HADID SURESİ

29 ayet olup, Medine'de nazil olmuştur.

1

"Göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ı tesbih etmektedir. O, gâlib-i mutlak, sâhib-i hikmet olandır".

Tesbih ve Takdis

Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

"Tesbih", Allah'ın, kötü şeyleri işlemekten uzak olduğunu söylemektir. "Takdîs" de böyle olup, bir kimse yerde veya suda yol alıp uzaklaştığında ve uzaklaştırdığında kullanılan deyimlerine râcîdir.

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, kötü şeylerden münezzeh olduğunu söylemenin şümulüne, zâtının, sıfatlarının, fiillerinin, isimlerinin ve hükümlerinin uzak olduğunu söyleme de girer. Zâtının uzak olmasına gelince, bu şöyledir: O'nun zâtı, mümkin olmanın mahal ve mekânı değildir. Çünkü, kötülük, ademdir, yokluktur. Ve, yokluğu da, böylece mümkin hale getirmedir. Sonra, mümkin oluşu nefyetmek, çokluğu (kesreti) nefyetmeyi iktizâ eder. Kesrenin olmadığını söylemek de, cisim ve araz olmayı, zıddının, eşinin ve benzerinin bulunmasını nefyetmeyi, dolayısıyla da, mutlak vahdeti ve birliği gerektirir.

Sıfatları hususuna gelince, O'nun cehaletten münezzeh olduğunu, ilmi ile bütün malûmatı kuşattığını, her türlü makdûrata kadir olduğunu, sıfatlarının değişmekten münezzeh olduğunu söylemekle olur. Fiilleri hususuna gelince, bu da O'nun fail oluşunun, bir madde ve misâle (örneğe) varıp dayanmamasıdır. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, O'nun dışında kalan her şey, "mümkin"dir. Dolayısıyla her madde ve her misâl, O'nun fiilidir. Bu sebeple, her mümkin, O'nun fiilidir. Binâenaleyh şayet, O'nun fail oluşu bir maddeye ve bir misâle muhtaç olsaydı, o zaman teselsül gerekirdi.

Yine, O'nun fiilleri bir zamana ve bir mekâna bağlı değildir. Çünkü, her zaman, son bulan cüzlerden mürekkebtir. Böylece, o zaman O, mümkin varlık olmuş olur. Her mekân da, çeşitli mekân türlerinden meydana gelmiş bir mümkin varlıktır. Böylece, zaman ve mekândan her biri de "mümkin" ve "muhdes" olmuş olur. Dolayısıyla, şimdi O'nun fail oluşu bir zamana ve mekâna muhtaç olmuş olsaydı, o zaman ve mekânın fâiliyeti bir başka mekân ve zamana muhtaç olurdu..., böylece de teselsül gerekirdi.

Yine, O'nun fiilleri, herhangi bir menfaati celbetmeye, herhangi bir zararı da defetmeye varıp dayanmaz. Aksi halde O, zâtı bakımından eksik ve başkası vasıtasıyla kemâle eren bir varlık olurdu. Ki bu muhafdir.

O'nun isimleri hususuna gelince, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "En güzel isimler Allah'ındır; o halde Allah'a onlarla duâ edin" (A'râf, 180) buyurması gibidir. Ve, hükümleri konusuna da gelince, Allah'ın şeriat kıldığı her şey, bir maslahata, bir ihsana ve bir hayra mebnîdir. Bunların birer lütuf, iyilik ve güzellik olması ise, Allah'ın üzerine vâcib olan hususlar olmayıp, tam aksine ihsanının gereği olan şeylerdir. Özet olarak, buradan, O'nun hükmünün, teklifinin herkes için gerekli olduğunun, hiç kimsenin O'nun üzerinde bir hükmünün, teklifinin bulunmadığının, dolayısıyla da, O'na hiç kimse için, asla herhangi bir şeyin vâcib olmadığının bilinmesi gerekir. İşte, "tesbîh" maddesiyle ilgili genel külli esas budur.

ve Farkı

Bazı sûrelerin başında, mazî sigasıyla, "tesbih etti"; bazılarında ise, muzari sigasıyla "tesbih ediyor, eder" şeklinde gelmiştir ki bu, bu nesnelerin tesbih etmelerinin, herhangi bir vakte tahsis edilmediğine, tam aksine mazide de hep tesbih edici olduklarına, gelecekte de tesbih ediciler olacaklarına bir işarettir. Bu böyledir, zira bu şeylerin tesbih edici olmaları, kendi mahiyetlerinin, ayrılmaz bir vasfıdır. Dolayısıyla, o mahiyetlerin de bu tesbih etmekten ayrılmaları imkânsız olur. Biz, bu tesbih edicilik vasfının o nesnelerin mahiyetlerinin ayrılmaz bir niteliği olduğunu söyledik, çünkü Vâcibü'l-vücûd olan Allah'ın dışında kalan her şey, "mümkin" varlıktır. Her mümkin varlık ise, Vâcibü'l-vücûd'a muhtaçtır. Vâcibü'l-vücûd'un vâcib olması ise, biraz önce de bahsettiğimiz gibi, O'nun zâtının, zâtı, sıfatları, fiilleri, hükümleri ve isimleri konusunda her türlü kötü şeyden tenzih edilmesini gerektirir. Böylece, bu tesbih ediciliğin mazîde mevcut olduğu, gelecekte de mevcut olacağı ortaya çıkmış olur. Allah en iyisini bilendir.

Üçüncü Mesele

Bu fiil, bu sûrede olduğu gibi, bunun lâm harf-i cerriyle (Fetih, 9) ayetinde olduğu gibi, bazan da harf-i cersiz müteaddîolur. Esası ise, harf-i cersiz müteaddî olmasıdır. Çünkü, fiilinin anlamı, "Onun, kötü şeylerden uzak olduğunu söyledim" demektir. Şu halde buradaki lâm, "Ona nasihat ettim" ifâdesindeki lâm gibidir, yahutda, sırf O'nun rızası için tesbihi vücûda getirdi, anlamında, anlamı kastedilmiştir.

Dördüncü Mesele

Zeccâc, ayette bahsedilen tesbih ile, sözlü olan tesbihin kastedildiğini iddia etmiş ve bu hususta, şu iki delili getirmiştir:

1) Allahü teâlâ, "Hiçbir şey hariç değil, hepsi O'na hamd ile tesbih eder. Fakat siz, onların tesbihini iyi anlamazsınız" (Isrâ, 44) buyurmuştur. Şimdi eğer, "tesbih" sözü ile yaratılan şeylerin yaratana delâleti kastedilmiş olsaydı, onlar bunu anlarlardı.

2) Allahü teâlâ, "Dağları ve kuşları, Dâvud ile birlikte tesbih etmek üzere, râm etmiştik" (Enbiya, 79) buyurmuştur. Dolayısıyla tesbih, yaratılan şeylerin yaratıcıya delâletinden ibaret olsaydı, bu husus, Dâvûd (aleyhisselâm)'a tahsis edilmezdi. Bil ki, bu söz, şu iki hüccetten dolayı zayıftır:

Birinci Hüccet: Bu maddelerin Cenâb-ı Hakk'ın zâtını, sıfatlarını ve fiillerini her türlü kötü şeyden tenzih etmeye delâletleri, en ince hususlardandır. İşte bundan dolayı insanlar, bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Binâenaleyh, ayetteki, (Isrâ, 44) ifâdesi, belki de, bu delâletleri bilmeyen toplumlara bir işarettir. Şu halde, Cenâb-ı Hakk'ın İyi anlamazsınız" (isra, 44) ifâdesi bir işarettir; eğer bu, belli bir topluma işaret değilse, bu demektir ki bu, herkese yapılmış olan bir hitaptır. Demek ki, Cenâb-ı Hakk adeta, "Bütün onlar bunu anlayamadılar" demiş olur ki, bu.O'nu, bazı kimselerin anlamasına aykırı değildir.

Dağların Tesbihinin Mahiyeti

İkinci hüccet de, zayıftır. Çünkü vermesi, böylece de o dağın (Dâvûd (aleyhisselâm)'la) tesbihatta bulunması muhtemeldir. Ama, cansız olduklarını kesin olarak bildiğimiz bu cansız varlıkların, o tesbihi söylemesine, Allah'ı tesbih ettiklerinin söylenilmesi ise, imkânsızdır. Çünkü biz, cansız varlıklardan muhkem ve sağlam fiillerin sudur edebileceğini caiz görürsek, Allah'ın fiilleri ile, meselâ O'nun alîm ve hayy olduğuna istidlalde bulunmamız imkânsız olur ki, bu küfürdür. Tam aksine, gerçek şu ki, sözlü yapılan tesbih, ancak Allah'ı tanıyan akıllı varlıktan sudur eder. Böylece bu kimse bu sözüyle, Rabbini tenzihte bulunmuş olur ki, bu manadaki tesbihin, cansız varlıktan sudûru doğru olmaz. Dolayısıyla, canlı ve cansız, akıllı ve akılsız varlıklardan meydana gelen, genel anlamdaki tesbihin, mutlaka şu iki hususun biri ile tefsir edilmesi gerekir.

1) "O şeyler, tesbihatta bulunuyor" ifâdesi, "Onlar, O'nun ululuğuna, tazimine ve tenzihine delâlet ediyor" manasındadır.

2) Bütün mümkin varlıklar, O'na boyun eğmiştir. O, onlarda, istediği gibi tasarruf eder. O'nun fiiline ve meydana getirmesine manî olan hiçbir varlık yoktur.

Bu ön bilgileri iyi anladığına göre şimdi biz diyoruz ki: Şayet biz, bu ayette bahsi geçen "tesbih"i, sözle yapılan tesbih anlamına alırsak, (......) ifâdesindeki ile, (kişi, akıllı zât) anlamı kastedilmiş olur ki, arşın taşıyıcı melekleri bunlardandır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Eğer kibirlenmek isterlerse, Rabbinin nezdinde bulunan melekler tesbihte bulunurlar" (Fussilet, 38) buyurmuştur. Mukarrebler de bunlardandır, nitekim meleklerden naklen: "Seni tenzih ederiz. Bizim yârimiz onlar değil, Sensin... dediler"(Sebe, 41) buyurmuştur. Diğer melekler de bunlardandır. Nitekim onların "Seni tenzih ederiz. Seni bırakıp da başka veliler edinmemiz bize yakışmaz" dediklerini (Furkan.18) Allahü teâlâ nakletmektedir.

Yeryüzündeki tesbih edicilere gelince, meselâ peygamberler bunlardandır. Nitekim Zünnûn Yunus (aleyhisselâm) "Senden başka hiçbir Tanrı yoktur. Seni tenzih ederim..."(Enbiyâ,87), Musa (aleyhisselâm) ise, "Seni tenzih ederim. Tevbe ettim sana..."(Araf, 143) demiştir. Sahâbe-i kiram da tesbihatta bulunmuşlardır. Nitekim "Sen pâk ve münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru...(Al-i İmran, 191) buyurulmuştur.

Ama, biz bu tesbih edişi, manevî manadaki tesbih anlamına alırsak, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Hiçbir şey hariç değil, hepsi O'na hamd ile tesbih eder" (İsra. 44) buyurduğu gibi, göklerin unsurları, yerin, dağların, kuzuların, demirlerin, ağaçların, debelenen canlıların, cennetin, cehennemin, Arş'ın, Kürsî'nin, Levh-i Mahfuz'un, Kalem'in, o nûr ve zulmetin zerreleri, zât, sıfat, madde ve arazların hepsi Allah'ı tesbih etmekte, O'nun celâline boyun eğmekte, O'nun tasarrufuna itaat etmektedir. İşte, bu tesbih, "Göklerde ve yerde olan herşey Allah'a secde eder... "(Neml, 49) ayetinde geçen secde ile kastedilendir.

Azîz-u Hakîm

(......) cümlesine gelince bu, "O, hiçbir şeyin kendisine karşı gelemeyeceği bir kadirdir" demek olup, buradaki "el-azîz" sözü, kudretinin mükemmel oluşuna; el-hakîm sözü de O'nun, cüz'iyyât ve külliyâta dair hiçbir şeyin O'nun ilminin dışında kalamayacağı bir âlim olduğuna, veyahutta, O'nun, yaptığı işleri hikmete ve doğruya uygun ve muvafık olarak yapan bir zât olduğuna bir işarettir. Cenâb-ı Hakk'ın "kadir" olduğunu bilmek, "âlim" olduğunu bilmeden önce gelince, hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk, bu ayette de "el-azîz" ismini "el-hakîm" isminden önce getirmiştir. Bil ki, "O, gâlib-i mutlak, sâhib-i hikmet olandır" ayeti, el-azîz'in sadece O olduğuna delâlet eder. Çünkü bu ifâde, "haşr" ifâde eder. Nitekim Arapça'da, "Âlim, başkası değil, Zeyd'dir" manasında, denilir. Ki, bu da O'ndan başka ilâhın olmamasını gerektirir. Çünkü O'ndan başkası, ne azizdir, ne de hakîmdir. Böyle olmayan ise, ilâh olamaz.

Tek Hâkim

2

"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Hem diriltir, hem öldürür. O, her şeye hakkıyla kadirdir".

Bil ki, gerçek anlamda melik, zâtı ve bütün sıfatları hususunda, Kendisi dışında kalan herşeyden müstağni olan, ama, kendisi dışında kalan O her şeyin zâtları ve sıfatları hususunda kendisine muhtaç olduğu zâttır. Binâenaleyh, işte bu iki sıfatı taşıyan, sadece Cenâb-ı Hakk (c.c)'tir O'nun, zâtı ve sıfatları hususunda, Kendisi dışında kalan her şeyden müstağni olması hususuna gelince, şimdi O şayet, zâtı hususunda başkasına muhtaç olmuş olsaydı, zâtı gereği, "mümkin" oturdu, böylece de "muhdes" bir varlık olurdu da "vâcib" varlık olamazdı. O'nun, selbî ve izafî (nisbî) olan bütün sıfatları hususunda, Kendisi dışında kalan herşeyden müstağni olduğu hususuna gelince, bu da şöyledir: O'nun için farz olunacak her sıfat, bu sıfatlar ister selbî isterse îcabî (sübutî) olsun, Cenâb-ı Hakk'ın hüviyyeti (kimliği), bu sıfatları tahakkuku hususunda ya yeterlidir, veya yetersizdir. Eğer O'nun hüviyeti, o hüviyetin sürekliliğinden dolayı bu hususta yeterli ise, o sıfatlar da, ister selbî olsun, isterse sübutî olsun, devam eder. Eğer böyle olmazsa, hüviyetin kâfi olması gerekir. Bu durumda da, o hüviyetin, o sübuti ve selbî sıfatlardan ayrılmaması gerekir.

Ayrıca, bu sübutî ve selbî sıfatların bulunması, başka bir şeyin sübûtuna ve selbine dayanır. Bir şeye dayanana dayanan ise, o şeye dayanıyor demektir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın hüviyeti, o sıfatların sübutîlik veya selbîlik illetinin tahakkukuna dayanmış olur. Halbuki başkasına dayanan şey ise, zâtı gereği mümkin varlıktır. Böylece de zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olan, zâtı gereği mümkinü'l-vücûd olmuş olur ki, bu bir "hulf'tür (yani, mukaddimelerden birinin, neticede kullanılması). Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın, ne zâtı, ne de selbî ve sübutî sıfatlarından herhangi birisi hususunda başkasına muhtaç olmadığı sabit olmuş olur. O'nun dışında kalan her şeyin, O'na muhtaç olması hususuna gelince, bu da şöyledir: O'nun dışında kalan her şey, mümkin varlıktır. Çünkü, Vâcibü'l-vücûd, birden fazla olamaz. Mümkin varlık içinse, muttaka bir müessirin olması gerekir. Vâcibü'l-vücûd ise, işte bu tek olandır.

Bu demektir ki, O'nun dışında kalan her şeyi ister cevher ister araz olsun, o cevher ister ruhanî (manevi) isterse maddî olsun, O'na muhtaçtır. Kimi insanlar da, vâcibü'l-vücûd'un tesirinin, mâhiyetlerinde değil de, varlıklarını vermede olduğu görüşünü savunmuşlardır. Binâenaleyh bu görüşe göre, Vâcibü'l-vücûd, siyahı sadece var edendir, yaratandır. Ama onun, o siyahı, (sıfat olarak) siyah kılması ise, imkânsızdır. Onlar sözlerine devamla şöyle demişlerdir: Çünkü, eğer siyahın siyah olması fail ile olsaydı, o faile bağlı olsaydı, o failin yok sayılmasından siyahın da siyah olarak kalmaması gerekirdi ki, bu imkânsızdır.

Bunun üzerine onlara şöyle denilebilir: Böyle olması halinde, sizin, o varetmenin de fail ile olmadığını söylememiz gerekir. Aksi halde, o failin, yokluğunun farzedilmesinden, bu var oluşunda bulunmaması gerekir. Şimdi onlar, şayet, "Failin tesiri, var etmede değil, mahiyyeti vücûdla mevsuf kılmadadır" derlerse, biz deriz ki bu, şu iki bakımdan kabul edilemez:

1) Mahiyetin vücudla tarif edilmesi, sübutî bir şey değildir. Çünkü, eğer sübutî bir şey olsaydı, mahiyet de var etme de, o failin olmuş olurdu. Bu durumda da, o mahiyetin var edişle nitelenmesi, buna ilâve bir şey olmuş olurdu, böylece teselsül gerekmiş olurdu ki, teselsül muhaldir. Mahiyetin, var oluşla tavsif edilmesinin sübutî bir şey olmadığı zaman İse, o failin, mahiyyette ve o var edişte tesirinin olmadığının tam aksine tesirinin, mâhiyetin varlık ile mevsûf oluşunda bulunduğunun söylenilmesi imkânsız olurdu.

2) O nitelenişin, sübutî bir iş olmasının takdir edilmesi halinde de, onu o failin eseri kılmak imkânsızdır. Aksi halde, o failin eseri kılmak imkânsızdır. Aksi halde, o failin, yokluğu farzedilmesi halinde, o nitelenişin devam etmesi gerekirdi. Böylece, onların ileri sürdükleri o şüphenin, tamamlanması ve karar kılması halinde, hem tesirin hem de müessirin kökünden nefyi gerekeceği ortaya çıkmış oldu. Tam aksine, bu mâhiyetlerin ancak o Vâcibü'l-vücûd'un tesiri ile mevcut olmaları gibi, o mahiyetler de yine ancak, o Vâcibü'l-vücûd'un tesiri ile mahiyet olmuşlardır. Bu hakikatler zuhur edince, aklî delillerle de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur" ifâdesinin doğruluğu ortaya çıkmış olur. Hatta, O'nun mülkünün kemâline nisbetle, semavat ve yerin mülk oluşu, zerreden dahi çok çok azdır. Bundan da öteye, bu, O'nun mülkünün mükemmel oluşuyla, asla mukayese bile edilemez. Çünkü, göklerin ve yerin mülk oluşları, sonlu bir mülkiyettir. Halbuki, O'nun mülkünün kemâli ise, sonsuzdur. Sonlu olan ise, hiçbir zaman, sonsuz olanla mukayese edilemez. Ne var ki, Cenâb-ı Hakk, elle tutulur, gözle görülür bir şey olduğu için, göklerin ve yerin mülk oluşundan bahsetmiştir. İnsanların ekserisinin aklı zayıftır, onlar nadiren mahsusât (duyularla algılanan) aleminden makulât (akıl Ne idrâk edilen) âlemine yükselebilirler.

Enfüsî (Sübjektif) Deliller

Cenâb-ı Hakk (c.c), afakî (sübjektif) delillerden olmak üzere, göklerin ve yerin mülkünden bahsedince, bunun peşinden enfüsî delilleri getirerek, "Hem diriltir, hem öldürür. O, her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Mufesirler bu hususta şu iki şeyi söylemişlerdir:

a) "Allah, öldükten sonra dirilmek (ba's) için, ölüleri diriltir. Dünyada iken de canlıları öldürür."

b) Zeccâc ise şöyle der: "O nutfelere can verir, böylece de onları, anlayan, konuşan, akıllı şahıslar haline getirir; derken onları daha sonra öldürür."

Bence bu hususta, şöyle bir üçüncü izah da yapılabilir: Ayetin bu ifadesi ile. Öldürüp diriltmenin, belli bir zamana ve belli şahıslara tahsis edilmesi kastedilmemiştir. Tam aksine bunun manası, "Diriltmeyi ve öldürmeyi yaratmaya kadir olan" emek olup, tıpkı Mülk Sûresi'ndeki, "Ölümü ve hayatı yaratan O'dur..."(Mülk, 2) ayeti gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın anlatmak istediği, Kendisinin, bu iki mahiyeti (şeyi) var etme hususunda mutlak manada tek olduğunu, bu iki hususta Kendisine karşı gelebilecek olanın ve bu iki şeyi geri çevirebilecek olanın olmadığını bildirmektir. Bu durumla mananın içine, müfessirlerin o ilk iki İzahı da girer.

İkinci Mesele

"Hem diriltir, hem öldürür" ifadeleri, "O diriltir, o öldürür" takdirinde olmak üzere, mahallen merfudurlar. Bu ifâdelerin, "O diriltci ve öldürücü olduğu halde, göklerin ve yerin mülkü O'nundur" takdirinde, hâl olarak mansub olmaları da mümkündür.

Bil ki Allahü teâlâ. ilk önce âfâkî delillerden, ikinci olarak da, enfüsî delillerden bahsedince, her ikisini de içine alan bir cümle söyleyerek, "O, her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Bu ifadenin hikmetleri (incelikleri), Mülk Sûresi'nin başında anlatılmıştır.

Kemal Sıfatları

3

"O, hem evveldir, hem âhirdir, hem zahirdir, hem harındır. O, herşeyi hakkıyla bilendir".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, bu ayetin tefsiri hakkında, "O, kendinden evvel hiçbirşey olmayan Evvel ve Kendinden sonra hiçbirşey olmayan Âhirdir" buyurmuştur.

El-Evvel

Bil ki bu, kapalı, heybetli ve derin bir konudur. Bu hususta şu bakımlardan izahlar yapılabilir:

1) Birşeyin birşeyden önce olması, şu açılardan olabilir:

a) Tesir bakımından... Çünkü biz, parmağın hareketinin, üzerindeki yüzüğün hareketinden önce olduğunu düşünebiliyoruz. Dolayısıyla bu öncelikten (evvellikten), önce olanın, sonra olana tesiri kastedilmiştir.

b) Tesir bakımından değil de, ihtiyaç bakımından öncelik... Çünkü hernekadar birin, iki için illet olmadığını biliyor isek de, İkinin bire muhtaç olduğunu düşünebiliyoruz.

c) Şeref bakımından öncelik... Meselâ Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'den önce gelişi gibi...

d) Rütbe bakımından öncelik... Bu da, imamın cemaata önceliği gibi, maddî bir başlangıçtan dolayı olan öncelik, yahut da aklî bir başlangıçtan olan önceliktir. Bu da, meselâ, o en üst "cins"i başlangıç kabul etmemiz gibidir. Çünkü tür ne kadar aşağıda olursa, o kadar sonra olmuş olur. Şimdi bunu ters çevirecek olursa, ilgili iş de ters yüz olmuş olur.

e) Zaman bakımından öncelik... Çünkü önceki zamanda mevcut olan, sonraki zamanda mevcut olandan öncedir. İşte öncelik ve sonralığa dair, akıl erbabının ortaya koyabildiği kısımlar bunlardan ibarettir.

Bence burada şöyle bir altıncı kısım vardır: Zamanın bir kısım parçaları, diğer bir kısım parçalarından önce gelir. Bu önce gelme işi, zaman ile olan bir önce oluş değildir. Aksi halde o bütün zamanın, başka bir bütün zaman ile çepeçevre kuşatılmış olması gerekirdi. Şimdi bu kuşatan hakkındaki söz, tıpkı kuşatılan hakkındaki söz gibi olur. Böylece de, hepsinin şu anda mevcut olması açısından, her zamanın, sonsuza kadar, başka bir zaman kuşatılmış olması gerekirdi. Binâenaleyh şu an, tek (müstakil) olmaz, aksine her an, sonsuza kadar uzanan, bir başka mevcut ânın içinde oimuş olur ki bu düşünülemez. Hem sonra, mevcut o ânların toplamı (bütünü), geçmiş anların toplamından sonradır. Dolayısıyla zamanların toplamı için, sayesinde kuşatıldıkları bir başka bir zaman söz konusu olur. Ama bu muhaldir. Çünkü her zaman "zaman", zamanların toplamının içinde olursa, bu durumda, o zaman, hem o toplamın içindedir, hem onun dışındadır. Böyle olması da muhaldir. Böylece, bu açık aklî delil ile, zaman dilimlerinden birisinin, diğer bir dilimden önce olmasının, bütün zaman açısından olmadığı ortaya çıkmış olur. Bunun zahiri de işin ne illet ile, ne de ihtiyaç ile olmadığını gösterir. Aksi halde, ikisi de, tıpkı illet ile ma'lülun, bir de ikinin aynı anda var olmaları gibi, birlikte var olmuş olurlardı. Bu öncelik, şeref ve mekân itibariyle de değildir. Böylece zamanın, herhangi bir diliminin, diğer bir diliminden önce oluşunun, bahsedilen bu beş kısmın dışında altıncı bir kısım olduğu anlaşılır.

Bunu iyice kavradığına göre, şimdi diyoruz ki; Kur'ân-ı Kerîm Hak teâlâ'nın, Kendisi dışında kalan herşeyin evveli olduğuna delâlet etmektedir. Aklî delil de bunu gösterir. Çünkü biz diyoruz ki: Vâcibü'l-vücûd olan o Zât'ın dışında kalan herşey, mümkinü'l-vücûd'dur. Halbuki her mümkin varlık, muhdestir. O halde Vâcibü'l-vücûd'un dışında kalan herşey, muhdes (mahluk)tur ve O Vâcibü'l-vücûd da, Kendisi dışında kalan herşeyin evvelidir. Vâcibü'l-vücûd dışındaki herşeyin "mümkin" olduğunu söyledik. Çünkü eğer zatları gereği vâcib olan iki şey mevcut olsaydı, bunlar, zatî olan vücûbiyyette müşterek, ama varlık olarak farklı farklı olmuş olurlardı. Sayesinde müştereklik olan husus ise, sayesinde farklılık olan husustan başkadır. Binaenaleyh bunlardan her biri böylece "mürekkeb" olmuş olurlar. Sonra bu iki cüzden (parçadan) herbiri, eğer vâcib ise, ikisi de vâcib olmada müşterek, husûsiyyette farklı olurlar. Böylece de herbir cüz, "mürekkeb" (farklı parçalardan meydana gelmiş) olur ve böylece "teselsül" gerekir. Yok eğer her ikisi de vâcib olmazsa, yahut birisi vâcib olmazsa, "vacib" oluşla değerlendirilen böyle bir "bütün", vâcib olmamaya daha uygun olur. Böylece Vâcibü'l-vücûd olan o zâtın dışındaki herşeyin "mümkinü'l-vücûd" olduğu sabit olur. Her "mümkin" ise, muhdestir. Zira her mümkin, müessire (yaratıcıya) muhtaçtır. Bu muhtaç oluş, ya var edilirken, yahut yok edilirken söz konusudur. Bu durumda var ediliş hali, ya beka hali olur, ki bu imkânsızdır. Çünkü bu mevcudu yeniden varetme ve elde edilmiş olanı yeniden elde etme neticesine götürür. Bu ise imkânsızdır. Çünkü bu muhtaç oluş, ya meydana gelirken, yahut yok olurken söz konusudur. Her iki halde de, her mümkinin muhdes olması gerekir. Böylece de, o vâcibü'l-vücûd olanın dışında kalan herşeyin, o vacibe muhtaç bir muhdes (mahluk) olduğu anlaşılır. Binâenaleyh o vâcib, Kendisi dışında kalan herşeyden önedir.

