MÜNAFİKÛN SÛRESİBu sûre, onbir ayettir ve Medenîdir. Münafıkların Riyaları 1"Münafıklar sana geldiği zaman, "Şehâdet ederiz ki sen, kesinlikle Allah'ın peygamberisin" dediler. Allah da bilir ki sen, elbette O'nun peygamberisin. Allah o münafıkların hiç şüphesiz yalana olduklarına şehâdet eder". Bu sûrenin, kendinden önceki sûreyle münasebeti şöyledir: O sûre, hem Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvetlerinden, hem de Cenâb-ı Hakk'ın, "Tevrat'ı yüklenenlerin hali (Cuma,5) ayetinde, darb-ı mesel getirerek, peygamberi kalb ve dil ile yalanlayanlardan bahsetmişti. Bu sûre de, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, lisanen değil de, kalben yalanlayanlardan bahsetmiştir. Bu sûrenin başı ile, o sûrenin sonu arasındaki münasebet de şöyledir Cenâb-ı Hakk o sûrenin sonunda, Cum'a namazı için seslenildikten (ezan okunduktan) sonra, mü'minlerin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e saygı duymaları, onun hakkına riayet etmeleri ve edâ bakımından peygambere uymayı, başka şeyleri takdim etmeleri gerektiğine, peygambere saygısız davranıp, başka şeylerin poşine düşmenin, münafıkların huylarından olduğuna dikkat çekmiştir. Yalancılar ise, Cenâb-ı Hakk'ın bu sûrenin başında da buyurduğu gibi, münafıklardır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Münafıklar, yani Abdullah b. Übeyy ve arkadaşları sana geldiği zaman, yani yanına geldiklerinde, "Şehadet ederiz ki sen, kesinlikle Allah'ın peygamberisin" derler" buyurmuştur. Münafıkların sözü burada bitmiştir. Cenâb-ı Hakk, daha sonra söze başlayarak, "Allah da bilir ki sen, elbette O'nun peygamberisin" buyurmuştur ki bu, "Seni peygamber olarak gönderen O'dur. Binâenaleyh senin peygamber olduğunu bilir. Allah o münafıkların, açığa vurduklarından başka bir (niyet ve inancı) gizlediklerine şehadet eder" demektir. Bu ayet, imanın hakikatinin, kalb ile olduğunu gösterir. Her sözün hakikati de böyledir. Çünkü aksine inandığı sözü söyleyen kimse, yalancıdır. Çünkü yalan, lafzî var oluşla (görünürde meydana gelen ile), zihnî var oluş arasındaki terslikten ibarettir ve bu tıpkı, cehaletin, zihnî var oluş ile, haricî (dünyevî) var oluş (vakıa) arasındaki terslikten ibaret oluşu gibidir. Baksana o münafıklar dilleriyle "Biz senin Allah'ın peygamber olduğuna şehadet ediyoruz" diyorlar, Allahü teâlâ ise, onların sözlerinin kalblerindeki inançlarına ters oluşundan dolayı, onları, "yalancı" diye adlandırmıştır. Bazı kimseler de şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, o münafıkları, "Şehadet ederiz ki sen, kesinlikle Allah'ın peygamberisin" demeleri hususunda yalanlamamış, aksine, "(Münafıklar, o sözü) söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyorlar" (Tevbe, 74) ve "Sizden olduklarına dâir Allah'a and ederler" (Tevbe, 56) ayetlerinde de beyan buyurduğu gibi, o münafıklardan sâdır olan diğer yalanlar hususunda, yalancı olduklarını söylemiştir. Ayetteki, (geldiği zaman) ifâdesinin cevabı, cümlesi olup bu, "Onlar, senin yanına geldiklerinde, peygamber olduğuna şâhidlik ederler Binâenaleyh dillerindeki bu sözleri, kalblerindekine uymadığı için, bu şehadetlerinde yalancıdırlar" demektir. Ayetle ilgili şöyle birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: O münafıklar, "şehadet ederiz ki sen kesinlikle Allah'ın peygamberisin" demişlerdir. Eğer onlar, "Senin Allah'ın peygamberi olduğunu biliyoruz" demiş olsalardı, bu söz, Kur'ân'da geçen ifadelerinin, manasını aynen ifade eder miydi, etmez miydi? Deriz ki: İfade etmezdi. Çünkü onların, "şehadet ederiz ki..." şeklindeki sözleri, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliği üzerine yapılmış açık ve sarîh bir şehadettir. Ama "biliyoruz" ifadesi, ilgili bilginin var olduğu hususunda sarîh (açık) değildir. 