2

"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbih eder. O, azizdir, hakîrndir. O, ehl-i kitabtan kâfir olanları, ilk sürgünde yurdlarından çıkarandır. Siz, çıkacaklarını sanmamışhnız. Onlar da, kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağım zannetmişlerdi. İşte onlara, hesab etmedikleri yönden Allah'ın emri geliverdi. O, bunların yüreklerine korku düşürdü, öyle ki evlerini hem kendi elleriyle, hem mü'minlerin elleriyle harab ediyorlardı. İşte ey akıl ve basiret sahipleri, siz (bundan) ibret alın".

Tarihi Çerçeve

Benû Nadir, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ne onun aleyhine, ne de lehine çatışmamak üzere anlaşma yapmıştı. Bedr savaşı olduğunda onlar, "Muhammed, Tevrat'da muzafferiyet ile nitelenen peygamberin tâ kendisidir" dediler. Müslümanlar Uhud'da hezimete uğrayınca da, şüpheye düşüp, anlaşmalarını bozdular. Derken Kab b. Eşref, binitli kırk kişilik bir kafile ile Mekke'ye vardı ve Ka'be'nin yanında Ebû Süfyan ile anlaşma yaptılar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, Muhammed b. Mesleme el-Fusârt (radıyallahü anh)'ye emretti de, o, süt kardeşi olduğu halde Kâb'ı, tuzak kurup öldürdü. Sonra o hurma lifinden ağzına gem vurulmuş bir eşek üzerinde olarak Hazret-i Peygamber, bölük bölük askerleriyle onların yanına vanp, onlara "Medine'den çıkın" dedi. Buna mukabil onlar, "ölüm bize, çıkmaktan daha hoş gelir" dediler ve harb ilan ettiler.

Yine rivayet edildiğine göre, onlar yol hazırlığı yapmak ve çıkmak için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den on gün müsâade istediler. Abdullah b. Übeyy (münafığı) onlara "Sakın kalenizden çıkmayın. Eğer müslümanlar sizinle çarpışırlarsa, bilin ki biz de sizinle beraberiz. Sizi yardımsız bırakmayız. Yemin olsun ki eğer çıkar giderseniz, biz de sizinle çıkıp gideriz" diye haber gönderdi. Bunun üzerine, geçitlerini muhkemleştirdiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) 21 gün onları muhasara etti. Allahü teâlâ onların kalblerine korku atıp, bu yahudiler, münafıkların yardımından ümidlerini kesince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den barış talebinde bulundular. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, ancak her üç evin, diledikleri eşyaları seçip sadece bir deveye yüklemeleri şartı ile sürgüne gitmelerine razı oldu. Onlar, içlerinden iki ev halkı, yani Ebu'l-Hakîk ile Hayy b. Ahtab aileleri hariç, Şam bölgesine, o bölgedeki Erîka ve Ezra ât yöresine göçüp gittiler. Çünkü bu iki aile, Hayber'e iltihak etti. Bir başka küçük gurub da Hire'ye iltica etmişti.

Burada bir kaç soru var:

Birinci Soru: Ayetteki, (......) tabirindeki lâm'ın manası nedir?

Cevap: Bu tıpkı "Şu vakit için, şu vakitte geldim" şeklindeki sözündeki lâm gibidir. Buna göre ayetin manası, "Allah o inkâr edenleri, ilk sürgünleri esnasında çıkardı" şeklinde olur.

Evvel'il-Haşrin Manası

İkinci Soru: İlk sürgün ne demektir?

Cevap: Sürgün, bir topluluğu, bir yerden başka bir yere sürüp çıkarmaktır, Cenâb-ı Hakk'ın bunu ilk sürgün olarak isimlendirmesinin sebebini, bir kaç şekilde açıklayabiliriz:

1) Bu, İbn Abbas ve ekseri âlimlerin görüşüne göre, Ehl-i Kitabın ilk sürgünüdür. Yani onlar, o zaman Arabistan yarımadasından ilk olarak sürgüne gönderilmişler ve Arabistan yarımadasından sürüp çıkarılmışlardı. Çünkü onlar, daha önceleri güç ve kudret sahibi bir toplum idiler.