Daha sonra aklımız, bu önceliğin nasıl olduğunu araştırmak ister. Dolayısıyla diyoruz ki: Bu önceliğin tesir açısından olması caiz değildir. Çünkü müessir, müessir olması açısından, esere eser olması bakımından nisbet edilir. O halde her iki nisbet aynıdır. Aynılıkta ise öncelik olmaz. Bunun sırf, "ihtiyaç" bakımından bir öncelik olması da caiz değildir. Çünkü muhtaç olan ile kendine muhtaç olunanın, aynı anda beraber mevcut olmaları imkânsız değildir. Halbuki biz; böyle bir aber oluşun burada imkânsız olduğunu beyan etmiştik.

Bunun sırf bir şereften ötürü olması da caiz değildir. Çünkü bu öncelikten burada elde edilmek istenen, Allahü teâlâ'nın, mümkin varlıklardan daha şerefli olduğunu tesbit etmek değildir. Bunun, mekân bakımından bir öncelik olması da söz konusu değildir. Böyle bir önceliğin var sayılması durumunda, muhdisin (halikın), muhdesden (mahluktan) önce olması, bunlardan birisinin, mekân bakımından diğerinin üstünde olmasının ötesinde, başka bir şeydir.

Bu önceliğin zaman bakımından olması da bâtıldır. Çünkü "zaman" da, mümkin ve muhdes bir varlıktır. Mümkin oluşuna gelince, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, vâcibü'l-vücûd birden çok olamaz. Zaman'ın muhdes oluşuna gelince, mümkin ve muhdes oluşun emareleri, zamanda, diğerlerinden daha açıktır. Zira zamanın bütün parçaları, birbirini takib etmektedir. Halbuki yok olduktan sonra var olan, var olduktan sonra yok olan herşeyin, mümkin ve muhdes olduğunda şüphe yoktur. Zamanın bütün dilimleri mümkin ve muhdes olup, "bütün" de, parçalardan elde edilince, şimdi, mümkin ve muhdese muhtaç olan, haydi haydi mümkin ve muhdestir. O halde zaman, bütünü ve parçaları ile mümkin ve muhdes varlıktır. Dolayısıyla zamanı yaratanın, zamandan önce oluşu, zaman itibariyle olamaz. Çünkü bütün zamanlardan önce olan şey, zaman ile olmaz. Aksi halde o zamanın, zaman olduğu için, zamanların toplamına dahil olması, zamanın zarfı (kuşatanı) olduğu için de, onun dışında birşey olması gerekir. Halbuki zarf, mazruftan (kuşatılandan) başkadır. Fakat o şeyin, birşeyin hem içinde, hem dışında olması imkânsızdır.

Üçüncü ihtimale gelince, zamanın mahiyeti, hep akıp-gitmeyi, yenilenmeyi gerektirir. Bu da, başkalarının, kendisinden önce olmasını gerektirir. Halbuki ezel, başkasının, kendisinden önce bulunmasına terstir. O halde, ezel ile böyle zamanı birlikte düşünmek imkânsızdır. Böylece, yaratıcının, kendisi dışında kalan herşeye karşı olan önceliğinin, kesinlikle zaman açısından olmadığı sabit olur. O halde insanın nezdinde (aklında) olan, Cenâb-ı Hakk'ın herşeyden önce oluşu ve bu önceliğin, yukarıda bahsi geçen beş tür öncelik açısından olmayışıdır.

Geriye, bu beş kısmın dışında, bir başka önceliğin (evveliyetin) olması kalır. Şimdi bu tür önceliğin, nasıl bir öncelik olduğu hususunda, aklın söyleyebileceği birşey yoktur. Çünkü akıllının aklına gelen herşey, mutlaka bir zaman içindedir, bir zamana bağlıdır. Ama ortaya koyduğunuz delil, bunun imkânsız olduğunu gösterir. O halde. Allahü teâlâ'nın "el-evvel" oluşu, mücmel olarak malumdur, ama bunun tafsilatı ve o evveliyyetin (önceliğin) özünü kuşatma, mahlûkatın akıllarının gücünün yetmediği birşeydir.

2) Bu konunun kapalı olan hususlarından, ikincisi de şudur: Ezet, lâ-yezal'dan öncedir. Ezel, Hakk'ın dışında birşey de değildir. Binâenaleyh, "ezel"in, "lâ-yezal"dan önce olması, ezel ile, "lâ-yezâl" arasında farklılığın olmasını gerektirir. Binâenaleyh bu, böyle bir farklılığın tahakkuk edebilmesi için, "lâ-yezâl"ın bir başlangıcının ve ucunun olmasını gerektirir. Fakat böyle bir uç ve başlangıç farzetmek imkânsızdır. Çünkü farzedeceğin her başlangıçtan, "lâ-yezâl" öncedir (evvel)dir. Zira, faraza, yüz sene ilave etmek suretiyle, farzedilen o başlangıçtan daha önce olan farzedilmış başlangıç, ezel cümlesinden değil de, "lâ-yezâl" (ezelî olan) cümlesindendir. O halde, lâ-yezâl mevcut olmazdan önce olma manasınadır ve bu imkânsızdır.

3) Bu konunun kapalı olan hususlarından üçüncüsü ise şudur: Ezel'in, lâ-yezâl'dan farkı, ezel hakikatinin, sona ermesini gerektirir. Halbuki ezel hakikatinin son bulması imkânsızdır. Çünkü evveli olmayanın, son bulması imkânsızdır. Bunun son bulması imkânsız olunca da, la-yezal'in mâhiyetinin, bunun peşinden meydana gelmesi de imkânsız olur. Bu durumda da, ezelin lâ-yezal'den, la-yezal'in de ezelden seçilip-ayrılmanın tahakkuku imkânsız olunca da, önce ve sonralığın bulunması imkânsız olur. Binâenaleyh bunlar, "takaddüm", "evveliyet" ve "ezeliyet" gibi şeylerin hakikatini ortaya koyma hususunda, kapalı ve anlaşılması zor konulardır. Bu kapalılık ise, insan aklının, ezeliyet ve evveliyyet mahiyetinin göz kamaştırıcı azameti ve parlaklığı önünde hayrete düşmesi sebebiyledir. Çünkü akıl, birşeyi, onu ancak çepeçevre kuşattığında bilip-anlayabilir. Aklın bulup getireceği, düşünebileceği herşey ise, çepeçevre kuşatılabilen şey demektir. Çepeçevre kuşatılan şey ise, sonludur. Halbuki ezeliyyet, bunun ötesindedir. O halde, Hak Sübhânehû ve Teâlâ, "evvel" oluşu hususunda, hem "zâhir"dir (açıktır), hem "batın" (gizli)dir. Zira akıllar, muhdes varlıkların, kendilerinden önce olan bir mucîde (varediciye) varıp dayandığını görmektedir. O halde Hak teâlâ'nın "evvel" oluşu işte bu açıdan, açık olan herşeyden daha açık ve nettir. Şimdi sen, evveliyyetin hakikatini bilmek istersen, âciz olursun. Zira aklının ve ilminin kuşatabildiği herşey, aklının ve ilminin kuşatıp sınırladığı şeydir, dolayısıyla da sonludur-sınırlıdır. Böylece "evveliyyet", bunun ötesinde olmuş olur. Binâenaleyh Hak teâlâ'nın "evvel" oluşu, düşünebileceğin her açıdan, her bâtın (gizli) olandan, daha bâtın (gizli) bir evveliyyettir... İşte Cenâb-ı Hakk'ın "evvel" oluşuna dâir, izahımız bundan ibarettir.

El-Âhir

Cenâb-ı Hakk'ın "âhir" olması ile ilgili izahımız da şöyledir: Kimileri, bunun imkânsız olduğunu ileri sürerek şöyle der: Buna göre, Allahü teâlâ, Kendisi dışında kalan herşeyin sonuncusu olmuş olur. Zira Allahü teâlâ, ancak Kendisinden başka herşeyin yok olup yalnız zatının baki kalması halinde her şeyin âhiri olurdu. Fakat başka bir şeyin ademi, ancak var oluşundan sonra olur. İşte bu "sonra"lık da zaman içinde vukubulmaktadır. Şu halde o "sonra oluş" keyfiyetinin sayesinde gerçekleştiği zaman kavramının varlığını düşünmeksizin her şeyin yok olacağı bir zaman farz eden kimse kendisi dışındaki hiç bir kimse ile kendisini yok ettirmemektir. Bu ise hult'tür. Demektir ki kendisi dışındaki herkesin olduğunu düşünürsek bunun imkânsız olduğunu görürüz. Bu şüphe de yine, öncelik (evveliyet) ve "sonralığın" (âhiriyyetin) ancak zaman açısından olacağına varıp dayanmaktadır. Bunların zaman açısından olmasının yanlışlığını, biraz önce delilleriyle anlattık. Binâenaleyh bu şüphe bâtıldır.

Cenâb-ı Hakk'ın bekasıyla birlikte, diğer herşeyin yok olabileceğini kabul edenlerin, bir kısmı Hak teâlâ'nın herşeyin ahiri olabilmesi için, bunu vâcib görenler vardır. Bu, Cehmiyye'nin görüşüdür. Çünkü Cehmiyye, Hak teâlâ'nın mükâfaat ehline mükâfaatını, ceza ehline cezasını verdikten sonra, cenneti ve cennetlikleri, cehennemi ve cehennemlikleri, Arşı, Kürsî'yi, melekleri, felekleri yok edip neticede, Allah'dan başka hiçbirşeyin kalmayacağını iddia ediyor." Binâenaleyh O, nasıl hiçbirşey yokken ezelde mevcut idiyse, yine hiçbirşey yok iken, ebediyyü'l-âbâd, lâ-yezâl'da da mevcut olarak kalacaktır" diyor. Onların bu husustaki delilleri şunlardır:

Ebedî Hayat İnkarcılarına Cevap

1) Ayetteki "O, hem evveldir, hem âhirdir" ifadesi... Allahü teâlâ, herkes son bulduğunda ancak âhir olur.

2) Allahü teâlâ ya cennet ve cehennemliklerin hareketlerinin sayısını bilir, ya da bilmez. Dolayısıyla eğer O, bunu biliyor ise, bu hareketlerin ne kadar olacağını da biliyor. Halbuki kendisi için belirli bir sayı söz konusu olan herşey, sonludur. Dolayısıyla cennet-cehennem ehlinin hareketleri de sonludur. O halde bu durumda mutlaka hiç bozulmadan devam edecek olan bir yokluğun söz konusu olması gerekir. Yok eğer Allahü teâlâ, bu hareketlerin sayısını bilmiyorsa, bunların câhili demektir. Allah'a cahilliğin nisbet edilmesi ise imkânsızdır.

3) Gelecekle ilgili olan hadiseler, artmayı da, noksanlaşmayı da kabul edebilir. Böyle olan herşey ise sonludur.

Bunlara şöyle cevap verilir: Bu şeylerin hep sürüp gitmesi, ebede kadar devam edecektir. Bunun detifi şudur: Bu mahiyetlerden, "mümkin" oluş vasıfları zail olacak olsa, o zaman, zâtı gereği mümkin olan nesnenin, zâtı gereği mümkin olmayan (imkânsız) hale dönüşmeleri gerekir. Şimdi Allahü teâlâ tesir kudreti, tesirin imkânsızlığa dönüşecek olsa, o zaman mahiyetler de dönüşmüş olur ki bu imkânsızdır. Binâenaleyh bu mümkin oluşların sürüp gitmesi gerekir. Bu durumda da, bu muhdes varlıkların, sırf bir yokluğa varıp dayanmaları gerektiği sabit olmuş olur. Cehmiyye'nin ayet ile yaptığı istidlalin cevabını, inşaallah daha sonra zikredeceğiz.

Cehmiyye'nin ikinci şüphesine (dehline) şu şekilde cevap verebiliriz: Allahü teâlâ o hareketlerin belli bir sayısının olmadığını biliyor. Bu ise, cehalet olmaz. Cehalet, o hareketlerin belli bir sayısı olur da, Allahü teâlâ onu bilmez ise, o zaman söz konusu olur. Ama o hareketlerin belli bir sayısı olmaz da, sen de onu bu şekilde bilirsen, bu cehalet değil, aksine ilim olmuş olur.

Onların üçüncü şüphelerine (delillerine) de şöyle cevap verebiliriz: Allahü teâlâ'dan, ebediyyen varhk âlemine çıkan şey, sonlu olmaz.

Daha sonra kelamcılar, âlemin bekâsının mümkin olduğunu isbat edince, cennet ve cehennemin de sürekli olacağını isbat hususunda, müslümanların icmâsı ile, bu konudaki ayetlerin zahirî manalarına tutundular ki bunların manaları açıktır.

Ehl-i Sünnete Göre el-Âhir

Cennet ve cehennemin bekâsını (ebedîliğini) kabul eden müslüman çoğunluk, Hak teâlâ'nın el-Âhir oluşunun ne demek olduğu hususunda, şu değişik izahtan yapmışlardır:

1) Allahü teâlâ, mümkinât âleminin tümünü yok eder, böylece Kendisinin âhir oluşu gerçekleşir. Ama daha sonra o mümkinât âlemini yeniden var eder ve ebedî olarak bırakır.

2) İnsanın aklında-zihninde, herşeyin sonu olabilecek mevcut (varlık) sadece O'dur. Binâenaleyh herşeyin sonu olabilmesi, Hak teâlâ'ya has bir vasıf olunca, pek yerinde olarak o da "Âhir" diye tavsif edilmiştir.

3) Var olma, Hak teâlâ'dan başlar ve bu git gide, derece derece aşağı doğru iner. Diğer varlıkların neticesi olup artık başka bir şeyin sebebi olmayan son varlığa kadar iner. Bu itibarla, Hak teâlâ, "evvel" (ilk) olmuş olur. Daha sonra o şey, bu son mevcuddan, derece derece yukarı çıkar, derken yukarı çıkışın en son noktasına varıp dayanır ki işte orada, Hak Sübhânehû'nun varlığı söz konusudur. Şu halde Hak teâlâ, varlığın kendisinden mümkinât âlemine inmesi hususunda "evvel"; varlığın mümkinât âleminden O'na tırmanırken de "âhir"dir.

4) O, bütün mahlûkâtı öldürür ve sadece Kendisi kalır. İşte bu itibarla O, "Âhir"dir.

5) O, varlık olma bakımından ilk, istidlal (delille varıp gitme) hususunda da "âhir"dir. Çünkü bütün istidlallerin maksadı, Yaratıcıyı tanımaktır. Yaratıcıya ulaşmak gayesiyle yapılmayan diğer istidlaller, fazla önemli değildir.

Ez-Zâhir ve el-Bâtın

Hak teâlâ'nın "zahir" ve "bâtın" olmasına gelince, bil ki O, varlık açısından zahirdir. Çünkü kâinattan ve mümkinâttan, gördüğün herşey, daha önce de belirttiğimiz gibi, herşey O'nun varlığının sübûtuna, hakikatine ve değişmekten uzak olduğuna bir delildir. Hak teâlâ'nın "bâtın" oluşu da, şöyle bir kaç yöndendir:

1) Onun mükemmel manada zahir (açık) olması, "bâtın" olmasına sebebtir. Çünkü meselâ bu güneş, felekler üzerine doğuşunu hep sürdürseydi, bu ışığın o güneş sebebiyle olduğunu anlayamazdık. Herşeyin kendiliğinden aydınlandığını (kendi kendini aydınlattığını) sanardık. Fakat güneş, bir batıp-bir doğunca, battığında ışıkların sona erdiğini, bütün aydınlığın kaybolduğunu görünce, bütün bunların güneşten kaynaklandığını anlıyoruz. İşte burada da, eğer, Cenâb-ı Hakk'ın cömertliğinin, mümkinât âleminde sona erdiğini düşünecek olursak, bu mümkinât âleminin varlığının, Allah'ın varlığından kaynaklandığı açıkça anlaşılırdı. Fakat bu cömertlik (bunca nimetler) sürüp gidince, sona ermeyince, yani bunun devamlılığı ve mükemmelliği, işte böyle bir şüpheye sebebiyet vermiştir. Öyle ki çoğu kez bu varlığın nurunun, ondan olmadığı samlabilmiştir. Halbuki tam aksine, herşeyin varlığı, O'nun zâtındandır. Böylece, bu kapalılığın, (bâtıniyyetin), ancak O'nun varlığının mükemmelliğinden ve cömertliğinin sürekliliğinden meydana geldiği ortaya çıkmış olur. Binâenaleyh çok net bir biçimde açık ve ortada olduğu için ve nurunun mükemmelliğinden ötürü akıllardan saklı kalan O yüce zâtı, tesbih ve tenzîh ederiz.

2) O'nun mahiyeti, kesinlikle insan tarafından anlaşılamaz. Bunun delili şudur: İnsan, birşeyin mahiyetini, ancak, acı, lezzet gibi, içinde hissettiği şeylerle yahut renkler, tatlar ve diğer hissî (duyularla algılanan) şeyler gibi, duyulanyla idrâk ettiğinde tasavvur edebilir. Böyle olmayan bir şeyin mahiyetini ise, insanın tasavvur etmesi imkânsızdır. Dolayısıyla Allah Celle Celâlühû'nun, o hususî hüviyeti (kimliği), bu iki yol ile anlaşılamaz. Dolayısıyla da insan tarafından, gerçek manada Allah'ın zâtı (mahiyeti), akledilemez. Bunun delili yine şudur: Mahlûkât nezdinde, Allah hakkında bilinen şey, ya vücûdî (subûtî, sabit olan), yahut da selbî (yani onda olmayan) sıfatlardır, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın bir cisim veya cevher olmayışt gibi sıfatlardır. Yahut da izafî sıfatlardır. İzafî de, şöyle şöyle olmak şanından olan şeydir. Halbuki Allahü teâlâ'nın zâtına mahsus gerçek hakikati ve mahiyeti, bütün bu bildiğimiz şeylerden başkadır (ileridir). Binâenaleyh O'nun mahiyeti ve hüviyeti akledilemez.

Bunun delili şudur: Akıl nezdinde Hak teâlâ'dan en açık şekilde zuhur eden (görünen) şey, O'nun şu mahlûkatın yaratıcısı olması ve bütün bunlardan önce olmasıdır. Halbuki sen, Hak teâlâ'nın evvel oluşunu anlama hususunda, aklımızın ne kadar âciz olduğunu ve bu hususta nasıl şaşkınlığa düştüğünü daha önce anlamıştın (dinlemiştin).

Böylece anlattıklarımız ile, Hak teâlâ'nın "evvel", "âhir", "zahir" ve "bâtın" olduğu ortaya çıkmış oldu. Rahmetli babamın şöyle dediğini duymuştum: "Rivayet olunduğuna göre, bu ayet nazil olunca, müşrikler Beytullah'a doğru dönüp secde etmişlerdi."

El-Evvel İsmi Tevhidin Delili

Pek çok âlim, Allahü teâlâ'nın bir olduğunu isbat hususunda, ayetteki, "O, hem evveldir" ifadesini delil getirerek, şöyle demişlerdir: Evvel, ilk-tek olandır. İşte bundan ötürü bir kimse şayet, "ilk alacağım köle hürdür" dese, sonra da iki köleyi birden alıverse, ikisi de hür olmuş olmaz. Çünkü, "ilk" (evvel) olma şartı, tek olmaya bağlıdır. Burada ise, tek şartı, tahakkuk etmemiştir. Bundan sonra, bir köle de alsa o yine azâd edilmez. Çünkü "evvel" olmanın, bir şartı da (önce) olmaktır. Bu kölede ise bu şart tahakkuk etmemiştir. Dolayısıyla "evvel" olmanın şartının, "tek" olmak olduğu sabit olur. O halde bu ayet, âlemin yaratıcısının tek olduğuna delâlet etmiş olur.

Üçüncü Mesele

Çoğu müfessirler, ilgili ayete, "Allah, herşeyden önce olduğu için, "evvel"; herşeyden sonra kalacağı için "âhir", deliller açısından "zahir", duyulardan-gözlerden uzak ve kapalı olduğu için, bu kelimelerin manasının, tıpkı bir kimsenin, "iş dönüp dolaşır O'na varır, O'nun sayesinde tamamlanır" manasında söylediğini, "Falanca bu işin hem başı, hem sonudur, hem zahiri, hem bâtınıdır" sözü gibi olduğunu söylemişlerdir Bil ki bu ayeti, sayesinde Cehmiyye'nin istidlallerinin de sakıt olduğu, o bahsettiğimiz manalara hamletmek mümkün olduğuna göre, bu mecazî manaya hamletmeye ihtiyaç (gerek) yoktur.

Yine bir takım kimseler de, "zahir" ve "bâtın"ın izahı sadedinde şunları söylemişlerdir: "Zahir, herşeye gâlib gelen, herşeyin üstünde olan demektir. Hak teâlâ'nın, "Böylece zahirler oldular"(Saffat, 14) yani galibler, üstün gelenler oldular" ayeti bu manadadır. Yine bu mana, senin "Ona üstün geldim" manasında söylediğin şeklindeki sözün cümlesindendir. Hak teâlâ'nın (Zuhruf, 33) ayeti de bu manadadır. İşte şu hadisteki ifadenin manası da aynıdır: "(Ya Rabbi) Sen Zahirsin ki senin üstünde hiçbirşey yoktur."

Cenâb-ı Hakk'ın "bâtın" oluşu hususunda, Zeccâc, "O, bâtındır (içlerde-kalblerde olanı) bilendir" manasını vermiştir. Bu tıpkı birisinin, "Falanca falancanın işinin batını bilir" demesi gibidir. Nitekim Leys. "Sen şu işi falancadan sakladın yani "Onun bâtınını (içini) biliyorsun" demiştir. Şu halde Allah'ın "bâtın" olması, işlerin bâtınının (aslını, asdarını) bilici olmasıdır.

Bence bu izah üzerinde biraz düşünmek gerekir. Çünkü bu manaya göre, hemen bunun peşisıra gelen, "O, herşeyi hakkıyla bilendir" ayeti, lüzumsuz bir tekrar olmuş olurdu. Ama "bâtın" kelimesine verilen ilk manaya göre, bu ayet tam yerli yerinde olmuş olur. Çünkü bu durumda takdiri mana, sanki şöyle denilmesi şeklindedir: "Hiç kimse Allah'ı kuşatamaz, O'nun sırlarına ulaşamaz. Başkasının hallerinden hiçbirşey ise, O'na kapalı kalmaz." Bunun bir benzeri de, "(Ya Rabbi) Sen benim içimde olanı bilirsin, ama ben sendekini bilemem"(Maide, 16) ayetidir.

Altı Günde Yaratma

4

"O, gökleri ve yeri altı günde yaratan; sonra Arş'a istiva edendir. Yeryüzüne giren ve oradan çıkan, gökten inen ve göğe yükselen şeyleri O bilir. Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir. Ne yaparsanız yapın O Allah hakkıyla görendir".

Hak teâlâ'nın, "O gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istiva edendir" beyanı, A'râf Sûresi'nde (54.ayetinde) tefsir edilmiş olup, bu ifadeyi getiriş maksadı, kudretinin delillerini bildirmektir.

"Yeryüzüne giren ve oradan çıkan, gökten inen ve göğe yükselen şeyleri O bilir" ayeti de Sebe' Sûresi (2. ayette) tefsir edilmiş olup, bu ifadeden maksadı da, ilminin mükemmelliğini anlatmaktır.

Hak teâlâ kudretine dâir olan ifadeyi, ilmine dâir olan ifadeden önce getirmiştir. Çünkü Allah'ın kadir olduğunu bilmek, âlim olduğunu bilmekten önce gelir, bu daha önemlidir. İşte bundan ötürü bazı muhakkik âlimler, Allah'ı bilmenin ilk mertebesinin, O'nun kudretini bilmek olduğunu söylemişlerdir. Diğer âlimler de, Allah'ı bilmenin ilk mertebesinin, O'nun müessir oluşunu bilmek olduğunu söylemişlerdir. Her iki takdire göre de, Allah'ın kadir olduğunu bilmek, âlim olduğunu bilmekten önce gelir.

Allah'ın Beraberliği

Hak teâlâ daha sonra "Nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir. Ne yaparsanız yapın, O Allah hakkıyla görendir" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bil ki vâcibü'l-vücûd olan Allah'ın dışındaki herşeyin "mümkin" olduğu ve her mümkinin varlığının, O vâcib'den kaynaklandığı sabittir. O halde mümkin varlıkların, bu varlıklarını elde edişleri, O gerçek vâcibü'l-vücûd olanın, bu varlıklara varlık vermesi sebebiyledir. Dolayısıyla Hak teâlâ, her mahiyet ile, o mahiyetin var oluşu arasında yer almaktadır. Binâenaleyh O, her mahiyete (varlığa), o mahiyetin varoluşundan daha yakındır. İşte bu incelikten ötürü, muhakkik âlimler, "Her ne gördüm ise, Allah'ı ondan önce gördüm"; orta halli âlimler "Herne gördümse, Allah'ı onunla beraber gördüm." Zahir uleması ise, "Her ne gördümse, ondan sonra Allah'ı gördüm" demişlerdir.

Bil ki anlattığımız bu inceliklerin şöyle iki mertebesi vardır:

a) İnsanın, bu inceliklere, aklı, fikri, düşüncesi sayesinde ulaşması...

b) İnsanın açıklayamayacağı zevk kuvveti, vecd (bir bakış hali) hali elde etmesi.. Zevk ile bu incelikleri anlayıp, bunlara ulaşmanın, zevk olmaksızın anlamaya nisbeti (oranı), tıpkı şekeri yiyenin, şekeri yemeden anlatana olan durumu gibidir.

İkinci Mesele

Kelamcılar, ayette bahsedilen "beraber oluş-maiyyet"in, ya ilim, ya da görüp gözetme, muhafaza bakımından olduğunu söylemişlerdir. Her iki takdire göre de, bu demektir ki, Allah'ın mekân, cihet ve yön bakımından, bizimle beraber olmadığı hususunda, icmâ hasıl olmuştur. Dolayısıyla "O, sizinle beraberdir" ifadesini, mutlaka tevil etmek gerekir. Şimdi biz burada, bunun tevîl edilebileceğini söylediğimize göre, bu tevflin diğer yerlerde de yapılabilmesi gerekmiştir.

Üçüncü Mesele

Bil ki, bu ayetlerde, ilginç bir tertip bulunmaktadır. Zira, Cenâb-ı Hakk, "O, hem evveldir, hem âhirdir, hem zahirdir, hem bâtındır" buyurarak, önce, Kendisinin, bütün mümkinât ve kainatın ilâhı olduğunu; daha sonra da, Kendisinin, arşın, göklerin ve yerin ilâhı olduğunu beyan etmiş, en sonunda da, "Nerede olursanız O, sizinle beraberdir" cümlesi ile de, kudreti, îcadı, tekvîni ve ilmi ile bizimle beraber olduğunu beyân etmiştir ki, O'nun "ilmi", bizim içimizi dışımızı bilmesi demektir. Şimdi bu tertibin keyfiyeti hususunda bir düşün, sonra da, bu ayetlerin lafızları hakkında tedebbür et. Çünkü bu lafızlarda, enteresan sırlar ve yüce işlere dikkat çekmeler bulunmaktadır.

5

"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur.İşler ancak O'na (yani, O'nun dışında mâlikin bulunmadığı yere) döndürülür"

Cenâb-ı Hakk bu ifadesiyle, meâdın yani ahiretin varlığına delil getirmiştir.

Gece-Gündüz Deveranı

6

"O, geceyi gündüzün içerisine sokar, gündüzü de gecenin içine katar. O, sinelerde gizlenen herşeyi hakkıyla bilendir".

Bu tabirlerin tefsiri, diğer sûrelerde geçmiş olup, bunlar, Allah'ın kudretine dair deliller ile, nimetini ortaya koymayı kapsayan ve birleştiren ifâdeler olup, bunların tekrar tekrar sunulması, kişiyi önce düşünüp tefekkür etmeye, sonra da Allahü teâlâ ile şükürle meşgul olmaya teşvik etmektir.

Hak Yolunda İnfak

7

"Allah'a ve peygamberine iman edin, size vekîl kıldığı mallardan O'nun yolunda harcayın. İçinizden iman edip de harcayanlar (yok mu?), onlar için büyük mükâfaat vardır".

