MÜCADELE SURESİ

22 ayet olup, Medenî'dir

1

"Kocası hakkında, seninle münakaşa eden ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah, duymuştur. Allah, sizin konuşmanızı duyar. Çünkü Allah, hakkıyla işitici, kemâliyle görendir".

Nüzul Sebebi

Rivayet olunduğuna göre, Ubade ibn es-Sâmit'in kardeşi olan Evs ibn Samit, karısı Havle binti Salebe yi, namaz kılarken gördü. O, son derece güzel idi. Adamda ise, bir parça tuhaflık vardı. Kadın selâm verince, o kadından kâm almak istedi, ama kadın yüz vermedi. Bunun üzerine, Evs, kızdı... Evs'de de, biraz acelecilik vardı; bu sebeple, hemen "zehâr" yaptı. Bunun üzerine, Havle Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldi ve "Ben, genç ve arzu edilir iken Evs benimle evlendi. Yaşım ilerleyip çocuklarımın çoğaldığı bir zamanda, beni annesi gibi addetti. Benim, küçük çocuklarım var. Eğer onları, onun ailesine bıraksam, zayi olurlar, bakamazlar. Onları yanıma alsam, aç kalırlar" dedi.

Bu konuda iki rivayet bulunmaktadır: Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, "Senin durumunla ilgili, şu anda söyleyebileceğim bir şey yok" dedi. Yine, diğer bir rivayete göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, "Sen, kocana haram oldun..." demiştir. Bunun üzerine Havle, "Ya Resûlallah, o talâk ve boşanmadan bahsetmedi. O, çocuklarımın babasıdır ve en çok sevdiğim insandır" dedi. Yine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, "Sen ona haram oldun!" dedi. Bunun üzerine kadın, "İhtiyacım ve içimden geçenleri Allah'a arzediyorum" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) her keresinde, "Sen ona haram oldun" dedikçe, o, hayıflanıyor ve Allah'a arzda bulunuyordu. İşte o, bu durumda iken, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yüzü birden değişti ve bu ayet-i kerime nazil oldu.

Sonra, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Havle (radıyallahü anh)'ın kocasına haber göndererek, şöyle dedi: "Seni bunu yapmaya sevkeden şey nedir?" O, "Şeytan. Bu konuda bir kolaylık, çıkış yolu var mı?" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Evet" buyurup, ona bu dört ayeti okudu ve, "köle azâd etmeye gücün yeter mi?" diye sordu. O, "Yok vallahi" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Oruç tutmaya gücün yeter mi?" dedi, o, "Yok, vallahi. Eğer ben, günde bir veya iki kere yemek yemezsem, gözümün kuvveti kaybolur, sanki ölüyorum zannederim" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, "Altmış fakiri doyurmaya gücün yeter mi?" dedi, o, "Yok vallahi, ... ya Resûlallah; ama, sen sadaka ile yardımda bulunursan, o zaman olur" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, onbeş ölçek yardımda bulundu; Evs de, elinde bulunan maldan bu kadar mikdarı ortaya koydu ve bunları altmış fakire tasadduk etti."

Bil ki, bu rivayetle ilgili birtakım konular bulunmaktadır.

Lemem Kelimesi

Birinci Bahis: Ebû Süleyman el-Hattâbî, "Bu haberdeki "onda birazcık tuhaflık vardı" ifadesinden murad, delilik ve akılsızlık değildir. Çünkü, eğer onda böyle bir şey olsaydı ve bu haliyle zıhâr yapmış olsaydı, bundan dolayı bir şey gerekmezdi. Aksine, burada "lemem" kelimesinin anlamı, kadınlara düşkünlük, şiddetli ve onlara meyildir" demiştir.

Zıhâr ve Nesh

İkinci Bahis: "Zıhâr, câhiliyye dönemi talâk çeşitlerinin en sıkıntılı ve şiddetli olanı idi. Zira o, alabildiğince şiddetli bir biçimde haram kılınmış idi. Şayet bu hüküm, şeriat tarafından ortaya konulup takrir edilmiş idiyse, ayet bu hükmü neshetmiş olur; böyle değilse, bu, nesh sayılmaz. Çünkü nesh ancak, câhiliyye adetinde değil de, hüküm ve ahkâmda söz konusu olur. Fakat, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o kadına, "Ona haram oldun" ya da, "Gördüğüm ancak şudur ki, sen ona haram oldun" dediği şeklindeki rivayet, onun, bir şeriat olduğuna bir delâlet gibidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hüküm konusunda tavakkuf ettiğine dair rivayete gelince, bu ona delâlet etmez...

Üçüncü Bahis: Bu olay, halktan ümidini kesip de, Allah'tan başka hiç kimseden bir şey beklemeyen kimseye, o iş hususunda, Allah'ın yeteceğine delâlet eder. Şimdi tefsire dönelim... Ayetteki "Muhakkak ki Allah, duymuştur" ifadesiyle ilgili iki mesele vardır.

Birinci Mesele

(......) edatı, bir şeyin vuku bulduğunu ifâde etmektedir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve onunla münakaşa eden o kadın, Cenâb-ı Hakk'ın, bu şikâyet ve münakaşayı işitmesini ve bu hususta, onun problemini izâle edecek bir ayet indirmesini bekliyorlardı.

İkinci Mesele

İmam Hamza, (......) kelimesindeki dâl'ı, sîn'e idğam ederek okurdu. Benzeri ifadelerde de, aynısını yapardı. Bil ki, Allahü teâlâ bu kadının iki işini nakl etmektedir:

1) "Kocası hakkında seninle münakaşa eden" yani, "Kocasının durumu hakkında..." ayetinin ifade ettiği, münakaşa etmek; ki bu münakaşa, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir defasında ona, "Sen kocana haram oldun.." dediğinde, kadının, "Allah'a andolsun ki, o talaktan bahsetmedi..." diye cevâp vermesi şeklinde cereyan etmiştir;

2) Kadının, Allah'a şikâyette bulunması... Bu şikâyeti o, "ihtiyacımı ve içimden geçenleri Allah'a arzediyorum.." ve, "Benim, küçük çocuklarım var.." diyerek yapmış idi.. Sonra Allahü teâlâ, "Allah, bu konuşmanızı duyur..." buyurmuştur. "Muhavere" karşılıktı olarak konuşma anlamındadır ve bu kelime "o şey döndü" anlamındaki, (hâre'ş-şey'u...) kökündendir.

"Kemalden sonra, noksanlıktan Allah'a sığınırız" ifâdesi ve "ne cevâp yerdi?" ifâdesi de bundandır. Cenâb-ı Allah daha sonra, "Çünkü Allah, hakkıyla işitici kemâliyle görendir" buyurmuştur. Bu, "Allah, kendisine nida edenin sözünü duyar; O'na tazarru ve yakarışta bulunanı görür.." demektir.

Zıhâr'ın Hükmü

2

"İçinizden hanımlarına zthâr yapanların hanımları, onların anaları değildir. Onların anaları, kendilerini doğuranlardan başkası değildir. Şüphe yok ki onlar, kesinlikle çirkin ve yalan bir söz söylüyorlar. Allah, muhakkak ki, çok affeden ve bağışlayandır".

Zıhâr Kelimesi

Bu ayetle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu, lügat ve fıkıh konularıyla ilgilidir. Bu bakımdan diyoruz ki, ayetle ilgili iki bahis vardır:

1) Zıhâr nedir?

2) Zıhâr yapan kimdir? Yine ayetteki, ifadesiyle ilgili bir bahis vardır. Bu da, kendisine zıhâr yapılanın kim olduğudur.

Birinci Bahis: Bu, zıhâr nedir, konusu olup, bununla ilgili iki makam bulunur.

Birinci Makam: Lügat bakımından "zıhâr" lafzının araştırılmasıyla ilgilidir. Bu konuda iki görüş vardır:

1) "Zıhâr", adamın, hanımına "Sen, bana, anamın sırtı -zahn- gibisin.." demesinden ibarettir. Binâenaleyh bu kelime, "zatır-sırt"tan müştaktır.

Nazm

2) Bu "Nazm" adlı eserin müellifin görüşü olup, buna göre bu kelime, vücudun bir uzvu olan "ez-zahr - sırt"dan iştikak etmemiştir. Çünkü, böyle bir konuda cima yapılıp kendisiyle lezzet alınan diğer beden uzuvlarının zikredilmesi, sırtın zikredilmesinden daha uygundur. Bilakis, "ez-zahr" kelimesi, "yücelik" anlamından alınmadır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık onu asmaya da güç yetiremediler.." (Kehf, 97) ayetindeki kelime, işte bu anlamdadır. Bir şeyin üstünden aşan herkes hakkında, denilir. Binilen şeye, ez-zahr adının verilmesi de bundandır. Çünkü binen kimse, onun üstüne çıkmıştır. Aynı şekilde, adamın karısı da, onun "zahr"ıdır, bineği gibidir. Çünkü, koca, hanımının "bıd'ına" sahip olmakla, onun üstüne çıkar; koca, her ne kadar, kadının sırtına binmiyor ise de, bu böyledir. Binâenaleyh, kadın, kocanın bir bineği ve "zahr"ı gibidir.

Şu durum bu mananın doğru olduğunu gösterir. Araplar, "Hanımımı boşadım.." anlamında, "Hanımımdan indim.." derler. Arapların, "Sen bana, anamın sırtı gibisin.." sözünde, bir hazf bulunmaktadır. Çünkü bunun açık manası, "Senin sırtın, yani benim sana malik oluşum ve senin üzerine çıkışım, aynen, anneme malik olmam ve onun üzerine çıkmam nasıl haramsa, aynen o şekilde haramdır.." şeklindedir.

Zıhâr Şekilleri

İkinci Makam: Bu, şeriat örfünde bu anlamda kullanılan lafızlar hakkındadır. Bu konuda aslolan, "Sen bana, anamın sırtı gibisin.." denilmesidir. Bu durumda, ya "zahr" ve "ana" lafzı birlikte zikredilir, yahut ta "zahr" lafzı olmaksızın, "ana" lafzı zikredilir; yahut "ana" lafzı olmaksızın "zahr" lafzı zikredilir, yahutta, bunlardan hiçbiri zikredilmez.. Binâenaleyh bu, dört kısımdır.

Birinci Kısım: Eğer bu iki lafız, birlikte zikredilirse, bu zıhâr, ittifakla geçerlidir. Hem sonra, cümle düzgün olduğunda, harf-i cerlerin kullanımı hakkında bir münakaşa yoktur. Binâenaleyh adam, (......) veya (......) dese, bu harf-i cerlerin hepsinin kullanılması da caizdir. Yine, adam, harf-i cer kullanmadan ve dese, bunun doğru ve açık bir zıhâr olduğu söylenilmiştir. "Yine, bu adam bu söz ile, hanımının kendisine, tıpkı anasının sırtının başkasına helal olması gibi (nikahının) olduğunun kastetmiş olabilir" denilmiştir. Fakat bu ihtimal, bir adamın, karısına, "Sen boşsun" deyip de, sonra da, "Ben bu sözle, onun, falanca şahıs cihetinden boş olduğunu haber vermeyi murad ettim.." demesi gibidir.

İkinci Kısım: "Ana" lafzının zikredilip, "sırt" lafzının zikredilmemesi.. Şafiî mezhebinin bu konudaki açıklaması şöyledir: Uzuvlar iki kısımdır. Kendisiyle yapılan benzetme, bir şeref ve ikramı işar etmeyen uzuvlar; ve, kendisiyle yapılan teşbih, bir şerefi işar eden uzuvlar. Birincisi, "Sen bana, anamın ayağı, eli, veya karnı gibisin.." vb. şekillerde yapılan teşbihtir. İmam-ı Şafiî'nin bu hususta iki görüşü vardır: Kavl-i cedidine göre, bu şekilde yapılan zıhâr, sabit olur, tahakkuk eder. Eski görüşüne göreyse, zıhâr vâki olmamış olur. Kendisiyle teşbih yapılması şeref sebebi olan uzuvlara gelince, bu, "Sen bana, anamın gözü gibisin; veya, anamın ruhu gibisin.." vb. şekillerde yapılan teşbihlerdir. Eğer böyle söyleyen, bununla zıhân murat etmişse, zıhârı sabit olur; eğer bununla, karşısındaki şeref vermeyi murat etmişse, bu zıhâr olmaz. Çünkü bu ifade, bu manaya da gelebilir. Bu konuda mutlak bir ifade kullanılırsa, bu hususta tereddüt ve ihtilaf vardır. İşte bu, imam-ı Şafii'nin mezhebinin açıklamasıdır.

Hanefî mezhebine gelince, Ebû Bekr er-Razî el-Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân'ında, "Kişi, hanımını, anasının uzuvlarından, bakması helâl olan bir uzva benzetir ve meselâ "Sen, bana, anamın eli gibisin; başı gibisin.." derse, bu zıhâr olmaz. Ama, hanımını, anasının uzuvlarından bakması haram olan bir uzva benzetir ve meselâ, "Sen, bana, anamın karnı veya anamın uyluğu gibisin.." dese, bu zıhâr sabit olur" demiştir.

Bence, doğruya en yakın olan görüş, İmam-ı Şafiî'in "kavl-i kadimi"dir. Bu da, bu lafızlardan herhangi biriyle zıhânn sahih olmadığı görüşüdür.. Bunun delili şudur: Kadının kocasına helâlliği sabittir. Zıhâr keffâretinin vâcib olması hususunda da, yine berâet-i zimmet sabittir. Sabit olanda aslolan, kişi, "Sen bana anamın sırlı gibisin" dediği zaman, diğer ifade biçimlerinde bulunmayan bir manadan dolayı, kendisiyle amelin terki üzere devam etmesidir. Bu böyledir, çünkü câhiliyye döneminde zıhâr için meşhur ifade, "Sen bana anamın sırtı gibisin" şeklinde idi. Bundan dolayı bu iş zıhâr diye isimlendirmişti. İşte böylece bu lafız, örfen, haramlığı gösterir. Bu mana, diğer lafızlarda mevcut olmayınca, aslolan bu nüküm üzere devam edilmiştir.

Üçüncü Kısım: Bu, "zahr" (sırt) kelimesi zikredilip "ana" kelimesi zikredilmeden yapılan zıhârdır. Bu şu üç mertebeyi gösterir:

Birinci Mertebe: Hem neseb, hem de süt emme cihetinden nikâhı haram olanlara yapılan bir teşbih ile zıhâr yapılmasıdır. Bu konuda da iki görüş vardır: (Şafiî'nin) kadîm mezhebine (eski görüşüne) göre, bu zıhâr olmaz. Onun kavl-i cedidine (yeni görüşüne) göre ise, bu zıhâr olur. Ebû Hanîfe'de bu görüştedir.

İkinci Mertebe: Hanımın, muvakkat olarak (nikâhı) haram birisine teşbih edilmesidir. Bu, insanın hanımına, "Sen bana falanca kadının sırtı gibisin" deyip, onu daha önce üç talakla boşamış olduğu bir kadına benzetmesidir. Bence tercihe şayan görüş, bunlardan hiçbirisinin zıhâr olmayacağıdır. Bunun delili, bir önceki meselede zikrettiğimiz husustur. Ebû Hanife'nin delili "Zıhâr yapanlar" ayetidir. Bu ayetin zahiri, haram kılınmış olan her kadına yapılan teşbih ile, zıhânn meydana gelmesini gerektirir. Dolayısıyla, bunu "ana" ile sınırlayan, ayetin hükmünü tahsis etmiş olur. Buna şöyle cevap verilir: Cenâb-ı Hakk, bu ifâdeden sonra, "(Bunlar) onların anaları değildir. Onların analan, kendilerini doğuranlardan başkas: değildir" buyurmuştur. Bu ifade, kastedilenin, ananın zikredilmesi (benzetilmesi) ile yapılan zıhâr olduğuna delâlet etmektedir. Bir de annenin haramlığı, diğer haram kadınların haramlığından daha şiddetli ve güçlüdür. Binâenaleyh biz deriz ki: Helâllik üzere kalmayı gerektiren şey, açıkladığımız üzere sabit ve mevcuttur. Bu fark mevcut olduğuna göre, arada bir kıyas yapılmaması gerekir.

Dördüncü Kısım: "Ana" ve "zahr" (sırt) zikredilmeden yapılan zıhârdır. Bu kişinin hanımına meselâ, "Sen bana, kızkardeşimin karnı gibisin" demesidir. Daha önce geçmiş olan kıyasa göre bunun zıhâr sayılmaması gerekir.

Zıhâr Yapanın Durumu

İkinci Bahis: Bu, zıhâr yapan kimse hakkındadır. Bu hususta iki mesele vardır Keşful-Hafa 1/127; müsned, 4 (199, 204-205).

Zımmînin Zıhârı

Şafiî (r.h) "Kesin ve muhakkak olan, talâkı sahih (yapabilecek) herkesin zıhâr yapabileceğidir" demiştir. Buna göre, Şafiî nazarında, zımmînin yaptığı zıhâr geçerlidir. Ebû Hanîfe (r.h) ise bunun sahih olmayacağını söylemiştir. Şafiî, ayetteki, "İçinizden zıhâr yapanlar..." ifadesinin umûmî olan hükmünü delil getirmiştir. Kıyasa gelince, bu iki bakımdandır:

1) Zıhâr haram kılma sonucunu doğurur. Zımmî de bu işe ehliyetlidir. Talâkının geçerli olması da bunun delilidir. Bu sabit olunca, diğer tasarruflarına kıyasla, zımmînin bu tasarrufunun da sahih (geçerli) olması gerekir.

2) Kefaret müslümana ancak, çirkin bir söz ve yalan olan bu fiilden onu menetmek için vacib olmuştur. Bu durum, zımmî için de söz konusudur. Dolayısıyla onun zıhârının da geçerli olması gerekir.

Hanefîler, Ebû Hanîfe'nin görüşü için, bu ayeti şu iki şekilde delil getirmişlerdir:

1) Ebû Bekir er-Râzî (el-Cessâs), "İçinizden zıhâr yapanlar.." ifadesiyle, "Bu, mü'minler için bir hitab olup, zıhârın da sadece müslümanlara has olduğuna delâlet eder" diyerek istidlal etmiştir.