2Âyetin tefsiri için bak:3 3"Onlar yeminlerini bir kalkan edindiler ve Allah'ın yolundan saptılar. Gerçekten, onların yaptıkları şeyler ne kötüdür! Bu böyledir, çünkü onlar,iman ettiler, ama sonra kâfir oldular. Bu yüzden kalblerinin üstüne mühür basıldı. Artık onlar anlamazlar". Ayetteki, "Onlar yeminlerini bir kalkan edindiler" ifadesi, "Onlar yeminlerini, başlarına gelmesinden endişe duydukları öldürülme ve benzeri belâlardan sayesinde kurtulup emin olacakları bir kalkan-bir siper edindiler" demektir. Keşşaf sahibi, ayetin bu ifadesiyle, münafıkların, "şehadet ederiz ki sen kesinlikle Allah'ın peygamberisin" şeklindeki sözlerinin kastedilmiş olabileceği; çünkü bu sözün de, onların yalan yeminlerinden biri olduğunu; zira "şehadet" sözünün te'kid açısından yemin yerine geçebileceğini; mesela bir kimsenin, "yemin ederim ki" manasında, "Allah için şehadet ederim ki" diyebileceğini söylemiştir. Ebü Hanife de, işte bu ayeti delil getirerek, "Şehadet ederim ki" ifadesini, "Yemin ederim ki" manasına geldiğini söylemiştir. Yine bunu, münafıkların, yemini hafife almaları hususunda, onların bu vasfını anlatan bir ifade olması da mümkündür. İmdi, eğer, "Peki o halde onlar, daha niçin, sizin de dediğiniz gibi, "Allah adına şehadet ederiz ki..." dememişler de, "şehadet ederiz ki..." demişlerdir?" denilirse, buna bazıları şöyle cevap verir: "Şehadet ederiz ki..." ifadesi, mü'min kimsenin kendisiyle yemin edeceği bir ifadedir. Binâenaleyh bu örfen, "Allah adına şehadet ederiz ki..." manasındadır. işte bundan ötürü, Hak teâlâ burada sadece, "şehadet ederiz ki..." ifadesini kullanmıştır." Ayetteki, "Allah'ın yolundan saptılar" ifadesi, "Bizzat kendileri, Allah'a ve peygamberine itaattan yüz çevirdiler" demektir. Bunun, "Onlar, güçsüz ve şahsiyeti zayıf kimseleri, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ittiba etmekten alıkoydular" manasına olduğu da söylenmiştir. "Gerçekten onların yaptıkları şeyler ne kötüdür!" Çünkü onlar müslümanları güç durumda bırakmak, onların yaptığının aksini yapmak için, küfrü ortaya koymuşlardır. Ayetteki, "Bu" kelimesi, "Onların yaptıkları şeyler ne kötüdür!" ifadesine işarettir. Mukatil buna, "Bu yalan, zahiren mü'min görünüp de, gizlide kâfir olmaları sebebiyledir" manasını vermiştir ki bunda, "Allah o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduğuna şehadet eder" (Münafıkûn. 1) ayetini te'kid vardır. Cenâb-ı Hak, "Bu yüzden kalblerinin üstüne mühür basıldı. Artık onlar anlamazlar" buyurmuştur ki bu, "Onlar düşünmezler ve zahirî (açık) delillerden yararlanmazlar" demektir. İbn Abbas (radıyallahü anh), ayettekifiilini, "hatm" (mühürleme) manası verirken, Mukâtil, "Onların kalblerine küfür damgası basıldı. Dolayısıyla onlar Kur'ân'ı ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğunu anlamazlar" manasını vermiştir. Buna, "Onlar, kendilerinin hak üzere olduklarını sanıyorlardı, ama Allahü teâlâ, onların, kalblerine böylesi bir mührün basıldığını anlamadıklarını haber vermiştir" şeklinde de mana verilmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç bahis var: Birinci Bahis: Allahü teâlâ, daha önce de, kâfirlerin fiillerinden bahsetmiş; ama bunun peşisıra, "Onların yaptıkları şeyler ne kötüdür!" bu vurmamıştır. Öyle ise burada niçin böyle demiştir? Deriz ki: O münafıkların fiilleri, yukarıda geçtiği gibi, müslümanların onların canlarını ve mallarını mubah görmelerine karşı bir siper saydıkları o yalan yeminleriyle içiçedir. İkinci Bahis: Münafıklar, hep sürüp giden bir küfür üzeredirler. Öyle ise Cenâb-ı Hakk niçin, "Onlar iman ettiler, ama sonra kâfir oldular" buyurmuştur? Deriz ki: Keşşaf sahibi, bu hususta şu üç izahı yapmıştır: 1) Ayetteki "iman ettiler.,." ifadesi, "Kelime-i şehadet getirdiler ve İslâm'a giren kimselerin yaptığını yaptılar, "ama sonra kâfir oldular", yani "daha sonra küfürleri ortaya çıktı" demektir. 2) Bu ifade, "mü'minlerin yanında iman ettiklerini söylediler, "ama sonra kâfir oldular", yani "İslâm'la alay etmek için, reislerinin yanında kâfir olduklarını ortaya koydular" demektir. Bu manaya göre ayet, tıpkı, "iman edenlerle karşılaştıklarında, "iman ettik" derler,,"(Bakara. 14) ayeti gibidir. 