Ayetin Muhatabı

Bil ki, Allahü teâlâ, birliğine, ilim ve kudretine dair çeşitli deliller getirince, bunun peşinden tekliflerini de getirmiş ve işe, ilk önce, Allah'a ve Resulüne iman etmeyi emretmekle başlamıştır.

Buna göre şayet, "Ayetteki "iman ediniz" ifâdesi, Allah'ı tanıyana mı, yoksa tanımayana mı bir hitaptır? Şimdi, eğer birincisi ise, bu, O'nun tanıyana O'nu tanıtmayı emretmek olur ki, haliyle bu, tahsil-i hasıl (elde edilmiş olan bir şeyi yeniden elde etmeyi) emretmek olur ki, bu muhaldir. Yok eğer, ikincisi olursa, bu sefer de, ayetin hitabı, O'nu tanımayana yönelik olmuş olur. Halbuki, O'nu tanımayan ve bilmeyen kimsenin ise, O'nun emrini bilmesi imkânsız olur. Böylece de bu emir, kendisinin böylesi bir emirle memur olduğunu bilmesi imkânsız olan birisine yönelik olmuş olur ki bu da "teklîf-i mâla yutâk"dır" denilirse, buna cevaben şöyle diyebiliriz: Kimi âlimler, bu yaratıcının varlığına dair bilginin herkeste meknuz ve mevcut olduğunu; buradaki bu emir ile kastedilenin de, sıfatlarını tanımaya dair olduğunu söylemişlerdir

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sizi vekîl kıldığı mallardan O'nun yolunda harcayın. İçinizden iman edip de harcayanlar (yok mu?), onlar için büyük mükâfaat vardır" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki, Cenâb-ı Hakk, insanlara ilk önce, Kendisine tâatle meşgul olmalarını emretmiş, ikinci olarak da, dünyaya fazla iltifat etmemelerini ve o dünyayı Allah yolunda harcamalarını emretmiştir ki, burada "De ki: Allah, sonra da onları bırak..." (En-âm, 91) ayetinden kastedilen mana murad edilmiştir. ifâdesi, burada, "Allah'a ve Resulüne iman edin..." cümlesine, "Sonra da onları bırak..." ifâdesi de, burada cümlesine uygun düşmektedir.

İnfakın Gerekçesi

Bu ayet hakkında şu iki izah yapılabilir:

1) "Ellerinizdeki mallarınız, yaratması ve onları îcad etmesi sebebiyle, Allah'ın mallarıdır, ama O, o malları şeriatın ölçüsü içinde kendisinden yararlanılsın diye, mükellefin tasarrufuna sunmuştur. Şu halele bu mallarda tasarruf etme açısından mükellef, tıpkı bir vekîl, bir nâib ve bir halîfe gibidir. Müsaade ettiği zaman tıpkı, bir kimsenin başkasının malından kolayca harcaması gibi, sizin de bu mallarınızdan kolayca harcaması gerekir."

2) "Allah onların malları veraset yoluyla size geçtiği için, sizi sizden önce gelip geçmişlere halife kıldı. Öyleyse, sizler onların durumundan ibret alın. Çünkü o mallar nasıl onlardan size intikâl ettiyse, böylece, sizden de sizin dışınızdakilere geçecektir. Şu halde siz de mallarınızda cimrilik etmeyiniz."

İnfaktan Maksad

Alimler, ayette bahsedilen infâk (harcama)nın ne tür bir harcama olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu sebeple kimileri, "Bu, farz olan zekâttır" derken, kimileri, "Hayır, bunun içine nafile olanlar da girer" demişlerdir. Ve, bunun, bütün iyilik türlerini içine alan genel bir ifâde olması imkânsız değildir.

Daha sonra Cenâb-ı Hakk, böyle yapan kimselere büyük bir ücret vereceğini tekeffül ederek, "İçinizden iman edip de harcayanlar (yok mu?) onlar için büyük mükâfaatlar vardır" buyurmuştur, Kadî, "Bu ayet, böyle bir ücretin, sırf iman ile elde edilemeyeceğine, buna, infâk etmenin de eklenmesi gerektiğine delâlet etmektedir. Binâenaleyh, işte bu açıdan bu ayet, zekât ve saire gibi farzları ihlâl eden kimseler için, bir ücret olmayacağına delâlet eder" der. Bil ki, Kadî'nin bu istidlali tutarsızdır. Zira ayet, farz olan zekâtı ihlâl eden kimseler için "büyük bir ücretin" gerçekleşmeyeceğine delâlet etmektedir. O halde, ey Mu'tezile, siz, ayetin, farzları (zekâtı) ihlâl eden kimselere hiç ücret, mükâfaat verilmeyeceğine delâlet ettiğini nasıl söyleyebiliyorsunuz?!

Resule Uyunuz

8

"Peygamber, Rabbinize iman etmeniz için sizi davet edip dururken, size ne oluyor ki, Allah'a iman etmiyorsunuz? Halbuki O, sizden kesin teminat almıştır. Eğer O'na iman edeceklerseniz (hemen buna koşun)".

Bu ayet-i kerime ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki, Allahü teâlâ, iman etmemeyi şu iki şart açısından kınamıştır:

a) O Resulün davet etmesi. Ki, bu ifâde ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlara, apaçık deliller kapsayan o Kur'ân'ı okuyup durması kastedilmiştir.

b) Cenâb-ı Hakk'ın onlardan ahd ve mîsâk alması. Ulemâ, mîsâk almanın ne demek olduğu hususunda da şu iki izahı yapmışlardır:

1) O peygamberin davetini kabul etmeyi gerektiren delillerin sunulması ve akla yerleştirilmesi... Bil ki, o deliller, bu davetin kabulünü gerektirdiği için, bu, bu hususta yemîn ve and etmekten daha tesirli bir ifâde olmuş olur. İşte bu sebeple de, Cenâb-ı Hakk (delillerden çıkarılan neticeleri), "mîsâk" diye adlandırmıştır. Velhasıl, naklî ve aklî deliller bu konuda, bir uyum içindedirler. Naklî olan, Cenâb-ı Hakk'ın, "Peygamber, ... sizi davet edip dururken..." ifâdesinden elde edilen; aklî delil ise, "Halbuki O sizden kesin teminat almıştır" ifâdesinden elde edilendir. Bu iki tür delil bir araya gelince de, ilgili konu (hakkında bu tür delillerin bulunduğu bu şey), hakkında daha fazlasının ilâve edilmesinin imkânsız olduğu bir noktaya ulaşmış demektir.

Allah'ı tanımanın ancak nakil ile olduğunu iddia edenler, bu ayeti delîl getirerek, şöyle demişlerdir: Çünkü Cenâb-ı Hakk, bu kimseleri, o Resulün kendilerini davet etmesine, (ama onların icabet etmemesine binâen) kınamıştır. Böylece biz, ilahî zemme müstehak olmanın, ancak, Resulün davetine tabi olmama durumunda olacağını anlamış bulunuyoruz.

Kalû Belâ Mîsâkı İle İlgi

2) Atâ, Mücâhid, Kelbî ve iki Mukâtil, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifâde ile, insanların ruhlarını Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in sulbünden çıkarıp, "Rabbiniz değil miyim?" deyip de, onların da "Elbette, Rabbimizsin..." demelerini kastettiğini söylemişlerdir ki, bu görüş zayıftır. Zira, Allahü teâlâ, artık bundan sonra iman etmemeleri konusunda kendileri için geride herhangi bir mazeretin kalmadığı hususunda bir sebep olsun diye, "mîsâk almak" bahsetmiştir. Halbuki, onları, Âdem'in sırtından çıkardığı zamanda alınan o mîsâk, o kavim için ancak, o Peygamberin söylemesi ile malûm olmuştur. Dolayısıyla, peygamberin doğruluğu bilinmezden önce, bu, o peygamberi tasdik etmenin vücûbunun sebebi olamaz. Ama, deliller ve beyyineler getirip bunları akıla yerleştirmek ise, herkes için malûmdur. Bu yönüyle bu, o resulü tasdik etmenin vücûbuna bir sebep olmuş olur. Böylece biz, ilgili ayeti bu manada tefsir etmenin caiz olmayacağını anlamış bulunuyoruz.

İkinci Mesele

Kadî şöyle der: "Cenâb-ı Hakk'ın, "size de ne oluyor.." hitabı kulların iman edebilme gücüne sahip olduklarına delâlet eder. Çünkü, böyle bir söz, ancak yapabilme ve edebilme imkânına sahip kimseler için söylenir. Ve bu tıpkı, "Sana ne oluyor da, boyunu uzatmıyorsun, rengini beyazlatmıyorsun?" denilmemesi gibidir. Böylece bu, "istitâat kable'l-fiil" olduğuna, (yani, fiilden önce, onu yapma gücünün bulunduğuna), kudretin her iki zıddı (yani hem yapma, hem de yapmayıp terketmeyi) de yerine getirmeye elverişli olduğuna ve iman etmenin, Allah'ın yaratması ile değil de, kulun eli ile olduğuna... delâlet " eder.

Üçüncü Mesele

Ayetteki ifâde, "uhize misâkukum..." şeklinde de okunmuştur. Ayetteki,ifâdesinin manası ise, "Eğer siz, deliline binâen bir şeyi tasdik ediyorsanız, daha size ne oluyor da, şu anda iman etmiyorsunuz? Çünkü, aklî ve naklî deliller, mutabakat sağlamış ve daha fazlasının eklenemeyeceği bir dereceye ulaşmıştır" şeklindedir.

Hidâyet Ayetleri

9

"O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, kulunun üzerine açık açık ayetleri indirmekte olandır. Şüphesiz ki Allah, size karşı Raûfdur, Rahimdir".

Kadî şöyle der: "Cenâb-ı Hakk, bu ayeti ile, Kur'ân olan apaçık ayetler ve diğer mucizeler indirişinin maksadının, onları, karanlıklardan nura çıkarmak olduğunu beyân etmiş ve bu hususu, "Şüphesiz ki Allah, size karşı Raûfdur, Rahimdir" ayetiyle tekid etmiştir.

Allahü teâlâ şayet, bazı kimselerin küfrün karanlıklarında kalmalarını dilemiş, onlar hakkında bunu yaratmış ve onlar için, zail olmayacak bir biçimde bunu takdir etmiş olsaydı, böyle demesi doğru olmazdı.

İmdi eğer: Bu ifâdenin zahiri, Cenâb-ı Hakk'ın, bunları karanlıklardan nura çıkardığına delâlet etmiyor mu? Binâenaleyh, iman işinin, O'nun fiili olması gerekir..." denilirse, biz deriz ki: Şayet Cenâb-ı Hakk, "çıkarma" sözü ile, bunlardan imanı yaratmayı kastetmiş olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, "O, sizi karanlıklardan ... çıkarmak için, kulunun üzerine açık açık ayetleri indirmekte olandır" hitabının manası kalmazdı.. Çünkü bu, İster önce, ister sonra olsun, O yarattığı için O'nun yaratması değişmez. O halde, bu durumda bu hitaptan kastedilen mana, Allah'ın bu kimselere, onları karanlıklardan nura çıkarması konusunda, lütufta bulunmuş olmasıdır. Eğer böyle olmasaydı, Cenâb-ı Hakk'ın, Kendisini, onları o karanlıklardan nura çıkarmakla tavsîf etmesi, O'nun, kendisini, onları nurdan karanlıklara çıkarma ile nitelemesinden daha evlâ olmazdı..."

Razî'nin Mu'tezile'ye Cevabı

Bil ki bu söz, düşüklüğüne ve parlaklığına rağmen, "ilim" meselesiyle çelişir. Çünkü Allahü teâlâ, onların iman etmeyeceklerini ve bu bilginin onlardan imânın meydana gelmesine manî olduğunu bilen bir âlim olmasına rağmen, şimdi kalksa da, diğer zıddının varlık âleminde izâlesi ve ibdâli mümkün olmayacak bir biçimde mevcud olduğunu bile bile, bu kimseleri, bu iki zıddan birisini yapmakla mükellef tutsa, bunun yanısıra bu kimselere hayır ve ihsanı irâde etmesi düşünülebilir mi? Mu'tezile'nin ileri sürdüğü bu fikrin, hiçbir insanın kabul etmeyeceği şeyler cümlesinden olduğunda şüphe yoktur. İşte böyle bir çelişki söz konusu olduğunda, Mu'tezile'nin sözlerinin ve iddialarının zahirî gücü zail olur.

Ayetteki, "Şüphesiz ki Allah size karşı Raufdur, Rahimdir" cümlesini kimileri, sadece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderileceği manasına hamletmişlerdir, ama böyle bir tahsisin (sınırlandırmanın) manası yok. Aksine bu ifadenin içerisine, kişinin yapabileceği diğer mükellefiyetlerin yanısıra, bu da girer.

Mülk Allah'ındır

10

"Ne oluyor size ki Allah yolunda infak etmiyorsunuz. Halbuki göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Sizden, Fetih'ten evvel harcayan ve savaşanlar, diğerleri ile bir (aynı) olmaz. Onlar derece itibariyle, sonra harcayan (infak eden) ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah, her birine en güzel (mükâfaatı) va'detti. Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdârdır".

Cenâb-ı Hakk, önce imanı ve infâkı emredip, sonra da, önceki ayette, iman etmenin gerekliliğini te'kid edince, bu ayette de infâkın gerekliliğini pekiştirmiştir. Buna göre mana, "Sizler öleceksiniz ve mallarınızı miras olarak bırakacaksınız. Binâenaleyh o mallarınızı, Allah'a taat olan şeylerde harcamayı, Ön plana almalı değil misiniz" şeklinde olur. Bu da, "Matınız, mutlaka ya ölüm veya Allah yolunda infâk suretiyle elinizden çıkacaktır. Eğer bu elden çıkma işi, birinci şekilde olursa, neticesi Allah'ın laneti, gazabı ve cezası olur. Yok eğer ikinci şekilde olursa, neticesi övgü ve mükâfaat olur. Mademki o malınız mutlaka elinizden çıkacak, bu durumda her insan, o malın elinden, övgüye ve mükâfaata müstehak olacak bir biçimde çıkmasının, ianete ve cezaya müstehak olacak bir biçimde çıkmasından daha evlâ olduğunu bilir.

Daha sonra Cenâb-ı Hakk, Allah yolunda infâkın bir fazilet olduğunu beyan edince, bu infâk hususunda yarışmanın da, faziletin tamamlayıcısı olduğunu beyan etmek üzere: "Sizden Fetih'den evvel harcayan ve savaşanlar, diğerleri ile bir (aynı) olamaz. Onlar derece itibarıyla, sonra harcayan ve savaşanlardan daha yüksektirler" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetin takdirî manası, "Sizden, Fetih'den önce infak edenle, Fetih'den sonra infak eden bir olmaz" şeklinde olup, bu tıpkı, "Cennet ashabı ile, cehennemlikler bir olur mu?" (Haşr, 20) ayeti gibidir. Ancak ne var ki durum meydanda olduğu için, takdirî manada eklenen kısım, mahzuftur.

Feth: Mekke'nin Fethi

Ayetteki "Fetih" ile, Mekke'nin fethi kastedilmiştir. Çünkü "Fetih" lafzı mutlak zikredildiğinde, ondan Mekke'nin fethi anlaşılır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, bu kelimeyi mutlak kullanarak, "Fetih'den sonra hicret yoktur" Müslim, imare, 86 (3/1488).

buyurmuştur. Ebû Müslim (el-İsfehanî) de, "Kur'ân, başka bir fethe de delâlet eder. Çünkü Hak teâlâ, "(Allah) ondan önce yakın bir fetih yaptı (nasib etti)" (Fetih, 27) buyurmuştur" demiştir. Herne olursa olsun, Allahü teâlâ, fetihden önce infak edişin faziletinin ve yerinin daha büyük olduğunu beyân etmiştir.

Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in Fazileti

Kelbî, bu ayetin, Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh)'ın fazileti hakkında nazil olduğunu söyler ve şöyle der: "Çünkü Allah yolunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e malını veren ve harcayan ilk şahıs, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'dir. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Yanında Ebû Bekir ve üzerinde de göğsünde iki yakasını bir araya getirmiş olduğu bir cübbe olduğu halde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında oturuyordum. Birden Cebrail (aleyhisselâm) geldi ve "Bana ne oluyor da, Ebû Bekir'i, üzerinde göğsünde İki yakasını bitiştirdiği (eski) bir cübbe ile görüyorum?" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "O (bütün) malını, fetih'den önce benim yolumda harcadı" dedi.

Bil ki bu ayet, fetihden önce Allah yolunda infâk veya Allah'ın düşmanlarıyla savaşma sadır olan kimsenin, Fetih'den sonra bu iki işi yapandan, hal ve fazilet bakımından daha büyük olduğuna delalet eder. Şimdi daha çok İnfâk edenin Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh), daha çok savaşanın da Hazret-i Ali (radıyallahü anh) olduğu malumdur. Fakat Cenâb-ı Hakk, infâk edeni savaşandan önce zikretmiştir ki bunda, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in önceliğine bir işaret vardır. Bir de, infâk etmek, "rahmet"; savaşma da "gazab" babındandır. Allahü teâlâ ise, "Rahmetin gazabımı geçmiştir" buyurmuştur. Dolayısıyla öncelik infâk sahibindedir.

İmdi eğer, "Aksine Hazret-i Ali de infâk sahibidir. Çünkü Hak teâlâ onun hakkında "Yemeği, sevdiği (ve ona ihtiyacı) olduğu halde, onu (fakire verir ve) yedirir" (insan, 8) buyurmuştur" denilirse, biz deriz ki: "İnfâk kelimesi mutlak olarak, "O infâk etti" gibi bir şekilde kullanıldığında, ancak büyük hadiselerde ve büyük miktarda infâkta bulunma manasını ifade eder. Vahidî, "Basît" adlı eserinde şöyle der: "İslâm için ilk savaşan Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'dir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) İslâm'ın ilk yıllarında küçük bir çocuktu, savaşacak yaşta değildi. Ama Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) ileri yaşta idi, İslâm'ı savunuyordu. Hatta bu yüzden, nerdeyse ölesiye dövülmüştür."

Kıdemli Ashab

Tevhid ulemâsı (kelamcılar), bunu, İslâm'a ilk girenlerin, Fetih'den önce Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında cihad eden ve infâkta bulunanların faziletine delâlet eden bir ayet kabul etmişler ve şöyle bir izah yapmışlardır: Bu, Allah'ın Resulüne, canlarıyla ve mallarıyla yardımcı olanların büyüklüğünü ifade eder ki o ilk yıllarda, müslümanların sayısı az, kâfirlerin ise hem sayısı çoktu, hem güçleri fazlaydı. Dolayısıyla maddî-manevî yardıma o zamandan daha çok ihtiyaç hissediliyordu.

Fetih'den sonraki durum ise böyle değildi. Çünkü İslâmiyet o zaman, artık güç bulmuş, küfür ise zayıflamıştı. Bunun böyle oluşunun delili, Hak teâlâ'nın, "Muhacir ve Ensâr'dan, öncü olan (yarışı başta götürenler)..." (Tevbe, 100) ayeti ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Ashabım hakkında ileri geri konuşmayın. Çünkü eğer sizden birisi Uhud dağı kadar altını (Allah yolunda) harcayacak olsa, onlardan birisinin bir avuçluk infâkının, hatta yarım müdlük infâkının fazilet (ve mükafaatına) yetişemez" Müslim, fezâilû's-sahâbe, 221-222 (4/1967). hadis-i şerifidir. Cenâb-ı Hakk daha sonra, "Bununla beraber Allah herbirine en güzel (mükâfaat) vadetti. Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır" buyurmuştur.

Bu cümle ile ilgili birkaç mesele vardır:

el-Husnâ

Bu ifade, "Bu iki cemaatten herbirine Allah, en güzeli, yani en güzel mükâfaatı vadetmiştir. Bu en güzel mükâfaat da, dereceleri farklı olmasına rağmen, cennettir" manasındadır.

İkinci Mesele

Meşhur kıraata göre, ilk kelime, mansub olarak (......) şeklinde okunmuştur. Çünkü bu, tıpkı "Zeyd'e bir hayır vadettim" ifadesi gibidir. Binâenaleyh bunda, "Zeyd" kelimesi, "va'd" fiilinin mef'ûlüdür. İbn Âmir ise, bu kelimeyi merfû olarak, (......) şeklinde okumuştur. Onun bu kıraatinin delili, fiil, mef'ülünden sonra geldiğinde, önce gelen o ma'mûlünde (mef'ulünde) amel edememesidir. Bunun delili ise, meselâ Arapların, "Zeyd'i dövdüm" demeleridir. Bu tıpkı, şiirdeki şu ifadede olduğu gibidir:

"Ümmü'l Hıyar, benim bir takım günahlar işlediğimi iddia etmiştir. Halbuki onların hiçbirini ben yapmadım." Buradaki (......) kelimesinin, fiili sonra geldiği için, bunun merfû olmasını gerektiren, bir başka sebebten ötürü, merfû okunduğu rivayet edilmiştir.

Bil ki âlim Abdülkâdir el-Cürcânî'nin bu konuda güzel bir sözü var. O şöyle demiştir: Bu şiirdeki mana, kelimenin mansub ve merfû okunuşuna göre farklılık arzeder. Bu böyledir. Çünkü mansub okunuşuna göre, söz, o kimsenin, her günahı işlemediğini ifade eder ki bu da, o kimsenin bazı günahları işlemiş olmasına ters düşmez. Çünkü bir kimse, "Her günahı işlemedim" dediğinde, bu söz onun her günahı işlemediğini ifade eder ama, bir kısım günahları işlediği ihtimalini de taşır. Bundan da öte, "hitab delili"nin hüccet olduğunu söyleyenlere göre bu söz, o kimsenin bir takım günahlar işlediğini itiraf etmiş olur.

Ama kelimenin merfû okunmasına gelince, yani ifadenin şeklinde oluşunun manası, tek tek herbir günahın bu kimse tarafından işfenilmediği şeklinde olur ve böylece o kimsenin hiçbir günah işlemediğini ifade etmiş olur. Şâirin de maksadı, kendisinin bütün günahlardan uzak olduğunu anlatmaktır. Böylece mananın, kelimenin merfû veya mansub okuyuşa göre farklı olduğunu anlıyoruz. Bu konuda, i'rabın farklı olması sebebiyle, mananın da farklı olduğu yerlerden birisi de, (Kamer, 49) ayetidir. Kim buradaki "küll" kelimesini mansub okursa, bu, Allahü teâlâ'nın herşeyi bir kader ile yarattığını ifade eder. Ama bu kelime merfu okunursa, o zaman ayet, Allahü teâlâ'nın herşeyi yarattığını değil de, yarattığı herşeyi kader ile yarattığını ifade eder. Bazan da bu konuda, mana farklılık arzetmediği halde, i'rab farklı olabilir. Meselâ, (Yasin, 39) ayetinde olduğu gibi. Çünkü bu ayetteki, "kamer" kelimesini merfu da, mansub da okusan, mana aynıdır. İşte bu ayette de böyledir. Binâenaleyh nasb ile, ref ile (......) şeklinde okusan, neticeyi değiştirmez. Çünkü mana, her ikisinde de aynıdır, farklı değildir.

Aid Zamirinin Hazfi

Ayetin takdiri, şeklindedir. Ama karine bulunduğu için, âid zamiri olan "hû" hazfedilmiştir. Âid zamirleri, (Furkan.41) ve (Bakara, 123) ayetlerinde de aynı şekilde hazfedilmiştir.

Cenâb-ı Hakk daha sonra, "Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdârdır" buyurmuştur. Bu, "Allahü teâlâ, sâbıkûna ve muhsinlere mükâfaat va'dedince, hakedenlere hakettiklerini vermek için, mutlaka, O'nun hem cüz'iyyatı (en ince teferruatları) hem de bütün her şeyi bilmesi gerekir. Çünkü eğer Allahü teâlâ bunları ve kulların bütün fiillerini, tafsilatlı bir şekilde bitmemiş olsaydı, va'dettiği o va'din uhdesinden tam olarak çıkması, onu yerine getirmesi mümkün olmazdı. İşte bundan dolayı va'dinin peşinden, "Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır" buyurmuştur.

Allah'a Ödünç Verme

11

"Allah'a, karzı basenle ödünç verecek olan kim? işte O, bunun (mükâfaatını) kat kat artıracaktır. Ona çok değerli bir mükâfaat da vardır".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Alimler, bir yahudinin, bu ayet nazil olduğunda, "Muhammed'in tanrısı fakir düşmüş olacak ki borç istiyor" diye alay ettiğini, bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in onu tokatladığını, derken yahudinin bunu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şikayet ettiğini; bunu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'e, "Böyle yapmakla ne kastettin?" dediğini, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in de, kendine hâkim olamayıp, onu tokatladığını söylediğini, dolayısıyla Hak teâlâ'nın, "Sizden önce kendilerine kitab verilmiş olanlardan ve müşriklerden, nice eziyetler duyup-göreceksiniz" (Al-i İmran, 186) ayetinin nazil olduğunu söylemişlerdir. Muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: "Yahudi bu sözü, tanrının fakir olabileceğine inandığından ötürü değl de, (müslümanlarla) istihza için söylemiştir. Onların, "Allah fakir, biz ise zenginiz" (Al-i İmran, 181) şeklindeki sözleri de aynı mahiyettedir."

Ödünç veya İnfak

Allahü teâlâ bu ayetle, insanları, mallarını İslâm'a yardım etme, kâfirlerle savaşma ve müslüman fakirleri destekleme hususunda harcamaları konusunda yaptığı teşviki te'kid etmiştir. Böylece de sayesinde cennet va'dedildiği için, "karza" (ödünç verilen parçaya) benzetilerek, bu infâka "karz" denilmiştir.

Üçüncü Mesele

Âlimler, buradaki infâk ile, hangi türünün kastedildiği hususunda değişik izahlar yapmışlardır. Kimileri, bununla farz olan infakların (yardımların) kastedildiğini ileri sürerlerken, kimileri de, "Aksine bu nafile infâklar hakkındadır" demişlerdir. Doğruya en yakın olan, bu "infâk" ile, her iki türün de kastedilmiş olmasıdır.

Dördüncü Mesele

Âlimler, bu "karz"ın (borcun), karz-ı hasen (güzel bir borç) oluşu hususunda şu izahları yapmışlardır:

1) Mukâtil, "İnsanın, bunu içinden gelerek bağışlaması, güzel bir karzdır" demiştir.

2) Kelbî, "Bunun, sırf Allah rızası için tasadduk edilmesi güzeldir" der.

