MÜMTEHİNE SÛRESİ(Bu sûre onûç ayet olup, Medine'de nazil olmuştur.) İmanın Gereği 1"Ey iman edenler, Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlan dost edinmeyin. Siz onlara sevgi izhâr edersiniz. Halbuki onlar, size gelen hakkı inkâr etmişlerdir. Peygamberi de sizi de, Rabbiniz olan Allah'a iman ediyorsunuz diye, onlar (yurtlarınızdan) çıkarıyorlardı. Eğer Benim yolumda cihad ve Benim rızamı aramak için çıkmışsanız (bunu yapmazsınız). Onlara hâla içinizden (gizli gizli) muhabbet mi besleyeceksiniz? Halbuki Ben, sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da çok iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa, muhakkak ki yolun ortasından sapmış olur". Ayetle ilgili bir kaç mesele var: Bu ayetin, kendinden önceki sûre ile İlgi ve münasebetini sağlayan şeylerden birisi de, her iki sûrenin de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kendi zamanındaki yahudi, hristiyan ve diğer başkalarıyla ilişkilerini beyan etme hususunda olmalarıdır. Çünkü onların bir kısmı, anlaşmaya yönelmiş ve peygamberin doğruluğunu kabul etmişlerdir. Nadiroğulları bunlardandır. Zira onlar, "Allah'a yemin olsun ki o (peygamber), Tevrat'ta hem bedenî, hem de manevî özelliklerini gördüğünüz peygamberin tâ kendisidir" demişlerdir. Bir kısmı ise bunu inkâr ederek, ya açıktan açığa, ya da gizlice savaşa yönelmişlerdir. "Gizlice" diyoruz. Çünkü onlar görünüşte müslümanlarla birlikte olmalarına rağmen, gizliden gizliye kâfirlerle işbirliği yapıyorlardı. Bu sûrenin baş tarafı ile önceki sûrenin sonu arasındaki ilgi ve münasebete gelince, bu açıktır. Çünkü geçen sûrenin sonu, Cenâb-ı Hakk'ın vahdaniyyet gibi yüce sıfatlarını ihtiva ediyordu. Bu sûrenin başı ise, bu sıfatları kabul etmeyenlerle, içli-dışlı olmanın haramlığını kapsamaktadır. Nüzul Sebebi Ayetin sebeb-i nüzulü hakkında rivayet olunduğuna göre, bu ayet, Hâtıb b. Ebt Belte'a (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Çünkü o, Mekkeli müşriklere, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in savaş için hazırladığını ve onlarla savaşmayı planladığını haber vermek istemiş ve onlara 'Tedbirinizi alın" diye mektup göndermeye teşebbüs etmiştir. Sonra yazdığı bu mektubu, Hâşimoğullarının bir cariyesi olan Sâriye adındaki bir kadınla göndermiştir. Bu kadın Mekke'den Medine'ye yani Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına gelmişti. O zaman Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, "Müslüman olarak mı geldin?" dediğinde, "Hayır" demişti. "Muhacir olarak mı geldin?" dediğinde de, "Hayır" demişti. Bunun üzerine, "Seni buraya getiren sebep nedir?" diye sorduğunda, o, "Şüphesiz ki efendilerim, Bedir günü gittiler, yani hep öldürüldüler. Böylece ben şiddetli bir ihtiyaç içinde kaldım" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine, onunla ilgilenmeleri için Muttaliboğullarını görevlendirmiş, onlar da onu giydirip kuşandırmışlar, binitini-azığını temin etmişlerdi. Hâtıb, o kadının yanına gelip ona on dinar vermiş, bir de elbise giydirerek, ondan yazdığı bu mektubu Mekkelilere götürmesini istemişti. Böylece o kadın yola koyuldu. Allahü teâlâ, peygamberini (vahiy ile) bu olaydan haberdar etti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunun üzerine, Hazret-i Ali, Hazret-i Ömer, Ammar b. Yasir, Hazret-i Talha ve Hazret-i Züber (radıyallahü anha)m)'i, atlı olarak o kadının peşinden gönderdi. Kadına yetiştiklerinde, bu mektubu sorarlar. O, yemin ederek inkâr eder. Bunun üzerine Hazret-i Ali (radıyallahü anh), "Vallahi ne biz yalan söylüyoruz, ne de Allah'ın Resulü" der ve kılıcını çeker. Bunun üzerine kadın, saçlarının örgüsü arasından o mektubu çıkarır. Sonra onlar, mektubu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e getirirler. O da durumu Hâtıb'a sorar. Hâtıb bunu itiraf eder ve der ki: "Benim Mekke'de ailem ve malım-mülküm var. İstedim ki o müşriklere yakın görüneyim. Ama şunu da kesin olarak biliyorum ki Allah belasını onların başına indirecektir" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu doğruladı ve özrünü kabul etti. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de, "Ey Allah'ın Resulü, müsâade et de, bu münafığın boynunu vurayım" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Nerden biliyorsun ki ey Ömer, belki de Allahü teâlâ, Bedr'e iştirak edenlerin hâline muttali oldu da onlara, "Dilediğiniz gibi yapın. Şüphesiz Ben sizin günahlarınızı bağışladım"dedi" buyurdu. Bunun üzerine Hazret-i Ömer(radıyallahü anh)'in iki gözünden yaşlar boşandı ve "Allah ve Resulü daha iyi bilir" dedi. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Bu ayetin tefsirine gelince, buradaki, "Ey iman edenler.." hitabının kimlere ait olduğu daha önce geçmişti. Durum iman hususunda da aynı olup, iman, kendi içinde tek bir bütün olup, bu da kalb ile tasdiktir, yahut Mu'tezile'nin ileri sürdüğü gibi, pek çok şeyden müteşekkil olup, bu şeyler de, taatlerdir (ibadetlerdir). Ayetteki, "Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin" hitabına gelince, buradaki (edindi) fiili, iki mefûl alır. Bu mef'ûller, bu ayette, "aduvvî" (düşmanımı) ve "evliya" (dostlar) kelimeleridir, (......) kelimesi, tıpkı (atfetti) fiilinden gelen "afüvv" (affedici) kelimesi gibi, (haddi aştı - düşmanlık yaptı) fiilinden, fa'ûl vezninde bir isimdir. Bu kelime, masdar vezninde olduğu için, müfred manada kullanılabildiği gibi, cemî (çoğul) manasında da kullanılmaktadır. Adavet, sadâkatin zıddıdır. Bu ikisi, bundan dolayı, aynı zamanda ve aynı cihetten, bir yerde (birlikte) bulunamazlar. Fakat bu ikisi, mümkün oluş noktasından, birbirlerinin yerine geçerler. Zeccac ve Kerâbisî'den rivayet olunduğuna göre, "düşmanım" ifadesi, "Dinimin düşmanı" manasındadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kişi, arkadaşının dini üzeredir. Binâenaleyh her biriniz, kimi arkadaş edindiğine iyi dikkat etsin" Keşfû'l-Hafa, 2/201. Keşfû'l-Hafa, 2/201. buyurmuştur.Yine Ebû Zerr el-Gıfâri (radıyallahü anh)'ye "Ey Ebû Zer, iman kulplarının hangisi daha iyi bilir" deyince, Hazret-i Peygamber "Allah için dostluk yapmak; Allah için sevmek ve Allah rızâsı için buğzetmek Kenzu'l-Ummâl, 1/1395. Kenzu'l-Ummâl, 1/1395. buyurdular. Cenâb-ı Hakk'ın "Siz onlara sevgi izhâr edersiniz" hitabıyla ilgili iki mesele var: Bu mesele, ayetteki, fiilinin neye müteallik olduğu hususundadır. Deriz ki: Bu hususta bir kaç izah sekli vardır: 1) Nazm kitabının müellifi şöyle demiştir: "Bu, nekire olan "evliya" (dostlar) kelimesinin sıfat cümlesidir." Ferra da bu görüştedir. 2) Zemahşerî, Keşşafta, "Bunun zamirinden hâl olmak üzere, fiiline taalluk etmesi mümkündür. "Evliya" kelimesi bu zamirin sıfatı olur" demiştir. 3) Yine Zemahşerî, bunun müste'nef bir cümle olabileceğini, böylece "evliya" kelimesinin sıfatı olmayacağını söylemiştir. (......) ifadesindeki bâ harf-i ceninin, "Kim orada zulüm ve ilhâda yeltenirse..." (Hacc, 25) ayetindeki bâ harf-i cerri gibidir. Buna göre ayetin manası, "Sizler o müşriklere (kâfirlere), sizinle onlar arasında bulunan sevgi sebebiyle, peygamberin haberlerini ve sırlarını aktarıyorsunuz" şeklinde olur ki, ayetteki "Onlara hâla içinizden (gizli-gizli) muhabbet mi besleyeceksiniz?" ifadesi de buna delâlet eder. Ayetle ilgili bir kaç bahis var: 1) Dûşmanla Dostluk Mümkün Müdür? 