2) Allahü teâlâ onların Medine'den çıkarılmalarını bir sürgün diye vasfetmiş ve bunu, insanların kıyamette Şam tarafına toplanıp, kıyametin onları burada yakalayacağı için, ilk haşr (sürgün-toplanma) diye nitelemiştir.

3) Bu, onların ilk sürgünleridir. Onları son sürülmeleri de, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in onları, Hayber'den Şam'a sürüp çıkarmasıdır.

4) Bunun manası, "Allah onları, savaşmak üzere ilk kez toplandıkları için, yurdlarından sürüp çıkardı" şeklindedir. Zira bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlarla ilk savası idi.

5) Kaaide, "Bu ilk haşrdır (toplanma ve sürülmedir). İkinci sürgün ise, insanları doğudan batıya sürecek ve geceledikleri yerde onlarla beraber geceleyip, uykuya yattıkları yerde onlarla beraber kalacak olan bir ateş sebebi ile olacaktır" demiştir. Alimler o ateşin, gece görünüp, gündüz görünmeyeceğini söylemişlerdir.

Ayetteki, "Siz, çıkacaklarını sanmamıştınız" cümlesi hakkında İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Müslümanlar sanıyorlardı ki, Benû Nadîr, güçlü ve kuvvetli oldukları için, yurdlarından çıkmayacaklardı." Allahü teâlâ bunu, bu nimetin büyüklüğünü anlatmak için söylemiştir. Çünkü kişi aksi bir zann üzere olduğu halde, bir nimet insana ulaşırsa, işte bu nimet çok daha kıymetli olur. Nitekim müslümanlar da, bu yahudilerin çıkması böylece de onların hile ve tuzaklarından kurtulmaları ile ilgili dileklerine nail olabileceklerini sanmıyorlardı. İşte her ne zaman bu onlara nasib oldu, böylece bu nimetin gerçekleşmesi daha kıymetli oldu.

Kalelerine Güvenmeleri

Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar da, kalelerinin Allah'dan koruyacağını zannetmişlerdi" cümlesi ile ilgili olarak âlimler şöyle demişlerdir: "Onların kaleleri son derece sağlamdı. Bundan ötürü kalelerinin, kendilerini Allah'ın Resulünden koruyacağını zannediyorlardı." Ayet-i kerime'de Resûlüllah için yüce bir şerefin ifadesi vardır. Çünkü ayet, onların Resûlüllah ile olan muamelelerinin, bizzat Allah ile olan muameleleri gibi olduğuna delâlet etmektedir. İmdi eğer, "Senin, demen ile, ayetteki şekli ile söylemen arasında ne fark vardır?" denilirse, biz deriz ki: Haberin mübtedadan evvel gelmesi, onların, o kalelerinin sağlamlığına ve kendilerini muhafaza edeceğine olan aşırı güvenlerine delildir. Onları ifade eden "hiirn" zamirinin (......)'nin ismi kılınıp, bu mübteda-haber cümlesinin o zamire isnâd edilmesinde (onun haberi yapılmasında), onların, içten içe kendilerinin son derece güçlü ve kuvvetli olduklarına inanıp, kendileriyle savaşacak hiç kimseye aldırış etmedikleri hususuna bir delit var. Bu manalar, şeklindeki cümlesinde bulunmaz.

Allah'ın Azabının Çarpması

Ayetteki "İşte onlara hesab etmedikleri yönden Allah'ın emri geliverdi" ifadesi ile ilgili bir kaç mesele var:

Birinci Mesele

Ayetin iki izahı vardır:

1) Ayetteki "onlara" zamiri yahudilere ait sayıldığında mana, "Allah'ın azabı ve onları yakatayışı, onlara hiç ummadıkları bir taraftan geldi" şeklinde olur.

