi için, maddeler için uzayıp giden zaman veya günler gereklidir" şeklinde bir hüküm de çıkarılmasın.. Tam aksine, Allahü teâlâ, hür ve irâde sahibidir, muhtâr'dır. Gökleri, yeri, insanları, hayvanları, ağaçları vb. gözaçıp kapama süresinden daha kısa bir süre içinde yaratmayı dileseydi, onları bu şekilde yaratabilirdi. Ancak ne var ki, bunlar, yine de kendileri için parçaları, cüzleri bulunan mevcudat olmaktan kurtulamazlardı.. Bunların parçalan, o parçaların terekkübünden öncedir, varlıklarının tamamlanması ve varoluşları ise, parçalarının var edilmesinden ve bunların terkibinden sonradır. O halde bunlar, 3 + 3 olarak (altıdır)lar (yani, üç günde parçalar, üç günde de parçaların birleşimi).. Nitekim Cenâb-ı Hak, hem kırmayı, hem kırılmayı, aynı zamanda, aynı anda yaratabilir, ama bunlar için aklen bir sıra söz konusudur. O halde, madde, her ne zaman yaratılması düşünüldüğünde, maddede, Allah'ın bir tertip üzere yaratması sebebiyle, bütün varlık için bir takdir, belirleme ve bir merhale söz konusudur. Ruha gelince, ruhun, Allah'ın îcâd etmesiyle, tek bir anda varlığı söz konusudur. Bütün bunlar, görüşlerini belirttiğimiz kimselere ait olan ifâdelerdir. Şimdi biz, "Halk ve emr" ifâdelerindeki naklî ve aklî yönden yapılabilecek izahları ele atalım: 1) Daha evvel de belirttiğimiz gibi, "emr", "kün-ol" kelimesidir. "Halk", Allah'tı kudret ve iradesiyle olan şeydir. 2) Ulemânın, maddeler ve cisimler hakkında zikretmiş oldukları şeydir. Bunlardan zikredilenlerden birisi de ruhlardır. 3) Allah'ın kudreti vardır ki, yaratma ve îcad bu kudretle olur; irâdesi vardır ki, tahsis de bununla olur. Bu böyledir, zira "muhdes" için, zamana bağlı bir var oluş söz konusu olduğu gibi, onun, belli bir miktarı da vardır. O halde, onun var oluşu, "kudret-i ilâhiyye" ile; zamana tahsis edilişi de, irâdesi iledir: Bu sebeple, kudretiyle olan "halk", iradesiyle olan ise, "emr"dir. Çünkü o onu, "emr"iyle (muayyen) bir zamana tahsis etmiştir. Bunun böyle oluşunun hem naklî hem de aklî bir delili vardır. Naklî olanına gelince, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir şeyin olmasını istediğinde ona "ol" der, O da oluverir..."(Yasin,82) buyruğudur. "Kün - ol!" emri, irâdesi taalluk ettiği için oldu... Bil ki, "kün" (ol) sözü ile, kâf ve nûn'dan meydana gelmiş harf ve kelime kastedilmemiştir. Çünkü, ilgili şeyin var oluşu, "kün" kelimesinden daha hızlı bir şekilde olmuştur. Binâenaleyh, bu kelimeyi, lafzın hakîkî manasına hamlettiğinde, kâf ve nün, aynı konuşmacıdan ancak tertip üzere (önce kâf, sonra nün) meydana gelir. O halde bu demektir ki, "kün" de zaman sözkonusudur. Olma ise, sonradır. Bunun böyle oluşunun delili, "o da oluverir" ifâdesinin tâ ile getirilmiş olmasıdır. Binâenaleyh, şayet, "kün" ile, harf ve ses hakikati kastedilmiş olsaydı, olması istenilen o ilgili şey, bundan bir müddet sonra olmuş olurdu. Halbuki, hiç de böyle değildir. İmdi eğer, birisi, "Bu iki harfin bir anda meydana gelmesi mümkündür, Allah'ın konuşması bizim konuşmamız gibi değildir ki, bir zamana muhtaç olsun" derse, biz deriz ki: "Bunun, lafızdan anladığımız şeyden başka bir manası vardır. Aklî olanına gelince, her ne kadar bazı kimseler "halk" ve "îcâd"ın, bir hikmete mebnî olduğunu söyleseler ve "Allahü teâlâ, insanların karargâhı olsun diye yeri yaratmıştır..." veya benzeri hükümler verseler bile, bir zaman ile tahsis herhangi bir illet ve bir sebepten dolayı değildir. Bu kimselerin, "Cenâb-ı Hak, insanlar için bir karargâh olsun diye, yeri muayyen bir zamanda yaratmıştır" demeleri mümkün değildir. Zira, Allah, yeri, bu belirtilen zamanın dışında da yaratmış olsaydı, o zaman da insanlar için bir karargâh olmuş olurdu. O halde tahsis bir sebepten dolayı olmayıp, sırf, hikmetinden dolayıdır. Ve bu durum tıpkı, emirler veren azametli bir hükümdarın durumuna benzer ki, bu padişaha, "Niçin emrettin, niçin yaptın?" denilemez ve esas maksadının ne olduğu, yine ancak kendisinden öğrenilir. 