SAFF SÛRESİBu sûre ondört ayet olup, Mekkidir. Kâinatın Allah'ı Takdisi 1Âyetin tefsiri için bak:2 2"Göklerde ne var, yerde ne varsa, hepsi Allah'ı tesbih etmektedir. O, azizdir, hakimdir. Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz?". Bu sûrenin, kendinden önceki süre ile münasebet ve İlgisi şöyledir: Cenâb-ı Hakk, o sûrede, "Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve Benim rızamı aramak için çıkmışsanız ..."(Mümtehine, 1) ifadesi ile Allah yolunda cihad etmek ve O'nun rızasını elde etmek maksadıyla çıkıştan bahsetmiş, bu sûrede ise, "Şüphesiz ki Allah, Kendi yolunda, birbirine kenetlenmiş bir bina gibi, saf bağlayarak çarpışanları sever" (Saff, 4) ayeti ile de, ehl-i imanı cihada teşvik ve sevkeden bir hususu beyan etmiştir. Birincisinin ikincisi ile münasebeti şudur: Cenâb-ı Hakk adeta, "Eğer o kâfirler, cahillikleri sebebiyle, bizim yüce Zatımızı, bu yüceliğe uymayan şeylerle tavsîf ederlerse, bilsinler ki, melekler ve onların dışında kalan bütün ins-ü cin, Bizim yüce zatımızı, yüceliğimizi takdîs ve tenzîh etmektedirler" demek istemiştir. Nitekim Hak teâlâ, bu sûrenin başında, "Göklerde ne var, yerde ne varsa, hepsi Allah'ı tesbih etmektedir" buyurmuştur. Bu, "Göklerde ve yerde bulunan herşey, O'nun rubûbiyyetine, vahdaniyyetine ve bu ikisi dışında layıkı olduğu bir çok vasıfları bulunduğuna şehâdet etmektedir" manasınadır. "Aziz" kelimesi, birisi birisine galib geldiğinde kullanılan, fiilinden olup, "Başkasına galib olan" demektir, yani o başkası, ne olursa olsun, Azîz Allah'a onun galib gelmesi mümkün değildir. "Hâkim" kelimesi ise, birisi birisi hakkında hüküm ve karar verdiğinde kutlanılan, (......) ifâdesine dayanır ve "başkası hakkında hüküm veren" demektir. O başkası ne olursa olsun, o Hakîm Allah'a hükmedemez. Binâenaleyh ayetteki, "Göklerde ne var, yerde ne varsa, hepsi Allah'ı takdis etmektedir" ifadesi bu durumda, Allahü teâlâ'nın rab oluşuna ve birliğine (tekliğine) delalet eder. Cenâb-ı Hakk, bazı sûrelerde, "Hepsi Allah'ı tesbih etti"; bazı sûrelerde "Hepsi Allah tesbih etmektedir"; diğer bazılarında da emir sigasıyla, "Allah'ı tesbih et" buyurmuştur Bu, mazinin geçmişe, muzarinin geleceğe, emrin de hale (şimdiki zamana) delâlet etmesinden ötürü, Allah'ın hazretinin, (yüceliğinin) tesbih ve takdis edilişinin, devamlı olduğunu ve kesintiye uğramadığının bildirilmesi içindir. Cenâb-ı Hak "Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz" buyurmuştur. Kimi müfessirler, bu ayetin, bir gurup mü'min hakkında nazil olduğunu, bunların, Allah nezdinde amellerin en sevimlisini yapmayı arzu eden kimseler olduklarını; işte bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey iman edenler, size, sizi o elim azabtan kurtaracak bir ticarete hlavuzlayayım m;?"(Saff. 10) ve "Şüphesiz ki Allah kendi yolunda (...) savaşanları sever"(Saff,4) ayetlerini indirdiğini, ama bunların kendilerini gittikçe dünya hayatına kaptırıp, mesela Uhud'da yüz çevirdiklerini; bunun üzerine de Cenâb-ı Hakk'ın, "Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz" ayetini indirdiğini söylemişlerdir. Bu ayetin, savaşmadığı halde "savaştım"; mızraklaşmadığı halde, "mızraklaştım"; yapmadığı halde "yaptım" diyenler hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Yine bu ayetin, savaş hususunda münafıklık yapanlar hakkında nazil olduğu da ileri sürülmüştür. Çünkü onlar savaşmayı arzuluyorlardı, ama Allah savaşı bil-fiil emredince, "Niçin bize savaşı farz kıldın" (Nisa, 77) demişlerdi. Yine bu ayetin bütün mü'minlere hitaben indiği de söylenmiştir. Çünkü mü'minler, kendilerine va'dedilen taat, teslimiyet, huzu ve huşuu tam yerine getireceklerine inanıyorlardı. Ama Allah'ın kendilerine va'dettiği bu hususları, onların tam yerine getirmeleri tahakkuk etmeyince, her zelle (hata) konusunda, onların bu ayetin hükmüne girmelerinden korkulur. Sonra bu cümle ile ilgili şöyle bir kaç bahis vardır: Birinci Bahis: Hak teâlâ bu sûrenin başında, "Göklerde ne var, yerde ne varsa, hepsi Allah 'ı tesbih etmektedir" buyurmuştur. Daha sonra bir başka sûrenin başında da aynen böyle buyurmuştur ki bu bir tekrardır. Tekrar ise bir kusurdur. Binâenaleyh bu nasıl olur? Deriz ki: Şöyle cevap verilebilir: Cenâb-ı Hakk bu ifadeyi, aslında bunun bir tekrar olmadığını bildirmek için tekrar etmiştir. Çünkü kâinat meydana gelirken, Allah'ın yaratmasıyla meydana gelecek tesbih: kâinat var edildikten sonra, meydana gelecek tesbihten başkadır. Aynen bunun gibi, insanoğlu var edilirken ve varedildikten sonra olan tesbihler de birbirinden başkadır. İkinci Bahis: Cenâb-ı Hakk, kendisinden, şu andaki ifadede bulunmayan ileri bir mana mevcut olmasına rağmen, böyle buyurmuş, ama mesela, "Gökler, yer ve bunlarda olanlar Allah'ı tesbih eder" buyurmamıştır, niçin? Deriz ki: Bu, ayette bahsedilen tesbih ile, mutlak manada lisan-ı hâl ile yapılan tesbih kastedildiğinde böyle olur. Ama onunla, hususi bir tesbih kastedilirse, bir kısmı bu şekilde tavsif edilebilir. Böylece de durum, sizin söylediğiniz gibi olmaz. Üçüncü Bahis: Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki, ifâdesinin "lâm", mesela ve gibi sözlerde olduğu gibi, diğer harf-i cerlerin başına geldiği istifham edatı gibi, mâ-ı istifhamiyyeye dâhil olan lâm harf-i cerridir. Bu (......)'nın elifi hazfedilmiştir. Çünkü ile, bunun başına dahil olan harf, tek ile, bunun başına dahil olan harf, tek bir şey gibi olmuştur. Bu ifade, soru sormak için kullanılmıştır. Binâenaleyh eğer böyle olsaydı, o zaman, ifadesinde de, istifham (soru) manasında olurdu. Fakat herşeyi bildiği halde, Cenâb-ı Hakk'ın böyle soru sorması muhaldir (ne dersiniz?). Biz deriz ki: Bu, soru sormadan maksat, işin aslını anlatmak istemek olduğunda böyledir. Ama maksat, va'dedileni yerine getirmekten yüzçevirenleri, yahut hakkı inkâr edip de, batılda ısrar edenleri ilzam etmek olduğunda ise böyle değildir. 3"Yapmadığınız şeyleri söylemeniz, Allah indinde büyük bir buğz (sebebi) oldu". "Makt", buğz (kızgınlık) manasınadır. Allah'ın buğzuna sebep olan herkese, o ilahî azap gerekli olur. Keşşaf sahibi, "makt" kelimesinin, "buğz"un en ilerisi ve en şiddetlisi olduğunu söylemiştir. Zeccâc da, ö' edatının başına geldiği cümlenin, mahallen merfû olduğunu, "makt" kelimesinin ise, temyiz olarak mansub olduğunu ve mananın, "Sizin, yapmadığınız şeyleri (yapmış gibi) söylemeniz, Allah katında buğz yönünden çok büyük ve şiddetli oldu" şeklinde olduğunu; bunun tıpkı, "Ağızlarından çıkan söz ne büyük..." … ayeti gibi olduğunu söylemiştir. 4"Şüphesiz ki Allah kendi yolunda, birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak savaşanları sever". Zeyd b. Ali, tâ'nın fethası ile fiili, (çarpışanları) şeklinde okumuştur. Yine bu kelime, (vuruşanlar) şeklinde de okunmuştur ki buna göre mana, "Onlar savaş esnasında kendilerini, adeta birbirine kenetlenmiş bir duvar gibi, dizer, saf-saf dururlar" şeklinde olur, Ferrâ, "marsûs" kelimesinin, rasâs (kurşun) ile birbirine bağlanmış (yani harcı kurşundan olan) bir duvar" manasına olduğunu söylemiştir. Nitekim Arapça'da duvarın taşları, arada hiçbir boşluk kalmamasına, birbirine iyice kenetleşip, tek bir parça halini aldığında, "Duvarı (binayı) iyice-sağlamca yaptım" denilir. Zeyd ise şöyle der: "Sen, bir şeyi bir şeye ekleyip bitiştirdiğinde, mesela, dersin. O halde, Bass, eşyayı birb'rine bitiştirmek, eklemek ve bağlamak demektir." İbn Abbas da şöyle demektedir: "Taş taşın üzerine konur, sonra da, bu taşlar küçük taşlar vasıtasıyla birbirlerine bağlanır, derken bunun üzerine hare sökülür ki, işte Mekkeliler bu tür yapıya, merâus - birbirine temellenmiş yapı, adını verirler. Ebû İshâk ise, "Allahü teâlâ, tıpkı birbirine kenetlenmiş bir binanın duruşu gibi, cihaddan azimli ve karartı olan ve bulunduğu yeri hiç terketmeyen kimseleri sevdiğini bildirmiştir" der. O, sözüne devamla şöyle der: "Bu ifade ile, onların, düşmanlarıyla harbetmeleri hususunda yekvücut olmalarının ve tıpkı, birbirine kenetlenmiş bir bina gibi, birbirlerini sevip desteklemelerinin kastedilmiş olması da mümkündür." Bu misalin, orada sabit kadem kalmayı belirtmek için getirilmiş olduğu da ileri sürülmüştür. Yani, "İman etmiş kimseler, saf bağladıklarında, adeta yerine çakılmış ve birbirine kenetlenmiş bir bina gibi, orada sabit kadem olurlar" demektir. Bu ayette, yaya olarak savaşmanın yerinde ve faziletli olduğuna bir delâlet olduğu da ileri sürülmüştür. Çünkü Araplar bu şekilde saf saf oluyorlar (ve savaşıyorlardı). Muhabbet, zahiren şu iki manaya gelebilir: a) Cenâb-ı Hakk'ın, mahlûkattan razı olması. b) Yaptıkları şeylerden ötürü onları övmesi.. Sonra, bu ayetin, kendinden önceki, yani, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah indinde büyük bir buğz sebebi oldu" (Saff, 3) ifâdesiyle münasebetinin izahı şudur: O ayet (Saff,3), savaşa karşı çıkanları kınayan ayettir. Ki bunlar, savaşmayı vadedip de savaşmayan kimselerdir. Bu ayet ise, savaşmaya muvafakat edenleri öven bir ayettir. Ki bunlar da, Allah yolunda savaşan ve bu konuda herşeyi yapan kimselerdir. 5"Hani Musa, kavmine, "Ey kavmim, benim size Allah'ın peygamberi olarak gönderilmiş olduğumu bildiğiniz halde, niçin bana eziyyet veriyorsunuz?" demişti, işte onlar sapıp eğrildikleri zaman, Allah da, onların kalblerini saptırdı. Allah, asıklar güruhuna hidayet etmez". Bu ayet, "Kavmine bu kıssayı da anlat..." takdirinde olup, bu demektir ki, ayetin başındaki edatı, mukadder bir "hartırlat" kelimesiyle mansubtur. Yani, Musa (aleyhisselâm)'nın onlara, "niçin bana eziyyet ediyorsunuz dediği zamanı hatırla." Onlar, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, hem sözlü hem fiilî olarak çeşitli eziyyetlerde bulunuyorlardı. Ve mesela, "Bize Allah'ı açıkça göster. Biz, artık, tek çeşit yiyeceğe dayanamıyoruz..." diyorlardı. Ayetteki, "benim size hakikaten Allah'ın peygamberi olarak gönderilmiş olduğumu bildiğiniz halde..." ifadesine gelince, bu cümle, hal mahallindedir. Yani, "Sizler, benim Allah'ın Resulü olduğumu kesin olarak bildiğiniz halde, yine de bana eziyyet ediyorsunuz. Halbuki sizin bunu bilmenizin gereği ise, bana tazimde bulunup saygı göstermenizdir" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesi, "Ne