2"Onlar bir ayet (mucize) görürlerse yüzçevirirler ve "Bu, sürüp giden bir büyüdür" derler". Bu, "Ayın yarılmasından sonra onlar, başka bir ayet (mucize) görürlerse, "Bu bir büyüdür" derler. Çünkü onlar, nice yeryüzü mucizeleri, "gökyüzü mucizeleri gördükleri halde, iman etmemişler, inadlarını bırakmamışlardır. Şimdi onlar.gördüklerini gördükten sonra, başka mucize görseler yine iman etmeyecekler" demektir. Burada yapılabilecek diğer bir izah da şöyledir: Onlar bir mucize görünce, yüzcevirmeyi adet haline getirmişlerdir. Binâenaleyh onlar, Inşikâk-ı kamer (ayın yarılması) mucizesini görünce de, bu adetlerinden ötürü, yine yüz çevirmişlerdir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: Birinci Mesele Ayetteki, "ayet" (mucize) hangi ayettir. (Mucize)dir? Deriz ki: Bu, kıyametin yaklaşmasının ayeti (delili) olan şeydir. Çünkü İnşikâk-ı kamer de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirdiği mucizelerdendir. Ama onlar, bunu kabul etmeyip, yalanlamışlardır. Binâenaleyh şimdi onlar, bundan başkasını görseler de, yine yüzçevirirler. Yahut da bu ayet, ayın yarılması mucizesi manasınadır. Çünkü bu, mucizedir ve bunun mucize olduğu son derece açıktır. İlgili ayette geçen "ayet" kelimesinin, kıyametin vukuuna dair bir ayet olması hususuna gelince, âlemin harab olacağını kabul etmeyenler .semânın yarılmasını ve çatlamasını da kabul etmezler. Onların, meselâ yıldızlar gibi, gökle ilgili olan her madde hakkındaki görüşleri hep böyledir. Binâenaleyh, şimdi o gökle ilgili cisimlerden birisi yarılıp çatlayınca, bunu kabul etmeyenlerin görüşünün aksi kesinleşmiş olacak ve âlemin yıkılabileceği ortaya çıkacaktır. Müfessirlerin ekserisi, bunun zamanının, "Kıyametin kopacağına dair alametlerden birisi de, ayın yakın bir zamanda varılmasıdır" şeklinde olduğunu söylemişlerdir, ama bu tutarsız bir görüştür. Onları bu görüşe sevkeden, dar bir çerçeveden yetişmiş olmaları ve ilgili hususun, (biraz) kapalı kalışıdır. Bunun zayıf olduğunu şu şekilde beyan edebiliriz: Şayet Allahü teâlâ, kitabında, ayın ikiye yarıldığını haber vermiş ve bu da, kıyametin kopmasının bir alameti sayılmışsa, bu, tıpkı,' Dabbetu'l-arz'ın çıkışı, güneşin batıdan doğuşu gibi, olması mutlaka gerekli olan bir şey olmuş olur ve bu yönüyle de, bu sayılan şeylerin ilginç şeyler olup da, ama Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mucizeleri olmaması gibi, evet onun mucizesi değildir (bu zorunludur). "Bu iş meydana gelmezden önce, bunun meydana geleceğini haber vermek de bir mucizedir" denilmez. Çünkü, biz deriz ki, bu, bu durumda gayb'tan haber vermek kabilinden olmuş olur da, başlıbaşına bir mucize olmaz. Başlıbaşına bir mucize olması fasittir." Bu, bir mucize ve bir alamettir, zira, Allahü teâlâ, sahifelerde ve önceki kitablarda, bunun Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İçin bir mucize olacağını, dolayısıyla da, böylece kıyametin yaklaştığının anlaşılacağını haber verdik. Bu böyledir, zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, peygamber olarak gönderilmesi, kıyametin vuku bulacağının bir alâmetidir. Çünkü O, "Benim peygamber olarak gönderilişimle kıyamet arasındaki zaman, şu iki parmağım (arasındaki zaman) gibidir" Buhari, rikak. 39. buyurmuştur. İşte bundan dolayı Satîh'ın, kendisine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğduğu haber verilince, "Olacak bir takım şeyler için o meydana geldi, doğdu" dediği nakledilmiştir. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dünyaya gelmesi, bir takım şeylerin delili olmuş olur. Hem, ay yarılınca, onun yarılma hadisesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklere karşı istidlalde bulunurken meydana gelmiştir. Halbuki müşrikler, ilahî kitablarda ne var ne yok, bundan habersiz idiler. Kendilerine kitap verilen kimseler de, kıyametin alâmetinin beyan edilmesine ihtiyaç duymuyorlardı. Zira onlar da, bunu söylüyor ve onun yaklaştığını itiraf ediyorlardı. O hakte bu, göklerin yıkılabileceğine delâlet eden bir mucizedir ki, en büyük esas ve temel de budur. Çünkü, gökler durulup ve bunun olacağı caiz görülünce, yer ve yeryüzündekilerin son bulacakları, imkânsız görülemez.." de denilemez. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre biz diyoruz ki, "o saat yaklaştı..." ifadesindeki yaklaşma işi, "aklen ve fikren" olabileceği manasına alınabilir. Nitekim, olması mümkün olmayan bir şeyi birisi duyduğu zaman, "Bu, olması mümkün olmayan, imkânsız bir şeydir" der. Yaptığımız bu izahı, her ne kadar bazı tutarsız zihinler yadırgasalar bile, bu güzel bir izahtır. Zira, ayetin bu ifadesini "mümkün olma bakımından yaklaşma" manasında değil de, zaman bakımından yaklaşması manasına almak, kâfir kimseye fasit (kısır) bir mücadele etme imkânını verir. Zira, kâfir kimse "Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber zamanında, "kıyamet yaklaştı" demiştir. Hazret-i Peygamber zamanındakiler de, eski kitaplarda da, Cenâb-ı Hakk'ın, "va'di yaklaştı.." buyurduğunu söylemişlerdir. Aradan yüzyıl geçti, ama bu iş vuku bulmadı.. Diğer bir yüzyılın geçmesi halinde de, bunun vuku bulmayacağı uzak bir ihtimal değildir" diyebilir. Yaklaşma lafzını bu gibi şeylere (imkân bakımından değil) zaman bakımından vermek doğru olsaydı, o zaman verilen haberlere güven diye bir şey kalmazdı. Hem, yaklaşma ifâdesi, iman etmenin geçerli olmayacağı bir zaman gelmeden önce, verilen fırsatı değerlendirmek ve iman etmeyi sağlamak için kullanılmış bir lafızdır. Yaklaşma kelimesi zaman bakımından yaklaşma anlamına alındığında kâfir şöyle diyebilir: "Bundan korkmaya gerek yok. Çünkü bu, ne beni ne evlâdımı, ne de onların evlâdını bulmaz, ulaşmaz.." Ama, ayetin bu ifâdesi, bunun "aklen yakın ve mümkün olması" anlamına alındığında, bu, hem müşriklere hem de felsefecilere ileri derecede bir reddiye olmuş olur. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın mükellef kıldığı şeylerin ilki, Kendisinin birliğini ve ahiret gününü kabul etmektir ve O, "Haşrin olacağını biliniz" demiştir, ama müşrik ve (tabiatçı olan) felsefeci buna muhalefet etmiş, bunlar, sadece, şeriatın beyânını getirdiği şeyi inkâr etmekle yetinmemiş, "olmaz, olması muhtemel değildir" dememiş, tam aksine, "bu uzaktır" demiş bununla da yetinmemiş, "Bu, mümkün değildir!" demiş, yine bununla da yetinmemiş tam aksine, "Bunun imkânsızlığı kaçınılmazdır.." demiştir. Zira onların inancına göre, yok olan şeyi, yeniden ortaya çıkarmak, ölüleri diriltmek, zorunlu bir biçimde imkânsızdır. İşte bundan dolayı onlar, ilgili şey bu kadar net olmasına rağmen, inkâr ifâde eden "istifhamı" kullanarak, "Biz ölüp de bir toprak ve bir yığın kemik olduğumuz vakit mi, sahiden biz mi mutlaka diriltilmiş olacağız" (Saffat, 16), "Biz çörüyüp dağılmış kemikler olduğumuz vakit mi?.." (Naziat, 11) ve "Biz yerde kayb olduğumuz vakit mi, hakikaten biz mi yeni bir yaratılışta (bulunacağız?)"(Secde, 10) demişlerdir. Binâenaleyh, onlar bu hususu, imkânsız görünce, Allah ve Resulüllah, bu işin olabileceğini beyânla yetinmemiş, tam aksine Cenâb-ı Hak, "O saat muhakkak ve mutlak gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur"(Mû'min, 59) buyurmuş, bununla da yetinmeyerek, "Ne bilirsin, belki de o saat yakın olacaktır" (Ahzab, 63) buyurmuştur. Ve, bu işin peşini bırakmayarak, "Saat yaklaştı..."(Kamer, 1), "Hak va'd yaklaştı..." (Enbiya, 97) ve "İnsanların hesabı yaklaştı..."