16"îman edenlerin, Allah'ı ve O'nun katından inen hakikati hatırlamak için, kalblerinin saygı ile yumuşaması zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar daha evvel kendilerine kitab verilip de, üzerlerinden uzun zaman geçmiş ve artık kalbleri kararmış olanlar gibi olmasınlar. Onlardan bir çoğu asıklardı". Bu ayetle ilgili iki mesele vardır: Hasan el-Basrî, ayetin baş kısmını (......) şeklinde okumuştur. İbn Cinnî şöyle demiştir:nın aslı, dir. Daha sonra buna ilave edilmiştir. Binâenaleyh (yaptı mı?) ifadesini nefy için; (bazan yapar) ifâdesini nef içindir. Bu böyledir. Çünkü ifadenin müsbetine, ilave edilip (mesela denilince), hiç şüphesiz menfisine de u ilave edilmiş (olmuştur). Fakat Araplar, edatını ile birleştirince, ortaya çıkan lafız için, hem bir yeni mana, hem de lafızla ilgili mana söz konusu olmuştur. Manaya gelince, bazı yerlerde, zarf olur, dolayısıyla Araplar, mesela "Sen kalkınca, Zeyd de kalktı" yani senin kalktığın zamanda Zeyd de kalktı" derler. Kelimenin lafzı ile ilgili manasına gelince, kelimenin meczûmunda (cezmettiği) fiilde değil de, kendisi üzerinde vakıf yapmak caizdir. Bu sebeble, mesela, (......) demen caizdir ki bu, "Ben geldim, o gelmedi" demektir. Ama mesela bir kimsenin, diye vakıf yapması (durması) caiz değildir. Bu kelimeyi (......) şeklinde okuyanlara gelince, meşhur olan izaha göre, bu okuyuş, "vakti geldi" manasında "İşin vakti geldi" ifâdesindedir. Yine bu kelime, aynı manada, fiilinden olarak şeklinde de okunmuştur. Alimler, Hak teâlâ'nın bu ayetinin manası hususunda değişik izahlar yapmışlar; kimileri, "Bu, kalblerinde huşûya (saygıya) ters düşen nifak bulunduğu halde, iman ettiklerini söyleyen münafıklar hakkında nazil oldu" demişlerdir. Bu görüşü ileri sürenler, belki de, mü'minin, ancak kalbinin, huşu duymasıyla gerçek mü'min olabileceğini benimsemişlerdir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın bunu, ancak mü'min olmayan kimselere demiş olması caiz olur. Diğerleri ise, "Hayır, bu ifade ile, gerçekte mü'min olanlar kastedilmiştir. Ama mü'minin bazan hususu ve haşyeti bulunur, bazan da bulunmaz. Sonra, bu görüşe göre, ayet hakkında şu muhtemel izahlar yapılabilir: a) Belki de, bir grup mü'min içinde çok fazla huşu ve rikkat bulunuyordu da, böylece onlar, işte bu ayetle bu hususa teşvik edilmiş oldular. b) Belki de, bir kavmin içinde, ileri derecede huşu sahibi kimseler bulunuyordu.. Daha sonra bu kimselerden, o mükemmel huşu zail olup silindi de, böylece onlar, bu ayetle o huşûlu yeniden elde etmeye teşvik edildiler. Çünkü A'meş, şöyle demektedir: "Sahabe, Medine'ye gelince, bolluk ve refaha kavuştular. Böylece de, daha önce üzerinde bulundukları dinî hal ve tavırlar konusunda bir gevşeklik gösterdiler. Bu sebeple de, bu ayetle kınandılar." Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu ayet, Resûlüllah'ın huzurunda okundu. O sırada da, onun yanında Yemâmeliler'den bir grup bulunuyordu.. Bunun üzerine onlar, adamakıllı ağladılar. Bunun üzerine de Ebû Bekir, onlara baktı da, "Biz de böyleydik; ama kalblerimiz katılaştı artık..." dedi. Ayetteki,"Allah'ı ... zikir için..." ifadesi hususunda da, şu iki izah yapılabilir: 1) Ayetin takdirî manası, "Mü'minler için, kalblerinin, Allah'ın zikrine karşı rikkatti ve duyarlı olmaları, yani, Allah'ın Kur'ân'da bahsettiği öğütlerine karşı böyle olma zamanı gelmedi mi?" şeklindedir. Bu manaya göre, "zikr" kelimesi, failine muzâf bir masdar olmuş olur. 2) Buradaki "zikr" kelimesi, mef'ûlüne muzâf bir masdardır. Buna göre mana, "Allah'ın, onları anması ve zikretmesi için..." şeklinde olur ki, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, onlarda bir huşu bulunsun ve onlar, O'nu gafletle anan, böylece de kalbi, Allah'ın zikrine karşı huşu duymayan kimseler gibi olmasınlar diye, onlara zikri müyesser kılması gerekir. Ayetteki, "ve inen hakikati..." ifadesine