2) Bu zamir "mü'minlere" ait sayıldığında mana, "Allah'ın yardım ve tavsiyesi, mü'minlere hiç ummadıktan bir taraftan geliverdi" şeklinde olur.

ifadesi, "hiç tahmin etmiyor, akıllarına hiç getirmiyortardı" -nanasındadır. Bu işin, hiç sanılmadık şekilde oluşu şu iki şeyden ötürü idi:

a) O yahudilerin reisi olan Ka'b b. Eşref, kendisine tuzak kurulup, süt kardeşi tarafından öldürülmüştü. Bu da onların, gücünü kırmış ve dağıtmış, böylece de kudret .e ihtişamları azalmıştı.

b) Çünkü Allah onların kalblerine korku atmıştı.

Meşru Te'vile Cevaz

"Allah onlara geliverdi" ifâdesinin, bütün akıl sahiplerinin ittifakıyla, zahiri manası üzere alınması mümkün değildir. Dolayısıyla bu, tevil kapısının açık olduğna ve ayetlerin, zahirî manalarından alınıp, aklî delillerin muktezasına göre başka bir manaya sarfedilip yorumlanmalarının caiz olduğuna delâlet eder.

Üçüncü Mesele

Keşşaf sahibi, bu ifâdenin, "Allah onlara helak ve azabı verdi" şeklinde okunduğunu söylemiştir. Bil ki, bu kıraat, bizim beyân ettiğimiz tevîl biçimlerini ibtâl etmez. Çünkü bu kıraat, önceki kıraati kaldırmaz. Çünkü o kıraat, tevatürle sabittir. Tevatürle sabit olduğu zaman da, onun ibtâli mümkün değildir. Bu sebeple de, onun yorumlanması gerekir.

Cenâb-ı Hak "O, bunların yüreklerine korku düşürdü" buyurmuştur. Dil âlimleri insanın içini saran korku..." anlamındadır. Onun atılması da, gönle dolması, gönle düşmesidir. Bundan dolayı, aslanı nitelerken, Araplar, (mukazzef) demişlerdir. Buna göre sanki aslan etti butlu oluşundan dolayı, sanki kendisine et atılmış, yapıştırılmış gibidir.

Bil ki, bu ayet-i kerime, bizim, "Bütün işler Allah'a aittir" şeklindeki görüşümüzün doğruluğuna delâlet etmektedir. Çünkü bu ayet-i kerime, onların kalblerinde meydana gelen bu korkunun, Allah tarafından meydana geldiğine ve böylece de bu korkunun, onların bazı işlere yönelmelerine sebep olduğuna delalet etmiştir. Kısaca, fiil ancak, kalbte kuvvet bulmuş, etkili bir sebep mevcut olduğu zaman meydana gelir. Bu sebebin mevcut oluşu ise, ancak Allah'tan yana meydana gelebilir. Böylece de bütün fiiller, bu yolla, Allah'a râci olur.

Evlerini Harab Etmeleri

Cenâb-ı Hakk'ın, "öyle ki evlerini hem kendi elleriyle, hem müminlerin elleriyle harab ediyorlardı.." cümlesine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır.

Kıraat ve Tefsiri

Ebu Ali, sadece Ebû Amr'ın bu kelimeyi, şedde ile (......) şeklinde okuduğunu, diğerlerini ise, şeddesiz olarak (......) şeklinde okuduklarını söylemiştir. Ebû Amr şöyle söylerdi: "İhrab, bir şeyi harab halde bırakmaktır. Tahrib de, yıkmaktır. Benû Nadîr, yıkmışlardır, yoksa harâb halde bırakmamışlardır.." el-Müberred, bunun niye böyle izah edildiğini bilmiyorum. şekil asi olup, evi harab etmek, yıkmak anlamındadır Evi sahibi yıkmıştır. Bu, ve gibidir. Zefîl babından olarak, dediğinde, bu çokluk ve teksîr ifâde eder. Yani, çok iyice yıkma anlamında... Çünkü Allahü teâlâ, hem çoğu, hem de azı ifâde etmeye elverişli olan büyüt (evler) kelimesini zikretmiştir. Sîbeveyh, bu iki şeklin "sevindirdi..." ve "güzel yaptı..." fiilleri gibi, birbiri yerine geçtiklerini ve kullanıldıklarını iddia etmiştir. Şair "Ben, bir kavmin yurdunda nice evleri harâb ettim..." demiştir. Ferrâ, "yuherribûn", "hedmederler, yıkarlar" anlamındadır. Şeddesiz olarak "yuharribûn" kıraati ise "onlardan bir kısmını harab edip öylece bırakırlar" diye açıklamıştır.

