3

"Kadınlarına zıhâr yapıp da, sonra dediklerini geri alacaklar için, birbiriyle temas etmezden evvel bir köle azâd etmeleri gerekir. İşte, bize bununla öğüt veriliyor. Allah, ne yaparsanız, hakkıyla haberdardır".

Zeccâc, "Buradak kelimesi, mübtedâ olarak merfûdur. Bunun haberi, "bir köle azat etmeleri gerekir..." ifadesidir. Ayet-i kerime "onlara..." ifâdesi zikredilmemiştir. Çünkü bd, sözün akışından anlaşılmaktadır. Dilersen sen, bu haberi, "onların ödemeleri gereken keffâret, bir köle azat etmektir" şeklinde de takdir edebilirsin.." demiştir. Bil ki, insanların çoğu, ayet-i kerimedeki, (......) ifâdesinin tefsiri hakkında değişik izahlarda bulunmuşlardır. Özellikle, bu ifâdeyle ilgili olarak, Arapça dil alimlerinin görüşlerinin görüşlerini beyân etmek gerekir. Bir konuda bir çok mesele vardır:

Kısmının İzahı

Ferrâ, "Lügatta, demekle, demek ve demek arasında fark yoktur" demiştir. Ebü Ali el-Fârisî de, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı "Bizi buna sevkeden Allah'a hamd olsun "(Araf, 43), "Onları cehennem yoluna sevkedin" (saffat.23), "Nuh'a vahyolundu"(Hûd, 36) ve "Rabbin ona vahyetti diye... (Zilzâl, 5) ayetlerinde olduğu gibi, ve lâm harf-i cerlerinin birbirinin yerini tuttuklarını söylemiştir.

İkinci Mesele

Ayetindeki "dedilerini" ifadesi hakkında iki izah şekli vardır:

1) Bu, zıhâr lafzıdır. Buna göre mana, "onlar, söyledikleri bu söze dönerler" şeklindedir.

2) Bundan muradın, hakkında konuşulan şey olması da muhtemeldir. Bu da, zıhâr yaparak onların kendilerine haram kıldıkları şeydir. Böylece "kavi" kelimesi hakkında söz söylenilen şeyin yerine geçmiş olur. Bunun bir benzeri de, "Onun söylediği şeye biz varis oluruz" (Meryem, 80) ayetidir ki, bu, "Onun mekûlüne yani bahsettiği eye biz varis oluruz" demektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Yaptığı hibeden dönen kimse, dönüp kustuğunu yiyen köpek gibidir Buhâri, hibe, 14. buyurmuştur ki bu kimse, hibe ettiği şeyden (mevhûb'dan) geri dönmüştür. Kişi, "Allah'ım bizim recâmız sensin" der ki bu, "Bizim mercüvvümüz. yani, ümit kaynağımız sensin" demektir. Cenâb-ı Hakk, "Yakîn sana gelene kadar Rabbir.e ibadet et" (Hicr, 99) buyurmuştur. Buradaki "yakîn", "mükanun bin" yani "kendisine kesin inanılan şey" anlamındadır. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifadesi, "Onlar, hakkında bu sözü söyledikleri şeye dönerler" demektir.

Sonra biz bu lafzı, birinci şekle göre tefsir edersek, deriz ki: Dil âlimleri, "O iş ikinci kez yaptı" anlamında denilmesinin, "yaptığını bozdu" anlamında yine denilmesinin caiz olduğunu söylemişlerdir ki bu, makûl bir izahtır. Çünkü birşeyi yapıp da, sonra, o şeyin mislini (aynısının) denilmesini dileyen, mutlaka o mahiyete (şeye) yeniden dönmüş demektir. Yine birşeyi yapıp da sonra, onu ibtâl etmeyi isteyen kimse de yine ona dönmüş demektir. Çünkü birşeyi yok etme işi, ancak yeniden ona dönmekle mümkün olur.

