TEĞÂBUN SÛRESİOnsekiz ayet olup, Mekkî'dir. Herşey Allah'ı Tenzih Eder 1"Göklerde ne var, yerde ne varsa, Allah'ı tenzih etmektedirler. Mülk O'nun, hamd O'nun; O, herşeye hakkıyla kadirdir". Bu sûrenin bir önceki sûre ile münasebetinin ne olduğu açıktır. Çünkü, önceki sûre, yalancı olan münafıklardan; bu sûre ise, doğru söyleyen münafıklardan bahsetmektedir. Ayrıca önceki sûre, münafık kimselerin gizlice ve açıktan yaptığı batıl şeyleri anlatırken, bu sûre, onlar için son derece şiddetli bir tehdit ihtiva etmektedir ki, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın bu sûredeki, "Göklerde ve yerde ne varsa bilir. Ne gizler, ne açıklarsanız onlan da bilir. Allah göğüslerin içinde olan her gizliyi bile hakkıyla bilendir" (Teğâbun, 4) ayetinin beyan ettiği husustur. Bu sûrenin başı ile önceki sûrenin sonu arasındaki münasebete gelince, o sûrenin sonunda insanların dikkatleri, biraz önce de geçtiği gibi, Cenâb-ı Hakk'ı zikretmeye (O'nu görüp gözetmeye) ve O'na şükretmeye çekilmiştir. Bu sûrenin başında ise, şu hususa işaret edilmektedir: "Eğer onlar, zikir ve şükürden yüz çevirirlerse, Bizim, hep zikrine ve hep şükrüne devam eden topluluklarımız vardır ki, bunlar da, tesbihatta bulunanlardır." Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Göklerde ne var, yerde ne varsa, Allah'ı tesbih etmektedirler" buyurmuştur. Ayetteki, tabirine gelince, bunun manası, "Göktekiler ve yerdekiler, Allah'ı te ve tenzih edince, mülk de O'nun, hamd de O'nun!" şeklindedir. Mülk O'nun olunca, bu demektir ki O, mülkünde dilediği gibi tasarruf sahibidir. Tasarrufta bulunabilmek ise, kudrete muhtaçtır, yani kudreti iktizâ eder. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hak, "O her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Keşşaf sahibi, şöyle der: "Cenâb-ı Hakk, mülkün ve hamdin Kendisine mahsus olduğunu belirtmek için, iki cümlenin ikisinde de, zarfı (yani ifâdesi) önce getirmiştir. Bu böyledir, zira mülk, hakikatte O'na aittir. Çünkü O, her şeyin var edicisi ve yoktan halkedenidir. Ve her şey, O'nunla kaimdir ve her şey, O'nun varlığını gösterir. "Hamd" de böyledir, çünkü nimetlerin başlıcalan ve bunlardan elde edilen, bunlardan çıkanların tümü, Allah'tandır. O'nun dışındakilerin bu nesnelerin sahibi ve maliki olması meselesine gelince bu, Cenâb-ı Hakk tarafından bir tavzif, hükümranlık vermek ve verdiklerini korumamızı İstemektir. O'na hamdetmek ise, Allah'ın verdiği nimetlerin O'nun tarafından olduğunu her gün sayıp dökmek ve bilmektir. Ayetteki, cümlesine gelince, bunun manası, "O, istediği her şeye kadirdir" şeklindedir. Bunun manasının, "O, dilediği şeyleri dilediği kadar; ne fazla, ne de eksik yapan bir kadirdir.." şeklinde de olduğu ileri sürülmüş olup, bu husus daha önce geçmişti. Ayetle ilgili söyle birkaç bahis vardır: Tesbih Lafzı İle Başlayan Sûreler Birinci Bahis: Cenâb-ı Hakk.Hadîd, Haşr ve Saff sûrelerinin başında, "tesbih, tenzih