3"O vakıa olduğu zaman, onun vâki olduğunu hiç kimse yalanlayamaz. O, (kimini) alçaltıcı, (kimini) yükseltici" Önceki Sûre İle Münasebet Bu sûrenin, kendinden öncekilerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir: 1) Rahman Sûresi, Cenâb-ı Hakk'ın insanlara nimetlerinin sayılıp-dökülmesini, insanlardan bu nimetlere karşılık şükürde bulunmalarını isteyişini, yalanlamaktan menedişini ihtiva etmekte. Bu sûre ise, Allah'ın şükreden kimseye hayırla (mükâfaatla) karşılık vereceğini, yalanlayan ve inkâr eden kimseyi ise, cezalandıracağını anlatmaktadır. 2) Geçen sûre kullar için olan nimetlerinin zikredilmesi suretiyle, bir takım tenbihleri (dikkat çekişleri) ihtiva etmekteydi. Bu sûre de, onun gibi, bağrışıp-çağrışma günü olan kıyamette, onlara verilecek karşılıkları anlatmaktadır. 3) O sûre, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetini; bu sûre ise Allah'ın heybetini ortaya koymaktadır. Bu sûrenin başı ile Rahman Sûresi'nin sonu arasındaki münasebet de şöyledir: O sûrenin sonunda, nefy ve isbat açısından, Allah'ın sıfatlarına, bu sûrenin başında ise, kıyamete ve kıyametteki mükâfaat ile cezaya bir işaret vardır ki bunların herbiri, yine Cenâb-ı Hakk'ın isminin yüceliğine, şânının ululuğuna, kudretinin mükemmelliğine, saltanatının güçlülüğüne delâlet eder. Kıyamet Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele var: Birinci Mesele Bu ayetlerin tefsiri hususunda şu izahlar yapılabilir: 1) Bu, "olacak olan o kıyamet, yahut olacak olan o büyük zelzele (sarsıntı) olduğu zaman, herkes bunu (olup-biteni) kabul eder, artık hiç kimse inkâr edemez. Bu hâdise, inadcıların inadının bât olduğunu ortaya kor, böylece, cehennemin dibine savurmak suretiyle kâfirleri alçaltın cennetin derecelerine çıkarmak suretiyle mü'minleri de yükseltir. Bir de bakarız ki bunlar naim cennetlerinde, berikiler ise cehennemdedirler" demektir. 2) "O vakıa olduğu zaman, insanları alt üst eder, sarsar. Böylece yüksek olanları alçaltır, alçak olanları yükseltir." Bu izaha göre, ayet, vâki olacak kıyametin şiddetine işaret etmek için, bu tıpkı, "Biz o (beldenin) altım üstüne getirdik" (Hûd,82) ayeti gibi olmuş olur. Çünkü yüksekte olanı yıkmak suretiyle alçaltan, alçağı da yükselten, böylece aşağıdaki yeri, yüce dağlar haline getiren, yüce dağları da, alçak vadilere çeviren o azâb çok şiddetli ve ileri bir azabtır. Böylece o yüksek yüksek burçlar, kaleler (gökdelenler), yerle bir olur. İşte kopacak olan kıyamet, böylece aşağıdakileri yükseltir ve yerin zirveleri haline getirir, yüksekte olanları da, yerin derinlikleri haline getirir. Bunun böyle olacağının delili, "O zaman yer bir sarsıntı ile sarsılmıştır, dağlar didik didik parçalanmıştır..." (vakıa, 4-5) ayetleridir. Çünkü bu ifadeler, yeryüzünün, kendisini kökünden söküp atacak, dağlarını ise unufak edecek şekilde, hareket edeceğine, böylece aşağıdaki yerin, tıpkı koca dağlar gibi, yüce dağların da tıpkı derin vadiler gibi olacağına, bu hale geleceğine bir işarettir ki bu tıpkı, kumlu bir yerde, esen fırtınanın meydana getirdiği durum gibidir. 