İkinci Mesele

Mûfessirler, onların, evlerini, hem kendi elleri, hem de mü'minlerin elleriyle nasıl harâb ettiklerini izah için, birkaç vecih zikretmişlerdir.

1) Onlar, kesin olarak sürüleceklerini anlayınca, müslümanların kendi evlerinde kalmaları ve oturmaları hususunda hased ettiler de, böylece onlar evlerini, içten; müslümanlar da dıştan yıkmaya başladılar.

2) Mukâtil şöyle demiştir: "Münafıklar, çıkmamaları için, yahudilere hile ve desiseler kurdular, telkinlerde bulundular. Bununüzerine yahudiler de, kale girişlerini muhkemleştirip, iyice sağlam hale getirdiler. Böylece de, evlerini bozarak, onları, boğazın girişinde, birer kale haline getirdiler. Müslümanlar da, diğer taraftan harap ediyorlardı.

3) Müslümanlar, onların kale girişlerinden bir girişe hakim olduklarında, onu harap ediyorlardı. Yahudiler de, evlerin gerisine çekiliyorlar ve o evlerin arkasından gedikler açıyorlardı.

4) Müslümanlar, o diyarın, gözle görülen şeylerini harab ediyorlardı. Yahudilerse, kesin olarak sürüleceklerini anladıklarında, evlerinde güzel ve hoş buldukları kapt ve ahşap kısımlara bakıyorlar, sonra onları sökerek deve ve hayvanlarına yüklüyorlar, en sonunda da evlerini yıkıyorlardı.

Eğer, "Yahudilerin, müslümanların eli ile evlerini yıkmalarının manası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Zeccâc şöyle demiştir: "Yahudiler müslümanları bunu yapmaya sevkedip, böylece buna sebep olunca, sanki yahudiler müslümanlara bunu emretmiş ve bununla vazifeli kılmışlar gibi olmuşlardır."

Kıyas Edin

Cenâb-ı Hak, "İşte, ey akıl ve basiret sahipleri. Siz bundan ibret alın" buyurmuştur. Bil ki biz, kıyasın hüccet olduğu hususunda, fıkha dair "el-Mahsûl" adlı eserimizde, delil olarak bu ayete tutunduk. Binâenaleyh, bunu burada zikretmeyeceğiz. Fakat şu kadar var ki, burada, Allahü teâlâ'nın ibret alınmasını emrettiği şeyin izah edilmesi gerekir. Bunda birkaç ihtimal var:

1) O yahudiler, kalelerine, kuvvetlerine ve İhtişamlarına güveniyorlardı. Allahü teâlâ da, ihtişamlarını yok edip, kuvvetlerini izâle etti. Sonra da, "İşte, ey akıl ve basiret sahipleri siz bundan ibret alın." Ve, Allah'tan başka hiçbir şeye dayanmayın. Öyleyse, zâhid, zühdüne güvenmesin. Çünkü, bunun zühdü, Bel 'am'ın zühdünden daha çok olamaz. Yine, âlim de ilmine güvenmesin. İbnur-Ravendî'ye bak. Muhakeme ve mümaresesinin çokluğuna rağmen, nice oldu!? Aksine, hiç kimse için, hiçbir hususta, Allah'ın lütuf ve rahmetinden başka itimat edilecek bir şey yoktur!" buyurmuştur.

2) Kadî şöyle demiştir: "Bundan maksat, insanın, zulüm, küfür ve peygamberliği ta'n etmenin akibetini bilmesidir. Çünkü bu yahudiler, zulüm ve küfrün uğursuzluğu ile, şiddetli belâ ve sürgüne duçar olmuşlar. Mü'minler de, bundan ibret alıp, böylece günahlardan uzaklaşmışlardır.