Üçüncü Mesele

Önceki anlattıklarımızdan ortaya çıkmaktadır ki, ayetteki bu ifadeden murad, onların, onu bozmak ve gidermek için o şeye dönmüş olmaları manası olabileceği gibi, yine onların o şeye, onu yeniden (tekrar) yapmak için dönmüş olmaları manası da olabilir. Birinci ihtimal, ekserî müctehidlerin benimsediği mana olup, onlar bunu birkaç şekilde izah etmişlerdir:

1) Şafiî'nin görüşüne göre, "onların söyledikleri şeye dönmeleri"nin manası, zıhârdan sonra, hanımını boşaması mümkün olan bir zaman süresince boşamadan söz etmemesidir. Bu böyledir, çünkü, kişi zıhâr yaptığında, hanımını kendine haram kılmayı kastetmiştir. Eğer o, bunun peşinden talak ve başlattığı haram kılma işini tamamlamış olur ve ona keffaret de gerekmez. Eğer bu kimse talaktan söz etmezse, bu, onun, başlamış olduğu, hanımını kendine haram kılma işinden pişman olduğuna delâlet eder ve o zaman onu keffaret gerekir.

Ebû Bekir er-Râzî (el-Cessas) ise, Ahkâmu'l-Kur'ân'ında, bu görüşün, şu iki yönden hatalı olduğuna istidlal etmiştir:

a) Cenâb-ı Hak, "Sonra dediklerinin geri alacaklar için..." buyurmuştur. Buradaki "sonra" (sümme) kelimesi, sonralığı gerektirir. Şafiî'nin görüşüne göre, zıhâr yapan kimse, zıhâr yapmasının hemen ardından, gecikmeksizin, zıhârından dönmüştür. Ama bu mana, ayetin gerektirdiği mananın aksinedir.

b) Zıhâr yapan kimse, hanımını anasına benzetmiştir. Anasını yanında tutmak ise haram değildir. Şu halde hanımı anaya benzetmek zevcesini yanında tutmanın haramlığını gerektirmez. Şu halde zevcesini yanında tutmak ona zıhâr yapanın, "Sen bana anamın sırtı gibisin" sözünü bozmayı gerektirmez. Böylece de, geri dönmenin (avdetin), nikâh altında tutmamasında tefsir edilmemesi gerekir.

Birinci istidlale (itiraza) şöyle cevâp verilir: Aynı şy, Ebû Hanife'nin görüşüne karşı da söz konusudur. Çünkü o, "dönme" kelimesini, "hanımla cinsi münasebette bulunmanın mubah olması" şeklinde tefsir etmiştir. O halde zıhâr yapanın, bu tefsire göre, zıhâr lafzını söylemesinin hemen peşinden, belli bir süre geçmedikçe, hanımına dönmemesi gerekir. Halbuki ümmet, bunun o kocanın hakkı olduğunda icmâ etmiştir. Böylece bu problemin, Ebû Hanife'ye karşı da vârid olduğu görülür.

Sonra biz deriz ki: O kimse, onu boşaması mümkün olduğu zaman süresince, zıharım bozmazsa, onun zıhânndan avdet ettiğine hükmedilemez. O muhakkak ki, bu kadar bir zamanın geçmesiyle, zıhâr yapan durumunda olmaktan vazgeçen kişi olması gecikmiş olur. Bu da, (sonra) kelimesinin muktezasıyla amel etme konusunda yeterlidir.

Cessâs'ın ikinci itirazına şöyle cevap verilir: Evlenme yoluyla anayı nikâh altında tutmak ve ondan bu manada yararlanmak haramdır. Binâenaleyh zıhâr yapanın hanımına, "Sen bana, anamın sırtı gibisin" sözünde, bu benzetmenin, hanımı karı-kocalık yolu ile yahut ondan yararlanma yolu ile, tutma hususunda olduğuna dair bir açıklama (ifade) yoktur. Buna göre bu ifadeyi, bütün yönlerden ele almak gerekir. Binâenaleyh kocanın, "Sen bana anamın sırtı gibisin" sözü, hanımının, zevciyyet yolu ile tutulmasının haramlığı bakımından anaya benzetilmiş olmasını gerektirir. O, hanımını boşamadığında da, zevciyyet yolu üzere, hanımını nikâh altında tutmuş olur. Böylece de bu nikâh altında tutma, o kişinin "Sen bana anamın sırtı gibisin" sözünün muktezasını bozmuş olur. Dolayısıyla da o kocanın, sözünden dönmüş olduğuna hükmetmek gerekir. Bu, İmam Şafiî'nin mezhebinin izahı sırasında özetlenmiştir.