2) Geçerli olan zıhânn vâcib keffâretl erin den birisi de, köle azâd etmekten âciz olan, ama karısına dönmek isteyen kimsenin oruç tutmasıdır. Bunun delili de. "Kadınlarından zıhâr ile ayrılmak isteyip de sonra dediklerini geri alacaklar için. birbiriyle temas etmezden önce, bir köle azâd etmek (lazımdır)... fakat kim (bunu) bulamazsa fasılasız iki ay oruç (tutsun)"(Mücadele,3-4) ayetleridir. Zımmîye orucur farz kılınması imkânsızdır. Çünkü oruç ona farz kılınmış olsaydı, ya o, kâfir olduğu halde, ona oruç farz kılınmış olurdu ki bu batıldır (olamaz); yahut da iman ettikten sonra farz kılınmış olurdu ki bu da batıldır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "islâm, kendisinden önceki (günahları) silip-süpürür" Keşful-Hafa 1/127; müsned, 4 (199, 204-205). buyurmuştur.

Onların birinci deliline, bir kaç bakımdan cevap verilir:

1) "İçinizden" ifadesi, şifahî bir hitab olup, hazır bulunan herkesi içine alır. O halde siz niçin, bu hitabın mü'minlere has olduğunu söylüyorsunuz? Haydi bunun mü'minlere has olduğunu kabul edelim. Fakat, yalnız mü'minlerin zikredilmesinin, diğerlerinin durumunun başka türlü olduğuna delâlet ettiğini neye dayanarak söylüyorsunuz? Hele bilhassa, "Hitabtaki tahsis, onun dışındakilerin durumunun, bunun hilâfına olduğuna delâlet etmez" prensibi, bunu söyleyenin mezhebinin prensibi olunca..! Haydi bunun buna delâlet ettiğini kabul edelim, ama "mefhum?" delâlet, "mantukî" delâletten daha zayıftır.

Binâenaleyh, "içinizden zıhâr yapanlar..." ayetinin, umûmuna tutunmak daha evlâdır. Haydi bunların kuvvet bakımından denk olduklarını kabul edelim. Fakat Ebû Hanife'nin mezhebine göre, genel (âmm) bir hüküm hâs bir hükümden sonra geldiği zaman, genel olan diğerini neshetmiş olur. Bizim tutunduğumuz, "Kadınlarına zıhâr yapanlar..." (Mücadele. 3) ayeti, söyleniş sırası bakımından, "içinizden zıhâr yapanlar..." ayetinden sonradır. Görünen odur ki bu ayet, nüzul bakımından da sonradır. Çünkü, 'İçinizden zıhâr yapanlar ayetinde, zıhârın hükmü (keffâreti) zikredilmemiş olup bu hüküm, "Kadınlarına zıhâr yapanlar..." ayetinde beyan edilmiştir. Mübeyyen (mücmeliiğin açıklandığı) ayetin, nüzul itibarı ile mücmelden sonra olması haydi haydi söz konusudur.

Hanefîlerin ikinci deliline ise, yine bir kaç bakımdan cevap verilebilir:

1) Zıhârın neticelerinden bir diğeri de, eğer o kişi oruç tutmaktan aciz ise, fakirleri doyurmakla bu işi yapmasıdır. İşte bu durumda eğer bir acziyyet olursa, onun fakirleri doyurmakla yetinmesi gerekir. Ama (oruç tutma) hususunda bir acziyyet olmazsa, bu soru zaten düşer.

2) Oruç tutmak, köle azâd etmekten bedel olarak yapılır. Bedel, yerine yapıldığı şeyden daha zayıftır. Sonra köle de zıhârı sahih olduğu halde, köle azâd etmekden âcizdir. Zıhâr sahih olduğu zaman, iki lazımdan daha kuvvetlinin bulunmayışı, zıhârın geçerli olmayışını gerektirmediğine göre, bu iki lazımdan en zayıf olanın bulunmayışı daha nasıl bu zıhârın geçerli olduğunu söylemeye mâni olabilir.

3) Alimlerimizden Kâdî Hüseyin şöyle demiştir: "Zıhârın neticesi olan haramlıktan kurtulmak istediğin zaman, hükmü yerine getir ve oruç tut" denilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "islâm kendinden önceki (günahları) silip süpürür" hadisine gelince, biz bunun genel manada olduğunu söylüyoruz. Keffâret ile ilgili mükellefiyet ise hususîdir. Hususî olan ise genel olandan önce gelir. Bir de biz o zımmîye oruç tutmasını teklif etmeyiz. Bilakis, "Bu haramlığı izâle etmek istediğinde oruç tut, aksi takdirde oruç tutma" diyoruz.

Kadın Zıhâr Yapamaz

İmam-ı Şafiî, Ebû Hanife ve İmam Mâlik (Allah hepsine rahmet etsin), "Kadının, "Sen bana anamın sırtı gibisin" diyerek kocasına karşı yaptığı zıhâr geçerli değildir" demişlerdir. Evzâî, "Bu, kadına keffâret gerektiren bir yemindir (yemin olur)" demiştir. Ama bu görüş hatalıdır. Çünkü erkeğe de zıhârdan ötürü bir keffaret-i yemin gerekmez. Aslolan budur. Şu halde nasıl olur da, kadına böyle bir keffaret gerekebilir? Bir de zıhâr, sözden ötürü haramlığı gerektirir. Kadın ise, boşama hakkına sahip olmayışının delili ile, zıhâr yapma hakkına da sahip değildir.

Üçüncü Mesele

İmam-ı Şafiî ve Ebû Hanife şöyle demişlerdir: Koca. karısına "Sen bana bugün, anamın sırtı gibisin" dediğinde.

o günün geçmesiyle zıhâr bâtıl olur (sona erer)" demişlerdir. İmam Mâlik ve İbn Ebî Leylâ ise, bu kimsenin ebedî olarak yani (geçici olmayan, tam bir) zıhâr yapmış olacağı görüşünü belirtmişlerdir. Biz (Şafiîlerin) delili şudur: Zıhâr ile meydana gelen haramlık, muvakkattik (belli bir zaman için olmayı) kabul edebilir. Aksi halde, bu haramlık keffaret ile çözülemez. Zıhâr, muvakkattik kabul edince, bu durumda onun vaktinin de, yeminin hükmüne kıyasla, bu muvakkatliğe göre belirlenmesi gerekir. İşte, "içinizden zıhâr yapanlar..." ayetiyle ilgili meseleler bunlardır.

Ayetteki, "hanımlarına" ifadesine ise, kendisine zıhâr yapılan kadınlarla ilgili hükümler taalluk etmektedir. Alimler, cariyeye yapılacak zıhârın sahih olup olmayacağı hususunda ihtilafa düşmüşlerdir: Ebû Hanife ve Şafiî bunun sahih olmayacağını söylerlerken, İmam Mâlik ve Evzâî, sahih olacağını söylemişlerdir. Şafiî'nin hücceti şudur: "Helâl oluş, asıl ve sabittir. Keffaret ise vâcib değildir. Sabit olanda asıl olan ise, olduğu hal üzere devam etmektedir. Ayet bu durumu, içine almamaktadır. Çünkü, "Kadınlarına zıha yapanlar..." (Mücadele, 3) ayeti, cariyeleri değil de hür kadınları içine almaktadır. Bunun delili ise, "Mü'min kadınlara söyle zinetlerini açmasınlar... Kendi kadınları, yahut cariyeleri müstesna..."(Nur. 31) ayetidir. Buradaki "kendi kadınları" ifadesinden anlaşılan hür kadınlardır, Eğer böyle olmasaydı, "yahut cariyeleri" ifadesini buna atfetmek sahih olmazdı. Çünkü birşey, yine kendisine atfedilmez. Cenâb-ı Hakk yine, "Size hanımlarınızın anneleri de haram kılındı" (Nisa, 23) buyurmuştur. Böylece zıha, milk-i yemîn (mülk) olan cariyelere değil de, ona nikânlı hanımlara ait bir hüküm olur.

Farklı Kıraatler

Bu, ayetteki kıraatlere dairdir: Ebû Ali, "İbn Kesîr, Nâfî ve Ebû Amr, elifsiz olarak, (......) şeklinde; Asım, yâ'nın zammesi şeddesiz zî ve elif ile (......) şeklinde: İbn Âmir, Hamza ve Kisâî, yâ'nın fethası ile, elif ve şeddeli zî ile, (......) şeklinde okumuşlardır. (......) ifâdesi, (......) ve (......) gibidir. Bunlardan herbirinin başına te harfi gelmiş ve böylece (......) ve (......) olmuşlardır. Sonra bunların da başına muzârî harfi gelmiş, böylece (......) ve (......) olmuşlar. Sonra birbirine yakın olduğu için te ile zî harfi birbirine idğam edilmiş ve böylece bu fiiller, (......) ve (......) şekline gelmişlerdir. Muzarî harfi olan yâ, fethalıdır. Çünkü, tıpkı mutavaat (dönüşlülük) ifade eden, (yuvarlanır) fiilindeki, muzarî harfinin fethalı oluşu gibi, bu da mutavaat içindir. Meselâ "Onu yuvarladım, o da yuvarlandı" deriz, ve fiillerinin yâ'sı da fethalanmıştır. Çünkü bu fiiller, tıpkı fiilindeki gibi, mutavaat siğasındadırlar. Hernekadar bu ikisi "ilhak" için cleğilseler bile, o ikisinin vezni üzeredirler. Asımın şeklindeki kıraati, kişi zıhâr yaptığı zaman kullanılan, fiilinden gelmektedir" demiştir.

Beşinci Mesele

Ayetteki, "içinizden" kaydı, Arapları kınamak ve zıhâr âdetlerinin çirkinliğini göstermek içindir. Çünkü câhiliye araplarının, diğer ümmetlere değil de, sadece böyle (zıhâr gibi), kendilerine has yeminleri vardı.

Ayetteki, "Onlar, onların anaları değildir" ifadesi ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Mufaddal'ın rivayetine göre, Asım, ref ile (......) şeklinde; diğerleri ise harf-i cerrin hazfi üzere, (......) şeklinde okumuşlardır. Merfû okunması, Temîm lügatine göredir ve Sîbeveyh bunun, bu iki vecihden, kıyasa (dile) en uygun olanı olduğunu söylemiştir. Bu böyledir. Çünkü nefiy (olumsuzluk), istifham (soru) gibidir. Buna göre, nasıl ki istifham, ifadenin (cümlenin) bulunduğu durum değiştirmiyorsa, aynen bunun gibi nefyin de cümlenin durumunu (i'rablarını) değiştirmemesi gerekir. Ayetteki bu kelimenin mansub okunuşu ise, Hicaz lügatına göredir. Kur'ân-ı Kerîm'de onların lügatlarını (lehçelerini) asıl almak daha uygundur. Nitekim (Yusuf, 3) ayeti, Hicaz lügatı üzere varid olmuştur.

Bunun "kıyas"dan yana izahı ise şu şekildedir: edatı, (......) kelimesine benzemektedir. (Leyse'ye müşabih mü'der.) Bu benzeyiş iki bakımdandır:

1) tıpkı gibi, mübtedâ ve haberin başına gelir.

2) Bu, tıpkı, gibi, o andaki (şimdiki zamanda) olan şeyi nefyeder (olumsuzluk ifâde eder). Şu halde böyle iki bakımdan benzerlik meydana gelince bu iki yönden benzerlik olunca, diğer hükümlerde de eşitliğin husulü gerekli olur. Gayr-ı munsarıf isimlere kıyasen defile dayanmak tahsis edilen durumlar, bu hükmün dışındadır.

İkinci Mesele

Ayette bir işkâl vardır. O da şudur: Karısına, "Sen bana, anamın sırtı gibisin" diyen kimse, hanımını, annesine benzetmiştir. Yoksa, onun annosi olduğunu söylememiştir. Dolayısıyla, onun sözünün yanlış olduğunu anlatmak için, "Onlar, onların anaları değildir "denilmesi, nasıl uygun düşer? Yine, onlar hakkında, "Şüphe yok ki onlar, kesinlikle çirkin ve yalan bir söz söylüyorlar..." denilmiştir?

Buna şöyle cevap verilir: Bunun yalan addedilmesi gerekir. Çünkü, "Sen bana, anamın sırtı gibisin" sözünü, bu kimse, ya ihbarı manada, haber vermek amacıyla, ya da, inşat anlamda söylemiştir. Birinci ihtimale göre, bu. bir yalandır. Çünkü, hanımı ona helâl, annesi ise haramdır. Helâl olanın, helâllik ve haramlık vasfı hususunda haram olana benzetilmesi ise, yalandır. Eğer biz, bu sözü, ınşaî (yani bir emir olarak) kabul edersek, bu da bir yalandır. Çünkü, onun bunu, inşaî anlamda söylemesinin anlamı, "Şeriat, bu sözü, haramlığın meydana gelmesinde bir sebep kılmıştır" şeklindedir. Oysa ki, şeriatta böyle bir teşbih varid olmayınca, onun, bu hükmün meydana gelmesi için, onun bu sözü inşaî anlamda söylemiş olması, bir yalan ve çirkin bir sözdür.

Bazıları, "Allahü teâlâ, bunun, "çirkin ve yalan bir söz" olduğunu söylemiştir, çünkü, ona, ebedî bir haramlıkla haramdır. Hanımı ise, böyle bir söz sebebiyle, ebedî biçimde haram olmaz. Dolayısıyla bu, çirkin ve yalan bir söz olmuş olur.." demişlerdir. Bu izah zayıftır. Çünkü, bir şeyin bir şeye benzetilmesi, aralarında, her bakımdan benzerliğin meydana gelmesini gerektirmez. Binâenaleyh, haramlık hususunda, zevcenin anaya benzetilmesi, bu haramlığın ebedî olduğu hususunda bir benzetmeyi gerektirmez. Çünkü, "haramlık" kelimesinin manası, ebedî ya da muvakkat haramlık kelimesinden daha umumîdir.

Asıl Anaları Onları Doğuranlardır

Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların anaları, kendilerini doğuranlardan başkası değildir. Şüphe yok ki, onlar, kesinlikle çirkin ve yalan bir söz söylüyorlar" buyruğuna gelince, burada geçen (......) lafzının tefsiriyle ilgili izah, Ahzâb Sûresi'ndeki, (Ahzâb, 4) ayetinin tefsirinde geçmişti. Sonra, bu ayetle ilgili iki soru vardır:

1) İfâdenin zahiri, ancak çocuk doğuranın ana olmasını iktizâ eder.. Bu ise, müşküldür, çünkü, Allahü teâlâ bir başka ayet-i kerimede, "sür analarınız..."(Nûr, 3) ve bir diğer ayette de, "Peygamberin hanımları, sizin annelerinizdir..."(Ahzâb, 6) buyurmuştur.. Bu soru, süt emzirenin, asla, peygamber hanımının da, yine ana olmasının anlamının, onların nikâhlarının haramlığı olduğu ifâde edilerek, evvel böyle izah yapılarak, savuşturulamaz:.. Çünkü, biz diyoruz ki: Bu izah ile ortaya çıkmıştır ki, hakiki analığın bulunmayışından, haramlığın da olmayışı gerekmez. Binâenaleyh bu durumda, hanımın ana olmayışından, onun haram olmaması gerekmez.. Ayetin zahiri, Allahü teâlâ'nın, hakiki analığın bulunmayışı ile haramlığın da olmadığına istidlalde bulunduğu zannını uyandırır. Bu durumda soru, yeniden karşımıza çıkar.

Bunun cevâbı şudur: Ayetin zahirinden murad, bu soru soranın söylediği mana değildir. Aksine, ayetin takdiri şöyledir: Sanki, "Hanım gerçek anne değildir ki, analık sebebiyle olan bir haramlık söz konusu olsun... Hem sonra şeriat, bu lafzı, haramlığın meydana gelmesi için de bir sebep saymamıştır ki, bir haramlık meydana gelsin.. Dolayısıyla bu durumda, kesin olarak haramlık söz konusu olmaz.. Böylece, zıhâr yapanların, hanımlarını haram caymaları, bir yalan ve çirkin bir söz olmuştur.." denilmektedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah muhakkak ki, çok affeden ve bağışlayandır..." buyurmuştur. Bu mağfiret, ya, dilediği kimse için, o tevbe etmese bile hasıl olur.. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "O, şirkin dışındakileri, dilediği kimseler için bağışlar" (Nisa, 116) buyurmuştur. Yahutta, af, kişinin tevbe etmesinden sonra olur..

Zıhâr Keffareti

3

"Kadınlarına zıhâr yapıp da, sonra dediklerini geri alacaklar için, birbiriyle temas etmezden evvel bir köle azâd etmeleri gerekir. İşte, bize bununla öğüt veriliyor. Allah, ne yaparsanız, hakkıyla haberdardır".

Zeccâc, "Buradak kelimesi, mübtedâ olarak merfûdur. Bunun haberi, "bir köle azat etmeleri gerekir..." ifadesidir. Ayet-i kerime "onlara..." ifâdesi zikredilmemiştir. Çünkü bd, sözün akışından anlaşılmaktadır. Dilersen sen, bu haberi, "onların ödemeleri gereken keffâret, bir köle azat etmektir" şeklinde de takdir edebilirsin.." demiştir. Bil ki, insanların çoğu, ayet-i kerimedeki, (......) ifâdesinin tefsiri hakkında değişik izahlarda bulunmuşlardır. Özellikle, bu ifâdeyle ilgili olarak, Arapça dil alimlerinin görüşlerinin görüşlerini beyân etmek gerekir. Bir konuda bir çok mesele vardır:

Kısmının İzahı

Ferrâ, "Lügatta, demekle, demek ve demek arasında fark yoktur" demiştir. Ebü Ali el-Fârisî de, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı "Bizi buna sevkeden Allah'a hamd olsun "(Araf, 43), "Onları cehennem yoluna sevkedin" (saffat.23), "Nuh'a vahyolundu"(Hûd, 36) ve "Rabbin ona vahyetti diye... (Zilzâl, 5) ayetlerinde olduğu gibi, ve lâm harf-i cerlerinin birbirinin yerini tuttuklarını söylemiştir.

İkinci Mesele

Ayetindeki "dedilerini" ifadesi hakkında iki izah şekli vardır:

1) Bu, zıhâr lafzıdır. Buna göre mana, "onlar, söyledikleri bu söze dönerler" şeklindedir.