zamanki onlar, hak olmayan şeyden saptırdı..." anlamındadır. Ki bu, İbn Abbas'ın görüşüdür. Mukatil ise, bu ayete, "Onlar, bedenleriyle haktan meyledince, Allah da onların kalplerini haktan döndürdü ve yaptıklarının bir karşılığı olarak, onları saptırdı" manasını vermiştir ki, bunun böyle oluşunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah fasıklar güruhuna hidâyet etmez..." ayetidir. Ebû İshak bu ifâdenin manasının, "Allah, ilm-i ezelîsi ile fâsık olduğunu bildiği kimseleri hidâyete erdirmez" şeklinde olduğunu söylemiştir. Bu ayette, peygambere eziyyet etmenin, küfre götürecek ve kalbleri hidayetten döndürecek kadar ne denli büyük bir günah olduğuna dikkat çekme vardır. Ayetteki (......) kelimesinin manası tekîd olup, Cenâb-ı Hak sanki, "Hakkında hiç şüphesi olmadığı halde, kesin biçimde bile bile..." demek istemiştir. İsa (aleyhisselâm)'nın Kavmine Tebliği 6Âyetin tefsiri için bak:7 7"Meryem oğlu Isa da, bir zaman şöyle demişti: "Ey İsrâiloğulları, ben size, Allah'ın peygamberiyim. Benden evvelki Tevrat'ı tasdik edici, benden sonra gelecek bir peygamberi de, -ki ismi, Ahmed'dir müjdeleyici olarak geldim." Fakat o, kendilerine açık açık burhanlar getirince, "Bu, apaşikâr bir büyüdür" dediler. Kendisi islâm'a davet edilip dururken, Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir? Allah, zalimler güruhunu muvaffak kılmaz". Ayetteki, "ben ... Allah'ın peygamberiyim" cümlesi, "Benim, Tevrat'ta vasfolunduğum vasıfla size gönderilmiş bir peygamber olduğumu; Tevrat, Allah'ın kitaplarını ve bundan önce geçen ve sonra gelecek olan bütün peygamberleri tasdik eden ve aynen benim tasdik edişim gibi, Tevrat'la tasdik edilen bir resulü müjdeleyen, Allah'ın bir Resulü olduğunu hatırlayınız..." takdirindedir. Buna göre, sanki Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya. "Peki, onun ismi nedir?" diye sorulmuş da, o da, "Adı Ahmed'dir" deyivermiştir. Binâenaleyh, bu demektir ki, ayetteki, "bundan sonra gelecek bir peygamberi -ki ismi, Ahmed'dir-" ifadesi, mahallen mecrûr olan iki cümledir. Çünkü, bu iki cümlenin ikisi de, nekire olan "bir peygamber" kelimesinin sıfatıdırlar. (......) şu iki şekilde okunmuştur: Aslı üzere, yâ'yı, fetha ile"ba'diye" şeklinde harekelemek. Ki, bu, el-Halîl ve Sîbeveyhe göre iki sakin harfin bir arada bulunduğu her zaman yâ harfi hakkında tercihe şayan olan görüştür. Meselâ, evine mü'min olarak giren kimseleri de..."(Nûh,28) ifadesinde de durum böyledir. Binâenaleyh ifâdesini sakin okuyan, isti'mâr-i sâkineyn, yani yâ ile ifâdesindeki sîn'den dolayı yâ'yı telaffuzdan hazfeder. Ki, bu da Müberred ile Ebû Ali'nin görüşüdür. Ayetteki, "Ahmed" kelimesi, şu iki manaya gelebilir: a) Bu kalıp, ism-i failin mübalağa kalıbıdır. Yani, "O, Allah'a başkasından daha çok hamdeder" demektir. b) Bu kalıp, ism-i mef'ûlün mübalağa kalıbıdır. Yani, "O, kendisinden ihlastan ve güzel huylardan dolayı, başkalarından daha çok övülmüştür." İncil'in Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i Müjdelemesi Şimdi biz, Hazret-i Isa (aleyhisselâm)'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gelişiyle ilgili Tevrat'ın bazı bölümlerinde ifade ettiği, bazı pasajlar zikredelim. 1) Yuhanna İncili'nin 14. bölümünde, şu ifade yer almıştır: "Ben, sizin için, Babama talepte bulunacağım... Ta ki, ebediyete kadar sizinle beraber olacak olan "Faraklit"i size bağışlasın, versin. "Faraklit" yakın olan Hakk'ın ruhudur." "Faraklit' kelimesinin, Arapça'ya tercümesi, işte, budur. Yine, 15. bölümde şu zikredilmiştir: "Faraklit" Babamın, benim ismimle gönderdiği Ruhu'l-Kudüs'tür. Ki, o size, bütün her şeyi öğretecek, her şeyi bağışlayıp verecek ve o sizi, benim size söylediklerimi hatırlatacak.." Hemen bunun peşinden de, şu ifadelere yer vermiştir: "Ben size bunu, o gelmezden önce haber verdim ki, o geldiğinde hemen iman ediniz..." 2) Yuhanna İncili'nin 16. bölümünde de şu yer almıştır: "Ne var ki, ben size, şu anda yakîn ve katî olan bir gerçeği söylüyorum. Benim sizden ayrılmam, sizin için daha hayırlıdır. Çünkü, şayet ben, sizden ayrılıp da Babama gitmezden (o zaman) Faraklit size gelemez... Eğer ben gidersem, onu size gönderirim.. O geldiğinde, dünyaya hükmedecek, ihsanda bulunacak, günah ve salahın ne olduğunu bildirecektir." 3) Bundan hemen sonra da şu ifadelere yer vermiştir: "Benim size söylemek istediğim pek çok sözüm vardır. Ne var ki, siz onları kabul etmeye ve tutmaya kadir değilsiniz.. Şu da var ki, gerçek ruh size geldiğinde, size ilhamda bulunur ve bütün hak ile sizi destekler. Çünkü o, kendiliğinden, herhangi bir bid'ati konuşmaz." İşte, mezkur İncil'de bahsi geçen bunlardır. İmdi eğer: "Bu sözlerde yer alan "Faraklit" ile, -geldiğinde onları hakka ileteceği ve onlara şeriati öğreteceği için Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın, çarmıha gerilmesinden sonraki gelişi kastedilmiştir" denilirse, biz deriz ki: Havariler, İncil'in sonunda şunlara yer vermişlerdir: Isa (aleyhisselâm), çarmıha gerildikten sonra geldiğinde, şeriat'a dair bir şeyden bahsetmeyecek, onlara ahkâma dair herhangi bir