Sadakanın Kabul Şartları

3) Bazı âlimlerde, "Verilen karzın, güzel olabilmesi için şu on güzelliği taşıması gerekir" demişlerdir:

a) Bunun helal maldan olması... Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), vtemizdir, ancak temizi kabul eder Müslim, zekat, 93 (2/716). ve "Allahü teâlâ abdestsiz namazı kabul etmez, yine ganimetten çümarak verilen sadakayı kabul etmez Buhari, zekât, 7. buyurmuştur.

b) Bu karzın, insanın sahib olduğu malların en iyi tarafından olması ve insanın, infâk olarak kötü malını vermemesi... Nitekim Hak teâlâ, "Pek âdi, bayağı şeyleri infâk etmeye yeltenmeyin"(Bakara, 267) buyurmutur.

c) Sevdiği ve ona muhtaç olduğu halde, sırf âhiret hayatını elde etmek maksadıyla, insanın o sevdiği şeyi tasadduk etmesi, vermesi... Çünkü Hak teâlâ, "Çok sevmesine rağmen malını veren..." (Bakara, 177) ve "O, sevdiği halde yemeğini, başkasına yedirir..."(insan. 8) buyurmuştur. Bu mana, bu son ayet hakkında yapılan tevillerden birisine göredir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de,"Sadaka, sen sağlıklı ve cimri olduğun halde, kendi geçimini düşünüyorken ve bunu ihmal etmezken, vermendir. Can boğazına gelip de falanca şu kalsın, falanca şu kalsın " diyeceğin vakte kadar bekletme Müslim, zekât, 93 (2/716). buyurmuştur.

d) Sadakanı, onu almaya en layık ve en muhtaç olana vermendir. İşte bundan ötürü Hak teâlâ bu sadakayı, almaya layık bir takım kimselere tahsis etmiştir. Bunlar da payları belirtilmiş (Enfal, 1. ayetle) kimselerdir.

e) Mümkün olduğunca, sadakanı gizlice vermen, (gizli tutmandır); Nitekim Hak teâlâ, "Eğer onu gizler ve fakire (öylece) verirsen, bu sizin için daha hayırlıdır" (Bakara. 271) buyurmuştur.

f) Sadakanın peşisıra, başa kakmaya ve eziyyete yeltenmemendir. Nitekim Hak teâlâ, "Ey iman edenler, sadakalarınızı (iyiliklerinizi), başa kakma ve eziyet etme suretiyle boşa çıkarmayın"(Bakara, 264) buyurmuştur.

g) Sadaka vermek ile, sadece Allah'ın rızasını gözetip, riyaya düşmemen... Nitekim Hak teâlâ, "Ancak Rabbinin, yüce razısını isteyerek (verir) ve (Allah ondan) razı olacaktır" (Leyl, 20-21) buyurmuştur. Bir de riyakârlık, ittifakla, kötü bir şeydir.

h) Çok da olsa, verdiğin şeyi önemsiz görmendir. Çünkü verdiğin şey, dünyadan az bırşeydir. Kaldı ki dünyanın tümü bile, aslında azdır. İşte bu da, "Başa kakma, yaptığın iyiliği çok görme... "(Müddessir. 6) ayetiyle kastedilmiştir. Bu mana, bu ayetle ilgili tefsirlerin birine göredir.

k) Verdiğin sadakanın, sence malların en sevimlilerinden olması... Nitekim Hak teâlâ, "Sevdiklerinizden vermedikçe bin (derecesine) ulaşamazsınız" (Al-i İmran, 92) buyurmuştur.

I) Kendini aziz (üstün), fakiri zelil (aşağı) görmemen... Aksine durum sence, tam tersi olmalıdır. Böylece fakiri, sanki Hak teâlâ, onun rızkını, "Yeryüzünde hareket eden her canlının rızkı Allah üzerinedir..."(Hud, 6) ayet-i kerimesi gereğince, üzerine almış ama, sana havale etmiş gibi görmen ve kendini de fakire borçlu görmendir. İşte bu on güzellik bir araya geldiğinde, verilen o sadaka, "karz-ı hasen" olmuş olur. Bu ayet, Bakara Sûresi (245. ayette) izah edilmişti.

Daha sonra Hak teâlâ, "işte O, bunun mükâfaatmı kat kat artıracaktır. Ona çok değerli bir mükâfaat da vardır" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili şöyle iki mesele vardır:

Güzel Ödünlerin Ödülü

Cenâb-ı Hakk, bu güzel ödünce (karz-ı hasene) karşılık şu iki mükâfaatı va'detmiştir: Bakara Sûresi'nde de belirtildiği üzere, buna kat kat karşılık vermesi ve bu kat kat mükâfaatın yanısıra da, ayrıca bu kişi için bir değerli mükâfaatın olduğunu beyan etmesi... Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

a) Alimlerimizin görüşüne göre, "kat kat" sözü, Allahü teâlâ'nın hakedilen mükâfaata, Kendi lütfundan bir o kadar daha ekleyeceğine bir işarettir. Ayetteki "ecr-i kerîm" ise, vereceği mükâfaat manasınadır.

Buna göre eğer, "Siz (ehl-i sünnetin) inancına göre, Allah'ın verdiği mükâfaat da, aslında bir lütfudur. Dolayısıyla bu iki ifade arasında bir fark. olmadığına göre, yaptığın bu izah tam değildir" denilirse, cevaben şöyle diyebiliriz: Allahü teâlâ, Levh-i Mahfûz'a, "Kendisinden falanca fiil sâdır olacak herkese şu kadar mükâfaat vardır" diye yazmıştır. İşte o kadar mükâfaat, amelin sevabıdır. Binâenaleyh ona, bir o kadarım eklediğini, onu o kadar katlamış olur.

b) Mu'tezileden Cübbâi'ye göre, bedeller sevaba eklenir ve işte kat kat katlama budur.

Cenâb-ı Hakk ücreti (mükâfaatı) "kerîm" (değerli) diye tavsif etmiştir. Çünkü sevabı katlayan bizzat Kendisidir. O'nun sayesinde bu katlama olmuştur. Dolayısıyla da o, işte bu açıdan "kerîm" olmuştur.

Karaat Farkı

İbn Kesîr ve İbn Âmir, elifsiz, ama şeddeli olarak şeklinde; yine İbn Kesîr, fâ'nın zammesiyle, İbn Âmir de fâ'nın fethasıyta, yine elifsiz-şeddeli okumuşlardır. Âsim da, elif ile ve fâ'nın fethasıyla şeklinde ve Nâfî, Ebû Amr, Hamza ve Kisâî, elifle, ama fâ'nın zammesiyle (......) şeklinde okumuşlardır. Ebû Ali el-Fârisî, şeddeli-elifsiz okunuş ile, şeddesiz-elifli okunuşun aynı manaya geldiğini, önemli olanın, fiilin merfû veya mansub oluşunun sebebini ortaya koyma olduğunu söyleyerek, şöyle demiştir: Bunu merfû okuyuşun sebebi açıktır. Çünkü bu, fiiline ma'tuftur. Yahut da, ayetin başıyla alâkası yoktur. Buna göre sanki "O Allah, bunu katlar" denilmektedir. Mansub okunuşuna gelince, şundan dolayıdır: Hak teâlâ, "Allah'a, karz-ı hasenle ödünç verecek olan kim?" buyurunca, sanki, "Allah'a güzel bir borç verecek bir kimse yok mu?" demiş de, böylece ifadesi, bu soruya cevab olmuş. İşte bundan ötürü de mansub kılınmıştır.

Ahirette Nur

12

"O günde, erkek ve kadın mü'minleri, nurları önlerinden ve sağlarından koşar bir halde görürsün. (Melekler onlara), "Bugün size müjdeniz, içlerinde ebedî kalacak olduğunuz ve altlarından ırmaklar akan cennetlerdir" (diyecekler), işte bu, büyük murada ermenin tâ kendisidir".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Ayetin başındaki "yevm" (o günde) kelimesi, ya "Ona çok değerli bir mükâfaat vardır (o günde)" ifadesinin zarfıdır. Yahut da, o günün büyüklüğünü göstermek için, mahzûf bir (......) kelimesi ile mansubtur (yani hatırla o günü ki ... demektir).

Bu Nurun Mahiyeti

Bu gün ile, hesab günü kastedilmiştir. Ab'hter bahsedilen bu "nûr"un ne olduğu hususunda, şu değişik izahları yapmışlardır:

1) Bir takım kimseler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de rivayet edildiği üzere, bununla, bizzat "nûr" (ışık) manası kastedildiğini söylemişlerdir. Çünkü (Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Mükâfaatı hakeden herkes için, büyüklük ve küçüklük bakımından amel ve sevabına göre, nuru tahakkuk eder" buyurmuştur. Bu izaha göre, herkesin nurunun derecesi farklıdır. Dolayısıyla kimilerinin nuru, Aden ile San'a şehri arasındaki mesafeyi aydınlatacak kadar kuvvetli; kimilerinin nuru dağ kadar; kimilerininki ise, ancak ayaklarının önünü aydınlatacak kadardır. En az nurlu olanlar ise, nuru, başparmağını aydınlatacak kadar olandır ki bu, bir söner, bir yanar. Bu görüş, İbn Mes'ûd (radıyallahü anh), Katâde ve diğer bazılarından nakledilmiştir. Mücâhid ise, "Kıyamet günü her kulun, "Ey falan, işte nurun... Ey falan, senin ise nurun yok" diye seslenilecek" demiştir. Nuru olmamaktan Allah'a sığınırız.

Bil ki Nûr Sûresi'nde, gerçek "nûr"un Allahü teâlâ'nın kendisi olduğunu, basiret (akıl) nuru demek olan, ilim nurunun, nûr (ışık) olmaya, göz nurundan daha lâyık olduğunu açıklamıştık. Durum böyle olunca da, kıyamet günündeki bu nurun, Allah'ı (bu dünyada iken) tanımadan kaynaklanan (ilim) nuru olduğu ortaya çıkmış olur. Bu sebeble kıyamet (mahşer) günündeki nurların miktarı, dünyadaki marifetullah ölçüsünde olacaktır.

2) "Nûr"dan murad, insanın kurtuluşuna sebeb olan şeydir. Cenâb-ı Hakk, bu nurun, onların önlerinde ve sağlarında koşuşturduğunu belirtmiştir. Çünkü nasıl şakî (bedbaht) kimselere, amel defterleri, sollarından ve arkalarından veriliyorsa, saîdlere de, amel defterleri işte bu iki taraftan, yani sağlarından ve önlerinden verilecektir.

3) Bu nûr ile, cennetin yolunu gösterme manası kastedilmiştir. Nitekim maksad hasıl olmadığı zaman, Arapça'da "Bu işin nuru yok" denilir. Maksad hasıl olduğunda da, "Bu işin, nuru ve rengi (parıltısı) var" denilir.

Üçüncü Mesele

Sehl İbn Şuayb, hemzenin kesresiyle (......) şeklinde okumuştur ki, buna göre mana, "Nurları önlerinden koşar; bu koşma işi ise, onların imanları sayesinde tahakkuk etmiştir" şeklinde olur ki, bunun bir benzeri de, "Bu, senin ellerinin daha önceden yaptığı şey sebebiyledir... "(Hacc, 10) ayetidir ki, bu, "İşte bu, bu sebeple olmuştur" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bu gün size müjdeniz, içlerinde ebedî kalacak olduğunuz ve altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. İşte bu, büyük murada ermenin ta kendisidir" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç, mesele vardır:

Beşaret

"Beşâref'in ne demek olduğunu biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "îman edip salih amel işleyenleri müjdele" (Bakara, 25) ayetinin tefsirinde anlatmıştık. Daha sonra ulemâ, bu ayetin takdirinin, "Melekler onlara, derler" şeklindeolduğunu söylemişlerdir ki, bu tıpkı, "... melekler de her bir kapıdan onların yanına sokulacaklar (ve şöyle diyecekler): "Sabrettiğiniz şeylere mukabil sizlere selâm... Dar-ı dünyanın en güzel sonucudur bu!"(Ra'd,23-24) ayeti gibidir.

İkinci Mesele

Bu ayet, kıyametin dehşetinin, mü'minlere ulaşmayacağına delâlet etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ, herhangi bir tahsiste bulunmaksızın, mü'min kimselerin kıyamet günündeki durumlarının böyle olacağını beyân etmiştir.

Fasık Mü'min Midir?

Ka'bî, fâsık kimsenin mü'min olmadığına delil getirme iddiasıyla şöyle der: "Fasık kimse şayet mü'min olsaydı, bu müjdenin muhtevasına girerdi. Eğer bu müjdenin muhtevasına girmiş olsaydı, kesinkes onun cennetliklerden olduğuna hükmedilirdi. Böyle olmadığına göre, fasık kimsenin mü'min olmadığı sabit olmuş olur." Buna şu şekilde cevâp verebiliriz. Fasık kimsenin, kesinkes cennetliklerden olduğuna hükmedilmektedir. Çünkü, fasık kimse ya hiç cehenneme girmeyecek, yahut da cehenneme girse bile, ondan çıkacak, cennete girecek ve artık hep orada kalacak. O halde, bu demektir ki, fâsık kimsenin kesinkes cennetliklerden olduğuna hükmedilmektedir. Dolayısıyla, Ka'bî'nin yaptığı bu istidlal düşer.

Dördüncü Mesele

Ayetteki,ism-i işareti, önce geçenlerin tümüne, yani o nura ve cennette ebedi kalma müjdesine râcidir.

Beşinci Mesele

(......) kelimesi düşürülerek, şeklinde de okunmuştur.

Kıyamette Münafıklar

Bil ki, Allahü teâlâ, kıyamet gününde mü'minlerin durumunun ne olacağını ele alıp belirtince, bunun peşinden de, münafıkların durumunu açıklamak üzere:

13

"O günde ki, erkek münafıklarla kadın münafıklar, iman etmiş olanlara, "Bizi bekleyin. Nurunuzdan bir parça ışık alalım.." diyecekler. (O gün onlara), "Dönün arkanıza da bir nûr arayın" denilmiş, nihayet onların arasına kapılı bir duvar çekilmiştir. Öyle ki, onun içinde rahmet, dış yanında da azab vardır"

buyurmuştur.

Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetin başındaki (Hadid, 12) ifâdesinden bedeldir, yahutta mukadder olan (hatırla) fiili ile mansubtur.

Nazar Kelimesi

Sadece Hamza, nûn'un kesresiyle, "bize mühlet tanıyın..." şeklinde okurken, diğerleri "bize bakın..." şeklinde okumuşlardır. Ebû Ali el-Fârist, kökünün birkaç şekilde kullanıldığını söyleyerek şöyle der:

1) Bu ifâdeyle, manasını kastetmiş olabilirsin. Buna göre harf-i cer hazfedilmiş, fiil, mef'ûlünü doğrudan doğruya almıştır (el-hazfu ve'l-îsâl). Nitekim, Ebü'l-Hasen şu beyti nakl etmiştir:

"Hüsnü cemâlleri göz alıcı biçimde olduğu halde, tıpkı ceylanların Erâk (Misvak) ağacına bakması gibi, bakarlar." Ki bu, takdirindedir.

2) Sen bu fiil ile, "düşünme ve tedebbür etme" manasını kastetmiş olabilirsin. Ki, senin, "Git, Zeyd'e bak, iman eder mi?.." şeklindeki sözün bu anlamdadır. İşte, buradaki bak! sözü ile "düşün" anlamı kastedilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Bak (düşün), sana nasıl da meseller getirdiler"(İsra, 48) "Bak (düşün), Allah'a mâl ederek nasıl da yalan uyduruyorlar"(Nisa, 50) ve "Bak (düşün), biz nasıl onların bir kısmını da bir kısmına üstün kıldık" (İsra,21) ayetleri de bu anlamdadır. Bazan da bu kelime harf-i cerriyle mef'ûlünü alır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar, deveye bakmazlar mı, nasıl yaratılmışlar?!" (Gâşiye, 17) buyurmuştur ki, bu ayet, kullanımının, düşünme ve o husustaki hikmeti beyan etme anlamına geldiğine dair bir nastır. Bazan da bu kelime harf-i cerriyle müteaddî olur. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Göklerin ve yerin melekûtu hakkında düşünmediler mi?,." (A'râf, 185) ve "Onlar, kendi nefisleri hakkında düşünmediler mi?" (Rum, 8) buyurmuştur.

3) (......) fiiliyle görmek manasının kastedilmesi.. Bu da tıpkı şairin,

"Havran ve onun önünde de ailen ortaya çıktığında sen baktın, ama, orada gözlerinle görüp tanıdığın bir manzara göremedin" demesi gibidir ki, bu, "Baktın, ama gözün ile, ailen içinde tanıytp bildiğin bir manzara (görünüm) göremedin" demektir. Ne var ki bu mana, mecazîdir. Çünkü, deliller, görmenin (nazar işinin) göz bebeğinin görmek amacıyla, bakışlarını herhangi bir şeye çevirmesinden ibaret olduğuna delâlet etmektedir. Binâenaleyh, görmek "nazar etme, bakma"nın ayrılmaz bir vasfı olunca, sebebin müsebbeb (sonuç) yerinde kullanılması gibi, genelde, görme manasında bakma (nazar) ifadesi kullanılmıştır. Bunun, tıpkı, "Konuştun, ama konuşmadın", yani "Faydalı bir söz söylemedin" denilmesi gibi, "Baktın, ama bakmadın" kabilinden olması mümkündür. Yani, "Baktın, ama bir şey ifâde edecek biçimde bakmadın" demektir.

4) Nazar kelimesinin, bekleme anlamına alınması... Cenâb-ı Hakk'ın, (Ahzab, 53) buyurması gibi.. Ki bu, "Onun piştiğini, piştiği vakti gözetlemeksizin" demektir.. Bu izaha göre, şiirde ifâdesinin anlamı, "bekledin.." şeklinde olur. Çünkü, Arapların tıpkı, (kebâb yaptım..) (küçümsedin) şeklindeki ifâdelerinde olduğu gibi, (......) kalıplarının aynı anlama gelmeleri çokça olan bir şeydir.

Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki, ayetteki ifâdesi hakkında şu muhtemel iki izah yapılabilir:

1) "Bizi bekleyin!.." Çünkü, mü'minler, cennete, adeta bir şimşek gibi girecekler; münafıklar ise, yayadırlar.

2) Bu, "Bize bakın.." takdirindedir. Çünkü mü'minler, o münafıklara baktıklarında, yüzleriyle onlara dönüp bakacaklardır; nurları önlerinde olduğu için de, o münafıklar bu nurdan yararlanacaklardır.

Ama, zi'nin kesresiyle (......) şeklinde okunmasına gelince bu kelime, "Zaman tanıma, mühlet verme, bekleme" anlamına gelmiş olur. Cenâb-ı Hakk'ın, İblis'ten naklen, "Bana, onların diriltileceği güne değin zaman tanı.." (Sad, 79) şeklindeki ifâdesi de böyledir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, ödeme güçlüğü içinde bulunan bir kimseye "inzâr"ı, yani ödemesi için ona zaman tanımayı emretmiştir. Buna göre mana, "Cenâb-ı Hakk, o münafıkların o mü'minlere yetişebilmesi için, o mü'minlerin ağır yürümelerini, o münafıklara bir zaman tanıma kılmış" şeklinde olur. Bil ki, Ebû Ubeyde ve Ahfeş, bu kıraatin doğruluğu hususunda ta'nda bulunmuşlardır, ama şu anda bu kıraatin doğruluğunun izahı ve sebebi ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Üçüncü Mesele

Bil ki, bu konuda şu üç ihtimal ortaya çıkmaktadır:

1) Tüm insanlar, zulmetler içindedirler. Ama daha sonra, Allahü teâlâ, mü'minlere bu nurları verir. Münafıklar da, bu nurları o mü'minlerden isterler.

2) İnsanların tümü nurlar içindedir. Daha sonra mü'minler cennetlerde olurlar, böylece de, cennetlere doğru çok hızlı biçimde yürürler. Münafıklar onların arkasında kalakalır. Derken de, münafıklar mü'minlerden durmalarını, gitmemelerini, beklemelerini isterler.

3) Mü'minler nûr: münafıklar ise zulmetler içindedirler. Derken, daha sonra münafıklar, mü'minlerden nur talebinde bulunmuşlardır. Bu ihtimallerden herbirini benimseyen kimseler vardır. Eğer şimdi bu durum, duraktan meydana geliyorsa, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayetteki ifâdesinden, "Bize bakın anlamı" kastedilmiş olur. Çünkü, mü'minler münafıklara baktığında onlara doğru yönelmiş olurlar. Nurları önlerinde olduğu halde, mü'minler her ne zaman o münafıklara doğru yönelirlerse, münafıklar o nurlardan yararlanmış olurlar. Yok eğer bu durum, mü'minler cennete giderlerken meydana gelecekse, o zaman, ayetteki bu ifâdeden, hem bekleme, hem de onlara bakma anlamı kastedilmiş olabilir.

Dördüncü Mesele

Kabes kelimesi, ateşten veya kandilden alınan bir parça şule demektir. Münafıklar, tıpkı dünya ateşinden alma gibi, mü'minlerin nurlarından herhangi bir şey almayı ummuşlardır, ama bu, onlardan sudur eden bir cehalettir. Çünkü o nurlar, dünyadaki salih amellerin neticeleridir. Dolayısıyla, dünyada, münafıklardan bu tür ameller sudur etmediğine göre, ahirette de, bu nurların elde edilmesi imkânsız hale gelmiştir.

Hasan el- Basrî şöyle der: "Kıyamet gününde herkese, ameline göre, nûr verilir. Derken, daha sonra, cehennemin ateşinden, dikenli kancalı şeylerden ve pıtırak dikenlerinden alınır, o yolların üzerine atılır. Derken, yüzleri, tıpkı, ayın ondördü gibi olan bir bölük mü'min gelip geçer. Daha sonra da, yüzleri semâdaki yıldızların ışıkları gibi olan başka bir grup gelip geçer. Sonra onları öylesine bir karanlık sarar ki, böylece o karanlık münafıkların nurunu söndürür. İşte orada münafıklar mü'minlere, "Durun, gitmeyin; nurunuzdan, tıpkı ateşten alınır gibi, alalım!" derler.

Kötü Huydan Uzaklaşma

Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi hakkında da şu izahları yapmışlardır:

1) Bununla, "Dünya yurduna geri dönün de, bu nurları orada arayın.. Çünkü bu nurlar, ancak, ilahi bilgilerin, üstün huyların kazanılmasından ve cehalet vb. kötü huylardan uzak kalmakla elde edilir." manası kastedilmiştir. Ki, ayetteki, "sûr, duvar çekme" ifadesiyle de, onların, dünyaya yeniden dönmemeleri kastedilmiştir.

2) Ebû Ümâme şöyle der: "İnsanlar, çok zifiri bir karanlık içine düşerler. Derken mü'minlere, nurları verilir. Müteakiben mü'minler gitme hususunda acele edince, münafıklar, "Durun, nurunuzdan istifâde edelim, alalım!" derler. Bunun üzerine münafıklara, "Arkanıza dönün ve nuru arayın, alın!" denilir." O, sözüne devamla, "Bu, sayesinde, münafıkların tuzağa düşürüldüğü bir hiledir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Allah'a tuzak kurarlar. Oysa ki Allah, onları, kurdukları bu tuzağa düşürür.." (Nisa, 142) buyurmuştur. Böylece münafıklar, nurun tahsis edildiği o yere dönerler, nur namına bir şey bulamazlar; derken, tekrar mü'minlerin tarafına dönerler, böylece de, o duvarın, kendileriyle mü'minler arasına çekilmiş olduğunu görürler.." der.

3) Ebû Müslim şöyle der: "Mü'minlerin, "ölünüz.." şeklindeki sözlerinden, münafıkların, o nurun aydınlığından istifade etmekten men etmeleri kastedilmiştir. Ki bu, tıpkı bir kimsenin, kendisine yaklaşmak isteyen kimseye, "Arkan, gerin, senin için daha geniş, daha elverişlidir.." demesi gibidir. Bu görüşe göre, "dönünüz.." ifadesinden kastedilen mana, "Onlara geri dönmeyi emretmek değil de, onların, talep ettikleri bu şeyi elde etmelerinin imkânsız olduğunu kesinkes bildirme olur.

Araya Müteşabih Ayetler

Ayetteki, nihayet onların arasına kapılı bir duvar çekilmiştir. (Öyle ki), onun içinde rahmet, dış yanında da azâb vardır" ifadesiyle ilgili olarak, şöyle iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Alimler, ayette bahsedilen "sûr"un ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak kimileri, bununla, bir engel ve manianın kastedildiğini, yani, münafıkların, mü'minlerden böyle bir talepte bulunmaktan men edildiklerini söylerken, kimileri, "Tam aksine bu ifâde ile, cennet ile cehennem arasındaki bir duvar kastedilmiştir" demişlerdir ki, bu, Katâde'nin görüşüdür. Mücahit ise bunun, "arâf" perdesi ve engeli olduğunu söylemiştir.

İkinci Mesele

(......) ifadesindeki "bâ" harf-i cerri zâid olup, te'kid için getirilmiştir. Buna göre ifadenin takdiri, şeklindedir. Ahfeş de böyle söylemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, yani o sûrun bir kapısı vardır ki yani o sûrun içinde rahmet vardır. Buradaki rahmet ile mü'minlerin içinde bulunduğu cennet kastedilmiştir. yani, "sûrun dışı ise yani azab taraftan onlara gelir" buyurmuştur. Buna göre mana, "O sûrun mü'minlere olan tarafında rahmet vardır, kâfirlere olan tarafından ise, kâfirlere o azab gelmektedir" şeklindedir. Velhasıl cennet ile cehennem arasında bir duvar, bir engel vardır. İşte sûr budur ve bu sûrun bir kapısı vardır. Mü'minler bu kapıdan cennete girerler. Kâfirler ise, hep o azab ve ateş içinde kalırlar.

Münafıkların Geri Kalması

14

"(Münafıklar), onlara seslenirler, "Biz sizinle beraber değil miydik?" diye. Dediler ki "Evet, fakat siz kendi kendinizi yaktınız. Hep mü'minlerin başına belâ gelmesini gözettiniz. Şüphe ettiniz. Sizi kuruntular aldattı. Sizi, o çok aldatan (şeytan), Allah'a karşı da aldattı. Nihayet işte Allah'ın emri gelip çattı".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetle ilgili iki mana verilmiştir:

a) "Biz dünyada iken sizinle beraber değil miydik?"

b) "Biz, ibadetlerde, mescidlerde, namazlarda, savaşlarda hep sizinle beraber değil miydik?" Bu ikinci mana, daha zahir olandır.

İkinci Mesele

Cennetle cehennem arasındaki uzaklık fazladır. Çünkü cennet göklerin en üstünde, cehennem ise yerin dibindedir. Binâenaleyh ayetin bu ifadesi, bu kadar uzaklığın karşılıklı seslenişe mani olmadığını göstermektedir. "Allahü teâlâ, kâfirlerin sesini, yerin dibinden, A'la-yı İlliyyîn'e çıkabilecek şekilde kuvvetlendirmiştir" demek de mümkün değildir. Çünkü böylesi bir ses ancak, çok ileri derecede güçlü kimseler için düşünülebilir. Kâfirler ise, âcizlikle-kısık seslilikle nitelendirilmişlerdir. Böylece mezhebimize göre, oradaki bu mesafenin, karşılıklı seslenişe mâni olmadığını anlıyoruz.

Daha sonra Hak teâlâ, mü'minlerin, "Evet, siz bizimle beraberdiniz. Ama öyle şeyler yaptınız ki, onlar yüzünden işte bu azaba düştünüz. Yaptığınız şeyler:

1) "Siz kendi kendinizi yaktınız", yani küfrünüzle, günahlara dalmakla, kendinizi yaktınız." Bunların hepsi birer fitne (yakıcı ateş)tir.

2) "Hep mü'minlerin başına belâ gelmesini gözettiniz" Bu ifadeyle ilgili şu manalar verilebilir:

a) Ibn Abbas (radıyallahü anh), bunu, "Tevbeyi beklediniz, hep ileride tevbe edeceğinizi düşündünüz" manası vermiştir.

b) Mukatil, "Muhammed'in başına ölümün gelmesini gözetip durdunuz ve "Ah bir ölse de kurtuluversek, rahata kavuşsak" dediniz" manasını vermiştir.

c) Bu, "Kendinizi yeniden kâfirlere katılasınız ve nifaktan çıkasınız diye, mü'minlerin başına kötü şeylerin gelmesini gözettiniz" demektir.

3) "Şüphe ettiniz." Bu ifadeyle ilgili şu manalar verilir:

a) "Allah'ın vaîdi hususunda şüphe ettiniz."

b) "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliği konusunda şüphe ettiniz."

c) "Öldükten sonra dirilme ve kıyamet konusunda şüphe ettiniz."

4) "Sizi kuruntular aldattı" İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Cenâb-ı Hakk bu kuruntular ile, batıl şeyleri kastetmiştir. Bu batıl şeyler de, meselâ mü'minlerin başına çeşitli belâların inmesini arzulayıp durmalarıdır. "Nihayet işte Allah'ın emri, yani ölüm gelip çattı" yani onlar hep şeytanın aldatmalarına aldandılar, derken, Cenâb-ı Hakk onların canını alıp, onları cehenneme atıncaya kadar, şeytan onları hep aldatıp durdu.