2) "Avdet" (dönme, geri alma) hususundaki ikinci görüş, Ebû Hanife'nin şu görüşüdür: Dönme, cinsî münasebetin, hanıma dokunmanın ve ona arzuyla bakmanın mubah hale gelmesinden ibarettir. Hanefîler bunu şöyle açıklarlar: Çünkü kişi, zıhâr yaparak, bu şeylerin haramlığı hususunda anasına benzetip, sonra da bu şeylerin yeniden mubah olmasını isteyince, "Sen bana anamın sırtı gibisin" sözünden avdet etmiş (dönmüş) olur. Bil ki bu görüş zayıftır. Çünkü o kimse hanımını, anasına benzettiğinde, hangi bakımlardan anasına benzettiğini açıklamamıştır. Böylece bu benzetmeyi, hanımından yararlanma ve ona arzuyla bakmanın haramlığına hamletmek, zevciyyet yoluyla hanımını nikâh altında tutmak manasına hamletmekten daha evlâ değildir. Dolayısıyla da bu benzetmeyi, bütün yönlerden düşünmek gerekir. Durum böyle olunca, koca, zevciyyet yolu üzere hanımını, bir an bile nikâhı altında tutmuş olsa, o zaman "Sen bana anamın sırtı gibisin" sözünün hükmünü bozmuş olur. Böylece de avdet (dönme, geri alma) işinin tahakkuk etmiş olması gerekir.

3) Avdet (dönme) ile ilgili üçüncü görüş, İmam Mâlik'in şu görüşüdür: "Kadına dönme, onunla cinsî münasebette bulunmaya azmetmekten (niyetlenmekten) ibarettir." Bu görüş de zayıftır. Çünkü bu nanımıyla cinsî münasebete yönelmek, onun haramlığını nakzetmez. Onun haramlığını nakzeden (bozan şey) ise, onunla cinsî münasebeti helâl görmeye yönelmektir. O zaman biz, Ebû Hanife (r.h)'nin görüşüne döneriz.

4) "Avdet" ile ilgili bu görüş, Tavus ve Hasanü'l-Basrî'nin şu görüşüdür: "Onun hanımına dönmesi, hanımıyla cima etmesinden ibarettir." Bu görüş, yanlıştır; çünkü ayetteki, "Sonra, dediklerini geri alacaklar için birbiriyle temas etmezden evvel bir köle azat etmek gerekir" ifâdesi, "bir köle azat etmek gerekir..." şeklinde, takibiyye fâ'sı ile gelmiştir. Bu, keffâret ödemenin, dönmeden sonra olmasını gerektirir. Yine, bu ayetteki, "birbiriyle temas etmezden evvel" kısmı da, bu keffâret ödemenin, cimâdan sonra, cimâdan önce olmasının gerekliliği sabit olunca dönmenin, cimâdan başka bir şey olması gerekir.

Bil ki, âlimlerimiz şöyle demiştir: Farzet ki, bu ayette zikredilen dönme, geri alma. cima manasına da, cinsî münasebete azmetme manasına da, cimâyı mübâh görme manasına da uygundur. Ancak şu kadar var ki, İmam Şafiî'nin söylemiş olduğu şey. bu ismin kendisine uygun düştüğü en az manadır. Binâenaleyh, bu hükmün onunla ilgili olması gerekir. Çünkü, bu asgarî miktarla avdet işi tahakkuk etmiş olur. Diğerleri ise, bundan daha fazla olup, bundan onun kastedildiğine dair kesin bir delil yoktur. (......) kelimesindeki ikinci ihtimal, bu ifadenin, "daha önce yaptıklarını yeniden yaparlar" anlamında olmasıdır. Bu ihtimale göre de, ayette birkaç izah vardır:

1) Sevri, "Avdet, İslâmiyet döneminde zıhâr yapmaktır.." demiştir. Bunun izahı şöyledir: Cahiliyye Arapları, zıhâr ile hanımlarını boşuyorlardı. Cenâb-ı Allah, zıhârın İslâm'daki hükmünü, cahiliyye dönemi Arapları nezdindeki hükümden değişik belirlemiş ve "Kadınlarına zıhâr yapanlar, (yani cahiliyye döneminde), sonra da, dediklerine dönenler için, (yani İslâmiyet geldikten sonra bu işi yeniden yapanlar için)..." buyurmuştur. Bu, "Onlar, İslâm geldikten sonra, cahiliyye döneminde iken söyledikleri gibisini söylüyorlar, Binâenaleyh, bunun keffâreti şöyle şöyledir..." anlamına gelir.