1) Düşmanlık, sevgi beslemeye aykırı olduğu halde ve de sevgi beslemek de, böyle bir dost edinmenin neticelerinden olunca, düşmanın dost edinilmesi nasıl mümkün olabilir? Biz deriz ki: Düşmanlığın, bir işe nisbetle olması, muhabbet ve sevginin de bir başka şeye nisbetle söz konusu olması uzak bir ihtimal değildir. Baksana Cenâb-ı Hakk, "Hanımlarınızdan ve çocuklarınızdan, size düşman olanlar vardır" (Teğâbûn, 14) buyurmaktadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Çocuklarımız, bizim ciğerparelerimizdir' Keşfu'l-Hafa, 1/262. buyurmuştur. 2) Cenâb-ı Hakk, "Benim düşmanım" deyince, niçin bununla yetinmeyerek, bir de "sizin de düşmanınız" buyurmuştur? Çünkü Allah'ın düşmanı şüphesiz ki zaten mü'minlerin de düşmanıdır? Biz deriz ki: Kişinin, mü'minlere düşman olmasından, onun mutlaka Allah'a da düşman olacağı neticesi çıkmaz. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Hanımlarınızdan ve çocuklarınızdan, size düşman olanlar vardır" (Teğabün, 14) buyurmuştur. Önce "Benim Düşmanım" Denilmesinin İzahı 3) Cenâb-ı Hakk niçin, "Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlar..." buyurdu da, "Sizin de düşmanınız, benim de düşmanım" buyurmadı? Deriz ki: Mü'min ile kâfir arasındaki düşmanlık, mü'minin Allah'a ve O'nun Resulüne duyduğu sevgiden ötürüdür. Binâenaleyh iman ehli olan kulun Allah'a duyduğu sevgi, herhangi bir sebebe bağlıdır. Fakat Allah'ın kula karşı duyduğu sevgi ise, hiçbir sebebe bağlı değildir. Çünkü Allah, mutlak manada müstağnidir. Binâenaleyh O'nun asla hiçbir kimseye ve şeye ihtiyacı yoktur. Bu sebeple de, herhangi bir sebebe bağlı olmayan, bir sebeb ve illete bağlı olandan önce zikredilmiştir. Bir de, bir şey iki uca nisbet edildiğinde, en yüksek olan taraf, aşağıda olan taraftan önce zikredilir. Velî Kelimesinin Cemisinin Kullanılmasının Hikmeti 4) Cenâb-ı Hakk niçin "veliyyen" dememiş de, "evliyae" buyurmuştur? Halbuki, bunun mukabili olan "adüvv" kelimesi müfred olarak gelmiştir? Deriz ki: Harf-i ta'rîf ile marife kılınır bir kelime, nasıl bütün ferdleri içine alırsa, izafet yoluyla marife kılınan kelimeler de böyledir (çoğul gibidir). 5) Bazı âlimler, deki bâ harf-i cerrinin zâid olduğunu söylemişlerdir. Halbuki daha önce, Kur'an'da. anlamsız bir ziyadeliğin mümkün olmadığı anlatılmıştı. Dolayısıyla buradaki bâ harf-i cerri, bazı manalar ifade etmektedir, gerçekte zâid (fazlalık) değildir. Düşmanca İşlerinin Hatırlatılması Daha sonra Cenâb-ı Hakk, "Halbuki onlar size gelen hakkı inkâr etmişlerdir. Peygamberi de, sizi de, Rabbiniz olan Allah'a iman ediyorsunuz diye, onlar yurdlarınızdan çıkarıyorlardı. Eğer Benim yolumda cihad ve Benim rızamı aramak için çıkmışsanız, (bunu yapmazsınız). Onlara hâla içinizden, gizli-gizli muhabbet mi besleyeceksiniz. Halbuki Ben, sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da çok iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa, muhakkak ki yolun ortasından sapmış olur." Buradaki, 'İnkâr etmişlerdi" cümlesinin başındaki vâv, "hâl" için olup, "Halbuki onlar inkâr etmişlerdi" manasındadır. "Hak" sıfatının mevsûfu mahzüf olup, uhak dîn" takdirindedir. Bunun mevsûfunun, "hak Kur'ân" şeklinde olduğu da söylenmiştir: O kâfirler, peygamberi ve sizi, Mekke'den Medine'ye sürmüşlerdir. Bu da, Rabbiniz olan Allah'a iman ettiğiniz içindir. Ayetteki, hitabı hakkında şöyle der: Bu cümle, cevabı, daha önce geçmiş bir şart cümlesi olup bu cevap da: “Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin" hitabının cümlesidir. Ayetteki, "cihâden" ve "ibtiğâe" kelimeleri mef'ûlü leh oldukları için mansubturlar. Mukâtil "Onlara halâ içinizden gizli-gizli muhabbet mi besleyeceksiniz?" ifadesindeki "muhabbet"in, nasihat etme manasında olduğunu söylemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, onların hallerinden hiçbir şeyin, Kendisine gizli kalmayacağını bildirerek, "Sizin kâfirlere karşı beslediğiniz o gizli sevgiyi ve açıkça yaptığınız şeyleri bilirim" buyurmuştur. Bu ifâdenin, gizli ve alenî yapılan her şeyi içine alması da uzak ihtimal değildir. Bazı alimler, şöyle demişlerdir: Allah, kulların filleri ve halleriyle ilgili bütün sırlarını, gizliliklerini, zahirlerini ve bâtınlarını bilir. Ayetteki, "Sizden kim bunu yaparsa..." hitabının içten içe gizli dostluk beslemeye, sevgi izhâr etmeye ve kâfirleri dost edinmeye dair bir kinaye olması mümkündür. Çünkü daha önce bu hususlardan bahsedilmişti. Ayetteki, "Muhakkak ki yolun ortasından sapmış olur..." ifadesiyle ilgili iki izah vardır: 1) Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan şu rivayet edilmiştir: "O kimse, inancındaki gerçek ve doğru imandan sapmış olur." 2) Mukâtil de şöyle demiştir: "O kimse, hidâyete yol bulamamış, şaşırmış olur." Daha sonra, bu ayetle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: "Eğer ... çıkmışsanız" hitabı "dostlar edinmeyin..." ifâdesine müteallik olur ve "Eğer siz benim dostlarım iseniz, düşmanlarımı dost edinmeyin..." demektir. "içinizden (gizli gizli) sevgi mi besleyeceksiniz?" hitabı müste'nef bir cümle olup, manası, "Benim ilmimde, bir işi gizli ya da açık yapmanızın değişmediğini bildiğiniz halde, onlara gizli gizli dostluk beslemenizde ne fayda vardır?" şeklindedir. İkinci Bahis: Birisi şöyle diyebilir: "Eğer ... çıkmışsanız"cümlesi, bir kaziyye-i şartiyye'dir. Eğer böyle ise, şart cümlesi olan "Eğer ... çıkmışsanız..." hitabının ifade ettiği şartını bu nehiy olmaksızın mevcut olması mümkün değildir. Halbuki, bunun mümkün olduğu malumdur." Buna cevaben deriz ki, bu ifâdelerin toplam, o nehyin muktezâsı için bir şarttır, yoksa, sarih bir lafızla gelmiş olan nehy için bir şart değildir. Bu olmaksızın, o toplamın bulunması da mümkün değildir. Çünkü bu, daima mevcuttur. Dolayısıyla, "Benim rızâmı aramak için "ifâdesinin manası açıktır. Çünkü, çıkmak bazan Allah rızasını aramak için olur, bazan da olmaz. İhfa Kelimesinin Tercih Sebebi Üçüncü Bahis: Allahü teâlâ, daha önce geçen (......) ifâdesine daha uygun ifâdesine daha uygun olduğu halde, demedi de, dedi (niçin?). Deriz ki, bu ifâde, öbüründe olmayan bir kuvvet ve mübalağa vardır. Çünkü, "ihfâ (gizlemek)" "ısrar (gizli fısıldamak)"tan daha beliğdir. "Allah gizli ve en saklı olanı bilir..." (Tahâ, 7) ayeti de buna delâlet eder. Buradaki ifâdesi, "sırdan da gizli ve saklı ..." demektir. Dördüncü Bahis: Allahü teâlâ, "Gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da çok iyi bilenim..." buyurarak, aksi söz konusu olmaksızın, zâten bu bunun gerektirdiği halde, gizliyi bilmesini açık olanı bilmesinden önce getirmiştir (niçin)? Biz deriz ki, bu bizim bilmemize nisbetledir, yoksa Allah'ın bilmesine nisbetle değil. Çünkü, az önce de geçtiği gibi, Allah'ın ilminde bu iki durum aynıdır. Bir de, bundan maksat, daha gizli olanı -ki, o küfürdür- beyân etmektir. Dolayısıyla da önce zikredilmiştir. Minkum (Sizden) Kaydının Manası Beşinci Bahis: Allahü teâlâ, "Sizden kim bunu yaparsa..." buyurmuştur. Buradaki "sizden" ifâdesinin ne faydası vardır? Çünkü, malûmdur ki, bu fiili kim yaparsa yapsın, "muhakkak