2) Bundan muradın, hakkında konuşulan şey olması da muhtemeldir. Bu da, zıhâr yaparak onların kendilerine haram kıldıkları şeydir. Böylece "kavi" kelimesi hakkında söz söylenilen şeyin yerine geçmiş olur. Bunun bir benzeri de, "Onun söylediği şeye biz varis oluruz" (Meryem, 80) ayetidir ki, bu, "Onun mekûlüne yani bahsettiği eye biz varis oluruz" demektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Yaptığı hibeden dönen kimse, dönüp kustuğunu yiyen köpek gibidir Buhâri, hibe, 14. buyurmuştur ki bu kimse, hibe ettiği şeyden (mevhûb'dan) geri dönmüştür. Kişi, "Allah'ım bizim recâmız sensin" der ki bu, "Bizim mercüvvümüz. yani, ümit kaynağımız sensin" demektir. Cenâb-ı Hakk, "Yakîn sana gelene kadar Rabbir.e ibadet et" (Hicr, 99) buyurmuştur. Buradaki "yakîn", "mükanun bin" yani "kendisine kesin inanılan şey" anlamındadır. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifadesi, "Onlar, hakkında bu sözü söyledikleri şeye dönerler" demektir.

Sonra biz bu lafzı, birinci şekle göre tefsir edersek, deriz ki: Dil âlimleri, "O iş ikinci kez yaptı" anlamında denilmesinin, "yaptığını bozdu" anlamında yine denilmesinin caiz olduğunu söylemişlerdir ki bu, makûl bir izahtır. Çünkü birşeyi yapıp da, sonra, o şeyin mislini (aynısının) denilmesini dileyen, mutlaka o mahiyete (şeye) yeniden dönmüş demektir. Yine birşeyi yapıp da sonra, onu ibtâl etmeyi isteyen kimse de yine ona dönmüş demektir. Çünkü birşeyi yok etme işi, ancak yeniden ona dönmekle mümkün olur.

Üçüncü Mesele

Önceki anlattıklarımızdan ortaya çıkmaktadır ki, ayetteki bu ifadeden murad, onların, onu bozmak ve gidermek için o şeye dönmüş olmaları manası olabileceği gibi, yine onların o şeye, onu yeniden (tekrar) yapmak için dönmüş olmaları manası da olabilir. Birinci ihtimal, ekserî müctehidlerin benimsediği mana olup, onlar bunu birkaç şekilde izah etmişlerdir:

1) Şafiî'nin görüşüne göre, "onların söyledikleri şeye dönmeleri"nin manası, zıhârdan sonra, hanımını boşaması mümkün olan bir zaman süresince boşamadan söz etmemesidir. Bu böyledir, çünkü, kişi zıhâr yaptığında, hanımını kendine haram kılmayı kastetmiştir. Eğer o, bunun peşinden talak ve başlattığı haram kılma işini tamamlamış olur ve ona keffaret de gerekmez. Eğer bu kimse talaktan söz etmezse, bu, onun, başlamış olduğu, hanımını kendine haram kılma işinden pişman olduğuna delâlet eder ve o zaman onu keffaret gerekir.

Ebû Bekir er-Râzî (el-Cessas) ise, Ahkâmu'l-Kur'ân'ında, bu görüşün, şu iki yönden hatalı olduğuna istidlal etmiştir:

a) Cenâb-ı Hak, "Sonra dediklerinin geri alacaklar için..." buyurmuştur. Buradaki "sonra" (sümme) kelimesi, sonralığı gerektirir. Şafiî'nin görüşüne göre, zıhâr yapan kimse, zıhâr yapmasının hemen ardından, gecikmeksizin, zıhârından dönmüştür. Ama bu mana, ayetin gerektirdiği mananın aksinedir.

b) Zıhâr yapan kimse, hanımını anasına benzetmiştir. Anasını yanında tutmak ise haram değildir. Şu halde hanımı anaya benzetmek zevcesini yanında tutmanın haramlığını gerektirmez. Şu halde zevcesini yanında tutmak ona zıhâr yapanın, "Sen bana anamın sırtı gibisin" sözünü bozmayı gerektirmez. Böylece de, geri dönmenin (avdetin), nikâh altında tutmamasında tefsir edilmemesi gerekir.

Birinci istidlale (itiraza) şöyle cevâp verilir: Aynı şy, Ebû Hanife'nin görüşüne karşı da söz konusudur. Çünkü o, "dönme" kelimesini, "hanımla cinsi münasebette bulunmanın mubah olması" şeklinde tefsir etmiştir. O halde zıhâr yapanın, bu tefsire göre, zıhâr lafzını söylemesinin hemen peşinden, belli bir süre geçmedikçe, hanımına dönmemesi gerekir. Halbuki ümmet, bunun o kocanın hakkı olduğunda icmâ etmiştir. Böylece bu problemin, Ebû Hanife'ye karşı da vârid olduğu görülür.

Sonra biz deriz ki: O kimse, onu boşaması mümkün olduğu zaman süresince, zıharım bozmazsa, onun zıhânndan avdet ettiğine hükmedilemez. O muhakkak ki, bu kadar bir zamanın geçmesiyle, zıhâr yapan durumunda olmaktan vazgeçen kişi olması gecikmiş olur. Bu da, (sonra) kelimesinin muktezasıyla amel etme konusunda yeterlidir.

Cessâs'ın ikinci itirazına şöyle cevap verilir: Evlenme yoluyla anayı nikâh altında tutmak ve ondan bu manada yararlanmak haramdır. Binâenaleyh zıhâr yapanın hanımına, "Sen bana, anamın sırtı gibisin" sözünde, bu benzetmenin, hanımı karı-kocalık yolu ile yahut ondan yararlanma yolu ile, tutma hususunda olduğuna dair bir açıklama (ifade) yoktur. Buna göre bu ifadeyi, bütün yönlerden ele almak gerekir. Binâenaleyh kocanın, "Sen bana anamın sırtı gibisin" sözü, hanımının, zevciyyet yolu ile tutulmasının haramlığı bakımından anaya benzetilmiş olmasını gerektirir. O, hanımını boşamadığında da, zevciyyet yolu üzere, hanımını nikâh altında tutmuş olur. Böylece de bu nikâh altında tutma, o kişinin "Sen bana anamın sırtı gibisin" sözünün muktezasını bozmuş olur. Dolayısıyla da o kocanın, sözünden dönmüş olduğuna hükmetmek gerekir. Bu, İmam Şafiî'nin mezhebinin izahı sırasında özetlenmiştir.

2) "Avdet" (dönme, geri alma) hususundaki ikinci görüş, Ebû Hanife'nin şu görüşüdür: Dönme, cinsî münasebetin, hanıma dokunmanın ve ona arzuyla bakmanın mubah hale gelmesinden ibarettir. Hanefîler bunu şöyle açıklarlar: Çünkü kişi, zıhâr yaparak, bu şeylerin haramlığı hususunda anasına benzetip, sonra da bu şeylerin yeniden mubah olmasını isteyince, "Sen bana anamın sırtı gibisin" sözünden avdet etmiş (dönmüş) olur. Bil ki bu görüş zayıftır. Çünkü o kimse hanımını, anasına benzettiğinde, hangi bakımlardan anasına benzettiğini açıklamamıştır. Böylece bu benzetmeyi, hanımından yararlanma ve ona arzuyla bakmanın haramlığına hamletmek, zevciyyet yoluyla hanımını nikâh altında tutmak manasına hamletmekten daha evlâ değildir. Dolayısıyla da bu benzetmeyi, bütün yönlerden düşünmek gerekir. Durum böyle olunca, koca, zevciyyet yolu üzere hanımını, bir an bile nikâhı altında tutmuş olsa, o zaman "Sen bana anamın sırtı gibisin" sözünün hükmünü bozmuş olur. Böylece de avdet (dönme, geri alma) işinin tahakkuk etmiş olması gerekir.

3) Avdet (dönme) ile ilgili üçüncü görüş, İmam Mâlik'in şu görüşüdür: "Kadına dönme, onunla cinsî münasebette bulunmaya azmetmekten (niyetlenmekten) ibarettir." Bu görüş de zayıftır. Çünkü bu nanımıyla cinsî münasebete yönelmek, onun haramlığını nakzetmez. Onun haramlığını nakzeden (bozan şey) ise, onunla cinsî münasebeti helâl görmeye yönelmektir. O zaman biz, Ebû Hanife (r.h)'nin görüşüne döneriz.

4) "Avdet" ile ilgili bu görüş, Tavus ve Hasanü'l-Basrî'nin şu görüşüdür: "Onun hanımına dönmesi, hanımıyla cima etmesinden ibarettir." Bu görüş, yanlıştır; çünkü ayetteki, "Sonra, dediklerini geri alacaklar için birbiriyle temas etmezden evvel bir köle azat etmek gerekir" ifâdesi, "bir köle azat etmek gerekir..." şeklinde, takibiyye fâ'sı ile gelmiştir. Bu, keffâret ödemenin, dönmeden sonra olmasını gerektirir. Yine, bu ayetteki, "birbiriyle temas etmezden evvel" kısmı da, bu keffâret ödemenin, cimâdan sonra, cimâdan önce olmasının gerekliliği sabit olunca dönmenin, cimâdan başka bir şey olması gerekir.

Bil ki, âlimlerimiz şöyle demiştir: Farzet ki, bu ayette zikredilen dönme, geri alma. cima manasına da, cinsî münasebete azmetme manasına da, cimâyı mübâh görme manasına da uygundur. Ancak şu kadar var ki, İmam Şafiî'nin söylemiş olduğu şey. bu ismin kendisine uygun düştüğü en az manadır. Binâenaleyh, bu hükmün onunla ilgili olması gerekir. Çünkü, bu asgarî miktarla avdet işi tahakkuk etmiş olur. Diğerleri ise, bundan daha fazla olup, bundan onun kastedildiğine dair kesin bir delil yoktur. (......) kelimesindeki ikinci ihtimal, bu ifadenin, "daha önce yaptıklarını yeniden yaparlar" anlamında olmasıdır. Bu ihtimale göre de, ayette birkaç izah vardır:

1) Sevri, "Avdet, İslâmiyet döneminde zıhâr yapmaktır.." demiştir. Bunun izahı şöyledir: Cahiliyye Arapları, zıhâr ile hanımlarını boşuyorlardı. Cenâb-ı Allah, zıhârın İslâm'daki hükmünü, cahiliyye dönemi Arapları nezdindeki hükümden değişik belirlemiş ve "Kadınlarına zıhâr yapanlar, (yani cahiliyye döneminde), sonra da, dediklerine dönenler için, (yani İslâmiyet geldikten sonra bu işi yeniden yapanlar için)..." buyurmuştur. Bu, "Onlar, İslâm geldikten sonra, cahiliyye döneminde iken söyledikleri gibisini söylüyorlar, Binâenaleyh, bunun keffâreti şöyle şöyledir..." anlamına gelir.

Bizim alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Bu görüş zayıftır, çünkü Cenâb-ı Hakk, zıhârdan bahsetti, ondan sonra da, (......) sonra" kelimesiyle de, avdetten bahsetti. Bu, avdetin, zıhârdan başka bir şey olmasını gerektirir. Binâenaleyh, eğer onlar, "Hanımlarına zıhâr yapanlar" ifâdesinden muradın, İslâm'dan önce ilgili hanımlarına zıhâr yapmakta olanlar olduğunu; (Bakara, 102) ayetinin (......) takdirinde olması gibi, lafzının zımmen bulunduğunu söylerlerse, biz de deriz ki: Takdir ve gizleme, aslolanın hilafınadır.

2) Ebu'l-Âliye, "Zıhâr lafzını tekrarladığı zaman, koca, avdet etmiş olur. Eğer tekrarlamazsa, bu avdet olmaz" demiştir. Bu, lafza ve zahire bağlı olanların görüşüdür. Onlar bu görüşlerine, "Sonra dediklerine geri dönerler" ifadesi, yaptıkları şeye geri dönmeye delâlet eder. Bu ise, ancak o işi tekrarlamakla olur" diyerek delil getirmişlerdir. Bu görüş de iki bakımdan zayıftır:

a) Eğer, ayetten murad bu olsaydı, ayet, "dediklerini iade ederlerdi" şeklinde olurdu.

b) Bu, Evs (radıyallahü anh)'ın hadisidir. O, zıhârı tekrar etmemiştir; ancak o, cimâya kastetmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, ona keffâreti gerekli görmüştür. Seleme bin Sahr el-Beyâdî (radıyallahü anh) ile ilgili hadis de böyledir. O, "Ben cimâya karşı sabırlı değildim. Binâenaleyh ayı gelince, fecr doğduktan sonra, cima etmekten kendimi alıkoyamayacağım korkusuyla, bütün ramazan ayı boyunca hanımıma zıhâr yaptım. Sonra, yine sabredemedim, onunla cima ettim. Ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip, ona bu durumu haber verdim ve "Allah'ın hükmünü icra et" dedim. O da, "Bir köle azat et" buyurdu. Böylece, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Seleme, zıhârı tekrar ifâde etmediği halde, ona, keffâretin vâcib olduğunu beyân etmiştir.

3) Ebû Müslim el-İsfehanî, "Avdet'in anlamı, kişinin ilk defa söylemiş olduğu zıhâr" kelimesini yemin ife söylemiş olmasıdır. Binâenaleyh, eğer o, yemin etmemiş ise, buna keffâret gerekmez. Bu, şuna kıyasla böyledir: Eğer kişi, bazı yiyecekler hakkında, "Bu bana, insan eti gibi haramdır" dese, bu sözden dolayı (bozması halinde) ona keffâret gerekmez. Ama, bunu yemin ederek söylese, o zaman ona, keffâret-i yemin gerekir" demiştir. Bu görüş de zayıftır, çünkü menâsik-i hac'da, keffâret, icmâ ile vâcibtir. Halbuki burada, bir yemin de söz olmadığı halde, hatâen öldürmede de keffâret gereklidir.

Köle Azâd Etme

Cenâb-ı Hakk'ın, "Birbiriyle temas etmeden evvel bir köle azâd etmeleri gerekir..." ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Alimler, zıhânn haram kıldığı şey hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bu hususta İmam Şafiî'nin iki görüşü vardır: 1) Zıhâr, sadece cinsî münasebeti haram kılar.

2) Daha hevesli olan bu görüşüne göreyse, zıhâr hanımından istifade cihetlerinin hepsini haram kılar. Bu, aynı zamanda, Ebû Hanîfe (radıyallahü anh)'ın da görüşüdür. Bunun birkaç delili vardır:

a) Allahü teâlâ, "birbiriyle temas etmeden evvel bir köle azat etmeleri gerekir" buyurmuştur. Binâenaleyh, bu, bütün dokunma ve temas çeşitlerini, ister el ile, isterse başka bir şeyle olsun, içine alır.

b) Ayetteki, "Hanımlarına zıhâr yapıp da..." ifâdesi, kocaya, hanımını anasının sırtına benzetmiş olması sebebiyle, hanımının ona haram olmasını gerektirir. Dolayısıyla, nasıl anasının sırtına dokunması ve temas etmesi haram ise, aynı halin, aynı şekilde hanımı için de söz konusu olması gerekir.

c) İkrime'nin rivayetine göre, bir adam hanımına zıhâr yaptı. Sonra, keffâret ödemeden, onunla cinsî münasebette bulundu ve gelip, bu durumu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haber verdi. Hazret-i Peygamber de, "Keffâret verinceye kadar hanımından uzak dur...' Müsned, 6/369, Ebû Dâvud, talak, 17 (2/268). buyurdu.

Zıhârın Teaddûdû

Alimler, tekrar tekrar zıhâr yapan kimse hakkında ihtilaf etmişlerdir. İmâm Şafii ve Ebû Hanife, "Aynı mecliste olmaması ve bu tekrar ile tekîdin kastedilmemesi durumunda, her zıhâr için bir keffâret gerekir. Aynı mecliste ve tekîd gayesiyle tekrar edilen zıharlar içinse, tek keffâret gerekir" demişlerdir. İmam Mâlik, "Kim karısına, yüz ayrı mecliste zıhâr yapsa, yine ona, ancak bir keffâret gerekir" demiştir. Bizim delilimiz şudur: "Kadınlarına zıhâr yapanlar için.., bir köle azâd etmeleri gerekir..." ayeti, zıhârın, keffâretin vâcib oluşunun illeti olmasını gerektirir. İkinci bir zıhâr bulununca, keffâretin vâcib olmasının illeti bulunmuş olur. İkinci zıhâr ise, ya birinci keffâreti, ya da ikinci keffâretin illeti olmuş olur. Birinci ihtimâl bâtıldır; çünkü o keffâret, birinci zıhâr ile vâcib olmuştur. Olanın yeniden olması (tahsil-i hâsıl) imkânsızdır. Ayrıca, illetin hükümden sonraya kalması da imkânsızdır. Böylece anlıyoruz ki, ikinci zıhâr, ikinci bir keffâreti gerektirmektedir. İmam Mâlik. "Ayetteki, "Zıhâr yapanlar" ifâdesi, hem bir kere zıhâr yapan, hem de pek çok kere zıhâr yapan kimseyi içine almaktadır. Sonra Cenâb-ı Hakk bu kimseye bir köle azadını farz kılmıştır. Böylece anlıyoruz ki, tek bir keffâret, ister bir defa, ister pekçok zıhâr olsun, yeterlidir" diyerek delil getirmiştir. Buna şöyle cevap verilir: Allahü teâlâ, "Allah sizi, yeminlerinizdeki "lağv"den dolayı sorumlu tutmaz. Fakat sizi, kalblerinizin azmettiği yeminler yüzünden hesaba çeker. Bunun da keffâreti, on yoksulu doyurmaktır..."(Maide, 89) buyurmuştur. Bu ayet, zahiren, çok sayıdaki yemin için, ancak bir tek keffâretin farz olmasını gerektirir. Halbuki bu böyle değildir. Bu böyle olmayınca, siz (Mâlikilerin) söylediği şey de yanlış olur.