etti..."; Cuma ve Teğabun sûrelerinin başında ise, "tesbih, tenzih eder.." ifadelerini kullanmıştır. Bunun hikmeti ne olabilir? Biz deriz ki, bunun cevabı daha önce geçmişti. İkinci Bahis: Cenâb-ı Hak bir yerde (Teğabun, 1) buyurmuş, bir başka yerde ise,(Hadid, 1) buyurmuştur. Bunun hikmeti ne olabilir? Biz deriz ki, bunların mutlaka bir hikmeti vardır, ama biz o hikmetlerin neler olduğunu aynen bilemeyiz. Ne var ki, biz, şu anda hatırımıza gelen şu hususu ifade edebiliriz: Göklerin ve yerin tümü birden tek bir şey olup, bu da, bunların felekî ve unsurî (göksel yersel) cisimlerden meydana gelmiş alem oluşlarıdır. Sonra, bu bütüne göre yer bir şey; geriye kalanlar ise, başka bir şeydir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın şeklindeki buyruğu bu toplam ve mecmûun cüzüne nisbetledir. Bu toplamın herbir cüzüne nisbetle durum böyledir. Hal böyle olunca da, bu maddî alem bir açıdan tek şey, diğer bir açıdan iki ve pekcok şey olduklarını bildirmek için, bazı sûrelerde bazı sûrelerde ise, şeklinde beyan buyurmuştur. Mecmuu itibariyle yaratma işi, cüz itibariyle olan yaratma işinden başkadır. Ve, kendi aralarındaki yaratılışlar da, bunun gibidir. Bir şeyin toplamda bulunmasından, o şeyin o toplamın cüzlerinin herbir cüzünde yer alması, ancak ayrı bir delil ile söz konusu edilebilir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi, beliğ bir biçimde, bu delil cümlesindendir. Çünkü bu, göktekilerin ve yerdekilerin ayrı ayrı tesbihatta bulunduklarına delalet eder. Ama, ifadesi ise böyle değildir. Allah'ın Mahlukatı Hakkında Takdiri 2Âyetin tefsiri için bak:4 3Âyetin tefsiri için bak:4 4"Sizi yaratan O'dur. Kiminiz kâfir, kiminiz mü'min... Allah, ne yaparsanız, hakkıyla görendir. Gökleri ve yeri, gerçek bir maksadla O yarattı. Size suret verdi, hem suretlerinizi de güzel yaptı. Dönüş, ancak O'nadır. O, göklerde ve yerde ne varsa bilir. Ne gizler ne açıklarsanız, onları da bilir. Allah göğüslerin içinde olan her gizliyi bile hakkıyla bilendir". Ibn Abbas (radıyallahü anh), bu ayete, "Allah, insanoğlunu, mü'min ve kâfir olarak yarattı. Sonra da, kıyamet gününde, yarattığı gibi, mü'min ve kâfir olarak yeniden "iade" edecektir" manasını verirken, Ata bu ayete, "Kiminiz tasdik edici, kiminiz de inkarcısınız.." manasını vermiştir. Dahhak da, "Münafık gibi, kiminiz görünürde, açıkta mü'min, gizlide kâfir; Ammâr Ibn Yasir gibi, kiminiz de görünürde, huzurda kâfir, gizlide mü'minsiniz..." manasını vermiş ve bunun delili olarak da, Cenâb-ı Hakk'ın "Kalbi iman ile dolu olarak, inkâra zorlananlar müstesna..." (Nahl, 106) ayetini zikretmiştir. Zeccâc ise, bu ayete, "Kimileriniz, Cenâb-ı Hakk'ın, onu yarattığını inkâr ediyor; ki bunlar "tabiatcılar" ve "dehriyyûn"dur-, kiminiz de, Allahü teâlâ'nın, onu yarattığını tasdik ediyorsunuz" şeklinde mana vermiş, delil olarak da, "Ölesice insan, ne kadar da nankör!.."