gelince, bununla ilgili olarak birkaç mesele vardır: Buradaki (-mâ), "zikr" lafzına atfedilmiş olması sebebiyle, mahallen mecrûrdur ve kendisi de, ism-i mevsûldür. Aid zamiri de hazfedilmiş olup, takdiri ise, "Haktan yana ona nazil olan.." şeklindedir. İbn Abbas, Hak'tan yana inen şeyin, Kur'ân-ı Kerîm olduğunu söylemiştir. Ebû Ali el-Farisî, şöyle demiştir: "Nfifi, Asım'ın ravileri Hafs ve Mufaddal, şeddesiz olarak, (ve ma nezele) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları ile, Asımın ravisi Ebû Bekr, şeddeli olarak, ve mâ nezzele şeklinde okumuşlardır. Ebû Amr'ın da, nûn'un ref'i, zâ'nın kesresi ile, ve mâ nüzzile şeklinde okumuştur. Birinci kıraate göre, ifadenin takdiri, "İman edenlerin kalblerinin, Allah'ın zikrine ve inen hakikate huşu duyup boyun eğmeleri zamanı gelmedi mi?" şeklinde olur. İkinci kıraate göre de, "... Allah'ın indirdiği o hakikate..." şeklinde olur. Üçüncü kıraate göre ise, "... indirilen hakka..." şeklinde olur. Ayetteki "hak" sözünden Kur'ân kastedilmiş olabilir. Çünkü Kur'ân, iki vasfı da, yani zikri de öğütü de cami bir kitabtır. Bir de, semâ'dan gelen bir haktır. Yine, bu ifâde ile, Allah'ın, mutlak anlamındaki zikri, "haktan yana inen şey" ifâdesi ile de Kur'ân kastedilmiş olabilir. Cenâb-ı Hakk, "zikr" ile elde edilen bir huşûyu, nazil olan Kur'ân'la elde edilen huşû'dan önce getirmiştir. Çünkü, "huşu" ve haşyet ancak Allah anıldığı zaman elde edilir. Bunların, Kur'ân dinlenirken elde edilmelerine gelince, bu, Kur'ân'ın da yine, "Allah'ın zikr"ini şâmil olması sebebiyledir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "ve... olmasınlar" buyurmuştur. Ferrâ, bu ifâdenin mahallen mansûb olduğunu, ayetin anlamının da, "Mü'minlerın kalblerinin ... ve onların olmamaları... zamanı gelmedi mi?" şeklinde olduğunu, söylemiş, ama bunun nehiy olarak meczûm kabul edilmesi hafinde de bunun doğru olacağını Delirtmiştir. Bu izahın delili, bu ifâdeyi, iltifat üslûbu ile, tâ ile "olmayınız.." şeklinde okuyanların kıraatidir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, yahudî ve hristiyanları kastederek, "daha evvel kendilerine kitâb verilip de..." buyurmuştur. "üzerlerinden uzun zaman geçmiş..." ifadesi ile ilgili olarak şöyle iki mesele vardır: Alimler, "zamanın uzaması"nın ne demek olduğu hususunda da şu izahları yapmışlardır: a) "Bu toplumlarla peygamberi arasındaki zaman uzadı da, böylece kalbleri kaskatı oldu..." b) İbn Abbas da, "Onlar dünyaya yöneldiler, Allah'ın öğütlerinden yüz çevirdiler" demiştir. c) "Onların ömürleri, gaflet içinde sürüp gitti de, işte bu sebeple o kasvet ve katılık, onların kalblerinde hasıl oldu." d) Mukâtil b. Hayyân, buradaki "emed" kelimesinin, "uzun emel, tûl-i emel" anlamına geldiğini, buna göre mananın, "Onlara tûl-i emel sebebiyle, o zaman uzayıverdi, (çok uzun geldi)" şeklinde olduğunu; bunun da, "Onların, emel ve arzuları böylesine uzayıp sürüp gidince, kaçınılmaz olarak kalbleri de katılaştı" şeklinde olduğunu söylemiştir. e) Mukâtil b. Süleyman da, "Onlara, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gelme zamanı uzadı..." anlamını vermiştir. f) "Onların, Tevrat ve İncil'i duyup dinlemelerinden sonra, aradan çok uzun zaman geçti. Böylece de, Tevrat ve İncil'in saygınlığı onların kalblerinden zail oldu. Derken de, kaçınılmaz olarak kalbleri katılaştı" demektir. Böylece Cenâb-ı Hakk adeta mü'minleri, böyle olmaktan men etmiştir. Bu görüşü, M. İbn Ka'b el-Kurazî dile getirmiştir. Bu kelime, şeddeli olarak el-emeddu şeklinde de okunmuştur ki, buna göre mana "en uzun süre, ömür" şeklinde olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlardan birçoğu asıklardı" buyurmuştur. Bu, "Onlar dinlerinden çıkmışlar ve her iki kitabta olan şeyi terketmişlerdir" demektir. Bu adeta, işin başında huşû'un bulunmamasının, neticede, fıska götüreceğine dair bir işarettir. |
﴾ 16 ﴿