Bizim alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Bu görüş zayıftır, çünkü Cenâb-ı Hakk, zıhârdan bahsetti, ondan sonra da, (......) sonra" kelimesiyle de, avdetten bahsetti. Bu, avdetin, zıhârdan başka bir şey olmasını gerektirir. Binâenaleyh, eğer onlar, "Hanımlarına zıhâr yapanlar" ifâdesinden muradın, İslâm'dan önce ilgili hanımlarına zıhâr yapmakta olanlar olduğunu; (Bakara, 102) ayetinin (......) takdirinde olması gibi, lafzının zımmen bulunduğunu söylerlerse, biz de deriz ki: Takdir ve gizleme, aslolanın hilafınadır.

2) Ebu'l-Âliye, "Zıhâr lafzını tekrarladığı zaman, koca, avdet etmiş olur. Eğer tekrarlamazsa, bu avdet olmaz" demiştir. Bu, lafza ve zahire bağlı olanların görüşüdür. Onlar bu görüşlerine, "Sonra dediklerine geri dönerler" ifadesi, yaptıkları şeye geri dönmeye delâlet eder. Bu ise, ancak o işi tekrarlamakla olur" diyerek delil getirmişlerdir. Bu görüş de iki bakımdan zayıftır:

a) Eğer, ayetten murad bu olsaydı, ayet, "dediklerini iade ederlerdi" şeklinde olurdu.

b) Bu, Evs (radıyallahü anh)'ın hadisidir. O, zıhârı tekrar etmemiştir; ancak o, cimâya kastetmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, ona keffâreti gerekli görmüştür. Seleme bin Sahr el-Beyâdî (radıyallahü anh) ile ilgili hadis de böyledir. O, "Ben cimâya karşı sabırlı değildim. Binâenaleyh ayı gelince, fecr doğduktan sonra, cima etmekten kendimi alıkoyamayacağım korkusuyla, bütün ramazan ayı boyunca hanımıma zıhâr yaptım. Sonra, yine sabredemedim, onunla cima ettim. Ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip, ona bu durumu haber verdim ve "Allah'ın hükmünü icra et" dedim. O da, "Bir köle azat et" buyurdu. Böylece, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Seleme, zıhârı tekrar ifâde etmediği halde, ona, keffâretin vâcib olduğunu beyân etmiştir.

3) Ebû Müslim el-İsfehanî, "Avdet'in anlamı, kişinin ilk defa söylemiş olduğu zıhâr" kelimesini yemin ife söylemiş olmasıdır. Binâenaleyh, eğer o, yemin etmemiş ise, buna keffâret gerekmez. Bu, şuna kıyasla böyledir: Eğer kişi, bazı yiyecekler hakkında, "Bu bana, insan eti gibi haramdır" dese, bu sözden dolayı (bozması halinde) ona keffâret gerekmez. Ama, bunu yemin ederek söylese, o zaman ona, keffâret-i yemin gerekir" demiştir. Bu görüş de zayıftır, çünkü menâsik-i hac'da, keffâret, icmâ ile vâcibtir. Halbuki burada, bir yemin de söz olmadığı halde, hatâen öldürmede de keffâret gereklidir.

Köle Azâd Etme

Cenâb-ı Hakk'ın, "Birbiriyle temas etmeden evvel bir köle azâd etmeleri gerekir..." ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Alimler, zıhânn haram kıldığı şey hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bu hususta İmam Şafiî'nin iki görüşü vardır: 1) Zıhâr, sadece cinsî münasebeti haram kılar.

2) Daha hevesli olan bu görüşüne göreyse, zıhâr hanımından istifade cihetlerinin hepsini haram kılar. Bu, aynı zamanda, Ebû Hanîfe (radıyallahü anh)'ın da görüşüdür. Bunun birkaç delili vardır:

a) Allahü teâlâ, "birbiriyle temas etmeden evvel bir köle azat etmeleri gerekir" buyurmuştur. Binâenaleyh, bu, bütün dokunma ve temas çeşitlerini, ister el ile, isterse başka bir şeyle olsun, içine alır.

b) Ayetteki, "Hanımlarına zıhâr yapıp da..." ifâdesi, kocaya, hanımını anasının sırtına benzetmiş olması sebebiyle, hanımının ona haram olmasını gerektirir. Dolayısıyla, nasıl anasının sırtına dokunması ve temas etmesi haram ise, aynı halin, aynı şekilde hanımı için de söz konusu olması gerekir.

c) İkrime'nin rivayetine göre, bir adam hanımına zıhâr yaptı. Sonra, keffâret ödemeden, onunla cinsî münasebette bulundu ve gelip, bu durumu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haber verdi. Hazret-i Peygamber de, "Keffâret verinceye kadar hanımından uzak dur...' Müsned, 6/369, Ebû Dâvud, talak, 17 (2/268). buyurdu.