Şeytanın (Tercümedeki) Faydası

Allahü teâlâ "Sizi çok aldatan (şeytan), Allah'a karşı da aldattı" buyurdu. Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Semmâh b. Harb, gayn'ın zammesiyle, kelimeyi (......) şeklinde okumuştur. Buna göre mana, "Sizi Allah'a karşı, gururunuz (aldanışınız) aldattı" şeklindedir. Bu mana, bir muzâfın hazfına göre verilmiş bir manadır ve bu, "sizi, Allah'a karşı, o yanılmanızın yanısıra. O'ndan (dünyada iken) emin kalmanız, yani yaptığınız suçların peşinden hemen cezasının gelmeyişi sizi aldattı" demektir.

İkinci Mesele

Bu kelime gayn'ın fethasıyla (......) şeklinde okunmuştur. Buna göre, bununla şeytan kastedilmiş olur. Çünkü şeytan onlara, "hesab ve ceza (kıyamet) diye birşey yoktur" fikrini atmak suretiyle, onları aldatmıştır.

Fidyenin Geçersizliği

15

"İşte bugün, ne sizden, ne de kâfirlerden hiç bir fidye alınmaz. Sığınacağınız yer ateştir. Size yakışan da odur. O ne kötü bir varış yeridir!".

Fidye Hakkında

"Fidye", sayesinde (verilip) kurtulunulan şeydir. Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Artık sizden ne iman, ne de tevbe kabul edilir. Binâenaleyh artık mükellefiyet kalkmış, mecburiyet doğmuştur (yani mecburiyen cehenneme gidiş var).

b) "Sizden, verip de o azabdan kurtulabileceğiniz bir fidye kabul edilmez." Bu manaya göre ayet tıpkı, "O kimseden ne bir fidye kabul edilir, ne de herhangi bir şefaat ona fayda verir" (Bakara, 123) ayeti gibi olur.

Bil ki "fidye", sayesinde kurtulunulan şeydir. Binâenaleyh bu ifade, iman etmeyi de, tevbe etmeyi de, mal verip kurtulmayı da içine alır. Bu, aklen Mu'tezile'nin ileri sürdüğü gibi, tevbenin kabulünün Allah hakkında vacib olmadığına delâlet etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ, fidyeyi kesinlikle kabul etmeyeceğini bildirmiştir. Halbuki tevbe de bir fidyedir. Binâenaleyh bu ayet, tevbenin de artık o zaman asla kabul edilmediğine delâlet eder. Durum böyle olunca da, tevbe aklen, kabulü Allah'a vâcib olmayan birşey olur.

Hak teâlâ'nın "ne de kâfirlerden..." ifadesi ile ilgili olarak bir hususu açıklamak gerekir: Bu da, bu ifadenin, münafıklar üzerine atfedilişinin, münafığın sanki kâfir olmadığını gerektirmesidir. Çünkü atfedilen ile, kendisine atfedilen arasında bir mugayeretin (başka başka oluşun) bulunması gereklidir. Buna şu şekilde cevab veririz: Buradaki ifade ile, küfrünü açıkça ifade edenler ortaya koyanlar kastedilmiştir. Yoksa münafıklar da kâfirdir.

Daha sonra Hak teâlâ "Sığınacağınız yer ateştir. Size yakışan da odur. O ne kötü bir varış yeridir!" buyurur. Burada geçen "mevlâ" kelimesi hakkında, şu manalar verilmiştir:

1) İbn Abbas (radıyallahü anh) buna, "masîr" (varacağınız yer)" manasını vermiştir. Sözün özü şudur: Mevla, "veliyy" kökünün ism-i mekânıdır. Veliyy ise, yakın olmak demektir. Binâenaleyh ayetteki bu ifade, "Cehennem, sizin (Ey münafık ve kâfirler), kendisine yaklaşacağınız, ulaşacağınız, neticede gireceğiniz yerinizdir" manasınadır.

2) Kelbî, bu kelimeye "Size yakışan" manasını vermiştir ki bu, Zeccâc, Ferrâ ve Ebû Ubeyde'nin de görüşüdür. Bil ki, bunların bu sözü, bir mana olup, lafzın tefsiri değildir. Çünkü eğer, "mevlâ" ve "evlâ" kelimeleri, Arap dilinde aynı manaya olsalardı, elbette bunlardan herbirinin diğeri yerinde kullanılması doğru olur, dolayısıyla da, "Bu falandan daha evlâdır" denilebildiği gibi, denilebilmeliydi (ama denilememektedir). Yine "Bu falancanın dostudur" denilebildiği gibi, aynı manada denilebilmeliydi. Bu demlemediğine göre, bu zatların söylediği şeyin, bir mana olup, bir tefsir olmadığını anlamış oluyoruz.

Biz bu ince noktaya şundan ötürü dikkat çektik: eş-Şerif el-Murtazâ, Hazret-i Ali'nin imameti (hilafeti) konusunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Ben kimin mevlası (dostu) isem, Ali de onun mevlasıdır (dostudur)" Keşfu'l-Hafa; 2/374. hadisine tutunarak şöyle demiştir: Mevlâ kelimesinin manalarından birisi de "evlâ"dır. Eş-Şerif el-Murtaza bu hususta, ayetin tefsiri ile ilgili olarak bu dilcilerin ileri sürdüğü görüşü delil getirerek, "mevlâ"nm "evlâ" manasına olduğunu söyleyerek şöyle demiştir: Lafzın bu manaya gelmesi söz konusu olduğuna göre, onu bu manaya hamletmek gerekir. Çünkü bunun dışındaki manalar, ya, Hazret-i Ali'nin, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın amcası oğlu ve yardımcısı olması gibi, olumlu; yahut da, azâd edilmiş (köle) olması gibi olumsuz bir mana arasındadır. Binâenaleyh birinci manaya göre, bu sözü söylemek bir abes, lüzumsuz bir söz olur. İkinci manaya göre ise, bir yalan olmuş olur. Biz ise, delil ile, bu kimselerin bu ayetteki sözlerinin, "tefsir" değil bir "mana" olduğunu beyân ettik. Bu durumda ise, eş-Şerif el-Murtaza'nın istidlali düşer.

Ayetle ilgili olarak yapılan bir başka izah da şudur: Hak teâlâ'nın "Cehennem sizin mevlânızdir" şeklindeki sözü, "sizin aslında hiçbir mevlanız (dostunuz) yoktur" demektir. Bu böyledir, çünkü mevlası cehennem olanın, aslında mevlası yok demektir. Nitekim Arapça'da, "Onun hiçbir yardımcı ve destekçisi yok" manasında, "Onun yardımcısı hızlan, destekçisi ise ağlamadır" denilir. Bu izah, "Kâfirlerin mevlası yoktur" (Muhammed, 11) ayeti ile de desteklenir. "Yüzleri kavuran bir su ile sulanacaklar" (Kehf, 29) ayeti de bu manadadır.

Duyarlığın Azalması

16

"îman edenlerin, Allah'ı ve O'nun katından inen hakikati hatırlamak için, kalblerinin saygı ile yumuşaması zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar daha evvel kendilerine kitab verilip de, üzerlerinden uzun zaman geçmiş ve artık kalbleri kararmış olanlar gibi olmasınlar. Onlardan bir çoğu asıklardı".

Bu ayetle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Hasan el-Basrî, ayetin baş kısmını (......) şeklinde okumuştur. İbn Cinnî şöyle demiştir:nın aslı, dir. Daha sonra buna ilave edilmiştir. Binâenaleyh (yaptı mı?) ifadesini nefy için; (bazan yapar) ifâdesini nef içindir. Bu böyledir. Çünkü ifadenin müsbetine, ilave edilip (mesela denilince), hiç şüphesiz menfisine de u ilave edilmiş (olmuştur). Fakat Araplar, edatını ile birleştirince, ortaya çıkan lafız için, hem bir yeni mana, hem de lafızla ilgili mana söz konusu olmuştur. Manaya gelince, bazı yerlerde, zarf olur, dolayısıyla Araplar, mesela "Sen kalkınca, Zeyd de kalktı" yani senin kalktığın zamanda Zeyd de kalktı" derler.

Kelimenin lafzı ile ilgili manasına gelince, kelimenin meczûmunda (cezmettiği) fiilde değil de, kendisi üzerinde vakıf yapmak caizdir. Bu sebeble, mesela, (......) demen caizdir ki bu, "Ben geldim, o gelmedi" demektir. Ama mesela bir kimsenin, diye vakıf yapması (durması) caiz değildir.

Bu kelimeyi (......) şeklinde okuyanlara gelince, meşhur olan izaha göre, bu okuyuş, "vakti geldi" manasında "İşin vakti geldi" ifâdesindedir. Yine bu kelime, aynı manada, fiilinden olarak şeklinde de okunmuştur.

Kalbin Katılaşması

Alimler, Hak teâlâ'nın bu ayetinin manası hususunda değişik izahlar yapmışlar; kimileri, "Bu, kalblerinde huşûya (saygıya) ters düşen nifak bulunduğu halde, iman ettiklerini söyleyen münafıklar hakkında nazil oldu" demişlerdir. Bu görüşü ileri sürenler, belki de, mü'minin, ancak kalbinin, huşu duymasıyla gerçek mü'min olabileceğini benimsemişlerdir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın bunu, ancak mü'min olmayan kimselere demiş olması caiz olur.

Diğerleri ise, "Hayır, bu ifade ile, gerçekte mü'min olanlar kastedilmiştir. Ama mü'minin bazan hususu ve haşyeti bulunur, bazan da bulunmaz. Sonra, bu görüşe göre, ayet hakkında şu muhtemel izahlar yapılabilir:

a) Belki de, bir grup mü'min içinde çok fazla huşu ve rikkat bulunuyordu da, böylece onlar, işte bu ayetle bu hususa teşvik edilmiş oldular.

b) Belki de, bir kavmin içinde, ileri derecede huşu sahibi kimseler bulunuyordu.. Daha sonra bu kimselerden, o mükemmel huşu zail olup silindi de, böylece onlar, bu ayetle o huşûlu yeniden elde etmeye teşvik edildiler. Çünkü A'meş, şöyle demektedir: "Sahabe, Medine'ye gelince, bolluk ve refaha kavuştular. Böylece de, daha önce üzerinde bulundukları dinî hal ve tavırlar konusunda bir gevşeklik gösterdiler. Bu sebeple de, bu ayetle kınandılar."

Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu ayet, Resûlüllah'ın huzurunda okundu. O sırada da, onun yanında Yemâmeliler'den bir grup bulunuyordu.. Bunun üzerine onlar, adamakıllı ağladılar. Bunun üzerine de Ebû Bekir, onlara baktı da, "Biz de böyleydik; ama kalblerimiz katılaştı artık..." dedi.

Ayetteki,"Allah'ı ... zikir için..." ifadesi hususunda da, şu iki izah yapılabilir:

1) Ayetin takdirî manası, "Mü'minler için, kalblerinin, Allah'ın zikrine karşı rikkatti ve duyarlı olmaları, yani, Allah'ın Kur'ân'da bahsettiği öğütlerine karşı böyle olma zamanı gelmedi mi?" şeklindedir. Bu manaya göre, "zikr" kelimesi, failine muzâf bir masdar olmuş olur.

2) Buradaki "zikr" kelimesi, mef'ûlüne muzâf bir masdardır. Buna göre mana, "Allah'ın, onları anması ve zikretmesi için..." şeklinde olur ki, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, onlarda bir huşu bulunsun ve onlar, O'nu gafletle anan, böylece de kalbi, Allah'ın zikrine karşı huşu duymayan kimseler gibi olmasınlar diye, onlara zikri müyesser kılması gerekir.

Ayetteki, "ve inen hakikati..." ifadesine gelince, bununla ilgili olarak birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Buradaki (-mâ), "zikr" lafzına atfedilmiş olması sebebiyle, mahallen mecrûrdur ve kendisi de, ism-i mevsûldür. Aid zamiri de hazfedilmiş olup, takdiri ise, "Haktan yana ona nazil olan.." şeklindedir. İbn Abbas, Hak'tan yana inen şeyin, Kur'ân-ı Kerîm olduğunu söylemiştir.

Kıraat Farkı

Ebû Ali el-Farisî, şöyle demiştir: "Nfifi, Asım'ın ravileri Hafs ve Mufaddal, şeddesiz olarak, (ve ma nezele) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları ile, Asımın ravisi Ebû Bekr, şeddeli olarak, ve mâ nezzele şeklinde okumuşlardır. Ebû Amr'ın da, nûn'un ref'i, zâ'nın kesresi ile, ve mâ nüzzile şeklinde okumuştur. Birinci kıraate göre, ifadenin takdiri, "İman edenlerin kalblerinin, Allah'ın zikrine ve inen hakikate huşu duyup boyun eğmeleri zamanı gelmedi mi?" şeklinde olur. İkinci kıraate göre de, "... Allah'ın indirdiği o hakikate..." şeklinde olur. Üçüncü kıraate göre ise, "... indirilen hakka..." şeklinde olur.

Üçüncü Mesele

Ayetteki "hak" sözünden Kur'ân kastedilmiş olabilir. Çünkü Kur'ân, iki vasfı da, yani zikri de öğütü de cami bir kitabtır. Bir de, semâ'dan gelen bir haktır. Yine, bu ifâde ile, Allah'ın, mutlak anlamındaki zikri, "haktan yana inen şey" ifâdesi ile de Kur'ân kastedilmiş olabilir. Cenâb-ı Hakk, "zikr" ile elde edilen bir huşûyu, nazil olan Kur'ân'la elde edilen huşû'dan önce getirmiştir. Çünkü, "huşu" ve haşyet ancak Allah anıldığı zaman elde edilir. Bunların, Kur'ân dinlenirken elde edilmelerine gelince, bu, Kur'ân'ın da yine, "Allah'ın zikr"ini şâmil olması sebebiyledir.

Katılaşan Ehl-i Kitap

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "ve... olmasınlar" buyurmuştur. Ferrâ, bu ifâdenin mahallen mansûb olduğunu, ayetin anlamının da, "Mü'minlerın kalblerinin ... ve onların olmamaları... zamanı gelmedi mi?" şeklinde olduğunu, söylemiş, ama bunun nehiy olarak meczûm kabul edilmesi hafinde de bunun doğru olacağını Delirtmiştir. Bu izahın delili, bu ifâdeyi, iltifat üslûbu ile, tâ ile "olmayınız.." şeklinde okuyanların kıraatidir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, yahudî ve hristiyanları kastederek, "daha evvel kendilerine kitâb verilip de..." buyurmuştur. "üzerlerinden uzun zaman geçmiş..." ifadesi ile ilgili olarak şöyle iki mesele vardır:

Uzun Zaman Geçmesi

Alimler, "zamanın uzaması"nın ne demek olduğu hususunda da şu izahları yapmışlardır:

a) "Bu toplumlarla peygamberi arasındaki zaman uzadı da, böylece kalbleri kaskatı oldu..."

b) İbn Abbas da, "Onlar dünyaya yöneldiler, Allah'ın öğütlerinden yüz çevirdiler" demiştir.

c) "Onların ömürleri, gaflet içinde sürüp gitti de, işte bu sebeple o kasvet ve katılık, onların kalblerinde hasıl oldu."

d) Mukâtil b. Hayyân, buradaki "emed" kelimesinin, "uzun emel, tûl-i emel" anlamına geldiğini, buna göre mananın, "Onlara tûl-i emel sebebiyle, o zaman uzayıverdi, (çok uzun geldi)" şeklinde olduğunu; bunun da, "Onların, emel ve arzuları böylesine uzayıp sürüp gidince, kaçınılmaz olarak kalbleri de katılaştı" şeklinde olduğunu söylemiştir.

e) Mukâtil b. Süleyman da, "Onlara, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gelme zamanı uzadı..." anlamını vermiştir.

f) "Onların, Tevrat ve İncil'i duyup dinlemelerinden sonra, aradan çok uzun zaman geçti. Böylece de, Tevrat ve İncil'in saygınlığı onların kalblerinden zail oldu. Derken de, kaçınılmaz olarak kalbleri katılaştı" demektir. Böylece Cenâb-ı Hakk adeta mü'minleri, böyle olmaktan men etmiştir. Bu görüşü, M. İbn Ka'b el-Kurazî dile getirmiştir.

İkinci Mesele

Bu kelime, şeddeli olarak el-emeddu şeklinde de okunmuştur ki, buna göre mana "en uzun süre, ömür" şeklinde olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlardan birçoğu asıklardı" buyurmuştur. Bu, "Onlar dinlerinden çıkmışlar ve her iki kitabta olan şeyi terketmişlerdir" demektir. Bu adeta, işin başında huşû'un bulunmamasının, neticede, fıska götüreceğine dair bir işarettir.

Allah, Mü'minleri Cennete Koyar

17

"Şu hakikati bilin ki, Allah yere, ölümünden sonra can veriyor. Muhakkak ki biz, aklınız ersin diye, size ayetleri açıkça bildirdik".

Bu ifâde hakkında şu iki izah yapılabilir:

a) Bu, bir temsildir. Buna göre mana, "Kalblerinin katılaşması sebebiyle ölmüş olan o kalblerin, Allah'ın zikrine müdavim olması, tıpkı Allah'ın ölmüş yeri yağmur ile diriltmesi gibi, huşûun sağladığı hayat ve diriliğin, o kalblere yeniden dönmesine bir sebeptir.

b) (......) ifâdesinden, ölülerin diriltilmesi kastedilmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak bunu, huşu ve haşyete teşvik etmek, kalbleri katılaşmaktan alıkoymak için zikretmiş olur.

Allah Yolunda Harcayanlar

18

"Gerçekten sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar ve Allah'a karz-ı basenle ödünç verenler (yok mu?), onların (mükâfaatı) kat kat arttırılır. Onlar için çok şerefli (başka) bir mükâfaat da vardır".

Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ebû Ali el-Farisî şöyle der: "İbn Kesir ve Ebû Bekir'in rivayetine göre Asım, şeddesiz olarak, "el musaddıkîne.." şeklinde okurlarken, diğer kıraat Tiamları ve Asımın ravisi Hafs ise, her iki kelimede de, sâd'ın şeddesiyle, (......) şeklinde okumuşlardır. İkinci kıraata göre, "el-musaddık..."in anlamı, "mü'min, inanan, tasdik eden" şeklinde olur. Buna göre de mana, tıpkı, "iman edip de salih amel işleyenler.." ifadesi gibi olmuş olur. Çünkü, karz-ı hasende Dulunmak da, salih amellerden birisidir. Daha sonra, ifâdeleri bu şekilde okuyanlar, şu iki sebepten dolayı, böyle okumanın daha uygun, daha evlâ olduğunu söylemişlerdir:

a) Allah için tasaddukta bulunup da, malum bir miktarını bu işe tahsis eden kimse, mü'min olmazsa, ayetteki bu va'din muhatabı olamaz. Binâenaleyh, ayetin zahiri anlamı, şeddesiz okuyanlara göre terkedilmediği halde, şeddeli okuyanlara göre, terkedilmiş olur.

b) Tasadduk eden, Allah için karz-ı hasen yapan kimse demektir. Böyle olunca ayetteki ifadesiyle ifâdesi aynı şey olmuş olur. Halbuki bu, bir tekrardır. Ama, ilgili kelimelerin şeddesiz okunması halinde ise, böyle bir tekrar söz konusu olmaz. Bu kelimeyi şeddeli okuyanların delili ise, şu iki şeydir:

1) Übeyy İbn Ka'b'ın kıraatinde bu ifâdeler tâ ile, (inne'l-mütesaddıkîne...) şeklindedir.

2) ifadesi, haber ile mübtedâ (yani "inne"nin ismi ile haberi) arasına girmiş, bir itiraziyye cümlesidir. Cümle-i itiraziyyeler ise, sıfat konumundadırlar. Binâenaleyh, bu sıfat, "tasdîk" masdarından ziyâde "sadaka, tasadduk" kökü için daha çok gereklidir. Birinci kıraati benimseyenler ise şu şekilde cevap vermişlerdir: "Biz, Cenâb-ı Hakk'ın (......) kelimesini, cümle-i itiraziyye olarak almıyoruz. Bilakis biz bunu, manaya atfediyoruz. Baksana, (......) kelimesinin açıkça ifâde ediliş tarzı "tasdik edenler..." şeklindedir. Böylece, ayetin takdiri, şeklinde olmuş olur.

Fiilin İsme Atfedilmesi

İlgili ayette şöyle bir problem söz konusudur: Fiilin (fiil cümlesinin) isme atfı, hoş karşılanmaz, uygun değildir. Şu halde, burada böyle bir görüşü benimsemenin faydası nedir? Keşşaf sahibi şöyle der: "Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, ifâdesindeki fiil manasına matuftur. Çünkü bu ifadenin başındaki Eliflam anlamındadır. İsm-i Fail de, manasındadır. Buna göre adeta denilmek istenmiştir." Bil ki bu izah, burada söz konusu olan problemi giderememiştir. Çünkü bu izahta, niçin o ifâdeden bu ifâdeye geçildiğinin izahı yoktur.

Buna göre burada denilmesi gerekli olan şudur: ve ifâdelerindeki eliflâm "ahd-belirlilik" ifâde etmektedir. Buna göre Cenâb-ı Hakk adeta, "işte bu vasfı taşıyan muayyen bir cemaati zikretmiş, bunlara ait haberi getirmezden önce de, bunların, sadaka çeşitlerinin en güzelini, yani karz-ı haseni yaptıklarını haber vermiş, daha sonra ilgili haberi zikretmiştir ki, bu da, ayetteki ifadesidir. Dolayısıyla, sözü, haşv-i levzene denilen bir doldurma kelime ile düzeltilmiş bir durum arzeder. Bu tıpkı şairin,

"Seksen yaş Allah seni de bu yaşa ulaştırsın - benim kulağımı bir tercümana muhtaç kıldı..." ifadesinde olduğu gibidir.

Üçüncü Mesele

İlgili ifâdeleri şeddeli okuyanlar da, bu ifâdelerle, farz olan zekâtın mı, yoksa nafile tasaddukun mu veya, her ikisinin mi; yoksa, bu ifâdelerle, farz olan zekâtın mı; yoksa, bu ifâdelerle, farz olan zekâtın ve ifâdesi ile de, nafile olan tasaddukun mu kastedildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Çünkü, buna "karz" adını vermek, bunun nafile olacağına delâlet eder gibidir. Bütün bu ihtimaller, söz konusu olabilir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların mükâfaatı kat kat arttırılır. Onlar için çokşerefli (başka) bir mükâfaat da vardır" ifâdesine gelince, bu husustaki açıklamalarımız daha önce geçmişti.

Sıddîkler, Şehidler

19

"Allah ve peygamberlerine iman edenler yok mu? Onlar sözü özü doğru olanlar, Allah için şahidlik edenlerdir. Onların, hem mükâfaatlan, hem nurları vardır. Küfredenlere, ayetlerimizi yalan sayanlara gelince, onlar da, cehennemin yaranıdırlar".

Bil ki, Allahü teâlâ, bu ayetten önce, mü'minlerin ve münafıkların durumundan Dahsetti. Şimdi ise, hem mü'minlerin hem de kâfirlerin durumundan, aynı anda bahsetmektedir. Bu ayetle ilgili olarak şöyle iki mesele vardır:

Birinci Mesele

"Es-sıddîk", çokça sâdık olan ve Allah'ı ve O'nun peygamberlerini tasdik etme hususunda sıdkına sıdk katan kimseler için varid olan bir sıfattır. Bu ayet hakkında şöyle iki görüş vardır:

1) Ayet, Allah'ı ve O'nun peygamberlerini tasdik eden herkes hakkında gelmiş olan genel bir ifadedir. Bu, Mücâhidin görüşü olup, o "Allah'ı ve O'nun peygamberini tasdik eden herkes sıddîk'tir", sonra da bu ayeti okumuş. Bunun böyle olduğunun delili ise, İbn Abbas'ın, ayetteki ifâdesine "muvahhitler" anlamını vermesidir.

2) Ayetin hükmü genel olmayıp hususidir. Bu görüş iki Mukâtil'in (Mukâtil b. Hayyân ve Mukâtil b. Süleyman) görüşü olup, bu görüşe göre, ayetteki "sıddîk" ile, İlyâs'ın ailesi ve Firavn hanedanından mü'min olan o kimse gibi, ilgili peygamberler kendilerine geldiğinde onları tasdik edip, bir an bile yalanlamayan kimseler kastedilmiştir. Ama, bizim dinimize göre bunlar, İslâm'ı ilk benimseyen şu sekiz kimsedir: Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ali, Hazret-i Zeyd b. Harise, Hazret-i Osman, Hazret-i Talha, Hazret-i Zübeyr, Hazret-i Sa'd ve Hazret-i Hamza'dır. Bunların dokuzuncusu ise, iyi niyetini bildiği için, Allah'ın bunlara ilhak ettiği, Hazret-i Ömer'dir.

Sıddîk ve Şahidin Manası

Ayetteki, ifâdesi hakkında, şöyle iki görüş vardır:

Birinci Görüş: Bu ifâde, önceki ifâdeye atfedilmiş olup, takdiri, "Allah'ı ve resullerini tasdik edenler, sıddîkler ve şahitlerdir" şeklinde olur. Mücâhid, "Her mü'min, sıddîk ve şehîd'dir" der ve bu ayeti okurmuş. Bu izaha göre, alimler her mü'mine niçin şehîd" ismi da verildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak kimileri şöyle demişlerdir: "Çünkü mü'minler, Rableri katında kullara, amelleri hususunda şahit olan kimselerdir." Ki, bu ifade ile de, bu kimselerin ahirette şehâdetleri kabul edilen âdil kimseler oldukları kastedilmiştir. Hasan el-Basrî, bunlara bu ismin verilişinin sebebinin, her mü'minin, Rabbinin ikramını görüp müşahede etmesi olduğu biçiminde belirtmiştir. El-Esamm da şöyle demiştir: "Her mü'min şehîd (şâhit)tir, çünkü her mü'min, Cenâb-ı Hakk'ın, sayesinde kendilerini "kul" kabul ettiği, imanın, tâatın vâcib olması, küfrün ve günahınsa haram olması... gibi hususlarda, Allah için şehâdeti yerine getirir. Ebû Müslim de şöyle demektedir: "Biz, daha önce de, sıddîk lafzının, çok sâdık olan ve Allah'ı ve peygamberini tasdik konusunda doğruluğuna doğruluk katan kimselerin bir vasfı olduğunu belirtmiştik. İşte böylece bu kimseler bu sayede, başkaları hakkında şâhidler olmuşlardır.

İkinci Görüş: lafzı, önce geçmiş olan herhangi bir şeye atıf değil, tam aksine mübteda; haberi ise, ayetteki "Rableri katında" ifadesidir. Yahutta bu ifâde, (......) kelimesinin sıfatı; haberi ise, ifadesidir. Bu görüşe göre alimler, ayette bahsedilen "şahitlerdin kimler olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ferrâ ve Zeccâc, Cenâb-ı Hakk'ın, "Her ümmetten bir şahit, onların üzerine seni bir şahit olarak getirdiğimiz zaman halleri nice olur?" (Nisa, 41) ayetinden dolayı, bunların peygamberler olduğunu söylerlerken, Mukâtil ve Muhammed ibn Cerir et-Taberî, bunların, Allah yolunda şehâdet şerbetini içenler olduğunu söylemişlerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Sizler, aranızda, kimleri şehid sayarsınız? Ashab, Allah yolunda öldürülenleri, deyince, Hazret-i Peygamber, "Böyle olması halinde, ümmetimin şehitleri az demektir" buyurdu, sonra da, Allah yolunda öldürülenlerin; karın ağrısından (sancıdan) ölenin ve kargıyla öldürülenin şehit olduğunu belirtti" Ebû Davut cenâiz 15 (3/181).

Allahü teâlâ, mü'minlerin durumundan bahsedince, kâfirlerin durumunu da, hemen bunun peşinden ele alarak, "Küfredenlere, ayetlerimizi yalan sayanlara gelince, onlar da, cehennemliklerdir" buyurmuştur.

