HAŞR SURESİBu sûre Medenidir ve yirmidört ayettir. Benû Nadir Yahudilerinin Çıkışı 1Âyetin tefsiri için bak:2 2"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbih eder. O, azizdir, hakîrndir. O, ehl-i kitabtan kâfir olanları, ilk sürgünde yurdlarından çıkarandır. Siz, çıkacaklarını sanmamışhnız. Onlar da, kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağım zannetmişlerdi. İşte onlara, hesab etmedikleri yönden Allah'ın emri geliverdi. O, bunların yüreklerine korku düşürdü, öyle ki evlerini hem kendi elleriyle, hem mü'minlerin elleriyle harab ediyorlardı. İşte ey akıl ve basiret sahipleri, siz (bundan) ibret alın". Benû Nadir, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ne onun aleyhine, ne de lehine çatışmamak üzere anlaşma yapmıştı. Bedr savaşı olduğunda onlar, "Muhammed, Tevrat'da muzafferiyet ile nitelenen peygamberin tâ kendisidir" dediler. Müslümanlar Uhud'da hezimete uğrayınca da, şüpheye düşüp, anlaşmalarını bozdular. Derken Kab b. Eşref, binitli kırk kişilik bir kafile ile Mekke'ye vardı ve Ka'be'nin yanında Ebû Süfyan ile anlaşma yaptılar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, Muhammed b. Mesleme el-Fusârt (radıyallahü anh)'ye emretti de, o, süt kardeşi olduğu halde Kâb'ı, tuzak kurup öldürdü. Sonra o hurma lifinden ağzına gem vurulmuş bir eşek üzerinde olarak Hazret-i Peygamber, bölük bölük askerleriyle onların yanına vanp, onlara "Medine'den çıkın" dedi. Buna mukabil onlar, "ölüm bize, çıkmaktan daha hoş gelir" dediler ve harb ilan ettiler. Yine rivayet edildiğine göre, onlar yol hazırlığı yapmak ve çıkmak için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den on gün müsâade istediler. Abdullah b. Übeyy (münafığı) onlara "Sakın kalenizden çıkmayın. Eğer müslümanlar sizinle çarpışırlarsa, bilin ki biz de sizinle beraberiz. Sizi yardımsız bırakmayız. Yemin olsun ki eğer çıkar giderseniz, biz de sizinle çıkıp gideriz" diye haber gönderdi. Bunun üzerine, geçitlerini muhkemleştirdiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) 21 gün onları muhasara etti. Allahü teâlâ onların kalblerine korku atıp, bu yahudiler, münafıkların yardımından ümidlerini kesince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den barış talebinde bulundular. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, ancak her üç evin, diledikleri eşyaları seçip sadece bir deveye yüklemeleri şartı ile sürgüne gitmelerine razı oldu. Onlar, içlerinden iki ev halkı, yani Ebu'l-Hakîk ile Hayy b. Ahtab aileleri hariç, Şam bölgesine, o bölgedeki Erîka ve Ezra ât yöresine göçüp gittiler. Çünkü bu iki aile, Hayber'e iltihak etti. Bir başka küçük gurub da Hire'ye iltica etmişti. Burada bir kaç soru var: Birinci Soru: Ayetteki, (......) tabirindeki lâm'ın manası nedir? Cevap: Bu tıpkı "Şu vakit için, şu vakitte geldim" şeklindeki sözündeki lâm gibidir. Buna göre ayetin manası, "Allah o inkâr edenleri, ilk sürgünleri esnasında çıkardı" şeklinde olur. İkinci Soru: İlk sürgün ne demektir? Cevap: Sürgün, bir topluluğu, bir yerden başka bir yere sürüp çıkarmaktır, Cenâb-ı Hakk'ın bunu ilk sürgün olarak isimlendirmesinin sebebini, bir kaç şekilde açıklayabiliriz: 1) Bu, İbn Abbas ve ekseri âlimlerin görüşüne göre, Ehl-i Kitabın ilk sürgünüdür. Yani onlar, o zaman Arabistan yarımadasından ilk olarak sürgüne gönderilmişler ve Arabistan yarımadasından sürüp çıkarılmışlardı. Çünkü onlar, daha önceleri güç ve kudret sahibi bir toplum idiler. 2) Allahü teâlâ onların Medine'den çıkarılmalarını bir sürgün diye vasfetmiş ve bunu, insanların kıyamette Şam tarafına toplanıp, kıyametin onları burada yakalayacağı için, ilk haşr (sürgün-toplanma) diye nitelemiştir. 3) Bu, onların ilk sürgünleridir. Onları son sürülmeleri de, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in onları, Hayber'den Şam'a sürüp çıkarmasıdır. 4) Bunun manası, "Allah onları, savaşmak üzere ilk kez toplandıkları için, yurdlarından sürüp çıkardı" şeklindedir. Zira bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlarla ilk savası idi. 5) Kaaide, "Bu ilk haşrdır (toplanma ve sürülmedir). İkinci sürgün ise, insanları doğudan batıya sürecek ve geceledikleri yerde onlarla beraber geceleyip, uykuya yattıkları yerde onlarla beraber kalacak olan bir ateş sebebi ile olacaktır" demiştir. Alimler o ateşin, gece görünüp, gündüz görünmeyeceğini söylemişlerdir. Ayetteki, "Siz, çıkacaklarını sanmamıştınız" cümlesi hakkında İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Müslümanlar sanıyorlardı ki, Benû Nadîr, güçlü ve kuvvetli oldukları için, yurdlarından çıkmayacaklardı." Allahü teâlâ bunu, bu nimetin büyüklüğünü anlatmak için söylemiştir. Çünkü kişi aksi bir zann üzere olduğu halde, bir nimet insana ulaşırsa, işte bu nimet çok daha kıymetli olur. Nitekim müslümanlar da, bu yahudilerin çıkması böylece de onların hile ve tuzaklarından kurtulmaları ile ilgili dileklerine nail olabileceklerini sanmıyorlardı. İşte her ne zaman bu onlara nasib oldu, böylece bu nimetin gerçekleşmesi daha kıymetli oldu. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar da, kalelerinin Allah'dan koruyacağını zannetmişlerdi" cümlesi ile ilgili olarak âlimler şöyle demişlerdir: "Onların kaleleri son derece sağlamdı. Bundan ötürü kalelerinin, kendilerini Allah'ın Resulünden koruyacağını zannediyorlardı." Ayet-i kerime'de Resûlüllah için yüce bir şerefin ifadesi vardır. Çünkü ayet, onların Resûlüllah ile olan muamelelerinin, bizzat Allah ile olan muameleleri gibi olduğuna delâlet etmektedir. İmdi eğer, "Senin, demen ile, ayetteki şekli ile söylemen arasında ne fark vardır?" denilirse, biz deriz ki: Haberin mübtedadan evvel gelmesi, onların, o kalelerinin sağlamlığına ve kendilerini muhafaza edeceğine olan aşırı güvenlerine delildir. Onları ifade eden "hiirn" zamirinin (......)'nin ismi kılınıp, bu mübteda-haber cümlesinin o zamire isnâd edilmesinde (onun haberi yapılmasında), onların, içten içe kendilerinin son derece güçlü ve kuvvetli olduklarına inanıp, kendileriyle savaşacak hiç kimseye aldırış etmedikleri hususuna bir delit var. Bu manalar, şeklindeki cümlesinde bulunmaz. Ayetteki "İşte onlara hesab etmedikleri yönden Allah'ın emri geliverdi" ifadesi ile ilgili bir kaç mesele var: Ayetin iki izahı vardır: 1) Ayetteki "onlara" zamiri yahudilere ait sayıldığında mana, "Allah'ın azabı ve onları yakatayışı, onlara hiç ummadıkları bir taraftan geldi" şeklinde olur. 2) Bu zamir "mü'minlere" ait sayıldığında mana, "Allah'ın yardım ve tavsiyesi, mü'minlere hiç ummadıktan bir taraftan geliverdi" şeklinde olur. ifadesi, "hiç tahmin etmiyor, akıllarına hiç getirmiyortardı" -nanasındadır. Bu işin, hiç sanılmadık şekilde oluşu şu iki şeyden ötürü idi: a) O yahudilerin reisi olan Ka'b b. Eşref, kendisine tuzak kurulup, süt kardeşi tarafından öldürülmüştü. Bu da onların, gücünü kırmış ve dağıtmış, böylece de kudret .e ihtişamları azalmıştı. b) Çünkü Allah onların kalblerine korku atmıştı. "Allah onlara geliverdi" ifâdesinin, bütün akıl sahiplerinin ittifakıyla, zahiri manası üzere alınması mümkün değildir. Dolayısıyla bu, tevil kapısının açık olduğna ve ayetlerin, zahirî manalarından alınıp, aklî delillerin muktezasına göre başka bir manaya sarfedilip yorumlanmalarının caiz olduğuna delâlet eder. Keşşaf sahibi, bu ifâdenin, "Allah onlara helak ve azabı verdi" şeklinde okunduğunu söylemiştir. Bil ki, bu kıraat, bizim beyân ettiğimiz tevîl biçimlerini ibtâl etmez. Çünkü bu kıraat, önceki kıraati kaldırmaz. Çünkü o kıraat, tevatürle sabittir. Tevatürle sabit olduğu zaman da, onun ibtâli mümkün değildir. Bu sebeple de, onun yorumlanması gerekir. Cenâb-ı Hak "O, bunların yüreklerine korku düşürdü" buyurmuştur. Dil âlimleri insanın içini saran korku..." anlamındadır. Onun atılması da, gönle dolması, gönle düşmesidir. Bundan dolayı, aslanı nitelerken, Araplar, (mukazzef) demişlerdir. Buna göre sanki aslan etti butlu oluşundan dolayı, sanki kendisine et atılmış, yapıştırılmış gibidir. Bil ki, bu ayet-i kerime, bizim, "Bütün işler