Zıhârın Teaddûdû

Alimler, tekrar tekrar zıhâr yapan kimse hakkında ihtilaf etmişlerdir. İmâm Şafii ve Ebû Hanife, "Aynı mecliste olmaması ve bu tekrar ile tekîdin kastedilmemesi durumunda, her zıhâr için bir keffâret gerekir. Aynı mecliste ve tekîd gayesiyle tekrar edilen zıharlar içinse, tek keffâret gerekir" demişlerdir. İmam Mâlik, "Kim karısına, yüz ayrı mecliste zıhâr yapsa, yine ona, ancak bir keffâret gerekir" demiştir. Bizim delilimiz şudur: "Kadınlarına zıhâr yapanlar için.., bir köle azâd etmeleri gerekir..." ayeti, zıhârın, keffâretin vâcib oluşunun illeti olmasını gerektirir. İkinci bir zıhâr bulununca, keffâretin vâcib olmasının illeti bulunmuş olur. İkinci zıhâr ise, ya birinci keffâreti, ya da ikinci keffâretin illeti olmuş olur. Birinci ihtimâl bâtıldır; çünkü o keffâret, birinci zıhâr ile vâcib olmuştur. Olanın yeniden olması (tahsil-i hâsıl) imkânsızdır. Ayrıca, illetin hükümden sonraya kalması da imkânsızdır. Böylece anlıyoruz ki, ikinci zıhâr, ikinci bir keffâreti gerektirmektedir. İmam Mâlik. "Ayetteki, "Zıhâr yapanlar" ifâdesi, hem bir kere zıhâr yapan, hem de pek çok kere zıhâr yapan kimseyi içine almaktadır. Sonra Cenâb-ı Hakk bu kimseye bir köle azadını farz kılmıştır. Böylece anlıyoruz ki, tek bir keffâret, ister bir defa, ister pekçok zıhâr olsun, yeterlidir" diyerek delil getirmiştir. Buna şöyle cevap verilir: Allahü teâlâ, "Allah sizi, yeminlerinizdeki "lağv"den dolayı sorumlu tutmaz. Fakat sizi, kalblerinizin azmettiği yeminler yüzünden hesaba çeker. Bunun da keffâreti, on yoksulu doyurmaktır..."(Maide, 89) buyurmuştur. Bu ayet, zahiren, çok sayıdaki yemin için, ancak bir tek keffâretin farz olmasını gerektirir. Halbuki bu böyle değildir. Bu böyle olmayınca, siz (Mâlikilerin) söylediği şey de yanlış olur.

Bütün Hanımlarına Zıhâr Yapan

Nikâhı altında dört kadın bulunan ve de, "Sizler bana anamın sırtı gibisiniz" demek suretiyle, hepsine birden tek bir ifadeyle zıhâr yapan hakkında, İmam Şafiî'nin iki görüşü vardır. Bu görüşlerden, doğruya en yakın olanına göre, bu kimseye, zıhâr yaptığı hanımlarının sayısınca, yani dört keffâret gerekir. Bunun delili ise, daha önce zikrettiğimiz husustur. Buna göre, bu kimse bu sözü ile, falan kadına zıhâr yapmış, böylece bu zıhâr sebebiyle ona bir keffâret gerekmiştir. Yine o aynı bu ifadesi ile, falanca kadınına, zıhâr yapmış olur. Böylece bu ikinci (ve üçüncü ve dördüncü) zıhâr da, başka keffâretleri gerektirmiş olur.

Dördüncü Mesele

Ayet-i kerime, keffâretin temasdan (cinsî münasebetten) önce geçerli olduğuna delâlet eder. Eğer keffâreti ödemeden o kişi hanımıyla cinsî temasta bulunursa, ona ancak tek bir keffâret gerekir. Bu, İmam Mâlik, Ebû Hanife, Şafiî, Süfyan es-Sevrî, İmam-ı Ahmed ve İshak b. Rahuye gibi (Allah hepsine rahmet etsin), ekserî ilim erbabının görüşüdür. Bazı alimler de, "Eğer koca, keffâret ödemeden önce, hanımıyla cinsî münasebette bulunursa, ona iki keffâret gerekir" demişlerdir. Bu, Abdurrahman b. Mehdî'nin de görüşüdür. Bizim delilimiz, ayetin zıhâr yapan kimseye, hanımıyla temas etmezden önce, keffâret ödemesinin gerekli olduğuna delâlet edişidir. İşte burada, öncelik vasfı fevt olmuş, keffâretin vacibliği kalmış olur. Şu halde ayette, keffâret öncesi yaklaşmadan ötürü başka bir keffâret gerektirdiğine delil yoktur.