Dünya Zevkinin Önemsizliği

Cenâb-ı Hakk, mü'minlerin o kâfirlerin durumundan bahsedince, bunun peşinden, dünyanın önemsizliğine, ahiretin durumunun mükemmelliğine delâlet eden şeyi getirmek üzere şöyle buyurdu:

20

"Bilin ki, dünya hayatı, ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süstür, aranızda bir öğünç (vesilesi)dir, mallarda ve evlâtlarda bir çoğalıştır. (Bunun) misâli, bitirdiği nebat, ekicilerin hoşuna giden bir yağmur gibidir. Sonra o nebat kurur da, sen (onu) sapsarı bir hale getirilmiş görürsün. Sonra da o, bir çerçöp oluverir. Ahirette çetin bir azâb vardır, Allah'tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı bir aldanış metâmdan başka birşey değildir".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ayetin asıl maksadı, dünyanın halinin önemsizliğini, ahiretin durumunun saygınlığını ortaya koymaktır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hakk, "Dünya bir oyun, bir eğlence, bir süs ve bir övünme vesilesidir" buyurdu. Bu gibi şeylerin önemsiz olduğunda ise hiç şüphe yoktur. Ahiret hakkında da, "Orada devamlı, çetin bir azâb vardır. Veya, kesintisiz biçimde, Allah'ın rızası vardır" buyurdu. Bunların da büyük şeyler olduğunda şüphe yoktur

Hayat Nimeti

Bil ki, aslında dünya hayatı da bir hikmet ve gayeye matuftur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hakk, "Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım (...) Ben sizin bilmediklerinizi bilirim" (Bakara. 30) buyurdu. Şimdi dünya hayatı bir hikmet ve bir gayeye matuf olmasaydı, Cenâb-ı Hakk hiç böyle buyurur muydu? Ayrıca, hayatı yaratan da O'dur. Nitekim Allah, "Ölümü ve hayatı yaratan zât.." (Mûlk, 2) buyurmuştur. Bir de, Cenâb-ı Hakk, "Ya sizi ancak boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" (Mü'min, 115) ve "O göğü, o yeri ve bunların arasında bulunan şeyleri biz boşuna yaratmadık" (Sad. 27) buyurduğu üzere, abesle iştigal etmez.

Ayrıca, "hayat"ın kendisi de bir nimettir, hatta bütün nimetlerin temelidir. Eşyanın hakikati, dünyada veya ahirette olmaları ile farklılık göstermez. Yine, Allahü teâlâ, hayatı yaratmış olması sebebiyle, alabildiğine lütufta bulunarak, "Allah'ı nasıl olup da inkâr edersiniz? Halbuki siz ölü iken, O diriltti..." (Bakara, 28) buyurmuştur. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın, nimetlerinin çeşitlerine dair ilk ele aldığı şey, "hayat", nimetidir. Bu sebeple, bahsettiğimiz şeylerin tümü birden, "dünya hayatının, kötü ve kınanmış olmadığına" delâlet etmektedir. Ama, kim kalkar da, bu dünya hayatını, Allah'a tâat uğruna değil de, şeytana tâat ve hevâya ittiba uğruna harcarsa, işte kınanan ve mezmûn olan budur!

Dünya Zevkinin Özellikleri

Sonra Cenâb-ı Hakk, dünya hayatını şu vasıflarla nitelemiştir:

1) "Dünya hayatı bir oyundur" buyurmuştur. Oyun ise, onları cidden yoran çocukların yapacağı bir iştir. Uğrunda bu yorgunlukların çekildiği bu şeyler ise, vermeden sona erer.

2) "Dünya hayatı bir eğlencedir". Eğlence de gençlerin yapacağı bir şeydir. Eğlenceler de sona erdiğinde, genel olarak geride, sadece bir hayıflanma ve hasre: duygusu kalır. Bu böyledir, zira insan, eğlenceler sona erdikten sonra, malının. ömrünün gittiğini, lezzetin ve zevkin son bulduğunu ve ortada herhangi bir şey kalmamasına rağmen, nefsinin bunlara karşı bir iştiyak ve özlem duyduğunu görür Böylece de, zarar verici şeyler birbirini izler.

3) "Dünya hayatı bir süstür". Süs ve süslenme, kadınların adetidir. Zira, süsten ve süslenmeden elde edilmek istenen şey, çirkin olanı güzelleştirmeye çalışmak yıkım ile yüzyüze olan bir binayı onarmak ve noksan olan şeyi tamamlama hususunda çaba göstermek demektir. Halbuki, arızî olan şeyin, zatî olana mukavemet gösteremeyeceği malûmdur. Dolayısıyla, dünyanın kendisi, zâtı gereği son bulan, zâtı gereği fasit olan bir şey olunca, daha nasıl, insan, bu bozuk şeyleri, bu dünyadan silmeye muktedir olabilir?

İbn Abbas ise, ayetin manasının şöyle olduğunu söylemiştir: "Kâfir kimse, ahiret için çalışma değil de, hayatı boyunca hep dünya süsünü elde etmekle meşgul olur ve bu tıpkı, "Ey mağrur, aklanmış kimse, senin hayatın bir yanılma ve gaflettir" denilmesi gibidir."

4) "Dünya hayatı, fanî ve zail sıfatlarla, aranızda bir övünç vesilesidir." Bu övünme ya neseb bakımından, yahutta güç, kuvvet, asker, taraftar... bakımındandır. Halbuki, bütün bunlar son bulucudur.

5) "Dünya hayatı, mallarda ve çocuklarda bir çoğalma vesilesidir." İbn Abbas şöyle der: "Kişi, malını, Allah'ın gazabının söz konusu olduğu yerler için cem eder, o mal sayesinde, Allah'ın dostlarına tepeden bakar ve o malını, Allah'ın gazabına sebep olacak yerlerde harcar. Dolayısıyla bu mal, üst üste, istiflenmiş, zulmetler misâlidir. Cenâb-ı Hakk, dünyadakilerin mutlaka bu kısımlardan biri ile ilgili olacağını bildirmiş olmaktadır. Yine Cenâb-ı Hakk, dünyanın durumunun, bu hususlardan hali olmayınca, kişinin bunlardan yüz çevirip de, kendisini, ahiretini mamur edecek şeylere yöneltecek olanları yapması gerektiğini beyân buyurmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hakk, bu dünya hayatı için bir mesel getirerek, "bir yağmur gibi" buyurmuştur. Ki, bunun bir benzeri de, "Onlara dünya hayatının misâlini de irâdet. (O), gökten indirdiğimiz bir su gibidir..." (Kehf, 45) ayetidir. Bu ayetin başındaki kâf, şu iki bakımdan mahallen merfûdur:

a) ifâdelerinin sıfatı olduğu için..

b) Zeccâc'ın da belirttiği gibi, haberden sonra gelen bir başka haber olduğu için...

Küffarın Manası

"bitirdiği nebat, ekicilerin hoşuna giden..." ifadesi hakkında şu iki izah yapılabilir:

a) Ebû Mesûd, buradaki "el-küffâr - örtücüler" sözüyle, çiftçilerin kasd edildiğini söylemiştir. el-Ezherî de, Arapların, serptiği tohumu, yerdeki toprak ile kapayıp örttüğü için ekiciye "kâfir" ismini itlâk ettiklerini söylemiştir. Onların bunu bilmesine rağmen, yağmur sayesinde meydana gelen o bitki, çiftçilerin hoşuna gidince, bu son derece güzel ve yerinde olur.

b) Bu ayetteki "küffâr" kelimesiyle, Allah, dünya zinetini, dünya ziraatını, mü'minlerden daha fazla sever ve bu iş, mü'minlerden daha ziyade onların hoşuna gider. Çünkü, kâfirler, dünya mutluluğunun dışında başka bir mutluluk kabul etmezler. Ayetteki, ifâdesi, "o yağmur sayesinde biten şey" anlamındadır. Ayetin geriye kalan kısmı, Zümer Sûresi'nde tefsir edilmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hakk, ahiretin durumundan bahsederek, "Ahirette ise çetin bir azâb vardır" buyurmuştur. Yani, "ömrü bir şekilde geçenler için, ahirette..." demektir. "Allah'tan mağfiret ve rızâ vardır." Yani "Dostlarıve kendisine itaat edenler için..." demektir. Zira, Allah, dünyayı, Önemsiz ve gelip geçici olmakla niteleyince, ahirette de, ya şiddetli ve devamlı bir azabın, yahut da devamlı bir rızânın bulunduğunu belirtmiştir ki, "rıza" (Allah'ın razı olması), mükâfaatların en büyüğüdür.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Dünya hayatı bir aldanış metâmdan başka bir şey değildir" buyurmuştur. Yani, "Büsbütün dünyaya yönelen ve bu sebeple de, ahireti elde etmekten yüz çevirenler için.." demektir. Saîd ibn Cübeyr şöyle demiştir: "Dünya, seni, ahireti elde etmekten alıkorsa, aldanış metaldir. Ama, seni, Allah'ın rızasını ve ahiret mutluluklarını elde etmeye götürürse, o zaman da ne güzel bir vesiledir!"

Gök Genişliğinde Cennete Koşun

21

"Rabbinizden mağfirete ve genişliği yerle göğün eni kadar olan ve Allah'a ve peygamberine iman edenler için hazırlanmış bulunan cennete (ulaşmak) için yarışın.. İşte bu, Allah'ın fazlu keremidir ki, kime dilerse ona verir. Allah, büyük fazl sahibidir".

Cenâb-ı Hakk bu ifâde ile adeta, "Sizin, öğünmeniz, üzerinde bulunduğunuz gayeden başka bir şey için olsun. Bundan da öteye, bu yarışınızın, ahireti elde etmek için olmasına özen gösteriniz" demek istemiştir. Bil ki, Cenâb-ı Hakk, "Rabbinizden mağfirete yanşm.." ifadesiyle yarışmayı emretmiş, daha sonra da burada, bu yarışmanın nasıl olması gerektiğini açıklayarak, "Yarış meydanlarında, akranlarına yetişmek için koşanların koşması gibi koşunuz" buyurmuştur.

Ayetteki, ifâdesi hakkında şöyle iki mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Bundan, "mağfireti gerektiren şeylere koşmanın" kastedilmiş olduğunda şüphe yoktur. Bu cümleden olarak, kimileri, bu ifâdeye, "tevbeye koşunuz" manasını verirken. kimileri de, "mükellef olduğunuz diğer şeyleri yapmaya koşunuz" manasını vermişlerdir ki, bunun içine "tevbe" de girer. En doğru olan da budur. Çünkü, mağfiret ve cennet, ancak günah olan herşeyden vaz geçme ve taat olan her şey ile meşgul olmakla elde edilir.

Emir Fevr İfade Eder

"Emr"in, fevrîliği (hemen yapılmayı) ifâde ettiğini söyleyenler, bu ayetle istidlalde bulunarak, şöyle demişlerdir: "Bu ayet, yarışmanın vücûbiyyetine delâlet etmektedir. Dolayısıyla, geri durmanın mahzurlu ve günah olması gerekir.

Gök ve Yer Genişliğinin Anlamı

Ayetteki, "Genişliği yerle göğün eni kadar olan... cennete..."ifâdesine gelince, -ki Cenâb-ı Hakk, Âl-i İmrân Sûresi'nde de, "eni gökler ve yerin eni kadar olan cennete..." (Al-i İmrân, 133) buyurmuştur. Alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır:

1) "Yedi kat gök ve yedi kat yer şayet, dümdüz bir levha haline getirilseler ve yanyana birbirine eklenseler. cennet, onun eni kadar olurdu" demektir. Bu, Mukâtil'in görüşüdür.

2) Atâ'nın İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, İbn Abbas, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifâdeleri ile, itaat eden herkes için böylesi vasıfta bir cennetin olacağını kastettiğini söylemiştir.

3) Süddî şöyle demiştir: Allahü teâlâ, cennetin "enini", yedi kat yerin ve yedi kat göğün enine benzetmiştir. Halbuki, cennetin boyunun, eninden daha fazla olduğunda ise şüphe yoktur. Böylece Cenâb-ı Hakk, cennetin boyunun, bunun kat kat fazlası olduğuna dikkat çekmek için, "en"i zikretmiştir.

4) Bu, kullar için, onların düşünebilecekleri, kafa ve gönüllerine çıkabilecekleri şeye bir benzetmedir. Onların anlayışlarına göre, en büyük şey ise, göklerin ve yerin miktarıdır. Bu, Zeccâc'ın görüşüdür.

5) İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın tercih ettiği görüşe göre, cennetler dörttür. Çünkü Hak teâlâ, "Rabbisinin makamından korkan için iki cennet vardır" (Rahman, 46) ve "Bunların altında da iki cennet vardır" (Rahman, 62) buyurmuştur. O halde burada kastedilen, o cennetlerden tek birini, eni bakımından, yedi kat gök ile yedi kat yere teşbihtir.

Cennetlerin Hazırlanmış Olması

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'ın ve peygamberine iman edenler için hazırlanmış bulunan (cennet'e)..." buyurmuştur, Bu ifadeyle ilgili bir kaç mesele vardır:

Mu'tezile'nin Te'vili

Alimlerimizin ekserisi, cennetin yaratılmış olduğuna, bu ayeti delil getirmişlerdir. Mutezile ise, bu ayeti, şu iki sebepten ötürü zahirî manasına göre almanın mümkün olamayacağını söylemiştir:

1) Hak teâlâ'nın, "Yemişlerini (meyveleri) devamlıdır.."(Rad,35) ifadesi, cennet meydana geldikten (yaratıldıktan) sonra, sıfatlarından birisinin de, onun fena bulmayacağına delâlet etmektedir. Fakat eğer cennet şu anda mevcut olmuş olsaydı, "Allah'ın vechi hariç, herşey helak olacaktır (son bulacaktır)" (Kasas, 88) ayetinin delaletiyle, o da fâni olurdu.

2) Ehl-i sünnete göre cennet yaratılmış olup, şu anda yedinci göktedir. Halbuki cennetin, bunlardan birisinde olması ile, onun eninin yedi kat göğün eni kadar olması düşünülemez. Binâenaleyh bu iki sebepten ötürü, ayeti mutlaka te'vil etmek gerekir. Bu te'vil de şu iki şekilde yapılabilir:

a) Allahü teâlâ kadir olunca, O'na karşı koymak mümkün olmaz. Hakîm olunca da, va'dinden dönmesi söz konusu değildir. Halbuki Allahü teâlâ, kendisine itaat edenlere cenneti vadetmiştir. Binâenaleyh cennet, mutlaka olacak bir şeyi, olmuş-bitmiş bir şeye teşbih edilerek, o cennetlikler için adeta hazırlanmış gibi olur. Nitekim kişi, arkadaşına, onu mükâfaatlandırmaya kesinkes azmedip, ama mükâfaatı vermediğinde, "senin için mükâfaat hazırlandı" der.

b) Bu ifade ile, "Ahiret günü, Allah o cennetleri, mü'minler için hazırlar" manası kastedilmiştir ki bu tıpkı, "Kıyamet günü nida ettiğinde..." manasında, "cehennemlikler, cennetliklere şöyle nida ettiler..." (A'raf, 44) demesi gibidir.

Mu'tezile'ye Cevap

Mu'tezile'nin bu görüşüne şu şekilde cevap verebiliriz: Hak teâlâ'nın, "Allah'ın vechi (zâtı) hariç, herşey helak olacaktır" (Kasas, 88) ayeti, genel bir ifadedir. "İman edenler (muttakiler) için hazırlanmış" ayeti ile, "(Cennetin) yemişleri devamlıdır" (Rad, 35) ayeti ise, husûsîdir. Husûsî ifadeler, umûmî ifadeden önce nazar-ı itibara alınırlar. Mu'tezile'nin "Cennet yaratılmış olup, yedinci göktedir" ifadesiyle ilgili iddiasına gelince, biz diyoruz ki: Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, cennetin sıfatlarını belirtirken, "Cennetin tavanı, Rahman'ın arşıdır" buyurduğu gibi, "Cennetler, yedinci kat göğün üstünde yaratılmışlardır" demektir. Binâenaleyh birşeyin üzerinde, ondan daha büyüğünün yaratılmasında uzak görülecek ne vardır? Yedinci kat gök üzerinde yaratılmasına rağmen, Arş da, mahlûkatın en büyüğü değil midir?

İkinci Mesele

Ayetteki, "Allah'a ve peygamberlerine iman etmişler için hazırlanmış..." ifadesinde, son derece büyük bir ümit ve emel vardır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, cennetin, Allah'a ve peygamberlerine iman etmiş olanlar için hazırlandığını bildirmiş ve bu imanın yanında başka birşey de zikretmemiştir. Mutezile, hernekadar "iman" lafzının, şeriatın kullandığı manada, bütün taatlan (ibadetleri) içine aldığını iddia etse bile, iman lafzının, bâ harfi cerri ile müteaddî (geçişli) olduğu zaman, asıl manası yani "tasdîk" manası üzere kaldığını da İtiraf ederler. Dolayısıyla bu ayet, onların aleyhine bir hüccettir.

Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetin peşinden, "İşte bu Allah'ın fazlı keremidir ki, onu kimi dilerse, ona verir" buyurması da, bahsettiğimiz manayı te'kid eder ve "Cennet bir muamele (alışverişle elde edilen bir şey) değil, bir lütf-u ilâhîdir. Dolayısıyla Allah o cenneti, ister itaatta bulunandan, ister asî olsun, dilediği (mü'min) kullarına verir" demektir.

İmdi, eğer, "Bu durumda siz ehl-i sünnetin, bütün günahkârlar için cennetin söz konusu olduğunu ve onlar için kesinlikle bir cezanın olmayacağını söylememiz gerekir" denilirse, biz deriz ki: "Evet, cennetin, günahkârlar için de söz konusu olduğunu kesinkes söylüyoruz ama, ilahî cezaya hiç maruz kalmayacaklarını söylemiyoruz. Çünkü günahlar, günahları oranında bir müddet azab görecekler, sonra cennete nakledilecekler. Orada, artık süresiz kalınca, cennet bunlar için de hazırlanmış olur.

Eğer, "Mürted de, bir zaman Allah'ı tasdik etmiştir. Binâenaleyh bunun da, bu ayetin muhtevasına girmesi gerekir" denilirse, derim ki: Bu umûmî hükümden, istisna edilmiş bir durumdur. Dolayısıyla bu umûmî nas, bunun dışında kalanlar için hüccet olmaya devam eder.

Cennet Lütuf Eseri

Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "İşte bu, Allah'ın fazl-ı keremidir ki, onu kimi dilerse, ona verir" buyurmuştur. Alimlerimizin çoğu, cennet nimetlerinin, mü'minlerin yaptıkları amellerin karşılığı değil, sırf Allah'ın lütfü olduğunu söylemişlerdir. Mu'tezile'den Ka'bi'nin görüşü de böyledir. Alimlerimiz, bunun doğruluğuna bu ayeti delil getirmişlerdir, ama Mu'tezilî Kadî (Abdulcebbar), buna şöyle cevap verir: "Sizin bu dediğiniz şey, cennetin hakedilmesi ile cennetin Allah'ın lütfü olması konusunu bağdaştırmak mümkün olmadığı zaman söz konusudur. Ama iki sıfatın te'lifî mümkün olduğu zaman, böyle bir istidlal (delil getiriş) doğru olmaz. Biz ise, bu iki vasfın arasında bir zıtlık olmadığını söylüyoruz. Çünkü, sayesinde mükellefin, bu hakedişi elde edebildiği şey (sebepleri) de lütfeden Allahü teâlâ'dır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, cenneti haketmenin sebeplerini de lütfeden olunca, cenneti de lütfetmiş olur. Bu sabit olduğuna göre, "Onu kime dilerse, ona verir" ifadesinin mutlaka, "onu hakeden kimselere verir" manasında olması gerekir. Eğer böyle olmasaydı, daha önceki, "Rabbinizden (olan) mağfiret ... için yarışın" ifadesinin bir manası olmazdı.

Bil ki Kâdî'nin bu izahı zayıftır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, cenneti kazanmasının sebeblerini lutfedici olması, cennetin bizzat kendisini de lütfeden olmasını gerektirmez. Çünkü bir insana bir kâğıt-kalem verilse, sonra da bu, kalemle, kâğıt üzerine Kur'ân yazsa ve yazdığı Kur'ân'ı, kâğıtla-kalemi kendisine verene satsa, karşı tarafın ödediği paranın, bir lütuf olduğu söylenemez. Aksine bu kimse o parayı almayı haketmiştir. İşte burada da böyledir. Kfidî "nin, "Mutlaka haketmesi gerekir. Aksi halde ayetteki, "Rabbinizden (olan) mağfiret... için yarışın" ifadesinin bir manası kalmaz" şeklindeki sözüne gelince, buna da şu şekilde cevap verebiliriz: Bu, enteresan bir istidlaldir. Çünkü lütfeden kimse, yaptığı lütuf hakkında, istediği şartı koşabilir ve "Ancak şu şartla lütfederim (bu iyiliği yaparım)" diyebilir.

Daha sonra Hak teâlâ, "Allah büyük fazl sahibidir" buyurur. Bununla, Cenâb-ı Allah, cennetin halinin-özelliğinin, büyüklüğüne dikkat çekmek istemiştir. Bu böyledir, çünkü büyük lütuf sahibi, sayesinde kendisini medh-ü sena ettiği, bir bağışta bulunduğunda, bunun, mutlaka ve mutlaka büyük olması gerekir.

Musibet Hata Sonucu

22

"Gerek yerde, gerek nefislerinizde herhangi bir musibet isabet etse, mutlaka o, Bizim onu yaratmamızdan evvel, bir kitabta yazılmıştır. Şüphesiz ki bu, Allah için kolaydır".

Yerdeki ve Nefislerdeki Musibetler

Zeccâc şöyle der: Allahü teâlâ, "Rabbinizden olan mağfiret için ... yarışın" buyurunca, cennet veya cehenneme gitmenin de ancak Allah'ın takdir ve kazası ile olacağını bildirerek, böyle buyurmuştur ki bu, "Her bir musibet meydana geldiğinde, o Allah katında önceden yazılmış-çizilmiştir" demektir.

"Yerdeki musibetler, yağmursuzluk, ürünsüzlük, bitkilerin az olması, fiyatların artması (enflasyon) ve açlığın biribirini kovalaması gibi şeylerdir. "Nefislerdeki musibetlere gelince, bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:

1) Bu, hastalıklar, fakirlik, çoluk-çocuğun ölümü, insanın cezalara uğraması gibi şeylerdir:

Hak teâlâ'nın bundan sonraki, "Elinizden çıkana tasalan mayasınız, O'nun size verdiği ile şımarmayasınız diye (takdir edilmiştir)"(Hadid, 23) ifadesinden ötürü, hayrı da şerri de içine alan bir ifadedir.

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Mutlaka bir kitabta yazılmıştır" buyurur ki bu, "Allah katında, levh-i mahfuz'da yazılmıştır" demektir. Bu ifadeyle ilgili bir kaç mesele var:

Musibet Kader İledir

Bu ayet, yeryüzündeki bütün meydana gelen şeylerin, var olmazdan önce, Levh-i Mahfuzda yazılmış (Allah'ın ilminde malum) olduklarına delalet eder. Kelamcılar, şöyle derler: "Bütün bunlar, şu sebeplerden ötürü, yazılıp tesbit edilmiştir:

1) Melekler, yazılan bu şeyler ile, Hak teâlâ'nın, bütün herşeyi, meydana gelmezden önce bildiğine, bunun sayesinde istidlal etmişlerdir.

2) Bu, onların Allah'ın hikmetini bilmelerine-görmelerine yarar. Çünkü Allahü teâlâ, insanların günah işleyeceklerini'bile bile, onları yaratmış ve onlara rızık vermiştir.

3) Onlar bu gibi masiyetlerden kaçınsınlar diye...

4) Allah'ın onları, taatta bulunmaya muvaffak kılıp, günahtan koruyuşuna şükretsinler diye..."

Feylesoflar şöyle demişlerdir; "Cenâb-ı Hakk'ın, kendilerini işleri yöneten ve taksim eden varlıklar olarak nitelediği, o melekler, süflî alemde, yörüngedeki hareketler ve yıldızların birleşmeleri (karşılıklı etkileşini) vasıtasıyla meydana gelen o hadiselerin, başlangıcı (sebebi)dirler. Binâenaleyh meleklerin tasavvuru (varlığının düşünülmesi), bu sebeplerin o neticelere götürülmesi içindir. Hak teâlâ'nın, "Mutlaka bir kitabta yazılmışır" ifadesi ile kastedilen mana budur."

Allah'ın Herşeyi Bilmesi

Ehl-i tevhidin çoğunluğu, Hişâm b. Hakem hariç. Allahü teâlâ'nın, eşyayı (herşeyi), onlar meydana gelmezden önce bildiğine, bu ayeti delil getirmişlerdir. Bu delil getirişin şekli şöyledir: "Allahü teâlâ, hâdiseleri o kitaba, onlar meydana gelmezden önce yazıp-çizip, o hadiseler de bu yazgıya uygun olarak gerçekleşince, bu sayede, Allahü teâlâ'nın herşeyi, önceden, bildiğini anlıyoruz."

Nefislerdeki Musibetler

Ayetteki, "Gerek nefislerinizde..." ifadesi, nefislerle, insanın kendisiyle ilgili olan bütün musibetleri-belâları içine alır. Dolayısıyla da bunun içine, insanın kâfir ve günahkâr olması da girer. Öyle ise ayet, olduğuna ve Allah'ın İlminde mevcut olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh bu mukadder (yazılı) şeylerden uzak kalmak imkânsızdır. Çünkü Allahü teâlâ'nın, onların olacağını bilmesi, onların meydana gelmemesini münâfidir. Böyle birbirine münâfî (zıt) iki şeyin arasını te'lif etmek (aynı anda yapmak) ise, muhaldir. Binâenaleyh onların meydana geleceğine dair, ilahî ilim mevcut olup, bu ilminde, asılsız çıkması imkânsız olunca, bunların olmaması ile Allah'ın onların olacağını bilmesinin arasını te'lif etmek (bu ikisini birlikte düşünmek) imkânsızdır.

Dördüncü Mesele

Allahü teâlâ, bütün hadiselerin o "kitab"ta yazılı olduğunu söylememiştir. Çünkü cennetliklerin ve cehennemliklerin hareketleri sınırsız-sayısızdır. Dolayısıyla bütün bu hareketleri o kitaba kaydetmek imkânsızdır. Hem sonra, Allahü teâlâ, yazma işinin. yerde ve nefislerde olanlarla İlgili olduğunu bildirmiş, bunun içine göklerde olan şeyleri katmamıştır. Ayrıca bunları, yerdeki ve nefislerdeğki mutluluklar ile değil de, musibetlerle sınırlamıştır ki, bütün bu rumuzlarda, bir takım işaretler ve sırlar yatmaktadır.

Yaratma

Ayetteki, "Bizim onu yaratmamızdan evvel..." ifadesi ile ilgili olarak, alimler değişik izahlar yapmışlardır. Bazıları, buradaki "onu" (hâ) zamirine, "O musibetleri", bazıları, "O nefisleri", diğer bazıları da, "O yeri" manalarını vermişlerdir. Bu manaların hepsi de düşünülebilir. Çünkü bahsedilen bu üç şey de, daha önce zikredilmiş şeylerdir.

Fakat doğruya en yakın olan, bunun "O musibetleri yaratmazdan önce..." manasında olmasıdır. Çünkü esas konu budur. Diğer bazı âlimler de, buna, "O mahlûkatı yaratmazdan önce..." manasını vermişlerdir. Herne kadar daha önce bahsedilmiş olmasa bile, bu zamirin, açık olduğu için, "mahlükata" râcî olması caizdir ve bu tıpkı, zamirin mercii geçmediği halde, "Şüphesiz onu Biz indirdik" (Kadir, 1) ayetindeki zamiri, "Kur'ân" manasına almamız gibidir.

Daha sonra Hak teâlâ, "Şüphesiz ki bu Allah için kolaydır" buyurmuştur ki bu hususta da şu iki açıklama yapılabilir:

a) Bu, "Bu (kader) kitabını korumak Allah'a kolaydır" demektir.

b) Bu, "Bütün bunları, çok-çok fazla olmalarına rağmen, böyle bir şey insan için zor ise de, Allah'ın o kitaba yazması, çok kolaydır" demektir. Bu ayetin bir benzeri de, "Ömrü uzatılana çok ömür verilmesi, (kısaltılanın) ömrünün eksilülmesi de hâriç olmamak üzere, hepsi, bir kitabta yazılıdır" (Fâtır, 11) ayetidir.