3) O vakıa (kıyamet) olduğu zaman, onun vukuu ve nasıl olduğu herkesçe anlaşılır. Artık onu ne bir inkâr eden, ne de yorumlayan bir kimse bulunur. Binâenaleyh ayetteki, (......) ifâdesi (......) ifâdesine ma'tuftur, yani aynı durumdadır. Bu tıpkı bir kimsenin "Benim o iş hakkında ne bir şüphem, ne bir yanılmam var" demesi gibi olur ki bu da, "Alçak olanı yükseltmeye, yüksek olanı da alçaltmaya" hiç kimsenin gücü yok (ancak Allah'ın gücü var) demektir. Sondaki Te Harfi "O vakıa olduğu zaman" ifadesindeki "vakıa" kelimesinin, mahzûf birşeyin sıfatı olması muhtemel olup, bu mahzûf şey, daha önce de beyân ettiğimiz gibi, "el-kıyame" yahut "el-zelzele" lafzıdır. Bu mahzûfun, belli olmayan bir şey olması da muhtemeldir. Bu durumda kelimenin sonundaki tâ, vâkî olan o şeyin şiddetine ve dehşetine bir işaret olmuş olur. Nitekim mananın, "olacak o şey öylesine oldu ki..." şeklinde olması için, iînsût denilir. Halbuki bizim, "iş oldu" şeklindeki sözümüz, ona nisbetle, çok önemsiz de olsa, sadece bir işin olduğunu ifade eder. Çünkü "kainetü" kelimesinde, onun bir "şey" oluşunun ötesinde ilave bir sıfat ve mana vardır. Bu hususu, Arapların, "Falanca alabildiğine râvî ve nesebe!" ifadelerindeki "tâ"mn, mübalağa için olduğunu anlatmak suretiyle izah edelim: Çünkü Araplar, bu kimsenin râvî olduğunu iyice anlatmak istediklerinde, haberden sonra bir sıfat getirerek, meselâ "Falanca çok güzel râvî, üstün râvî..." derler. Böylece, bu uzun ifadeyi, bir ilave manayı taşıması ile birlikte kısaltarak, "Biz, bir kelimenin yerini tutan bir harf getirdik. Nitekim müenneslik ta'sını da bu maksadla getirdik. Çünkü mesela bir kimsenin, (dişi zâlim) ifâdesinin yerine, sadece (......) deriz" demişlerdir. İşte bundan ötürü, tâ ile beyan edilmesi mümkün olmayan yerde, ünsâ (kadın-dişi) kelimesini bizzat getirme ihtiyacını duyarak meselâ (dişi koyun) demişlerdir. Çoğulu ifade ederken de, yazıda kısaltma yaparak meselâ, "Dedi, dedi, dedi" yerine geçmek üzere, "dediler" (......) "dedi, dedi" yerine geçmek üzere de, (......) demişlerdir. Aynen bunun gibi, mübalağa (te'kid) manasını elde etmek istediklerinde de, bir kelime yerini tutacak bir harf kullanmışlardır. İlave manaya (te'kide) delâlet eden o harfin kelime sonunda olması gerekir. Çünkü ilave, birşeyin aslından sonra sözkonusudur. İşte bundan ötürü müfredlik ve müennestiği göstermek için olmadığı zaman, mübalağa manasını ifade etsin diye, cemilerin değil de müfredlerin sonuna tâ'yı getirmişlerdir. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, şimdi diyoruz ki: Meselâ, ifadelerinde bu husus, lafzan değil de, manaca mevcuttur. Bunun manaca mevcut oluşu şöyledir: Araplar, şeklindeki sözleri ile, olan o şeyin olması gerektiğinden daha ileri şekilde olduğunu anlatmak isterler. Lafzan olmayışına gelince, kelimenin sonundaki "tâ" eğer mübalağa için olursa, fiilin de müennes zamiriyle yer alması caiz olmaz. Aksine ve denilmesi gerekir. Halbuki bu mümkün değil. Çünkü biz, bu tâ ile mübalağa manasının kastedildiğini söylüyoruz. Üçüncü Mesele (......) edatının ayetteki âmili nedir? Deriz ki: Bu hususta şu üç izah yapılabilir: 1) Bunun âmili, kendinden önce geçen bir fiildir. Bu durumda, (......) kelimesi, mef'ûl-ü fîh değil de, mef'ül-ü bih olmuş olur. Önceden olduğu düşünülen fiil (âmil) de, mahzûf "hatırla ki..." fiilidir. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Kıyameti hatırla" demiş olur. 2) Bunun âmili, (......) ifadesidir. Bu, senin, "Cuma günü, benim için meşguliyet yok" demen gibi olur. 3) Bunun âmili, kıyamet koptuğunda, kimi alçaltır, kimi yükseltilir" gibi ifadelerdir. Bunun delili ise, ayetteki "hafizâ, " ifadelerinin yer alışıdır. Bunun âmilinin, yine ayette geçecek olan, "ashab-ı meymene..." (Vakıa,8) kelimesinin olduğu da söylenmiştir ki bu, "Kıyametin koptuğu günde, ashab-ı meymene..." demektir. Kâzibe Ayetteki, (......) ifadesi, o kıyametin, tek bir defada, bir anda olacağına işarettir. Çünkü, "vakı'a" kelimesi, "masdar binâ-i merre"dir. Ayetteki (......) ifadesi, İle ilgili olarak, şu izahlar yapılabilir: a) Bu, yerini almış olduğu mahzuf bir kelimenin sıfatı olup, takdiri, (......) şeklindedir. b) Bunun sonundaki tâ da mübalağa içindir. Bu tıpkı "vakı'atü" ile ilgili olarak söylenen şey gibi olup, izahı yukarıda geçti. c) Bu kelime, tıpkı "âkibet" gibi, masdardır. Şimdi biz, birinci izahı kabul edersek, "li-vakiatiha"daki lam harf-i cerrl şu iki manaya gelebilir: 1) Bu, lam-ı ta'lîl'dir ve takdiri, "O hadisenin şiddetinden ötürü, o günde hiçbir kimse (nefis), yalanlamada bulunamayacaktır" şeklinde olur. Bu tıpkı, bütün herşeyi zaptettiği için, meleğin yanında yalan söylenenin olmaması gibidir. Böylece bu, "Herkes, daha önce, pek çok şey hususunda yalancı kimseler oldukları halde, onu söylediği ve söyleyeceği herşeyde tasdik eder" manasında, genel bir olumsuz hüküm olmuş olur. Artık hiçbir yalancı yoktur ki, o vakıanın şiddetinden ve işin açıklığından ötürü, "Kıyamet yok" diyebilsin. Bu tıpkı, herkes nezdinde açık bir şekilde ortaya çıktığı için bir iş hakkında, "Bu iş artık inkâr edilemez" denilmesi gibidir. Bu manaya göre de, ayetin bu ifadesi, "Hiç kimse yalanlayıp da, daha önce bunun yalan olduğunu söyleyen kimseler bulunduğu halde, artık, "Kıyamet yok" diyemez" manasında hususî bir nefiy (olumsuz hüküm) olmuş olur. b) Bu lâm'ın, müteaddîlik için olması... Bu da tıpkı, "Zeyd'i hiçbir döven yok" denilmesi gibi olur. Buna göre ayetin takdiri, "Olacak o şey olup bittiğinde, artık onun olup bittiğini yalanlayan hiçbir kişi olmaz. Eğer onun olduğu haber verilirse, bu demektir ki, artık o, kimilerini alçaltan, kimilerini de hâfd (indirici) ve rafla (yükseltici) kıyamettir" şeklinde olur. Bu izaha