ki, yolun ortasından sapmış olur." Bu hususta deriz ki: Buradaki "sizden" ifâdesinin manası, "siz mü'minlerden" şeklinde olursa, bunun manası gayet açıktır. Çünkü, bu fiili kim yaparsa, artık o, mü'min olmaz... Kâfirlerin Mü'minler Hakkında Düşündükleri 2Âyetin tefsiri için bak:3 3izi ele geçirebilirlerse, hepinizin düşmanları olacaklar, ellerini ve dillerini kötülükle size uzatacaklardır. (Zaten) onlar, kâfir olmanızı arzu etmişlerdir. Ne akrabalarınız ne de evlâtlarınız size asla fayda vermez. Kıyamet gününde (Allah onlarla) sizin aranızda kesin hükmü verecektir. Allah ne yaparsanız hakkıyla görendir". Allahü teâlâ, mü'minlere, Mekkeli kâfirlerin düşmanlığını haber vermek için böyle buyurmuştur: ifâdesi, "sizi ele geçirirler de size karşı imkân, güç kuvvet bulurlarsa, en îleri derecede düşman olurlar" demektir. Bu, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın görüşüdür. Mukâtil şöyle demiştir: "Bu, "Eğer onlar size üstün gelirlerse, size karşı gelirler ve kırmak suretiyle ellerini, küfretmek suretiyle de dillerini size uzatırlar. Sizin, onların dinine dönmenizi arzularlar" demektir. Ayetin nihaî manası şöyledir: "Allah düşmanları, aralarında bulunan ayrılıktan dolayı, Allah dostlarına karşı, halisane sevgi beslemezler." Ayetteki, "akrabalarınız size asla fayda vermez..." ifâdesine gelince, Hâtıb (radıyallahü anh) yaptığı şeyden dolayı azarlanınca, o, kendisinin, Mekke'deki müşrikler arasında akrabaları ve çoluk-çocuğunun olduğunu ve orada, akrabalarını koruyacak kimsenin bulunmadığını, dolayısıyla, onlar yanında koruyucu bir el edinerek, Mekke'de ailesinden geride. kalanlara o müşriklerin iyi davranmalarını sağlamak istediğini söyleyerek özür beyan etmiş, bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, '"Kendilerinden dolayı müşriklere dostluk izhar ettiğiniz ve onlara olan endişenizden dolayı müşriklere yakınlaştığınız, akrabalarınız ve evlatlarınız size asla fayda vermeyecektir" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk daha sonra, "Kıyamet gününde Allah, sizinle akrabalarınız ve evlâtlarınız arasını ayıracak, iman ehli cennete, küfür ehli ise cehenneme girecektir. Allah, ne yaparsanız, bu meyânda Hâtıb'ın yaptığını hakkıyla görendir" buyurmuştur. Ayetle ilgili birkaç bahis vardır. Birinci Bahis: Keşşaf sahibi şöyle demiştir: ifâdesinde, nasıl olurda, şartın cevabı da, şart gibi muzâri gelir?" Sonra da Cenâb-ı Hakk, mazî sigasıyla, buna atfen, 'Ve arzu ettiler..." (Ne dersin?) Biz deriz ki: Her ne kadar mazi, irâb bahsinde, şart babında muzarinin yerini tutarsa da, ancak ne var ki, bunda şöyle bir incelik vardır: Sanki, "Her şeyden önce onlar, sizin küfrünüzü ve irtidâd etmenizi arzuladılar" denilmektedir. İkinci Bahis: Ayetteki, "kıyamet gününü" ifâdesi, neyin zarfıdır? Biz deriz ki: Bu, ya, ayetteki, veyahutta, ifâdesinin zarfıdır. İbn Kesîr, yâ'nın dammesi ve sâd'ın fethası ile, "yufsale" şeklinde okumuştur. Bu kelimenin malûm sigasıyla okunması halinde, fail, Allah olmuş olur. Bu kelime nûn ile "nefsıle" ve "nufessıle" şeklinde de okunmuştur. Üçüncü Bahis: Cenâb-ı Hakk, "habîr" bir şeyi bilmeyi ifâde etmede daha beliğ olmasına rağmen, "Allah ne yaparsanız hakkıyla görendir..." buyurmuş, ama "haberdardır" buyurmam ıştır (niçin)? Buna şöyle cevap veritir: "Habîr" lafzı, bir şeyi bilmeyi ifâde etmede daha beliğdir. Ne var ki, Cenâb-ı Hakk onların amellerini gözle görülür gibi kıldığı için, lafzı, burada, "ilim" maddesinden daha açık ve uygun olmuştur. İbrahim (aleyhisselâm) Ümmetindeki Örnek 4"ibrahim'de ve onun maiyyetindekilerde, sizin için, hakikaten güzel bir örnek vardı. Hani onlar, kavimlerine, "Biz, sizden ve Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz nesnelerden kesin olarak uzağız. Sizi reddettik. Siz, Allah a, bir olarak iman edinceye kadar bizimle aranızda ebedî düşmanlık ve buğz belirmiştir" demişlerdi. Yalnız, ibrahim'in, babasına, "Muhakkak ki, senin bağışlanmanı isteyeceğim. Fakat, senin için Allah'dan gelecek herhangi bir şeyi def etmeye gücüm yetmez" demesi müstesna. Siz şöyle deyin: "Ey Rabbimiz, ancak Sana güvenip dayandık ve yalnız Sana yöneldik. Son dönüş de ancak Sana'dır" . Bil ki, üsve tıpkı (......) kelimesinin, kendisine iktidâ edilen, uyulan şeyin ismi olması gibi, kendisi örnek alınıp uyulan şeydir Nitekim Arapça'da, "Sen onun gibi, o da senin gibidir" anlamında denilir. Üsve'nin çoğulu, el-usâ şeklinde gelir. O halde üsve, kendisine uyulan her şeyin ismidir. Müfessirfer şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, İbrahim ve ona tabi olanların ashabının, kavimlerinden teberrî ettiklerini, onlara düşman kesildiklerini ve onlara, "Biz sizden uzağız" dediklerini haber vermiş, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabına da, İbrahim ve ashabına uymalarını ve onların bu sözlerini örnek almalarını emretmiştir. Ferra, ayetin anlamının şöyle olduğunu söylemiştir: "Ey Hatıb ibn Ebî Belte'a, İbrahim'in ehlinden teberrî etmesi hususunda, sen onu örnek almaz mısın? Çünkü Cenâb-ı Hakk, (İbrahim (aleyhisselâm) hakkında), "Onlar kavimlerine, "Biz, sizden ... kesin olarak uzağız" demişlerdi" ve "İbrahim, (müşrik olan) babasına, "Muhakkak ki, senin bağışlanmanı isteyeceğim..." demesi müstesna" buyurmuştur." Mücahid de şöyle der: "Onlar, İbrahim (aleyhisselâm)'in babası için mağfiret talebinde bulunmasını örnek almaktan nehyedildiler. Çünkü, onlar da, müşriklerin bağışlanmasını istiyor ve onlar için bağış talebinde bulunuyorlardı." Yine Mücahid ve Katâde, bu ayete, "İbrahim'in, babası için bağış talebinde bulunması durumu müstesna, Hazret-i İbrahim'in herşeyini örnek alınız..." şeklinde mana vermişlerdir. Ayetin anlamının, şöyle olduğu da söylenmiştir: "Kavminizin kâfirlerinden uzak durun, teberrî edin. Çünkü sizin için, babasının bağışlanmasını talep etme hususu değil de, kavminden uzaklaşması hususunda, İbrahim'de ve ona inananlarda güzel bir örnek vardır." İbn Kuteybe de, "Cenâb-ı Hakk bu beyanıyla, İbrahim (aleyhisselâm)'in, babasına söylediği, "Senin için muhakkak ki bağış talebinde bulunacağım" ifâdesi hariç, kavmine düşman kesildiğini ve onları her hususta terk ettiğini belirtmek istemiştir" demiştir. İbnu'l-Enbarî ise şöyle demektedir: "Durum, İbn Kuteybe'nin bahsettiği gibi değildir. Tam aksine mana, "İbrahim'in babasına, "Senin için muhakkak ki bağış talebinde bulunacağım..." demesi hariç, sizin için, İbrahim'in yaptığı her şeyde örnek vardır" şeklindedir. Ayetteki, "Fakat senin için Allah 'tan gelecek herhangi bir şeyi defetmeye gücüm yetmez..." ifâdesi de, İbrahim (aleyhisselâm)'in babasına söylemiş olduğu sözlerdendir. O, bu ifâdeyle, "Eğer müşrik olursan, senden herhangi bir şeyi def edemediğim gibi, Allah'ın azabını da savuşturarnam" demek istemiştir. Böylece de, babasının müslüman olacağını umarak, ona mağfiret talebinde bulunacağı va'dinde bulunmuştur." İbn Abbas, "Ey Rabbimiz, ancak Sana güvenip dayandık ve yalnız Sana yöneldik..." ifâdelerini de, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) ve ashabının duaları cümlesinden olduğunu söylemiştir ki, bu ifâdelerin manası, "Ey Rabbimiz, bütün işlerimiz hususunda Sana tevekkül ettik ve Sana