4) Yaratılan şeyler, birbirine mukabil olan iki ya da üç sıfattan hali olmazlar. Bunun misali şudur: Maddenin, yaratılmasından sonra, mutlaka bir mekânda olması gerekir. Ve onun, mutlaka ya hareket halinde, ya da hareketsiz olması gerekir. O halde maddenin, ilk önce yaratılması (îcâd) O'nun "halk" etmesi; maddenin üzerinde görülen şeyler ise O'nun "emr"i iledir. Bunun delili, "Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratandır. Hepsi de emrine râm olarak (...)"(Araf, 54) ayetidir. Böylece Cenâb-ı Hak, maddeyi yarattıktan sonra, onun için söz konusu olan hareket, sükûn vs. şeylerin kendi "emr"i ile olduğunu belirtmiştir. Yine bunun böyle olduğunun delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Allahü teâlâ'nın yarattığı ilk şey, akıldır. (Onu yarattı da), ona, "gel" dedi, o da geldi. Daha sonra da. ona, "git" dedi, o da gitti" Keşful-Hafa 1/253. hadisidir. Böylece "yaratma" işi, hakikatte (maddede), "emr" işi ise, "arâz"da, sıfatlarda kullanılmış oldu. Cenâb-ı Hak, "Allah, gökleri ve yeri ve bunların arasında olan şeyleri altı günde yaratan ... "(Secde, 4) demiş, daha sonra da, "Gökten yere kadar her işi O yönetir, sonra, sizin sayageldiğinizce bir sene miktarında olan bir günde yine O'na yükselir" (Secde. 5) buyurmuştur ki bunun açıklamasını biz daha önce yapmıştık. 5) Allahü teâlâ'nın yarattığı şeyler ikiye ayrılır: a) Akıl vsb şeyler gibi, Allahü teâlâ'nın, mümkün olan en hızlı zamanda yarattığı şeyler, b) Gökler, insanlar, hayvanlar ve bitkiler gibi, bir süre içinde yarattığı şeyler. O halde hızlıca yarattığı şeyler için "emr"; süre içerisinde yarattığı şeyler için de "halk" kullanılır... Ki, bu da 2. maddede olduğu gibidir. 6) Fahruddîn er-Razî'nin, "Cenâb-ı Hakk'ın, "ona ve arza, "ikiniz de ister istemez gelin" buyurdu... "(Fussilet,11)ayetinin tefsirinde söylediği şu husustur: Halk, "takdîr" etmektir, "îcâd" ise, bir zamana bağlı olarak değil de tertîb bakımından sonralıkla meydana getirmektir. Binâenaleyh Allah'ın ilminde, göklerin, takdirî olarak, iki günde yedi kat halinde olması var idi... O halde bu demektir ki, O, bunları, bildiği gibi yaratmayı takdir etti, ki, işte buna "îcâd" denir. Binâenaleyh, birincisi "halk", ikincisi, yani "îcâd" da "emr"dir. Bu husus, kelimenin lügavî, lafzî kullanılışından alınmıştır. Nitekim şair: "Bazı insanlar halk (takdîr) eder, sonraysa kesmez...", yani, önce ölçüp biçip, sonra da kesen bir terzi gibi, kesip ayırmaz, sadece takdir eder, demektir. Bu izah, bu kelimelerin dildeki kullanılışına yakın olan bir izahtır. Ne var ki, bu, Kur'ân'daki kullanılışa uzaktır. Gündüz Allahü teâlâ, "halk - yaratma"yı zikrettiği yerde, îcâd manasını kastetmiştir. Meselâ, "Onlar gökleri kim yarattı (halk) diye sorsan..." (Lokman, 25) ve "İnsan, kendisini bir nutfeden yarattığımızı bilmez m;?"(Yasin, 77) ayetleri böyle (Halk kelimesi îcâd anlamında) olup, yoksa, "Biz, onun, o nutfeden meydana geleceğini takdir ettik..." demek değildir vs. 7) "Halk", başlangıçta var etme; "emr" ise, sayesinde yeniden yaratmanın olduğu şeydir. Çünkü, Allahü teâlâ, mahlûkatı, başlangıçta bir süre içinde yaratmıştır. Ama, daha sonra kıyamet gününde ise en küçük zaman parçası (ân) dan daha kısa bir zamanda diriltilecektir. O halde, 'Ve bizim emrimiz, birdir, bir göz kırpması gibidir..." (Kamer, 50) ayeti, tıpkı, "O ancak tek bir nara gibidir"(Naziat, 13), "tek bir çığlık, sayha..." (Yasin,53) ve "tek bir üfürüş..." (Hakka, 13) ayetleri gibi olmuş olur. Bu izaha göre "Şüphesiz ki Biz, her şeyi bir kader ile yarattık" ayeti, O'nun birliğine; "Ve bizim emrimiz birdir, bir göz kırpması gibidir" beyanı da, haşr'e bir işaret olup, böylece Cenâb-ı Hak, sanki, ilk temel esası, yani birliğini (vahdâniyyet) ve, son temel esası da, bu ayetleriyle beyân etmiş olur. 8) İcâd, "halk" (yaratma); yok etme ise, "emr"dir. Yani, Allahü teâlâ, o çetin, zorba meleklerine, "Helak edin" veya "şöyle yapın..." dedimi, onlar, Allah'ın kendilerine emrettiği