Allah'a aittir" şeklindeki görüşümüzün doğruluğuna delâlet etmektedir. Çünkü bu ayet-i kerime, onların kalblerinde meydana gelen bu korkunun, Allah tarafından meydana geldiğine ve böylece de bu korkunun, onların bazı işlere yönelmelerine sebep olduğuna delalet etmiştir. Kısaca, fiil ancak, kalbte kuvvet bulmuş, etkili bir sebep mevcut olduğu zaman meydana gelir. Bu sebebin mevcut oluşu ise, ancak Allah'tan yana meydana gelebilir. Böylece de bütün fiiller, bu yolla, Allah'a râci olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "öyle ki evlerini hem kendi elleriyle, hem müminlerin elleriyle harab ediyorlardı.." cümlesine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır. Ebu Ali, sadece Ebû Amr'ın bu kelimeyi, şedde ile (......) şeklinde okuduğunu, diğerlerini ise, şeddesiz olarak (......) şeklinde okuduklarını söylemiştir. Ebû Amr şöyle söylerdi: "İhrab, bir şeyi harab halde bırakmaktır. Tahrib de, yıkmaktır. Benû Nadîr, yıkmışlardır, yoksa harâb halde bırakmamışlardır.." el-Müberred, bunun niye böyle izah edildiğini bilmiyorum. şekil asi olup, evi harab etmek, yıkmak anlamındadır Evi sahibi yıkmıştır. Bu, ve gibidir. Zefîl babından olarak, dediğinde, bu çokluk ve teksîr ifâde eder. Yani, çok iyice yıkma anlamında... Çünkü Allahü teâlâ, hem çoğu, hem de azı ifâde etmeye elverişli olan büyüt (evler) kelimesini zikretmiştir. Sîbeveyh, bu iki şeklin "sevindirdi..." ve "güzel yaptı..." fiilleri gibi, birbiri yerine geçtiklerini ve kullanıldıklarını iddia etmiştir. Şair "Ben, bir kavmin yurdunda nice evleri harâb ettim..." demiştir. Ferrâ, "yuherribûn", "hedmederler, yıkarlar" anlamındadır. Şeddesiz olarak "yuharribûn" kıraati ise "onlardan bir kısmını harab edip öylece bırakırlar" diye açıklamıştır. Mûfessirler, onların, evlerini, hem kendi elleri, hem de mü'minlerin elleriyle nasıl harâb ettiklerini izah için, birkaç vecih zikretmişlerdir. 1) Onlar, kesin olarak sürüleceklerini anlayınca, müslümanların kendi evlerinde kalmaları ve oturmaları hususunda hased ettiler de, böylece onlar evlerini, içten; müslümanlar da dıştan yıkmaya başladılar. 2) Mukâtil şöyle demiştir: "Münafıklar, çıkmamaları için, yahudilere hile ve desiseler kurdular, telkinlerde bulundular. Bununüzerine yahudiler de, kale girişlerini muhkemleştirip, iyice sağlam hale getirdiler. Böylece de, evlerini bozarak, onları, boğazın girişinde, birer kale haline getirdiler. Müslümanlar da, diğer taraftan harap ediyorlardı. 3) Müslümanlar, onların kale girişlerinden bir girişe hakim olduklarında, onu harap ediyorlardı. Yahudiler de, evlerin gerisine çekiliyorlar ve o evlerin arkasından gedikler açıyorlardı. 4) Müslümanlar, o diyarın, gözle görülen şeylerini harab ediyorlardı. Yahudilerse, kesin olarak sürüleceklerini anladıklarında, evlerinde güzel ve hoş buldukları kapt ve ahşap kısımlara bakıyorlar, sonra onları sökerek deve ve hayvanlarına yüklüyorlar, en sonunda da evlerini yıkıyorlardı. Eğer, "Yahudilerin, müslümanların eli ile evlerini yıkmalarının manası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Zeccâc şöyle demiştir: "Yahudiler müslümanları bunu yapmaya sevkedip, böylece buna sebep olunca, sanki yahudiler müslümanlara bunu emretmiş ve bununla vazifeli kılmışlar gibi olmuşlardır." Cenâb-ı Hak, "İşte, ey akıl ve basiret sahipleri. Siz bundan ibret alın" buyurmuştur. Bil ki biz, kıyasın hüccet olduğu hususunda, fıkha dair "el-Mahsûl" adlı eserimizde, delil olarak bu ayete tutunduk. Binâenaleyh, bunu burada zikretmeyeceğiz. Fakat şu kadar var ki, burada, Allahü teâlâ'nın ibret alınmasını emrettiği şeyin izah edilmesi gerekir. Bunda birkaç ihtimal var: 1) O yahudiler, kalelerine, kuvvetlerine ve İhtişamlarına güveniyorlardı. Allahü teâlâ da, ihtişamlarını yok edip, kuvvetlerini izâle etti. Sonra da, "İşte, ey akıl ve basiret sahipleri siz bundan ibret alın." Ve, Allah'tan başka hiçbir şeye dayanmayın. Öyleyse, zâhid, zühdüne güvenmesin. Çünkü, bunun zühdü, Bel 'am'ın zühdünden daha çok olamaz. Yine, âlim de ilmine güvenmesin. İbnur-Ravendî'ye bak. Muhakeme ve mümaresesinin çokluğuna rağmen, nice oldu!? Aksine, hiç kimse için, hiçbir hususta, Allah'ın lütuf ve rahmetinden başka itimat edilecek bir şey yoktur!" buyurmuştur. 2) Kadî şöyle demiştir: "Bundan maksat, insanın, zulüm, küfür ve peygamberliği ta'n etmenin akibetini bilmesidir. Çünkü bu yahudiler, zulüm ve küfrün uğursuzluğu ile, şiddetli belâ ve sürgüne duçar olmuşlar. Mü'minler de, bundan ibret alıp, böylece günahlardan uzaklaşmışlardır. Buna göre eğer, "Bu ibret alma ancak, eğer biz, "Onlar, zulmetmişler ve inkâra sapmışlardı. Dolayısıyla da azaba uğramışlardı. Bu azabın sebebi, onların küfrü ve zulmüdür" dersek, doğru olur. Şu kadar var ki, bu söz, "tarden" ve "aksen" yanlıştır. "Tarden" yanlış oluşuna gelince, bu şundan dolayıdır: Nice, zâlim ve kâfir olan kişiler var ki, onlar, dünyada iken azaba uğramamışlardır. Bunun "aksen" yanlış olması da şundan dolayıdır: Bu gibi, mihnet ve belâlar, hatta bundan daha şiddetlileri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabının da başına gelmiştir. Ve bu, onların dinlerinin ve davranışlarının kötülüğüne delâlet etmemişti. Bu illet yanlış olunca, bu şekilde ibret almak da batıl olur. Yine, esasen, sabit olan hüküm şudur: O yahudiler, hem kendi, hem de mü'minlerin elleriyle, evlerini yıkmışlardır. Biz, bunun, onların küfür ve zulümleri sebebiyle olduğunu söylersek, zulmeden ve inkâr eden herkesin evinin, kendi ve müslümanların eliyle harab edilmesi gerekir. Bunun ise ev söz konusu olmadığı malumdur. Böylece anlıyoruz ki, bu şekilde bir ibret alış sahih değildir" denilirse, şöyle cevâp veririz: Aslında sabit olan hükmün üç mertebesi vardır: a) Onların evlerinin yıkılmasının, kendi elleri ve mü'minlerin elleriyle olması. b) Bunun, dünyada bir azâb olması. Ki bu, birincisinden daha umumîdir. c) Bunun, mutlak anlamda azâb olmasıdır. Ki bu da, ikinci husustan daha umumîdir. Zulüm ve küfür, azaba, bir azab olması cihetinden uygun düşerler. Bunun, husûsen dünya veya ahirette, bir yıkım veya bir öldürülme olmasına gelince, bunun bir netice ve tesiri yoktur. Dolayısıyla, kıyasın neticesi şuna varıp dayanır; zulmeden, inkâr eden ve yalanlayanlar, bu azabın, dünyada veya ahirette olmasına bakılmaksızın, azaba duçar olurar. Zulüm ve küfür de bu azaba münasib düşer. Böylece anlıyoruz ki, küfür ve zulüm, bu azabın iki sebebidirler. Ne zaman ve nerede var olurlar ise, bu azabın dünyada veya ahirette olacağı açıklanmaksızın, azâb meydana gelir. Biz, buradaki kıyâs etme ve ibret almayı bu şekilde anlattığımızda, tenkitler ve çelişkiler ortadan kalkar. Kıyas da, doğru bir biçimde tamamlanmış olur. İbret ve İ'tibar Kelimeleri "İbret almak" demek olan "i'tibâr", "geçmek" "bir şeyden başka bir şeye geçmek" manasından alınmadır. Göz yaşına da o şey gözden yanağa (yüze) geçtiği (aktığı) için "ibret" denilmiştir. Sayesinde geçme sağlandığı için geçite de, "ma'ber" denilmiştir. O belli (rüya yorumlama) ilmine de, "ta'bîr" ismi verilmiştir. Çünkü bu ilmin sahibi, hayalî olandan ma'kûl (aklî) olana intikal eder. Lafızlara da ibareler ismi veriler. Çünkü ibareler, manaları konuşanın dilinden dinleyenin aklına intikal ettirir. Nitekim "Mutlu (saîd), başkasından ibret alandır" denilir. Çünkü onun aklı, başkasının durumundan, kendisinin durumuna geçmiştir. Bu nedenle müfessirler " "i'tibâr" ve "ibret", eşyaya bakmak suretiyle, aynı cinsten başka şeyleri bilmek gayesiyle, eşyanın (herşeyin) hakikatlerine ve delâlet yönlerine bakmadır" demişlerdir. Ayetteki, ifadesi ile ilgili iki izah şekli vardır: 1) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk bununla, "Ey ince akıl, fikir ve basiret sahipleri..." manasını murad etmiştir." 2) Ferrâ, bu ifadenin manasının, "Ey bu zikredilen olayı bizzat görüp, ibret alan" şeklinde olduğunu söylemiştir. 