Kaçırdığınıza Üzülmeyin

23

"Allah bunu, elinizden çıkana tasalanmayasınız, O'nun size verdiği ile sevinip şımarmayasınız diye böyle kader olarak yazmıştır. Allah çok böbürlenen hiçbir kibirliyi sevmez".

Ayetle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Ayetin başındaki "lâm", sözün başlangıcının, sonu için bir sebeb kılındığını ifade etmektedir. Bu tıpkı senin şu sözün gibidir: "Seni dövmek için kalktım." Çünkü buradaki lâm, ayağa kalkmanın, dövmenin bir sebebi olduğunu ifade etmektedir. Ayette de böyledir. Çünkü Allahü teâlâ, bu şeylerin, kaza ve kader ile olup, değişmeyen bir kitabta (yazgıda) bulunduklarını haber vermesinin, insanın meydana gelen şeye karşı sevinip şımarmasının aşırı olmamasını; meydana gelmeyen şeyden dolayı da üzüntüsünün çok şiddetli olmamasını gerektirdiğini beyan etmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in,"Kim Allah'ın kader sırrını bilirse, musibetler ona kolay ve hafif gelir" hadisi ile kastedilen de işte budur.

Ehl-i sünnete göre vukua gelen her şeyin vaki olması, vukua gelmeyen her şeyin ise vaki olmaması kesindir. Bu şu dört sebepten ileri gelir:

1) Allahü teâlâ, o şeyin vakî olacağını bilmiştir. Binâenaleyh eğer o şey vuku bulmayacak olsa, Allah'ın ilmi, cehalete dönüşmüş olurdu (ki bu imkânsızdır).

2) Allahü teâlâ, onun olmasını irâde etmiştir. Eğer o şey vâkî olmasaydı, Allah'ın iradesi bir temenniye dönüşmüş olurdu (ki bu da imkânsızdır).

3) Allah'ın kudreti, o şeyi meydana getirmeye taalluk etmiş (yönelmiştir). Eğer o şey meydana gelmemiş olsaydı, bu kudret bir acziyyete dönüşmüş oturdu.

4) Allahü teâlâ, sırf doğruluk olan kelamı (sözü) ile, o şeyin meydana geleceğini söylemiştir. Eğer o şey meydana gelmemiş olsaydı, bu doğru haber, bir yalana dönüşmüş olurdu. O halde meydana gelmiş olan bu şey, eğer meydana gelmeseydi, bu dört sıfat, kemâl ifade etmekten, noksanlık ifade eder hale, kadîm oluşdan da, sonradan olma haline dönüşürdü. Böyle olması imkânsız olunca, biz, bu şeylerin meydana gelmesine manî olacak hiçbirşeyin bulunmadığını anlarız. Bu tür düşüncelerin ortaya çıkması durumunda da, mihnet ve sıkıntılar insana kolay gelir. Hüzün ve keder yok olur, mihnet ve sıkıntılar o insana kolay gelir.

Mu'tezile'ye gelince, haydi diyelim ki, onlar mezkûr dört esastan kudret ve irade konusunda (ehl-i sünnet) ile çekişirler. Fakat onlar, "ilim" ve "haber" konusunda, ehl-i sünnetle aynı görüştedirler. Haber Matbu nüshada haber, cebr diye dizilmiş ise de, zannımızla mânâ, bu kelimenin haber olmasını gerektirmektedir. Vallahu a'lam (ç.). bu iki sıfat hakkında gerekli olansa, artık bu iki sıfat sebebiyle gerekli olması ile dört sıfat sebebiyle gerekli olması arasında ne fark olabilir ki?

Felsefecilere gelince, haber zaten onların görüşüdür. Çünkü onlar, insan fiillerinin meydana gelmesini, bir takım zihnî tasavvurlara ve hayatî tahayyüllere bağlamışlardır. Sonra onlar, bu tasavvur ve tahayyülleri, takdir edilmiş: belirlenmiş bir takım metodları olan ve de aksine şeylerin vuku gelmesi imkânsız olan, felekî devirlere (dönüşümlere) bağlamışlardır.

Hiçbir müessir kabul etmeyen, Dehriyye'nin ise, olayların meydana gelişinin tesadüfi olduğunu söylemeleri zorunludur. Bu şeyler tesadüfi olunca da, ihtiyarî ve iradî olmamış olur. Böylece de "cebr" kaçınılmaz olur. Bunu ister kabul ister reddetsinler, hiçbir akıllı bundan kaçamaz. İşte bu, ehl-i sünnetin, bu ayet ile nasıl istidlal ettiğinin beyânı ve izahıdır.

Mu'tezile'nin İstidlal Şekli

Mu'tezile ise şöyle der: "Bu ayet, kulun kudret ve irade sahibi olduğuna delâlet etmektedir. Bu hususu, şu birkaç şekilde açıklayabiliriz:

1) Ayetteki "Elinizden çıkana tasalanmayasınız diye..." ifadesi, Allahü teâlâ'nın insanlara, bu musibetlerin bir kitabta yazılmış olduğunu haber verişinin, insanların hüzünlenme ve fazlaca sevinmeden kaçınmaları için olduğunu haber verişinin,. insanların hüzünlenme ve fazlaca sevinmeden kaçınmaları için olduğuna delâlet etmektedir. Eğer insanlar, bu fiillere muktedir olamasalardı, bu "lâm"ın (sebeb belirtisin), herhangi bir anlamı olmazdı.

2) Bu ayet, Allahü teâlâ'nın insanlardan hüzün ve şımarıklığın (aşırı sevincin) meydana gelmesini istemediğine delalet eder. Bu da mücebbirenin (ehl-i sünnetin), "Allah, onların bütün bu fiillerini diler" şeklindeki görüşlerinin hilafınadır.

3) Allahü teâlâ bu ayetin sonunda, "Allah çok böbürlenen hiçbir kibirliyi sevmez" buyurmuştur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın bu işi dilemediğine delâlet eder. Çünkü "sevme" ile "irâde etme" aynı manayadır. Bu durum da, mücebbirenin (ehl-i sünnetin), "Olan herşey, Allah'ın muradı (iradesi) ile olmuştur" şeklindeki görüşünün aksinedir. Cenâb-ı Hak, (için, diye) ifadesi ile, fiilin başına, illet (sebeb gösteren) lâm getirmiştir. Bu, Allah'ın fiillerinin bir maksad ve gayeye bağlı (muallel) olduğunu gösterir."

Ben derim ki: Akıllı olan, gerçekten bu ayetin, hem cebr, hem de kader fikrine nasıl taalluk ettiğine ve her iki mezheb mensuplarının daha çok kendi örüşlerine deflet bulmalarına hayret eder.

Kelimesinde Kıraat Farkı

Ebû Ali el-Fârisî şöyle demiştir: "Sadece Ebû Amr, kasr ile okuyarak, (size gelen) şeklinde; diğer kıraat imamları ise, med ile (Onun size verdiği) şeklinde okumuşlardır. Ebû Amr'ın delili şudur: "Bu ifade, ayette (elinizden çıkan) ifadesinin dengi (karşılığı)dır. (......)'deki fiil, gâib sigasıyladır. deki fiilde aynı şekildedir. Her iki fiilde ism-i mevsûle râcî olan âid zamiri, fail olması sebebiyle, merfû olan müzekker bir zamirdir." Diğer kıraat imamlarının delili de şudur: Bu fiil med ile okunduğu zaman, verme işi Allah'a nisbet edilmiş olur. Dolayısıyla bunu veren Allahü teâlâ'dır. Bu fiildeki fail zamiri, Allah lafzına râcî olan bir zamir olur. Burada mahzûf bir hâ zamiri vardır ve takdiri, "Size verdiği o şey" şeklindedir."

Üçüncü Mesele

Müberred şöyle demiştir: Allahü teâlâ'nın bu ayet ile muradı, üzülme ve şımarmayı mutlak olarak yasaklamaktır.

Daha doğrusu bunun manası şudur: "Sizi, kendinizi helak edecek bir şekilde üzülmekten kaçının, elinizden kaçan fırsatlardan elde edeceğiniz, mükâfaat ve kârların hesabını yapmayın. Aynı şekilde, sizi, şımartıp azgınlaştıracak bir şekilde olan aşırı sevinç ve şımarıklıklara da düşmeyin."

Bunun delili, ayetteki, "Allah çok böbürlenen hiçbir kibirliyi sevmez" cümlesidir. Ayet, bu ifade ile birlikte, kişinin böbürlendiği ve iyice şımardığı bir sevincin Allah katında kınanmış olduğuna delâlet etmektedir. Allahü teâlâ'nın nimetlerine karşı sevinmeye ve bunlara şükretmeye gelince, bu kınanmamıştır. Bütün bunlar, İkrime'nin İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan naklettiği şu rivayetin, manasına uygundur: Sevinmeyen veya mahzunluk duymayan hiç kimse olmaz. Ama siz musibet halinde sabır, nimet ve sevinç halinde şükür ile donanın."

Kâdî Abdul Cebbar (Mu'tezilî) ise bu ayet ile, Allahü teâlâ'nın, kulların fiillerini murad eden olmadığı hususunda istidlalde bulunmuştur ki buna şöyle cevap verilir. Ehl-i sünnetten, pek çoğu "sevme" ile "irade etmeyi birbirinden ayırd etmiş ve "sevme, özel bir irâde etmedir. Sevme, mükâfaat verme iradesidir. Dolayısıyla, bu iradenin olmadığını söylemek, mutlak manada irade olmadığı manasına getmez" demiştir.

Cimriliğe Teşvik Suçu

24

"Onlar (o kibirliler) cimrilik yapanlar ve insanlara da cimriliği emredenlerdir. Kim arka dönerse, şüphe yoktur ki Allah herşeyden müstağni ve bütün hamdlere lâyık olanın tâ kendisidir".

Bu ayetle ilgili bir kaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayet hakkında iki görüş vardır:

1) Bu, bir önceki ayetteki, "çok böbürlenen, hiçbir kibirliyi" ifadesinden bedeldir. Buna göre, Cenâb-ı Hakk sanki şöyle buyurmuştur: "Allah böbürleneni, cimrilik yapanları sevmez." Allahü teâlâ, bununla, insanı azgınlığa düşüren bir böbürlenme ve sevinç ile sevinenleri kastetmiştir. Bu kimseler, bir mal ve bir dünya hazzı nasib edildiğinde, o şeye karşı olan sevgileri ve o şeyin onlar indindeki değerinden dolayı, o şey hakkında cimri davranırlar, bununla da yetinmezler, hatta insanlara da o konuda cimriliği tavsiye ederler. Bütün bunlar, o şey, ellerine geçtiği zaman gösterdikleri sevinç ve şımarmanın bir neticesidir. Bundan sonra Cenâb-ı Hakk, "Her kim Allah'ın emir ve nehiylerine arka döner, kendisini Allah'ın nehyettiği, elden kaçana üzülme ve verilere karşı aşırı sevinmeden alıkoymaz ise, bilsin ki Allah müstağnidir, kimseye ihtiyaç yoktur.

2) Ayetteki, "cimrilik yapanlar" ifadesi, önceki ayetle irtibatı olmayan, yeni bir cümledir. Bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in Kitab-ı Mukaddes'te bulunan sıfatlarını gizleyen ve onun sıfatlarını ortaya koyma (anlatma) hususunda cimri davranan, yahudilerin durumuyla ilgilidir,ifadesi mübteda olup; haberi, ifadesinin delâlet ettiği mahzûf bir ifadedir. Kur'ân'da bu şekilde haberlerin hazfi çokça vardır. Meselâ, "Eğer, bu, kendisiyle dağların yürütüldüğü bir Kur'ân olsaydı..." (Ra'd, 31) ayetinde, böyledir.

Kıraat Farkı

Ebû Ali el-Fârisî ve İbn Amir, lafzını hazfederek, (......) şeklinde okumuşlardır. Medine ve Şam ahalisinin mushaflarında da böyledir. Diğer kıraat imamları ise, ayeti (......) şeklinde okumuşlardır. O sözüne devamla, bu ayeti kerimedeki nın mübtedâ değil, fasi zamiri olması gerekir. Çünkü, fasi zamirinin hazfedilmesi daha kolaydır. Bilmiyor musun, fasi zamirinin irâbta mahalli yoktur ve (Kehf,39) ayetinde olduğu gibi, bu zamir bazan hazfedilir ve bu manaya da bir halel vermez.

Ganiyyun Hamid Terkibinin Delaleti

(......) ifâdesi, "Şüphesiz ki Allahü teâlâ müstağnîdir; dolayısıyla, bu cimrinin cimriliği, Allah'a hiçbir zarar vermez.." anlamındadır. Ayetteki el-hamîd, burada zikredilen sualin bir cevabı gibidir. Sanki, "Allahü teâlâ o kimsenin bu mal hususunda cimrilik yapacağını ve bu malı tâat yerlerinde harcamayacağını bildiği halde, bu malı niçin ona vermiştir?" denildi de, Allahü teâlâ buna karşı, "Allah, bu verme hususunda hamîd'dir; O kişiye, rahmet ve nimet kapılarını açması sebebiyle, hamd'e müstehaktır. Eğer bu kul, taatta kusur işlerse, şüphesiz ki, bunun vebali ona aittir" diye cevâp vermiştir.

Resul, Kitap, Mizan, Demîr

25

"Andolsun ki biz, elçilerimizi, açık açık burhanlarla gönderdik ve insanların, adaleti ayakta tutmalan için, beraberlerinde de kitabı ve mîzânı indirdik. Bir de, kendisinde hem çetin bir sertlik hem de insanlar için menfaatler bulunan demiri indirdik. Çünkü (bununla), Allah, Kendisine ve peygamberlerine gıyaben, kimlerin yardım edeceğini belli edecektir. Şüphesiz ki Allah, en büyük kuvvet sahibidir, yegane gâlibtir".

Beyyinat

Ayetteki beyyinat (burhanlar) kelimesinin tefsiriyle ilgili iki görüş vardır:

Birincisi, Mukâtil ibn Süleyman'ın görüşüdür. Buna göre, el-beyyinât, apaçık mu'cizeler ve kesin delillerdir.

İkincisi, Mukâtil ibn Hayyân'ın görüşüdür. Buna göre ayet, "Bizonları, Allah'a itaata ve Allah'tan başkasından yüz çevirmeye davet eden amellerle gönderdik" anlamındadır. Birinci görüş, daha sahihtir. Çünkü, peygamberlerin nübüvveti, ancak bu mucizelerle sabit olmuştur.

Mizân

Cenâb-ı Allah daha sonra, "... insanların adaleti ayakta tutmaları için, beraberlerinde de kitabı ve mîzânı indirdik. Bir de, kendisinde hem çetin bir sertlik hem de insanlar için menfaatler bulunan demiri indirdik..." buyurmuştur. Bil ki, bu ayetin benzerleri de, "Allah, hak ile kitabı ve mîzânı indirendir" (Şûra, 17) ve "Semâyı yükseltti ve mîzânı (ölçüyü) koydu" (Rahman, 7) ayetleridir. Burada birkaç mesele vardır.

Kitap-Mîzân-Demirin İlişkileri

Bu, kitab, mîzân ve demir arasındaki münasebet konusundadır. Bu münasebet birkaç şekildedir:

1) Bu, benim söylediğim şu münasebettir: Mükellefiyet İki şeye dayanır: Birincisi, yapılması gerekeni yapmak, ikincisi, terkedilmesi gerekeni terketmektir. Birincisi, bizzat maksût olan bir şeydir. Çünkü, eğer, bizzat maksût olan şey "terk" olsaydı, hiç kimsenin yaratılmaması gerekirdi. Çünkü terk, ezelde mevcut idi.

Yapılması gereken şeyler ise ya nefse (ruha) ait işlerdir ki bunlar da bilgi (maarif) nevindendir. Yahut bedene ait işlerdir ki bunlarda azaların işleridir. Kitap, ruha ait (fikri) işlere vesile olan bir şeydir; zira hakkı batıldan; delili şüpheden ayırdeden odur. "Mîzân" da, kendisiyle, gerekli olan bedenî fiillerin yapılmasına ulaşılan vasıtadır. Çünkü, amellerdeki meşakkatli mükellefiyetlerin ekserisi, insanların birbirleriyle ilişkisine yöneliktir. Mîzân da, adaletin zulümden, fazlalığın noksanlıktan kendisiyle ayırdedildiği bir şeydir. Demire gelince, onda da şiddetli bir sertlik vardır. O, insanları, gerekli olmayandan alıkoyucudur. Velhasıl, kitab, kuvve-i nazariyyeye (düşünce kudretine); mîzan, kuvve-i ameliyyeye; demir de, gerekli olmayanı def etmeye bir işarettirler. Kısımların en şereflisi, ruhanî maslahatlara; sonra, cismanî maslahatlara riayet edip, sonra da gerekli olmayandan alıkoyma olunca, ayeti kerimede de bu tertibe riâyet edilmiştir.

2) Muamele, ya Hâlık (Allah) ile olur, ki bunun yolu "kitâb"tır; ya halk (insanlar) ile olur, ki bunlar da, ya dostlarımızda ve onlarla adil bir biçimde muamele yapıyoruzdur; ki bu da "rnîzân" ile sağlanır; yahutta düşmanlarımızdır. Ve onlarla muamelelerimiz de, demir ile, kılıç iledir.

3) İnsanlar üç kısımdır: Ya, sâbikûn'durlar. Ki bunlar, halka, kitabın muktezâsına göre muamele ederler; kendilerine insaflı davranılmasa bile, onlar insaflı ve âdil olurlar. Şüpheli (haram şüphesi olan) hususlardan uzak dururlar. Yahut da, muktesidûn (orta yolu izleyenler)dırlar. Onlar, insaflı davranan ve başkalarından da insaftı davranmalarını bekleyenlerdir. (Kendilerine insaflı davranılması halinde insaflı davranırlar). Dolayısıyla, bunlar için bir mîzân, Ölçü gerekir. Üçüncü kısım ise, zalimlerdir. Ki bunlar, kendilerine âdil davranılmasını istedikleri halde, kendileri adil davranmayan kimselerdir. Bunlar için de, demir ile zecr, yasak gereklidir.

Hakikat, Tarikat, Şeriat

4) İnsan, ya hakikat makamında olur; ya bu, nefs-i mutmainne ve mukarrebûn makamıdır-, bu makamda, ruhu, ancak Allah ile sükûnet bulunur ve ancak Allah'ı-hitâbı ile amel eder. Nitekim, "iyi bilin ki, kalbler ancak Allah'ın zikri ile mutmain olur.." (Ra'd. 28) buyurmuştur. Yahut ta insan, tarikat makamında olur. Ki bu, nefs-i levvâme ve ashâb-ı yemîn makamıdır. Bu insan için de, ifrat ve tefrit aşırılıklarından sakınabilmesi ve sırat-ı müstakim üzere kalabilmesi için, ahlâkı bilme hususunda bir ölçü gereklidir. Yahutta insan, şeriat makamındadır. Ki bu, nefs-i emmâre makamıdır. Onun için burada, bu konuda, meşakkatli ve demir gibi sert olan, mücahede ve riyazât gereklidir.

Keşf, İstidlal ve İnkâr

5) İnsan, ya keşf ve vusul sahibi olur; bu durumda da onun, ancak kitabta ünsiyyeti olur; yahut, talep ve istidlal sahibi olur, bu durumda da ona, delil ve hüccet mîzân gerekir, ya da, inat ve diretme sahibi olur, ki bu durumda da onun demir ile yeryüzünden sürülmesi gerekir.

Usul ve Fürû'

6) Din, ya usûl ya da fürû'dur. Bir diğer ifâdeyle, ya marifettir, ya da ameldir. "Usûl", kitab'tan alınır. Fürû'a gelince, bundan maksat, insanların fayda ve maslahatlarını, âdil düzenlerini bulunduğu fiil ve amellerdir. Ve bu, mîzân ile elde edilir. Binâenaleyh bu, adalete riayet etmeye bir işarettir. Demir ise, bu iki yolu terkedeni tedip etmek için kullanılır.

7) Kitâb, Allahü teâlâ'nın, adalet ve insanlık davranmayı gerektiren ahkâmdan olmak üzere Kitâb-ı Kur'ân'da zikrettiği şeylere bir işarettir. Mîzân, adalet ve insaf üzerine bina edilmiş bu ahkâma, insanları yöneltmeye bir işarettir ki, bu, yöneticilerin işidir. Demir de, eğer insanlar başkaldırırlarsa, onları kılıçla adalet ve insafa yöneltmenin gerektiğine bir İşarettir.

Bu, Kitâb'ın erbabı olan âlimlerin mertebesinin, kılıç erbabı olan yöneticilerin mertebesinden önce geldiğine delâlet eder. Bunlar arasındaki münasebet ve ilgi noktaları çok daha fazladır. Bizim zikrettiklerimizde ise, diğerlerine bir işaret vardır.

İnzal (İndirme)in Mânası

Alimler, mîzân ve demirin indirilmesiyle ilgili iki görüş zikretmişlerdir:

1) Allahü teâlâ bunları gökten İndirmiştir. Rivayet olunduğuna göre Cebrail (aleyhisselâm), mîzânı indirmiş ve onu, Nûh (aleyhisselâm)'a vermiş ve "Kavmine, bununla ölçüp tartmalarını emret" demiştir. İbn Abbas'tan şu rivayet edilmiştir: Hazret-i Adem (aleyhisselâm), yanında, örs demiri, kelpeten, çekiç, körük ve iğne olarak beş şey olduğu halde, cennetten indirilmiştir. Bunun sıhhatine, İbn Ömer'in rivayet ettiği şu hadis de delâlet eder: Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allahü teâlâ, gökten yere dört bereket indirmiştir Demiri, ateşi, suyu ve tuzu indirmiştir" Kenzû'l-Ummâl 15/41651.

2) Bu indirmenin anlamı, var etme ve hazır hale getirmedir. Nitekim Allahü teâlâ, "Sizin için, davarlardan sekizçiftindirdi..."(Zümer, 6) buyurmuştur. Kutrub, "bizonu indirdik" sözünün anlamının, "en-nüzul" kökünden olmak üzere, "biz onu hazırladık" şeklinde olduğunu; Arapça'da, "Emir, falancaya güzel bir ziyafet hazırladı" denildiğini söylemiştir. Bazı alimler de, bu ifadenin, "O hayvanı, saman ve soğuk su ile yemledim.." ve "Ekmek ve süt yedim.." cinsinden bir söz olduğunu söylemişlerdir.

Demirin Faydaları

Mîzân (terazi)'nin faydalan hususunda, insanların, onunla adaleti yerine getirmeleri olduğu hususu zikredilmiştir. "el-kıstu ve el-ıksatu" kelimeleri, insaflı, âdil davranma anlamındadır. Bu ise, kendi payını aldığın gibi, başkasının payını da vermendir. Âdil olan da, "muksif'tir. Allahü teâlâ, "Şüphesiz ki Allah muksıt (âdil) olanları sever" (Mâide, 42) buyurmuştur. El-kâsıtu kelimesi ise, zulmeden anlamındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Zalimlere gelince, bunlar, cehennem yakıtıdırlar" (Cin, 15) buyurmuştur. Demir'e gelince, onda şiddetli bir sertlik vardır. Çünkü, harp aletleri ondan yapılır; keza bunda da birçok faydalar vardır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz, sizin için, ona zırh yapma sanatını öğrettik..." (Enâm, 80) sözü, bu faydalardan birisine işarettir.

Sosyolojik Temel

Bu faydalardan birisi de şudur: Alemin faydası, ya usûlle, ya da fürû ile ilgilidir. Usûle, yani temel olanlar dört tanedir: Ziraat, dokumacılık, inşaat ve idarecilik... Bu böyledir, çünkü insan, yiyecek yemeye, giyecek elbiseye ve oturacak konuta muhtaçtır. Ve insan, yaratılış icabı, medenîdir. Binâenaleyh, onun menfaati, ancak, kendi cinsinden olan bir grubun bir arada bulunması ve onlardan herbihnin, hususî bir iş ile meşgul olması ile tamamlanır. İşte o zaman, herbirinin menfaati, hepsiyle beraber düzen ve nizama girer. Bu nizamın, bir takım sıkışıklıklara yol açması ise, kaçınılmazdır. Yine, bu durumda, bir kısmının diğerine vereceği zarara mani olacak bir kişi gereklidir ki, bu da, yöneticidir.

Demir İle Hayat

Böylece, âlemin düzeninin, ancak bu dört iş ile nizâm ve düzen içinde bulunacağı sabit olmuş olur. Bunlardan ziraat, demire muhtaçtır. Bu ihtiyaç, toprağı altüst etme ve ekme konusundadır. Sonra, hububat oluşup elde edildikten sonra da, onun başaklarından çıkarılıp savrulması gerekir. Bu da demirle tamamlanır. Sonra, bu hububatın öğütülmesi gerekir. Bu da, demirle olur. Sonra, bu unun pişirilmesi gerekir ki, bu da ateş ile samanladır. Ateşte pişirmek için de, demir kaplara ihtiyaç vardır. Meyvelere gelince, onların da, kopuklarından temizlenmesi, yemeye elverişli bir biçimde dilimlenmesi gerekir. Bu da ancak demirle yapılır. Malumdur ki, dokuma da, araç gereçleri hususunda demire muhtaçtır. Sonra, yine elbise kesiminde ve dikiminde, yine demire ihtiyaç duyulur. Bina işine gelince, malûmdur ki, bunun tam ve mükemmel bir biçimde yapılması, ancak demir ile mümkün olur. Yine, güç kudret vasıtalarının ancak demir ile tam ve mükemmel olduğu malumdur. İşte böylece, âlemin pekçok menfaatinin, ancak demir ile tam olabileceği ortaya çıkmaktadır. Yine, altının, bu menfaatlerin hiçbirinde demirin yerini tutmadığı da ortaya çıkar. Dolayısıyla, eğer dünyada hiç altın bulunmasa, dünya menfaatinden hiç birine halel gelmez. Ama, eğer, demir mevcut olmasaydı, dünya menfaatlerinin hepsi bozulur, halel görürdü.

Bolluk ve İhtiyaç İlişkisi

Hem sonra, demire olan ihtiyaç şiddetli olunca, Allahü teâlâ, onun bulunmasını kolay; miktarını da bolca yaptı. Altına ihtiyaç da az olduğu için, onun bulunuşunu zor kıldı. İşte böylece, Allahü teâlâ'nın kullarına karşı, rahmet ve cömertlik eseri zuhur etmektedir. Çünkü, insanların kendisine daha çok muhtaç olduğu şeyin bulunuşunu daha kolay kılmıştır.

Bundan dolayı, bazı hukemâ, şöyle demişlerdir: "Kendisine ihtiyaç duyulan" en önemli şey, havadır. Eğer, onun kalbe (akciğere) ulaşması bir an kesilecek olsa, insan derhal ölür. Bundan dolayı, pek yerinde olarak Cenâb-ı Allah, onu kolayca elde edilen bir şey kılmış ve teneffüs sebep ve araçlarını hazırlamıştır. Böylece insan, bu hususta herhangi bir zorlanmaya ihtiyaç duymaksızın, yaratılışı gereği, daima teneffüs etmektedir.

Hava'dan sonra en çok ihtiyaç duyulan şey, sudur. Ama suya olan ihtiyaç havaya olan ihtiyaçtan daha az olduğu için, Allah, suyu elde etmeyi, havayı elde etmekten biraz daha meşakkatli kılmıştır.

Sudan sonra en çok ihtiyaç duyulan şey, yemektir. Yemeğe olan ihtiyaç, suya olan ihtiyaçtan daha az olduğu için, Allahü teâlâ, yemek elde etmeyi su elde etmekten daha meşakkatli kılmıştır. Sonra, ihtiyaç derecesi ve kıymet açısından, yemekler de derece derecedir. Binâenaleyh, kendisine daha çok ihtiyaç duyulan yemeğin bulunması daha kolaydır. Bulunması ve elde edilmesi daha zor olan her yiyecek, kendisine daha az ihtiyaç duyulan bir yiyecektir.