Bütün Hanımlarına Zıhâr Yapan

Nikâhı altında dört kadın bulunan ve de, "Sizler bana anamın sırtı gibisiniz" demek suretiyle, hepsine birden tek bir ifadeyle zıhâr yapan hakkında, İmam Şafiî'nin iki görüşü vardır. Bu görüşlerden, doğruya en yakın olanına göre, bu kimseye, zıhâr yaptığı hanımlarının sayısınca, yani dört keffâret gerekir. Bunun delili ise, daha önce zikrettiğimiz husustur. Buna göre, bu kimse bu sözü ile, falan kadına zıhâr yapmış, böylece bu zıhâr sebebiyle ona bir keffâret gerekmiştir. Yine o aynı bu ifadesi ile, falanca kadınına, zıhâr yapmış olur. Böylece bu ikinci (ve üçüncü ve dördüncü) zıhâr da, başka keffâretleri gerektirmiş olur.

Dördüncü Mesele

Ayet-i kerime, keffâretin temasdan (cinsî münasebetten) önce geçerli olduğuna delâlet eder. Eğer keffâreti ödemeden o kişi hanımıyla cinsî temasta bulunursa, ona ancak tek bir keffâret gerekir. Bu, İmam Mâlik, Ebû Hanife, Şafiî, Süfyan es-Sevrî, İmam-ı Ahmed ve İshak b. Rahuye gibi (Allah hepsine rahmet etsin), ekserî ilim erbabının görüşüdür. Bazı alimler de, "Eğer koca, keffâret ödemeden önce, hanımıyla cinsî münasebette bulunursa, ona iki keffâret gerekir" demişlerdir. Bu, Abdurrahman b. Mehdî'nin de görüşüdür. Bizim delilimiz, ayetin zıhâr yapan kimseye, hanımıyla temas etmezden önce, keffâret ödemesinin gerekli olduğuna delâlet edişidir. İşte burada, öncelik vasfı fevt olmuş, keffâretin vacibliği kalmış olur. Şu halde ayette, keffâret öncesi yaklaşmadan ötürü başka bir keffâret gerektirdiğine delil yoktur.

Keffaret İçin İcbar

En açık olan görüşe göre, kadın için de, kocası keffâreti ödeyinceye kadar, kocasını kendisine yaklaştırmaması gerekir. Eğer koca, keffâreti hafife alırsa, bu sefer, koca ile kadın arasına, kadı (hakim) girer ve kadınla cinsî müanasebete karşılık ödemesi gereken hakkı (keffâreti) tam ödetmek için, dayakla bile olsa, kocayı keffâret ödemeye zorlar. Alimler şöyle demişlerdir: "Kişi sadece keffâretler içinde zıhâr keffâretinden ötürü zorlanır ve (gerekirse) hapsolunur. Çünkü keffâreti edâ etmemek, kadına zarar vermekve onun hakkını yerine getirmekten kaçınmaktır."

Altıncı Mesele

Ebû Hanife (r.h), "Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir köle azâd etmeleri gerekir" ifadesinden ötürü, köle ister mü'min, ister kâfir olsun, yeter. Çünkü bu lafız, bütün köleleri içine alan, umûmî bir ifadedir" demiştir. İmâm Şafiî ise, azad edilecek bu kölenin mutlaka mü'min olması gerektiğini söylemiştir. Onun delili şu iki şeydir:

1) Müşrik, pistir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Şüphesiz müşrikler pistir" (Tevbe. 28) buyurmuştur. Pis olan herşeyi ümmetin icmâ ile, habis ve pistir. Cenâb-ı Hakk ise, habîs şeyler hakkında, "Habis şeylere dokunmayın, onları infak etmeye yeltenmeyin" (Bakara, 267) buyurmuştur.

2) Biz, öldürme (kati) keffâretinde, azâd edilecek kölenin mü'min olması gerektiğinde icmâ etmiştik. Bu keffârette de durum aynıdır. Herkesin benimsediği görüşe göre, azâd etme, bir iyiliktir. Bunu iman ile sınırlamak (mü'minlere has kılmak), bu iyiliği, Allah'ın dostlarına yapıp, Allah düşmanlarını bundan mahrum bırakmayı gerektirir. Bunu iman ile sınırlamamak ise, Allah'ın dostlarının bundan mahrum kalmasına yol açar. İşte bundan dolayı, bu faydayı elde etmek için, bunu iman ile sınırlamak gerekir.

Yedinci Mesele

İmâm Şafiî (r.h)'ye göre, "mükâteb" köleyi azâd etmek, zıhâr keffâreti için yeterli (geçerli) olmaz. Ebû Hanîfe (r.h) ise, "Zıhâr yapan, eğer bu mükateb köle (efendisine) henüz hiçbir şey ödemeden onu azâd ederse, zıhâr keffâreti olarak yeter. Eğer köle birşeyler ödemiş iken onu azâd ederse, "zâhirürrivayeye" göre, bu kifayet etmez" demiştir. Hasan Ebû Hanîfe'den, "Bu köle azadının kâfi geleceği" görüşünü de rivayet etmiştir. Bunda Ebû Hanîfe'nin delili şudur: (Bakara, 177) ayetinden ötürü, mükâteb kölenin de, rakabeye (kölelere) dahil olmasıdır. Köle olma durumu ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir köle azâd etmeleri gerekir" ifadesinden ötürü, keffâret için yeterlidir. İmâm Şafiî'nin delili ise şudur: Köle azâd etmeyi gerektiren durum, mükâteb kölenin azâd edilmesinden sonrada durum devam eder. Köleler konusunda, amel edilmemeyi gerektiren husus, burada mevcud değildir. Bu sebeple de hükmün, aslı üzerine devam etmesi gerekmiştir.

Bunu gerektiren şey şöyle izah edilir: Sabit olanda aslolan, onun bulunduğu hal üzere devam etmesidir. Bu ikisini birbirinden ayıran husus şöyle izah edilir. Mükâteb köle, hernekadar o, efendisinin mülkiyetinden henüz çıkmamış ise de, onun mülkiyetinden çıkmış gibidir. Fakat onun köleliğinde bir noksanlık mümkündür. Bunun delili ise, o kölenin, kendi kazancına kendisi daha müstehak olup, efendisi için ise, onun üzerinde bir takım tasarrufta bulunmasının imkânsız oluşudur. Öyle ki efendisi onu öldürse, kıymetini tazmin eder. Meselâ efendi, mükâteb olan cariyesi ile cinsî münasebette bulunsa, o cariyenin mihri, efendiye borç olur, efendinin bunu ödemesi gerekir. Yine malûmdur ki, katıksız mülkiyeti, bir takım zayıflık ve ziyan şaibelerinden uzak tutmak, mâlik, zayıf olan mülkü bunlardan uzak tutmaktan daha zor ve ağır gelir. Kişinin, normal köleyi azâd ile mesuliyetten çıkmasından, onun mükâteb köleyi azâd etmekle de sorumluluktan çıkması gerekmez. İkinci bir izaha göre ise şöyle denilir: Biz, şayet efendi öldükten sonra vârisler, köleyi azâd etseydiler, bunun keffâret olarak yeterli olmayacağı hususunda icmâ etmiştik. İşte bunun gibi, vâris bırakan da onu azâd ettiğinde böyledir. Câmî (bu ikisinde ortak taraf) ise, bu mülkiyetin zayıf oluşudur.

Sekizinci Mesele

O köleyi, eğer, keffâret niyetiyle bir akrabası alıp azâd etse, bu köleyi azâd olur. Fakat Şafiî'ye göre, bu keffâret yerine geçmez. Ebû Hanîfeye göre ise, bu zıhâr keffâreti yerine geçer. Ebû Hanîfe'nin hücceti, ayetin zahirine tutunmaktır. İmâm Şafiî'nin hücceti ise, daha önce geçmiş olan husustur.

Keffârette Doyurma

Ebû Hanîfe, keffâretlerde fakiri doyurma şartının, yiyecek bulmaya ve yedirmeye imkân bulmakla yerine getirileceğini söylemiştir. Şafiî'ye göre ise, fakiri ona mâlik kılmakla edâ edilir. Ebû Hanîfe'nin delili, ayetin zahiridir. Buna göre, vâcib olan, bizzat yedirmektir. Yedirmenin hakikati ise, yeme imkânı sağlamaktır. Bunun böyle olduğunun delili ise, "Ailesine yedirmekte olduğunuzun orta derecesinden on yoksulu doyurmak..." (Mâide.89) ayetidir. Bu, hem yeme imkânı verme, hem de fakiri o yiyeceğe bizzat mâlik kılmakla yerine getirilir. Zıhâr keffâretinde de böyledir. İmâm Şafiî'nin hücceti ise, bunu, zekâta ve sadakayı fıtra kıyastır.

Onuncu Mesele

Şafiî "Her bir fakire, yiyip-içtiği o beldenin yiyeceğinden olmak üzere, bir müdd (ölçek) buğday, veya arpa, veya pirinç, veya hurma, yahut keş peyniri verilir. Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ölçeğine (ölçü birimine) göre olup, ondan sonra ortaya çıkmış ölçekler itibara alınmaz" demiştir. Ebû Hanîfe ise "Her bir fakire (zıhâr keffâreti için), yarım ölçek buğday, veya un, veya kavut, yahut bir "sa' " hurma, veya arpa verilir. Bunun dışında verilecek miktarlar yeterli olmuştur" demiştir. Şafiî'nin delili şudur: Ayetin zahiri, "yedirme"yi gerektirmektedir. Yedirmenin mertebeleri ise, kemiyet ve keyfiyet açısından farklı farklıdır. Bu nedenle, "yedirme" lafzını, bunların bir kısmına hamletmek, diğerlerine hamletmekten daha evlâ değildir. Binâenaleyh bu lafzı, zahiren olması gereken en az şeye hamletmek gerekir. Bunun en azı ise, "müdd" miktarıdır.

Ebû Hanîfe'nin delili ise, Evs b. Sâmit (radıyallahü anh) ile ilgili hadiste geçen, "Her yoksul için, yarım "sa " buğday ver" hadisidir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) ve Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'nın, "Her fakire, iki müdd (ölçek) buğday verilir" dedikleri rivayet edilmiştir. Bir de göz önünde bulundurulması gereken, her yoksulun o gün şartlarındaki günlük ihtiyacıdır. O zaman bu, sadakayı fıtrin bir benzeri olur. Bu da, "müdd" ile değil, söylediğimiz şey ile edâ edilir.

Onbirinci Mesele

Eğer o kimse, bir yoksulu, altmış defa yedirse, İmâm Şafiî'ye göre bu, keffâret olarak, kifayet etmez; Ebu Hanîfe'ye göre ise kifayet eder. Şafiî'nin delili, bu ayetin zahiridir. Çünkü ayet, altmış yoksulun doyurulmasının vâcib olduğunu ifâde ediyor. Dolayısıyla ayetin zahirine uymak gerekir. İmam Ebû Hanîfe'nin delili ise, bundaki gayenin, ihtiyacı gidermek olmasıdır ve bu, (bir fakiri altmış kere doyurmakla) yerini bulmuş olur. Şafiî, buna karşı şöyle diyebilir: "Lafzın zahirinin ifade ettiği hükümler, böylesi takdirlerden üstündür. Binâenaleyh bu gibi hususlarda kıyastan kaçınmak vâcibtir. Ve yine belki de altmış ayrı kişiyi sevindirmek, bir kişiyi (altmış kere) sevindirmekten Hakk'ın rızasına daha uygundur."

Onikinci Mesele

Şâfî uleması şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, köle hakkında, "Fakat kim bulamazsa, birbiriyle temas etmezden evvel, fasılasız iki ay oruç tutsun..", oruç hakkında da, "buna da güç yetiremezse, altmış yoksulu doyursun..." buyurmuş, birincisinde, "kim bulamazsa...", ikincisinde, "kim güç yetiremezse..." demiştir. Binâenaleyh, malı olmayan kimse, o anda köle azâd etmekten aciz olması sebebiyle hemen oruca geçemez!.. Ama, o anda hasta olan kimse, eğer hastalığı, iyileşmesi umulmayan bir hastalık ise, fakir doyurma şıkkına geçebilir. Bu iki durum arasındaki fark şudur: Allahü teâlâ, fakir doyurma şıkkına geçme hususunda, "kim güç yetiremezse" buyurmuştur. Bu, o anda hemen söz konusu olan hastalık sebebiyledir: Şu andaki acizlik ise, güç yetirilemeyen bir durumdur. Allahü teâlâ köte azâd etme durumu hakkında ise, "kim bulamazsa" buyurmuştur. Bu, "kim bir köle bulamazsa" veya "köte satın alacak mala sahip olamazsa" demektir. Malı olmayan kimse, malını yitirmiş olan kimse, diye isimlendirilmez. Yine, bu ikisi arasındaki farkın şu olduğu söylenebilir: Mal elde etmek, kişinin iradesiyle ilgilidir. Ama hastalığı gidermek, insanın iradesiyle olamaz.

Onüçüncü Mesele

Alimlerimizden bazıları şöyle demişlerdir: "Aşırı şehvet arzusu ve cinsî münasebet düşkünlüğü, keffârette, oruçtan fakir doyurmaya geçme hususunda bir özürdür. Bunun delili şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir bedevî araba, oruç tutmasını emretmiş, bedevi de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Bu iş zaten oruçtan dolayı başıma geldi, nasıl dayanabilirim?" demiştir. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Fakirleri doyur" buyurmuştur. Bu hadis şehvet düşkünlüğünün, ketfârette, oruçtan fakir doyurmaya geçme hususunda bir mazeret olduğuna delâlet eder. Ayrıca, "istitâ'e", vüs'atin; vüs'at de takatin üzerindedir. Binâenaleyh "istitâ'e", insanın, bu işi kolaylıkla yapabilmesidir. Malûmdur ki, şehvet düşkünlüğü bulunan kimsede, bu anlamda bir "istitâ'a" yoktur. İşte bütün bunlar, Kur'ân'ın anlaşılmasına taalluk eden, bu ayetteki hususların kısa bir özetidir. En iyisini Allah bilir.

Cenâb-ı Allah, "İşte size, bununla öğüt veriliyor. Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır" buyurmuştur. Zeccac ifâdesi, keffâretin önemini göstermek içindir. Bu ifâde, "Keffâretin sıkı tutulması, aharı terk edesiniz ve tekrar yapmayasınız diye, size bir öğüt ve nasihattir" anlamındadır" demiştir. Bir başkası da, "Bu ifâde, "işte siz, keffâretle emrolunuyorsunuz.." anlamındadır" demiştir. Allah, keffâreti ödeme ya da ödememe hususunda ne yaparsanız hakkıyla bilir.

Keffaret Olarak Oruç

Cenâb-ı Hakk bundan sonra, köle azâd etmekten aciz olan kimse hakkındaki hükmü beyan etmiş ve şöyle demiştir:

4

"Fakat kim bunu bulamazsa, birbiriyle temas etmezden evvel, fasılasız iki ay oruç tutsun. Kim, buna da güç yetiremezse, altmış yoksulu doyursun. Bu hafifletme Allah ve peygamberine iman etmekte olduğunuz içindir.. Bunlar Allah'ın sınırlandır. Kâfirler içinse, elem verici bir azâb vardır".

Ayet-i kerime, bu orucun peş peşe tutulmasının bir şart olduğuna delâlet eder. Allahü teâlâ, köle azâd etme ve oruç hususunda, bunların cinsî münasebetten önce bulunması gerektiğini belirtmiştir. Sonra da, "kim buna güç yetiremezse, o, altmış yoksulu doyursun" buyurmuştur. Ama, bu doyurma işinin, cinsî münasebetten önce olması gerektiği hususunu zikretmemiştir. Fakat, bu iş de, icmâ'ın delaletiyle, ilk ikisi gibi (cinsî münasebetten) önce olmalıdır. Bu ayetle ilgili fıkhı meseleler çok olup, fıkıh kitaplarında zikredilmiştir.

Cenâb-ı Hak, "Bu (hafifletme), Allah ve peygamberine iman etmekte olduğunuz içindir. Bunlar, Allah'ın sınırlandır. Kâfirler içinse, elem verici bir azâb vardır" buyurmuştur. Ayetin başındaki ile ilgili, iki görüş vardır:

1) Zeccâc, "Bu, ref mahallindedir ve "Koyduğumuz bu hükümlerin farz kılınışı..." anlamındadır" demiştir.

2) Bu, "Bizim bu izahı yapmamız ve bu ahkâmı öğretmemiz, sizin, şeriatıyla amel etme hususunda Allah ve Resulünü tasdik etmemiz; zıhârı en güçlü boşanma şekli kılma biçimindeki câhiliyye adetine devam etmemiz içindir..." demektir.

Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Mu'tezile, ayetteki "iman etmekte olduğunuz için..." ifâdesini, Allah'ın fiillerini gaye ve sebeplere bağlı olduğu ve O'nun gayesinin ise, mü'minlerin Allah'a iman edip, daha önce bulundukları câhüiyye dönemindeki küfür halinde bulunmamaları olduğuna delâlet ettiği hususunda hüccet getirmişlerdir. Bu da, Allahü teâlâ'nın, onlardan imam ve küfür etmemeyi murad ettiğine delâlet eder.

İkinci Mesele

Ameli imandan addeden kimse, bu ayetle İstidlal etmiş ve "Allahü teâlâ onlara bu amelleri emretmiş ve onlara bunları bu amelleri yapmak suretiyle mü'min olmaları için, emrettiğini beyan etmiştir. Binâenaleyh, ayet-i kerime, amelin imandan bir cüz olduğuna delâlet eder" demiştir. Bunu kabul etmeyenler ise, "Allahü teâlâ, "Bu, bu şeyleri yapmak suretiyle, Allah'a iman etmiş olmanız içindir.." dememiştir. Biz, bunun manasının, "Bu, bu hükümleri kabul etmek içindir..." şeklinde olduğunu söylüyoruz. Sonra, Cenâb-ı Hakk, bu kimseler için tâatın gerekli olduğunu tekîdle beyân ederek, "Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kâfirler içinse, yani bunları İnkâr eden ve yalanlayan kimseler içinse, elem verici bir azâb vardır" buyurmuştur" der..

Resule Karşı Çıkanların Sonu

5

"Allah'ı ve Peygamberine muhalefet etmekte olanlar, kendilerinden evvelkilerin uğradıkları zillet gibi zillete uğratılmışlardır. Halbuki biz, açık açık ayetler indirmişizdir. Kâfirlere, hor hakir kılıcı bir azâb vardır".

