CUM'A SURESİBu sûre, onbir ayet olup, Medine'de nazil olmuştur. Kâinatın Allah'ı Takdisi 1"Göklerde ve yerde olan herşey Hükümdar, Kuddüs, Azîz ve Hakîm olan Allah'ı tesbih eder". Bu sûrenin kendinden önceki sûre ile ilgisinin izahı şudur: Hak teâlâ önceki sûrenin başında, mazi lafzıyla "Allah'ı tesbih etti" buyurmuştur. Bu ifade, gelecekte yapılacak olan tesbihe delalet etmez. Bu sebeple Hak teâlâ bu sûrenin başında, şu anda ve gelecekte yapılan tesbihe delalet etsin diye muzari sigasıyla"Allah'ı tesbih ediyor" buyurmuştur. Ama bu sûrenin başının, o sûrenin sonuyla, bu sûrenin başının münasebet ve ilgisi şöyledir: Allahü teâlâ, o sûrenin sonunda mü'minlere destek verdiğini, onları güçlendirip-kuvvetlendirdiğini, böylece de mü'minlerin kâfirlere gâlib geldiklerini Dildirmiştir ki bu, kendisine olan ihtiyaçtan ötürü, değil de hikmeti gereği böyle olmuştur. Çünkü O, mutlak olarak herşeyden müstağnidir ve yeryüzündeki cahillerin akıllarına gelen şeylerden münezzehtir. Bu sûrenin başında ise, Kendisinin yüce nuzuruna uygun düşmeyen şeylerden mukaddes ve münezzeh olduğuna, herkesin ttifakıyla delâlet eden şeyi zikretmiştir. Hem sonra göklerde ve yerde bulunan bütün -nahlukat Hazreti Allah'ı tesbih edince, bu, mülkün O'nun olduğu manasına gelir. Nitekim Hak teâlâ, "Göklerde ve yerde olan (herşey) Allah'ı tesbih eder. Mülk O'nundur" (Teğabün, 1) buyurmuştur. O'ndan daha büyük Hükümdar yoktur. Çünkü O, bütün herşeyin yaratıcısı ve mâlikidir. Herşey O'nun kudretinde ve tasarrufu altındadır. Gece ve gündüz, hatta bütün zamanlar herşey O'nu tesbih eder. Nitekim bu sûrenin başında da aynı husus ifade edilmiştir. Mülkün tamamı O'nun olunca, bu demektir ki O, mutlak manada Melik'tir ve bütün herşey O'nun yaratmasıyla meydana gelince, bu demektir ki O, Mâliktir. Mâlik ve melik olan ise, memlûkden (sahip olunan şeylerden) daha kıymetli ve daha şereflidir. Şu halde o, Kendisinden şeref ve izzet anlaşılan bir takım sıfatlarla muttasıftır. Dolayısıyla O'nda, O, kuddûstür. Bu sebeple ayetteki, "melik" lafzı, Cenâb-ı Hakk'da yüce sıfatların bulunduğuna; "Kuddüs" lafzı da, bu yüce sıfatları O'ndan nefyedecek olan hiçbirşeyin bulunmadığına bir işarettir. Gazalinin buradaki "kuddûs" lafzına, "O, kendi dostlarının (evliyaullah'ın) gönlüne ve aklına gelen şeylerden münezzehtir" manasını verdiği rivayet edilmiştir. "Kuddüs"ün ne demek olduğu daha önce de geçmişti. Yine "azîz" ve "hakîm" kelimelerinin ne demek olduğu daha evvel izah edilmişti. Ayette yer alan bu sıfatlar, "medh" üzere ref ile de okunmuştur ki buna göre kelamın takdiri, "O, Hükümdardır; O, Kuddüs'tür; O Azîz'dir; O, Hakîm'dir" şeklinde olur. Eğer bu sıfatlar mansub okunacak olsalardı, yine i'rab bakımından bir izahı yapılabilirdi. O zaman tıpkı arapların "Hamde ehil olarak, hamd Allah'a mahsustur" şeklindeki sözü gibi olurdu. Bunu Keşşaf sahibi, böyle izah etmiştir. Ayetle ilgili şöyle bir kaç bahis vardır: "Birinci Bahis: Hak teâlâ ayette "Allah'ı tesbih eder" buyurmamış da, "Allah için tesbih eder" buyurmuştur, bunun hikmeti nedir? Deriz ki; Bu, kendisinde iki şekilde kullanılış mümkün olan şeyler cümlesindendir. Bu tıpkı, (Ona teşekkür etti), (Ona nasihat etti) şekilleri gibidir. İkinci Bahis: "Kuddüs" lafzı, selbî sıfatlardandır. (Allah'a yakışmayan şeyleri, O'ndan nefyeden, O'nda olmadığını belirten sıfatlardandır). Bunun manasının, "mübarek" (bereket veren?) olduğu da söylenmiştir. Üçüncü Bahis: "Hakîm" sıfatı, Allah'dan başka varlıklar için de kullanılır. Nitekim Lokman Sûresi'nde, Lokman (aleyhisselâm) için bu sıfat kullanılmıştır. Deriz ki: Muhakkik âlimlere göre "hakîm", eşyayı (nesneleri) yerliyerine koyan demektir. Allahü teâlâ da işte bu manada hakimdir. Hak teâlâ, Kendisinin birliğini ve herşeyden münezzeh olduğunu bildirdikten sonra, nübüvvet (peygamberlik) müessesesini ele alarak, şöyle buyurmuştur: 2"O, ümmîler içinde, kendilerinden bir peygamber gönderendir. Resul onlara Allah'ın ayetlerini okur, onları arındırır, onlara kitabı ve hikmeti öğretir. Halbuki onlar daha evvel, gerçekten apaçık bir sapıklık içinde idiler". Ümmî, onlar ümmî kitabı olmayan, herhangi bir kitap okuyup yazmayan ümmî bir topluluk oldukları için, "arap topluluğuna mensup kişi" demektir. İbn Abbas (radıyallahü anh), Cenâb-ı Hakk'ın bu kelime ile, kitapları olmayan ve kendilerinden hiçbir peygamber gönderilmemiş olan kimseleri kastettiğini söylemiştir. Keza "ümmî"nin, yaratıldığı hal üzere kalan, öylece hareket eden kimse manasına geldiği de söylenmiştir. Bu kelime, sonundaki nisbet yâ'sı hazfedilmek suretiyle, şeklinde de okunmuştur. Nitekim Hak teâlâ da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kastederek, "Onlardan bir peygamber" buyurmuştur ki bu, "Onun nesebi, onların nesebindendir, onların soyundandır. O halde bu peygamber de onların cinslerindendir" demektir. Nitekim Hak teâlâ bir başka ayetinde, "Size, sizden olan bir peygamber geldi..."