güvendik. Günahlardan tevbe etmek suretiyle, Sana yöneldik, Sana geldik. Çünkü nihaî varış, ancak Senin huzuruna olacaktır" şeklindedir Ayetle İlgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Birisi, "Cenâb-ı Hakk'ın da, "Hepsi de Allah'a, meleklerine, peygamberlerine iman etti. (Bakara,285) buyurduğu gibi, hem Allah'a, hem de diğerlerine iman, "iman" mefhûmunun ayrılmaz vasfı iken, onların, "bir olan Allah'a iman etmedikçe" demelerinin faydası ve hikmeti nedir?" derse, biz deriz ki: Meleklere, kitâblara, peygamberlere ve âhiret gününe iman, bir olan Allah'a iman etmenin ayrılmaz unsurlarındandır. Çünkü, ayetteki ifadesiyle, Cenâb-ı Hakk'ın ulûhiyyet hususundaki tek oluşu kastedilmiştir. Zira. başkasının ulûhiyyetine inanmanın, Allah'a iman etmek olmadığında şüphe etmeyiz. Çünkü bu, hakikatte şirk koşmadır. Müşrik ise mü'min olamaz! İkinci Bahis: Ayetteki "Fakat ibrahim'in şöyle demesi müstesna..." ifâdesi, neden müstesnadır? denilirse, biz deriz ki: Bu, ayetteki "güzel bir örnek..." ifâdesinden istisna tutulmuştur. Çünkü, Cenâb-ı Hakk, üsve-i hasene ile, onların, kendisine iktidâ etmeleri.ve kendisini izlemeleri gerekti olan sözlerini kastetmiştir. Üçüncü Bahis: Eğer "Muhakkak ki senin bağışlanmanı isteyeceğim" ifâdesi, daha önce geçen sözden, yani ifâdesinden istisna edilir, bu durumda, Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat senin için Allah'tan gelecek herhangi bir şeyi defetmeye gücüm yetmez..." ifâdesinin durumu nasıl olur? Çünkü bu ifâde, istisna edilmeye lâyık ve uygun değildir... Baksana, Cenâb-ı Hakk, bir başka ayetinde, "Sen de ki: "Allah'ın takdiri hususunda, O'na karşı size kim bir fayda sağlayabilir?" (Fetih, 11) buyurmuştur.." denilirse, biz deriz ki: Allahü teâlâ, sadece, "babasına..." ifâdesini istisna etmeyi kastetmiştir. Babasının bağışlanması va'dine yönelmek ile ondan sonrakiler buna dayanmış ve ona tâbi olmuş olan ifâdelerdir. Buna göre Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) adeta, "Ben senin için, mağfiret talebinde bulunacağım. Benim kudretim, gücüm ve kuvvetim mağfiret talebinde bulunmaktan ibarettir" demek istemiştir. Dördüncü Bahis: Ayetteki, "Ey Rabbimiz, ancak sana güvenip dayandık" sözü, ne ile alâkalı bir ifâdedir" denilirse, biz deriz ki: Bu, istisnadan önceki ifâdelerle ilgili olup, bu da, "üsve-i hasene" cinsinden ve cümlesindendir. Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna varılacağına ve O'ndan ancak medet umulacağına dikkat çekmek için, onlarla kâfirler arasındaki ilgiyi kesme ve kâfirlerden uzak kalma hususunda, İbrahim (aleyhisselâm) ve kavmini örnek alma gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabına yapılan vasiyyeti tamamlamak ve mü'minleri eğitmek için, mânanın, bu sözü emretmek şeklinde olması da mümkündür. Beşinci Bahis: "Bu tertipdeki hikmek ve fayda nedir?" denilirse, biz deriz ki: Buradaki fayda ve hikmetin sınırı, O'ndan başka hiçkimse ihata edemez. Ama, bu cümleden ortaya çıkan, şöyle denilmesidir: Tevekkül, kazandırmak, vermek içindir. Tevekkülü kazandırmak ise, takvaya muhtaçtır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Kim Allah'tan ittikâ ederse.Allah ona bir çıkış yolu lütfeder" (Talâk, 2) buyurmuştur. Takva ise, Allah'a yönelmektir. Çünkü "takva", uygun olmayan şeylerden sakınmak ve mahlûkatın nihaî dönüşünün, O'nun mukaddes huzuru olduğuna işaret etmektir. Böylece Cenâb-ı Hakk adeta sanki, bu işi, olduğu gibi anlatmak için, önce bir şeyi zikretmiş, peşinden de, o şeyin ayrılmaz vasıflarından bahsetmiş gibidir. Ayetteki, (......) kelimesi, şu dört şekilde okunmuştur: gibi, dammeyi kesreden bedel kılarak ve masdarla tavsif ederek tıpkı gibi (......) şeklinde okunmuştur. 5Âyetin tefsiri için bak:7 6Âyetin tefsiri için bak:7 7"Ey Rabbimiz, bizi o kâfirler için bir fitne kilma. Bizi affet Rabbimiz. Çünkü gerçekten aziz ve hakim Sensin Sen." Andolsun ki onlarda sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü ummakta olanlar için, güzel bir örnek vardır. Kim yüz çevirirse, şüphesiz ki Allah, herşeyden müstağni, her hamde hakkıyla lâyıktır. Olur ki Allah, sizinle düşmanlarınız arasında, yakında bir dostluk peydâh eder. Allah hakkıyla kadirdir, Allah gafurdur, rahimdir". Ayetteki, "Ey Rabbimiz, bizi ... bir fitne kılma..." ifadesi de, İbrahim (aleyhisselâm)'in yaptığı dualar cümlesindendir. İbn Abbas (radıyallahü anh), bunun manasının, "Düşmanlarımızı bize musallat etme, hâkim kılma. Eğer onları bize hükümrân yaparsan, kendilerinin hak üzere olduklarını zannederler..." şeklinde olduğunu söylerken; Mücâhid, bunun manasının, "Ey Rabbimiz, bize ne onların elleriyle (vasıtasıyla), ne de katındakilerin azabıyla, azabetme. Eğer böyle yaparsan, onlar, "şayet bunlar hak üzere olsalardı, başlarına bu gelmezdi" derler" şeklinde olduğunu söylemiştir. Bunun manasının "Rızkı, bize değil de onlara bol verme. Çünkü bu, onlar için bir fitne (şaşırma sebebi) olur" şeklinde olduğu söylendiği gibi, "sayesinde kâfirlerin azab gördüğü bir fitne kılma bizi" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu izaha göre ayet, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in duaları cümlesinden olmaz. Ayetteki, "Bizi affet Rabbimiz" kısmı da daha önce geçen ifadeler cümlesindendir. Buna göre sanki, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabına, "Ey Rabbimiz bizi o kâfirler için bir fitne kılma, Bizi affet Rabbimiz..." demeleri emredilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, ilgili (geçen) sözü te'kid etmek için, "üsve" (örnek) kelimesini te'kid etmek için, "Andolsun ki onlarda, yani. Hazret-i İbrahim ve ashabında, sizin için ... güzel bir örnek vardır" buyurmuştur. Bu ifade de, Hazret-i İbrahim (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabını örnek almaya, onların yolundan gitmeye bir teşviktir. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Onlar, Allah'a muhalefet edenlere buğzediyor, Allah'ı sevenleri seviyorlardı" demiştir. Ayetteki, "Allah'ı... ummakta olanlar için" ifadesi, "sizin için" ifadesinden bedeldir ve bu örneğin, Allah ile âhiret azabından korkanlar için olduğunu anlatmaktadır. yani "kim bunları örnek almaz da, kâfirleri sevmeye, onlara sempati duymaya meylederse şüphesiz Allah, düşmanlarının Kendisine muhalefet etmelerinden müstağni ve dostlarına hamdedendir. Ayetteki, ifadesine gelince Mukâtil şöyle demektedir: Allahü teâlâ, mü'minlere, küffara düşmanlık beslemelerini emredince, onlar, babalarına, oğullarına ve bütün akrabalarına düşman olma ve onlardan uzaklaşma hususlarında aşırı davrandılar da, bunun üzerine, "Olur ki Allah, sizinle, onların içlerinden, yani Mekke kâfirlerinden düşman olduklarınız arasında, yakında bir dostluk peydâh eder" ayetini indirdi. Bu ise, onların İslâm'a meyletmeleri, müslümanlara karışmaları ve onlarla kız alıp-vermeleri ile olmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Ümmü Habîbe İle Evlenmesi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Ümmü Habîbe ile evlendiği işte bundan ötürü Ebû Süfyân'ın yumuşadığı ve düşmanlıktaki mukavemetinin kırıldığı söylenmiştir ki Ümmü Habîbe müslüman olmuş, kocası Ubeydullah b. Cahş ile Habeşistan'a hicret etmişti. Kocası orada hristiyan olmuş, Ümmü Habîbe'yi de hristiyan yapmak istemiş. Ama o, kocasına karşı koyup, müslümanlığını sürdürmüştü. Derken kocası ölmüştü. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Necâşî'ye bir elçi gönderip, vekâlet verip izdivaç için ona talib oldu ve ona dörtyüz dinar mehir gönderdi. Bu haber Ümmü Habîbe'nin babası Ebû Süfyan'a ulaşınca, o "Böyle erkeğin burnu kanatılmaz" demiştir. Ayetteki "asâ" (olur ki) ifâdesi, Allah'dan bir va'ddir. Cenâb-ı Hakk, "Sizinle düşmanlarınız arasında, yakında bir dostluk peydâh eder" ifadesiyle, Mekke'nin fethinden sonra iman eden bir gurub Kureyşliyi kastetmiştir ki Ebû Süfyan b. Havb, Ebû Süfyan b. el-Hars, Haris b. Hişâm, Süheyl b. Amr ve Hakîym b. Hizam bunlardandır. Allahü teâlâ, kalbleri çevirmeye, durumları değiştirmeye, sevgi ve sempati sebeplerini kolaylaştırmaya kadirdir. Allah onlar tevbe edip müslüman olup, Allah'a yöneldiklerinde, onları bağışlayan ve onlara merhamet edendir. Bazı kimseler şöyle demişlerdir: "(Kişileri) büsbütün terketmeyin. Çünkü gönüllere muttalî olan Allah 'dır. "Sevdiğini çok aşın sevme, olur ki bir gün ona buğzedersin " diye rivayet edilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, bazı kâfirlerle müslümanlar arasında bir sevgi meydana getirmesi hususundaki hikmetle ilgili olarak şöyle birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Hak teâlâ'nın, "Ey Rabbimiz bizi... fitne kılma" ayetinin manası, meselâ "Düşmanlarımızı bize hâkim kılma" şeklinde olduğuna göre, Cenâb-ı Hakk niçin, bu ifadeyi bırakmış da, ayetteki ifadeyi zikretmiştir? Deriz ki: Bu, bundan ibaret olması muhtemel bir ifâde olunca, Allahü teâlâ bu ifâdeyi getirdiğinde, sanki bununla berikini söylemiş gibi olur. Binâenaleyh burada, bu te'villerden (manalardan) sadece birisiyle yetinilmeyecek derecede faydalar ve hikmetler vardır. İkinci Bahis: Birisi, "Ey Rabbimiz bizi kâfirler için bir fitne kılma, sen aziz ve hakimsin" denildiğinde ve söz de bir tertib ifade ettiğine göre, o zaman "Bizi affet Rabbimiz" demenin hikmeti nedir?" derse, deriz ki: Onlar, fitneden uzak kalmayı istemişlerdir. Fitneden uzak kalma işi ise, bağışlama olmadan olmaz. Çünkü isyankâr günahkâr, eğer bağışlanmazsa, kahredici azab ile kahrolunur ki işte bu bir fitnedir. Çünkü fitne, kişinin kahrolmasıdır. Ayetteki, "hamîd" sözü, hâmid (hamdeden) manasına gelebileceği gibi; mahmûd (hamdolunan) manasına da gelir. O halde mahmûd, mahlûkatına nimet vermiş olduğu için, onlar tarafından yapılan hamde müstehak olan; "hâmid" ise, az amele karşı çok mükâfaat vermek suretiyle mahlûkatına müteşekkir olan demektir. Savaş Açmayan Kâfirlerle Münasebet Cenâb-ı Hakk, mü'minlerin kâfirlerden büsbütün ilgi ve münasebetlerini kesmeleri gerektiğini belirttikten sonra, kendileriyle savaşmayan kâfirlerle ilgi ve münasebet kurmaya müsaade ederek şöyle buyurmuştur: 8Âyetin tefsiri için bak:9 9"Sizinle, din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış olanlara, iyilik yapıp; onlara adaletle muamele etmekten Allah sizi menetmez. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. Allah sizi ancak, size karşı din savaşı yapmış ve sizi yurtlarınızdan çıkarmış, çıkarılmanıza arka çıkmış olanlara dostluk etmenizi meneder. Kim onları dost edinirse, işte bunlar zalimlerin tâ kendileridir". Alimler, buradaki "savaşmamış olanlar" ifâdesi ile kimlerin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ekserî alimler bunların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, savaşmama, onun düşmanlarına destek olmama hususunda anlaşan kimseler olduğu görüşündedirler. Bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, ona karşı savaşmamaya söz verip anlaşan Huza'a kabilesidir. Böylece Allah, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bu anlaşmanın zamanı doluncaya kadar, onlara iyi davranmayı, bu anlaşmaya vefa gösterilmesini emretmiştir ki bu, Ibn Abbas, Mukâtil ve Kelbî'nin görüşüdür. Mücâhid ise, ayette bahsedilenlerin, Mekke'de iman edip de, hicret etmeyen kimseler olduğunu söylemiştir. Bunların, küffann kadınları ve çocukları olduğu da söylenmiştir. Abdullah b. Zübeyr den bu ayetin, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in kızı Esma hakkında nazil olduğu rivayet edilmiştir. Buna göre, Esmâ'nın müşrik olan annesi Kuteyle, bir takım hediyeler getirdi, ama o, annesini kabul etmedi ve girmesine müsaade etmedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Esma (radıyallahü anh)'ya, annesini içeri almasını ve onu kabul edip, iyi davranmasını, ihsanda bulunmasını emretti. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, ayette bahsedilenlerin, Haşimoğullarından bir gurub kimsenin olduğu, babası Abbas'ın bunlardan olduğu ve Bedir günü, diğer müşriklerce zorla savaşa çıkarılmış kimseler olduğu rivayet edilmiştir. Hasan el-Basrî'den de şu rivayet edilmiştir: Müslümanlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, müşrik akrabalarını ziyaret etmek, sıla-i rahimde bulunmak için müsaade istediler de bunun üzerine, Allahü teâlâ işte bu ayeti indirdi. Ayetin bütün müşrikler hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Katâde, bu ayeti, kıtal ayetinin neshettiğini söylemiştir. Ayetteki, kısmı kısmından bedeldir. Aynen bunun gibi, ifâdesi de ifâdesinden bedeldir. Buna göre mana, "Allah sizi, bunlara iyilik et.nekten değil, onları dost edinmekten nehyetmiştir" şeklinde olur ki düşmanlıkla çok ileri oldukları gözönünde bulundurulursa bunun, onlar hakkında bir rahmet olduğu anlaşılır. Müfessirler: "Bu ayet, müşriklerle müslümanlar arasında, hernekadar birbirlerine dost edinmeleri yasaklanmış ise de, birbirlerine karşı iyi davranabileceklerine delâlet eder" demişlerdir. Ayetteki, "Onlara adaletle muamele etmeniz..." ifadesi hakkında, İbn Abbas (radıyallahü anh), "Cenâb-ı Hakk bununla, sıla-i rahmi ve benzeri şeyleri kasdetmiştir. "Çünkü Allah muksitleri (adalet yapanları) sever" ifadesi ile de, "İşte böyle yapanları kastetmiştir" demiştir. Mukâtil ise, bu ayete, "Onlarla yaptığınız anlaşmalara vefa gösteriniz ve âdil olunuz" manasını vermiştir. Daha sonra Hak teâlâ, mü'minleri, kendileriyle ilgi kurmalarını yasakladığı kimselerden de bahsederek, "Allah sizi ancak, size karşı din savaşı yapmış ve sizi yurtlarınızdan çıkarmış, çıkarılmanıza arka çıkmış olanlarla dostluk etmenizden meneder" buyurmuştur. Burada bir incelik vardır. Bu da, bu ifadenin, daha önce geçen, "Sizinle, din hususunda savaşmamış olanlardan... menetmez" ifadesini te'kid etmesidir. 