3Âyetin tefsiri için bak:4 4"Eğer Allah onların üstüne bu sürgünü hükmetmeseydi dünyada kendilerini şiddetle azablandıracakti. Ahirette de onlar için cehennem azabı vardır. Bunun sebebi şudur. Çünkü onlar, gerçekten Allah'a ve peygamberine muhalefet ettiler. Kim Allah'a muhalefet ederse, şüphe yok ki Allah çetin azabhdır". "Cela"nın Arapça'daki manası, vatandan çıkmak ve ayrılmaktır. Buna göre eğer,"Eğer ... yazmasaydı" edatı, başka bir husus olduğu için, bir diğer şeyin olmadığını ifade eder. Dolayısıyla sürgün mevcud olduğu için, dünyada azablandırmanın olmaması gerekirdi. Ama sürgün de, azab çeşitlerinden biridir. O aide, sürgünün mevcudiyeti ile, azabın olmaması gerekirdi, ama bu imkânsızdır" denilirse biz deriz ki: Bunun manası şudur: Eğer Allahü teâlâ onlara hükmü vermeseydi yazmasaydı, onları dünyada, kardeşleri (soydaşları) Benî Kureyzâ kabilesine yaptığı gibi, öldürülme azabına dûçâr kılardı.." Ayetteki, "Ahirette de onlar için cehennem azabı vardır' ifadesi, "yeni bir cümle olup, kendinden öncesine atfedilmemiştir. Çünkü eğer kendinden önceki ifadeye atfedilmiş olsaydı, daha önce edatının, şart bulunduğu için, cezanın (neticenin) : mamasını gerektirdiğini açıklamamızdan ötürü, ahirette onlar için bir azabın olmaması gerekirdi. Cenâb-ı Hakk'ın "Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar, Allah'a ve peygamberine muhalefet ettiler" cümlesi, yahudilerin evlerinin harab işinin sebebinin, onların Allah ve Resulüne muhalefet etmeleri olmasını gerektirir. Buna göre eğer, "Şayet muhalefet etmeleri, bu harab edişin sebebi olsaydı, "Bu muhalefet her ne zaman bulunursa, harab ediş de bulunur" denilmesi gerekirdi. Oysa ki durumun böyle olmadığı malumdur" denilirse, biz deriz ki: Bu, nasla (açıkça) belirtilmiş bir illetin (sebebin), bir şeye tahsis edilmesinin, onun doğruluğuna zarar vermeyeceğine delâlet eden şeylerden birisidir. Cenâb-ı Allah daha sonra, "Kim Allah'a muhalefet ederse, şüphe yok ki Allah çetin azabhdır" buyurmuştur. Bundan maksad, (insanları muhalefetten) menetmektir. 5"Herhangi bir hurma ağacını kestiniz, yahut kökleri üstünde ayakta bıraktınız ise, (hepsi) Allah'ın izniyledir. Bu da, fasıldan rüsvay edeceği içindir". Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: (......) kelimesi, (......) kelimesini "beyan" eden bir ifade olup, buradaki ism-i mevsûlü, fiilinin mef'ulü olarak, mahallen mansubtur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Hangi şeyi keserseniz..." demektir 'daki, "mâ" ism-i mevsûlüne râcî olan zamiri, müennes olarak getirmiştir. Çünkü manasındadır. Ebu Ubeyde, "Üne" kelimesinin, iyi ve has cinsden olmayan hurma ağacı manasına olduğunu, bunun aslının "livne" şeklinde olduğunu; lamın kesreli oluşundan ötürü, vav'ın yâ harfine dönüştüğünü; bundan dolayı kelimenin çoğulunun "elvan" şeklinde olduğunu; iyi cins hurma dışında, bütün hurma ağaçlarının ismi olduğunu söylemiştir. Bazı alimlerse, "fine" kelimesinin, son derece kıymetli-iyi cins hurma ağacına isim olarak verildiğini söylemişlerdir. Buna göre onlar bu kelimeyi, yine hurma ağacı manasındaki "linun" kelimesinden türetmişlerdir. Bu durumda, çoğulu "liyen" şeklinde gelir. Eğer, "kesilme ile ilgili olarak, niçin özellikle hurma ağacı zikredilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Eğer onların, orta halli-normal hurma ağaçları var idiyse, müslümanlar iyi cins ve bernî (has) hurma ağaçlarını kendilerine bırakmak için böyle yapmışlardır. Eğer kesilenler, son derece değerli cins hurma ağacı idiyse, bu, yahudileri daha çok kızdırmak ve üzmek için olmuştur. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Kafmeten" ifadesi, şeklinde de okunmuştur. "Usûl" kelimesinin "usul"' şeklinde okunmasının iki izahı vardır: 1) Bu kelime, tıpkı "Rehn"in çoğulunun "rühün" olması gibi, "ast" (kök) kelimesinin çoğuludur. 2) Burada vav'a bedel olarak, aâd'ın zammesiyle yetinilerek böyle okunmuştur. Yine bu kelime, (ü) ism-i mevsûlinin lafzına bakarak, şeklinde, müzekker zamire izafe edilerek de okunmuştur. Ayetteki, "Allah'ın izniyle" ifadesi, şu manayadır: "O hurma ağaçlarının kesilmesi, Allah'ın izni ve emriyledir." Yine ayetteki, ifadesi ise, "Fasıkları, yani yahudileri rezil ve rüsvay etmek için, Allah o hurma ağaçlarının kesilmesine izin verdi" manasınadır. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabına, yahudilerin hurma ağaçlarını kesip-yakmayı emrettiği zaman, yahudiler, "Ey Muhammed, sen yeryüzünde fesad çıkarmayı nehyediyordun. Öyle ise bu hurma ağaçlarını kestirip-yaktırman ne oluyor?" dediler. Mü'minlerin aklına da buna benzer şeyler geçiyordu. İşte bunun üzerine buayet nazil oldu. Dolayısıyla gayzı, kin ve öfkesi artsın, düşmanlarının yani müslumanların, onların en sevgili mallarına sahip olup, hükmetmeleri sebebiyle üzüntü ve pişmanlıkları kat kat artsın diye izin vermiştir" şeklinde olur. Âlimler, bu ayet-i kerimeye, kâfirlerin kalelerinin ve evlerinin yıkılıp yakılması, su altında bırakılması ve topa tutulmasında bir sakınca olmadığı hususuna delil getirmişlerdir. Yine bunun gibi. meyveli veya meyvesiz ağaçlarının kökünden sökülmesinde bir sakıca olmadığına, bu ayeti delil getirmişlerdir. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre o, müslümanların, savaş alanına rastlayan ağaçları kestiklerini söylemiştir. Rivayet olunduğuna göre, iki müslümandan birisi o ağaçlardan iyi cins hurmaları diğeri ise orta halli hurma ağaçlarını kesiyordu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara bunun sebebini sorunca, birisi, "O iyi cins hurma ağacını Allah'ın Resulüne bıraktım" dedi. Öteki de, "iyi cins hurmaları, o kâfir yahudileri iyice öfkelendirmek için kesiyorum" dedi. Âlimler, bu hadiseyi, içtihadın caiz olduğuna ve bunun bizzat Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzurunda bile yapılabileceğine delil getirdiler. Fe'yin Taksimi 6"Allah'ın onların mallarından peygamberine "fey' " olarak nasib ettiği şeye gelince, siz bunun için, ne ata ne deveye bindiniz. Fakat Allah peygamberlerini, dilediğine musallat eder. Allah herşeye hakkıyla kadirdir". Müberred şöyle demiştir: "Döndü" anlamında, denilir. ifâdesi, "Allah onu döndürdü" anlamındadır. Ezherî, "ley' ", Allah'ın, kendi dininin müntesiplerine, bu dinin ehline muhalefet edenlerin mallarından, ya yurtlarından sürülüp çıkarılmaları veya o yurtları müslümanlar için boşaltıp bırakmaları sebebiyle, yahut, adam başına muayyen miktarda ödeyecekleri bir cizye üzerinde anlaşmaları sebebiyle, veya, kan dökmelerine mukabil bir fidye olmak üzere cizye dışındaki bir mal olarak, Allah'ın o müslümanlara çevirip nasip ettiği şeydir... Nitekim, Allahü teâlâ bunu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, her üç ev için, silah hariç, diledikleri mallarından bir deve yükü eşya alıp, gerisini terketmek üzere anlaşma yaptıkları zaman, Benû'n-Nadîr kabilesine yapmıştır, işte bu mal, "fey' "dir ve bu, Allah'ın kâfirlerden müslümanlara çevirip nasib ettiği maldır. Ayetteki, "onlardan" kaydı, "Benu'n-Nadîr yahudilerinin mallarından" anlamındadır. Cenâb-ı Hak, (......) buyurmuştur. Arapça'da, at ve deve gibi hayvanlar hızlı yürüdüğü zaman, (......) denilir. Sahibi, o hayvanı hızlı yürümeye zorladığı zaman, (......) denilir. Ayetteki "onun üzerine bunun için" ifâdesi, "Allah'ın fey' olarak nasib ettikleri şey için..." demektir. Buradaki üzerine binilen deve anlamındadır. Bunun delili er-râhliletu'dur. Bunun, kendi lafzından delili yoktur. Araplar, er-râkibu kelimesini, ancak deveye binen için kullanırlar. Ata binen için, fâris (süvari) kelimesini kullanırlar. Ayetin manası şöyledir: "Sahâbe-i kiram, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, ganimeti aralarında paylaştırdığı gibi, "fey' "i de paylaştırmasını istediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, bu ikisi arasındaki farkı belirtti ki, bu fark da şudur: "Ganimet, "fey' "in aksine, elde etmek için, kendinizi yorduğunuz ve üzerine at ve deve sürdüğünüz şeydir. Ama fey' i elde etmede, bir yorgunluk çekmediniz. Dolayısıyla, bunda yapılacak şey, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a havale edilmiştir. Binâenaleyh, o, bu işi dilediği gibi yapar. Sonra burada şöyle bir soru vardır: Benûn-Nadîr'in malları savaş neticesinde alınmıştır. Çünkü onlar, günlerce muhasara edilmişler, savaşmışlar, öldürülmüşler, sonra da sürgünü kabul ederek anlaşma yapmışlardır. Dolayısıyla, bu malların "fey' " cümlesinden değil, ganimet cümlesinden olması gerekir? İşte bu suâl karşısında müfessirler iki izah yapmışlardır: 1) Bu ayet, Benû'n-Nadîr'in yerleri hakkında nazil olmamıştır. Çünkü müslümanlar, onlar üzerine, atlar ve develer sürmüşlerdir. Müslümanlar ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), onları muhasara etmiştir. Aksine bu ayet, Fedek hakkındadır. Çünkü Fedek ahalisi, Fedek'ten ayrılmış, böylece, onların yerleri ve evleri, savaşsız olarak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in eline geçmiştir. Bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Fedek gelirinden, kendisinin ve geçimini sağlamak zorunda olduğu kimselerin nafakasını alır, gerisini silâh ve teçhizat giderlerine harcardı. Dolayısıyla, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) öldüğü zaman, kızı Fatıma, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Fedek'i kendisine bıraktığını iddia etti. Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) şöyle dedi: "Sen fakirlik halinde, benim nezdimde en değerli olan insansın, servetçe buna en uyumlu olansın. Fakat ben, sözünün doğru olup olmadığını bilmiyorum. Buna hükmetmem doğru olmaz" dedi. Bunun üzerine, Ümmü Eymen ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir kölesi, Hazret-i Fatıma lehine şehâdette bulundular. O zaman Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh), Hazret-i Fatıma (radıyallahü anh)'dan, şehâdeti şer'ân caiz olan bir şahit getirmesini istedi. Ama bu olmadı. Böylece Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) bu işi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yürüttüğü gibi yürütmeye başladı. Artık, Fedek gelirinden, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in geçimini sağladığı kimselere harcadı. Gerisini de, yine silah ve teçhizata yatırdı. Aynı şekilde Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Fedek gelirini, bu minval üzere harcamak üzere, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye havale etti. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in hilafetinin sonuna doğru, Hazret-i Ali (radıyallahü anh) bunu yeniden Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e verdi ve şöyle dedi: "Biz zenginiz, müslümanlarınsa buna ihtiyacı var.." Hazret-i Osman (radıyallahü anh) da bunu, aynı şekilde yürüttü. Sonra, bu iş Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye kaldı, o da bunu, aynı şekilde yürüttü. Binâenaleyh bu dört halife de böyle yapmada ittifak etmişlerdir. 2) Bu ayet, Benû Nadîr ve onların beldeleri hakkında nazil olmuştur. Çünkü müslümanların o gün, çok at ve develeri yoktu. Benû Nadîr'e ulaşmak için de çok mesafe kat etmemişlerdi. Dolayısıyla müslümanlar oraya, yürüyerek gittiler ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dışında hiçkimse, herhangi bir hayvana binmedi. Hazret-i Peygamber ise, bir deveye binmişti. Çatışma az olup, at ve deve de bulunmayınca, Allahü teâlâ bunu, kendisi için sanki hiç savaş olmamış gibi kabul etti. Böylece de bu malları, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tahsis etti. Sonra, rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu malları muhacirler arasında taksim etti. Üç kişi müstesna, ondan, Ensâr'a hiçbirşey şey vermedi. Bu üç kişi ise, muhtaç durumda olan Ebû Dücane, Sehl İbn Hanif ve Haris ibnu's-Sanıt idi. 7"Allah'ın, memleketler ahalisinden peygamberine verdiği fey', Allah'a, peygamberine, akrabalara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Ta ki, (bu mallar), içinizde zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın! Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasak ettiyse de ondan sakının. Allah'tan ittika edin, çünkü Allah'ın azabı çetindir". Allahü teâlâ böyle buyurarak, fey'in hükmünü bildirmiştir. Keşşaf sahibi, "Bu cümlenin başına atıf harfi gelmemiştir. Çünkü bu cümle, önceki cümlenin beyânıdır. Dolayısıyla, bu onun bir parçası olup, ondan ayrı bir şey değildir" demiştir. Zîl'kurba Bil ki, müfessirler, ayetteki, "akrabalara..." kelimesinden maksadın, Haşimoğulları ve Muttali boğul lan olduğu hususunda icmâ etmişlerdir. Vahidî şöyle demiştir: "Fey', Rasûlullah zamanında, beş parçaya ayrılırdı. Dört parçası, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ait idi. Kalan beşinci parça, yine beş parçaya ayrılırdı. Onun yine bir sehni (payı), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ait idi. Geriye kalan dört pay ise, 1) akrabalara, 2) yetimlere, 3) yoksullara ve 4) yolda kalanlara ait idi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vefatından sonra ise, fey'in, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ait olan kısmı hakkında, Şafiî'nin iki görüşü vardır: a) Bu, savaş için hudutlarda nöbet bekleyen mücahitlere aittir. Çünkü onlar, sınır boylarındaki kalelerde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yerini tutmaktadırlar. b) Fey'in bu kısmı, kale yapmak, kanal açmak, köprüler yapmak, vb. müslümanların faydasına olan yerlere sarfedilir. Bunlardan önce en mühimi yapılır, sonra da sırasıyla diğerleri... işte bu, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ait olan 4/5'lik kısmı için söz konusu olan husustur. Fakat Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın fey'in, humusünden beşte birinden beşte bir hissesine gelince o, ittifakla, müslümanların menfaatleri için harcanır. Zenginlere Mahsus Devlet Olmasın Ayetteki "Ta ki bu mallar, içinizde zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.," cümlesiyle ilgili bir kaç mesele vardır: Müberred, şöyle demiştir: "dûle kelimesi, bir topluluğun elden ele dolaştırdıkları ve böylece de, bazen şöyle bazen de böyle olan şeyin adıdır. Fetha ile olmak üzere devlet kelimesi ise, sevindirici bir halin durumun, bir topluluktan başka bir topluluğa geçmesidir. Dolayısıyla, damme ile olmak üzere dûlet, bu intikâl eden, elden ele dolaşan şeyin adıdır. Fetha ile olmak üzere devle kelimesi ise, intikal etmek anlamında masdardır. Ve, insan için meydana gelmiş olan sevindirici hal hakkında kullanılır. Dolayısıyla da, sevindirici halin ona geçtiğini ifade etmek için, "Bu, falancanın devletidir" denilir. Şu halde dûle, mal olarak elden ele dolaşan şeyin adıdır. Devlet ise, intikal eden halin adıdır. Buna göre ayetin manası, "Hakkı, sayesinde yaşayabilecekleri bir nasib, pay olsun diye fakirlere verilmek olan fey'i zenginlerin eline düşüp de, onlar arasında dolaşan bir şey olmasın diye..." şeklindedir. Bu kelime, dalın fethası ve zammesi ile, devle ve dûle şeklinde okunmuştur. Ebû Ca'fer, bunu dâl ve tâ'nın ref'i ile (......) şeklinde okumuştur, Ebû'l-Feth, "Bu ayetteki (......) kelimesi, "Eğer borçlu darda ise, ona süre tanıyın.." (Bakara,280) ayetinde olduğu gibi tam bir fiildir. Ve manası da, "Cahiliyye dönemindeki eski bir "devlet" ve mal dolaşımı meydana gelmesin diye..." şeklindedir. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Emrini Tutun, Nehyettiğini Bırakın Cenâb-ı Allah daha sonra, "Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size yasak ettiyse ondan da sakının" buyurmuştur. Bu, "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bize verdiği fey'i alın; o, sizin için helâldir. Almanızı yasakladığını ise, almayın. Feyp konusunda Allah'tan korkun. Çünkü, Resûlüllah'ın sizi nehyettiği şeylerde, Allah'ın azabı cidden çetindir" demektir. En güzel olan mana, bu ayetin, Rasûlullah'ın verdiği, emrettiği ve nehyettiği herşeye şâmil bir hüküm olmasıdır. Binâenaleyh, fey' ile ilgili hüküm de bu umumîliğe dahildir. Fey' Özellikle Muhacirlerin Hakkıdır 8"(Bilhassa o fey), hicret eden o fakirlere aittir. Onlar, Allah'dan bir fazl ve rızâ ararlarken, Allah'a ve peygamberine yardım ederlerken, yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır. İşte bunlar, sadık (vefakâr) olanların tâ kendileridir". Bil ki bu ayet, "Akrabalara, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir (fey)"(Haşr, 7) ifadesinden bir bedel olup, buna göre sanki: "Bu dört kısım kişi ile, şu şu vasıftaki o fakirler ile muhacirleri kastediyorum" denilmek istenmiştir. Cenâb-ı Hakk bunları şöyle bir takım sıfatlarla vasfetmiştir. 