(Tevbe,128) buyurmuştur. Me'ânî âlimleri Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de kendilerine gönderildiği o toplum gibi ümmî olduğunu; önceki kitaplarda onunla ilgili müjdelerin de, onun ümmî olduğunu gösterdiğini; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu sıfatla muttasıf oluşunun, Allah'dan getirdiği o hikmet konusunda, yazmak suretiyle desteklenmiş olduğu vehminden uzak olduğunu, dolayısıyla da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in durumunun, gönderildiği o ümmetin durumuna denk olduğunu; böyle oluşun ise, kişileri onu tasdike ve onun doğruluğuna inanmaya daha fazla yaklaştıracağını söylemişlerdir. Ayetteki, "Resul, onlara Allah'ın ayetlerini okur" cümlesi, "Kendisinin peygamberliğini ortaya koyup açıklayan delilleri serdeder" demektir. Buradaki "ayetleri" ifadesi ile, şer'î hükümlerin kendisinden çıktığı ve sayesinde, hakkın batıldan ayırdedildiği ayetlerin, yani Kur'ân ayetlerinin kastedilmiş olması da mümkündür. "O peygamber, onları arındırır" yani onları şirk pisliğinden ve şirk dışındaki diğer pis söz ve fiillerin pisliklerinden onları temizler. Bazıları bu ifadeye: "Onları ıslah eder, yani, sayesinde temiz ve müttakî olacakları şeye uymaya, onları davet eder" manasını vermişlerdir. Ayetteki, "Onlara kitabı ve hikmeti öğretir" ifadesine gelince, buradaki "kitab", okunan ayetler; hikmet ise, farzlardır. O peygamber onlara, Allah'ın ayetlerini okuyup, sünnetini öğrettiği için, buradaki "hikmet" ile, sünnet-i Resulüllah'ın kastedildiği de söylenmiştir. Yine buradaki "kitab"m, "nas" olan ayetler; "hikmet"in ise o ayetlerdeki manalar olduğu da söylenmiştir. Buradaki "kitab" ile Kur'ân ayetlerinin; "hikmet" ile de, o ayetlere nasıl sımsıkı sarılmak gerektiğinin anlatılışının kastedilmiş olması da mümkündür. Ayetteki, "Halbuki onlar daha evvel gerçekten, apaçık bir sapıklık içinde idiler" cümlesinin manası açıktır. Çünkü onlar, daha evvel putlara tapıyor idiler ve apaçık bir delalet, yani şirk içinde idiler. Derken o peygamber gelip, onları Allah'ın birliğini kabul etmeye ve içinde bulundukları yanlış inanç ve hareketlerden vazgeçmeye davet etti. Bu ifadeyle ilgili şöyle bir kaç bahis var: Birinci Bahis: Ehl-i kitab bu ayeti delil getirerek, "O, ümmîler içinde kendilerinden bir peygamber gönderdi" ayeti, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, sadece ümmîlere, yani araplara peygamber olarak gönderildiğine delâlet eder" demişlerdir. Fakat bu istidlal tutarsızdır. Çünkü birşeyin, özellikle bahsedilmiş olmasından, onun dışında kalan şeylerin söz konusu olmadığı neticesi çıkmaz. Baksana Cenâb-ı Hakk, "Sen o (kitabı) sağ elinle de yazmadın"(Ankebut.48) buyurmuştur. Ama bu ifadeden, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onu, sol eliyle yazdığı manası çıkmaz. Bir de eğer, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) sadece araplara gönderilmiş bir peygamber olsaydı, o zaman bu, "seni ancak bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak bütün insanlara bir peygamber olarak gönderdik" (Sebe, 28) ayetine ters düşerdi. Bu hususta ittifak olduğu için, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin hususiliğini (sadece araplara olduğunu) kabul etmek imkânsızdır. Böylece, "bütün insanlara" ifadesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bütün herkese gönderildiğinin delili olmuş olur. Başka Milletlerin İslâm'a Gireceklerini Bildirme 3Âyetin tefsiri için bak:4 4"(O peygamber) onlardan, henüz kendilerine katılıp erişmemiş bulunan diğerlerine de (kitabı ve hikmeti öğretir). Allah azizdir, hakimdir. Bu, Allah'ın dilediğine vereceği bir lütfudur. Allah büyük fazl-u kerem sahibidir". Ayetteki "diğerlerine" ifadesi, geçen ayetteki "ümmîler" ifadesine atfedilmiş olup, "o peygamber onlardan başkalarına da peygamber olarak gönderilmiştir" demektir. Müfessirler şöyle derler: "Bunlar, hangi milletten olursa olsun, arabın dışında kalan diğer bütün milletlerdir." Bu görüşü, İbn Abbas (radıyallahü anh) ve bir gurub müfessir belirtmişlerdir. Mukâtil ise, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifade ile, evvelkilere ulaşamayan topluluklardan, onlara tâbi olanları kastettiğini söylemiştir. Netice olarak diyebiliriz ki: Bu husustaki bütün görüşler varıp şu neticeye dayanır; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sonra, kıyamete kadar, İslâmiyet'e girecek olan herkes hakkında bu ayet geneldir. Dolayısıyla ayette geçen "ümmî" sözü ile araplar, "diğerleri" sözü ile de onların dışında kalan milletler kastedilmiştir. "Âharîn" ifadesi, mecrûr olan "ümmiyyîn" üzerine matuf olduğu için, mecrûrdur. Yine bu ifade, geçen ayetteki (onlara) zamirine ma'tûf olarak mansub da sayılabilir. Bu durumda mana, "O peygamber, ümmîlere ve yine onlardan olan diğerlerine kitap ve hikmeti öğretir" şeklinde olur. Cenâb-ı Hakk, müslüman oldukları zaman, artık o ümmîlerden sayılacakları için bu "diğerleri"nin de "ümmiler"den olduğunu söylemiştir. O halde, cinsleri-ırkları farklı bile olsa, bütün müslümanlar tek bir ümmettir. Nitekim Hak teâlâ, "Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, birbirinin dostu ve yardımcısıdır"(Tevbe,71) buyurmuştur. Ama peygamberi tasdik etmeyen ve onun dinine girmeyenlere gelince, hernekadar o peygamber, tabliğ (çağrı) açısından herkese gönderilmiş ise de, ayetteki, "... diğerleri" ifadesine dahil olmaktan çok uzaktırlar. Çünkü Hak teâlâ önceki ayetinde "Bu, onları arındırır, onlara kitap ve hikmeti öğretir" buyurmuştur. Halbuki