10"Ey iman edenler, mü'min kadınlar, muhacir olarak size geldiklerinde, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilendir ya... Fakat siz de, mü'min kadınlar olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmaz. O kâfir kocaların verdikleri mehri, kendilerine geri verin. Sizin bu kadınları nikâhla almanızda, eğer mehirlerinizi verirseniz, size bir günah yoktur. Kâfir zevcelerinizi, nikâhınız altında tutmayın. Vermiş olduğunuz mehri isteyin. (O kâfirler de) harcadıkları mehri sitesinler. Bu, Allah'ın hükmüdür. Aranızda O hükmeder. Allah hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir". Bu ayetlerin, kendinden öncekilerle münasebeti hususunda şöyle güzel ve aklî bir izah yapılabilir: İnadcı kimsede mutlaka şu üç şeyden birisi bulunur; ya inadını sürdürür, yahut inadını bırakması umulur, yahut da inadını bırakıp teslim olur. Allahü teâlâ bu ayetlerde, işte onların hallerinden bahsetmiş ve müslümanlara, onlara her halükârda, durumun gerektirdiği bir biçimde muamelede bulunmalarını emretmiştir. Hak teâlâ'nın, "İbrahim ve onun maiyyetindekilerde sizin için hakikaten güzel bir örnek vardı. Hani onlar kavimlerine, "Bizsizden ve Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz nesnelerden katiyyen uzağız..." demişlerdi"(Mümtehine, 4) ayeti birinci duruma; "Olur ki Allah, sizinle düşmanlarınız arasında bir dostluk peydah eder" (Mümtehine, 7) ayeti ikinci duruma; "Ey iman edenler, mü'min kadınlar, muhacir olarak size geldiklerinde ..." ayeti de üçüncü duruma bir işarettir. Sonra burada, bir incelik, bir dikkat çekme ve güzel huylara bir teşvik vardır, Çünkü Allahü teâlâ, mü'minlere, bu üç durum mukabilinde, en güzel olandan ve en uygun sözden, başka bir karşılık emretmemiştir. Bil ki Allahü teâlâ bu kadınlara imanı gerektiren şey, yani kelime-i şehadet kendilerinden sâdır olup, bu imana ters herhangi bir şey onlardan sâdır olmadığı için, "mümin kadınlar" adını vermiştir. Yahut da onlar, imanlarının devamından ötürü, imtihanla yüzyüze geldikleri için bu ismi almışlardır. "İmtihan", yemin ettirerek denemek, mü'min olduğunu ortaya koydurmak demektir. Yemin ise, onların, kendilerinin mü'min olduğuna, zannı galibin bulunmasından ötürü yaptırılmıştır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yemin ettirilen kadına şöyle dedirtiyordu: "Kendisinden başka Hah olmayan Allah'a yemin olsun ki herhangi bir kocaya buğzdan ötürü; bir yerden,arzu ettiğim başka bir yere gitmekten ötürü; dünyalık elde etmekten ötürü çıkmadım. Ben ancak Allah ve Resulü için çıktım, " Tirmizi, tefsir, 61, 5/412 (benzeri hadis). "Allah onların imanlarını", yani mü'min olup-olmadıklarını daha iyi bilendir. Çünkü sırları bilen gönüllere hakim olan odur. Yani, bu konuda yemin ettirmeksuretiyle ve diğer başka yollarla, zann-ı galib demek olan bir bilgi elde ederseniz, onları kâfirlere, yani müşrik olan kocalarına geri vermeyin. "Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmaz." Onların verdiklerini onlara verin, yani, o kadınların kâfir kocalarına, bu kadınlar için vermiş oldukları mehirleri veriniz." Bu böyledir zira, Hudeybiye yılındaki anlaşma şu şekilde yapılmıştı: "Mekkelilerden kim müslümanlara gelirse, Mekkelilere iade edilir (ilticâ ederse), size geri verilmeyecek." Anlaşmayı aynen böyle yazıp, mühürlemişlerdi. Derken Subey'a binti'l-Haris el-Eslemiyye müslüman olarak geliverdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o sırada Hudeybiye de idi. Kocası Musafir el-Mahzûmî de peşinden çıka geldi. Gelenin Sayf b. er-Rahib olduğu da söylenmiştir. Derken, "Ey Muhammed; hanımımı geri ver. Çünkü sen, bize bizden size gelenleri geri vereceğin şartını kabul ettin. Bu anlaşmanın mürekkebi henüz kurumadı" dedi. İşte bunun üzerine bu ayet, bir izah olarak iniverdi. Çünkü geri verme şartı, kadınlar için değil, erkekler için söz konusuydu. Zührî'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Azadlı olan Ümmü Külsüm bintl Ukbe b. Ebû Mu'ayt Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip sığındı. Bunun üzerine ailesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onu iade etmesi için, geldiler. Çünkü o kadın, kocası Amr b. el-As'dan kaçmıştı ve yanında iki kardeşi Amâre ve Velîd vardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o iki kardeşini onlara verdi ama, Ümmü Külsüm ü teslim etmedi. Bunun üzerine gelenler, "Onu da bize ver" dediklernde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "İlgili şart, kadınlar hakkında değil, erkekler hakkındadır" buyurdu. Dahhâkm bu konuda şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İlgili anlaşmanın metni şöyledir: Eğer birden, senin dininde olmayan bir kadın sana gelip sığınırsa, onu mutlaka bize iade edersin. Yok eğer, senin dinine girer ve o kadının bir kocası bulunursa, kocasına, o kadın için ödemiş olduğu mehri geri verirsin." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, onlara aynı şartı koşmuştu. Daha sonra hem bu hüküm, hem bu anlaşma neshedildi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelen o kadından yemin etmesini istedi, o da (mü'min olduğuna) yemin etti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kocasına, vermiş olduğu mehri ödedi. Daha sonra Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bu kadınla evlendi. Cenâb-ı Hak, "Sizin bu kadınları nikâhla almanızda, eğer ücretlerini, yani mehirlerini verirseniz, size bir günah yoktur" buyurmuştur. Mehre ücret denmiştir. Çünkü o, kadının avret mahallinin mubah olması için şart olan ücrettir. "Kâfir zevcelerinizi nikâhınız altında tutmayın." İsmet, ahd (söz) ve benzeri, kendisine dayanılan tutunulan şeydir. Halbuki sizinle o kâfirler arasında, böyle bir ismet söz konusu değildir, nikâh bağı da yoktur. Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan, "Ülkelerin farklı oluşu, aradaki ismeti (bağı) koparır" dediği rivayet edilmiştir. Ayetteki bu ifadeye, "Kâfir kadınlar için oturup kalmayın" manası verilmiştir. Buradaki fiil, şeddesiz olarak (......) şeklinde okunduğu gibi, şedde ile şeklinde de okunmuştur. Yine bu fiil, şeklinde de okunmuştur, ki bunun aslı dür. Cenâb-ı Hak, "Vermiş olduğunuz mehri (siz de) isteyin" buyurmuştur. Bu, "Sizden bir kadın, anlaşma yaptığınız o kâfirlere, irtidâd edip katılırsa, vermediklerinde ve ödemediklerinde onlardan, vermiş olduğunuz mehirleri İsteyiniz. Binânaleyh bu mehir, nasıl onlar için söz konusu olduğunda, siz vermeyi üstleniyorsanız; onların da o kadınların mehirlerini ödemeyi üstlenmeleri gerekir" demektir ki bu, "(O kâfirler de) harcadıkları mehri istesinler. Bu, Allah'ın hükmüdür. Aranızda, yani müslümanlarla kâfirler arasında O hükmeder" demektir. Bu ayetle ilgili birkaç bahis var: Birinci Bahis: Ayetteki, "onları imtihan edin" ifâdesi, ya vücûb (farziyet), yahut nedb (mendubluk), yahut da bu ikisi dışında bir manada emirdir. Vahidî bu emri, müstehablık manasında olduğunu söylemiştir. İkinci Bahis: Seksiz şüphesiz zaten öyle olduğu malum iken, "Allah onların imanlarını daha iyi bilendir" buyurulmasının hikmeti nedir? Deriz ki: Bunun hikmeti, onların imanlarının hakikatini bilme hususunda sayesinde insanların mutmain olacağı şeye bir yol bulunamayacağını, bunun imkânsız olduğunu anlatmaktır. Çünkü bu, allâmü'l-guyûb olan Cenâb-ı Hakk'ın, bilgisini Kendisine has kıldığı şeylerdendir. Üçüncü Bahis: Ayetteki, "Onlar da bunlara helâl olmaz" ifadesinin hikmeti nedir? Taraflardan sadece birinde, bu haramlığın bulunması mümkündür. Biz deriz ki: Bu, imanın hem kadınlar, hem de erkekler tarafında bulunmasının nazar-ı dikkate alınmasından ötürüdür. Çünkü her iki taraftan kaynaklanan iman helalliğin şartıdır. Bir de her iki tarafı da zikretmek (mü'min kadınlar müşrik erkeklere, müşrik erkekler de mü'min kadınlara helâl olmaz, demek) mübahlığın olmadığını te'kid eden bir ifade tarzıdır. Burada, başka ifadede bulunmayan nice ince manalar vardır. Eğer, "Farzedelim ki bu böyledir. Fakat ayetteki, "Onları kâfirlere geri göndermeyin" ifadesi, bunu anlatmak için yeter. Çünkü onlardan biri, diğerlerine helâl değildir. Binâenaleyh bunu anlatmak için, ilave birşey söylemeye gerek yoktur. O halele ilave ifadelerin anlatmak istediği, başka bir husustur" denilirse, biz deriz ki: Bu lafız tek başına, helalliğin iki taraftan da kalktığını ifade etmez. ilaveler ise böyle değildir ve bu açıktır. Dördüncü Bahis: Cenâb-ı Hakk, "Fakat siz de, mü'min kadınlar olduklarını bilirseniz" ifadesinde anlaşılan "zann"a, niçin "bilme" adını vermiş ve onu bu fiille ifade etmiştir? Deriz ki: Bu, zann-ı galibin, içtihada götüren şeyin ve kıyasın, bir ilim (bilgi) yerine geçtiğini ve bunları yapanın, "ilmin (bilgin) olmayan şey üzerinde durma"(isra, 36) ayetinin muhtevasına girmediğini bildiren bir şeydir. |
﴾ 10 ﴿