1) Onlar fakirlerdir. 2) Onlar, muhacirlerdir. 3) Onlar, yurtlarından sürülmüş, mallarından uzaklaştırılmışlardır. Yani Mekke kâfirleri, onları çıkmaya zorlamış, böylece onlar, yurtlarından sürülüp çıkartılmışlardır. 4) Onlar Allah'ın fazlını ve rızasını istemektedirler. Buradaki fazl ile kastedilen cennet nimeti, "rıza" ile kastedilen de, "Allah'ın rızası ise daha büyüktür'" (Tevbe. 72) ayetinde anlatılan husustur. 5) Onlar, Allah'a ve peygamberine yardım ederler. Yani canları ve malları ile Allah'a ve Rasûlüne yardım ederler. 6) "işte onlar, doğru olanların tâ kendileridir" ayetiyle anlatılan husus. Bu, "Onlar din için, dünya lezzetlerini terkedip, onun sıkıntılarına katlandıklarında, dinlerindeki sadakatleri ortaya çıkmış olur" demektir. Alimlerden birisi, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in halifeliğinin sıhhati hususunda bu ayeti delil getirip şöyle demiştir: "Ayette bahsedilen fakirler muhacirlerden idi. Ensâr da, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) için, "Ey Resûlüllah'ın Halifesi..." diyorlardı. Allahü teâlâ ise, burada, onların doğru olduklarına şehâdet ediyor. Şu halde onların, "Ey Resûlüllah'ın Halifesi..." deyişlerinde de doğru olmaları gerekir. Durum böyle olunca, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in halifeliğinin doğru olduğuna da hükmetmek gerekir." Cenâb-ı Hakk daha sonra ensardan bahsetmiş ve muhacirler lehine, fey'den feragat etmelerinden dolayı onları medh-ü sena ederek şöyle buyurmuştur: 9"Onlardan evvel Medine'yi yurt ve iman evi edinmiş olan kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı, gönüllerinde bir ihtiyaç (arzu meyli) bulmazlar. Kendilerinde fakirlik ve ihtiyaç olsa bile, onlan öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte felaha erenler, onların tâ kendileridir". Ayetteki "dâr" (yurt)'dan maksad Medine'dir. Çünkü Medine, hicret yurdu olup, ensar, muhacirler gelmezden önce oraya yerleşmişlerdi. Buna göre ayetin manası, "Medine'ye, bu iman yurduna muhacirlerden önce yerleşenler..." şeklindedir. Eğer, "Ayet hakkında şu iki soru var: 1) "İmana yerleşti" denilmez. 2) Bunun söylenebileceğini farzetsek bile, "ensar, imana muhacirlerden önce yerleşmemiştir" denilirse, birinciye şöyle birkaç bakımdan cevap verilir: a) Bu, "Onlar o yurda yerleştiler ve imanlarında ihlaslı oldular" manasındadır. Bu tıpkı şâirin, "Andolsun ki savaşta ben seni kılıç ve mızrak kuşanmış (yani taşırken) gördüm" beytinde olduğu gibidir. b) Bunlar, ona imkân bulup, oünda dosdoğru olmaları sebebiyle, imanı adetâ bir karargâh ve vatan edinmişlerdir. Bu tıpkı, Selmân-ı Fârisî (radıyallahü anh)'ye nesebini sorduklarında "Ben İslâm'ın oğluyum" demesi gibidir. c) Cenâb-ı Hakk, Medine'yi "iman" diye isimlendirmiştir. Çünkü iman orada zuhur etmiş, kök salmıştır. İkinci suale de şu iki bakımdan cevap verilir: a) Bu sözde, bir takdîm-tehir bulunmakta olup, takdirî manası, o yurda muhacirlerden önce yerleştiler ve mü'min oldular" şeklindedir. b) Burada, muzafın hazfı sözkonusudur ve takdir, "Onlar, muhacirlerin hicretlerinden önce o yurda ve imana yerleştiler" şeklindedir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Onlara verilen şeylerden dolayı gönüllerinde bir ihtiyaç (arzu meyli) bulmazlar" buyurmuştur. Hasan el-Basrî, "Bu, "kendilerine verilmeyip muhacirlere verilen o fey'den ötürü bir haset, bir yangınlık ve bir kin hissetmezler" demektir. Burda Cenâb-ı Hakk, haset öfke ve kini, "hacet" (ihtiyaç) kelimesi ile ifade etmiştir. Çünkü bu duygular, ihtiyaç anında hissedilir. Böylece Cenâb-ı Hakk, kinaye yoluyla, "lâzımı" zikrederek melzûmu kastetmiştir. Daha sonra Hak teâlâ, "Kendilerinde fakirlik ve ihtiyaç olsa bile, onlan öz canlarından daha üstün tutarlar" buyurmuştur. Arapça'da, birşeyi kendisine has kıldığı zaman, "Onu kendine tercih etti" oenilir. Ayetteki "tercih etme" fiilinin mef'ulü mahzûf olup, takdiri, "Ensar, muhaciri, -nallarına ve evlerine hatta kendi canlarına tercih ederler" şeklindedir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ensara şöyle demiştir: "Eğer isterseniz, evlerinizden ve mallarınızdan muhacirlere bir pay verebilirsiniz. Ben de size ganimette, onlara verdiğim gibi, bir pay veririm. Yok eğer istemezseniz ganimet (fey) onların olur, evleriniz ve mallarınız size kalır" demiştir. Onlar da: "Hayır, bilakis biz onlara, hem evlerimizden ve mallarımızdan vereceğiz, hem de fey'de onlara ortak olmayacağız" demişlerdir. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk bu ayeti indirmiş ve böylece, ensarın muhaciri kendilerine tercih edişlerinin, mal hususunda zenginliklerinden dolayı olmadığını, aksine kendileri de ihtiyaç ve fakirlik içinde oldukları halde bu fedakârlığı gösterdiklerini beyân etmiştir. Bu ayetteki "hasâsa" kelimesinin aslı, ferahlık, kalburdaki her delik veya kapı, bulut veya baş örtüsü manasındaki "hasas"dır. Müfredi "hasase"dir. Müfessirler, ensarın, misafirleri olan (muhaciri) yemek hususunda kendilerine tercih edişleri, misafir doyuncaya kadar kendilerinin yemekten oyalandıkları ile ilgili birçok şeyler anlatmışlardır. Sonra bu ayetin, bu tercih ediş (fedâkârlık) hususlarında nazil olduğunu söylemişlerdir. Doğru olan, bu ayetin, onların, fey konusunda muhacirleri kendilerine tercih edişleri hususunda nazil olduğudur. Hem sonra diğer tercih ediş hususlarının buna dahil olması da imkânsız değildir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte felaha erenler onların tâ kendileridir" buyurmuştur. Şuhh kelimesi, hem zammeli, hem kesrelidir. "Şuhh" ve "şıhh" şeklinde de kıraati vardır. Bil ki "şuhh" ve "buhl" (cimrilik) arasındaki mana farkı şudur: Buhl, cimriliğin bizzat kendisidir. Şuhh ise, insanın içinde bulunan ve bu cimriliğe sebep olan halin (vasfın) adıdır. Şuhh, insan "nefs"inin sıfatlarından olduğu için, hiç şüphesiz Cenâb-ı Allah, "Kim nefsinin şuhhundan (cimriliğinden - mal sevgisinden) korunursa, işte felaha erenler" yanı, "istediklerine nail olanlar, onların tâ kendileridir" buyurmuştur. İbn Zeyd şöyle demiştir: "Allah'ın alınmasını nehyettiği şeyi alan ve verilmesini emrettiği şeyi vermeyen nefsinin şuhhuna (cimriliğine) tabî olmuş olur." 10"ve bunların arkasından gelenler şöyle derler: "Ey Rabbimiz bizi ve iman ile daha önden bizi geçmiş olan (din) kardeşlerimizi bağışla, iman etmiş olanlar için kalblerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz, şüphesiz Sen, raûfsun, rahîmsin". Bil ki "ve bunların arkasından gelenler..." ifadesi "muhacirler" üzerine atıftır ve bunlar, daha sonra hicret edenlerdir. Denildi ki: "Bunlar, İyilik yapma hususunda evvelkilere tabi olanlardır ki bunlar, muhacir ve ensardan sonra, kıyamet gününe kadar gelen (mü'minler)dir." Allahü teâlâ bunların hem kendileri için, hem de kendilerinden önce iman etmiş kimseler için duâ ettiklerini ve "Ey Rabbimiz bizi ve iman ile daha önden bizi geçmiş olan (din) kardeşlerimizi bağışla. İman etmiş olanlar için kalblerimizde bir kin, yani hased ve buğz bırakma" dediklerini zikreder. Bil ki bu ayetler, bütün mü'minleri içine alır. Çünkü mû'minler, ya muhacirdir, ya ensardır, yahut da onlardan sonra gelenlerdir. Allahü teâlâ, muhacir ve ensarlardan sonra gelenlerin halinin, kendilerinden önce geçmiş olan bu ensar ve muhacirini dua ve rahmetle anmak olduğunu beyan etmiştir. Dolayısıyla kim böyle olmaz, aksine onları kötülükle anarsa, haklarında kötü konuşursa, bu ayetin nassına (açık ifadesine) göre, mü'minlerin kısımları cümlesinin dışına çıkmış olur. 11"Ehli kitabtan o kâfir kardeşlerine, "Andolsun ki eğer siz yurtlarınızdan çıkanlırsanız biz de muhakkak sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinize hiçbir kimseye ebediyyen itaat etmeyiz. Eğer sizinle harbedilirse muhakkak ve muhakkak, size yardım ederiz" diyen o münafıkları görmedin mi? Halbuki Allah, onların kesinlikle yalancı olduklarına şâhidlik eder". Mukâtil b. Hayyan ve Mukâtil b. Süleyman şöyle demişlerdir: Allah bununla ensardan olan, fakat aslında münafık olan Abdullah b. Übeyy, Abdullah b. Nabtel ve Rufa'a b. Zeyd'i kastetmiştir. Onlar kardeşlerine böyle demişlerdi. Bu kardeşlik su birkaç manaya olabilir: 1) Küfürde (inkârda) kardeşlik... Çünkü yahudi ve münafıklar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i genel olarak inkârda ortak idiler. 