hususta O'na isyan etmezler, emrine uyma işini yeniden emir vermesine bağlamazlar. Dolayısıyla O'nun ilk emrini müteakiben, adem ve helak olmak gelir. Burada şöyle bir incelik vardır: Allahü teâlâ, rahmetinden olan var etmeyi kendi elinde tutmuş, yok etmeyi ise, elçi ve meleklerine havale etmiş, böylece, ölümü, Ölüm meleğinin eline vermiş, ama hayatı ise, hiçbir meleğin eline vermemiştir. Ki, işte bu, buraya uygun düşer. Çünkü, Cenâb-ı Hak, bu nimetini (yaratma), "Şüphesiz ki Biz, her şeyi bir kader ile yarattık" ayetiyle beyan etmiş, intikam almaya da kudreti olduğunu açıklamak için, "Bizim emrimiz birdir, bir göz kırpması gibidir" (Kamer, 50) ve "Hiç şüphesiz ki biz onu gidermeye de kadiriz.,,." (Müminun, 18) buyurmuştur ki, bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, azâb murad ettiğinde, "Emrimiz gelip de fırın kaynadığı zaman" (Hûd. 40), "Vaktaki emrimiz geldi, Salihi'de (...) kurtardık" (Hûd, 66) ve "Vakta ki emrimiz geldi, üstünü altına getirdik..."(Hûd,82) ayetleri gibi olmuş olur. Cenâb-ı Hak bu kıssalarda azabını, "emr" lafzıyla getirip, yok edişini de yine bu lafzıyla beyân ettiği gibi, işte burada da böyle olmuştur. Hele, geçen kıssalara bir bakıp, onları, onları da o kıssalar gibi bulunca, bu görüş daha da kuvvet kazanır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki biz. sizin benzerlerinizi helak etmişizdir. O halde, bir düşünen var mı?" (Kamer. 5) beyanı da, bu görüşün doğruluğuna delâlet eder. 9) "Lemh bi'l basar'ın ne demek olduğu hususunda da şu iki izah yapılabilir: a) Göz ile bakmak... Nitekim Arapça'da, "Gözle baktım" denilir. Ki bu, tıpkı, "gözümle ona baktım" denilmesi gibidir. Bu durumda bâ harfi, ayetlerde zikrolunduğu gibidir. Nitekim Arapça'da "Kalemle yazdım..." denilir. Cenâb-ı Hak, böyle bir misâli tercih etti, çünkü gözle bakmak, insandaki en hızlı harekettir. Zira, gözde, hareketin hızlı oluşunu sağlayan bir takım şu hususiyetler vardır: 1) Hareket ettirenin, göze yakın olması çünkü, sinirleri harekete geçirip uyaran, beyindir. Göz ise, beyine son derece yakındır. 2) Kapladığı alanın küçüklüğü... Zira göz, küçük olduğu için, kendisini hareket ettirene isyan edemez, ona karşı gelemez. Ama, hacmi büyük olanlar böyle değildirler. 3) Şeklinin dairesel olmasıdır. Çünkü, küreyi yuvarlamak (hareket ettirmek), dörtgeni veya üçgeni yuvarlamaktan daha kolaydır. 4) Gözün, bulunduğu uzuv içinde nemli ve kaygan olarak yaratılmış olması.. Bu hikmet ise, görülebilecek olan şeylerin son derece çok olmasında yatmaktadır, ama, yenilen, duyulan, tadılan, ayaklarla yapılanlar ise böyle değildir. Şimdi, sayesinde, görülebilecek şeylerin algılandığı o âlet hızlıca hareket etmeseydi, görebileceği her şeye ancak, uzun bir zamandan sonra ulaşabilirdi. b) "Lemh-i bi'l-basar"ın manası, "salıvermektir". Berk, gözün şimşek gibi çakması ve hızlıca o şeye yönelmesidir.. Bu duruma göre, ayetteki ba, "istiâne ve vâsıta" için değil, "ilsâk" içindir, yani onunla yapışma ve birleşmeyi ifâde ediyor. Bu tıpkı, bir kimsenin "Ona uğradım..." sözündeki bâ harfi gibidir. Ve bu bakışın o nesneye düşüşü, son derece hızlı olur. Ayette (......) kelimesinin yer almasının bir hikmeti vardır ki, o da, son derece hızlı oluştur. Çünkü, Cenâb-ı Hak şayet, "çaktığında, bulunduğu yerden harekete başlayıp da, düşünülebilecek en kısa zamanda bir başka yere ulaştığında (işte bu anlamda) şimşek çakması gibi bir süratle..." demiş olsaydı, söz düzgün olurdu; ancak ne var ki, doğru olmasının yanısıra, göz ile bakıldığında geçen süre, şimşeğin çakmaya başlamasından sona erişine kadar geçen zamandan daha azdır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, buyurdu. Yoksa, "Başlangıçtan sona erinceye kadar geçen süre içinde..." demektir. Hatta, bundan da öte, gözün bakması ve şimşek gibi çakması, zaman bakımından iyice az, hız olaraksa son derece hızlıdır. 