Bu ayetle ilgili iki mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Ayetteki, (......) kelimesiyle ilgili iki görüş vardır:

1) Müberred, "Bu kelimenin aslı, "önlemek, mâni olmak" anlamındadır. Arapça, kapıcıya "haddad" denilmesi ve rızkı engellenmiş kimse için de "mahdûd" denilmiş olması bu manadan dolayıdır.." demiştir.

2) Ebû Müslim el-İsfehanî de, "Bu, "hadîd-demir" kökünden gelip, "mufâele" veznindedir. Bundan murat, bu ister hakiki manada olsun isterse, demirle yapılan mücadeleye benzetilerek, şiddetli çatışma ve çekişme anlamında olsun, "demirle, kılıçla, silahla karşılık verme" anlamındadır" demiştir. Müfessirler ise, "Bu kelime, düşmanlık yapan, muhalefet eden.." anlamındadır. Bu bazan, Allah'ın dostlarına karş. savaşmak suretiyle olur, bazan da, Allah'ın dinini yalanlama ve ondan men etme biçiminde olur" demişlerdir.

İkinci Mesele

"Muhalefet etmekte olanlar" ifadesiyle, münafıklar kastedilmiş olabilir. Çünkü onlar, kâfirlere dostluk besliyor,

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in aleyhine, onlara destek veriyorlardı. Bundan dolayı Allah onları zelil kılmıştır. Yine bununla, diğer kâfirlerin kastedilmesi de muhtemeldir. Dolayısıyla, Allahü teâlâ, Resulüne, onların zillete duçar edileceklerini bildirmektedir. Müberred, fiili hakkında, "Allah onu zelil kıldı..." anlamında denilir. Zillete duçar kılınan kimseye, "mekbût" denilir..." demiştir.

Sonra Cenâb-ı Hakk, "kendilerinden evvelki peygamber düşmanlarının uğradıkları zillet gibi bir zillete duçar olacaklardır. Halbuki, Allahü teâlâ, bu peygamberin doğruluğuna delâlet eden apaçık ayetler indirmiştir. Bu ayetleri inkâr edenler için, şereflerini ve kibirlerini gideren, onları hor ve hakir kılan bir azâb vardır" buyurmuş, böylece, bu muhalefet edenlerin azabının, dünyada zillet ve horluk hakirlik, ahirette de o şiddetti azâb olduğunu beyân etmiştir.

Cenâb-ı Allah daha sonra, bu vaîdi mükemmelleştiren hususu zikredip şöyle buyurmuştur:

6

"O günde ki Allah onların hepsini diriltecek ve kendilerine neler yaptıklarını haber verecek. Allah (bütün) onları saymış (tesbit etmiş), onlarsa bunu unutmuşlardı. Allah her şeye hakkıyla şâhiddir".

Ayetin başındaki (......) kelimesi, ya fiiliyle, ya da (......) kelimesi ile mansubtur (yani onun zarf-ı zamanıdır) yahut da, mahzûf bir (hatırla) fiili ile mansubtur. Bu, o günün dehşetini göstermek içindir.

Ayetteki, (hepsini) kelimesiyle ilgili iki görüş var:

1) "Hepsini diriltecek, hiçbirini dirilmemiş olarak bırakmayacak" demektir.

2) Bu "Onlar tek bir halde toplanmış oldukları halde, onları diriltecek" demektir.

Cenâb-ı Hakk daha sonra, "ve kendilerine neler yaptıklarını haber verecek" buyurmuştur. Bu haber verme işi, onları utandırmak, kınamak, ayıplamak ve gördüklerinde bir an önce cehenneme atılmalarını temenni edecekleri hallerini teşhir içindir. Çünkü bütün şâhidler seyredenlerin gözü önünde büyük bir horluk onlara gelmiştir.

Ayetteki, "Allah (bütün) onlan saymıştır" ifadesi, "Onların bu amellerinin, kemiyet, keyfiyet, zaman ve mekân gibi bütün hallerini bilir." Çünkü Allahü teâlâ, cüziyyatı (bütün teferruatı) bilir" demektir. Cenâb-ı Hakk daha sonra, "Onlarsa bunu unutmuşlardı" buyurmuştur. Çünkü onlar, bu amelleri önemsemediler, küçümsediler ve gevşek davrandılar ve böylece gerçekten onları unuttular. Halbuki "Allah herşeye hakkıyla şâhiddir". Ona, kesinlikle hiçbir şey gizli kalmaz.

Allah İlmi İle Her Yerde

Hak teâlâ daha sonra herşeyi bilir olduğunu iyice izah etmek için şöyle buyurdu:

7

"Görmedin mi ki göklerde ne var, yerde ne varsa, Allah hepsini bilir. Neredi üç kişi fısıltı ile konuşsa, muhakkak O, bunların dördüncüsüdür. Bit beş kişiden olsa (bu iş), o muhakkak bunların altıncısıdır. Bundan daha az, (veya) daha çok (sayıda kişiden bu fısıldaşma olsa), muhakkak O, onlar nerede olurlarsa olsunlar, onlarla beraberdir Sonra O, bütün yaptıklarını kıyamet gününde kendilerine haber verecektir. Çünkü Allah, her şeyi hakkıyla bilir".

İbn Abbas (radıyallahü anh), "görmedin mi ki?" ifadesi, "bilmiyor musun ki? manasınadır" demiştir, ben de diyorum ki: Bu doğrudur. Çünkü Allahü teâlâ'nıı herşeyi bilir oluşu görünmez, fakat deliller vasıtası ile bilinir, anlaşılır. "Görme' kelimesi bu "bilme" manasında kullanılmıştır, çünkü Allah'ın âlim oluşunun delili O'nun muhkem, muntazam, sapasağlam işleridir. İşleri böylesine düzgün ve sağlan olan, şüphesiz âlimdir. Buradaki birinci mukaddimeye gelince, bu, göklerin ve yeriı hayranlık veren hadiselerinde, bitkiler ve canlıların oluşumlarında görülmekte anlaşılmaktadır.

İkinci mukaddimeye gelince, bu da son derece açıktır. Şöyle ki, Allah'ın böyle âlim olduğuna delâlet eden delil açık ve net olunca, muhakkak ki, bu ilim ve istidlalin de, açıklık ve netlik derecelerinin en üst mertebesine ulaşmış, böylece de algılanan ve görülen birşey gibi olmuş olması gerekir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hakk, "görme" lafzını bilme manasında kullanıp "Görmedin mi ki" buyurmuştur. Allah'ın, herşeyı bilmesine gelince, bunun sebebi de şudur: Çünkü O'nun ilmi kadim bir ilimdir.

Buna göre, bilinen bütün şeyler, bilinebildikleri açısından müşterek oldukları halde, eğer Allah'ın ilmi sadece bir kısmına taalluk etmiş olsaydı, bu ilim, bu tahsisde, bir tahsis edene muhtaç olurdu, bu ise, Allah hakkında imkânsızdır. Binâenaleyh şüphesiz Allahü teâlâ'nın bütün herşeyi bilir olması gerekir. Bil ki Cenâb-ı Hak, "Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah şüphesiz hepsini bilir" buyurmuş, ama önce yerde olan şeyleri zikretmemiştir. Böyle bir sıralamanın, son derece enteresan bir sırrı (Önceliği) vardır.

Daha sonra Cenâb-ı Hakk, özellikle kullardan sudur eden fısıldaşma olayını zikretmiş ve "Nerede üç kişi fısıltı ile konuşsa, muhakkak O, bunların dördüncüsüdür. (Bu iş) bir beş kişiden olsa, O muhakkak bunların altıncısıdır. Bundan daha az (veya) daha çok (sayıda kişiden bu fısıldaşma olsa), muhakkak O, onlar nerede olurlarsa olsunlar, onlarla beraberdir. Sonra O, bütün yaptıklarını kıyamet gününde kendilerine haber verecektir. Çünkü Allah, herşeyi hakkıyla bilir" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili bir kaç mesele var:

Farklı Kıraatin İzahı

Ibn Cinnî, "Ebû Hayre, ayeti te ile (......) şeklinde okumuştur. Ekseriyetin kıraati olan, ya ile (......) şeklindeki kıraat, dil yönünden daha vazıhtır. Çünkü bu okuyuşta daha yaygınlık ve cinsin umumîliği (hem müzekker hem müenneslik durumu) vardır. Bu tıpkı, senin: "Bana hiçbir kadın gelmedi" ve "Bana hiçbir cariye gelmedi" demen gibidir. Bir de, fail ile mef'ûl arasına bir fasıla girmiştir. Bu fasıla harf-i cerridir. Öte yandan, "necvâ" kelimesinin müennesliği hakiki müenneslik değildir" demiştir. Fiilin müennes okunuşu, ayetin takdirinin şeklinde oluşundan dolayıdır. Bu tıpkı, "Hiçbir kadın kalkmadı" ve "Hiçbir câriye gelmedi" sözü gibidir.

İkinci Mesele

(......) deki fiili, tam fiildir ve "Üç kişinin fısıldaşması meydana geldiğinde, O Allah, onların dördüncüleridir, mutlaka bunu bilir" manasınadır.

Necvâ

"Necvâ", karşılıklı olarak fısıldaşma (tenâcî) manasında masdardır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların necvâlarının pek çoğunda hayır yoktur"(Nisa, 114) ayetindeki kelime de, aynı manadadır. Zeccâc ise, "Necvâ, (necve)den türemiş olup, necve de, yüksek olan ve göze çarpan şey anlamındadır. Buna göre, bahse konu olan söz, başkasının duymasından uzak olduğu zaman bir sır olduğu için, tıpkı yüksekçe bir yer gibi olur. Çünkü o, yüksek olduğu için, başkalarının ona ulaşmasından emin olmuş olur. Keza necva kelimesini bir sıfat sayıp, "fısıldılaşan topluluk" diye takdir etmek de mümkündür. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar hani necvâ iken, yani gizli konuşurlarken" (İsra, 47) ayeti de böyledir. Bu "Onlar fısıltı sahibleri idiler" takdirindedir. Ayette, muzaaf olan (......) kelimesi hazfolunmuştur. Sıfat olarak gelen bütün masdarlar böyledir.

Dördüncü Mesele

(......) ifadesindeki, "selâse" kelimesinin mecrûr oluşu, şu iki ihtimalden ötürüdür:

1) İzafetten ötürü...

2) "Necvâ" kelimesinin, ismi fail olarak, "mütenâcîn" (fısıldaşanlar) anlamında olmasından ötürü... Buna göre takdir, "Fısıldaşan üç kişi olduğunda..." şeklindedir. Bu durumda "selase" kelimesi sıfat olur.

Beşinci Mesele

Ibn Ebî Able, "selâse" ve "hamse" kelimelerini mukadder bir, "Fısıldaşıyorlar" fiilinin "hâl"i olarak mansub okumuştur ve "Çünkü "necvâ" (fısıldaşma) ifadesi, bu fiile delâlet eder" demiştir.

Altıncı Mesele

Allahü teâlâ, üçü ve beşi zikretmiş, fakat ikisi arasındaki dördü zikretmemiştir. Alimler bu hususta şöyle bazı izahlar yapmışlardır:

1) Bu, Allah'ın rahmetinin mükemmelliğine bir işarettir. Çünkü üç kişi bir araya geldiğinde, onlardan ikisi fısıldaşmaya ve aralarında konuşmaya başlasalar, diğer bir kişi tek başına ve yalnız kalır, bu sebeple kalbi daralır, üzülür. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hakk, o üçüncüye, "Senin arkadaşın ve sırdaşın da Benim" buyurmuştur. Beş kişi de böyledir. Onlar (ikişer ikişer) konuştuğunda, beşinci kişi tek kalır. Ama onlar dört kişi olduklarında, hiç biri tek kalmaz. İşte bu, halktan kesilmiş ve tek başına kalmış olan hiç kimseyi, Allah'ın tek başına ve yalnız bırakmayacağına bir işarettir.

2) Tek sayılar, çift sayılardan daha şereflidir. Çünkü, Allah tekdir, tek'i sever. Binâenaleyh, bütün işlerde, ilahi işlere riâyetin gerekliliğine işaret için, özellikle tek sayıları zikretmiştir.

3) Kendisinden, bir fayda elde edilmek gayesiyle yapılan müşaverede geçerli en az sayı, üç kişidir. Çünkü, iki kişi, müsbet ya da menfi istikamette birbiriyle çekiştiğinde, üçüncüsü onlar arasında, arayı bulan bir hakim gibi olur. Binâenaleyh, işte o zaman bu müşavere tam ve mükemmel olur, gayeye ulaşılmış olur. Müşavere için toplanmış olan bütün topluluklarda da durum böyledir. Dolayısıyla, onlar arasında, görüşü kabul edilecek ve hakem olacak olan bir kişinin mutlaka bulunması gerekir. İşte bu sebepten dolayı, müşavere yapacak olanların sayısı tekli olmalıdır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk ilk iki tekli sayıyı zikretmiş, bundan sonraki tekil sayılara dikkat çekmek üzere, bu ikisini zikretmekle yetinmiştir.

4) Bu ayet-i kerime, mü'minlere öfkelerinden dolayı, birbiriyle fısıldaşmak üzere toplanan münafık bir topluluk hakkında nazil olmuştur ki, onların sayılan, bu iki sayıda idi. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Bu ayet, Amr'ın iki oğlu Rebla ve Habîb ile, Safvân ibn Umeyye hakkında nazil olmuştur. Onlar bir gün, kendi aralarında konuşuyorlardı. Onlardan birisi, "Allah senin ne dediğini bilir mi?" deyince, ikincisi, "Bazısını bilir, bazısını bilmez.." dedi. Üçüncüsü de, "Eğer bazısını biliyorsa, O, hepsini biliyor demektir" der.." demiştir.

5) Abdullah İbn Mes'ûd'un mushafında, bu ayet, "Dört kişi, beş kişi ya da bundan daha an veya daha çoğu fısıldaşmaya başladıklarında, Allah onların beşincisi, altıncısıdır... Allah onlarla beraberdir..." şeklinde varid olmuştur.

Yedinci Mesele

Ayet-i kerime şeklinde, buradaki (......)'nın, cinsini nefy eden lâ olması itibariyle, nasb ile okunmuştur. Bunun, (......)'nın mahalline atfedilerek merfû olarak, ref ile (......) şeklinde okunması da münkündür. Bu (......) demen gibidir. Üçüncü ihtimale göre, bu ikisi de, mübteda olmak üzere merfû olabilirler. denilmesi gibi. Dördüncü ihtimale göre, bu ikisi, ifadesinin mahalline atfen merfû olabilirler. Buna göre sanki, şöyle denilmiş gibi olur: denilmesi gibi olur. Beşinci bir ihtimale göre, bu ikisi, 'ya atfen, mecrûr olabilirler. O zaman, denilmesi gibi olur.

Sekizinci Mesele

(......) kelimesi, bâ ile şeklinde de okunmuştur.

Dokuzuncu Mesele

Allahü teâlâ'nın, onların dördüncüsü oluşundan ve onlarla beraber oluşundan murad, onların sözlerini, İçlerini, açık ve gizli olan her şeylerini bildiğini anlatmaktır. Allahü teâlâ sanki, onlarla beraber bulunmakta, onları müşahede etmektedir... Oysa ki Allahü teâlâ, mekân ve müşahedede bulunmaktan münezzehtir.

Onuncu Mesele

Bazıları fiili, nûn'un sükûnuyla, (......) şeklinde okumuşlardır ki, ve aynı anlamdadır. Ayet-i kerimedeki, "Sonra O, bütün yaptıkları kıyamet gününde kendilerine haber verecektir" cümlesi, "Allahü teâlâ, onları, bunlardan dolayı hesaba çekecek ve hak ettikleri cezayı verecektir" anlamındadır. Cenâb-ı Hakk daha sonra, "Allah her şeyi hakkıyla bilir" buyurmuştur. Bu, günahlar hususunda bir sakındırma, taatler hususunda ise bir teşviktir.

Yasağa Rağmen Şer Kulisleri

8

"Fısıldaşmadan men edilip de, sonra men edildikleri şeye dönmekte ve günahı, düşmanlığı, peygambere isyanı fısıldaşmakta olanları görmedin mi? Onlar sana geldikleri zaman, seni, Allah'ın seni selamlamadığı bir şekilde selamlarlar. Kendi aralarında da, "Allah bizi, söyleyegeldiğimiz şeyler yüzünden azablandırmalı değil miydi?" derler. Onlara cehennem yeter. Oraya girecekler, işte o, ne kötü dönüş yeridir".

Yahudilerin Selâmlama Şekli

Alimler bunların kimler olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Çoğu, "Bunlar yahudilerdir" demişlerdir. Kimileri, bunların münafıklar olduğunu söylerlerken, kimileri de, "kâfirlerden bir grup..." demişlerdir. Birinci görüş, doğruya en yakın olan görüştür. Çünkü, Allahü teâlâ, onları anlatırken, "Onlar sana geldikleri zaman, seni, Allah'ın seni selâmlamadığı bir şekilde selamladılar" buyurmuştur. Bu çeşit selam ise, yahudilerden vakî olduğu olayda geçmektedir. Şöyle ki, onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e selâm verdiklerinde, ölümü kastederek "es-Sâmu aleyke Hay canı çıkasıca!" diyorlardı. Bu husustaki haberler, gayet açıktır. Ve bu hususta, Hazret-i Âise (radıyallahü anh)'ın kıssası gayet meşhurdur.

Cenâb-ı Allah daha sonra, "Günahı, düşmanlığı ve peygambere isyanı-fısıldaşmakta olanları görmedin mi? Onlar sana geldikleri zaman, seni, Allah'ın seni selâmlamadığı bir şekilde selâmlarlar. Kendi aralarında da, "Allah bizi, söyleyegeldiğimiz şeyler yüzünden azablandırmalı değil miydi?" derler" buyurmuştur. Bununla ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Müfessirler şöyle demişlerdir: "Bahsedilen bu topluluğun, aralarında fısıldaşıp, mü'minlere, onlar aleyhine olarak kötü şeyler fısıldaştıkları zannını uyandıran; böylece de mü'minlerin üzülmelerine sebep olan kimseler olmaları mümkündür. Onlar bu işi çok çok yapınca, müslümanlar bunu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şikâyet ettiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de onlara, müslümanların yanında fısıldaşmamalarını emretti. Onlar, bu işe son vermeyip fısıldaşmaya devam edince, Cenâb-ı Hakk bu ayet-i kerimeyi indirdi. Ayet-i kerimedeki, "Günahı, düşmanlığı ve peygambere isyanı fısıldaşmakta olanlar" ifâdesi iki manaya gelebilir:

1) Günah ve düşmanlık, onları fısıldaşmaktan nehy konusundaki peygamberin emrine muhalefet etmeleridir. Çünkü, vahyedilene yönelmek, hele de bu yöneliş, karşı çıkmak ve inadı ve serkeşliği ortaya koymak için olursa, günahı ve düşmanlığı ifâde eder.