2) Karşılıklı sadakat, dostluk ve yardımlaşma sebebiyle kardeşlik... 3) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e düşmanlıkta, aralarında bulunan ortaklık sebebiyle olan kardeşlik... Allahü teâlâ bunların, yahudilere, "Yemin olsun ki eğer Medine'den çıkartılırsaniz, biz de mutlaka sizinle beraber çıkarız. Sizi perişan etmek, yardımsız bırakma hususunda hiç kimseye asla itaat etmeyiz" dediklerini ve "Eğer sizinle harbedilirse muhakkak ve muhakkak size yardım ederiz" diyerek onlara yardım sözü verdiklerini bildirmiştir. Cenâb-ı Hakk daha sonra da, "Allah, onların kesinlikle yalancı olduklarına şâhidlik eder" buyurarak, o münafıkların bu sözlerinde yalancı olduklarını haber vermiştir. 12"Andolsun ki onlar çıkarılacak olurlarsa, (bu münafıklar) onlarla beraber çıkmazlar. Eğer onlar savaşa tutuşurlarsa, bunlar onlara yardım da etmezler. Onlara yardım etseler bile, andolsun ki mutlaka gerisin geri dönerler. Sonra da kendilerine yardım edilmez". Cenâb-ı Hakk, çok genel olarak münafıkların yalancı olduklarını bildirince, bunun peşinden böyle buyurarak, tafsilata girmiştir. Bil ki Hak teâlâ, nihayetsiz olan bütün malumatı bilir. Bundan dolayı hem mevcudatı (var olanları) hem de ma'dûmâtı (var olmayan şeyleri), her üç zamanda (mazî, hal, istikbâl) da bilir ve O, herbir şeyi bu altı bakımdan bilir. Cenâb-ı Hakk, bir şeyin, bu altı durumdan her birinde, olduğu halin aksi bir halde olduğu zaman, nasıl olacağını da bilir. İşte Cenâb-ı Hakk bu noktada, o yahudilerin, eğer yurtlarından çıkarılsalardı bile, münafıkların onlarla birlikte olup çıkmayacaklarını haber vermiştir. Nitekim netice de böyle olmuştur. Çünkü Benû Nadir yurtlarından çıkarılınca, münafıklar onlarla beraber çıkmamış; Benu Nadir ile savaşıldığında da münafıklar onlara yardım etmemişlerdir. Ayetteki, (......) ifademin takdirî manası, başkasının sözünü tenkit edip, itiraz eden kimse, "Biz, meselenin dediğin gibi olduğunu kabul etmiyoruz. Kaldı ki, durumun, senin dediğin gibi olduğunu kabul etsek bile, bu senin için birşey ifade etmez" demesi gibidir. İşte burada da böyle olup, Cenâb-ı Hakk, münafıkların yahudilere yardım etmeyeceğini, faraza yardım etmek isteseler bile, bu yardımı yapmayıp kaçacaklarını, böylece de yardım etmek istedikleri bu kimseleri düşmanlarının eline bırakacaklarını haber vermiştir. Bu ayetin bir benzeri de, "Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi, elbette onlara duyururdu. Duyursaydı bile, yine onlar muhakkak ki yüz çevirip arkalarını dönerlerdi" (Enfal, 23) ayetidir. Cenâb-ı Hakk'ın "Sonra da kendilerine yardım edilmezdi" ifadesi ile ilgili iki izah vardır: 1) Bu, münafıklarla ilgili olup, "Münafıklar muhakkak hezimete uğrarlar. Sonra onlara yardım olunmaz. Allah onları helak edecek, küfürleri apaçık ortaya çıktığı için de nifakları onlara hiçbir fayda vermeyecektir" demektir. 2) Bu, "yahudiler, mutlaka hezimete uğrayacaklar. Hem sonra münafıkların yardımı da onlara hiçbir fayda sağlamayacaktır." Münafık Allah'tan Ziyade, İnsandan Korkar Cenâb-ı Hakk daha sonra, münafıkların mü'minlere karşı olan korkularının, Allah'a karşı olan korkularından daha fazla olduğunu zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: 13Âyetin tefsiri için bak:14 14"Muhakkak ki sizin onların yüreklere saldığınız korku, Allah'dan korkularından daha şiddetlidir. Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar iyi anlamayan (yani Allah'ın azametini bilip de, O'ndan hakkıyla korkmayan bir güruhtur.) Onlar, müstahkem kasabalarda, yahut duvarlar arkasında bulunmaksızın, sizinle toplu bir halde vuruşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları çetindir. Sen onları birlik halinde sanırsın. Halbuki kalbleri darmadağınıktır. Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar akıllarını kullanmayan bir toplulukturlar". Allahü teâlâ, bu ayetlerle, yahudi ve münafıkların, müslümanlarla ancak, hendekler ve geçitlerle sağlamlaştırılmış müstahkem yerlerde veya duvarlar-surlar arkasında bulundukları halde topluca savaşabileceklerini; bunun sebebinin ise, Allahü teâlâ'nın onların kalblerine korku düşürüp, mü'minlere nusret ve zafer nasib etmesi olduğunu anlatmak istemiştir. Ayetteki 'cüdür" kelimesi, dalın sükûnu ile, şeklinde de okunmuştur. Buna göre, müfred olan, "cidâr"ın çoğulu, hem "cüdür" hem de "cüdr" şeklinde gelmektedir. Cenâb-ı Hakk daha sonra, "Kendi aralarındaki savaşları çetindir. Sen onları btlik halinde sanırsın. Halbuki onlar, akıllarını kullanmayan bir kavimdirler" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili üç izah bulunmaktadır: 1) Bu, "Onların kendisiyle nitelendikleri şiddetli savaş ancak, birbirleriyle savaştığında olur. Fakat sizinle savaştıklarında, onların bu güç ve şiddetlerinden eser kalmaz. Zira cesur bir kimse, Allah ve Resulüne karşı savaştığında korkuya kapılır, daha önce izzet ve şeref sahibi iken, zelil ve rüsvay olur" demektir. 2) Mücâhid şöyle demiştir: "Bu şu manayadır: Onlar, biraraya geldiklerinde, "Biz andolsun ki şunu şunu yapacağız" diyorlar ve böylece mü'minleri, duvarlar ve muhkem kaleler arkasından verecekleri savaşlarla tehdid ediyorlardı. Sonra savaşmak üzere, çıkmaya yelleniyorlardı. Halbuki ancak kendi aralarındaki savaşları çok şiddetlidir. Yoksa mü'minlere karşı olan savaştan değil..." 3) İbn Abbas (radıyallahü anh), "Bunun manası, "Onlar biribirinin düşmanıdır" şeklindedir" demiştir. Bu izahın doğruluğunun delili ise ayetteki, "Sen onlan birlik halindi sanırsm. Halbuki kalbleri darmadağınıktır" ifadesidir. Bu, "Sen, şeklen-zâhiren, onların birbiriyle bir ülfet ve sevgi üzere, birlik halinde olduklarını zannedersin. Kalblerine gelince darmadağınıktır. Çünkü onlardan herbiri, ayrı bir görüştedir. Aralarında da (içten içe) şiddetli bir düşmanlık vardır" demektir. Bu, onlarla savaş hususunda, müslümanları bir cesaretlendirmedir. Cenâb-ı Hakk'ın "Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar, akıllarını kullanmayan bir güruhtur" ifadesi ile ilgili iki izah vardır: 1) Bu, "Bunun sebebi onların, bundaki paylarının ne olacağını anlayamayan bir kavim olmalarıdır" demektir. 2) Bu, "Onlar, kalblerinin darmadağınık olmasının, güç ve kuvvetlerini zayıf düşüreceğini bilmeyen bir topluluktur" demektir. 15"Onların hali, kendilerinden az öncekiler gibidir. Ki onlar, yaptıklarının kötü akıbetini tatmışlardır. Onlar için (ahirette de) çetin bir azab vardır". Bu, "Onların durumu, az bir zaman önce, Bedirde savaşan kâfirlerin durumu gibidir" demektir. Buna göre, (......) kelimesi niçin mansub olmuştur" denilirse, "Mesel kelimesi sebebiyle mansub olmuştur ve takdir, "Bu din savaşına katılanların mesellerinin durumlarının varlığı gibidir ki onlar kötülüklerinin ve Resulüllah'a düşmanlıklarının cezasını tatmışlardı" şeklindedir. "Vebal" kelimesi, Arapların, neticesi "tehlikeli ve kötü ot" deyimlerinden alınma olup, bu, "Onlar bu dünyada öldürülme azabını tattılar. Onlar için (âhirette de) çetin bir azab vardır" demektir. Cenâb-ı Hakk, daha sonra, yahudi ve münafıklar için bir darb-ı mesel zikretmiş (benzetme yapmış) ve şöyle buyurmuştur: 16Bu münafıkların durumu) şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana, "inkâr et" der. O inkâr edince de, "Ben senden berîyim. Çünkü ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'dan korkarım" der". Bu, "Benû Nadir'in (yahudileri), "Yemin olsun ki eğer siz, yurdunuzdan çıkanlırsanız, biz de muhakkak sizinle beraber çıkarız" diyerek, aldatan, sonra da onları desteksiz bırakarak, sözlerini tutmayan o münafıkların durumu, şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana, "inkar et" der. Sonra da, neticene ondan uzaklaşır" demektir. Bundan murad ya, şeytanın genel olarak küfre davetidir, yahutta, Bedir günü, "Bu gün, insanlardan sizi yenebilecek hiç kimse yoktur. Ben sizin yakınınızdayım..." deyip, neticede, "Ben sizden uzağım.." diyerek, Kureyş'i aldatmasıdır. 