göre, ifâdesi, edatında âmil otamaz. Çünkü bu, kıyametin, "Bu iş kolay ve takat getirilebilen bir şeydir" diyen bir inkarcısı yoktur" manasına olur. Zira Arapça'da, güç yetiritebilir şey olduğunu sanarak büyük bir işe girişen kimseye, "Kendine sor" denilir ki, bu "işi kolay sandın ama, hiç de kolay değilmiş" demektir. Eğer biz, İkinci İzahı, yani tâ'nın mübalağa için oluşunu kabul edersek, bu durumda şu iki izah yapılabilir: 1) Bu, "Büyük bir yalan söyleyen kimsenin, bile o günün dehşetini yalanlaması mümkün değil" manasında, "Kıyametin ileri bir yalanlayıcısı yoktur" demek olur. 2) Bu, "Eğer bir kimse yalan söylese ve o gün için, "Ne kıyameti, ne vakıası... Kim demiş?" diyecek olsa, bu kimse çok büyük bir yalancı olur. Halbuki o günde hâdisenin büyüklüğünü ve dehşetini yalanlayacak kimse yoktur" demektir. Birinci mana, kıyametin dehşetini daha fazla anlatmış olur. Üçüncü izaha göre ise, bahsettiğimiz şeyler, "O günde hiç yalanlayıcı yoktur. Aksine herkes onu tasdik eder" manasına vartp dayanır. Hafîda Râfia Ayetteki, (......) ifadelerinin takdiri, "O kıyamet hafida, rafia (alçaltan, yükselten)dir" şeklindedir. Bunun izahı, baştaki kısa tefsirde geçti. Bu hususta, şöyle birkaç izahlar da yapılabilir: 1) Bu ifadeler, "kazibe" (yalanlayıcı nefis) ifadesinin sıfatları olup, "bu kıyameti yalanlayan, sözü değiştiren hiç bir nefis yoktur. Binâenaleyh kimi işi alçaltan, kimi işi yücelten kıyamet olacaktır. O halde hâfida - râfia, kıyamettir" demektir. Yahut da bu iki kelime, insanların, kıyamet kopunca, doğru konuşup, yalanlama imkânı bulamayışlarını iyice ortaya koyan ifadelerdir. Çünkü yalan söyleyen kimse, sözü değiştirir, sonra da kendisinin o yalanı söylemediğini ifade etmek İstediğinde, "Tek bir kelime bilmiyorum" dediği gibi, çoğu kez de "Tek bir harf bilmiyorum" der. Bu böyledir, çünkü yalan söyleyen kimse bazan o işin hakikat, (kendisi) hususunda yalan söyler. Çoğu kez de, o işin herhangi bir sıfatı hususunda yalan söyler. O sıfata bazan iltifat edilir. Önemli olur, bazan ise, nazar-ı dikkate alınmayacak önemsiz bir husus olur. Bazan da, hiç iltifat edilmez. Birincisinin misâli, meselâ bir kimsenin, geldiği halde, "Zeyd gelmedi" demesi; ikincisinin misali, "O cuma günü erkenden gelmedi" demesi gibidir. Halbuki o kimse, cuma günü erkenden, gelmiş veya gelmemiştir. İkincisi, birincisinden, dördüncüsü de hepsinden daha aşağı-önemsiz bir husustur. Binâenaleyh şimdi bu kimse, "Yalan bir söz bilmiyorum" dediğinde, o yalanı kendisinden, hem verdiği haber hususunda, hem de o haberin sıfatları hususunda nefyetmiş olur. Ama, "Tek bir harf dahi bilmiyorum" diyen kimse, bunun daha ilerisinde birşey nefyetmiş (reddetmiş) olur; "Hiçbirşey bilmiyorum" diyenin sözü ise, bunlarında üstünde, te'kidli bir söz olmuş olur. O halde, ayetteki ifâdesi, "çok önemsiz birşey bile olsa artık o gün hiç kimse sözü değiştiremez, yalan söyleyemez" demektir. Dağların Parçalanması |
﴾ 3 ﴿