mü'min olmayanlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kendilerine kitap ve hikmeti öğrettiği kimseler cümlesinden değildirler. Allahü teâlâ, her bir insanda, Kendisine boyun eğme ve muhtaç olma eseri bıraktığı için "azîz"; bütün mahlûkatta, birliğine şâhid olan şeyler yarattığı için de "hakîm"dir. Hak teâlâ "Bu, Allah'ın dilediğine vereceği bir fazlıdır. Allah büyük fazl-u kerem sahibidir" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), Allah'ın buradaki "fazl" ile, arap olmayanları ve onların nesillerini Kureyş'e (arab'a) katmasını kastettiğini söylemiştir ki bu, "Onlar iman ettiklerinde, fazl derecesi bakımından, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı görüp müşahede edenlere katılırlar ve onlar bu "fazl" hususunda o evvelkilere ortak olurlar" demektir. Mukâtil ise, ayetteki, "Su, Allah'ın ... bir fazlıdır" ifadesi ile, İslâmiyet'i kastettiğini ve onu dilediğine vereceğini söylemiştir. Mukâtil b. Hayyan da, buradaki "fazl" ile, peygamberliğin kastedildiğini, Hak teâlâ'nın peygamberliği dilediği kimseye vereceğini, dolayısıyla bu peygamberliği Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e nasib ettiğini söylemiştir. Ayetteki, "Allah büyük fazl-u kerem sahibidir" cümlesi, biraz önce de geçtiği gibi, "dünyada kitab ve hikmeti öğretmesi suretiyle bütün mahlukata büyük lütuf sahibidir. Ahirette de yapılan ibadetlere çok mükâfaat vermek suretiyle de kerem sahibidir" demektir. Allah'ın Hükmünden Yüzçevirenler Hak teâlâ daha sonra, Tevrat'taki hükümlerle amel etmekten ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmekten yüz çeviren o yahudilere bir benzetme yaparak şöyle buyurmuştur: 5"Kendilerine Tevrat yükletilip de, sonra onu taşımayanların hâli, koca koca kitaplar taşıyan eşeğin hâli gibidir. Allah'ın ayetlerini yalan sayan kavmin hâli ne kötüdür! Allah zâlimler güruhunu muvaffak etmez". Bil ki Allahü teâlâ birliğinden ve peygamberlik müessesesinden bahsedip, peygamberlik konusunda, o yahudilerin ilgili ayetin, mefhum-u muhalifinden hareket ederek, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sadece araplara peygamber olduğu-kendilerine peygamber olmadığı şüphesini ortaya attıkları için, onun, hem ümmî araplara, hem de yahudilere gönderilmiş bir peygamber olduğunu beyan edince, bunun peşinden, Tevrat ile amel etmekten ve (dolayısıyla) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i tasdik etmekten yüz çeviren yahudilere bir mesel getirmiştir. Bu darb-ı meselin anlatmak istediği şey şudur: O yahudiler, Tevrat'takilerle amel etmeyince, eşeğe benzetilmişlerdir. Çünkü onlar, eğer Tevrat'ın gereğine göre amel edip davransalardı, ondan istifade etmiş ve böyle bir şüpheyi ortaya atmamış olurlardı. Çünkü Tevrat'ta Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, sıfatları, onun peygamber olarak gönderileceği müjdesi ve onun getirdiği dine girmek gerektiği hükmü yer almıştı. Ayetteki, ifadesi, "Tevrat'taki hükümlerle amel etme ve hükümlerini yerine getirme mükellefiyetini yükletilenler..." demektir. (......) kelimesi, şeddesiz olarak da okunmuştur. "Nazm" müellifi şöyle der: Bu kelime, sırta yük almak manasına gelen "hami" masdarından değil, "üstlenmek, tekeffül etmek" manasına gelen hamâle masdarındandır. Kefile, "hamîl" denilişi de bundan ötürüdür. Buna göre mana, "Tevrat'ın hükümlerini önce üstlenip (kabul edip), sonra da gereğini yerine getirmeyen ve Tevrat'taki hükümlerle amel etmeyenlerin hali...." şeklinde olur. Esmaî de, "hamîtin kefil manasına geldiğini söylemiştir. Kisâî de, "onu üstlendim, onu tekeffül ettim" manasında, ifadesinin kullanıldığını söylemiştir. Ayetteki "esfâr" kelimesi "sifr"in çoğulu olup, bu, "büyük kitab" demektir. Çünkü böylesi kitab okunduğunda manaları açığa çıkarır. Bunun bir benzeri de, şibr (çoğulu: eşbar) (karışlar) kelimesidir. Yahudiler, Tevrat'takilerle, yani Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmeleri gerektiğini bildiren hükümlerden istifade etmeyince, İlmî kitapları taşıyan, ama o kitaplarda ne var - ne yok bilmeyen eşeğe benzetilmişlerdir. Me'ânî alimleri şöyle demişlerdir: Bu benzetme, Kur'ân'ın manasını anlayıp da, onunla amel etmeyen ve Kur'ân'dan, ona ihtiyacı olmayanların yüz çevirişi gibi, yüz çeviren kimseler için yapılmıştır. İşte bundan ötürü, Meymûn b. Mihran, "Ey Kur'ân ehli, Kur'ân sizin neşenize düşmezden (sizden hesap sormazdan) önce, Kur'ân'ın peşine düşün, ona tâbi olun" demiş, sonra da bu ayeti okumuştur. Emaneti Layıkıyla Taşımadılar Ayetteki, "Sonra da onu taşımayanlar" ifadesi, daha önce de anlattığımız gibi, "o kitabın hakkını vermeyenler ve onu gerçek manada taşımayanlar..." demektir. Böylece Hak teâlâ, ellerinde Tevrat olduğu halde, onunla amel etmeyen o yahudileri, taşıdığı şeyden istifade etmeyen, sadece sırtında ağır bir yük hisseden, kitap taşıyıcısı eşeklere benzetmiştir. İşte aynen bunun gibi, yahudilerin de, kitaplarından kendilerine kalan şey, o kitabın, onların aleyhlerine taşıdığı delillerin ve mesuliyetin yüküdür. Daha sonra Hak teâlâ, aslında yahudilerin bizzat kendilerini kınamayı kastettiği halde "onların benzerlerinin halini" kınayarak, "Allah'ın ayetlerini yalan sayan kavmin hâli ne kötüdür!" buyurmuştur