51"Andolsun ki biz, sizin benzerlerinizi helak etmişizdir. O halde bir düşünen var mı?". "benzerler..." anlamında olup, biz bu ifâdenin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bizim emrimiz ancak tek bir kelimedir" (Kamer, 50) ifâdesinin, yok etme tehdidi anlamında olduğuna delâlet ettiğini söylemiştik. İkincisi ise zahirdir. Cenâb-ı Hakk'ın, 52"Bununla beraber işledikleri her şey defterlerdedir" ayeti için, onların helak edilmesiyle sınırlı olmadığına; aksine, bu helak edişin sadece dünyevî helak olduğuna yaptıkları şeyden ötürü onlara hazırlanan o uhrevî azabın ise, onların aleyhine kaydedildiğine bir işarettir. (ez-zubur), Cenâb-ı Hak'ın, haklarında, "Hayır, bilakis dini yalan sayıyorsunuz. Halbuki sizin üstünüzde hakiki bekçiler, çok şerefli yazıcılar vardır"(İnfitar, 9-11) buyurduğu, o yazıcıların kitablandır ifâdesi ise, (......) kelimesinin sıfatıdır. Zira nekire, cümleyle tavsif edilebilir. 53"Küçük büyük herşey yazılıdır". Bu ayet, ilgili hükmü genelleştiren bir ifâde olup, "Bu yazma işi, sadece onların yaptıklarıyla sınırlı olmayıp, tam aksine, başkalarının yaptıkları şeylerin de orada yazılı olduğunu" anlatmaktadır. Dolayısıyla, bu yazma işinden, ne küçük ne de büyük, hiçbirşey hâriç kalmaz.. Biz, "Ne göklerde, ne yerde bir zerre miktarı O'ndan kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük (hiçbirşey) müstesna olmamak üzere, (hepsi) muhakkak apaçık bir kitabta (yazılıdır)"(sebe,3) ayetinin tefsirini yaparken, bu ayetteki "daha büyük" ifâdesinin yer alışının şöyle büyük bir faydası olduğunu söylemiştik: Bir kimsenin hesabını yazan kimse, bunu, genelde unutulmaması için yazar. Ama, unutulmayacak bir biçimde, bir yekûn söz konusu olduğunda, (yani, unutulması imkânsız bir şey olduğunda), çoğu kez, bunu yazmaz ve unutulma endişesi olan şeyleri yazmakla meşgul olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, "... bundan daha büyüğünü... "(Sebe, 3) buyurunca, O, bu ifadesiyle, unutulmayacak o şeylerin de yazıldığına işaret etmiştir. Ki bu, "Bizim yazmamız - çizmemiz, kendisinden maksat unutulmayı önlemek olan sizin yazmanız gibi değildir..." demektir. İşte, bu ayette (Kamer,53) de böyle diyoruz. Cenâb-ı Hakk'ın hem, "... Bu kitaba ne olmuş, küçük büyük hiçbirşey bırakmayıp onlan saymış... "(Kehf, 49) ayetinde, hem (de ilgili diğer yerlerde, küçük olanı büyük olandan önce zikretmiştir. Çünkü, yazılma esnasında, İyice kaydedilmeye en uygun olanı, küçük olanıdır. Böylece, insanların adetinde, unutulmasın diye, küçük olan şeyi yazmakla işe başlanır. Cenâb-ı Hak da, bu ayetlerini, insanların örfüne göre getirmiştir. Ki, bu daha önce zikrettiğimiz şu hususu teyit eder: Ayette geçen (......) kelimesi, her ne kadar nekire bir kelime ise de, umumî olduğu ve kapalılık olmadığı için, kendisiyle söze başlanması (mübtedâ olması) güzel olmuştur. 54"Şüphesiz ki takva sahipleri cennetlerde, ırmaklardadırlar..,". Biz, "müttakîn" ve "cennât" kelimelerinin tefsirini, pekçok sûrede yapmıştık. Meselâ, bunlardan birisi de, Tûr Sûresi'ndeki ilgili ayettir, (......) kelimesine gelince, bunun çeşitli okunuşları vardır. Tıpkı hacer gibi, nûn'un ve hâ'nin fethasıyla neher şeklinde okunuşuna göre, bu kelime, cins isimdir. Ve, "nehirler" anlamındadır. İşte bu izah, açık ve en doğru olanıdır. Bu ifâdeyle ilgili olarak birkaç mesele vardır: Bağ bahçe ile, doruk noktasına çıkmış bir biçimde mükemmel bir lezzetin hissedilmesinin, insanın o bahçede bulunmasında yattığında; insanın nehrin içinde olması halinde hiçbir lezzetin olmayacağında; tam aksine, lezzetin o bahçede, nehrin kenarında bulunmada yattığında şüphe yoktur. O halde, ayetteki (......) kelimesinin ifâde ettiği mana nedir? Biz deriz ki: Bu hususu, biz, Cenâb-ı Hakk'ın, Zariyât Sûresi'ndeki, "Şüphesiz ki sakınanlar ... cennetlerde, pınarlardadırlar..."