Kıymetli taşlara ve madenlere olan ihtiyaç gerçekten çok az olduğu için, pek yerinde olarak onlar son derece azdırlar. Böylece anlıyoruz ki, daha çok ihtiyaç duyulan herbir şeyin elde edilmesi daha kolaydır. Allah'ın rahmetine olan ihtiyaç, herbir şeye olan ihtiyaçtan daha fazla olduğu için, Allah'ın fazlından, o rahmetin bulunmasını en kolay şey kılmasını niyaz ediyoruz.

Şair şöyle demiştir: "O Allah'ı takdîs ve tenzih ederim ki insanların pek ihtiyaç duymadıkları şeyleri izzetinin teallisine mazhar kılarak nadir kılmış. Faka; ruh sahibi her varlığın muhtaç olduğu havayı onlara musahhar ve amade eylemiştir."

İmkânları Din Yolunda Kullanmak

Allahü teâlâ daha sonra, "Çünkü (bununla), Allah, kendisine ve peygamberlerine gıyaben kimlerin yardim edeceğini bilecektir. Şüphesiz ki Allah, en büyük kuvvet sahibidir. Yegâne galibör" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci

Mesele

"Kendisine ... kimlerin yardım edeceğini..." ifadesi. "dinine kimin yardım edeceğini, peygamberlerine, onların gıyabında, din düşmanlarıyla cihâd ederek, kılıçlar. mızraklar, vb. silahlar kullanmak suretiyle kimin yardım edeceğini bilecektir" anlamındadır. İbn Abbas, "Allah'a yardım ederler, ama O'nu göremezler" demiştir "Eğer Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder" (Muhammed, 7) ifâdesi de buna yakındır.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ'nın ilminin "hâdis-sonradan olma" olduğunu söyleyen kimse, ayetteki Allah bilecektir, bilsin, diye" ifâdesini delip çevirmiştir. Bu kimseye, "Allahü teâlâ, burada, bilmek ile, malûmu (bilineni) kastetmiştir. O sanki şöyle buyurmaktadır: "Böylece, peygambere yardım edecek kimsenin o yardımının vaki olması için" buyurmuştur" denilerek cevâp verilir.

Cûbbâi'ye Red

Cübbâî, "Ayetteki, "İnsanların adaleti ayakta tutmaları için" ifâdesinde, Allahü teâlâ'nın, mîzân ve demiri indirdiğine O'nun kullarından istediğinin, onların adaleti yerine getirmeleri ve peygamberine yardım etmeleri olduğuna bir delâlet vardır. Allah'ın herkesten istediği bu olunca, Mücebbire (ehl-i sünnet)nin, "Allah, bazı insanlardan bunun aksini murad etmiştir" şeklindeki sözleri batıl olur"demiştir.

Buna şöyle cevap verilir: Allahü teâlâ, bunun aksinin mevcut olacağını bildiği, iki zıt arasını cem etmek de imkânsız olduğu ve muhal olan irâde edilemeyeceğine göre, Allah'ın, bunu herkesten dilemiş olması nasıl mümkün olur?

Bilgayb Kaydının Manası

Yardım bazan, bir münafıktan ya da, gayesi, dünyada menfaat sağlamak olan kimselerden vaki olduğu gibi, açıktan açığa yapıldığından, Allahü teâlâ, esas muradının, gıyaben yapılan yardım olduğunu murad etmiştir. Bu, o yardımın ihlâs-ı kalb ile meydana gelmesidir. Sonra, Allahü teâlâ, kendisinin, bütün işlere muktedir ve mâni olunamaz bir azîz olduğunu beyan etmiştir.

Nûh ve İbrahim (aleyhisselâm)

26

"Andolsun Biz, Nuh'u ve İbrahim'i, peygamber olarak gönderdik. Peygamberliği ve kitabı onların nesillerine verdik. Velhasıl içlerinden doğru yolu bulanlar var (idiyse de), onların bir çoğu da fasık idiler".

Bil ki Allahü teâlâ, apaçık beyyineler ve mucizelerle, peygamberler gönderip, mîzân (Ölçü-tartı) ile demiri indirdiğini ve insanlara, peygamberlere yardım etmelerini emrettiğini bildirince, bunun peşinden, onlara in'am ettiği (nimet olarak verdiği) diğer şeyleri zikretmiştir. Binâenaleyh Nûh (aleyhisselâm) ve İbrahim (aleyhisselâm)'i peygamberlik ile şereflendirdiğini, sonra peygamberlik ile kitabı, bunların nesillerine miras kıldığını, dolayısıyla, onlardan sonra peygamber olarak gelen her bir kimsenin, ancak ve ancak bu ikisinin neslinden olduğunu açıklamıştır. Cenâb-ı Hakk, önce peygamberliği, sonra kitabı zikretmiştir. Çünkü peygamberin hâlinin mükemmelliği, onun kitab ve şeriat sahibi olmasına râcidir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Velhasıl içlerinden doğru yolu bulanlar var (idiyse de), onların bir çoğu da fâsık idiler" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili bir kaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) ifâdesi, "O nesilden, yahut kendilerine peygamber gönderilenlerden doğru yolu bulanlar vardı" manasına olup, bu ifadeden önce, "peygamber gönderme" ve "peygamberler" kelimesinin geçmesi bunun bu manada olduğuna delalet eder. Bunun manası, "Onlar içinde hidayete erenler de vardır, fasıklar da vardır" şeklindedir. Ekseriyet, fasıklardan taraftır.

Fasık

Buradaki "fasık" kelimesinin manası ile ilgili iki görüş vardır:

1) O, kâfir olsun veya olmasın, büyük günah işleyen kimsedir. Çünkü bu kelime, hem kâfir, hem kâfir olmayan için kullanılır. Kişi büyük günah işlediğinde fasıktır.

2) Bu, "fasık" ile kâfir kastedilir. Çünkü ayet-i kerime, Cenâb-ı Hakk'ın burada, fasıkları, hidayete erenlerin zıddı olarak zikrettiğine delâlet eder. Buna göre burada kastedilen, "Onlar içinde, dini Kabul edip hidayete erenler olduğu gibi. kabul etmeyerek hidayete ermemiş olanlar da var" manasıdır. Böyle olan bir kimsenin ise kâfir olduğu malumdur.

Bu görüş zayıftır. Çünkü âsî olmuş olan müslüman hakkında bazan, "O, rüşti ve dininin doğru yolunu bulamadı" denilir.

İsa (aleyhisselâm)

"Sonra bunların peşleri sıra, ard arda peygamberlerimizi yolladık. arkalarından da Meryem oğlu isa'yı gönderdik. Ona İnciri verdik. Ona tâbi olanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Onların ihdas ettikleri ruhbanlığa (gelince), onu üzerlerine Biz farz kılmadık.

27

Fakat (onlar bunu sırf) Allah'ın rızasını elde etmek için ortaya çıkardılar. Fakat buna hakkıyla da riayet de etmediler. Biz de içlerinden, (gerçek) iman edenlere mükâfaatlaranı verdik. Onlardan bir çoğu fasık idiler".

Bu ayetle ilgili iki mesele var:

Birinci Mesele

(......) tabiri, birşeyi geçmiş (gitmiş) olanın peşinden göndermektir. Bundan murad, Allahü teâlâ'nın, tâ Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'a gelinceye kadar, peygamberleri ard arda göndermiş olduğu, böylece onlardan sonra Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'yı gönderip, ona da İncil'i vermiş olduğudur.

İncil Kelimesi

İbn Cinni şöyle der: "Hasan el-Basrî, "İncil"i, hemzenin fethası ile "el-Encîle" şeklinde okumuştur." İbn Cinnî, "Bu, benzeri olmayan bir misâl (kıraattir). Çünkü bu, "Efîl" vezninde bir kelime olup, onlara göre bu kelime, "Bir şeyi, istihraç edip çıkarttığın" zaman söylenilen, tabirindendir. Çünkü hükümler bu kitabtan istihraç edilir. "Tevrat" kelimesi ise, çakmak taşı ateş çıkardığı zaman söylenilen, deyiminden alınma, "fev'ale" vezninde bir kelimedir. Bunun bir benzeri de, fu'lân veznindeki "furkân" kelimesidir Furkân da, iki şeyin arasını ayırmak manasındaki, fiilindendir. Buna göre, İncil'in hemzesini fethalı okumak caiz değildir. Çünkü bunun bir benzeri yoktur" demiştir. Zannı galibimce, Hasan Basrî, bunu ancak semâen (böyle duyduğu için), böyle okumuştur. Bunun iki izahı vardır:

1) Bu kelime, bazılarının (el-birtîl) kelimesi hakkında naklettikleri gibi şazz (çok nadir) bir okuyuştur.

2) O, İncil kelimesinin a'cemî (Arapça olmayan) bir kelime zannederek, buna dikkat çekmek için, böyle okumuştur.

İsâ (aleyhisselâm)'ın Ashabındaki Şefkat

Cenâb-ı Hakk'ın "Ona tabî olanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Onların ihdas ettikleri ruhbanlığa gelince..." ifadesi ile ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Ehl-i sünnet âlimleri, bu ayet-i kerime ile, kulun fiilinin Allah tarafından yaratılıp, kul tarafından "kesb" edildiği hususunda istidlal etmişler ve şöyle demişlerdir: "Çünkü Cenâb-ı Hakk, bu şeyleri Allah tarafından kılınmış, yaratılmış, konulmuş olduğunu; onların ise bu ruhbanlığı ihdas etmiş olduğunu belirtmiştir."

Kâdî Abdülcebbâr "Bundan murad şudur: "Allah onlara lütufta bulunmuştur. Öyle ki, onların halvette (yalnızlıkta) yaşamak ve sert elbise giymek gibi, bir takım meşakkatli şeylere katlanmak demek olan ruhbanlığa temayül ve arzuları kuvvetlenmiştir" der. Buna şöyle cevap verilir: Bu, delilsiz olarak, ayetin zahirî manasını terk olur. Kaldı ki, biz bunu kabul etsek de, o yine biz (ehl-i sünnetin) maksadını ortaya kor. Bu böyledir, çünkü iki tarafın dengeli olması durumunda, bir tarafın ağır basması imkânsızdır. Aksi halde, denge halinde, bir tarafın üstünlüğü söz konusu olur ki, bu ikisinin aynı anda olması imkânsızdır. Denge halinde böyle bir şey imkânsız olunca, kendisine baskın çıkılma durumunda da bu haydi haydi imkânsız olur. Mercûh imkânsız olunca, râcih gerekli olur. Zira, iki zıttan birinin mutlaka bulunacağı kesindir. Dolayısıyla mercuhun olmadığı yerde, mutlaka râcih bulunacaktır.

İkinci Mesele

Mukâtil şöyle demiştir: Re'fet ve rahmet ile kastedilen, onların, karşılıklı olarak biribirlerini sevip, birbirlerine karşı merhametli olmalarıdır. Cenâb-ı Hakk, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabını da,”Birbirine karşı merhametlidirler” (Fetih, 29) buyurarak, bu sıfatla vasfedilmiştir.

Üçüncü Mesele

Keşşaf sahibi, "Refet" kelimesi, "fe'âle" vezninde olmak üzere, "re'âfeten" şeklinde de okunmuştur" demiştir.

Rahbaniyyet

"Rahbaniyye" kelimesi, "ruhbanlara ait iş" anlamındadır. "Ruhban" ise, "rehbere" kökünden, "fu'lân" vezninde, "korkan" manasına bir kelimedir ve tıpkı 'den gelen "huşyân" manasındadır. Bu ifâde, "ruhbanlara ait olduğunu sanki açıkça ifade etmek için, zamme ile "ruhhâniyye" şeklinde de okunmuştur. "Ruhban" kelimesi, "râkib"in çoğulunun "rubbân" (biniciler) oluşu gibi, "râhib"in çoğuludur.

Ruhbanlık ile kastedilen ise, bu kişilerin, dindeki fitnelerden kaçarak, dağlara çekilmeleri, kendilerini bütünüyle ibadete vermeleri, üzerlerine vâcib olan ibadetlere ek olarak, yalnız yaşamak, sert elbiseler giymek, kadınlardan uzak durmak, mağaralarda ve kuytu köşelerde kendilerini ibadete vermek gibi, ileri derecede meşakkatli bir hayat tarzına katlanmalarıdır. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, Hazret-i isa (aleyhisselâm) ile Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) arasındaki fetret döneminde, krallar Tevrat ve İncil'i değiştirmişlerdi. Derken bir gurup insan yolculuğa çıkmış (gezginci bir hayata atılmış) ve yün (rahatsız edici) elbiseler giymişlerdi."

İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'un rivayetine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona (bir gün) şöyle der: ...."Ey ibn Mes'ûd, sen Isrâiloğullarının yetmiş fırkaya ayrıldıklarını, üç fırkası hariç hepsinin ateşte olduğunu, bu üç fırkanın ise Hazret-i Isa 'ya iman eden, ona yardım için, Ölesiye Allah'ın düşmanlarıyla çarpışan fırka; savaşmaya takatlan olmayınca, marufu emredip, münkerden sakındıran fırka ve bu iki işe de güçleri olmadığı için, kalın yün abalar giyen, ıssız yerlere ve çöllere çekilen fırka olduğunu ve bunun "Ona tâbi olanların yüreklerinde bir şefkat ve merhamet koyduk" ayetinde ifade edildiğini biliyor muydun?"

Beşinci Mesele

Allahü teâlâ, "Onların ihdas ettikleri ruhbanlık" ifadesi ile, onları kınama manasını murad etmemiştir. Aksine bundan maksad, onların bu ruhbanlığı kendiliklerinden ihdas edip, bir nezir olarak yaptıklarını anlatmaktır. Dolayısıyla bunun peşisıra Cenâb-ı Hakk, "Onu üzerlerine Biz farz kılmadık" buyurmuştur.

Altıncı Mesele

"Rahbaniyye" kelimesi, muzmar (gizli) bir fiil ile mansub olup, zahir fiil onu tefsir etmektedir ve takdiri, şeklindedir. (Yani bu bir iştigaldir). Ebu Ali el-Fârisî şöyle demiştir "Bu kelimeyi, (kıldık) fiilinin mef'ûlü saymak doğru olmaz. Çünkü bizzat onların ihdas ettikleri şeyin, Allah'ın kıldığı şey olması mümkün değildir."

Ben derim ki: Bu söz ancak, iki kadir arasında müşterek bir makdûrun bulunmasının imkansızlığının sabit olması halinde tamam olabilir. Böyle meselelere dalmak nerde, Ebu Ali el-Fârisî nerde...

Cenâb-ı Hakk daha sonra, buyurmuştur ki, bu, "Bunu onlara Biz farz kılmadık" demektir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat (onlar bunu sırf) Allah'ın rızasını elde etmek için ortaya çıkardılar" ifadesi istisna-ı munkatı'dır, yani, "Fakat onlar bunu, Allah'ın rızasını taleb etmek gayesiyle ihdas ettiler" demektir.

2) Bu, istisna-yı muttasıl olup, mana, "Biz onları, bu ruhbanlıkla, ancak Allah'ın rızasını elde etmeleri şeklinde, ibadete çağırdık" şeklindedir. Bundan murad ise, ruhbanlığın vâcib olmadığıdır. Çünkü vacibin yapılması ile kastedilen, Allah'ın ikabını savuşturup, hoşnutluğunu etde etmektir. Mendubun işlenmesinden maksad ise, ikâb-ı ilahiyi savuşturmak değildir. Bilakis bundan gaye sırf Allah'ın hoşnutluğunu elde etmektir.

Çıkardıkları İşe Uymadılar

Cenâb-ı Hakk'ın "Fakat buna hakkıyla da riayet etmedik. Biz de içlerinden (gerçek) iman edenlere mükâfaatlarını verdik. Onlardan bir çoğu fâsık idiler" ayetine gelince, bu hususta bir kaç izah vardır:

1) Bu, "bu ruhbanlığı ihdas eden bu kimseler, ona hakkıyla riayet etmediler. Bilakis ona "teslis" ve "ittihâd" (ilahın bir beşerle birleşmesi) görüşlerini kattılar. Onlardan bazıları ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dönemine gelinceye kadar, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın gerçek dini üzere kaldılar. Sonra da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman ettiler" demektir. Bu, Cenâb-ı Hakk'sn "Biz de içlerinden İman edenlere mükâfaatlarını verdik. Onlardan bir çoğu fasık idiler" ifadesinde anlatılan husustur.

2) Bu, "Biz bu ruhbanlığı onlara ancak, bunu Allah'ın rızasına bir vesile edinsinler diye farz kıldık. Ama sonra onlar, bu işleri işlediler. Fakat bu gaye için değil de, başka bir gaye için... Bu gaye de, dünya arzusu, riyakârlık ve gösteriş idi" demektir.

3) Bu, "Biz bu ruhbanlığı onlara farz kıldığımızda, onlar bunu yapmadılar" demektir. Buna göre ayet, onların, üzerlerine vacib (farz) olanı terketmeleri sebebiyle, onlara yapılan bir kınama olur.

4) Bu ruhbanlığa hakkıyla riayet etmeyenler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in risaletine ulaşıp da, ona iman etmeyenlerdir. Ayetteki, "Biz içlerinden iman edenlere mükâfaatlarını verdik" cümlesi de, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman edenlere..." manasına, "çoğu fasık idiler" ifadesi ise, "Ona iman etmemiş olanlar, fasık idiler" manasınadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den "Bana kim iman etmiş, beni tasdik etmiş ve bana uymuş ise. işte o bu ruhbanlığa hakkıyla riayet etmiştir. Kim de bana inanmamış ise, işte onlar helak olanların tâ kendileridir" şeklinde rivayet edilen hadis de buna delâlet eder.

5) Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın kavminden sâlih kişiler, bu ruhbanlığı ihdas ettiler ve ömürlerini o ruhbanlık üzere bitirdiler. Sonra onların peşinden, sözde onlara uyan, ama amel (İbadetçe) onlara uymayan bir başka topluluk (nesil) geldi. İşte o ruhbanlığa hakkıyla riayet etmeyenler bunlardır. Atâ şöyle demiştir: "Onlar ruhbanlığa, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın havarileri gibi riayet etmediler." Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Onlardan bir çoğu fasik idiler" buyurmuştur ki bu, "Onların bir kısmı ruhbarlığa hakkıyla riayet ettiler. Ama çoğu, fasıklık yapıp, hem zahiren hem batınen bu yolu terkettiler" demektir.

İki Misli Ücret Alanlar

28

"Ey İman edenler, Allah'dan ittikâ edin. O'nun peygamberine de iman edin ki, (Allah) size rahmetinden iki kat nasib etsin ve sizin için, sayesinde yürüyeceğiniz bir nûr lütfetsin, sizi bağışlasın. Allah gafur ve rahimdir".

Bil ki Cenâb-ı Allah önceki ayette, "İsâ (aleyhisselâm)'nın ümmetinden iman edenlere mükâfaatlarını verdik" buyurunca, bu ayette de, "Ey iman edenler ..." buyurmuştur. Bu ifade ile kastedilen ise, işte o mü'minlerdi. Böylece Cenâb-ı Hakk onlara, Allah'dan korkmalarını ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmelerini emretmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Allah size rahmetinden iki kat nasib etsin" buyurmuştur ki, bu, "Önce Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'ya iman etmenizden dolayı, sonra da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmenizden dolayı, rahmet-i ilâhiyyeden iki nasib..." demektir. Bu ayetin bir benzeri de, "Bunlara mükâfaatlan iki kat verilir" (Kassas, 54) ayetidir. Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet olunduğuna göre, bu ayet, ehl-i kitabtan olup da, Yemen'den Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelen ve müslüman olan bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Böyle Cenâb-ı Allah, bu kimselere iki kat mükâfaat vermiştir.

Burada şu iki soru söz konusudur:

1) "Kifl" kelimesinin lügat manası nedir? Buna şöyle cevap verilir: Müerric "Kifl" kelimesi Hüzeyl lügatinde (lehçesinde) nasib, pay manasınadır" demiştir. Başkası ise, "Aksine bu kelime, Habeş lügatindendir" der. Mufaddîl b. Seleme ise, "Kifl kelimesi insanın, deve sırtında oturabilmek için, devenin hörgücünün etrafına geçirdiği bir örtüdür" demiştir.

2) Cenâb-ı Hakk, onlara iki kat nasib, mü'minlere bir nasib verince, onların hali daha yüce olmuş olur, (ne dersin)?

Cevap: Rivayet olunduğuna göre, ehl-i kitab, bu sebeple, mü'minlere karşı öğünüyordu. Bu, zayıftır. Çünkü tek bir nasibin, kadr-ü kıymet bakımından iki kat nasibten daha fazla olması uzak ve imkânsız değildir. Çünkü bir mal, iki kısma taksim edildiğinde, herbiri bir yarım olur. Mal, yüz kısma ayrıldığında, herbir pay, yüzde bir olur. Buna göre, ilk taksimin tek parçası, ikinci taksimin yirmi parçasından daha fazla olmuş olur. İşte burda da böyledir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sizin için sayesinde yürüyeceğiniz bir nûr lütfetsin" buyurmuştur ki bu, "Allah kıyamet günü size onunla yürüyeceğiniz bir nûr yaratır" demektir. Bu, "Onların nuru önleri sıra gider" (Hadid.12) ayetinde zikredilen nurdur. Cenâb-ı Allah devamla, "Sizi bağışlasın" yani, "Daha önce işlediğiniz isyan ve günahları affetsin" buyurmuştur. Allah gafur ve rahimdir.

Ümmet-i Muhammed ve Ehl-i Kitap

29

"Ehl-i kitab hakikaten Allah'ın fazlından hiçbir şeye nazil olamayacaklarını, muhakkak bütün inayetin Allah'ın elinde bulunduğunu, onu dileyeceği kimselere vereceğini bilmedikleri için mi (böyle küfürde inâd ediyorlar)? Allah büyük lütuf sahibidir".

Bu ayetle ilgili iki mesele var:

Önceki Ayetle Münasebet

Vahidî şöyle demiştir: "Bu ayet müshil olup, müfessirlerin bu ayetin, kendinden önceki ayetle münasebet ve ilgisinin nasıl olduğu hususunda açık ve net bir izahları yoktur" demiştir. Bil ki müfessirlerin çoğu, ayetin başındaki, edatınım, "zaid" olduğu ve takdirin, "Ehl-i kitab bilsin diye..." şeklinde olduğu görüşündedirler. Ebû Müslim el-İsfehânî ile bir başka topluluk da şöyle demiştir: "Bu edat "zâid" değildir." Biz, Allah'ın yardım ve tevfîki ile, bu ayeti, her iki görüşe göre de tefsir edeceğiz.

Meşhur olan görüş, bu lafzının zâid olduğudur. Bil ki buna göre burada, şöyle bir mukaddime takdir etmek gerekir: İsrâiloğulları olan ehl-i kitab, "Vahiy ve risalet ancak bizdedir. Kitab ve şeriat da ancak bize verilir. Allahü teâlâ bu yüce şerefi, bütün insanlar arasından bizi seçip, bize vermiştir" diyorlardı. Sen bunu bildiğinde biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk o ehl-i kitaba, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmelerini emredip, bu imanlarına karşılık büyük bir mükâfaat va'dedince, bunun peşisıra bu ayeti getirmiştir. Bundan maksat, nübüvvetin sadece kendilerine has olup, ancak onlar için söz konusu olduğu inancını kalplerinden söküp atmaktır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk, "Biz bunu, en mükemmel biçimde beyân ettik ve ehl-i kitab, Allah'ın lütfunun muayyen bir topluluğu tahsis etmeye kadir olamayacaklarını risalet ve nübüvveti belli bir kavimle sınırlayamayacaklarını, inayetin Allah'ın elinde olduğunu ve onu dilediğine verdiğini, bu hususta, O'na kesinlikle İtirazın söz konusu olmadığını bitsinler diye, va'd u vaîdi iyi, teferruatlı biçimde açıkladık..." buyurmuştur.

İkinci görüşe göreyse, bu (......) zâid değildir. Buna göre, bil ki, (......) deki fail zamiri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve ashabına râcidir ve ifadenin takdiri, "Ehl-i kitâb, Hazret-i Peygamber ve mü'minlerin, Allah'ın lutfundan hiçbir şeye kadir olamayacağını bilmedikleri için..." şeklindedir. Onlar, kendilerinin buna kadir olmadıklarını bilmedikleri zaman, buna muktedir oldukları zannına kapılırlar. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Bütün inayet Allah'ın elindedir..." buyurmuştur ki, bu, "Bütün inayetin Allah'ın elinde olduğunu bilsinler diye..." demektir. Buna göre takdir, "Biz, ehl-i kitab, Allah'ın fazlını ve ihsanını muayyen bir topluluğa tahsis etmeye kadir olabileceklerini zannetmesinler, bilakis, fazlu keremin, ancak Allah'ın etinde olduğuna inanıp itikad etsinler diye, işte biz böyle böyle yaptık..." şeklinde olur. Bil ki bu görüş, ancak, bu ayete bir ziyâde takdir eder ve ifadesinin takdirinin, "Fazlu keremin, Allah'ın elinde olduğuna inansınlar diye..." şeklinde olduğunu söylersek söz konusu olur. Birinci görüşte ise, mevcut olan bir şeyin hazfine gerek duyarız; malumdur ki, takdir, haziften daha evladır. Çünkü söz, takdire ihtiyaç duyduğunda, zahiri, asla yanlış anlaşılmaz. Ama, hazfe gerek duyulduğunda, zahiri, yanlış bir manayı akla getirebilir. Böylece anlıyoruz ki, bu ikinci görüş, daha evlâdır. En iyisini bilen Allah'tır.

Hakkındaki Kıraatler

Keşşaf sahibi, "Ayetin başı, ve nûn'un yâ'ya idğamı ile (......) şeklinde de okunmuştur" demiştir. İbn Cinnî, el-Muhteseb adlı eserinde, el-Kutrub'tan, Hasan el-Basri'nin, bu fiili, lamın kesresi ve yâ'nın sükûnu ile (......) şeklinde okuduğunu nakletmiştir. Yine, İbn Mücahid, Hasan el-Basrî'nin bunu, lam'ın fethası ve hemzesiz olarak yâ'nın cezmiyle, (leylâ) şeklinde okuduğunu nakletmiştir. İbn Cinnî, "Kutrub'un zikrettiği daha yakındır. Çünkü, bu hemze hazfedildiği zaman, geriye (lenlâ) kalır. Bu durumda, nûn'un lâm'a idğamı gerekir ve (lellâ) olur. Böylece, üç lâm bir araya gelmiş olur; dolayısıyla ortadaki sakin olduğu için ve makabli de kesreli olduğu için yâ'ya çevrilir, böylece de, olur. İbn Mücahid'in Hasan el-Basrî'den olan rivayetine gelince, bunun izahı şöyledir: Lâm harf-i cerrini sen bir zamire eklediğinde, fethalı kılar ve meselâ, (lehû) dersin. Zahir ismi, buna kıyaslayan bazı alimler vardır..." demiştir. Ebû Ubeyde, bazı kişilerin, (ibrahim. 46) ifâdesi (......) şeklinde okuduğunu nakletmiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Bütün inayetin Allah'ın elinde olduğunu..." ifadesi, "Allah'ın mülkünde ve tasarrufundadır" anlamındadır. "Yed-el" kelimesi, bir meseldir. Allahü teâlâ, o fazlını dilediğine verir. Çünkü O, kadirdir, muhtardır; ihtiyarına göre hareket eder. "Allah büyük fazl sahibidir" İhsanının büyük olması gerekir. Bundan murad, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in halinin, nübüvveti, şeriatı ve kitabı hususunda büyüklüğünü göstermektir. En doğrusunu, Allahü teâlâ bilir. Dönüş ve varış, ancak O'nadır. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. Allah, efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, âline ve ashabına salât ve selâm eylesin.

0 ﴿