ki bu, "Hal bakımından, o kavim ne kötüdür!" demektir. Bu tıpkı, bir başka sûredeki, "Bizim ayetlerimizi yalanlayan o kavim, hal bakımından ne kötü!" (A'raf, 177) ayeti gibidir. Buradaki, (......) kelimesi, i'rabta, mahallen merfûdur. Mahallen mecrûr sayılması da mümkündür. Velhasıl, onların yalanları, yani Allah'a karşı iftirada bulunup, Allah adına yalan söylemeleri çok ileri gidince, bu, kötülüğün ve bozgunculuğun zirvesinde birşey olmuş olur. İşte bu sebepten ötürü Hak teâlâ "Allah'ın ayetlerini", yani "Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin doğruluğunu gösteren ayetlerini yalanlayan o kavmin hâli ne kötüdür!" buyurmuştur. Bu, Ibn Abbas (radıyallahü anh) ve Mukatil'in görüşüdür. Buradaki "ayetler" ile, Tevrat'ın kastedildiği de söylenmiştir. Çünkü o yahudiler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmeyince, aslında Tevrat'ı yalanlamış oldular. Bu mana buraya daha uygundur. "Allah zâlimler güruhunu muvaffak etmez, onlara hidayet etmez." Atâ, Cenâb-ı Hakk'ın, bununla peygamberlerini tekzib etmek suretiyle, kendilerine zulmedenleri kastettiğini söylemiştir. Burada şöyle bir kaç bahis var: Birinci Bahis: Hayvanlar içinde özellikle eşeğin burada zikredilmesinin sebeb-i hikmeti nedir? Deriz ki: Bunun şöyle bir çok izahı yapılabilir: 1) Allahü teâlâ, atı, katırı, eşeği, binmemiz için ve bir zinet (süs) olmaları için yarattığını söylemiştir. Zinet olma hususiyeti atta, binmeye ve üzerine birşey yüklemeye nisbetfe daha fazla; katırda daha az, eşekte ise katırdan da azdır, o hafae katır, bu üç bakımdan, ortada yer alır. Bu durumda da eşeğin, taşımacılıkta ata, katıra ve diğer hayvanlara nisbetle genel ve açık bir üstünlüğü vardır. 2) Bu teşbih ve temsil (benzetme), cehaleti ve ahmaklığı anlatmak için yapılmıştır. Bu iki özellik ise, eşekte daha çok görülür. 3) Eşekte, başka hayvanlarda bulunmayan, değersizlik ve hakirlik vardır. Buradaki ifadenin maksadı ise, o yahudileri bu şekilde ayıplayıp, onlara böylece hakaret etmektir. Binâenaleyh burada, bunun için eşeğin seçilmesi daha uygun ve münasibtir. 4) Daha kolay baş eğdiği, kolayca güdüldüğü ve itaatkâr olduğu için, eşek üzerinde o kitapları taşımak daha kolay, daha güvenli, daha tam ve daha yaygındır. Öyle ki eşeğe, hiçbir zorluk ve güçlükle karşılaşmaksızın, aptal bir çocuk bile hâkim olabilir. İşte bu, diğer hayvanların değil de eşeğin burada zikredilmesini gerekli kılan şeylerdendir. 5) Sözde, kelimeler arasında ilgi ve münasebete riayet etmek, sözün ayrılmaz vasıflarındandır. Esfâr (büyük kitaplar) kelimesi ile "hımâr" (eşek) kelimesi arasında da, diğer hayvanlarda (isimlerinde) bulunmayan, lafzî bir münasebet vardır. Binâenaleyh burada "hımâr" kelimesinin zikredilmesi daha uyun düşüyor. İkinci Bahis: Ayetteki (......) cümlesinin i'rabtaki yeri nedir? Deriz ki: Bunun i'rabtaki yeri, Keşşaf sahibinin de kitabında dediği gibi, ya "hal" olmak üzere mahallen mansub, yahut "sıfat" olarak mahallen mecrurdur. Çünkü ayetteki "hımâr" kelimesi tıpkı şâirin, "Yemin olsun ki bana söven kmayıcıya uğradım, "O beni kastetmemiştir" diyerek, oradan savuştum" şeklindeki beytinde bulunan "le'îm" (kınayıcı) kelimesi yerindedir. Üçüncü Bahis: Cenâb-ı Hak, "O kavmin hali ne kötürdür" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk, "mesel" (hal) kelimesini, nasıl böyle vasfetmiştir? Deriz ki: Bu vasıf (sıfat), hernekadar, zahiren "mesel" kelimesinin ise de, aslında "kavm" kelimesinin sıfatıdır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Hali şöylece olan bu kavim ne kötüdür" demektedir. Hak teâlâ daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onlara şöyle hitab etmesini emretmiştir: 6Âyetin tefsiri için bak:7 7"De ki: "Ey yahudiler, insanları bir tarafa bırakarak Allah'ı dostları gerçekten sadece sizlerin olduğunuzu iddia ediyorsanız ve doğru söyleyenlerseniz, hemen ölümü temenni edin." Onlar, yaptıkları şeyler yüzünden bunu ebediyyen istemezler. Allah o zâlimleri çok iyi bilendir". Bu ayet, daha önce izahı geçen hususlar cümlesindendir. Ayetteki, hitabı vav'ın kesresiyle de okunmuştur, ifâdesi, "yahudi olanlar" manasınadır. Yahudiler, "Biz, Allah'ın oğulları ve akrabalarıyız" diyorlardı. Şimdi onlara "Eğer sözünüz samimi ise ve bu hususta kendinize güveniyorsanız, Allah'dan sizi öldürmesini ve dostları için hazırladığı o ikram yurdu (cennetlere) hemen girdirmesini isteyiniz" de. Nitekim şair de şöyle demiştir: "ölüp de rahata eren, aslında ölü değildir. Gerçek ölü olan, diri iken ölmüş olanlardır." Binâenaleyh eğer onların durumları böyle ise şüphesiz onlar hemen ölümü isterler. Cenâb-ı Hakk, sonra, "Onlar, yaptıkları şeyler yüzünden, yani daha önceki inkârları ve Allah'ın ayetlerini tahrif etmeleri yüzünden, Ölümü ebediyyen istemezler" buyurmuştur. Hak teâlâ bu hususu bir keresinde, te'kidli ifade ile, (Bakara. 95) şeklinde bir keresinde de te'kidsiz olarak, şeklinde beyan etmiştir. Ayetteki, "Allah zâlimleri çok iyi bilendir" ifadesi, "Allah, ayetlerini tahrif etmeleri, o ayetler karşısında inad etmeleri ve diretmeleri gibi yaptıklar zulümleri çok iyi bilir" demektir. 