(Zâriyât, 15) ayetinin tefsirini yaparken cevaplamış ve bu ifâde ile, "pınarların arasında ve oradaki mahallerde..." manasının kastedildiğini söylemiştik. Tefsirini yapmakta olduğumuz ayette geçen "bahçeler" kelimesi hakkında yapılabilecek izah da böyledir. Çünkü, "cennet", güneşin ışınlarına mani olacak denli sık ağaçlıklı yer, anlamındadır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "... gölgeler ve pınarlar içinde..." (Mürselât, 41) buyurmuştur. "Cennet", güneşin ışınlarını örtecek denli sık ağaçlıklı yer anlamında olunca, bu demektir ki insan, "ağaçlarda" olmaz, olsa olsa ağaçların arasında bulunur. Ayette geçen iradesinin anlamı da böyledir. Biz, burada, şöyle bir ilâve bir izahta da bulunabiliriz: Tefsirini yapmakta olduğumuz ayetteki ifâdenin takdiri, "Bahçelerde ve nehirlerin kenarlarında..." şeklindedir. Çünkü, "mücâveret - yakınında yer almak" böyle bir durum olmadığında kullanılması güzel olmayan bir ifâdenin kullanılmasını caiz hale getirir. Nitekim Araplar, "O hayvanları, saman ve soğuk su vermek suretiyle yemledim..." ve "kılıcımı ve mızrağımı boynuma astım..." derler. Halbuki, "su", yemlenmez, mızrak ise, boyundan asılmaz. Ancak, "saman"a ve "kılıca" mücâveretten, yakınlıktan dolayı, böyle bir kullanış güzel ve yerinde olmuştur. Aynı sebepten dolayı, Cenâb-ı Hak, ilk ifâdede, başına getirdiği "fi" kelimesini, ikincisinin başına getirmemiştir. Bu ifâde de, (cennât) kelimesi çoğul olduğu halde, (neher) kelimesi tekil getirilmiştir. Halbuki, ilgili pekçok yerde, bu kelimede) çoğul olarak getirilmiştir. Nitekim meselâ Cenâb-ı Hak bir ayetinde, (Bakara, 25)... vs. buyurmuştur. Binâenaleyh, bunun hikmeti nedir? Biz deriz ki, birinci cevâba göre, şöyle diyebiliriz: Cenâb-ı Hak, bu ifâdenin manasının "... arasında ..." şeklinde olduğunu beyân buyurunca, bu ifâdeyi duyan kimsenin, tek bir nehrin arası olamayacağını bildiği için, "nehirler" ifâdesini duymaya ihtiyacı kalmamıştır. Ama, meselâ (Bakara, 25) ayetinde, ilgili ifâde şayet çoğul getirilmemiş olsaydı, kişi, dünyada olduğu gibi bahçelerde sadece tek bir nehrin bulunduğunu zannedebilirdi. Çünkü, pekçok bağın - bahçenin arasından uzayıp geçen tek bir nehir de bulunabilir. İkinci manaya gelince, biz diyoruz ki insan, "bahçelerde" bulunur. Çünkü, biz, daha önce de belirttiğimiz gibi, "bahçeler" kelimesinin çoğul getirilmesinin, o cennetlerin alanının büyüklüğüne; ağaçlarının çokluğuna ve çeşitliliğine bir işarettir. Ama bu ifâdenin, meselâ, "Müttakilere va'dolunan cennetin durumu, misâli.."(Muhammed,15) ve öl"... cennet karşılığında... "(Tevbe, 111) ayetlerinde müfret getirilişi, cennetlerin ağaçlarının, birbiriyle bitişik olmasından ve aralarında, düz, ağaçsız bir yerin bulunmayışından dolayıdır. Bunu iyice kavradığına göre, dünyada insan, bir kampusun evinde bulunsa, o kampus de, bir mahalle de, o mahallede bir şehirde bulunsa, onun, (sadece) o şehirde olduğu söylenir.. Yakınlığa gelince, dünyada insan, eşit bir biçimde iki nehrin arasında bulunduğunda, "O, iki nehrin arasında oturuyor" denilir. Ama, iki nehirden birisine daha yakın olduğunda, diğerine değil de, "iki nehirden birinin yanında oturuyor" denilir. Ancak ne var ki, dünyada bir insanın, üç nehir arasında olması mümkün değildir. Olsa olsa, iki nehrin arasında olur. Üçüncü nehir ise, o iki nehre çok uzak olur. İşte bu sebeple, bu kimse, gerçekte, aynı anda pekçok nehrin kenarında olamıyor demektir. Allahü teâlâ da, ahiret şeylerini, bizim dünyada görüp bildiğimiz şeylere göre zikretmiş de, bundan dolayı, "nehrin kenarında..." demiştir. Zira biz, her ne kadar (......) kelimesinin, "nehirlerde" anlamında olduğunu beyân ettiysek de, bu, "Kılıcımı ve mızrağımı boynuma astım..." şeklindeki ifâdelerinde olduğu gibi, bu, mücaveretten dolayıdır. Ama, "altlarından ırmaklar akan..." (Bakara, 25) ifâdesine gelince, bunun anlamı, tarafımızdan hakikî anlamda, (mecazî değil), anlaşılmaktadır. Çünkü, tek bir bahçede bazan üçten dörtten çok nehir, çay akabilir. Bu izaha bir de, buradaki ayetlerin sonlarının, çoğul değil de tekil kelimelerle bitmesinin güzel ve yerinde olacağını da katabiliriz. Buradaki (......) kelimesinin nekire getirilişinin, tazîm için olduğu da söylenebilir. Çünkü, "cennet" de, diğer nehirlerin en büyüğü ve güzeli olan bir nehir de bulunmaktadır ki, bu da, Kevser'den veya Rıdvan çeşmesinden kaynaklanan nehirdir. Ki, orada bulunmak bir şeref ve gıbta vesilesi olur. Ve herkesin orada, oturacağı bir yer vardır. Diğer nehirler ise, cennette, bahçede akar, oranın halkı da onu seyreder. Halbuki, o müstesna nehirin kenarında oturan, ötekileri göremez. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, buyurdu ki, bu, "Bu nehir kenarında mü'minlerin oturağı yeri bulunan'bir nehirdir" demektir. Onlar için malûm ve bilinir olmadığından dolayı, hem Cenâb-ı Hakk'ın: "Muhakkak ki Allah, sizi, bir nehirle sınıyor" (Bakara. 249) ayetinde, hem de burada bu ifâdelerin böyle getirilmesinin güzelliği söz konusudur. Her iki yerde de, bizim, "cins isim olduğu için, (......) kelimesi çoğul anlamdadır" dememize gerek kalmaz. Cenâb-ı Hak burada, "nehirlerde...", Zâriyatta ise, "pınarlarda" buyurmuştur. Bunlar arasındaki fark nedir? Biz diyoruz ki, biz şayet, (......) kelimesinin manasının, "arasında.." şeklinde olduğunu söylersek, dünyada iken insanın, meselâ, yüksek bir yerde bulunup da, o yerden, kaynayan pınarların aşağıya doğru akması suretiyle çaylar oluşturması gibi, kendisini kuşatan pekçok pınarın arasında olması mümkündür; ama, yine dünyada iken, pekçok çayın arasında bulunması mümkün değildir; olsa olsa, sadece iki nehir arasında bulunabilir. Yine bizim, "Bu ifadeyle, "nehirlerin yanında" manası kastedilmiştir" dememiz halinde de durum böyledir. Ama bizim, bu ifâdedeki nekireliğin tazîm ifâde ettiğini, kenarında mü'minler için oturacakları yerleri bulunduğunu söylersek, bu durumda deriz ki, o nehir, uzayıp giden ve diğer herbir nehirle birleşen, yanında, akarak kendisine katılan pekçok, pınar bulunan bir nehirdir. O halde, neher kelimesinin zikredilmesi, teşrif; uyun (pınarlar) kelimesinin zikredilmesi ise, gezinti ve tenezzüh içindir.. Kaldı ki, büyük bir çay, akan pekçok pınarla, kaynakla birleşir. Binâenaleyh, müfret olmasına rağmen, neher kelimesi, pekçok olmasına rağmen, "pınarlar"ın yerini tutar. Bütün bu izahlar, hem buradaki, hem de oradaki ayet sonlarına göredir. Çünkü, burada, bu ifâdenin müfret, orada ise, çoğul getirilmesi güzel ve yerindedir. Ayetteki (......) kelimesi (nehar - gündüz) kelimesinin çoğulu olarak nuhur şeklinde de okunmuştur. Çünkü orada, gece yoktur. Bu izaha göre, bu ifâdenin başına, (fi) harfi cerrinin takdir edilmesi, var olduğunun kabulü, hakikî anlamdadır. Binâenaleyh, ayetteki, "bahçeler" ifâdesi, zarf-ı mekân; "gündüzler.." ifadesi de zarf-ı zamana işaret olmuş olur. Bu kelime, tıpkı (aslan) kelimesinin çoğulunun usd gelişi, gibi, neher kelimesinin çoğulu olarak, nûn'un dammesi ve hâ'nın sükûnu ile nuhr şeklinde de okunmuştur. Ki bunu, ez-Zemahşerî nakletmiştir. Bu ifâdenin, (semer: meyve) kelimesinin (sumur) şeklinde çoğul yapılması gibi, hâ'nın dammesi ile nuhur şeklinde cemilenmiş olduğu da söylenebilir. 55"Hak medisinde (ve) kudret sahibi, mülkü çok, yüce olan (Allah)'ın yanındadırlar". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: (......) ifâdesinin nahiv bakımından yeri hakkındadır. Biz diyoruz ki, bu hususta şu iki muhtemel izah yapılabilir: 1) Bunun, "bedel" şeklinde bir ifâde olması.. Bu tıpkı bir kimsenin, "Falanca, falan şehirde, falan evde..." demesi gibidir. Bu izaha göre, bu ifâde o bahçeler türünden olmak üzere, diğer yerlerde bulunan bahçelere üstünlüğü bulunan ve müttakiler için seçilmiş olan bir mahal olmuş olur. (......) kelimesi de, aynı durum ve takdir üzeredir. Çünkü biz,yaptığımız izahların birinde, "bahçelerde ve nehirlerde" ifâdesinin, "bir nehir yanındaki bahçelerde..." şeklinde olduğunu söylemiştik. Buna göre Cenâb-ı Hak, "Kudret sahibi, mülkü çok yüce olanın yanındaki hak meclisinde..." demiştir. Ayetteki, (......) kelimesinin ifâdesinin sıfatı olduğu da söylenebilir. Nitekim sen, "İmkânlı olanın birinde bir dirhemin bulunması, ödeme güçlüğü içinde bulunan bir kimsede bir altının bulunmasından daha hayırlıdır" veya emin kişinin yanındaki az şey, hain kimsenin yanındaki çok şeyden hayırlıdır" dersin. Böylece de, misalimizde, nekire kelimelerden sonra kelimeler sıfat olmuştur. Aksi halde, sıfat olmasaydı, ilgili ifâdelerin mübtedâ olması güzel olmazdı. 