3) Bu ifade ile, onlardan zımmî olanlar kastedilmiştir. Üçüncü Bahis: Kalblere mühür basma, ancak Allah'dan olabilir. Allahü teâlâ kalblerini mühürleyip, imana kapatınca da, onların düşünüp, delillerden yararlanarak doğruyu bulmaları mümkün olmaz. Bu durumda da, bu, Cenâb-ı Hakk'a karşı, onların lehine, bir hüccet (delil) olmuş olur. Çünkü onlar böylece, "Bizim İslâm'dan yüz çevirişimiz, gafletimizden; gafletimiz de Hak teâlâ'nın, kalblerimizi mühürlemiş olmasından ötürüdür" diyebilirler, buna ne dersiniz? Deriz ki: Allah'tan olan bu mühürleme işi, onların kötü fiillerinden ve Hak'dan yüz çevirmeyi zaten maksad edinmiş olmalarından ötürüdür. Buna göre Hak teâlâ sanki, bu münafıkları, kendi cahil nefisleri ve batı) arzularıyla başbaşa bırakmış gibidir. 4Âyetin tefsiri için bak:6 5Âyetin tefsiri için bak:6 6"Onları gördüğün zaman, gövdeleri (görünüşleri) hoşuna gider. Eğer (söz) söyleseler dinlersin. Onlar, giydirilmiş kütükler gibidirler. Zuhur eden her sesi, kendi aleyhlerine sanırlar. Asü düşman onlardır. O halde onlardan sakın. Allah onları kahretsin! Nasıl olup da (hakdan böylesine) döndürülüyorlar. Onlara, "Gelin, Allah'ın peygamberi sizin için istiğfar etsin" denildiğinde, başlarını çevirirler. Gördün ki onlar, gururlarına yediremeyerek, halâ yüz çeviriyorlar. Onlar için ha istiğfar etmişsin, ha istiğfar etmemişsin, onlar için birdir, (Çünkü) Allah onları kesinlikle affetmez. Şüphesiz Allah fasıklar güruhuna hidayet etmez". Bil ki Cenâb-ı Hakk, "Onları gördüğün zaman..."buyurmuştur. Bu, "Abdullah b. Übeyy. Muğîs b. Kays ve Cedd b. Kays (gibilerini) gördüğünde..." demektir. Çünkü bunlar, cüsseli ve yakışıklı idiler. Dolayısıyla bu gösterişli oluşlarından ötürü, görünüşleri hoşa gidiyordu. Abdullah b. Übeyy, iri yapılı, yakışıklı ve güzel konuşan birisi idi. Birşey konuştuğunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu dinlerdi. İşte bu husus, ayetteki, "Eğer (söz) söyleseler dinlersin..." ifadesiyle anlatılmaktadır ki bu, "Eğer onlar, "Şüphesiz sen, Resûlüllah'sın" derlerse, sen onların bu sözlerine itibar edersin" demektir. Ayetteki, (dinlersin) ifadesi, meçhul olarak, (......) (sözü dinlerin) şeklinde de okunmuştur. Hak teâlâ bu kimseleri, "huşub'a yani elbise giydirilmiş odun kütüklerine benzetmiştir. "Huşub" kelimesi, tıpkı, bedene (ç. büdn) esed (ç'üsd) kelimeleri gibi, çoğul olarak hüşb şeklinde okunduğu gibi, semere (sümür) kelimesi gibi, hüşüb şeklinde, medere ç. meder gibi, haşeb şeklinde de okunmuştur ki huşb şeklindeki okuyuş, İbn Abbas (radıyallahü anh); harekeli şekil ise, ehl-i Hicaz'ın lehcesidir. "Kütük", düşünüp anlayamaz. Münafıklar da aynen böyledir. Binâenaleyh münafıklar, anlamayı ve basiret sahibi olmayı istememeleri açısından, tıpkı bir kütük gibi kabul edilmişlerdir. Ayetteki müsennede sözüne gelince, Arapça'da "Ona meyletti, yöneldi" manasında, "yöneltti, meylettirdi" manasında tabirleri kullanılır. Dolayısıyla o yöneltilen şey, "müsned" olmuş olur. Ayetteki kelimenin şeddesi ise, tekid için getirilmiştir. "Huşub", bir bakıma meyve veren ve büyüyen ağaçlara benzediği için, müsennede sözüyle tavsif edilmiştir. Her Sesi Kendi Aleyhinde Sanır Daha sonra Cenâb-ı Hakk, o münafıkları korkak diye tavsif etmiş ve onları bu vasıflarından dolayı ayıplayarak, "Zuhur eden her sesi, kendi aleyhlerine sanırlar" buyurmuştur. Mukâtil şöyle der: Asker içinde biri bağırdığında, bir hayvan bağından kurtulup, bir ses çıkardığında, yahut da bir yitik için ilan verildiğinde, münafıklar, kalblerine sinmiş o korkudan ötürü, kendilerinin kastedildiğini ve kendilerine seslenildiğini zannederler. Bu böyledir, çünkü onlar, Allahü teâlâ'nın, kendilerinin sır perdelerini açacağı, sırlarını ortaya koyacağı korkusu içinde olup, her an başkalarına bu işin geleceğini beklemektedirler. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, peygamberine onların düşman olduklarını bildirerek, "Asıl düşman onlardır. O halde onlardan sakın" yani "Sırlarını onlara güvenme, onların görünüşlerine aldanma. Çünkü onlar, başkalarıyla mukayese edildiklerinde, düşmanlıkta had safhaya ulaşmış kimselerdir" buyurmuştur. Ayetteki, "Allah onları, kahretsin. Nasıl olup da (hakdan böylesine) döndürülüyorlar" cümlesi, geçen ifadeyi açıklayan bir cümle olup, münafıklar için bir bedduadır ve Allah'ın kendi zatından onlara lanet etmesini, onları rüsvay etmesini isteyen ve mü'minlere böyle beddua etmelerini öğreten bir ifadedir. ifadesi de, "Hakdan nasıl döndürülüyorlar" demek olup, bu, onların cehaletlerinden, dalaletlerinden ve kendilerinin hak üzere oldukları kuruntusundan bir teaccüb, bir hayrettir. Resulün Şefaatçiliğini Küçümseme Cenâb-ı Hak "Onlara, "Gelin, Allah'ın peygamberi sizin için istiğfar etsin" denildiğinde..." buyurmuştur. Kelbî şöyle demiştir: "Kur'ân-ı Kerîm, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, münafıkların vasıflarını bildirince, münafıkların mü'min akrabaları, onlara gidip, "Yazıklar olsun sizel Münafıklığınız ortaya çıktı ve rezil-rüsvay oldunuz. Kendinizi mahvettiniz. Bari, Resûlüllah'a gidip, münafıklıktan artık vazgeçtiğinizi ona söyleyip, sizin için istiğfar etmesini rica ediniz" dediler. Ama o münafıklar buna aldırmadılar, bu hususta inad ettiler. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu." İbn Abbas (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: "Abdullah b. Übeyy, pek çok adamıyla, Uhud'dan savaşmadan geri dönüp, müslümanlardan ayrılınca, müslümanlar ona buğzetmeye başladılar, onu sert dille eleştirdiler ve kulağı duya duya hoşlanmayacağı sözler söylediler. Bunun üzerine kardeşleri, Übeyy'e, "Keşke Resûlüllah'a gitsen de, o da senin için istiğfar etse ve senden hoşnud olsa" dediler. O da, "Ben ona gitmem, benim için istiğfar etmesini istemem" dedi ve yüzünü dönüp gitti. İşte o zaman bu ayet nazil oldu." Ekseri müfessirlere göre ise, Abdullah b. Übeyy, "Eğer Medine'ye dönersek, andolsun en şerefli ve kuvvetli olan, oradan en hakîr ve zayıf olanı çıkaracaktır" (Münafikûn, 8) ve "Allah'ın peygamberinin etrafında bulunanları beslemeyin" (Münafikûn, 7) dediği için, istiğfar talebinde bulunmaya çağırdı ve ona "Gel, Resûlüllah, senin için istiğfar etsin" denildi de, o da, "Ne dedin! Ne dedin!" dedi. İşte ayetteki, "Başlarını çevirirler" ifadesiyle onun bu tavrı kastedilmiştir. Bu kelime şeddesiz olarak, şeklinde de okunmuştur. Şeddeli okunuşu ise teksiri (işin çokça yapıldığını) göstermek içindir. Tek bir kişi kastedilerek, zamir cemi getirilebilir. Bu, arap şiirinde çokça rastlanan bir durumdur. Çünkü Cerîr, "Allah, sizin, verdiği ahde bağlı olan kimseler olduğunuzu sanan kimsenin iyilik ve hayrını vermesin... (Farkında değildir ki), olan olmuştur..." demiştir. Cerîr bu ifadesiyle, tek bir kadına hitab etmiştir. Ayetteki, "Gördün ki onlar gururlarına yediremeyerek, halâ yüz çeviriyorlar" ifadesine gelince, bu, "Onlar, Resûlüllah'ın kendileri için istiğfar etmesinden yüz çeviriyorlar.." demektir. Allahü teâlâ, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlar için mağfiret talebinde bulunmasının da onlara bir fayda vermeyeceğini belirterek "Onlar için ha istiğfar etmişsin, ha istiğfar etmemişsin, onlar için birdir" buyurmuştur. Katâde bu ayetin, "Onlar için ister istiğfar et, ister etme... Yetmiş kez de istiğfar etsen... " (Tevbe, 80) ayetinden sonra nazil olduğunu söyleyerek şöyle demiştir: "Çünkü bu ayet nazil olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Rabbim beni serbest bıraktı. Dolayısıyla, ben yetmişten fazla istiğfarda bulunurum" buyurdu. Bunun üzerine Hak teâlâ, "Allah onları kesinlikle bağışlamaz. Şüphesiz Allah fasıklar güruhuna hidayet etmez" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetle münafıkları kastettiğini söyler. Bazı kimseler de, "Bu ayette Allahü teâlâ'nın beyan (açıklama) manasındaki hidayetin yanısıra, başka hidayetin de sahibi olduğunun izahı yatmaktadır. Bu hidayet de, hidayete ereceğini bildiği kimseler hakkında, hidayete erme fiilini yaratmasıdır" demişlerdir. Bunun manasının, "Fasık oldukları için