10"Ey iman edenler, mü'min kadınlar, muhacir olarak size geldiklerinde, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilendir ya... Fakat siz de, mü'min kadınlar olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmaz. O kâfir kocaların verdikleri mehri, kendilerine geri verin. Sizin bu kadınları nikâhla almanızda, eğer mehirlerinizi verirseniz, size bir günah yoktur. Kâfir zevcelerinizi, nikâhınız altında tutmayın. Vermiş olduğunuz mehri isteyin. (O kâfirler de) harcadıkları mehri sitesinler. Bu, Allah'ın hükmüdür. Aranızda O hükmeder. Allah hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir". Bu ayetlerin, kendinden öncekilerle münasebeti hususunda şöyle güzel ve aklî bir izah yapılabilir: İnadcı kimsede mutlaka şu üç şeyden birisi bulunur; ya inadını sürdürür, yahut inadını bırakması umulur, yahut da inadını bırakıp teslim olur. Allahü teâlâ bu ayetlerde, işte onların hallerinden bahsetmiş ve müslümanlara, onlara her halükârda, durumun gerektirdiği bir biçimde muamelede bulunmalarını emretmiştir. Hak teâlâ'nın, "İbrahim ve onun maiyyetindekilerde sizin için hakikaten güzel bir örnek vardı. Hani onlar kavimlerine, "Bizsizden ve Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz nesnelerden katiyyen uzağız..." demişlerdi"(Mümtehine, 4) ayeti birinci duruma; "Olur ki Allah, sizinle düşmanlarınız arasında bir dostluk peydah eder" (Mümtehine, 7) ayeti ikinci duruma; "Ey iman edenler, mü'min kadınlar, muhacir olarak size geldiklerinde ..." ayeti de üçüncü duruma bir işarettir. Sonra burada, bir incelik, bir dikkat çekme ve güzel huylara bir teşvik vardır, Çünkü Allahü teâlâ, mü'minlere, bu üç durum mukabilinde, en güzel olandan ve en uygun sözden, başka bir karşılık emretmemiştir. Bil ki Allahü teâlâ bu kadınlara imanı gerektiren şey, yani kelime-i şehadet kendilerinden sâdır olup, bu imana ters herhangi bir şey onlardan sâdır olmadığı için, "mümin kadınlar" adını vermiştir. Yahut da onlar, imanlarının devamından ötürü, imtihanla yüzyüze geldikleri için bu ismi almışlardır. "İmtihan", yemin ettirerek denemek, mü'min olduğunu ortaya koydurmak demektir. Yemin ise, onların, kendilerinin mü'min olduğuna, zannı galibin bulunmasından ötürü yaptırılmıştır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yemin ettirilen kadına şöyle dedirtiyordu: "Kendisinden başka Hah olmayan Allah'a yemin olsun ki herhangi bir kocaya buğzdan ötürü; bir yerden,arzu ettiğim başka bir yere gitmekten ötürü; dünyalık elde etmekten ötürü çıkmadım. Ben ancak Allah ve Resulü için çıktım, " Tirmizi, tefsir, 61, 5/412 (benzeri hadis). "Allah onların imanlarını", yani mü'min olup-olmadıklarını daha iyi bilendir. Çünkü sırları bilen gönüllere hakim olan odur. Yani, bu konuda yemin ettirmeksuretiyle ve diğer başka yollarla, zann-ı galib demek olan bir bilgi elde ederseniz, onları kâfirlere, yani müşrik olan kocalarına geri vermeyin. "Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmaz." Onların verdiklerini onlara verin, yani, o kadınların kâfir kocalarına, bu kadınlar için vermiş oldukları mehirleri veriniz." Bu böyledir zira, Hudeybiye yılındaki anlaşma şu şekilde yapılmıştı: "Mekkelilerden kim müslümanlara gelirse, Mekkelilere iade edilir (ilticâ ederse), size geri verilmeyecek." Anlaşmayı aynen böyle yazıp, mühürlemişlerdi. Derken Subey'a binti'l-Haris el-Eslemiyye müslüman olarak geliverdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o sırada Hudeybiye de idi. Kocası Musafir el-Mahzûmî de peşinden çıka geldi. Gelenin Sayf b. er-Rahib olduğu da söylenmiştir. Derken, "Ey Muhammed; hanımımı geri ver. Çünkü sen, bize bizden size gelenleri geri vereceğin şartını kabul ettin. Bu anlaşmanın mürekkebi henüz kurumadı" dedi. İşte bunun üzerine bu ayet, bir izah olarak iniverdi. Çünkü geri verme şartı, kadınlar için değil, erkekler için söz konusuydu. Zührî'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Azadlı olan Ümmü Külsüm bintl Ukbe b. Ebû Mu'ayt Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip sığındı. Bunun üzerine ailesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onu iade etmesi için, geldiler. Çünkü o kadın, kocası Amr b. el-As'dan kaçmıştı ve yanında iki kardeşi Amâre ve Velîd vardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o iki kardeşini onlara verdi ama, Ümmü Külsüm ü teslim etmedi. Bunun üzerine gelenler, "Onu da bize ver" dediklernde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "İlgili şart, kadınlar hakkında değil, erkekler hakkındadır" buyurdu. Dahhâkm bu konuda şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İlgili anlaşmanın metni şöyledir: Eğer birden, senin dininde olmayan bir kadın sana gelip sığınırsa, onu mutlaka bize iade edersin. Yok eğer, senin dinine girer ve o kadının bir kocası bulunursa, kocasına, o kadın için ödemiş olduğu mehri geri verirsin." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, onlara aynı şartı koşmuştu. Daha sonra hem bu hüküm, hem bu anlaşma neshedildi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelen o kadından yemin etmesini istedi, o da (mü'min olduğuna) yemin etti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kocasına, vermiş olduğu mehri ödedi. Daha sonra Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bu kadınla evlendi. Cenâb-ı Hak, "Sizin bu kadınları nikâhla almanızda, eğer ücretlerini, yani mehirlerini verirseniz, size bir günah yoktur" buyurmuştur. Mehre ücret denmiştir. Çünkü o, kadının avret mahallinin mubah olması için şart olan ücrettir. "Kâfir zevcelerinizi nikâhınız altında tutmayın." İsmet, ahd (söz) ve benzeri, kendisine dayanılan tutunulan şeydir. Halbuki sizinle o kâfirler arasında, böyle bir ismet söz konusu değildir, nikâh bağı da yoktur. Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan, "Ülkelerin farklı oluşu, aradaki ismeti (bağı) koparır" dediği rivayet edilmiştir. Ayetteki bu ifadeye, "Kâfir kadınlar için oturup kalmayın" manası verilmiştir. Buradaki fiil, şeddesiz olarak (......) şeklinde okunduğu gibi, şedde ile şeklinde de okunmuştur. Yine bu fiil, şeklinde de okunmuştur, ki bunun aslı dür. Cenâb-ı Hak, "Vermiş olduğunuz mehri (siz de) isteyin" buyurmuştur. Bu, "Sizden bir kadın, anlaşma yaptığınız o kâfirlere, irtidâd edip katılırsa, vermediklerinde ve ödemediklerinde onlardan, vermiş olduğunuz mehirleri İsteyiniz. Binânaleyh bu mehir, nasıl onlar için söz konusu olduğunda, siz vermeyi üstleniyorsanız; onların da o kadınların mehirlerini ödemeyi üstlenmeleri gerekir" demektir ki bu, "(O kâfirler de) harcadıkları mehri istesinler. Bu, Allah'ın hükmüdür. Aranızda, yani müslümanlarla kâfirler arasında O hükmeder" demektir. Bu ayetle ilgili birkaç bahis var: Birinci Bahis: Ayetteki, "onları imtihan edin" ifâdesi, ya vücûb (farziyet), yahut nedb (mendubluk), yahut da bu ikisi dışında bir manada emirdir. Vahidî bu emri, müstehablık manasında olduğunu söylemiştir. İkinci Bahis: Seksiz şüphesiz zaten öyle olduğu malum iken, "Allah onların imanlarını daha iyi bilendir" buyurulmasının hikmeti nedir? Deriz ki: Bunun hikmeti, onların imanlarının hakikatini bilme hususunda sayesinde insanların mutmain olacağı şeye bir yol bulunamayacağını, bunun imkânsız olduğunu anlatmaktır. Çünkü bu, allâmü'l-guyûb olan Cenâb-ı Hakk'ın, bilgisini Kendisine has kıldığı şeylerdendir. Üçüncü Bahis: Ayetteki, "Onlar da bunlara helâl olmaz" ifadesinin hikmeti nedir? Taraflardan sadece birinde, bu haramlığın bulunması mümkündür. Biz deriz ki: Bu, imanın hem kadınlar, hem de erkekler tarafında bulunmasının nazar-ı dikkate alınmasından ötürüdür. Çünkü her iki taraftan kaynaklanan iman helalliğin şartıdır. Bir de her iki tarafı da zikretmek (mü'min kadınlar müşrik erkeklere, müşrik erkekler de mü'min kadınlara helâl olmaz, demek) mübahlığın olmadığını te'kid eden bir