şey öğretmeyecek, onların yanında bir anlık olarak duracak ve onlara, "Ben, Mesih'im... O halde, beni öldü sanmayın.. Tam aksine ben, Allah katında kurtuluşa erdim. Size bakıyorum. Ve bundan sonra size vahiyde bulunmayacağım..." demesinden başka bir şey söylemeyecek. İşte bu konudaki sözün tamamı bundan ibarettir. Ayetteki, "Fakat o, kendilerine açık açık burhanlar getirince" ifadesinin failinin, yani "getiren"in Hazret-i İsa (aleyhisselâm) olduğu ileri sürüldüğü gibi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu da ileri sürülmüştür. Bunun böyle oluşunun delili, onlara burhanlar getiren zatın, yine onlara, mu'cizeleri ve getirdiği o şeyi, ancak Allah katından getirdiğini beyan eden beyyineleri getiren zat oluşudur. Ayetteki, Bu apaşikâr bi büyüdür" ifâdesi, "Bu, apaçık bir büyüdür" anlamındadır. Ayetteki, "Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir?" ifadesi, "iftirası, Allah'a yalan nisbet edecek dereceye varan kimseden, zulüm bakımından daha çirkin davranışta bulunanı yoktur!.." anlamındadır. Çünkü onlar, elde ettikleri nimet ve ikramların, ancak ve ancak Allah'tan olduğunu, bunu O'ndan aldıklarını biliyor, sonra da kalkıp bunu inkâr ediyor ve Allah'a ve O'nun elçisine iftirada bulunuyorlardı! "Allah, zalimler güruhunu muvaffak kılmaz..." Yani, "Allah onları, kendilerine bir ceza olsun diye, Kendisine taatta bulunmaya muvaffak kılmaz" demektir. Ayette, şöylesi bir bahis bulunmaktadır: (......) kelimeleri, "Resûlin" kelimesinde zımnen bulunan "irsâl-göndermek" kelimesiyle mi, yoksa (......) kelimesine zımnen bulunan zarf manası ile mi mansûb kılınmışlardır?.. Biz deriz ki: Bu, Resul kelimesinde zımnen mevcut olan "irsal-göndermek" kelimesiyle olmuştur. Çünkü (......) kelimesi, (......) kelimesinin sılasıdır. İslâm Güneşini Üflemekle Söndürme 8Âyetin tefsiri için bak:9 9"Onlar, ağızlarıyla, Allah'ın nurunu söndürmeye yelleniyorlar. Halbuki Allah, Kendi nurunu tamamlayacaktır, kâfirler hoş görmese de. O, peygamberini hidâyet ve hak din ile gönderendir. Çünkü o, bunu, diğer bütün dinlerden üstün kılacaktır, müşriklerin hoşuna gitmese de". Ayetteki, (......) kelimesi (......) takdirindedir. Bu lâm adeta, kendisinde mevcut olan "dilemek, istemek..." anlamını tekid etmek için, irâde fiiline bitişik olarak gelir. Ve bu tıpkı, mesela senin, "sana ikram etmek isteğiyle geldim..." demen gibidir. Nitekim bu lâm"seni baban..." sözündeki izafet manasını tekid için, lâm ilave edilerek, "Ey babası olmayasıca" denilmesi gibidir. Onların "ağızlarıyla, Allah'ın nurunu söndürmeleri", onların, mesela Kur'ân hakkında, "Bu, apaçık bir büyüdür" şeklindeki sözleri ile, İslâm Dini'ni boşa çıkarma girişimleri ve istekleri hususunda, onlarla alay etmektedir. Böylece onların durumu, kendisini söndürmek için ağzıyla güneşin nuruna üfleyen kimsenin haline benzetilmiştir. Bu hususu Keşşaf sahibi, Keşşafında zikretmiştir. Ayetteki, "Halbuki Allah, kendi nurunu, tamamlayacaktır" cümlesine gelince, buradaki (......) kelimesi, izafetten dolayı râ'nın kesresiyle okunmuştur. Halbuki, asıl olan, (......) kelimesinin tenvinli okunmasıdır. İbn Abbas, bu kelimeye "Dinini gâlib kılandır" manasını verirken Keşşaf sahibi, "Hakkı tamamlayan ve onu hedefine ulaştıran, zirveye çıkaran" diye mana vermiştir. Buradaki (......) kelimesine, "Allah'ın dini", "Allah'ın hitabı", "Allah'ın elçisi" manaları da verilmiştir. Ki, bu sayılan üç şeyden herbiri de bu sıfatı taşımaktadır. 1) Çünkü insanların üzerinde bunların eserleri bu şekilde gözükmektedir. 2) Allah'ın nuru, ebediyen ışıldayacaktır ve asla son bulması mümkün olmayan bir kaynaktan doğacaktır ki, bu kaynak da, Hazret-i Allah'dır. Bu üç şeyden herbiri de böyledir. 3) Nûr, ilim; zumet ise, cehalettir. Yahut nûr, onları zulmetten nura çıkaran imandır. Yahut da nûr, İslâm'dır. Şöyle de denilebilir: "Din, akıl sahiplerini, kendi övgüye değer ihtiyar ve iradeleriyle, güzel ve iyi şeylere, sevkeden ilahî bir nizamdır. İşte nûr budur." Kitap ise, "açıklayan"dır. Nitekim Hak teâlâ, 'İşte bu, açıklayan kitabın ayetleridir" (Yusuf, 1) buyurmuştur. O halde, "ibâne" (açıklama) ve kitap, nurdur. Yahut da şöyle denebilir: Kitap, mucize olduğu için, bir hüccettir. O halde hüccet nurdur. Binâenaleyh kitap da nurdur. Yahut da peygamberin nûr olduğu söylenebilir. Aksi halde peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "âlemlere rahmet" olarak nitelenemezdi. Çünkü rahmet, sır olan şeyleri ortaya koymakla olur. Bu ortaya koyma-gösterme de nûr (ışık) ile olur. Yahut şöyle diyebiliriz: Nûr, peygamberdir. Çünkü O'nun vasıtasıyla mahlûkat hidayete ulaşır. Yahut peygamber, insanlara indirileni, insanlara açıklayıp-ortaya koyduğu için, nurdur. Binâenaleyh açıklayıp, ortaya koyan zata "nûr" denebilir. Sonra onun nûr oluşundaki faydalar ve hikmetler hususunda şu izahlar yapılabilir: 1) Bu, onun şanının yüce, burhanının (delilinin) de ulu olduğuna delâlet eder. Bu, şu iki sebepten ötürü böyledir: a) O, "nûr" diye tavsif edilmiştir. b) Bu nûr, Cenâb-ı Hakk'a nisbet edilmiştir. 