8"De ki: "Sizin gerçekten kaçıp durduğunuz o ölüm, mutlaka size gelip çatacaktır. Sonra, gaybı da şahadeti de bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O, size yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir". Bu, "Allah'ın ayetlerini tahrif ve benzeri, yaptığınız şeyler yüzünden kendisinden kaçtığınız o ölüm yok mu, işte o, şüphesiz gelip sizi bulacaktır. Kaçmanız fayda vermeyecek. Sonra hepiniz, gaybın ve şahadeti, yani görünen ve görünmeyeni bilen o yüce Zat'ın huzuruna götürüleceksiniz. Yani Tevrat ve İncil'den halka söylediğiniz şeyler ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sıfatları ile ilgili olanlar gibi, halka söylemeyip gizlediğiniz ve onun peygamberliğini yalanlama hususunda içinizde sakladığınız şeyleri bilene döndürüleceksiniz de, "O size yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir." İster bizzat kıyamet gününde huzuruna varmanız suretiyle, ister yaptıklarınıza karşılık vermesi suretiyle olsun, bütün yaptıklarınızı size iyice haber verecek. Eğer yaptıklarınız iyi ve güzel ise, karşılığı da iyi ve güzel olacak; yok eğer kötü ve çirkin ise, karşılığı da kötü ve çirkin olacaktır. Binâenaleyh, ayetteki, "Kaçıp durduğunuz o ölüm" tabiri ahirette onlara faydalı olacak şeyler hususunda koşturmaları - gayret etmeleri gerektiğine dikkat çeken bir itadedir, "O, size yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir" ifadesi ise, alabildiğine bir tehdid ve şiddetli bir va'iddir Ayetle ilgili şöyle bir kaç bahis var: Birinci Bahis: Bu ifadenin (şartın) cevabının başına, ism-i mevsûlü şart manasını taşıdığı için, "fâ" edatı getirilmiştir. Ibn Mes'ûd (radıyallahü anh), bunu fâ'sız olarak (......) şeklinde okumuştur. İkinci Bahis: İster kaçsın, ister kaçmasınlar, ölüm her halükârda onların başına gelecektir. Binâenaleyh ayetteki, şarta (ayırıma) ne gerek var? Cevaben denilir ki: Bu, onların tutumunu reddetmek için getirilmiş bir şarttır. Çünkü onlar bu kaçışlarının, kendilerini o ölümden kurtaracağını sanıyorlardı. Nitekim şâir bunu, şu şiirinde, gerçek şart ile, açık ve net bir biçimde ifade etmektedir. "Kim, ölüm sebeplerinden korkar, kaçarsa, göklerin yücelerine merdivenle çıkabilse bile, o ölüm, ona yetişir." 9Âyetin tefsiri için bak:10 10"Ey iman edenler, Cum'a günü namaz için çağrıldığınız zaman hemen Allah'ı zikre gidin, alış-verişi bırakın. Bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır. Artık o namazı kılınca, yeryüzüne dağdın ve Allah'ın fazlından arayın. Allah'ı çok anın. Tâki felaha eresiniz". Bu ayetin daha önceki ayetlerle münasebeti şudur: Yahudiler, dünya metâı ve onun leziz şeylerinden dolayı, ölümden kaçmak istiyorlardı. İman edenler ise, aynı şekilde dünya metâından ve onun leziz şeylerinden dolayı, alış-veriş yapıyorlardı. İşte bu sebeple Allahü teâlâ, "... Allah'ın zikrine koşun..." emriyle, onların dikkatlerini çekmiştir ki bu, "Ahirette size, fayda verecek olan şeye koşun" demektir. Bu da, Cuma namazında bulunmaktadır. Zira, dünya ve onun metâı, fâni; âhiret ve ondakilerse bakî ve ebedidir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Ahiret ise daha hayırlı ve daha bakîdir" (A'la, 17) buyurmuştur. Bu ayetin kendinden öncekilerle münasebeti hususunda yapılabilecek bir diğer izah da şudur: Bazı kimseler şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, şu üç şey hususunda, yahudilerin sözünü çürütmüş ve boş çıkartmıştır: a) Yahudiler, kendilerinin, Allah'ın dostları ve sevgilileri olmakla övünüyorlardı da, Allahü teâlâ, "O halde eğer sözünüzde sadık iseniz, Ölümü temenni ediniz" (Cum'a, 6) hitabıyla onları yalanlamıştır. b) Yahudiler, kendilerini ehl-i kitab olması o arabların ise, kitablarının bulunmaması ile övünüyorlardı. Böylece Cenâb-ı Hakk onları, koca koca kitaplar taşıyan eşeklere benzetmiştir. c) Yahudiler, kendilerinin Yevmi Sebt'i (Cumartesi günü) bulunması, müslümanların ise böyle bir günlerinin bulunmaması ile övünüyorlardı. Bu sebeple de Cenâb-ı Hakk, müslümanlara Cum'a gününü meşru, saygıya lâyık bir ibâdet günü yaptı. Cenâb-ı Hak "çağrıldığında, nida edildiğinde" buyurmuştur. Bu, "İmam cum'a günü, minberin üzerine oturduğu zaman okunan ezan vasıtasıyla..." demektir. Bu, Mukâtil'in görüşüdür. Durum da, Mukâtil'in dediği gibidir. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, bunun dışında başka bir nida (ezan) yoktu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) minberin üzerine oturduğunda, Bilâl-i Habeşî, mescidin kapısının önünde ezan okurdu. Bu durum, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) zamanında böyleydi. Cenâb-ı Hak "namaz için" buyurmuştur ki bu, "namaz vakti için" anlamındadır. Bunun böyle oluşunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Cum'a gününün namaz vakti için" ifadesidir. Zira, "namaz", günden olmaz; ancak namazın vakti, "günden bir parça" olur. Leys ise şöyle demiştir: "Cum'a günü, insanların o günde toplanmaları için seçilmiş ve tahsis edilmiş bir gündür." "Cum'a" kelimesi, şeklinde çoğul yapılır. Selman-ı Farisi (radıyallahü anh)'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Adem'in yaratılışı bu günde tamamlandığı için, Cum'a gününe bu ad verilmiştir" Münsed, 2/311. Bu güne bu adın verilişi hususunda şu da rivayet edilmiştir: Allahü teâlâ bu günde, eşyayı yaratmayı bitirdi; derken, yaratılanlar, işte bu gündeki araya toplandılar. Ferra da şöyle der: "Bu kelime, üç türlü okunur: Tahfif ile Cum'a olup, A'meş'in okuyuşudur. Teskîl ile (sükûnsuz olarak) cum'a olup; âmmenin kıraati olup, aynı zamanda Ukayl oğullarının lehçesidir. Cenâb-ı Hak, " Allah'ı zikretmeye koşun" buyurmu ki, bu, gidin ..." demektir. Bu kelimenin, "yürüyerek gidin..." anlamına geldiği de ileri sürülmüştür. Bu izaha göre, bu kelimenin manası, "koşmak" değil, "yürümek" olur. Ferrâ da şöyle demiştir: (mudıyy, geçip gitmek), bunlar, aynı anlamdadır. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in şöyle yaptığı rivayet edilmiştir: "O, şeklinde okuyan birisini duyunca, "Sana, bunu kim okuttu?" dedi; bunun üzerine o adam da, Ubeyy..." dedi... Bunun üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), "O, mensûh olan ifadeyi okumaya devam etmiş... Eğer olsaydı, ben, cübbem sırtımdan düşecek kadar hızla koşardım, sa'yederdim..." dedi. Buradaki sa'y kelimesiyle, "koşmak" manası değil de, "yönelmek, kastetmek" anlamının kastedildiği de ileri sürülmüştür. Çünkü "sa'y", her işte tasarrufta bulunma anlamına gelir. Nitekim "Artık o, yanında koşmak çağma erince..." (Sâffât, 102) ayetinde böyledir. Hasan el-Basrî ise şöyle der: "Allah'a yemin olsun ki, bu, ayaklar üzerinde yapılan koşma değildir. Ne var ki bu, kalb ile, niyyetle, arzu ile vb. şeylerle sa'yetmektir, yönelmektir..." O halde buradaki "sa'y", bazı kimselere göre, "amel" anlamındadır ki, bu, İmam-ı Mâlik ile İmam-ı Şafiî'nin mezhebidir. Çünkü, Allah'ın kitabında "sa'y", "amel" anlamındadır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Ayrılıp arkasını döndüğünde, yeryüzünde (fesada) koşar, çalışırdı..." (Bakara, 205) ve "Muhakkak ki, sizin işiniz farklı farklıdır..." (Leyl, 4) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de, şu rivayet edilmiştir:"Namaza geldiğinizde (yani gittiğinizde), ona, koşarak gelmeyin. Ancak ne var ki, ona, vakarla muhafaza ederek, ağır ağır geliniz" Müslim, Mesâctd, 151- 153 (1/420-4 21) Buhâri, Cuma, 18. Fukaha, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Cum'a'ya her geldiğinde, ağır ağır, vakar içinde geldiği hususunda ittifak etmiştir. Cenâb-ı Hak, "Allah'ı zikretmeye" buyurmuştur ki, buradaki "zikr" kelimesiyle, müfessırlerin çoğuna göre, Cum'a hutbesi kastedilmiştir. Bu kelime ile, "namaz" manasının da kastedildiği ileri sürülmüştür. Bu ayetle ilgili şer'î hükümlere gelince, bunlar, fıkıh kitaplarından anlaşılan şeylerdir. Cum'a Namazı Sırasında Ticarete Paydos Cenâb-ı Hak, "Alış-verişi bırakın..." buyurmuştur. Hasan el-Basrî, "Cum'a günü, müezzin nida ettiğinde, artık alış-veriş caiz olmaz" buyururken, Atâ, "Güneş, zeval vaktine girdiğinde, alış-veriş haram olur" demiştir. Ferrâ da şöyle demiştir: "Cum'a günü namaz için nida edildiğinde, insanlar bir araya gelsinler ve herkese, bütün iyilikler ulaşsın diye, alış-veriş haram kılınmıştır".. Cenâb-ı Hak, "Sizin için neyin daha hayırlı ve neyin daha faydalı olduğunu bilirseniz, bu sizin için, ahirette daha hayırlıdır" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak; "Namaz ifa edildiğinde, yani, Cum'a günü farzı edâ ettiğinizde, yeryüzüne dağılm" buyurmuştur ki, buradaki emir, "ibâha" ifade eder. Çünkü, "dağılma"nın mubah oluşu, namazın farzının eda edilmesiyle ortadan kalkmaktadır. Binâenaleyh, namaz kılınınca, ibâha oluş, yeniden avdet etmektedir. Dolayısıyla da, insanlar için, yeryüzüne dağıtmaları ve Allah'ın fadlından, yani O'nun rızkından istifade etmeleri mubah olur. Bunun bir benzeri de, "Rabbinizin adlından aramanızda, üzerinize bir beis yoktur"(Bakara, 198) ayetidir. İbn Abbas, ilgili ayete şu manayı vermiştir: "Namaz bitirdiğinde, istersen çık, istersen ikindiye kadar namaz kıl, istersen otur..." Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'ın fazlından arayın" ifadesi de, Cenâb-ı Hakk'ın, "alış-verişi terkedin" hitabıyla konan yasaktan sonra, ticaret yoluyla rızık aramak için ibâha ifade eden bir emir sigasıdır. Mukâtil'in bu kelimeye, "Allah, onlara, namazdan sonra rızık talep etmelerini mubah kılmıştır. Binâenaleyh, isteyen çıkar, isteyense çıkmaz" manasını verdiği rivayet edilmiştir. Mücâhid de, "İsteyen, yapar; isteyen yapmaz.." demiştir. Dahhâk de şöyle der: "Bu, Allah tarafından verilmiş bir izindir. Dolayısıyla, kişi, namazını bitirdiğinde, isterse çıkar, isterse oturur. Ama, Allah'ın fazlından arama hususunda efdal olan, kişinin, rızkını yahut salih evlâdı, yahut faydalı ilmi, veyahutta benzeri güzel şeyleri talep etmesidir." Ama, daha açık olan görüş, birincisidir. İrak ibn Mâlikin de şöyle yaptığı rivayet edilmiştir: "O, Cum'a namazını kılınca, mescidin kapısının yanında durur ve "Allah'ım, davetine icabet ettim, farzını edâ ettim; emrettiğin gibi, yayılıp dağılmak istiyorum. Sen de, beni fazlından rızıklandır. Çünkü Sen, rızık verenlerin en hayırlısısın" derdi. Ayetteki, "Allah'ı çok anm" emrine gelince, Mukâtil, buradaki "zikr"in, lisân ile yapılan zikr olduğunu söylerken, Saîd ibn Cübeyr buradaki "zikr" ile "tâat" manasının kastedildiğini söylemiştir. Mücâhid de, "Kişi, ayakta, oturarak, yatarken Allah'ı zikretmedikçe, O'nu çokça zikredenlerden olamaz" demiştir ki, buna göre mana, "Ticarete başvurduğunuzda, defalarca alış-veriş ettiğinizde, hep Allah'ı çokça anın, zikredin..." demektir. Nitekim Cenâb-ı Hakk da, "(öyle) adamlar (vardır ki), onları ne bir ticaret, ne bir alış-veriş Allah'ı zikretmekten alıkor.." (Nûr, 37) buyurmuştur. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'den, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Çarşıya çıktığınızda, "Bir olan, eşi ve benzeri olmayan Allah'tan başka ilâh yoktur. Mülk O'nundur. Hamd, O'na mahsustur. Öldüren de dirilten de O'dur. Ve O, herşeye kadirdir" deyiniz. Kim bunu söylerse, Allah onun defterine, milyonlarca sevap yazar ve onun milyonlarca günahını bağışlar ve onun derecesini milyonlarca yükseltir." Müslim, Cum'a, 19-21 (2/585-586); Buhârî, Cum'a, 10. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ta ki felaha eresiniz..." ifadesine gelince, bu, tefsiri defalarca geçen ifadeler cümlesindendir. Ayetle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Cenâb-ı Hakk'ın, Cum'a gününde böyle bir mükellefiyeti meşru kılışının hikmeti nedir? Biz deriz ki, Kaffâl şöyle der: "Allahü teâlâ, mahlûkatı yarattı, böylece onları yokluk aleminden varlık âlemine çıkardı. Derken onları, cansız, büyüyüp gelişen (bitki) ve hayvanlar olarak kısımlara ayırdı. Derken, cansızların dışında kalanlar da, muhtelif çeşitlere ayrıldı. Meselâ, hayvanlar (behâim), melekler, cin ve insan... bunlardandır. Sonra, bunlar da, ulvîlik ve süflîlik bakımından farklı farklı yerler işgal ettiler. Süflî alemin en kıymetlisi insan olmuştur. Çünkü, terkiplerinin ilginçliğinden; Allahü teâlâ'nın kendilerine konuşma liyâkati verip, onlara akıl ve sayesinde serî hükümlerle teabbüdün ve kulluğun zirvesine ulaşıldığı bir takım karakterler yerleştirmesinden ve bu lütfün yüceliği ve kendilerine bağışlanan şeyin azameti insanlar tarafından anlaşılıp gizli kalmayınca, mahlûkatın yaratılışının tamamlandığı haftanın yedi gününden bu Cum'a günündeki ikrama mukabil, şükür ile emrolundular. Bu, onların, bu günde bir araya gelişlerinde Allah'ın kendilerine inam ettiği nimetlerin yüceliğine dikkat çekmek içindir. Onların durumları böyle olunca, insanlar, ta yaratıldıklarından beri, hep Cenâb-ı Hakk kendilerine verdiği nimetler içindedirler. Dolayısıyla da, Allah'ın lütfü, İnsanlar bunu hak etmeden önce onların üzerinde sabittir.. Belli milletlerden her birinin, haftanın o yedi gününden, kendisine saygı gösterdiği bir günü vardır: Meselâ, yahudilerin, cumartesi; hıristiyanların, pazar; müslümanların ise Cum'a'sı vardır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:"Cum'a günü, iştebugün, insanların hakkında ihtilaf ettiği gündür. Cenâb-ı Hakk biz (müslümanlara) bu günü bildirdi Yahudiler için yann, hristiyanlar için ise, yarından sonraki gün (önemlidir)" Müslim, Cum'a, 19-21 (2/585-586); Buhârî, Cum'a, 1. Şükür günü ve sevinç gösterme, nimetleri ortaya koyma (gösterme) günü olduğu için Cum'a gününde, sayesinde o günün şerefinin ortaya konduğu toplanmaya (bir araya gelmeye) ihtiyaç hissedildi de, bayramların adeti gibi, cemaatlar bir araya geldi. Böylece Allah'ın nimetlerini hatırlatmak, şükür nimetlerinin tekrarını sağlayacak şeyi yapmak suretiyle, o nimetlerin sürdürülmesini teşvik için, bu günde hutbe okunmaya ihtiyaç hissedildi. Bu saygının medarı namaz olunca, arzulanan toplanma, tam ve mükemmel olsun diye, bugünün namazı, gündüzün ortasına (öğle vaktine) yerleştirildi. Bu namaz, işte bundan ötürü, daha fazla toplanmayı sağlasın ve daha büyük cemaati biraraya getirsin diye (her beldede) tek bir camide kılınması uygun görülmüştür. Allah en iyi bilendir. Hutbede Zikrullah Dışı Sözler? İkinci Bahis: Hutbede Allah'dan ve başkalarından bahsedildiği halde, daha nasıl, Cenâb-ı Hakk "Allah'ı zikre gidin" diyerek, cum'a hutbesini, Kendisinin zikrine tahsis etmiştir? Biz deriz ki: "Allah'ı zikir" ifadesinden, hem hutbe, hem de namaz kastedilmiştir. Çünkü bu ikisinden herbiri, Allah'ın zikrini ihtiva etmektedir. Ama Allah dışında, meselâ zâlimlerin hutbede anılması, onların medh-ü sena edilmesi ve lehlerine dua edilmesine gelince, bu, (Allah'ı zikir değil), şeytanı zikirdir. Üçüncü Bahis: Hak teâlâ,"Alış-verişi bırakın" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk, insanların işleri arasından, niçin özellikle "alış-veriş" işini zikretmiştir? Deriz ki: Çünkü bu, kişinin gündüzün, geçimle ilgili olarak meşgul olduğu en önemli işlerindendir ve burada ticaretin, o vakitte yapılmaması gerektiğine bir işaret vardır. Bir de alış-veriş (ticaret) genelde, çarşı-pazarda yapılır. Çarşı-pazarda olanların, namazı unutmaları daha fazladır. Binâenaleyh ayetteki bu ifade, gafil olanları uyarmak içindir. Dolayısıyla özellikle alış-verişin zikredilmesi, uygun düşmüştür. Bu esnada alış-veriş yapmak, "haram li-aynihi" değildir. Fakat bu esnada farzdan gaflet etme söz konusudur. Binâenaleyh bu ticaretin hükmü, gasbedilmiş bir arazide kılınan namaz gibidir. Dördüncü Bahis: İlk ile ikinci "Allah zikir" ifadeleri arasındaki farkı nedir? Deriz ki: Birincisi, hiçbir zaman ticaretle birlikte yapılamayacak şeyler cinsinden bir zikirdir. Çünkü birincisiyle, daha evvel de geçtiği gibi, hutbe ve namaz kastedilmiştir. İkincisi ise, "öyle adamlar vardır ki onları, ne bir ticaret, ne de bir alış-veriş Allah'ı zikretmekten ... alıkoymaz" (Nur, 37) ayetinde de bahsedildiği gibi, her işle birlikte yapılabilecek şeyler cümlesindendir. 