Keffaret İçin İcbar

En açık olan görüşe göre, kadın için de, kocası keffâreti ödeyinceye kadar, kocasını kendisine yaklaştırmaması gerekir. Eğer koca, keffâreti hafife alırsa, bu sefer, koca ile kadın arasına, kadı (hakim) girer ve kadınla cinsî müanasebete karşılık ödemesi gereken hakkı (keffâreti) tam ödetmek için, dayakla bile olsa, kocayı keffâret ödemeye zorlar. Alimler şöyle demişlerdir: "Kişi sadece keffâretler içinde zıhâr keffâretinden ötürü zorlanır ve (gerekirse) hapsolunur. Çünkü keffâreti edâ etmemek, kadına zarar vermekve onun hakkını yerine getirmekten kaçınmaktır."

Altıncı Mesele

Ebû Hanife (r.h), "Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir köle azâd etmeleri gerekir" ifadesinden ötürü, köle ister mü'min, ister kâfir olsun, yeter. Çünkü bu lafız, bütün köleleri içine alan, umûmî bir ifadedir" demiştir. İmâm Şafiî ise, azad edilecek bu kölenin mutlaka mü'min olması gerektiğini söylemiştir. Onun delili şu iki şeydir:

1) Müşrik, pistir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Şüphesiz müşrikler pistir" (Tevbe. 28) buyurmuştur. Pis olan herşeyi ümmetin icmâ ile, habis ve pistir. Cenâb-ı Hakk ise, habîs şeyler hakkında, "Habis şeylere dokunmayın, onları infak etmeye yeltenmeyin" (Bakara, 267) buyurmuştur.

2) Biz, öldürme (kati) keffâretinde, azâd edilecek kölenin mü'min olması gerektiğinde icmâ etmiştik. Bu keffârette de durum aynıdır. Herkesin benimsediği görüşe göre, azâd etme, bir iyiliktir. Bunu iman ile sınırlamak (mü'minlere has kılmak), bu iyiliği, Allah'ın dostlarına yapıp, Allah düşmanlarını bundan mahrum bırakmayı gerektirir. Bunu iman ile sınırlamamak ise, Allah'ın dostlarının bundan mahrum kalmasına yol açar. İşte bundan dolayı, bu faydayı elde etmek için, bunu iman ile sınırlamak gerekir.

Yedinci Mesele

İmâm Şafiî (r.h)'ye göre, "mükâteb" köleyi azâd etmek, zıhâr keffâreti için yeterli (geçerli) olmaz. Ebû Hanîfe (r.h) ise, "Zıhâr yapan, eğer bu mükateb köle (efendisine) henüz hiçbir şey ödemeden onu azâd ederse, zıhâr keffâreti olarak yeter. Eğer köle birşeyler ödemiş iken onu azâd ederse, "zâhirürrivayeye" göre, bu kifayet etmez" demiştir. Hasan Ebû Hanîfe'den, "Bu köle azadının kâfi geleceği" görüşünü de rivayet etmiştir. Bunda Ebû Hanîfe'nin delili şudur: (Bakara, 177) ayetinden ötürü, mükâteb kölenin de, rakabeye (kölelere) dahil olmasıdır. Köle olma durumu ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir köle azâd etmeleri gerekir" ifadesinden ötürü, keffâret için yeterlidir. İmâm Şafiî'nin delili ise şudur: Köle azâd etmeyi gerektiren durum, mükâteb kölenin azâd edilmesinden sonrada durum devam eder. Köleler konusunda, amel edilmemeyi gerektiren husus, burada mevcud değildir. Bu sebeple de hükmün, aslı üzerine devam etmesi gerekmiştir.