ifade tarzıdır. Burada, başka ifadede bulunmayan nice ince manalar vardır. Eğer, "Farzedelim ki bu böyledir. Fakat ayetteki, "Onları kâfirlere geri göndermeyin" ifadesi, bunu anlatmak için yeter. Çünkü onlardan biri, diğerlerine helâl değildir. Binâenaleyh bunu anlatmak için, ilave birşey söylemeye gerek yoktur. O halele ilave ifadelerin anlatmak istediği, başka bir husustur" denilirse, biz deriz ki: Bu lafız tek başına, helalliğin iki taraftan da kalktığını ifade etmez. ilaveler ise böyle değildir ve bu açıktır. Dördüncü Bahis: Cenâb-ı Hakk, "Fakat siz de, mü'min kadınlar olduklarını bilirseniz" ifadesinde anlaşılan "zann"a, niçin "bilme" adını vermiş ve onu bu fiille ifade etmiştir? Deriz ki: Bu, zann-ı galibin, içtihada götüren şeyin ve kıyasın, bir ilim (bilgi) yerine geçtiğini ve bunları yapanın, "ilmin (bilgin) olmayan şey üzerinde durma"(isra, 36) ayetinin muhtevasına girmediğini bildiren bir şeydir. Zevcesiz Kalanlara Mali Destek 11"Eğer zevcelerinizden kâfirlere kaçan olur da, siz de savaşta ganimete kavuşursanız, zevceleri gitmiş olan (müslümanlara) harcadıkları kadar verin. Kendisine iman etmekte olduğunuz Allah'tan ittikâ edin". Zührî ve Mesruk'un şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: "Müslümanların, kâfirlerden, müslüman bir kadın onlara iltica ettiğinde, mehrini istemeleri; kâfirlerin de, onların kadınlarından birisi, müslüman olarak bize iltica ettiğinde, onun mehrini istemeleri, Allah'ın verdiği bir hükümdü. Böylece müslümanlar, Allah'ın bu hükmünü kabullendiler, ama müşrikler kabul etmediler. Bunun üzerine, "Eğer zevcelerinizden kâfirlere kaçan olur, siz de ganimete kavuşursanız (...)" ayeti nazil oldu." Hasan ve Mukâtil bu ayetin, Ebu Süfyan (radıyallahü anh)'ın kızı Ümmü Hakîm hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu kadın irtidâd etmiş ve kocası Abbas b. Temîm et-Kureşî'yi bırakıp gitmişti. Kureyş'den sadece bu kadın irtidâd etmişti. Bu da daha sonra yeniden müslüman olmuştu. Ayeteki (......) ifadesine, İbn Abbas, Mesrûk ve Mukâtil, "Ganimet elde ederseniz..." manasını verirlerken, Ebû Ubeyde, "Siz o kâfirlere karşı bir ukbâ, yani bir netice, bir zafer elde ederseniz..." manasını vermiştir. Müberred ise buna, "Herkese yapılan şeyi yaparsanız, yani muzaffer olursanız..." manasını vermiştir ki bu, "Akıbet (netice) falancanındır" manasındaki, "ukbâ falancaya ait" sözüne varıp dayanmaktadır. "Akıbet"in manası da, "son defa"dır. O halde, ün manası, "savaş üstüne savaş ederseniz..." şeklindedir. Buna, "Netice ve galibiyet sizin için olursa, o zaman o kocalara, ganimetler paylaşılmadan, o kadınlar için ödemiş oldukları mehirleri verin" manası da verilmiştir. İşte bu mana da, "Zevceleri gitmiş olan (müslümanlara) harcadıkları kadar verin" ayetinin anlattığı husustur. Bu kelime, ve şeddeli olarak (......) şeklinde okunduğu gibi, kâfin fethası ve kesresi ile, şeddesiz olarak, (......) ve (......) şekillerinde de okunmuştur. 12"Ey peygamber, mü'min kadınlar -Allah'a hiçbir şeyi eş tutmamaları, hırsızlık yapmamaları, zina etmemeleri, evlatlarını öldürmemeleri, elleriyle ayakları arasında bir iftira düzüp getirmemeleri, (emredeceğin) herhangi bir iyilik hususunda sana asi olmamaları şartıyla- sana, bey'atleşmeye geldikleri zaman, bey'atlerini kabul et. Onlar için, Allah'tan mağfiret iste... Çünkü Allah, çok affeden, çok merhametli olandır". Biat Esnasında Ebû Süfyan'ın Zevcesi Hind Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'nin fethedildiği gün erkekler bey'atleşmeyi bitirince, kadınlarla biate başladı. Kendisi Safa tepesinde, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de oranın altında, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in emriyle kadınlarla bey'atleşip peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in tebligatını onlara aktarıyordu. Ebû Süfyan'ın karısı, Utbe'nin kızı Hind ise, peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kendisini tanıyacağı endişesiyle başını örtmüş, kıyafetini değiştirmiş olarak, bey'at eden kadınlar arasında bulunuyordu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sizin, Allah'a herhangi bir şeyi şirk koşmamanız şartıyla, sizinle bey'atleşiyorum" buyurunca, Hind başını kaldırdı ve "Allah'a yemin olsun ki, biz, putlara taptık. Şüphesiz sen, erkeklerden olmadığın, onlarla bey'ate konu yapmadığın bir şeyle bizi sorumlu tutuyorsun. Çünkü sen, erkeklerle sadece, müslüman olmaları ve cihâdda bulunmaları konusunda bey'atleştin..." dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Hırsızlık yapmamanız ... şartı üzere bey'atleşiyorum..." deyince, yine Hind, "Ebû Süfyan, cimri bir adamdır. Ben onun malında bir kötülük işledim (onun malından çaldım). Bu sebeple, bilemiyorum, o aldığım mal bana helâl midir, değil midir?" dedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan da, "Geçmişte aldığın, gelecekte alacağın herşey, sana helâl olsun..." deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gülümsedi, onu tanıdı ve ona, "Muhakkak ki, Utbe'nin kızı Hind'sin" deyince Hind, "Evet, dedi, binâenaleyh, ey Allah'ın Nebîsi, Allah sana afiyet versin... Geçmişte olanı bağışla..." Hazret-i Peygamber (sözüne devamla), "Zina etmemeniz şartı üzere ..." deyince, Hind, "Hür kadın da zina eder mi?" dedi. Bir rivayette de, "Buradaki hiçbir hür kadın zina etmemiştir" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)' "Çocuklarınızı öldürmemeniz şartı üzere..." deyince de, Hind, biz onları küçükken büyüttük, sen ise onları büyük iken öldürdün. Bunu sen de onlar da pek iyi bilirsiniz!" dedi. Zira, Ebû Süfyan'ın oğlu Hanzale, Bedir savaşında öldürülmüştü... Bunun üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), güldü, derken gülmekten sırtüstü yere düştü. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de tebessüm etti. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "kızdırıp düzdüğünüz iftirada da bulunmamanız şartı üzere..." deyince de, -ki bu iftira, kadının, kocasından olmayan çocuğuna, onun olduğunu iddia etmesidir-, Hind, Allah'a yemin ederim ki "bühtan", kötü bir iştir. Halbuki sen bize, doğruluğu ve güzel huyları emrediyorsun" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ma'rufta, iyi şeylerde bana isyan etmemeniz şartı üzere..." deyince de, Hind, "Allah'a yemin ederim ki, içinizde, herhangi bir şey hususunda sana isyan etmek düşüncesi var olduğu halde şurada bulunuyor değiliz!!.." dedi. Ayetteki, "hırsızlık yapmamaları..." ifâdesi, mallarda, hıyanetten, ibadetlerde de noksanlıklardan nehyetmeyi de içine alan bir ifadedir. Çünkü, "Namazdan çalan kimse, hırsızdan daha hırsızdır" denilmektedir. Ayetteki, "zina etmemeleri..." ifadesi de, gerçek anlamda zinayı ifade eden bir ifade olduğu gibi, ona götüren sebepleri de ihtiva eden bir ifadedir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Eller de zina eder; gözler de zina eder. Kişinin ayakları ile avret mahalli de, ya bunlara uyar, onları doğrular, yahut uymaz" Müsned, 2/343-344. buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk, "evlatlarını öldürmemeleri..." ifadesiyle, cahiliyye dönemindekilerin yaptığı gibi, kız çocuklarının diri diri gömülmelerini