11"Onlar, bir ticaret, yahut bir oyun-eğlence gördükleri zaman, ona yönelip-dağıldılar, seni ayakta yalnız bıraktılar. De ki: "Allah'ın yanında olan mükâfaat eğlenceden de, ticaretten de daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır". Mukâtil şöyle der: Dıhye b. Halife el-Kelbî (radıyallahü anh), müslüman olmazdan önce, beraberinde çeşitli ticaret malları bulunduğu halde, Şam'dan alış-veriş yapmış olarak çıka geldi. Medine'liler ise, onu davul ile alkışlarla karşıladılar ve bu İş, Cum'a günü oldu. Tam o sırada, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), minberde ayakta hutbe okuyordu. Müslümanlar, bunun için çıktılar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanından ayrıldılar. Camide farklı rivayetlere göre sadece oniki veya sekiz, yahut da kırk kadar kişi kaldı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Eğer bu kalanlar da olmasaydı tepelerine taş yağdınlırdı" dedi ve bu ayet nazil oldu. Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında kalanlar içinde idiler. Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Medinelilere, açlık ve pahalılık arız olmuştu. Derken bir ticaret kervanı çıkageldi. Tam o sırada, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Cum'a hutbesi okuyordu. Müslümanlar kervanın geldiğini duyunca, oraya doğru gittiler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Eğer bu ger ikalanlar da, evvelkilere (gidenlere) tabi olsalardı, şu vadi, onlar üzerine ateş olur cayır cayır yanardı" buyurmuştur. Katâde "Onlar bu işi üç kez yaptılar" der. Ayetteki, "oyun-eğlence" kelimesi ile, davul kastedilmiştir. Çünkü onlar, düğün yaparken davul-zurna çaldırırlardı. Böylece onlar davul-zurna çalarak o kervana gittiler ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i terkettiler. Ayetteki, "Ona yönelip-dağıldılar" cümlesi, "O kervana doğru gittiler, böylece cemaatten ayrıldılar" demektir. Müberred buna, "Ona doğru meylettiler, ona yöneldiler" manasını vermiştir. "Ona" zamiri, "ticarete" demektir. Zeccac da, "ister bu, O ister şeklinde olsun, manası aynıdır ve tıpkı, (Bakara, 45) ayetindeki zamir gibidir. Fakat burada, "ticaret" onlarca daha önemli olduğu için, bu zamirin müennes olmasında, "ticaret"e râci olması nazar-ı dikkate alınmıştır" der. Hak teâlâ, "Seni ayakta yalnız bıraktılar" buyurmuştur. Alimler, bu kıyamın (ayakta kalışın), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Cum'a günü hutbede iken ayakta kalışı olduğu hususunda ittifak etmiştir. Câbir (radıyallahü anh) "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı, hutbede hep ayakta gördüm" der. Abdullah b. Mes'ûd (radıyallahü anh)'a, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, ayakta mı, yoksa oturarak mı hutbe okuduğu sorulunca, o, bu ayeti okumuştur. Ayetteki, "De ki: Allah'ın yanında olan, eğlenceden de, ticaretten de daha hayırlıdır" cümlesi, "Namazın ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le birlikte olmanın mükafaatı, bahsi geçen eğlenceden ve Dıhye'nin getirdiği o ticaret eşyasından daha hayırlıdır" demektir. Rezzak Allah dır "Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır" ifadesi, tıpkı, "Allah, hâkimler hâkimidir" ve "Allah, yaratıcıların en güzelidir" ifadeleri gibidir ve bu, "Faraza başka rızık vericiler bulunsaydı, Allah onların en hayırlısı olurdu" demektir. Şu da ileri sürülmüştür: "Rızık veren " ifadesi, Allah dışındakiler hakkında, ancak mecaz yoluyla kullanılır. Ayrıca hakiki manada "rızık verici" olanın, mecazi manada rızık verici olandan daha hayırlı olduğunda şüphe yoktur. Manevî Şey Hakkında "Görme" Tabiri Birinci Bahis: "Ticaret' ve "eğlence" mefhumları, gözle görülmeyen şeyler cinsindendir. Eğer böyle ise, daha nasıl, Cenâb-ı Hakk, "Bir ticaret, yahut oyun-eğlence gördükleri zaman..." demiştir? Deriz ki: Bununla, ticarete ve eğlenceye yaklaştıran şeyler kastedilmiştir. Bunun bir benzeri de, "Allah'ın kelamını duyana kadar..." (Tevbe,6) ayetidir. Çünkü Allah'ın kelamı da, duyulmaz. Aksine duyulan şey, o kelama delalet eden sestir. İkinci Bahis: Allahü teâlâ, iki şeyden bahsettiği halde, niçin tek zamir getirerek (ona) demiştir? Bu husustaki izahımız biraz önce geçti. Ama Keşşaf sahibi, kelamın takdirinin, "Onlar bir ticaret gördüğünde, o ticarete bir eğlence gördüklerinde de o eğlenceye doğru dağılıp, giderler" şeklinde olduğunu; ama zikredilenin delaletiyle, diğerinin mahzuf olduğunu söylemiştir. Üçüncü Bahis: Ayetteki, "Allah rızk verenlerin en hayirlısıdır" ifadesi, "eğlence" ile değilde, o "ticaret" ile uygunluk arzeder (ne dersiniz)? Biz deriz ki: Aksine bu ifade, her ikisine uygun düşer. Çünkü bahsi geçen eğlence de, ticaretin ayrılmaz bir parçasıdır. Çünkü onlar, daha evvel de geçtiği gibi, ticaret için, davul-zuma çalıyor, sevinçlerini gösteriyorlardı. En iyi bilen Allah'dır. Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a, salat-u selâm da, efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onun âline ve bütün ashabına olsun. (Amin). |
﴾ 0 ﴿