17"Nihayet, ikisinin de akıbeti, ateşin içinde ebedî kalıcı olmalarıdır, işte bu, o zalimlerin cezasıdır". Bu ayetle ilgili iki mesele bulunmaktadır: Mukâtil, "Böylece münafıkların ve yahudilerin akıbeti, şeytan ile ona uyan insanın akıbeti gibidir. Çünkü onlar, cehenneme gitmişlerdir" demiştir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Ibn Mes'ûd, bunu, (......)nin haberi, (......) kelimesin de (zâid olan) bir car maa'l-mecrûr olmak üzere, (......) şeklinde okumuştur. Meşhur kıraate göre İse haber, zarf anlamında olan (......) kelimesi olup, ifâdesi de hâl'dir. Ayetteki, (......) kelimesi, ref ile de okunmuştur." Cenâb-ı Hakk daha sonra, "İşte bu, o zalimlerin cezasıdır" buyurmuştur. Buradaki "zalimler" kelimesi, "Muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür"(Lokman, 13) "müşrikler" anlamındadır. 18"Ey iman edenler, Allah'dan korkun. Herkes, yann için önden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah'tan ittikâ edin. Çünkü Allah, ne yaparsanız, hakkıyla haberdardır". Buradaki, "yarın", kıyamet günüdür. Allahü teâlâ kıyamet gününü, bu dün gününü izleyen ve ona yakın olan bir gün olarak isimlendirmiştir. Burada, ve kelimeleri, belirsiz getirilmiştir. Nefs kelimesinin nekire olarak gelmesinin hikmeti, ahiret için önden gönderdiği şeylere bakan nefisleri, tek tek, müstakilleri kastetmektir. Buna göre Cenâb-ı Hakk sanki, "Herbir nefs, kendisinin önden gönderdiğine baksın..." buyurmuştur, (yarın) kelimesinin belirsiz getirilimesi ise, onun önemini ortaya koymak ve onun durumunun belirsizliğini anlatmak içindir. Cenâb-ı Hakk sanki, "O, azametinin künhüne vakıf olunamayan bir yarındır" demek istemiştir. Cenâb-ı Hakk daha sonra, "Allah'tan ittikâ edin. Çünkü Allah, ne yaparsanız, hakkıyla haberdardır" buyurmuş ve tekid olsun diye, ittikâ emrini tekrarlamıştır. Yahutta, İlk ittikâ emri, vâciblerin, farzların edasıyla ilgili; ikincisi de günahların terkiyle ilgili... olabilir. 19"Hem kendisi Allah'ı unutmuş, hem de Allah'ın, kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte bunlar fasıkların ta kendileridir". Bu ayet hakkında iki izah şekli vardır: 1) Mukâtil İbn Havyan ve Mukâtil Ibn Süleyman şunu söylediler: "Onlar Allah'ı hakkını unuttular, bunun üzerine Allah da onlara, kendi nefislerini hak ve hukukun unutturdu. Böylece de onlar, Allah nezdinde kendilerine fayda verecek şeyleı yapamadılar." 2) "Allah onlara kendilerini unutturdu." Yani, "kıyamet günü onlara, kendilerir unutacakları korkular gösterdi, gösterecek..." Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gözleı kendilerine dönüp bakamayacak bile. Kalblerinin içi ise, müthiş korkulardan dolayı bomboştur" (ibrahim, 43) ve "insanları o gün sarhoş görürsün, oysaki onlar sarho değildirler" (Hac, 2) ayetlerinde beyan edildiği gibidir. Cenâb-ı Hakk daha sonra, "Onlar fasıkların ta kendileridir".buyurmuştur. Bunda maksat, zem ve kınamadır. Bil ki, Cenâb-ı Hakk, "Herkes, yarın için önden ne göndermiş olduğun, baksın..." buyurarak, mü'minlere, kıyamet günü, kendi yararlarına olacak olan şeyi bildirip, "Hem kendisi Allah'ı unutmuş, hem de Allah'ın, kendilerini kendilerin unutturduğu kimseler gibi olmayın" hitabıyla da kâfirleri tehdit edince, bu iki guruı arasındaki farkı beyan etmek üzere şöyle buyurmuştur: 20"Cehennemlikler ile cennetlikler bir olmaz. Cennetlikler, işte ancak onlar muradlarına erenlerdir". Bil ki, bu iki topluluk arasındaki farklılık, çok açık olarak malûmdur. Allahü teâlâ'nın böyle bir yerde bu farkı zikretmesinden maksadı, şu cennetlikler cemaatinin büyüklük ve heybetine işaret etmektir. Bu ayetle ilgili iki mesele vardır: Mu'tezile bunu, büyük günah sahibinin, cennete giremeyeceğine dair delil getirmiş ve şöyle demiştir: "Çünkü bu ayet, cennetliklerin ve cehennemliklerin birbirine denk olmadıklarına delâlet etmektedir. Eğer büyük günah sahibi cennete girecek olsaydı, cennetlikler ile cehennemliklerin birbirine denk olması gerekirdi. Bu ise caiz değildir." Bunun cevabı, malumdur. Bizim alimlerimiz bu ayeti, müslümanın, zimmiye mukabil kısasen öldürülmeyeceğine delil getirmiştir. Biz bunu, hilâfıyât ile ilgili kitabımızda açıklamıştık. Cenâb-ı Hakk daha sonra, bu açıklamaları yapınca, Kur'an'ın büyüklüğünü ve azametini anlatmak için şöyle buyurmuştur. 21"Eğer biz bu Kur'ân'ı bir dağın üzerine indirseydik, muhakkak ki sen onu, Allah korkusundan baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri Biz, onları insanlar düşünsünler diye irad ediyoruz". Bunun manası şudur: "Eğer dağa, size verildiği gibi bir akıl verilip, sonra da üzerine Kur'ân indirilseydi, o baş eğer, boyun eğer ve Allah korkusundan parça parça olurdu..." Ayetteki, "Bu misalleri Biz, onları insanlar düşünsünler diye îrad ediyoruz..." ifâdesinin zikredilmesinden murad, bu kâfirlerin kalblerinin katılığına ve karakterlerinin sertlik ve kabalığına işaret etmektir.. Bunun benzeri, "Sonra (ey yahudiler) bunun arkasından, yine kalblerimiz katılaştı. Şimdi o kalbler taş gibi yahut daha katı..." (Bakara, 74) ayetidir. Allahü teâlâ'nın Güzel Vasıfları Bil ki Cenâb-ı Hakk, Kur'an'ın büyüklüğünü anlatınca ve sıfatın büyüklüğünün de mevsûfun (nitelenenin) büyüklüğünden ileri geldiği malûm olunca, bunun peşisıra, Kendi azametini ve celâlini beyân etmek için şöyle buyurdu: 22"O, öyle Allah'dır ki, Kendisinden başka hiçbir Tanrı yoktur. O, gaybı da, şehâdeti de bilir. O, Rahmân'dır, Rahman'dir". Buradaki, gayb ve şehâdetin, "gizli ve açık olan" anlamında, ya da, "dünya ve ahiret" anlamında olduğu söylenmiştir. Bil ki Allahü teâlâ, gaybı şahadetten önce zikretmiştir. Bunda, aklî bir sır bulunmaktadır. Müfessirler, gayb ve şehâdet hakkında birçok görüş zikretmişlerdir. Ezcümle "Gayb, ma'dûm, şehâdet ise mevcut olandır", yine, "Gayb, kullara gâib olan, şehâdet ise, onların müşahede ettikleri şeylerdir" denilmiştir. 23"O, öyle Allah'dır ki, Kendisinden başka hiçbir Tanrı yoktur. O, Melik'dir, Kuddüs'tür, Selâm'dır, Mü'min'dir, Müheymin'dir. Aziz'dir, Cebbâr'dır, Mütekebbir'dir. Allah, müşriklerin şirk koştukları şeylerden münezzehtir". "O, öyle Allah'dır ki, Kendisinden başka hiçbir Tanrı yoktur. O, Meliktir..." ifâdesinin tefsiri daha önce geçmişti. Cenâb-ı Hakk, daha sonra "el-Kuddüs" buyurmuştur. Bu, damme ve fetha ile okunmuştur. Fethalı okunuş, Allah'ın isimlerinde, ahkamında, fiillerinde, sıfatlarında ve zâtındaki müzekkerliğe daha çok delâlet eder. Biz, bu kelimeyi, Hadid Sûresi'nin başında açıklamıştık. (Bakara, 30) ayetinin tefsirinde de biraz izah geçmişti. Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Bu, "Allah, bereketleri çok olandır" anlamındadır. Ayetteki, "es-Selam" ile ilgili iki izah vardır: 1) Bu, "selâmet ve esenlik" anlamındadır. "Darü's-selâm: esenlik yurdu" ve "selâmün aleyküm: selâmet üzerinize olsun" ifâdesi de bu anlamdadır. Cenâb-ı Hakk, bütün noksanlıklardan en mükemmel manada uzak olmasından dolayı, bu kelime ile nitelenmiştir. Nitekim, "çok ümitvar, ümitli" anlamında, "çok yardımsever" anlamında ve "çok adil" anlamında da denilmesi de, aynı üslub üzeredir. İmdi, eğer, "Bu tefsir açısından, el-Kuddüs ile es-Selâm arasında bir fark kalmaz. Tekrar ise, aslın hilafına olup, (olması gerekir)" denilirse biz deriz ki, Allah'ın Kuddüs oluşu, geçmişte ve halde, bütün kusurlardan münezzeh ve berî olduğuna bir işarettir. es-Selâm oluşu ise, gelecekte de hiçbir kusur ve noksanlığın O'na arız olmayacağına işarettir. Çünkü, kendisine bir kusur arız olan kimsenin, selâmet ve esenliği zail olur, artık o "es-Selâm" olarak kalmaz. 