2) Günah ve düşmanlık, aralarında geçen bir sırdır. Çünkü bu, ya bir hiledir, ya müslümanlara karşı bir tuzaktır veya, onlara zarar verecek bir şeydir.

İkinci Mesele

Sadece, Hamza, elifsiz olarak, kelimeyi, elifsiz olarak (......) şeklinde okumuştur. Diğer kıraat imamları ise kelimeyi, (......) şeklinde okumuşlardır. Ebû Ali şöyle demiştir: (......) kelimesi, masdarının, "ifte'ale" veznindeki şeklindedir. en-Necvâ, "da'vâ" ve " advâ" gibi bir masdardır. Dolayısıyla, bu her iki okuyuş ta aynı anlamdadır. Çünkü, "ifte'ale" ve "tefâ'ele" fiilleri gibi, aynı manaya gelirler. Cenâb-ı Hakk'ın, "Nihayet hepsi birbiri ardınca oraya girip toplanınca... "(Araf, 38) ifadesi anlamındadır, anlamındadır. da ifte'ale veznindedir. ise, "tefâ'ale" veznindedir. Bunu, (......) şeklinde okuyanların hücceti, . "Peygamber ile gizli konuştuğunuz zaman..." (Mücadele, 2) ve "iyilik ve takva ile fısıldasın..." (Mücadele, 9) ayetleridir. Buradaki fiiller fiilinin mutâva'at (dönüşlülük) biçimidir. Bunda, Hamza'nın, şeklindeki kıraatine bir red yoktur. Çünkü, geçerli olma bakımından bu da onun gibidir.

Ayet-i kerimedeki, "Peygambere isyan..." ifâdesi hususunda Keşşaf sahibi, "Bu, "Peygambere isyanlar..." şeklinde de okunmuştur..." demiştir. "Günah" ve "düşmanlık" kelimeleri ile ilgili olarak zikrettiğimiz gibi, burada da iki izah vardır:

Ayet-i kerimedeki, "Onlar sana geldikleri zaman seni, Allah'ın seni selâmlamadığı bir şeyler selâmlarlar..." cümlesi, "Onlar seni selâmlamak için, "es-sâmu aleyke ya Muhammedu" derler" manasındadır. "es-Sâmu" ölüm demektir. Halbuki, Cenâb-ı Hakk, "Allah'ın seçtiği kullarına selâm olsun"(Neml, 59), "Ey Resul ...Ey Nebî ... " diye selâmlar.

Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Kendi aralarında da, "Allah bizi, söyleyegeldiğiniz şeyler yüzünden azâblandırmalı değil miydi?" der..." buyurmuştur. Bu, "Onlar, içlerinden, "Eğer o, bir peygamber ise, bizim bu hafife almanız yüzünden Allah niçin azap etmedi?.." derler" anlamındadır.

Sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Azabın vaktinden önce gelmesi, ancak, ya Allah'ın meşîeti ile olur, yahut bir maslahattan ötürü olur. Dolayısıyla, Allah'ın meşîeti, azabın önce gelmesini gerektirmeyince, keza maslahat da bunu iktizâ etmeyince, kıyamet günündeki azâb, içinde bulundukları halden men etme hususunda onlara yeter..." demektir.

Hayır Hususunda Necvâ

9

"Ey iman edenler, aranızda gizli konuşacağınız, fısıldaşacağınız vakit, günahı, düşmanlığı peygamberlere isyanı hsıldaşmaym. iyiliği ve takvayı fısıldasın. Ancak, kendisinin huzurunda toplanacağınız Allah'tan ittika edin...".

Bil ki, buradaki, "Ey iman edenler" hitabının muhatabının kim olduğu hususunda iki görüş vardır. Çünkü, bundan önce geçen, "Men edildikleri o şeye dönmekte olanları görmedin mi?" (Mücadele, 8) ayetini Yahudilere hamledersek, bu hitabı da, "Ey dilleriyle iman edenler.." anlamında olmak üzere, münafıklara hamlederiz. Eğer o ayeti, Yahudi-Münafık bütün kâfirlere hamledersek, bu hitabı da mü'minlere hamlederiz. Bu böyledir, çünkü Allahü teâlâ, yahudi ve münafıkları, günah, düşmanlık ve peygambere isyan konusunda fısıldaştıkları için kınayınca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mü'min olan ashabını, onların yollarının benzeri bir yola girmekten nehyetmeyi, bunun peşinden getirdi ve "Günahı, yani, onlara has olan çirkin şeyleri, düşmanlığı, yani başkasına zulmetmeye götüren şeyleri ve peygambere isyanı, yani ona muhalif olan şeyi fısıldaşmayın.." buyurdu. Ve mü'minlere, "İyiliği, yani düşmanlığın zıddı olan şeyi ve takvayı, yani taatleri yapıp masiyetleri terketmek gibi, insanı günahtan koruyan şeyi fısıldasın..." diye emretti. Bil ki, bir topluluk, ne zaman bu özellikte olan şeyi fısıldaşırsa, o onların kötülükteki fısıldanmaları azalır. Çünkü, İmanı böyle bir şeye sevkeden şey, onu bunu açıkça söylemeye de sevkeder. Bunun anlamı, "Onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Ancak, bir sadaka vermeyi veya bir iyilik yapmayı yahutta insanların arasını düzeltmeyi emredenlerin (fısıldaşması) müstesna"(Nisa. 114) ayetine yakındır. Yine, insanın bu fısıldaşmadaki metodu ve gayesi bilinirse, hiç kimse onun fısıldaşmasından eziyyet duymaz.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ancak, kendisi huzurunda toplanacağınız Allah'tan ittikâ edin..." buyurmuştur. Bu, "Allah'ın sizi hesaba çekeceği ve karşılıkları vereceği yerde toplanacaksınız..." demektir. Yoksa, Allah için mekân söz konusu değildir.

Şeytanî Necvâ

10

"Fısıldaşma sırf şeytandandır, iman edenleri tasaya düşürmek içindir. Halbuki Allah'ın izni olmaksızın bu onlara hiçbir surette zarar verici değildir! O halde mü'minler, ancak Allah'a güvenip dayansınlar".

Necvâ kelimesinin başındaki eliflâm'ın "istiğrak - şümul, kapsamlılık' için olması mümkün değildir. Çünkü, Allah'tan ve Allah için olanları vardır. Aksine, buradaki en-Necvâ'dan murat, daha önce geçmiş olan muayyen bir fısıldaşmadır. O da, günah ve günah hususunda ftsıldaşmadır. Buna göre ayetin anlamı, "Şeytan, onları, mü'minlerin üzüntüsüne yol açacak olan böyle bir fısıldaşmaya yönelmeye sevkeder. Çünkü, mü'minler, onların fısıidaştıklarını gördükleri zaman, "Biz bu münafıkları ancak, onlara, savaşa çıkmış olan akraba ve kardeşlerimizin öldürüp hezimete uğratıldıklarına dair bir haber ulaştığında böyle görürüz..." diyorlar, onların akıllarına bu geliyor ve bundan dolayı üzülüyorlardı.

Allahü teâlâ daha sonra, "Halbuki, Allah'ın izni olmaksızın bu, onlara hiçbir surette zarar verici değildir" buyurmuştur. Bununla ilgili iki izah vardır:

1) Bu, "Onların fısıldaşmatarı mü'minlere hiçbir zarar vermez" demektir.

2) Bu, "Allah'ın izni olmadıkça, şeytan mü'minlere hiçbir zarar veremez.." demektir. "Allah'ın izni olmaksızın..." ifadesinin, "Allah'ın bilgisi olmaksızın..." veya "Allah'ın, hastalıkları, hüzün ve sevinç gibi kalbe dair halleri yaratması ve takdiri olmaksızın..." veyahutta, "Hüzün ve gam gitsin diye, Allah'ın kâfirlerin fısıldaşmalarının keyfiyyetini beyân etmesi durumu müstesna..." manalarında olduğu söylenmiştir.

Cenâb-ı Allah daha sonra, "O halde mü'minler ancak Allah'a tevekkül etsinler" buyurmuştur. Çünkü, kim Allah'a tevekkül ederse, ümidi ve gayreti boşa çıkmaz.

Yüksek Dereceler

11

"Ey iman edenler, size meclislerde yer açm denildiği zaman, genişletin, yer açın ki, Allah da size genişlik versin. Kalkın, denilince de hemen kalkın.. Allah, sizden iman etmiş olanlarla kendilerine ilim verilmiş olanların derecelerini yükseltir. Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Tefessehû

Bil ki, Allahü teâlâ, mü'min kullarını, kin ve nefret sebebi olan şeyden nehyedince, şimdi de onlara, daha çok muhabbet ve sevgi sebebi olacak olan şeyi emretmiştir. hitabı "Meclislerde yer açın, birbirinize yer verin" anlamındadır. Bu, "Kenara çekilin, sıkışmayın..." anlamındaki, ifâdesinden alınmadır. Geniş anlamında, yine, "Geniş belde" "Geniş sığınak..." ve "Bunda senin için bir genişlik var" denilmektedir.

İkinci Mesele

Hasan ve Dâvud ibn Ebî Hind, bu kelimeyi, "tefâsehû..." şeklinde okumuşlardır. İbn Cinnî, "Bu, anlatılmak istenen manaya daha uygundur. Çünkü denildiği zaman, bu, "Burada bir genişlik olsun" anlamındadır. Tefâsüh ise tefâ'ûl veznindedir. Bundan murad ise, mufâele, yani karşılıklı yer açmadır. Bu da, birden fazla kimse arasında olur. Tıpkı, karşılıklı bölüşme anlamında olan "mukâseme" ile, karşılıklı paylaşma, Ölçekle bölüşme anlamına gelen "mukavele" gibi, birden çok kimseden sudur eder" demiştir. Yine bu kelime, (......) şeklinde okunmuştur. Vahidî, "Tercihe şayan olan, bu kelimenin müfred okunmasıdır. Çünkü bundan murad, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in meclisidir. O da tekdir. Bunu çoğul okumanın İzahı ise, her oturan için, bir meclis, yani bir oturma yeri kabul etmek sebebiyledir.." demiştir.

Celselerde Gelene Yer Açma

Alimler, ayet hususunda şöyle birtakım izahlar yapmışlardır:

1) Burada kastedilen, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in meclisidir. Müslümanlar o mecliste, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yakın olma yarışı ve onun sözünü duyma arzusu içinde bulunduklarından dolayı, birbirlerini sıkıştırıyorlardı...

Nüzul Sebebi

Buna göre, ayetin sebeb-i nüzulü ile ilgili birkaç vecih zikredilmiştir:

a) Mukâtil İbn Hayyân şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber, cuma günü Suffa'da bulunurdu. Orası da gayet dar idi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), muhacir ve ensardan, Bedir savaşına katılmış olanlara daha bir öncelik verirdi. Binâenaleyh, Bedir ehlinden bir cemaat geldi ve meclisin en ön safına geçtiler. Derken, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in tam karşısına geçip, onun kendilerine yer açtırmasını beklediler. Hazret-i Peygamber, onları böyle tam karşısına dikilmeye sevkeden şeyi anladı da, bu ona ağır geldi. Etrafında bulunan ve Bedir'e katılmamış olan kimselere, "Ey falan, kalk; ey falanca kalk..." dedi ve önünde ayakta dikili bulunan kimseler sayısınca adam kaldırdı. Bu onun meclisinden kaldırılanların gücüne gitti; bunun onların hoşuna gitmeyip yüzlerinden okunuyordu. Münafıklar da bunu dillerine doladılar ve "Allah'a andolsur ki peygamber, bunlara âdil davranmadı. Çünkü bir gurup önceden gelip, yerlerin aldılar ve peygambere yakın olmak istediler. O da onları oradan kaldırıp, onların yerine uzakta kalmış olanları oturttu" dediler. Bunun üzerine, Cuma günü bu ayet nazil oldu.

b) İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, o şöyle demiştir: "Bu ayet-i kerime, Sabit b. Kays b. eş-Şemmâs hakkında nazil oldu. Şöyle ki: O, daha önce herkes meclisteki yerlerini almış iken, mescide girdi. Kulaklarındaki ağırlıktan ötürü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yakın oturmayı istiyordu. Bundan dolayı, iyice yaklaşıncaya kadar, ona yer açtılar. Sonra biri onu sıkıştırınca, onunla o kişi arasında, bir söz alış-verişi oldu. O da, sözünü duyabilmek için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yakın olmayı istediğini ve fakat falancanın kendisine yer açmadığını peygambere söyledi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de cemaate, oldukları yerde (biraz sıkışarak) yer açmalarını, hiç kimsenin, hiç kimse için yerinden kalkmamasını emretti.

c) Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yakın olmayı arzuluyorlardı. Herbiri, kendisinin sıkıştırılmasını da istemiyordu. Bazan, bir (din) kardeşi kendisine yer açmasını istediğinde, bundan kaçınıyordu. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hakk onlara, birbirlerine şefkatle davranmalarını ve bunun için biraz sıkıntıya katlanmalarını emretti. Yine onlar arasında, kendisine fakirlerin dokunmasından hoşlanmayanlar vardı. Çünkü ehl-i suffa yün elbise giyiyor ve bu sebeple de kokuyorlardı.

2) Hasan el-Basrî'nin tercihine göre mana, "Savaş meydanlarında birbirinize yer açın" şeklindedir. Bu tıpkı, "Savaşı elverişli yerlerde..."(Al-i İmran, 121) ayeti gibidir. Şöyle ki kişi, savaş safına gelip, "yer açın, bana yer açın" diyor, ama ön safta bulunanlar, şehid düşme arzusuyla, ona yer vermek istemiyorlardı.

3) Bundan murad, bütün meclisler ve tüm toplantı yerleridir. Kâdî şöyle demiştir: Doğruya en yakın olanı, bundan kastedilenin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in meclisi olmasıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "mecalis" ifadesini, bunun malûm (bilinen) bir meclis olduğunu belirtir bir şekilde zikretmiştir. Ayetin nazil olduğu zamanda malûm olan yegane meclis ise, ancak, insanların girmek için birbiriyle büyük yarışa girdiği, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in meclisidir. Yine malumdur ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yakın olmanın, onun sözünü dinleme ve böylece büyük bir mertebeye nazil olmadan ötürü, büyük bir üstünlüğü vardır. Dolayısıyla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Sizden, zeki ve görüş sahibi olanlar bana yakın olursun" buyurmuştur. Müslim, salât, 123 (1/323).

İşte bu sebepten ötürü, ashabın önde gelenleri ileri geçiyor ve çoklukları sebebiyle de birbirlerini sıkıştırıyorlardı. Bundan ötürü, mümkün olduğu sürece, yer açmakla emrolunmuşlardır. Çünkü bu, din hususunda, zarurî bilgileri (ve hükümleri) duyabilme ve bu husustaki arzuyu giderebilmeye daha elverişli idi. Bu husus, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in meclisi için söz konusu olunca, cihadın da böyle olması gerekir. Hatta bu, cihada daha uygun düşer. Çünkü savaşma kabiliyeti ve gücü çok olan kimse, Öne geçmesine daha çok ihtiyaç duyulduğu halde, bazan ön saftan geriye düşebilir. İşte bundan dolayı yer açmak gerekir. Hem sonra ilim ve zikir meclisleri de buna kryas edilir.

"Allah da size genişlik versin" hitabı, insanların, mekân, rızık, göğüs, kabir, cennet gibi genişliğini istedikleri herşey hakkında umûmî olan, mutlak bir ifadedir.

Bil ki bu ayet, kullarına hayır ve rahat kapılarını açan herkese, Allahü teâlâ'nın da, dünya ve âhiretin hayırlarını genişlettiğine delâlet eder. Akıllı bir kimsenin, bu ayetin sadece meclislerde yer açma manasında olduğunu söylemesi uygun düşmez. Aksine bundan murad, müslümana hayırları ulaştırmak ve onun kalbine neş'e ve sürür vermektir. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kul, müslüman kardeşine yardımda bulunduğu sürece, Allah da o kula, yardım etmeye devam eder" buyurmuştur Benzeri, bir hadis için bkz. Müsned, 2/274.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kalkın denilince de kalkıverin. Allah sizden iman etmiş olanlarla kendilerine ilim verilmiş olanların derecelerini artırır. Allah ne yaparsanız, hakkıyla haberdardır" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili bir kaç mesele var:

Inşuzû Kelimesinin Manası

Ibn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Bu, "Size, "yerinizden kalkın" denildiğinde, kalkın" demektir. Buradaki "nüfuz" kelimesi, bir kaç manaya gelebilir:

1) Bu, "size, gelene yer açmak için, "kalkın" denildiğinde, "kalkın" demektir.

2) Bu, "Size Allah'ın Resulünün huzurundan kalkın" denildiğinde, sözü uzatmayıp, kalkın. Onun yanında çakılıp kalmayın" demektir. Bu tıpkı, "Söz dinlemek veya sohbet etmek için (izinsiz Resûlüllah'ın yanına) girmeyin. Çünkü bu peygambere ezâ veriyor" (Ahzâb, 53) ayeti kerimesi gibidir. Bu görüş, Zeccac'ındır,

3) Bu, "namaza, cihada ve hayır işlerine kalkın. Bunlar için hazırlanın, bunlarla meşgul olun, tedariklerinin ve bu konuda ağır davranmayın denildiği zaman..." demektir. Dahhâk ve Ibn Zeyd şöyle demişlerdir: "Bir topluluk namaz konusunda ağır davrandı da, bunun üzerine ezan okunduğu zaman, namaza hemen kalkmakla emrolundular."

İkinci Mesele

(......) kelimesi, şın'ın kesresiyle de, zammesiyle de okunmuştur. Bunlar ve ve gibi, aynı manada iki kullanıştırlar.