Bunu gerektiren şey şöyle izah edilir: Sabit olanda aslolan, onun bulunduğu hal üzere devam etmesidir. Bu ikisini birbirinden ayıran husus şöyle izah edilir. Mükâteb köle, hernekadar o, efendisinin mülkiyetinden henüz çıkmamış ise de, onun mülkiyetinden çıkmış gibidir. Fakat onun köleliğinde bir noksanlık mümkündür. Bunun delili ise, o kölenin, kendi kazancına kendisi daha müstehak olup, efendisi için ise, onun üzerinde bir takım tasarrufta bulunmasının imkânsız oluşudur. Öyle ki efendisi onu öldürse, kıymetini tazmin eder. Meselâ efendi, mükâteb olan cariyesi ile cinsî münasebette bulunsa, o cariyenin mihri, efendiye borç olur, efendinin bunu ödemesi gerekir. Yine malûmdur ki, katıksız mülkiyeti, bir takım zayıflık ve ziyan şaibelerinden uzak tutmak, mâlik, zayıf olan mülkü bunlardan uzak tutmaktan daha zor ve ağır gelir. Kişinin, normal köleyi azâd ile mesuliyetten çıkmasından, onun mükâteb köleyi azâd etmekle de sorumluluktan çıkması gerekmez. İkinci bir izaha göre ise şöyle denilir: Biz, şayet efendi öldükten sonra vârisler, köleyi azâd etseydiler, bunun keffâret olarak yeterli olmayacağı hususunda icmâ etmiştik. İşte bunun gibi, vâris bırakan da onu azâd ettiğinde böyledir. Câmî (bu ikisinde ortak taraf) ise, bu mülkiyetin zayıf oluşudur.

Sekizinci Mesele

O köleyi, eğer, keffâret niyetiyle bir akrabası alıp azâd etse, bu köleyi azâd olur. Fakat Şafiî'ye göre, bu keffâret yerine geçmez. Ebû Hanîfeye göre ise, bu zıhâr keffâreti yerine geçer. Ebû Hanîfe'nin hücceti, ayetin zahirine tutunmaktır. İmâm Şafiî'nin hücceti ise, daha önce geçmiş olan husustur.

Keffârette Doyurma

Ebû Hanîfe, keffâretlerde fakiri doyurma şartının, yiyecek bulmaya ve yedirmeye imkân bulmakla yerine getirileceğini söylemiştir. Şafiî'ye göre ise, fakiri ona mâlik kılmakla edâ edilir. Ebû Hanîfe'nin delili, ayetin zahiridir. Buna göre, vâcib olan, bizzat yedirmektir. Yedirmenin hakikati ise, yeme imkânı sağlamaktır. Bunun böyle olduğunun delili ise, "Ailesine yedirmekte olduğunuzun orta derecesinden on yoksulu doyurmak..." (Mâide.89) ayetidir. Bu, hem yeme imkânı verme, hem de fakiri o yiyeceğe bizzat mâlik kılmakla yerine getirilir. Zıhâr keffâretinde de böyledir. İmâm Şafiî'nin hücceti ise, bunu, zekâta ve sadakayı fıtra kıyastır.

Onuncu Mesele

Şafiî "Her bir fakire, yiyip-içtiği o beldenin yiyeceğinden olmak üzere, bir müdd (ölçek) buğday, veya arpa, veya pirinç, veya hurma, yahut keş peyniri verilir. Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ölçeğine (ölçü birimine) göre olup, ondan sonra ortaya çıkmış ölçekler itibara alınmaz" demiştir. Ebû Hanîfe ise "Her bir fakire (zıhâr keffâreti için), yarım ölçek buğday, veya un, veya kavut, yahut bir "sa' " hurma, veya arpa verilir. Bunun dışında verilecek miktarlar yeterli olmuştur" demiştir. Şafiî'nin delili şudur: Ayetin zahiri, "yedirme"yi gerektirmektedir. Yedirmenin mertebeleri ise, kemiyet ve keyfiyet açısından farklı farklıdır. Bu nedenle, "yedirme" lafzını, bunların bir kısmına hamletmek, diğerlerine hamletmekten daha evlâ değildir. Binâenaleyh bu lafzı, zahiren olması gereken en az şeye hamletmek gerekir. Bunun en azı ise, "müdd" miktarıdır.

Ebû Hanîfe'nin delili ise, Evs b. Sâmit (radıyallahü anh) ile ilgili hadiste geçen, "Her yoksul için, yarım "sa " buğday ver" hadisidir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) ve Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'nın, "Her fakire, iki müdd (ölçek) buğday verilir" dedikleri rivayet edilmiştir. Bir de göz önünde bulundurulması gereken, her yoksulun o gün şartlarındaki günlük ihtiyacıdır. O zaman bu, sadakayı fıtrin bir benzeri olur. Bu da, "müdd" ile değil, söylediğimiz şey ile edâ edilir.