2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'ın nurlarından bir nûr olduğu için, bütün âlemi, her kenar ve köşesini aydınlatmıştır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve nuru, âlemin sadece bir tarafına mahsus değildir. Binâenaleyh o, bütün mahlûkat için gönderilmiş bir peygamberdir. Çünkü onun, "Beyaz ve esmer derili olarak bütün insanlığa gönderildim" dediği rivayet edilmiştir. Dolayısıyla insanlar ve cinlerden kim varsa, hepsi onun ümmetidir. Şimdi eğer bunlar mü'min iseler, ümmet-i icabet; eğer kâfir iseler, ümmet-i davet (tebliğe muhatap) olurlar. Ayetteki, "Kâfirler hoş görmese de..." ifadesi, "yahudiler, hristiyanlar ve bunların dışında kalan bütün müşrikler hoş görmeseler de..." demektir. Ayetteki, "Tabi olanlar için Kur'ân, hidayettir" manasına gelir. Ayetteki "hak" kelimesinin "Allah" manasına geldiği söylenmiştir. Buna göre mana, "hidayet ve Allah'ın dini ile gönderme..." şeklinde olur. Yine bu kelimenin, "dîrfin sıfatı olduğu da söylenmiştir. Buna göre hak olan din olmuş olur, yani "hak din" demektir. Bu "hak" kelimesine "herkesin kendisine tâbi olması gereken şey" manası da verilmiştir. Ayetteki, "Çünkü O, bunu diğer bütün dinlerden üstün kılacaktır" cümlesine gelince, buradaki "bunu" zamiri ile Allahü teâlâ, İslâm'ı kastetmiştir. Bu zamir ile, peygamberini kastettiği de söylenmiştir. Buna göre mana, "Peygamberini galib getirmek suretiyle, onu bütün dinlere üstün kılacaktır" şeklinde olur. "Peygamberini galip kılmakla, dinini de kuvvetli delillerle üstün kılar" demektir. Burada şöyle bir kaç bahis vardır: Nurunu Tamamlamak Ne Demektir? Birinci Bahis: Cenâb-ı Hakk, "Allah, kendi nurunu tamamlayacaktır" buyurmuştur. Tamamlama, ancak bir noksanlık bulunduğunda söz konusudur. Öyleyse bu nurun noksanlığı nedir ve nasıldır? Bu hususta deriz ki: O nuru tamamlamak, neticedeki noksanlık açısından olup, bu tamamlayış o nurun, doğudan batıya her yerde görünmesi ve heryeri aydınlatması demektir. Zira ışıldama-parıldama, ancak aydınlatma ile olur ki İşte nuru tamamlama budur. Hak teâlâ'nın, "İşte bugün sizin için dininizi tamamladım"(Mâide, 3) ayeti de, bu manayı te'yid eder. Ebû Hureyre (radıyallahü anh)'nin de, bu tamamlamanın, Hazret-i isa (aleyhisselâm) gökten indiğinde olacağını söylediği rivayet edilmiştir. Bunu Mücâhid söylemiştir. İkinci Bahis: Cenâb-ı Hakk, burada, "Nurunu tamamlayacaktır"; bir başka ayette ise, "O'nun nurunun meseli. "(Nur,35) buyurmuştur. Şimdi bu nur, Nûr Sûresi'nde bahsedilenin aynı mıdır, yoksa başka bir nûr mudur? Deriz ki: Bu, ondan başka bir nurdur. Çünkü oradaki, "Onun nuru" ifadesi ile, muhakkik âlimlere göre, "Allah" bu ayette ise, "din", yahut "Kitab" (Kur'ân), yahut da "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)" kastedilmiştir. Üçüncü Bahis: Hak teâlâ, önceki ayette, "kâfirler hoş görmese de..."; sonraki ayette ise, "müşriklerin hoşuna gitmese de..." buyurmuştur. Bunun hikmeti nedir? Deriz ki: Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ona indirilen o kitabı inkâr etmişlerdir. Peygamber ve kitab gönderme ise, Allah'ın bir nimetidir. Bütün kâfirler de küfran-ı nimet (nankörlük) içindedirler. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, önceki ayette, "kâfirler hoş görmese de..." buyurmuştur. Bir de, "kâfir" lafzı, "müşrik" lafzından daha genel ve kapsamlıdır. Binânaleyh burada geçen "kâfirler" ile, yahudiler, hristiyanlar ve müşrikler kastedilmişlerdir. Cenâb-ı Hakk da bu ayette, "nûr"dan ve onun söndürülmek istenişinden bahsetmiştir. Dolayısıyla, bu ifadeye uygun düşen, "kâfir" lafzıdır. Çünkü kâfirlik, örtmek, kapamak, gizlemek manasını taşır. Çünkü nuru söndürme çabasına giren o nurun son bulmasını-sönmesini isteyen olur. Allahü teâlâ, ikinci ayette ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, onu göndermekten ve hak dinden bahsetmiştir ki bütün bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için, büyük bir mevki, büyük bir şeref ve büyük bir mertebe demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verilen bu dereceleri içe sindirememe ise, aslında Allah'a karşı gelme ve itiraz etme demektir. Nitekim mesela şair "Dikkat, bana hased edene, "Kime karşı edebsizlik ettiğini biliyor musun? Sen, bana verilene sanki razı olmadığın için, Cenâb-ı Allah'ın yaptığı şey hususunda aslında Allah'a karşı edebsizlik ettin" de" demiştir. İtiraz etme ise, şirke (müşrikliğe) uygun bir şeydir. Bir de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hased edenlerin çoğu, Kureyş kabilesindendir. Kureyş de müşrik idi. Böylece "nûr", "din" ve "peygamber" gibi ifadelerden daha genel bir ifade olduğu için Cenâb-ı Hakk, "nûr" ifadesine, İslâm'ın ve peygamber göndermenin muhalifi olan, ona karşı çıkan "kâfirler" ifadesi ile; "Peygamber" ve "din" kelimeleri, "nûr" kelimesinden daha hususî olduğu için de, buna bu ikinci ayette, "kâfir" kelimesinden daha hususî (dar) olan "müşrikler..." ifadesi ile mukabelede bulunmuştur, yani ona karşılık bunu zikretmiştir. Ebedî Mutluluk Kazandıran Ticaret 10Âyetin tefsiri için bak:11 11"Ey iman edenler, acı verici olan bir azabtan sizi kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve peygamberine iman eder; mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda mücahede edersiniz. İşte bu, sizin için, eğer bilirseniz, çok hayırlıdır". Bil ki ayetteki, "size göstereyim mi?" fiili, Ferrâ'ya göre, "emir" manasında bir ifadedir. Nitekim "sus" manasında, "susar mısınız" denilir ki, bunun izahı şöyledir: istifham (soru) manasınadır. Daha sonra, yavaş yavaş, "arz ve taleb" manası ifade eder olmuştur. Taleb ve teşvik ise, "igrâ" (teşvik) gibidir. Teşvik de, aslında bir emirdir. Ayetteki, "bir ticareti" kelimesi, mü'minler ile Allah Sübhanehû ve Teâlâ arasında olan bir ticareti anlatır. Nitekim Hak teâlâ, "Allah, karşılığında cenneti vermek üzere, müminlerin canlarını ve mallarını onlardan satın almıştır"(Tevbe, 111) buyurmaktadır. Bunun böyle oluşunun delili, buradaki, "Allah'a ve peygambere iman ederseniz..." ifadesidir. Ticaret, bir şeyi bir şeyle değiştirmekten ibarettir. Ticaret, taciri, fakirlik sıkıntısından ve fakirliğin ayrılmaz vasıfları olan şeylere sabır zahmetinden kurtardığı gibi, bu ticaret de, yani kalb ile tasdîk - dil ile ikrar (iman) ticareti de böyle, insanı ahiret zahmetlerinden kurtarır. Kalb ile tasdik ve dil ile ikrar ifadeleri, imanın tarifinde geçer. İşte bu sebeple, Hak teâlâ, bu hususu, "ticaret" lafzı ile anlatmıştır. Ticarette kazanma da ve kaybetme de söz konusu olduğu gibi, imanda da durum aynıdır. Çünkü iman edip, sâlih amellerde bulunan kimseler için, ücret, sâlih amellerde bulunan kimseler için, ücret, bol kazanç ve gözle görülür bir kolaylık söz konusudur. Salih amelden yüz çevirenler için ise, bir hayıflanma, bir kederlenme ve apaçık bir zarar vardır. Ayetteki, "Acı verici olan bir azabtan sizi kurtaracak..." ifadesi, şeddesiz olarak ve şeddeli olarak şekillerinde okunmuştur. ifadesi, "müste'nef bir cümle olup, onlar sanki "Nasıl amel edelim, nasıl çalışalım?" demişler de, Cenâb-ı Hakk, cevaben, "Allah'a ve peygamberine iman edersiniz..." buyurmuştur ki bu ifade, emir manasında, bir haber cümlesidir. İşte bundan ötürü, bundan sonraki ayette, (emrin cevabı olmak üzere, cezm ile) "O (Allah) sizin günahlarınızı bağışlasın..." buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, "Allah yolunda mücahede edersizin" buyurmuştur. Bu iki hususa imandan sonra, üçüncü merhalede yer alan cihad, üç kısımdır: a) Kişinin, kendisi ile nefsi arasındaki cihadı... Bu, nefse hükmetmek ve onu, arzuladığı, can attığı şeylerden (günahlardan) alıkoymaktır. b) Kişinin, kendisi ile mahlukat arasındaki cihadı... Bu da, mahlûkatdan beklentilerini kesmesi, onlara acıması ve onlara merhamet etmesi demektir. c) Kişinin, kendisi ile dünyası arasındaki cihadı... Bu da insanın, dünyasını âhireti için bir azık (hazırlık) vasıtası edinmesidir. Böylece yapılması gereken şeylerin sayısı beşe çıkmış olur. Ayetteki, "İşte bu sizin için çok hayırlıdır" ifadesi, "Allah'a iman etme, O'nun yolunda cihad etme gibi şeylerin size emredilmesi, sizin bunlarla mükellef olmanız, heva-u hevesinize uymanızdan daha hayırlıdır" demektir. "Eğer bilirseniz" yani "Eğer bildiklerinizden istifade eder, bilgilerinize göre hareket ederseniz, bu sizin i'çin daha hayırlıdır." Bu ayetle ilgili şöyle bir kaç bahis vardır. İnşa Yerine Haber Üslubunun Kullanılması Birinci Bahis: Cenâb-ı Hakk niçin, "haber cümlesi" ile, "iman edersiniz" buyurmuştur? Deriz ki: Bu, emre imtisâlin vücûbiyyetini (gerekliliğini) iyice göstermek içindir, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, onların, "Biz Allah ve Allah nezdinde en sevimli amellerin neler olduğunu bilseydik, o amelleri işlerdik" dediklerini, bunun üzerine, bu ayetin nüzul olduğunu; derken, "Ah keşke bunun ne olduğunu bilebilseydik" diyerek, Cenâb-ı Hakk'ın dilediği bir müddet beklediklerini, derken Allahü teâlâ'nın, bu amellerin neler olduğunu onlara, "Allah'a ve peygamberine iman edersiniz..." ayetiyle bildirdiğini söylediği rivayet edilmiştir. İkinci Bahis: Ayetteki, "Eğer bilirseniz" ifadesinin takdirinin ne olduğu sorulacak olursa, biz deriz ki: Bunun takdiri, "Eğer, bunun, sizin için daha (çok) hayırlı olduğunu bilirseniz, bu sizin için daha hayırlı olur" şeklindedir. Bütün bu izahlar, Keşşafa ait izahlardır. Başkaları ise şöyle demişlerdir: "Korku ve endişe, acı veren azabtan değil, bizzat azabın kendisinden duyulur. Çünkü acı veren azab bizatihi azaba ilave olan başka unsuru da ihtiva eder. O halde korku, azabın ayrılmaz vasıflarından olmuş olur. Nitekim Hak teâlâ da, "Eğer mü'minseniz Benden korkun"(Âl-i İmran. 175) buyurmuştur. Ayetle ilgili bahislerden biri de şudur: Ayetin başındaki, "Ey iman edenler..." ifadesinden sonra, "Allah'a ve peygamberine iman edersiniz" ifadesi ile, yeniden imanı emretmek de ne demektir?" denilirse, biz deriz ki: Bu ifade ile, münafıklara hitab edilmiş olabilir. Çünkü onlar, zahiren iman edenlerdir. Yine bu ifadeyle, ehl-i kitabın, yani yahudi ve hristiyanların kastedilmiş olmaları da mümkündür. Çünkü bunlar, önceki kitaplara iman etmişlerdi. Buna göre Cenâb-ı Hakk sanki burada, "Ey önceki kitaplara iman edenler, Allah'a ve O'nun Resulü olan Muhammed'e de iman edin" demektedir. Bu tabir ile, gerçek mü'minlerin kastedilmiş olmaları da mümkündür ve buna göre ayet, tıpkı, "Bu, onların imanım artınr"(Tevbe, 124) ayetleri gibi olur. Bu, imanda sebatı emretmek olur ve bu bakımdan tıpkı, "Allah iman edenlere sebat verir..."