2) Allah, "selâmeti veren ve sağlayan, güvenlik veren" anlamında es-Selâm'dır. Ayetteki, "el-Mü'min" vasfı ile ilgili iki izah vardır: 1) Allah, velilerini, azabından emin kılandır. Bu manada, "Onu emin kıldı, kılar; emin kılandır" denilir. 2) Allahü teâlâ, "doğrulayıp tasdik eden" anlamında mü'mindir. Bu ya, peygamberlerini, onlara ait mucizeleri izhar etmek suretiyle tasdik etmesi anlamındadır. Yahutta, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinin, diğer peygamberlere şehâdette bulunarak, Allah'ın onları doğrulaması anlamındadır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "(Ey Ümmet-i Muhammed), insanlar üzerine şahitler olasınız diye..." (Hac, 78) buyurmuştur. Hem sonra Allahü teâlâ, onların, bu şehadetlerinde doğru olduklarını tasdik eder. Bu kelime, mîm'in fethasıyla da, şeklinde de okunmuş olup, bu, (kendisine inanılan) takdirindedir. Ama, "Musa kavminden ... seçti..." (A'raf, 155) ayetinde de, câr maa'l-mecrûr olan ifâde hazf edilmiştir. Ayetteki, "el-Müheymin" isminin müfessirler, "hiçbirşeyin kendisinden gizli ve saklı kalmadığı, şahit, hazır" anlamında olduğunu söylemişlerdir. Kelimenin köküyle ilgili iki görüş vardır: 1) Halit ve Ebû Ubeyde, "Bu kelime, bir kimse bir şey üzerinde gözcü ve murakıp olduğunda kullanılan kökündendir" demişlerdir. 2) Diğer lügat alimleri ise, "Bu kelimenin aslı,kökünden olmak üzere (Müheymin)'dir. Binâenaleyh bu, el Mü'minu anlamındadır" demişlerdir. Bu kelimenin geniş izahı, (Mâide. 84) ayetinin tefsirinde geçmişti. Ibnu'l Enbarî, "el-Müheymin, rızıklarını vererek, mahlükatı üzerinde kâim ve hakim olan" demektir" demiş ve şu şiiri nakletmistir: "iyi bitin ki, peygamberlerinden sonra insanların en hayırlısı iyi kötü bir hususta insanları kontrol eden ve onlan izleyendir." Ibnu'l-Enbarî, "Buradaki el-Müheymin kelimsi, anlamındadır" demiştir. Ayetteki "el-Azîz" kelimesi, ya "nazîri, benzeri bulunmayan", ya da, "gâlib olan, kahir olan" anlamındadır. Ayetteki "el-Cebbâr" ism-i şerifiyle birkaç izah vardır: 1) Bu, "fakiri zengin kıldı" ve "kırığı onardı" anlamında olan (Cebere) fiilinden (......) veznindedir. el-Ezherî, "Ömrüme yemin olsun ki, O Allah, her kırığı ve fakir olanı onarandır (Câbir) O, razı olduğu dinini de onarandır (Câbir), ayakta tutandır" demiştir. El-Accâl da, "O Allah dinin onardı da, o da sapasağlam, dimdik, möstakîm oldu" demiştir. 2) Bu kelime, "Onu, istediği şeyi yapmaya zorladı" anlamındaki, ifâdesindendir. Süddî, "Allah, insanları kahr u galebesi altına alır ve onları, dilediği şeye zorlar" demiştir. el-Ezherî de, "Bu, Tenûm lehçesine ait bir kelimedir. Hicazlıların çoğu bu kelimeyi kullanırlar" demiştir, İmâm-ı Şafiî, bu kelimeyi elifsiz olarak kullanır ve meselâ, "Suttan onu, şu işe zorladı" dedi. Ferrâ, bu anlama gelen el-Cebbâr kelimesinin, kökünden olduğunu söylemiştir. Ki, kelimesi, "Zorladı" anlamında olan meşhur bir kullanımdır. Ve Ferrâ, "iki fiil hariç, vezninden ism-i mübalağa vezninin geldiğini hiç işitmedim. Bu ikisi de, (......)den el-Cebbâr; (......)'den ed-Derrak "yetişen, idrak eden, çok kavrayan" kelimeleridir" demiştir. Buna göre, Cebbar, el-Kahhâr anlamındadır. 3) İbnu'l-Ehbarî, "Allah'ın sıfatı olarak el-Cebbâr kelimesi, kendisine ulaşılamayan, yetişilemeyen anlamındadır. Bu manada olmak üzere, toplayıcının elinin yetişemediği hurmaya da, "el-Cebbâre" denilmiştir" demiştir. 4) Ibn Abbas (radıyallahü anh), "Cebbar, büyük padişah, melik anlamındadır" demiştir. Vahidî de, "Zikrettiğimiz bu manalar, Cebbarın, Allah'ın sıfatı olarak ifâde ettiği manalardır. Bu kelimenin bir de, insanların vasfı olarak şu anlamlan bulunur: 1) Bu kelime, musallat edilen, zorba anlamındadır. Nitekim, "Sen onlar üzerinde bir zorba, cebbar değilsin..." (Kaf, 45) ayetinde böyledir. 2) Bu kelime, iri cüsseli, müheykel anlamındadır. Nitekim, "Muhakkak ki otada, İri bedenli bir topluluk bulunmaktadır" (Mâide. 22) Cebbar ayetinde böyledir. 3) Allah'a ibadetten yüz çeviren, kaçman anlamındadır. "O, beni, bir Cebbar, azgın kılmadı" (Meryem, 32) ayetinde böyledir. 4) Bu kelime, "çok öldüren" anlamındadır. "Siz ... cebbarlar, çok öldürenler olarak onları yakalayıverdiniz" (Şuarâ, 130) ve "Sen (ey Musa) ancak, yeryüzünde bir cebbar olmak istiyorsun.,."(Kasas, 19) ayetlerinde böyledir" demiştir. Ayetteki, el-Mütekebbir sıfatıyla ilgili birkaç izah vardır: 1) İbn Abbas (radıyallahü anh), "O Allah, rubûbiyyeti ile büyük ve yücedir. O'nun gibi hiçbir şey yoktur" demiştir. 2) Katâde, "O, Kendi dışındaki her şeyden yüce ve büyüktür" demiştir. 3) Zeccâc, "O, kullarına zulmetmekten münezzeh ve yücedir" demiştir. 4) İbnu'l-Enbarî, el-Mütekebbir, anlamındadır. el-Kibriyâ da, Araplar nezdinde el-Mülk, saltanat anlamındadır. "Ve, yeryüzündeki mülk ve saltanat (kibriyâ) da sizin olsun diye mi?,."(Yunus, 78) ayetinde de bu anlamdadır" demiştir. Bil ki, mütekebbir, insanlar hakkında kullanılırsa, bir kınama ifâde eder. Çünkü mütekebbir, kibirlenen, büyüklenen kimsedir. Bu ise, insan için bir noksanlıktır. Çünkü, insanın bir büyüklüğü ve yüceliği söz konusu değildir. Çünkü onda olan, ancak hakirlik, zillet ve meskenettir. Dolayısıyla, büyüklük tasladığı zaman, o yalancı olmuş olur. Bundan ötürü, bu sıfat, onun hakkında mezmüm bir nitelik olmuş olur. Ama Cenâb-ı Hakk'a gelince, bütün yücelik ve kibriyâ türleri O'na aittir. O, büyüklüğünü ortaya koyduğunda, kullarını, Celâl ve Yüceliğini bilmeye irşâd ve sevk etmişolur; böylece bu, Allahü teâlâ için, son derece mükemmel bir med ye övgü ifâde eder. İşte bundan dolayı, bu ismi zikrettiği zaman, peşisıra, "Allah, müşriklerin şirk koştukları şeylerden münezzehtir" buyurmuştur. Buna göre sanki, "Muhakkak ki insanlar bazan büyüklük taslayıp, bu kibriyâ (büyüklük) sıfatında, Allah'a ortaklık iddiasında bulunurlar. Oysa ki, Cenâb-ı Hakk, insanlar için olan tekebbürden münezzehtir. Çünkü insanlar, zatları itibarıyla eksik-kusurlu varlıklardır. Dolayısıyla, onların tekebbürleri (büyüklük taslamaları), zatlarında mevcut noksanlığa bir de yalan noksanlığı ilave etmek olur. Allahü teâlâ'ya gelince, bütün yücelikler ve izzet O'na aittir. Bu sebeple O, Yücelik izhâr ettiğinde, bu, bir kemâle, bir başka kemâl daha ilave etmektir. Cenâb-ı Hakk, o müşriklerin, büyüklük sıfatını mahlûkata (putlara) vermek suretiyle, Allah'a ortak koştukları şeylerden münezzehtir. El-Halık, el-Barî, el-Musavvir 24"O, öyle Allah'dır ki, yaratacağı herşeyi hikmetiyle takdir edendir. Onları var edendir. Varlıklara suret verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar, O'nu tesbih eder. O, azîz ve hakimdir". Cenâb-ı Hak, "O, Allah haliktır"buyurmuştur. "Halk", kelimesi, "takdir etme" manasındadır. Buna göre ayet, "Allah, kendi fiillerini, belli biçimde takdir eder" manasındadır. O halde yaratıcılık, Allahü teâlâ'nın irâde sıfatıyla ilgilidir. Daha sonra Allah buyurmuştur, bu kelime tıpkı; "sanî" ve "mucîd" manasındadır. Fakat "bârî", bedenlerin yaratılmasını ifade eder. Dolayısıyla mahlûkat için, "beriyye" (yaratık) denilir. Ama, renk ve tat gibi sıfatlar için bu kelime kullanılmaz. Ayetteki "el-Musavvir", "Allah mahlûkatın suretlerini dilediği biçimde yapar" anlamındadır. Bu ayete, hâlık ismi, " den önce zikredilmiştir. Çünkü irâdenin tercihi, kudretin tesirinden önce gelir. Bârî ismi de musavvirden önce gelmiştir. Çünkü zatları var etmek, sıfatları varetmekten öncedir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "En güzel isimler O'nundur" buyurmuştur. Bu ifadeyi, A'raf 180. ayetinin tefsirinde izah etmiştik. Ayetteki, "Göklerde ve yerde olanlar, O'nu tesbih eder. O, azîz ve hakîmdir" ifadesinin tefsiri de, Hadîd Sûresinin başında geçmişti. Yüce ve münezzeh olan Allahü teâlâ doğru olanı en iyi bilendir. Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'adır. O'nun salat ve selâmı, efendimiz olan Nebiyy-i Ümmî Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, âline ve bütün ashabına olsun. |
﴾ 0 ﴿