2) (......) ifâdesinin, kendisinden, önce geçen ifâdelerinin sıfatı gibi olması... Yani, "Müttakîler, hak meclisi diye tavsif edilen, cennet ve nehirlerdedir" demek olur. Ki, bu da, senin tıpkı, "Allah yolundaki cephede bir sefer durmak falan şeyden daha hayırlıdır" demen gibidir. O halde ayetteki, sıfattan sonra gelen ikinci sıfattır. “Kaade” Kelimesi Ayetteki "Fî mak'adından..." ifadesi "meclis" kelimesinin delalet edemeyeceği bir bekleyişe delâlet eder. Çünkü kelimeleri, sanıldığı gibi aynı manaya değillerdir, aralarında fark yardır. Fakat bu fark, ancak emsalini geçenler için görünür. Aradaki fark şudur: kendisinde hem hakiki, hem de iktizâî olarak bir oturup bekleme manasınadır. Bunun böyle oluşunun delili şunlardır: 1) Kötürüm kimseye, gerçek manada uzun süre oturup kalmış olduğu için "mak'âd" denilir, ama "meclis" denmez. "Evin temelleri" manasına, kava'idu'l-beyt" denilmesi de böyledir. Oturup kalan, evden çıkmayan kadınlar için, "kava'id" denilir de, fiili, uzun süre oturup; beklemeye delâlet etmediği için, cevalis" denmez. Böylece devam ve sebat arasında, hep aynı hal üzere kaldığı için, her iki yerde de, "avâ'id" kelimesi kullanılmıştır. Yine hakiki manada olmasa bile iktizâî olarak, hep üzerinde oturulduğu için, binit olarak kullanılan develere de, "ka'ûd" denilir. Çünkü bu deve böylece, kendisi yük taşımadan korunmuştur ve sırf binit olarak ayrılmıştır. Buna göre sanki o devede, böyle olmayı iktizâ eden (gerektiren) bir tür ku'ûd (oturma) özelliği bulunmuştur. Bunun için fiili kullanılmaz. 2) Kelimedeki harflerin yer değiştirmelerini nazar-ı dikkate alıp, meselâ, fiilinin harflerinin yerini değiştirdiğinde, meydana gelen bu yeni kelimede, "bekleme" manasını bulursun. Çünkü kaf harfini öne aldığında meydana gelen ve kelimelerini aynı manaya bulursun. "Kelebekler birbirine çarpıp, yere serildi" manasındaki, ifâdesi de böyledir. Ayn harfini öne aldığında meydana gelen, ve fiillerinin, yine bekleme ve durma manalarını ihtiva ettiklerini açıkça görürsün fiilinde bu mana biraz kapalıdır. Çünkü, oraya düştükten sonra onu oradan almasını birisine emrettiğinde, "Kuyudan kovayı elinle çıkar" denilir. (......) kelimesi de, kuyuya düşen kovaları çıkarmak için kullanılan başında kancalar bulunan şey manasınadır. Dal harfini öne aldığında meydana gelen ve kelimelerine baktığında, da bekleme manası çakıtır. Çünkü (......) kelimesi, yere yapışan toprak demektir. (......) ifadesi de, sahibi toprağa belenmiş fakirlik demektir. fiilinde de mana böyledir. Çünkü hayvanın tırnaklarıyla çiğnediği, böylece parçalan birbirine girip, kıpırdayamaz hale kalmış, sert yer manasınadır. 3) "Ku'ûd" kelimesinin kullanılışı da bunun delilidir. Bunlara baktığında, söylediğimiz şey, net şekilde görülür. Nitekim Hak teâlâ; "Mü'minlerden, mazeretleri olmaksızın kâid olanlar (oturup, geri kalanlar)..," (nisa,95) buyurmuştur ki bununla, artık bundan sonra, onların ittibâının olmayacağı manası kastedilmiştir. Yine Hak teâlâ, "Şüphesiz Allah, yolunda, sanki birbirine kurşunla kenetlenmiş bir bina gibi, saflar bağlayarak çarpışanları sever" (Saf, 4) buyururken "Muharebe için tabya" (Al-i İmrân, 121) buyurmuş, böylece o büyük sebata işaret etmiştir. Yine Hak teâlâ, "Bir (düşman) grubuyla karşılaştığınızda, sebat gösterin" (Enfal, 45) buyurmuştur. O halde, "mekâ'id", savaşan kimsenin, içinde durup beklediği ve sebat gösterdiği yerler demektir. Mak'ad kelimesinin, oturma işi yapılan o uzva ad olarak verilmesi de buna delalet eder. İşte cülus ile Ka'ûd arasındaki farkı bu şekilde anladığında, senin için bir takım faydalar ve incelikler meydana gelir. Bunlardan birisi, bu