Allah onları hidayete erdirmez" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Mu'tezile ise, "Onlar fasık olup, saptıklarında, Allah onları hidayete erenler diye adlandırmaz" manasını vermiştir. Ayetle ilgili birkaç bahis var: Birinci Bahis: Cenâb-ı Hakk niçin o münafıkları, kendisinden istifade edilen başka şeylere değil de, "huşubun musennede" (giydirilmiş kütükler)e benzetmiştir?" Deriz ki: Bu teşbih, başka teşbihlerde bulunmayan, şöyle pek çok ince manaları ihtiva etmektedir: 1) Keşşaf sahibi, şöyle demektedir: "Münafıklar, iman, hayır ve güzel namına ne varsa, hepsinden uzak birer kalıb oldrukları için, duvara dayandırılmış kütüklere-kerestelere benzetilmişlerdir. Bir de kütükten-keresteden istifade edildiğinde, bu ya tavanda, ya duvarda, ya da yararlanılan başka yerlerde kullanılırlar. Böylece o münafıklar, kendilerinden istifade edilmeyişleri açısından bu kütüklere benzetilmişlerdir. Bu ifade ile, duvara yaslandırılmış kerestelerden yontulup-yapılmış putların kastedilmiş olması da mümkündür. Böylece münafıklar, şekillerinin güzeliği, ama faydalarının azlığı hususunda bunlara benzetilmiş olurlar. 2) "Huşubun musennede" aslında, kendinden istifade edilmeye elverişli, taze dallardır. Bunlar daha sonra böyle kupkuru, kabasaba hale gelmişlerdir. Kâfir ve münafık da aslında aynen, şöyle veya böyle olmaya elverişli varlıklardı. Ama sonra bu özelliklerini kaybetmişlerdir. 3) İnsanlardan kâfir olanlar, kütüktürler, odundurlar. Nitekim Hak teâlâ, "Siz cehennem odunusunuz. Siz oraya gireceksiniz" (Enbiya. 96) buyurmuştur. Huşubu müsennede de odundur. 4) Duvara yaslandırılmış kütüklerin birisi bir tarafa, diğeri diğer tarafa doğru iki ucu vardır. Münafıklar da böyledir. Çünkü münafığın iki tarafı vardır. İç (batınî-asli) ucu kâfirlere doğru, dış (zahirî) ucu müslümanlara doğrudur. 5) "Huşubun müsennede"nin dayandığı şey, cansız varlıklar ve bitkilerdir. Münafıkların dayanıp-güvendikleri şeyler de böyledir. Çünkü münafıkların dayandıkları, putperest müşriklerdir. Putlar da ya cansızlardan, ya bitkilerden yapılmışlardır." İkinci Bahis: Allahü teâlâ münafıkları önce huşubun müsennedeye (dayandırılmış veya giyindirilmiş kütüklere) benzetmiş, daha sonra da bu teşbihe ters düşen birşeyi beyan buyurmuştur. Bu da, "Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Asıl düşman onlardır" ifadesidir. Halbuki kütükler, asta zanda bulunamazlar (ne dersiniz)? Diyoruz ki: Müşebbeh (benzetilen) ile müşebbehün bih kendisine benzetilenin, her bakımdan birbirlerine benzemesi şart değildir. Dolayısıyla bu münafıklar, istifade edilmeyiş açısından kütüklere benzetilmişlerdir. Yoksa onlar, sesleri ve benzeri şeyleri duyup-duymama açısından kütüklere benzetilmiş değillerdir. Üçüncü Bahis: Cenâb-ı Hakk, herbiri de biraz önce bahsi geçenler zümresinden olmalarına rağmen, "Allah kâfirler güruhunu", yahut "münafıklar güruhunu" yahut da, "kibirlenenler güruhunu hidayete erdirmez" buyurmayıp, "Fasıklar güruhuna hidayet etmez" buyurmuştur (niçin)? Deriz ki: Bu, güruhlardan herbiri, "fasıklar"a dâhildirler ve ayet, "Allah, fasıktan, yani kâfirleri, münafıkları ve müstekbirleri hidayete erdirmez" manasındadır. Resulün Desteksiz Kalmasını Arzulayanlar 7Âyetin tefsiri için bak:8 8"Onlar "Resulüllah yanında bulunanları desteklemeyin, böylece dağılıp gitsinler" diyen kimselerdir. Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Fakat o münafıklar anlamazlar. Onlar, "Eğer Medine'ye dönersek, andolsun en şerefli ve kuvvetli olan, en hakir ve zayıf olanı mutlaka çıkaracak" diyorlardı. Halbuki şeref, kuvvet ve galibiyet Allah'ındır, peygamberlerinindir müminlerindir. Fakat münafıklar bilemezler'. Allahü teâlâ, kötü sözlerini haber vererek, onların şöyle şöyle diyenler olduklarını bildirmiştir. Dağılıp gitsinler demektir. Bu ifade, yiyecekleri bittiğinde kavim için kullanılan ifâdesinden olmak üzere, "Böylece yiyecek şeyleri kalmasın..." şeklinde de okunmuştur. Müfessirler şöyle demişlerdir: Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in ücretlisi, savaşların birinde Abdullah b. Übeyy'in ücretlisi (adamı) ile bir savaşta dövüştü. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in adamı, Abdullah b. Übeyy için, hoşlanmayacağı sözler sarfetti, onun hakkında sert sözler kullandı. Abdullah da, yanında bir takım kimseler varken öfkelenip, "Ama, Allah'a yemin ederim ki, eğer Medine'ye dönersek, daha şerefli ve güçlü olanlar, hakir ve zayıf olanları mutlaka oradan sürüp çıkaracaktır" dedi. "Daha şerefli ve güçlü" ifadesiyle kendisini, "hakir ve zayıf" ifadesiyle, (hâşa) Resulüllah'ı kastetti. Kavmine dönüp, muhacirleri kastederek, "Şu heriflere yardımda bulunmazsanız, şüphesiz onlar, memleketinizden çekip giderler. Öyleyse onlar Muhammed'in etrafından sökülüp gitsinler diye, onlara infakta bulunmayın" dedi. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Ayetteki, (......) kelimesi, yâ'nın fethası ile şeklinde de okunmuştur. Hasan el-Basrî ve İbn Ebî Able, nûn ile ve "e'azz" ve "ezeli" kelimelerinin nasbi ile okumuşlardır. Cenâb-ı Hak, "Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır" buyurmuştur. Mukâtil bu ifadeye, "Rızıkların, bitkilerin ve yağmurların anahtarları (kaynakları) Allah'ındır" manasını vermiştir ki bu, "Rezzâk olan Allah'dır" demektir. Bu tıpkı, "De ki; Sizi gökten ve yerden rızıklandıran kimdir?.." (Yunus. 31) ayeti gibidir. Me'ânî âlimleri, "Allah'ın hazineleri" tabirine, "Allah'ın makdûratı" (kadir olduğu şeyler) mahlûkatı manasını vermişlerdir. Çünkü çıkarmayı istediği herşey, bu makdurât içine dahildir. Cüneyd, "Allah'ın gökteki hazineleri, gayblar âlemi; yerdeki hazineleri ise, mahlukattn kalbleridir. Çünkü Allah allamu'l-guyûb ve mukallibe'l-kulûb'dur demiştir. Hak teâlâ'nın, "Fakat o münafıklar anlamazlar" ifadesi, "O münafıklar birşeyin olmasını istediğinde, Allah'ın işinin, o şey için "ol" demesi olduğunu; o şeyin de hemen olacağını bilemezler" demektir. Ayetteki "Onlar "Eğer Medine'ye dönersek..” diyorlardır" ifadesi, "Eğer bu savaştan Beni Mustalık savaşından Medine'ye dönersek" demektir. Cenâb-ı Hakk, bu sözlerini kendilerine reddederek, kabul etmeyerek, "Halbuki izzet (şeref, kuvvet ve galibiyet) Allah'ındır, peygamberinindir, mü'minlerindir." buyurmuştur ki bu, "Güç ve kuvvet Allah'ın, aziz kılıp desteklediği Resulünün ve mü'minlerindir" demektir. Cenâb-ı Hakk, peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem), yardım etmek suretiyle, onu ve taraftarlarını aziz (üstün-galib) kılmış, onların dinini, diğer dinlere galib getirmiş ve peygamberine, bunun böyle olacağını haber vermiştir. Ama münafıklar bunu bilememişlerdir. Eğer onlar bunu kestirselerdi, böyle söz söylemezlerdi. Keşşaf sahibi, ifâdesine şu manayı vermiştir: "Zillet, hakirlik ve horluk, nasıl ki şeytan için, şeytanın kâfir ve münafık dostları için ise, izzet (şeref) de işte sadece ve sadece Allah'a, Resulüne ve mü'minlere mahsustur." Üstü eski-püskü olan salına hanımlardan birinin şöyle dediği nakledilir: "İslâm olmam, bana yetmez mi? İslâm öyle bir izzettir ki onunla beraber zillet olmaz. Öyle bir servettir ki onunla beraber fakirlik olmaz." Ali b. Hasan (radıyallahü anh)'dan şu rivayet edilmiştir: Bir adam onu "İnsanlar sende bir şaşkınlık olduğunu iddia ediyorlar" deyince, o, "Bu şaşkınlık değil, aksine izzettir. Çünkü bu, beraberinde zillet olmayan izzet, fakirlik olmayan bir zenginliktir" dedi ve bu ayeti okudu. Ariflerden biri bu ince manayı anlatmak için şöyle demiştir: "İzzet, kibirden başka birşeydir. Mü'minin kendi kendisini zelil hale düşürmesi helal olmaz. O halde izzet, insanın, kendisini iyi tanıması ve dünyevi bir takım maksadlar için şahsiyetini ayaklar altına almaktan korumasıdır. Kibir ise, insanın kendini tanımaması ve kendini haketmediği makamın üzerine çıkarmasıdır. O halde izzet, şekil bakımından kibre benzer ama, hakikati (özü) açısından kibirden farklıdır ve bu tıpkı, tevazünün, zillet ile karıştırılması gibidir. Halbuki tevazu, övgüye değer bir