(Enbiyâ, 1) buyurmuştur ki, bütün bunlar, "Göz açıp kapayacak bir süre içinde olacak şeyi inkâr etmenin caiz olmayacağı bir biçimde aklen yaklaştı" demektir. Çünkü, gözbebeğimizi, evirip çevirmemiz bize nasıl kolay ise, işte bu da Allah'a o kadar kolaydır, hatta bundan da kolay ve yakındır!.. Halkın, "Alemin varoluş zamanı, uzun bir süreyi içerir. Ama, ondan geçip giden şeylere nisbetle, geride kalan ise, çok cüzî bir şeydir" şeklindeki sözleri de bunu destekler. İşte, bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "O saat yaklaştı" buyurmuştur. Ok Meydanına Uğramadan Geçmek Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, şeklindeki hadisinin manası "Benden sonra peygamber yoktur. Çünkü benim zamanım, kıyametin kopuşuna kadar sürüp gidecektir. O halde, benim zamanımla kıyamet, şu iki parmağım gibi bitişiktir" şeklindedir. Bu zamanın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zamanı olduğunda şüphe yoktur. Çünkü, onun emirleri geçerli olduğu sürece, her ne kadar o, o zamanda olmasa bile, zaman onun zamanıdır. Ve bu tıpkı, bir kralın emirlerinin geçerli olduğu bir yer için, "O kralın mekânıdır.." denilmesi gibidir ki, bunu ifâde için "Falancanın beldesi" ifadesi kutlanılır. Buna göre şayet, "Ayetin bu manasını, o kesin bir şey olduğu halde, "aklen mümkün olma" anlamına hamletmek nasıl doğru olabilir?" denilirse, ben derim ki: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, tıpkı "Ne bilirsin, belki de o saat yakın olacaktır" (Ahzâb, 63) ifâdesinin doğru olması gibidir. Çünkü, ismi geçen şey Allah katında malûm iken, Cenâb-ı Hak bunu ifâde için, "umulur ki, belki..." anlamında olan, (......) kelimesini kullanmıştır. Bunun faydası ise, kıyametin kopuşunun, insanların örflerinden uzak olmayan bir tarzda mümkün olduğunu bildirmektir. Ve tıpkı, zamammızdaki insanoğlunun son derece ağır şeyleri taşıması ve çok kısa Dir süre içinde uzak mesafeleri katedebilmesi gibidir. Çünkü bu, mümkündür, ama hemencecik olacak bir imkân değil. Ama, gözbebeğini evirip çevirme ise, son derece yakın, yani hemencecik olan bir şeydir. İkinci Mesele Cenâb-ı Hak ifâdelerindeki vav'ın kendilerine râcî olduğu cemaat, ayette zikredilmemiştir. Pekî, bunlar kimdir? Biz diyoruz ki: Bunlar belirti kimseler olup kâfirlerdir. Ayetin takdiri de, "O kâfirler, şayet bir ayet, bir mu'cize görürlerse, hemencecik yüz çevirirler" şeklindedir. Üçüncü Mesele İlgili ayette geçen "ayet" kelimesi, tazîm ifade etsin diye, nekre getirilmiş olup, bu, "Onlar, eğer ulu ve büyük bir ayet görürlerse, yüz çevirirler.." takdirindedir. Dördüncü Mesele Ayetteki, "Bu, sürüp giden bir büyüdür" cümlesinin yer almasının hikmeti nedir? Biz deriz ki, bunun faydası, o ayetin (mucizenhin) her türlü şüphe ve şaibesinden uzak olduğunu, onların da bunu kabullenmelerini mutlaka gerektiğini beyan etmektir. Zira onlar, "Biz de aynısını yaparız" diyememişlerdir. Yine, ayetin bu ifadesi, onların mazur sayılabilecek bir yüz çevirişle yüz çevirmediklerini beyândır. Çünkü, bir işle meşgul olup da o ayete, mucizeye bakmayan kimsenin yüzçevirişi, ona sonuna kadar bakıp da, onu herhangi bir kimseye nisbetten ve aynısını getirme iddiasından aciz olan, sonra da, "Bu birşey değildir. Bu bir sihirdir" diyen kimsenin yüz çevirişinin kötü olması gibi kötü değildir. Zira, hiçbir mucize yoktur ki, inatçı olan kimse o ayet hakkında bu sözü söylemiş olmasın. Mûstemir "Sürüp giden" ne demektir? Biz deriz ki, bu hususta da şu izahlar yapılabilir: a) Bu, "devam eden" demektir. Çünkü, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), ister sözlü, ister fiili, ister yersel, isterse göksel her zaman bir mucize getiriyordu. Bunun üzerine o müşrikler, "Bu, peygambere nisbetle değişmeyen, sürüp giden bir sihirdir. Öteki sihirbazların büyüsü ise böyle değildir. Çünkü, bunların bir kısmı, çok çok olsa, bir, iki veya üç şey yapabiliyor, bunun dışındakilerden ise aciz kalıyor; halbuki Hazret-i Muhammed, herşeyi yapabiliyor.." dediler. b) Bu ifade, "güçlü" manasına gelip, bu da, ipin, şiddet ve kuvvet anlamına gelen el-mirretu" maddesine dayanan, "güçlü bükülmüş ip" ifâdesinden alınmıştır. c) Bu kelime, "öd kesesi" manasına gelen "el-mirâretu" kökünden olup, buna göre ifâde, "Bu, acı, tadı bozuk bir sihirdir" anlamındadır. d) Bu ifade, "geçip giden, zeval bulan" anlamındadır. Çünkü sihir, sürekli değildir. Hevalarına Uyanlar |
﴾ 2 ﴿