(İbrahim.27) ayeti gibidir. Bu da, imanı yenilemeyi emretme olur. Nitekim Hak teâlâ, bu manada, Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne iman ediniz..."(Nisa, 136) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Abdestini yenileyen, sanki imanını yenilemiş gibi olur" buyurmuştur. Ayetle ilgili bahislerden birisi de şudur: Kişi, Allah'a ve peygamberine iman edip de, Allah yolunda cihad etmediğinde, kurtuluşu nasıl umabilir. Çünkü kurtuluş, bunların tümüne birden bağlıdır. Diğer bir husus da şudur: Bu toplam, yani Allah'a ve Resulüne iman edip, Allah yolunda canla-malla cihad etme, aslında hayırlı şeydir. 12Âyetin tefsiri için bak:13 13"Böyle yaparsanız O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki çok güzel saraylara sokar. İşte bu, en büyük kurtuluştur. Ayrıca seveceğiniz (daha nice nimetler vardır). Allah'dan bir muzafferiyet ve yakın bir fetihle mü'minleri müjdele". Bil ki ifadesi, emir manasında olan, "Allah'a ve peygamberine iman edersiniz..." cümlesinin cevabının, yine o ayetteki, "İşte bu sizin için,., çok hayırlıdır" cümlesi olduğu, bu ayetteki ifâdesinin ise, o cevabın bir açıklaması olmaktan dolayı meczum olduğu, çünkü "işte bu sizin için ... çok hayırlıdır" ifadesinin mahallen meczûm olduğu ileri sürülmüş olup, bu tıpkı .."Eğer beni, yakın bir zamana kadar bırakın (canımı almazsan), ben de tasdik (iman) eder, salihlerden olurum"(Münafikûn, 10) ayeti gibidir. Çünkü buradaki ifâdesi, ifadesinden ötürü, mahallen meczumdur. ifâdesinin, önceki ayetteki ifadesinden ötürü meczum olduğu, çünkü o ifadenin emir manasında olduğu söylenmiştir. Ayetteki, "sizi altından ırmaklar akan cennetlere... sokar" cümlesinde bildirilen durum, Tevrat'ın bahsi geçen şeyler arasındadır. Şöyle de denebilir: Allahü teâlâ bu ayetinde, mü'min kullarını, evlerini-barklarını terkedip, mallarını Allah yolunda infâk etmeye ve cihada teşvik etmiştir. Ayette teşvik unsuru olarak yer alan ifadeler, "günahlarınızı bağışlar" ifadesi ile, "işte bu en büyük kurtuluştur" yani "devamlı olan bu mükâfaat, en büyük kurtuluştur" ifadesidir. Bunun ne demek olduğu daha önce geçmişti. Ayetteki, "Ayrıca, seveceğiniz (daha nice nimetler vardır)" ifadesi, "ahirette alacağınız mükâfaatların yamsıra, dünyadaki diğer bir ticarette (söz konusudur)" demektir. Ferrâ bu ifadeye, "Ahiretteki mükâfaatın yamsıra, dünyada, seveceğiniz diğer bir haslet de söz konusudur" manasını vermiştir. Ayetteki, "Allah'dan bir muzafferiyet..." ifadesi, o "diğer" şeyin bir tefsiridir. Çünkü bu ifadenin, "ticaref'in tefsiri olması güzeldir. Zira yardım, bizim için bir ticaret değildir. Aksine ticaretin neticesi, kârdır. Ayetteki, "fethun karîbun" (yakın bir fetih) ifadesi, peşin (dünyada) nasib edilen bir fetih olup, bu da Mekke'nin fethidir. Hasan el-Basri ise, burada bahsedilen fetih ile, Fars ve Roma imparatorluklarının fethinin kastedildiğini söylemiştir. Ayetteki, "seveceğiniz" ifadesinde, dünyayı sevme hususunda bir nebze kınama söz konusudur. Ayetle ilgili şöyle bir kaç bahis vardır: Birinci Bahis: Ayetteki 'Ve mü'minleri müjdele" ifadesi, emir manasına olan "iman edersiniz" ifadesine atfedilmiştir. Buna göre sanki, "Allah'a ve peygamberine iman edin, Allah yolunda cihad edin, ki böylece Allah size mükâfaat versin, size yardım etsin ve ey Allah'ın Resulü (sen de) mü'minlere işte bunu müjdele" denilmiştir. Keza "bu kelimeleri, "nasran", "fethan" ve "karîben" şekillerinde okuyanlar, neye göre böyle okumuşlardır?" denilirse, bunun, ya "ihtisâs"dan ötürü, yahut ve takdirine göre, yahut da, "Sizi bağışlasın, sizi cennete soksun, size hayırlar versin, size nasrı ve fethi göstersin" takdirinde olmak üzere, böyle mansub okunduğu söylenir. Keşşâf'da da böyle izah edilmiştir. Allah'ın Tarafını Tutun! 14"Ey iman edenler, Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu Isa, havarilerine, 'Allah'a (giden yolda) benim yardımcılarım kim?" demiş, havariler de, "Allah'ın dininin yardımcıları biziz" demişlerdi. İsrailoğullarından bir zümre iman etmiş, bir zümre de, kâfir olmuştu. Nihayet biz, o iman edenleri, düşmanlarına karşı destekledik de, bu suretle galib geldiler". Ayetteki, "Allah'ın yardımcıları olun" ifadesi, bu nusreti (yardımı) sürdürmeyi ve ona devam etmeyi emreden bir ifade olup, "Yapmakta olduğunuz yardıma devam edin" demektir. Bunun böyle oluşunun bir izahı, İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'un bu ifadeyi, şeklinde kıraat etmesidir. Böylece Cenâb-ı Hakk, onlardan yana, bunu haber vermiş olup, "Allah'ın dininin yardımcıları olunuz" manasınadır. Ayetteki "Nitekim Meryem oğlu İsa, havarilerine ... dedi" ifadesi, "Allah'ın dinine, tıpkı havarilerin yardımcı ve destek olup, taraf çıkmaları gibi, yardım edin, destek olunuz" demektir. Çünkü Hazret-i İsa (aleyhisselâm) onlara, "Allah'a (giden yolda) benim yardımcılarım kim?" demişti. Mukatil bu ifadeye, "Allah'ın yapmak istediği hususta O'na karşı bana kim fayda verebilir?" manasını verirken; Atâ, "Allah'ın dinine yardım edecek kim?" manasını vermiştir. Kimi müfessirler de şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, tıpkı havarilerin Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya yardım etmeleri gibi, mü'minlere, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yardım etmelerini emretmiştir ki bu ifadede, cihadla destek verme ve taraf çıkma işinin, sadece Ümmet-i Muhammed'e has olmadığına bir işaret vardır. Havarî, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın seçkin adamları ve onu ilk tasdik edenlerdir ve bunlar oniki kişi idiler. "Bir insanın havarisi", onun sadık dostları, seçkin adamları demek olup, aslı (......) kelimesidir. Bu da, "bembeyaz" demektir. Bunların bu ismi alışının, çamaşırları tertemiz bembeyaz yıkayan çamaşırcı kimseler oluşlarından ötürü olduğu söylenmiştir. "Ensar" kelimesine gelince, Katâde bir itibara göre, burada kastedilen ensarın hepsinin Kureyşli oldukları görüşü rivayet edilmiş olup, onlar da şunlardır: Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali, Hazret-i Hamza, Hazret-i Cafer, Hazret-i Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh, Hazret-i Osman b. Maz'ûn, Hazret-i Adurrahman b. Avf, Hazret-i Sa'd b. Ebî Vakkas, Hazret-i Osman b. Avf, Hazret-i Talha b. Ubeydullah ve Hazret-i Zübeyr b. el-Avvam (radıyallahü anha)m). Ayetle ilgili şöyle bir kaç bahis var; Birinci Bahis: Ayetteki teşbih (benzetme) mana bakımından olup: "Ey ensar, siz de, havariler gibi olun" demektir. İkinci Bahis: Ayette "Allah'a (giden yolda) benim yardımcılarım kim?" şeklinde bir ifade kullanılmasının manası nedir? Deriz ki: Bunun manasının, havarilerin cevabına uygun olması gerekir. Bu cevaba uygun olan mana ise, "Allah'ın dinine yönelmiş olarak hareket edecek adamlarım, askerlerim kimlerdir?" şeklindeki bir manadır. "Benim yardımcılarım" ifadesindeki izafet (isim tamlaması), "Allah'ın yardımcıları" ifadesindeki izafetten başkasıdır. Çünkü birincide mana, "Allah'a (yani dinine) yardım edenler olunuz" şeklindedir; ikincide ise, "Bana ait olanlar ve Allah'ın dinine yardımda benime beraber olanlar kimdir?" şeklindedir. Üçüncü Bahis: Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın ashabı (havarileri), "Allah'ın (dininin) yardımcıları biziz" diye cevap vermişler, Muhammed ashabı ise, bunu söylememiştir (niçin)? Deriz ki: Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın hitabı, soru üslûbunda olup, dolayısıyla buna cevap vermek gerekmiştir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hitabı ise ilzam (susturma ve emir) şeklinde olup, bunun için cevap değil, emre imtisal gerekir. Bu emir de, "Allah'ın yardımcıları olun" ayetidir. Hak teâlâ daha sonra, "İsrailoğullarından bir zümre iman etmiş, bir zümre de kâfir olmuştu. Nihayet Biz, o iman edenleri, düşmanlarına karşı destekledik de bu suretle gâlib geldiler" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk, bu ifade ile, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) zamanında iman edenlerle yine o zamanda kâfir olanları nasdetmiştir. Zira İsa (aleyhisselâm), göğe kaldırılınca, o zamanın insanları üçe bölündüler. Bir kısmı, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın Allah olduğu için (haşa) göğe yükseldiğini; bir kısmı, Allah'ın oğlu olduğu için, Allah'ın onu Kendisine yükselttiğini; bir kısmı da, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın Allah'ın kulu ve resulü olduğunu, dolayısıyla Allah'ın onu Kendisine yükselttiğini söylediler. Bu son fikri benimseyenler, onların mü'minleridir. Her guruba belli bir kesim tâbi oldu. Derken kâfir olan ilk iki güruh müslüman olan üçüncü gurub aleyhine ittifak ettiler ve kâfirler, müslüman olanları kılıçtan geçirip, onları sürdüler. Bu hal, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, peygamber olarak gelince, mü'minler artık kâfirlere üstünlük sağladılar. İşte, "Nihayet Biz o iman edenleri, düşmanlarına karşı destekledik ayetiyle, bu anlatılmaktadır." Mücâhid ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu suretle galib geldiler" ifadesiyle, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya tabi olanları kastettiğini söylemiştir. Bu, aynı zamanda iki Mukatil'in de görüşüdür. Buna göre ayet, "Kim Hazret-i İsa'ya iman ederse, onu inkâr edenlere karşı galib gelir. Böylece de onlar, bütün din mensuplarına galib geldiler" manasına gelir. İbrahim (en-Nehâî?) de buna, "Hazret-i İsa'yı tasdik edenlerin hücceti, Hazret-i Muhammed'in tasdiki ile ve Hazret-i İsa'nın Allah'ın kelimesi ruhu olması sebebiyle, galib ve üstün oldu" manasını verirken, Kelbî, "Onlar hüccet (delil) bakımından galib geldiler" manasını vermiştir ki hüccet ile galib gelme, Zeyd b. Ali (radıyallahü anh)'nin de görüşüdür. Doğruyu en iyi bilen Allah'dır. Hamd âlemlerin Rabbine, salat-u selâm, efendimiz, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onun âli ve bütün ashabına olsun. (Amin). |
﴾ 0 ﴿