sıfattır. Zillet, alçaklık, şahsiyetsizlik ise, kötü bir sıfattır. Kendisinde kibre benzer bir durum olduğu halde izzet (şeref-şahsiyet), kınanmayan aksine övülen bir sıfat olduğu için, Hak teâlâ, "İşte bu (azab) yeryüzünde haksız yere kibirlenmenizden dolayıdır" (Ahkâf, 20) buyurmuştur ki burada izzet sıfatının "hak" ile "haklı olmak" ile kazanılacağına gizli-ince bir işaret vardır. Açıklığa-alçalmaya meyletmeksizin tam tevazu çizgisinde durmak, onu korumak, büyük bir ateş üstünde kurulmuş izzet köprüsü üzerinde durmak demektir. Buna göre eğer, "Cenâb-ı Hakk önceki ayetin sonunda, "Münafıklar anlamazlar" buyururken, sonraki ayetin sonunda "münafıklar bilemezler" buyurmuştur, bunun hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk, birinci ayetle onların, akıl, anlayış ve zekâlarının azlığını; ikinci ayetle ise, onların ahmaklık ve cehaletlerinin çokluğunu anlatmak istemiştir. "anlamazlar" ifadesi, ya gibi babından, yada, babındandır. Birincisi, fıkhın (anlamanın), zorlukla elde edildiğini anlatır; ikincisi ise, kolaylıkla elde edildiğini anlatır. O halde, birincisi, 'ilâcı (kesbiliği), ikincisi ise mizacî (fıtrîliği) ifade eder. Mal ve Aile Allah rızasını Engellemesin 9Âyetin tefsiri için bak:11 10Âyetin tefsiri için bak:11 11"Ey iman edenler, sizi ne mallarınız, ne evlatlarınız, Allah'ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar hüsrana uğramışların ta kendileridir. Herhangi birinize ölüm gelip de "Ya Rabbi, ecelimi yakın bir zamana kadar erteleseydin de, sadaka verseydim ve salihlerden olsaydım" demesinden evvel, size rızık olarak verdiğimizden infâk edin. Halbuki Allah, hiçbir kimseyi eceli geldiği zaman asla geri bırakmaz. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır". Ayetteki, ifadesi, "münafıkları meşgul ettiği gibi, mallarını ve evlatlarınız sizi meşgul etmesin" demektir. Müfessirler bu hususta değişik izahlar yapmışlardır: Kimileri bu ayetlerin münafıklar hakkında nazil olduğunu söylerlerken, kimileri de mü'minler hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Ayetteki, "Allah'ın zikri" ifadesine, namaz, zekât,hac ve benzeri, "Allah'ın farzları"; yahut (mutlak manada "Allah'a taat" manaları verilmiştir. Dahhâk, "Beş vakit namaz" manası verirken; Mukâtil, "Bu ve bundan sonraki ayetler, mü'min olduklarını söyleyen münafıklara hitap olan ayetlerdir" demiştir. "Kim bunu yaparsa..." ifadesi, "Kimi, malı ve çocukları Allah'ı zikirden oyalarsa, işte onlar hüsrana uğramışların ta kendileridir, yani ticaretlerinde, yaptıkları alış-verişte zarara uğrayanlardır" demektir. Çünkü onlar, ebedî ve çok kıymetli bir şeyi, fâni ve adi şeyler değiştirmişlerdir. Bu ifadeye, "Onlar, Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem)'nün anlattığı tevhid ve ba's (öldükten sonra dirilme) gibi şeyteri inkar etmek suretiyle zarara uğramış kimselerin ta kendileridir" şeklinde de mana verilmiştir. Kelbî, "Allah'ın zikri" ifadesine "cihâd" manasını verirken, buna, "Kur'ân hakkında tefekkür ve istidlal" gibi manalar da verilmiştir. Ayetteki, "Size rızık olarak verdiğimizden infâk edin" hitabı hakkında, İbn Abbas (radıyallahü anh), "Allahü teâlâ bununla, malların zekâtını kastetmiştir. Buradaki harf-i cerh, ba'ziyyet ifade etmektedir" der. Bu ifadeyle, vâcib (farz) olan infakların kastedildiği de söylenmiştir. "Herhangi birinize ölüm gelmezden ... evvel" ifadesi, "ölümün emareleri görünmeye başlamazdan önce..." demektir. Çünkü bu durumda kişi, yeniden dünyaya dönmeyi isteyecektir. İşte bu husus da, "Ya Rabbi, ecelimi yakın bir zamana kadar erteleseydin" ayetinde anlatılmaktadır. Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayetler ile, insanları, Kendisini zikre, yani hep hatırda tutmaya ve mallarında cimrilik etmemeye teşvik ettiği de söylenmiştir. Bu ifade, "Keşke bana mühlet versen ve ecelimi biraz daha geriye atsan" demek olup, bu geriye atma işi, insanın ömrünün artırılmasını ifade eden bir husustur. İnsan bunu, sadaka vermek, zekât vermek ve günahlardan arınmak için istemektedir. Bu hususu da ayette, "Sadaka verseydim ve salihlerden olsaydım" ifadesiyle anlatılmaktadır, İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Bu, ayetin muhatablarının, mü'minler olmadığını gösterir. Çünkü mü'min, yeniden dünyaya dönmeyi istemez." Dahhâk da, "ölüm, haccetmemiş, zekâtını vermemiş, birisinin başına gelip çattığında, hep dünyaya yeniden dönmeyi ister" der ve bu ayeti okurmuş. Keşşaf sahibi ise bu ayette, "Kendisine mühlet tanıma gibi ümitsizliğe düştüğü, nefsini zar-zor aldığı, artık harcama imkânı kalmadığını, kabul edilme vaktinin geçtiğini göstermeden önce..." manasını vermiştir. Çünkü insan bu durumda, infak etmediğine yanar, fırsatı kaçırdığından ötürü parmaklarının ucunu ısırır (pişman olur), İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın bu ayetle ilgili olarak, "Ölümün sultası başınıza çökmezden önce, tasadduk edin. Çünkü bu an geldiğinde, artık ne bir tevbe kabul edilir, ne de bir ibadet fayda verir" dediği de rivayet edilmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh) ayetteki, "salihlerden olsaydım" ifâdesine, "haccetseydim" manasını vermiştir. Bu ifâde, şeklinde de okunmuş olup, bu kıraat, ifadesinin lafzına göredir. Müberred, bu okuyuşun, mâkablinden (öncesinden) ötürü olduğunu, çünkü mâ kablindeki (......) kelimesinin temenni manasına olan istifhamın (sorunun) cevabı olduğunu; meczûm, yani şeklindeki okuyuşun ise, fâ edatının dahil olduğu kelimenin mahalline göre olduğunu söylemiştir. Übeyy (radıyallahü anh) kelimeyi, aslı üzere, (......) şeklinde okumuş; (......) kelimesini ise, o kelimenin mahalline atfetmiştir. Sibeveyh, kelimelerin mahal üzerine atfedilmesi hususunda şöyle pek çok şiir misal getirmiştir: "Ey Muaviye; Bizler beşeriz, kolaylaştır ve yumuşak ol.. Dağ değil, demir de değiliz.." Burada, "hadîd" kelimesi, "cibâl" kelimesinin mahalline atfen, mansub okunmuştur. "Cibâl"in başındaki bâ harf-i cerri, hazfedilmesi mümkün olan "glecek zaman" manası için getirilmemiştir. İbn Ebî Selma'nın şu beyti ise, yukarıdaki durumun tam tersini gösterir: "Ben, artık geçmişe yetişemeyeceğimi ve gelen şeyin önüne geçemeyeceğimi anladım." İbn Ebî Selma'nın bunu şeklinde dediği ve "sabık" kelimesini mana bakımından o kelime üzerine atfettiği sanılmaktadır. Ebû Amr'ın ayetteki o kelimeyi (......) şeklinde okuyuşuna gelince, bu kıraat bunu, mana üzerine değil, lafza hamletmiştir (atfetmiştir). Hak teâlâ daha sonra ömrü bitmiş, eceli gelip çatmış kimselerin süresini uzatmayacağını haber vererek, "Halbuki Allah hiçbir kimseyi eceli geldiği zaman asla geri bırakmaz" yani, "Her canın öleceği o (belli) zaman gelip çattığında, Allah onun ölümünü sonraya bırakmaz" buyurmuştur. Keşşaf sahibi bu ifadenin kesinlikle olmayacağını anlatacak tarzda, eceli sonraya bırakmanın söz konusu olmadığını anlatan bir ifade olduğunu söylemiştir. Velhasıl Hak teâlâ'nın "Sizi ne mallarınız ne evlatlarınız, Allah'ın zikrinden alıkoymasın" ifadesi, kişiye, ölümü gelip çatmazdan önce zikretmesi ve bu zikri sürdürmesi gerektirdiğine; "Verdiğimizden infak edin" ifadesi de, verilen şeylere şükrü gerektirdiğine dikkat çekmektedir. Ayetteki, "Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" cümlesi, "Allah, bu kimselerin, dünyaya yeniden döndürülmeleri halinde bile, yine zekât vermeyeceklerini, haccetmeyeceklerini bilir" demek olup, tıpkı "Eğer onlar, dünyaya geri döndürülselerdi, şüphesiz yasaklandıkları şeyleri yine yaparlardı" (En'âm, 28) ayeti gibidir. Müfessirler, ayetin hitabının, iyi veya kötü her ameli içine alan bir hitab olduğu kanaatindedirler. Asım, âdı ifâdesine uygunluk arzetsin diye, fiili, yâ ile (onların yaptıklarından) şeklinde okumuştur. Çünkü "nefs" kelimesi, lafzan müfred (tekil) ise de, bununla çok kimseler kastedilmiştir. Dolayısıyla bu kıraat, "nefs" kelimesinin manasına göredir. Allah en iyisini bilir. Salat-u selâm efendimiz, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, âline ve bütün ashabına olsun. (Âmin). |
﴾ 0 ﴿