Bil ki Cenâb-ı Hakk onları önce bazı şeylerden sakındırıp, sonra da onlara bazı şeyleri emredince, yapacakları taatlere karşılık onlara va'dde bulunarak, "Allah sizden iman etmiş olanlarla, kendilerine ilim verilmiş olanların derecelerini artırır" buyurmuştur. Bu, "Allah, peygamberin emrine uymaları sebebiyle mü'minlerin ve onlardan özellikle âlim olanların derecelerini artırır" demektir. Sonra buradaki derecelerin yükselmesi hususunda iki görüş vardır:

a) Pek duyulmadık bir görüşe göre, bu Resûlüllah'ın meclisinde yükselme, temayüz etmedir.

b) Meşhur olan görüşe göre ise, bundan murad, mükâfaat dereceleri ve Allah'ın hoşnutluğunun mertebeleri bakımından yükselmektir.

İlmin Fazileti

Bil ki, ilmin faziletini, "(Allah) Âdem'e bütün isimleri öğretti" (Bakara. 31) ayetinin tefsirinde uzun uzun anlatmıştık. Kâdî şöyle demiştir: "Hiç şüphe yok ki âlimin ilmi, taatinden ötürü normal bir mü'min için söz konusu olmayan bir makam ve mertebeyi gerektirir. Işt ebundan ötürü yaptığı bütün işlerde âlime uyulur ve âlim olmayana uyulmaz. Çünkü âlim, haram ve şüpheli şeylerden kaçınma yollarını, başkalarının bilemediği, nefsi hesaba çekme yollarını bilir. Yine o, ibadette başkalarının bilemediği, huşu ve tesellül keyfiyetini bilir. Yine o, başkasının bilemeyeceği tevbe keyfiyetini, vaktini ve niteliklerini bilir. Öte yandan bu kimse, başkalarının aksine, boynuna düşen, haklara riayet eder. Bu durum, pek çok şeyde böyledir. Fakat, nasıl ki taatlarından ötürü onun mükâfaatının derece ve mertebesi yükseliyorsa, aynı şekilde işlediği günahların ikâb ve cezası da büyük olur. Çünkü, ilminden ötürü işlemekten imtina edeceği ve başkasına göre küçük olan pek çok günah, onun için büyük günah sayılır.

Necvâ'dan Önce Sadaka

12

"Ey iman edenler, siz peygamberle başbaşa kalmak istediğinizde, bu özel görüşmeden önce bir sadaka verin. Böyle yapmanız, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Eğer (birşey) bulamazsanız, bilin ki Allah gafur ve rahîmdir".

Ayetle ilgili birkaç mesele var:

Bu Hükmün Hikmetleri

Bu mükellefiyet, şöyle pek çok faydaları kapsamaktadır:

1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ona yapılacak olan fısıldaşmayı yüceltme, kıymetini artırma faydası... Çünkü insan birşeyi güçlükle elde ettiği zaman, onu gözünde daha çok büyütür ve kıymetini daha çok bilir. Ama onu kolaylıkla elde eder ise, onu önemsiz ve değersiz görür.

2) Fısıtdaşmadan önce verilecek olan böyle bir sadaka sayesinde, fakirler pek çok fayda sağlarlar.

3) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Müslümanlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e soru sorma işini pek ileri götürdüler ve hatta ona meşakkat verdiler. Allahü teâlâ da peygamberinin yükünü hafifletmek istedi. İşte bu ayeti kerime nazil olunca da, pek çok kimse tamah gösterdi. Bunun üzerine soru sormaktan vazgeçtiler.

4) Mukâtil b. Havyan şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in meclisinde, zenginler fakirlerden daha çok ve baskın olup, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile çokça fısıldaşıyorlardı. Öyle ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların bu çok oturuşlarından hoşlanmadı. Cenâb-ı Hakk da, fısıidaşmadan önce, sadaka vermeyi emretti. Zenginler ise bundan kaçındılar. Fakirler de, sadaka vermek için birşey bulamadılar. Fakat diğer yandan, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in meclisine bir iştiyak duydular. Bu sebeple, "Keşke birşeylere sahip olsaydık da, bunu infâk ederek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in meclisine ulaşabilseydik" diye temenni ettiler. İşte bu mükellefiyet ile, fakirlerin Allah katındaki dereceleri fazlalaşırken, zenginlerin dereceleri alcalmıştır.

5) Bundan kastedilen şeyin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir kolaylık sağlamak olması da muhtemeldir. Çünkü ihtiyaç sahipleri, dertlerini ısrarla arzediyorlar ve ümmete tebliğde bulunma ile ibadet yapma arasında taksim edilmiş olunan vaktini işgal ediyorlardı. Yine bunda, herhangi bir kimsenin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile kalbin dünyaya yönelik herhangi bir şey hususunda meşguliyetini gerektiren bir meseleden ötürü fısıldaşmış olduğunu zannedeceği sebebiyle, kimi mü'minlerin kalbini meşgul eden bir şeyin bulunması da muhtemeldir.

6) Bununla, âhireti arzu edenle dünyayı isteyen kimseler birbirinden seçilir. Çünkü mal, bütün isteklerin mihenkidir.

Necvâdan Önce Sadaka

Ayetin zahiri, fısıldaşmadan önce sadaka vermenin vâcib olduğuna delâlet eder. Çünkü emir, vücûb (farziyyet) ifade eder. Bu husus, Cenâb-ı Hakk'ın, ayetin sonundaki, "Eğer birşey bulamazsanız, bilin ki Allah gafur ve rahîmdir" ifadesiyle de kuvvet kazanır. Çünkü bu ancak, yokluğu sebebiyle, vücûbiyyeti zâih olan şey hakkında söylenebilir. Alimlerden, bunun vâcib olmayıp, mendub olduğunu söyleyenler de vardır. Bu görüşte olanlar, şu iki şekilde delil getirmişlerdir:

a) Cenâb-ı Hakk, "Böyle yapmanız, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir" buyurmuştur. Böyle bir ifade, ancak farzlar için değil, nafile ibadetler için kullanılır.

b) Eğer bu sadaka vâcib olsaydı, onun vâcibliği, peşisıra gelen bir söz ile zail olmazdı. Bu söz de, "Mahrem konuşmanızdan evvel, sadakalar vermekten korktunuz mu..."(Mücadele, 13) ayetidir. Birinci delile şöyle cevap verilir: "Nasıl ki mendub olan şey, daha hayırlı ve daha temiz olmakla vasfediliyorsa, vâcib olan da, bu sıfatlarla vasfedilir." İkinciye ise şöyle cevap verilir: Bu iki ayetin, tilâvet, (okunuş sırası) bakımından birbirlerine bitişik olmalarından, bunların nüzul bakımından da peş peşe olmaları gerekmez. Bu, tıpkı dört ay on gün İddet belemenin vâcib olduğuna delâlet eden ayet hakkında, "Bu ayet, nasih ayet mensûhdan tilâvet bakımından daha önce ise de, bir yıl iddet bekleme hükmünü nesh eder" dememiz gibidir.

Daha sonra âlimler, bunu nesheden ayetin mensûhdan ne kadar sonra geldiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Kelbî, "Bu hüküm ancak günün bir saatinde yürürlükte kalmış, daha sonra nesholunmuştur" derken, Mukâtil b. Hayyân, "Bu hüküm on gün yürürlükte kalmış, daha sonra nesholunmuştur" der.

Bu Sadakanın Neshedilmesi

Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'dan rivayet olunduğuna göre o şöyle demiştir: "Allah'ın kitabında öyle bir ayet vardır ki ne benden önce bir kimse onunla amel etmiştir, ne de benden sonra herhangi bir kimse onunla amel edecektir: Şöyle ki: Bir dinanm vardı. Ben onu on dirheme bozdurdum. Hernezaman Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile başbaşa kalmak istesem, bundan önce bir dirhem tasaddukta bulundum. Daha sonra bu hüküm neshedildi ve hiç kimse bununla amel edemedi." İbn Cüreyc, Kelbî ve Ati yoluyla İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, ashab, sadaka vermeden, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le fısıldaşmaktan nehyolunmuşlardı. Bundan dolayı Hazret-i Ali müstesna, hiç kimse Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le başbaşa kalmamıştı. O da bunun için bir dinar tasadduk etmişti. Daha sonra (sadakasız olarak) fısıldaşma ruhsatı veren ayet nazil olmuştu.

Kâdf şöyle demiştir: "Rivayetteki en kuvvetli husus, sadece Hazret-i Ali'nin Hazret-i Peygamber'le fısıldaşmasından önce tasaddukta bulunduğu, daha sonra bu hükmün neshedildiğidir. Hernekadar sahabenin faziletlilerinin de, bunu yapmaya vakit ve imkân buldukları halde bunu yapmadıkları, sadece Hazret-i Ali'nin bunu yapmış olduğu sübût bulmuş ise de, biz diyebiliriz ki: "Onlar bunu yapmamışlar, çünkü bunu yapmak için vakit yetmemiştir. Aksi halde sahabenin mümtaz şahsiyetlerinin, böyle birşeyden geri durmayacaklarında hiç bir şüpheniz yoktur."

Ben derim ki:. Sahabenin mümtaz şahsiyetlerinin buna vakit bulduklarını, ama yapmadıklarını farzetsek bile, bu onlara bir tenkid yöneltmeyi gerektirmez. Böyle bir şeyi yapmaya yönelmek, ancak fakirin kalbine sıkıntı verir. Çünkü o bunu yapmaya güç bulamaz, dolayısıyla kalbi daralır-üzülür. Bu iş, zenginin kalbine de bir korku verir. Çünkü zengin bu işi yapmaz da, bunu başkası yaparsa, başkasının bu işi, onu yapmayan kimselerin tenkid edilmesine sebeb olur. İşte bu iş, fakirlerin üzülmesine, zenginlerin de korkmasına bir sebeb olunca, bunu yapmamada büyük bir günah ve zarar bulunmamış olur. Çünkü ülfet ve sevince sebeb olan şey, korku ve hüzne sebeb olandan, daha önce ve daha evlâdır.

Keza, bu fısıldaşma, ne vâcib şeylerden, ne de mendub taatlerdendir. Hatta daha önce açıkladığımız gibi, ashabın sadaka vermekle mükellef tutulmalarının sebebi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in başbaşa kalma arzuları arttığından, bu arzulan sınırlamak idi. İşte bu fısıldaşma hususunda evlâ olanı, onun terkedilmesi olunca, bunun yapılmaması da herhangi bir tenkid sebebi olmaz.

Dördüncü Mesele

Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu ayet nazil olunca, Allah'ın Resulü beni çağırdı ve dedi ki: "Ne dersin, bir dinar tasadduk etsinler mi?" Ben, "Buna güç yetiremezler" deyince, "Ya ne kadar olsun?" dedi. Ben de, "Bir buğday veya bir arpa tanesi kadar..." dedim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Şüphesiz sen, pek azta yetiniyorsun" buyurdu. Bunun manası, "Şüphesiz senin malın az. Dolayısıyla sen, malına göre takdirde bulundun" şeklindedir.

Ayetteki, "Böyle yapmanız sizin için daha hayırlı ve daha temizdir" ifadesi, "Böyle bir tasaddukda bulunmanız, dindarlığınız için daha hayırlı ve daha temizdir. Çünkü sadaka bir temizliktir ve temizlenmedir." demektir. "Eğer (birşey) bulanmazsanız (bilin ki) Allah gafur ve rahimdir." cümlesinden maksad, fakirlerdir. Bu ayet, tasadduk edecek birseye sahip olmayanın, bağışlanmış olduğuna delâlet eder.

Beşinci Mesele

Ebü Müslim el-İsfehânî, neshin olduğunu kabul etmez ve şöyle der: "Münafıklar, sadaka vermekten kaçınıyorlardı. Bunlardan bir gurup, münafıklığı bırakmış ve gerçek iman ile, zahiren ve bâtınen mü'min olmuşlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, onları diğer münafıklardan ayırmayı dilemiş ve de, gerçek mü'min olmuş olan bu kimselerin, hâlâ nifakta kalmış olanlardan ayırdedilmesi için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile fısıldaşmadan önce tasaddukta bulunulmasını emretmişti. İşte bu emir, o zaman için belirlenmiş olan bu maslahattan ötürü olunca, şüphesiz o vakte mahsus olmuş olur." Ebû Müslim'in sözünün özü şudur: Bu mükellefiyet (emir), belli bir gaye için belirlenmiştir. Dolayısıyla da bunun, o belli gaye elde edildiğinde sona ermesi gerekir. Binâenaleyh bu nesh değildir. Ebû Müslim'in izahı güzel olup, bunda bir sakınca yoktur. Ama cumhur nezdinde bilinen ve meşhur olan ise, bu sadaka hükmünün, "... korktunuz mu?" (Mücadele, 13) ayeti ile nesholunduğudur. Alimler arasında, bu sadakanın, zekâlın farz olduğunu bildiren hükümle neshedildiğini söyleyenler de vardır.

Geçici Emirden Sonra Devamlı Emir

13

"Mahrem konuşmanızdan önce sadakalar vermekten korktunuz mu? Çünkü, işte madem ki yapmadınız, (ama) Allah sizin tevbelerinizi kabul etti, öyleyse namaz kılın, zekâtı verin, Allah'a ve peygamberlerine İtaat edin. Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır".

Müminleri Kınama Üslûbu

Bu, "içinde, mal infâkı bulunduğu için, özel görüşmeden önce sadaka vermekten korktunuz değil mi? Madem ki, emrolunduğunuz şeyi yapmadınız, Allahü teâlâ da sizin tövbenizi kabul edip, o işi yapmama hususunda size ruhsat verdi, öyleyse namaz, zekât ve diğer ibadetlerde kusur etmeyin" demektir.

Eğer "Ayetin zahiri, mü'minlerin bu sadaka emri hususunda kusurlu davranmış olduklarına delâlet eder. Bunun böyle olduğunun izahı birkaç bakımdandır:

1) "Mahrem konuşmanızdan önce sadaka vermekten korktunuz değil mi" hitabı, onların kusurlu davranmış olduklarına delâlet eder.

2) "Madem ki yapmadınız..." hitabı ile,

3) "(Ama) Allah sizin tevbenizi kabul etti..." denilirse, biz deriz ki: Durum sizin dediğiniz gibi değil. Çünkü bu insanlar, bu şekilde sadaka vermekle emrolunup, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le başbaşa kalacaklarında, sadaka vermek gerekli idi. Dolayısıyla kim fısıldaşmaz ise, kusurlu duruma düşüyordu. Ama eğer, "Onlar sadaka vermeksizin, Hazret-i Peygamber ile fısıldaşıyorlardı..." denilirse, bu mümkün değildir. Çünkü, fısıldaşma, ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buna imkân verdiğinde mümkün olurdu. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara bu imkânı vermeyince, onlar fısıldaşıyorlardı. Böyle anlıyoruz ki, ayet, onlardan bir kusur sadır olduğuna delâlet etmemektedir.

Ayetteki, "korktunuz değil mi?" hitabının şu manada olması imkânsız değildir: "Allahü teâlâ, bu vücûbiyet devam ederse, ilerde sadaka vermeden dolayı, onlardan çoğunun kalbinin mahzun olduğunu biliyordu. Dolayısıyla da bu sözü söyledi. Ayetteki "Allah sizin tevbenizi kabul etti..." hitabına gelince, bu ifâdede, Allah'ın, böyle bir kusurdan dolayı onları bağışladığına dair bir husus yoktur. Aksine, bu, "Siz, tevbe edip Allah'a döndüğünüz, namaz kılıp zekâtınızı verdiğiniz zaman, işte bu yaptıklarınız size yeter" manasına gelebilir.

Ayetteki, "Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır" cümlesi, "Allah, amellerinizi ve niyetlerinizi kuşatmıştır" demektir.

Gazaba Müstehak Olanları Dost Edinme

14

"Allah'ın, kendilerine gazab ettiği bir topluluğu kendilerine dost edinenleri görmedin mi? Bunlar ne sizdendir ne de onlardan. Bile bile, onlar, yalan yere yemin ederler".

Münafıklar, Allahü teâlâ'nın, "Allah'ın lanet ve gazab ettiği kimseler" diye nitelediği" (Maide. 60) yahudileri dost ediniyorlar ve onlara, mü'minlerin sırlarını aktarıyorlardı. Ey müslümanlar! O münafıklar sizden değildirler. Yahudilerden de değillerdir. Onlar, yalan yere yemin ederler. Bu yalandan murad, ya kendilerinin müslüman oldukları iddiasıdır, ya da, Allah ve Resulüne küfretmeleri ve müslümanlara hile yapmalarıdır. Binâenaleyh onlara, "Siz şunu yaptınız" denilse, öldürülmekten korkarlar ve "Ben bunu demedim, ben bunu yapmadım!.." diye yemin ederler, İşte, hakkında yemin ettikleri yalan budur.

Yalanın Tarifi

Bil ki bu ayet, Câhız'ın şu sözünün yanlışlığını gösterir: "Gerçek durumu anlatmayan haberin yalan olması için, haber veren kimsenin, işin gerçeğine muhalif olduğunu bilmesi gerekir" sözünün yanlışlığına delâlet eder. Çünkü, eğer durum Câhız'ın söylediği gibi olsaydı, ayetteki, "bile bile..." ifâdesi, faydasız bir tekrar olmuş olurdu.

Nüzul Sebebi

Rivayet olunduğuna göre, münafıklardan Abdullah ibn Nebtel, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le oturur, sonra onun sözlerini yahudilere götürürdü. Bir gün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) odasında iken, birden o, "Yanınıza, size şeytanın sözüyle, yani, şeytanın iki gözüyle bakan bir adam girecek" dedi. Derken, iki gözü mavi olan bir adam girdi içeri. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de ona, "Bana niçin küfrediyorsun?" dedi. Adam da, yemin etmeye başladı... Bunun üzerine de, "Bile bile onlar yalan yere yemin ederler" ayeti nazil oldu...

15

"Allah onlar için çetin bir azâb hazırladı. Gerçekten, onların yapmakta oldukları işler ne kötüdür".

Bazı muhakkik âlimlere göre bu azâbtan maksad, kabir azabıdır.