Onbirinci Mesele

Eğer o kimse, bir yoksulu, altmış defa yedirse, İmâm Şafiî'ye göre bu, keffâret olarak, kifayet etmez; Ebu Hanîfe'ye göre ise kifayet eder. Şafiî'nin delili, bu ayetin zahiridir. Çünkü ayet, altmış yoksulun doyurulmasının vâcib olduğunu ifâde ediyor. Dolayısıyla ayetin zahirine uymak gerekir. İmam Ebû Hanîfe'nin delili ise, bundaki gayenin, ihtiyacı gidermek olmasıdır ve bu, (bir fakiri altmış kere doyurmakla) yerini bulmuş olur. Şafiî, buna karşı şöyle diyebilir: "Lafzın zahirinin ifade ettiği hükümler, böylesi takdirlerden üstündür. Binâenaleyh bu gibi hususlarda kıyastan kaçınmak vâcibtir. Ve yine belki de altmış ayrı kişiyi sevindirmek, bir kişiyi (altmış kere) sevindirmekten Hakk'ın rızasına daha uygundur."

Onikinci Mesele

Şâfî uleması şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, köle hakkında, "Fakat kim bulamazsa, birbiriyle temas etmezden evvel, fasılasız iki ay oruç tutsun..", oruç hakkında da, "buna da güç yetiremezse, altmış yoksulu doyursun..." buyurmuş, birincisinde, "kim bulamazsa...", ikincisinde, "kim güç yetiremezse..." demiştir. Binâenaleyh, malı olmayan kimse, o anda köle azâd etmekten aciz olması sebebiyle hemen oruca geçemez!.. Ama, o anda hasta olan kimse, eğer hastalığı, iyileşmesi umulmayan bir hastalık ise, fakir doyurma şıkkına geçebilir. Bu iki durum arasındaki fark şudur: Allahü teâlâ, fakir doyurma şıkkına geçme hususunda, "kim güç yetiremezse" buyurmuştur. Bu, o anda hemen söz konusu olan hastalık sebebiyledir: Şu andaki acizlik ise, güç yetirilemeyen bir durumdur. Allahü teâlâ köte azâd etme durumu hakkında ise, "kim bulamazsa" buyurmuştur. Bu, "kim bir köle bulamazsa" veya "köte satın alacak mala sahip olamazsa" demektir. Malı olmayan kimse, malını yitirmiş olan kimse, diye isimlendirilmez. Yine, bu ikisi arasındaki farkın şu olduğu söylenebilir: Mal elde etmek, kişinin iradesiyle ilgilidir. Ama hastalığı gidermek, insanın iradesiyle olamaz.

Onüçüncü Mesele

Alimlerimizden bazıları şöyle demişlerdir: "Aşırı şehvet arzusu ve cinsî münasebet düşkünlüğü, keffârette, oruçtan fakir doyurmaya geçme hususunda bir özürdür. Bunun delili şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir bedevî araba, oruç tutmasını emretmiş, bedevi de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Bu iş zaten oruçtan dolayı başıma geldi, nasıl dayanabilirim?" demiştir. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Fakirleri doyur" buyurmuştur. Bu hadis şehvet düşkünlüğünün, ketfârette, oruçtan fakir doyurmaya geçme hususunda bir mazeret olduğuna delâlet eder. Ayrıca, "istitâ'e", vüs'atin; vüs'at de takatin üzerindedir. Binâenaleyh "istitâ'e", insanın, bu işi kolaylıkla yapabilmesidir. Malûmdur ki, şehvet düşkünlüğü bulunan kimsede, bu anlamda bir "istitâ'a" yoktur. İşte bütün bunlar, Kur'ân'ın anlaşılmasına taalluk eden, bu ayetteki hususların kısa bir özetidir. En iyisini Allah bilir.

Cenâb-ı Allah, "İşte size, bununla öğüt veriliyor. Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır" buyurmuştur. Zeccac ifâdesi, keffâretin önemini göstermek içindir. Bu ifâde, "Keffâretin sıkı tutulması, aharı terk edesiniz ve tekrar yapmayasınız diye, size bir öğüt ve nasihattir" anlamındadır" demiştir. Bir başkası da, "Bu ifâde, "işte siz, keffâretle emrolunuyorsunuz.." anlamındadır" demiştir. Allah, keffâreti ödeme ya da ödememe hususunda ne yaparsanız hakkıyla bilir.

Keffaret Olarak Oruç

Cenâb-ı Hakk bundan sonra, köle azâd etmekten aciz olan kimse hakkındaki hükmü beyan etmiş ve şöyle demiştir:

3 ﴿