kastetmiştir. Ve bu ifade, çocuğu ve diğer şeyleri öldürme gibi, her çeşit kötülük hakkında genel bir ifadedir. Ayetteki, "... bir iftira uydurup getirmemeleri..." ifadesi de, göz gezdirmeden nehyeden bir ifadedir. Yani, "o kadınlardan herhangi birisi, kocası aleyhine nemmâmlıkta bulunmasın; eğer böyle yaparlarsa bu, küskünlüğü, ayrılığı doğurur..." demektir. Bu ifadenin, kocasından olmayan bir çocuğu, kocasına, aileye katmaktan men eden bir ifade olması da muhtemeldir. Nitekim İbn Abbas buna, "Hiçbir kadın, kocasına ondan olmayan bir çocuğu nisbet etmesin, nesebine katmasın..." anlamını vermiştir. Ferrâ da şöyle demektedir: "Kadın, bir çocuk buluyor ve kocasına, "Bu, senden olan, benim cocuğumdur" diyordu. İşte, kadınların elleriyle ayaklan arasında uydurup düzdükleri bühtan budur!.. Bu böyledir, zira, annesi çocuğunu emzirdiğinde, çocuk, annesini elleriyle ayakları arasında bir konumda bulunur.. Yoksa bu, ayet-i kerimenin manası, o kadınları zinadan nehy konusu değildir. Zira, zinadan nehyeden ifade, az önce geçmişti..." Cenâb-ı Hakk, "(emredeceğin) herhangi bir iyilik hususunda sana âsi olmamaları..." buyurmuştur. Yani, "Allah'a tâata muvafık olan her şeyde..." demektir. Ayetteki "ma'rûf" kelimesine, "iyilik ve takva hususunda..." manası verildiği gibi, "kendisinde doğruluk, iyilik bulunan herşeyde..." manası da verilmiştir. Yani, "Ey peygamber, onlar, senin vereceğin bütün emirler hususunda sana isyan etmemeleri şartı üzere... bey'atlerini kabul et" demektir. İbnu'l-Müseyyeb, Kelbî ve Abdurrahman ibn Zeyd ise, ayetteki bu ifadeye, "kendilerine emrettiğin ve (ölüye) kendini parçalarcasına ağlamak, üstünü başını yırtma, saçını başını yolma, eteklerini, yanlarını parçalama, yüzlerini tırmalama, mahremleri olmayan erkeklerle konuşma, mahremi olmayan erkekle başbaşa olma ve mahremi olmayan erkekle yolculuk yapma... gibi kendilerine yasakladığın herşey hususunda..." manasını vermişlerdir. Kimileri de, ayetteki "ma'rûf" sözünü, ölüye, kendisini parçalarcasına ağlama manasına tahsis etmişlerdir. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ümmetim içinde bulunan şu dört şey, bırakmadıkları cahiliyye adetlerindendir: Soy-sopla övünmek, başkalarım neseplerinden dolayı tenkit etmek, yıldızların yağmuru yağdırdığına inanmak ve dövünerek ağlamak..." Ve yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Dövünerek ağlayan kadın, eğer ölümünden önce tevbe etmezse, kıyamet gününde, üzerinde katrandan bir elbise ve uyuzdan bir zırh olduğu halde kaldırılır" buyurmuştur. Yine O, "Yüzüne başına vuran, üstünü başını yırtan ve cahiliyye istekleriyle istek ve çağrıda bulunan kimse bizden değildir" Müslim, Cenâiz, 29 (2/644). buyurmuştur. Ayetteki, "bey'atlerini kabul et" ifadesi, yine ayette bulunan edatının cevabı olup, "Onlar seninle bu şartlar üzere bey'atleştiklerinde, sen de onlarla bey'atleş ve bey'atlerini kabul et..." demektir. Alimler, bu bey'atleşmenin nasıl olduğu hususunda ihtilaf ederek, şöyle demişlerdir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendi eliyle o kadınların elleri arasında bir bez parçası bulunduğu halde, bey'at alıyordu. Yine, "Hazret-i Peygamber, onlara bey'atı şart koşuyor, Hazret-i Ömer ise, onlarla müsafahalaşıyordu..." denilmiştir ki, bu sözün kaili, Kelbî'dir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şifahen bey'atleştiği ileri sürüldüğü gibi, bir kap su getirtip, peygamberin eli herhangi bir kadının eline değmeksizin, kendisi ve kadınlar ellerini o suya daldırarak bey'atleştikleri de ileri sürülmüştür. Ayetle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Cenâb-ı Hak, "O mü'min kadınlar sana geldiklerinde" buyurmuş, muhacir kadınlar hakkında buyurduğu halde, burada, "onları, imtihan ediniz.." dememiştir (niçin)? Buna şu iki bakımdan cevap verebiliriz: 1) İmtihan, zaten, ayetteki, "şirk koşmamaları..." ifadeleri ile gerçekleşmiştir. 2) Muhacir kadınlar, daru'l-harbten gelmişlerdi. Bu sebeple onlar, şer'i hükümlerin neler olduğunu bilemiyorlardı. Dolayısıyla da, mutlaka imtihan gerekli idi. Ama, "mü'min kadınlar" ise, daru'l-İslâm'da idiler. Ve şer'i hükümleri biliyorlardı. Binâenaleyh, imtihana gerek kalmamıştır. İkinci Bahis: Cenâb-ı Hakk'ın, "elleriyle ayaklan arasında" demesinin hikmeti nedir ve bu nasıl izah edilebilir? Biz diyoruz ki: Kimileri şöyle demiştir: Kadın bir çocuk bulduğunda, onu eliyle bulmuş ve onu almaya da, ayağı ile yürüyüp gitmiştir. Binâenaleyh, bu kadın o çocuğu, kocasına mal ettiğinde, böylece o adeta elleriyle ayakları arasında uydurup düştüğü bir iftirayı ortaya koymuş, yapmış olur. Bu ifadeye, "o çocuğu kendilerine mal ederler..." manası da verilmiştir. Çünkü onları, hiç de böyle olmadığı halde, "Bu, bizim çocuğumuzdur" derler... Halbuki çocuk, zinadan hasıl olmuş olan bir çocuktur. Ve yine, bu mecazi manayı izah için, "Annesi çocuğunu doğurduğunda, çocuk, onun, elleriyle ayaklan arasına düşer..." denilmiştir. Üçüncü Bahis: Ayette bahsedilen bu hususların tertibi ve bunlardan bir kısmının diğer bir kısmından önce gelmesinin izahı nasıl yapılabilir? Biz diyoruz ki, Allah, en çirkin olanı, çirkinlikte ondan biraz daha aşağı olandan önce getirmiş ve bu iş, sona kadar böyle sıralanmıştır. Ayetteki tertip hususunda, "Cenâb-ı Hakk, ayette bahsedilen hususları, insanlar arasında en bariz olanına göre sıralamıştır..." denilmiştir. Gazaba Uğrayanları Dost Edinmeyin 13"Ey iman edenler, üzerlerine Allah'ın gazab ettiği o kavim ile dost olmayın. Ki, mezarların yaranından olan kâfirler nasıl ümitlerini kestilerse, onlar da, öylece ahiretten ümitlerini kesmişlerdir". İbn Abbas şöyle der: "Cenâb-ı Hakk bu beyanıyla Hâtıb ibn Ebî Belte'a'yı kastetmiştir. Buna göre'mana, "Ey iman edenler, sizler, yahudi ve müşrikleri dost edinmeyin..." şeklinde olur. Bu böyledir, zira, bir grup fakir müslüman kendilerine olan ihtiyaçlarından ötürü, yahudilere müslümanlarla ilgili haberleri iletiyorlardı. Böylece onların böyle yapmaları yasaklandı. "Ve onlar, ahiretten ümit kestiler", "yahudiler, peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah'ın elçisi olduğunu bile bile, onu yalanladılar ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanlamaları sebebiyle de, ahiretlerini ifsat ettiler" demektir. Böylece de, kâfirlerin kabirde olanlardan ümidi kesmeleri gibi, ahiretten ümit kestiler. Bu kayıtla kayıtlamak, gayet açıktır. Zira onlar, küfürleri üzere öldüklerinde, onların desteksiz ve yardımsız kaldıklarını; artık ahirette bir kimseleri olmadığını bilmek, katileşir. Bu, Kelbî ve bir grup müfessirin görüşüdür. Yani, ölen o kâfirler, cennetten ve ahirette kendileri için bir hayır bulunacağından ümit kesmişlerdir. Hasan el-Basri, ayetin bu ifadesine, "Yaşayan kâfirler, ölülerinden ümidi kesmişlerdir" manasını verirken, Ebû İshâk da, "öldükten sonra dirilmeye inanmayan kâfir kimselerin ölülerinden ümit kesmeleri gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı direten o yahudiler de ümit kesmişlerdir" manasını vermiştir. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'a, salât ve selâm da, efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, âline ve ashabına olsun. Amin. |
﴾ 0 ﴿