Kalkan Yapılan Yemin

16

"Onlar, yeminlerini bir kalkan edindiler ve Allah yolundan men ettiler. İşte onların hakkı, hor ve hakir kılıcı bir azâbtır".

Bu ayetle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Hasan el-Basrî, hemzenin kesresi ile, "İmanlarınızı" şeklinde okumuştur. İbn Cinnî, "Bu, muzafın hazfi ile böyledir. Takdiri ise, "imanlarınızı İzhar etmelerini..." şeklindedir dedi. Yani, "Zahiri imanlarını, nifaklarının ve müslûmanlara yaptıkları hilelerin ortaya çıkmaması için; veya, müslümanların kendilerini öldürmelerini önlemek için, bir kalkan edindiler. Ama, öldürülmekten emin olunca, kalblerine şüpheler atmak ve İslâm'ın durumunu çirkin göstermek suretiyle, insanları İslâm'dan alıkoymak ve men etmekle meşgul oldular" demektir" şeklindedir.

İkinci Mesele

"İşte onların hakkı, hor ve hakir kılıcı bir azâbtır" cümlesi, ahiret azabını anlatmaktadır. Eğer, geçen ayetteki, "çetin bir azâb" sıfatını, kabir azabına hamledersek, bir tekrarın söz konusu olmaması için, buradaki "hor ve hakir kılıcı azâb" sıfatını, ahiret azabına hamlederiz. Her iki azâbtan maksadın da, ahiret azabı olduğunu söyleyenler vardır. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, "inkâr edip de, insanları Allah'ın yolundan alıkoyanların azabım, arttırdıkça arttırdık..." (Nahl, 88) ayetinde olduğu gibidir.

Nifakın Akıbeti

17

Âyetin tefsiri için bak:18

18

"Onların, ne malları ne de evlâtları, hiçbir şekilde, Allah'ın azabı hususunda onlara fayda vermeyecektir! Onlar, ateş ehlidirler. Onlar orada ebedîdirler. O gün Allah, onların hepsini diriltecek ve O'na da, size ettikleri gibi yemin edeceklerdir. Onlar, gerçekte, bir şey üzerinde olduklarını sanırlar. Gözünüzü açın ki, onlar, cidden yalancıların ta kendileridir".

Rivayet olunduğuna göre, münafıklardan birisi, "Kıyamet gününde, muhakkak ki, birbirimizden ve evlâtlarımızdan yardım göreceğiz..." dedi de, bunun üzerine bu ayet-i kerime (Mücadele, 16) nazil oldu. İbn Abbas, "Münafık, dünyada iken, dostlarına karşı yalan yere yemin ettiği gibi, kıyamet gününde de, Allah'a karşı yalan yere yemin eder. Kıyamet gününde Allah'a yalan söyleyişi, "Rabbimiz olan Allah'a yemin ederiz ki, biz müşriklerden değiliz..." (En'am. 23) ayetinde beyan edildiği gibi, söylemeleridir. İkincisi ise, "Sizden oldukları hususunda Allah'a yemin ederler"(Tevbe, 56) ayetinde beyan edildiği gibi, söylemeleridir" demiştir. Münafıklar, alabildiğine nifaka daldıkları için, kıyamet günü, gayblerin yegâne âlim olan (Allâmü'l-guyûb) Allah karşısında, yalan yemin ederek, yalanlarına inandıracaklarını zannettiler. Demek ki, bu kötü yemin huyu, onlarla beraber, ebediyen kalacaktır. "Eğer dünyaya geri gönderilseler bile, nehyolunduklan şeyleri yine yapmaya girişirlerdi" (En'âm, 28) ayetiyle buna işaret edilmiştir.

Cübbâî ve Kadî şöyle demişlerdir: "Ahirettekiler, yalan söylemezler. Binâenaleyh, "Biz, kendi düşüncemize göre kâfir değildik" diye yemin ederler." Bu izaha göre, burada yemin, yalan olmaz. Cenâb-ı Hakk'ın, "İyi bilin ki onlar, yalancıların ta kendileridir..." Bil ki, ayetin bu şekilde tefsiri, şüphesiz, nazmda büyük bir rekabet ve tutukluluğu gerektirir. Biz, bu meseleyi, Enam Sûresi'ndeki, "Rabbimiz olan Allah a yemin olsun ki, biz müşriklerden değildik.. "(En-âm, 23) ayetin tefsirinde uzun uzun ele almıştık.

Hizb-i Şeytan

19

"Bunları şeytan istila etmiştir. Artık o, bunlara, Allah'ı hatırlamayı bile unutturmuştur. Bunlar, şeytanın takımıdır. Gözünüzü açın ki, şeytanın takımı, gerçekten hüsrana düşenlerin ta kendileridir".

İstahveze

Zeccâc, (......) kelimesi, Arapça'da, "istîlâ etti" anlamındadır. "Develere hakim olup da, onlan bir araya topladığın zaman" denilir" demiştir. Müberred, "Onu çepeçevre sardı ve kuşattı" anlamında denilir. Hazret-i Aişe, Hazret-i Ömer hakkında, yani, "O, siyâseti ve işleri yönetmesini çok iyi bilen birisi idi..." demiştir. Bu fiil, aslî harfi üzere çekilen ve fiilleri gibi aslî şekliyle kullanılan fiillerden biridir ve "Şeytan onlara sahip oldu ve onları istilâ etti" anlamındadır" demiştir.

Hizb-i Şeytan

Allah daha sonra, "Artık o bunlara, Allah'ı hatırlamayı bile unutturmuştur. Bunlar, şeytanın takımıdır. Gözünüzü açın ki, şeytanın takımı, gerçekten hüsrana düşenlerin ta kendileridir" buyurmuştur. Kadî, bu ayeti, amellerin yaratılması meselesinde, şu iki bakımdan delil getirmiştir:

1) Bu unutturma, eğer Allah'ın yaratması ile olmuş ise, bunun şeytana izafesi bir yalan olur.

2) Eğer bu, Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmiş olsaydı, bu münafıklar, şeytanın takımı değil de mü'minler gibi Allah'ın takımı olmuşlardı.

Din Düşmanlarının Zilleti

20

Âyetin tefsiri için bak:21

21

"Allah'a ve Peygamberine muhalefet edenler yok mu, işte onlar, şüphesiz en çok zillete düşenlerin içindedirler. Allah şöyle yazmıştır: "Celâlim hakkı için: Ben ve peygamberim galip gelecek..." Şüphesiz Allah kâmil kuvvet sahibidir, mutlak galibtir".

Yani, "Bu kimseler, mahlûkatın en zelilleri cümlesindendir. Çünkü, iki rakibten birisinin zilleti, ikinci hasmının izzetine göredir. Binâenaleyh, Allah'ın izzeti nihayetsiz olunca, O'nunla nizâlaşanın zilleti de nihayetsiz olur." demektir.

Müminlerin İzzeti

Cenâb-ı Allah, bu münafıkların zilletini beyân edince, mü'minlerin izzetini de açıklayarak, "Allah şöyle yazmıştır: Celâlim hakkı için, Ben ve peygamberlerim galip gelecektir" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Nâfî ve İbn Amir, yâ'nın fethasıyla (rüsüliye) şeklinde, diğer kıraat imamları ise, yâ'yı harekelemeksizin, (rüsülî) şeklinde okumuşlardır. Ebû Ali, "Bunu, harekeli okumak da, harekesiz okumak da caizdir" demiştir.

Dinin Üstünlüğü Delildeki Kuvvet

Bütün peygamberlerin hüccet ile galip gelmeleri, ki üstünlük ve iftihar vesilesidir. Şu kadar var ki, bazı peygamberler, hüccet ile galibiyete kılıç ile galibiyeti eklemişlerdir; bazıları ise böyle olmamıştır.

Cenâb-ı Allah daha sonra, "Allah dostlarına yardımda güç kuvvet sahibidir, azizdir, yani, galibtir, hiç kimse O'nu, murâd ettiği şeyden çeviremez. Çünkü O'nun dışındaki her şey, zâtı bakımından mümkinü'l-vücûd'dur. Zâtı bakımından vâcibü'l-vücûd olan. zâtı bakımından mümkün olana galip gelir" buyurmuştur.

Nüzul

Mukâtil şöyle demiştir: "Müslümanlar: "Biz, Fars ve Roma'ya karşı, Allah'ın bize yardım edeceğini umuyoruz" dediler. Bunun üzerine, münafıkların reisi olan Abdullah Ibn Übeyy, "Siz, Fars ve Roma'nın, yendiğiniz bazı memleketler gibi mi olduğunu zannediyorsunuz?! Hayır, vallahi onlar, sayıca ve güç bakımından çok büyüktürler" dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu."

Allah'ı Sevmenin Ölçüsü

22

"Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, Allah ve Resulüne muhalefet eden kimselerle, -velev ki onlar, bunların babaları, oğulları, kardeşlen yahut soy-sopları olsunlar- dost olduklarını görmezsin. Bunlar, Allah'ın imanı kalblerine yazdığı ve kendisinden bir ruh ile desteklediği kimselerdir. Allah bunları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaklardır.Ve bunlar, orada ebedi olarak kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır, işte onlar, Allah'ın takımıdır. Gözünüzü açın ki, Allah'ın hizbi, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir".

Hizbullah

Bu, "İman ve Allah düşmanlarıyla dostları bir arada bulunamaz" anlamındadır. Bu böyledir, çünkü, birisini seven kimsenin, onunla beraber onun düşmanını da sevmesi imkânsızdır. Bu şu iki şekilde olur:

1) İman ile, Allah düşmanlarına olan sevgi, kalbte, bir araya gelemez. Yani, bir kalbte, Allah düşmanlarına karşı bir sevgi var ise, orada iman bulunamaz! Şu halde, bu kalbin sahibi, bir münafık olur.

2) Bu iki şey, bir arada bulunur; ama bir isyan ve büyük günah olarak... Buna göre, bu sevginin sahibi, bu sevgiden dolayı kâfir olmaz, bilakis o, Allah'a asî olmuş olur.

Haram Olan Dostluk

İmdi, eğer, "Ümmetin alimleri, onlarla bir araya gelme ve ilişki içinde bulunmanın caiz olduğuna dair icmâ etmişlerdir. Şu halde, mahzurlu ve haram olan dostluk ve sevgi, hangisidir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, haram olan dostluk, o kâfir olduğu hakle, hem din hem de dünya bakımından, ona rağbet edip gıbta etmektir. Ama, bunun dışındaki sevgi ve dostlukların bir mahzuru yoktur.

İmanla Bağdaşmayan Sevgi

Sonra Allahü teâlâ, bu tür sevgiyi birkaç bakımdan alabildiğince yasaklamıştır.

1) Bu sevginin, iman ile birlikte olamayacağını belirtmiştir.

2) "O kimseler velev ki, bunların babaları, oğulları, kardeşleri yahutta soy-sopları olsunlar..." buyurmuştur. Bundan maksad şudur: Bu kimselere sevgi göstermek, en büyük sevgi türüdür. Bununla beraber, bu meylin ve sevginin, sırf imandan dolayı bir tarafa atılması lazımdır.

Nüzul

İbn Abbas (radıyallahü anh), şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime, Uhud günü, babası Abdullah ibnu'l-Cerrâhı öldüren Ebu Ubeyde Ibnu'l-Cerrâh; Bedir günü, dayısı, el-Âs İbn Hişam İbn el-Muğîre'yi öldüren Hazret-i Ömer ve yine Bedir günü oğlunu mübarezeye davet eden Hazret-i Ebû Bekir hakkında nazil olmuştur. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Senin burada da faydanı görelim..." buyurdu.

İman Kardeşliği

Yine bu ayet, kardeşi Ubeyd İbn Umeyr'i öldüren Mus'ab ibn Umeyr Bedir günü, Utbe, Şeybe ve el-Velîd İbn Utbe'yi öldüren Hazret-i Ali ve Ubeyde hakkında nazil olmuştur. Allahü teâlâ bununla, Allah ve dini için gazaplanarak, bu kişilerin, akraba ve soy-soplarıni bile, sevmediklerini haber vermektedir.

3) Allahü teâlâ, "Bunlar, Allah'ın imanı kalblerine yazdığı... kimselerdir" ifadesiyle başlayarak, mü'minlere olan nimetlerini tadâd etmiştir.

Bu ifadeyle ilgili iki mesele var:

Ketebe'nin Manası

Bu, "Allah'ın kendisine böylesine büyük nimetler verdiği kimsenin kalbinde, Allah düşmanlarına karşı, bir dostluk nasıl bulunabilir" demektir. Ayetteki, "yazdı" ifadesine alimler farklı manalar vermişlerdir: Kadî, buna, Mu'tezile inancına uygun şu üç manayı vermiştir:

a) Bu, "Allah onların kalblerine, meleklerce, onların üzerinde bulundukları İhlasın aniaşflacağı bir alamet yerleştirmiştir" demektir.

b) Bundan murad, onların gönüllerini, lütuflar ve ilahi tevfikler ile imana açmaktır.

c) "Yazdı" fiilinin, "Allah onların kalblerine bu nitelik ve vasıf ile hükmetti manasında olduğu söylenilmiştir.

Bil ki Kâdî'nin bu üç izahını kabul ediyor ve, kendi (ehl-i sünnet görüşümüzün) doğruluğunu bunun üzerine bina ediyoruz. Çünkü Allah, hükmettiği ve levhf mahfuza yazdığı şeyden haber vermektedir. Eğer bu vâkîolmasaydı, Allah'ın mahza doğruluk olan haberi yalana dönüşmüş olurdu ki bu İmkânsızdır. İmkânsız olana götüren şey de imkânsızdır.

Ebû Ali el-Farisî, "yazdı" fiili, "topladı" manasınadır. Nitekim "Katibe" kelimesi de, "ordudaki bölük" manasınadır. Buna göre ayetin takdiri, "Bunlar, Allah'ın kalblerinde imanı topladığı, yani imanları kemâle ermiş olan ve de, "Kitabın bir kısmına inanır, bir kısmına inanmayız" (Nisa, 150) diyenlerden olmayan kimselerdir. İşte onlar böyle olunca, kalblerinde, kâfirlere karşı bir sevginin yer bulması imkânsız olmuştur" şeklindedir.

(Ehl-i sünnet) âlimlerimizin çoğu, bu "ketebe" "yazdı" fiilinin, "Karar kıldırdı ve yarattı" manasında olduğunu, çünkü imanın yazılmasının mümkün olmadığını, dolayısıyla bu kelimenin "varetme, meydana getirme" manasına hamledilmesi gerektiğini söylemişlerdir.

Müminler İçin Faydalı Olacak Bir Mekale

Mufaddil, Asım'ın, bu fiili, meçhul olarak, (yazıldı) şeklinde okuduğunu; diğer kıraat imamlarının ise malûm sigasıyla, (Allah yazdı) şeklinde okuduklarını rivayet etmiştir.

Müminleri Te'yid

Allah'ın bu ayette mü'minler için zikrettiği İkinci nimet, "(Allah) Bunları, Kendinden bir rûh ile desteklemiştir" ifadesiyle anlatılan şeydir. Bu ifade hakkında iki izah vardır:

1) Ibn Abbas (radıyallahü anh), bunun manasının, "Allah düşmanlarına karşı onlara yardım etti" şeklinde olduğunu, Allahü teâlâ'nın burada yardımı, "rûh" diye ifade ettiğini, çünkü mü'minlerin işlerinin, bu ilahi yardım sayesinde hayat bulduğunu söylemiştir.

2) Süddî, ayetteki, "kendinden, ondan" zamirinin, imana râcî olduğunu, manasının, "Allah onları, imandan sâdır olan bir rûh ile destekledi, kuvvetlendirdi" şeklinde olduğunu, "İşte biz böylece sana emrimizden bir rûh vahyettik" (Şûra, 52) ayetinin de buna delâlet ettiğini söylemiştir.

Allah'ın bu ayette mü'minler için zikrettiği üçüncü nimet, "Allah bunları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır. Bunlar orada ebedî kalıcıdırlar" ifadesiyle anlatılan nimettir. Bu, cennet nimetine bir işarettir.

Dördüncü nimet, ayetteki, "Allah onlardan razı olmuştur. Onlarda Allah'dan rân olmuşlardır" ifadesiyle anlatılan şeydir. Bu, "rıdvân" nimeti olup, en büyük nimet ve en yüce mertebedir.

Cenâb-ı Hakk daha sonra, bu nimetleri saymasının peşisıra, Allah düşmanlarına karşı sevgi beslememeyi-dost olmamayı gerektiren şeylerin dördüncüsünü zikredip, şöyle buyurmuştur: "İşte onlar Allah'ın takımıdır. Gözünüzü açın ki, Allah'ın hizbi kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir." Bu ifade, Hak teâlâ'nın münafıklar hakkındaki, "Bunlar, şeytanın takımıdır. Gözünüzü açın ki şeytan takımı, gerçekten hüsrana düşenlerin tâ kendileridir" (Mücadele. 19) ifadesine mukabil olarak zikredilmiştir.

Nüzul

Bil ki âlimlerin çoğu, Allahü teâlâ'nın, "Allah'a ve âhiretgününe iman eden hiçbir kavmin (topluluğun), Allah ve Resulüne muhalefet eden kimselerle ... dost olduklarını görmezsin" ifadesinin, Hatıb b. Ebî Belta (radıyallahü anh)'a ve onun Mekkelilere, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in fethetmek arzusuyla, Mekke'ye doğru sefere çıkacağında ittifak etmişlerdir. Bu hadise meşhurdur.

Kısaca bu ayet, kâfirlere ve fasıklara sevgi duyup-dost olmaktan menetmektedir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hep şöyle dediği rivayet olunur: "Allah'ım, bana bir günahkâr ve biri:astk eliyle hiçbir nimet nasib etme. Çünkü Senin vahyettiklerin arasında, "Allah ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, Allah ve Resulüne muhalefet eden kimselere ... dost olduklarını görmezsin" ayetini bulmaktayım." Kenzû'l-Ummâl, 2/3810.

Sübhân ve yüce olan Allah daha iyi bilir. Hamd âlemlerin rabbi olan Allah'adır. O'nun salât-u selâmı ise, peygamberlerin efendisi ve sonuncusu, efendimiz ümmî peygamber Hazret-i Muhammed'e ve onun ailesi ile birlikte bütün ashabına olsun.

(Âmin).

0 ﴿