ayettedir. Çünkü bu ayetteki, "mak'ad" kelimesi de, uzun süre bekleme ve kalma manasındadır. Bir diğer fayda da, "Sağında solunda bir katd (oturan melek) vardır" (Kaf, 17) ayetindedir. Çünkü ka'îd, celîs ve nedîm (beraber oturup kalkan arkadaş ve dost) manasınadır. Bu anlaşıldığına göre, zahir ehli müfessirlere, "Oturma" manasına (......) kelimesinin kullanılması daha meşhur olmasına rağmen, bu ayette (......) fiilinin seçilmesindeki hikmet nedir?" diye sorulduğunda, onların cevapları "Efendim, hablu'l-verîd", "ledeyye atid", "bi-cebbârin anîd" gibi ayetlerin sonları, "celîs"e değil de, "ka'îd"e daha uygun düştüğü için..." şeklinde olur. Halbuki Kur'ân'ın i'cazı secîsinde değildir. Ama anlatılanları nazar-ı dikkate aldığında, münasib bir lafzın getirilmesindeki, çok açık, mana ile ilgili, hikmetli birtakım faydaların ortaya çıktığını görürsün. Çünkü "ka'îd" ifadesi, o iki meleğin, insanı hiç terketmeyip, hep onunla oturup kalktıklarına delâlet eder. İşte Kur'ân'ın mûciz oluşu bu yönüdür. Bu böyledir, çünkü şâir, şiir ve secî (kâfiye) zaruretinden ötürü, manaca uygun olmayan kelimeler seçer, böylece manayı kelimelere tabî kılar, (yani kelimeleri esas alır, manayı ikinci derecede düşürür). Halbuki Allahü teâlâ, layıkıyla hikmetini beyan eder ve kullandığı lafızları da, olması gereken en güzel biçimde getirir. Bir başka hikmet de, Allahü teâlâ'nın, "Ey iman edenler, meclislerde, size "yer açın" denildiği zaman, açılın ki, Allah da sizin için (rızkının) açsın. "Kalkın" denilince de, kalkıverin..." (Mûcadele, 11) ayetindedir. Çünkü ayetteki "açılın" ifadesi harekete, "kalkıverin" ifadesi de, oturmayı terketmeye bir işarettir. Böylece Cenâb-ı Hak bu ifadede, orasının oturma yeri (cülus yeri - meclis) olduğuna, hep oturup-kalmanın gerekmediğine ve orasının mak'ad" yani hiç terketmemeleri gereken bir yer olmadığına bir işaret olsun diye, "mecâlis" (meclisler) kelimesini kullanmıştır. Ayetteki bu ifade hakkında, şu iki İzah yapılır: a) "Mak'ad-ı sıdk", uygun oturma yeri demek olup, bu tıpkı Sâlihler için, "racül-ü sıdk"; fasıklar için de, "racül-ü sû' " denilir. Bu hususu. Fetih Sûresi'ndeki, "zannu's-sev " 12. ayet ifadesinin tefsirinde ele aldık. b) Ayetteki "sıdk" ile, kizb (yalan) kelimesinin zıddı mana kastedilmiştir. Buna göre şu iki izah yapılabilir: 1) "Hak meclisi" ifadesi, o hakkı haber verenlerin, yani Allah ve Resulünün meclisi..." manasınadır. 2) Bu meclis, sıdkından ötürü onun elde ettiği ve "Allah birdir; Muhammed O'nun Resulüdür" dediğinden dolayı kazandığı bir meclistir. Bu ifade ile, "Burası yalanın yer alamayacağı bir meclistir. Çünkü Allahü teâlâ sâdıktır, O'nun yalan söylemesi imkânsızdır. O'na kavuşanların yalan söylemeleri de imkânsızdır. Çünkü yalanın sebebi cehalettir. O'na ulaşanlar ise, herşeyi olduğu gibi bilirler. Böylece de, Allah'ın lütfü sayesinde yalan söylemeleri halinde elde edecekleri (değersiz) şeyler için yalan söylemekten müstağni olmuşlardır. O halde burası mak'ad-ı sıdktır, hak meclisidir" manası da kastedilmiş olabilir. Ayetteki, (yanında) kelimesinin manasını biliyorsun. Bununla mekân ve mana bakımından bir yakınlık değilde, makam, mevki ve şan bakımından bir yakınlık kastedilmiştir. Ayetteki "melik-i muktedir" ifadesi de böyledir. Çünkü melîk'e (padişaha) yakınlık, tatlı bir şeydir. Padişah hernekadar ileri bir güç ve kudret arzederse, ona yakın olmada o nisbette tad verir. İşte bu ayette, Allah'a yakın olmanın, padişaha yakın olmadan çok farklı olduğuna bir işaret vardır. Çünkü padişahlar (iktidardakiler), hem sevdiklerini, hem de, isyan edenler ve düşman yanında yer alıp, kendisini iktidardan ederler diye, korktukları kimseleri kendilerine yakın tutarlar. Allahü teâlâ ise muktedirdir. Dolayısıyla Kendisine yaklaştırdıklarını, ancak lütfü ile yaklaştırmıştır. Hamd Allah'a, salat-u selâm mahlukatın en hayırlısı, efendisi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, âlisine ve bütün ashabına olsun. |
﴾ 0 ﴿