Buna göre eğer, "Bu ibret alma ancak, eğer biz, "Onlar, zulmetmişler ve inkâra sapmışlardı. Dolayısıyla da azaba uğramışlardı. Bu azabın sebebi, onların küfrü ve zulmüdür" dersek, doğru olur. Şu kadar var ki, bu söz, "tarden" ve "aksen" yanlıştır. "Tarden" yanlış oluşuna gelince, bu şundan dolayıdır: Nice, zâlim ve kâfir olan kişiler var ki, onlar, dünyada iken azaba uğramamışlardır. Bunun "aksen" yanlış olması da şundan dolayıdır: Bu gibi, mihnet ve belâlar, hatta bundan daha şiddetlileri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabının da başına gelmiştir. Ve bu, onların dinlerinin ve davranışlarının kötülüğüne delâlet etmemişti. Bu illet yanlış olunca, bu şekilde ibret almak da batıl olur.

Yine, esasen, sabit olan hüküm şudur: O yahudiler, hem kendi, hem de mü'minlerin elleriyle, evlerini yıkmışlardır. Biz, bunun, onların küfür ve zulümleri sebebiyle olduğunu söylersek, zulmeden ve inkâr eden herkesin evinin, kendi ve müslümanların eliyle harab edilmesi gerekir. Bunun ise ev söz konusu olmadığı malumdur. Böylece anlıyoruz ki, bu şekilde bir ibret alış sahih değildir" denilirse, şöyle cevâp veririz:

Aslında sabit olan hükmün üç mertebesi vardır:

a) Onların evlerinin yıkılmasının, kendi elleri ve mü'minlerin elleriyle olması.

b) Bunun, dünyada bir azâb olması. Ki bu, birincisinden daha umumîdir.

c) Bunun, mutlak anlamda azâb olmasıdır. Ki bu da, ikinci husustan daha umumîdir. Zulüm ve küfür, azaba, bir azab olması cihetinden uygun düşerler. Bunun, husûsen dünya veya ahirette, bir yıkım veya bir öldürülme olmasına gelince, bunun bir netice ve tesiri yoktur. Dolayısıyla, kıyasın neticesi şuna varıp dayanır; zulmeden, inkâr eden ve yalanlayanlar, bu azabın, dünyada veya ahirette olmasına bakılmaksızın, azaba duçar olurar. Zulüm ve küfür de bu azaba münasib düşer. Böylece anlıyoruz ki, küfür ve zulüm, bu azabın iki sebebidirler. Ne zaman ve nerede var olurlar ise, bu azabın dünyada veya ahirette olacağı açıklanmaksızın, azâb meydana gelir. Biz, buradaki kıyâs etme ve ibret almayı bu şekilde anlattığımızda, tenkitler ve çelişkiler ortadan kalkar. Kıyas da, doğru bir biçimde tamamlanmış olur.

İbret ve İ'tibar Kelimeleri

"İbret almak" demek olan "i'tibâr", "geçmek" "bir şeyden başka bir şeye geçmek" manasından alınmadır. Göz yaşına da o şey gözden yanağa (yüze) geçtiği (aktığı) için "ibret" denilmiştir. Sayesinde geçme sağlandığı için geçite de, "ma'ber" denilmiştir. O belli (rüya yorumlama) ilmine de, "ta'bîr" ismi verilmiştir. Çünkü bu ilmin sahibi, hayalî olandan ma'kûl (aklî) olana intikal eder. Lafızlara da ibareler ismi veriler. Çünkü ibareler, manaları konuşanın dilinden dinleyenin aklına intikal ettirir. Nitekim "Mutlu (saîd), başkasından ibret alandır" denilir. Çünkü onun aklı, başkasının durumundan, kendisinin durumuna geçmiştir. Bu nedenle müfessirler " "i'tibâr" ve "ibret", eşyaya bakmak suretiyle, aynı cinsten başka şeyleri bilmek gayesiyle, eşyanın (herşeyin) hakikatlerine ve delâlet yönlerine bakmadır" demişlerdir.

Ayetteki, ifadesi ile ilgili iki izah şekli vardır:

1) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk bununla, "Ey ince akıl, fikir ve basiret sahipleri..." manasını murad etmiştir."

2) Ferrâ, bu ifadenin manasının, "Ey bu zikredilen olayı bizzat görüp, ibret alan" şeklinde olduğunu söylemiştir.

Allah'a Muhalefet

2 ﴿