(Abese, 17-18) ve "Seni bir topraktan, sonra da bir damla sudan yaratıp... Allah'ı küfr ile inkâr mı ettin?" (Kehf, 37) ayetlerini getirmiştir. Ebu İshak da, bu ayetin tefsiri sadedinde, "O sizi, ta annelerinizin karnında iken kâfir ve mü'min olarak yaratandır.." demiştir. Nitekim, bazı tefsirlerde de, Yahya (aleyhisselâm)'ın, annesinin karnında mü'min; Firavunun ise, annesinin karnında kâfir olarak yaratıldığı düşüncesi bulunmaktadır. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah seni, Allah'dan olan bir kelimeyi müjdeleyici olarak Yahya ile müjdeler" (Al-i Imrân. 39) ayetidir. Ayetteki, "Allah, ne yaparsanız hakkıyla görendir" cümlesine goünce, bu, "Allah, sizin amellerinizden olan küfür ya da iman fiilinizi bilendir..." anlamındadır. Buna göre mana, "Allahü teâlâ, size nimetlerin aslı olan nimeti lütfetmiştir. Bu da, sizi yaratma nimetidir. Öyleyse çok iyi bir şekilde tefekkür edin ve böylece topyekün şükreden kullar olunuz. Ama imkânınız varken bunu yapmayıp, aksine bölünüp-parcalandınız. Derken, kiminiz kâfir, kiminiz mü'min oldu" şeklindedir. Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi," Gökleri ve yeri Kadîm iradesi, ile, hikmetine uygun olarak yarattı" demektir. Kimileri de ayetteki "hakk ile" ifâdesini "hak için..." demek olduğunu, bu "hak"kın da, öldükten sonra dirilme işi olduğunu söylemişlerdir. Ayetteki, "Size suret verdi. Hem de suretlerinizi güzel yaptı' ifadesiyle ilgili olarak şu iki izah yapılabilir: a) "Güzel yaptı" ifadesi, "Başkasında bulunmayacak bir şekilde sapasağlam yaptı" demektir. Bu yaratılış nasıl başkasında bulunsun ki, çünkü insanların bizzat Kendilerinde, Allah'ın birliğine ve Rablığına, bu şeklin güzelliğinden ötürü, hususî olarak delalet eden, kuvvetli deliller vardır. b) Buradaki "güzelliği, görünümünün güzelliği manasına da alabiliriz. Çünkü insanın boyuna-bosuna, organlarının mütenasib oluşuna baktığında, şeklinin en güzel olduğunu anlar. Ayetteki, "Dönüş ancak O'nadır" ifadesi, "öldükten sonra dirilip gidiş, O'na doğru olacaktır" demektir. Cenâb-ı Hakk, bu işin kendisine doğru olacağını bildirmiştir. Çünkü mahlukatı yaratmasındaki en nihai hedef budur. Cenâb-ı Hakk, "Size suret verdi. Hem de suretlerinizi güzel yaptı" buyurmuştur. Çünkü birşeyin yaratılmasında, o şeyin bir şekil alacağı neticesi çıkmaz. O şeyin şekü almasından da, onun en güzel şekil üzere olması gerekmez. Bundan sonra Cenâb-Hak, "Dönüş ancak O'nadır" buyurmuştur. Bu, "dönüş-varış, sadece Allah'adır' demektir. Cenâb-ı Hak "Göklerde ve yerde ne varsa, o bilir. Ne gizler, ne açıklarsanız, onları da bilir. Allah göğüslerin içinde olan her gizliyi bile hakkıyla bilendir" buyurmuştur. Hak teâlâ, göklerde ve yerdekini, kullarının gizli-âşikâr yaptıklarını, mahlukatının gönüllerinde yatan cüz'î ve küllî şeyleri bildiğini haber vermek suretiyle, hiçbirşeyin Kendisine saklı-gizli kalamayacağına dikkat çekmiştir. Zira ezelden-ebede hiçbirşey Allahü teâlâ'nın ilmi dışında kalamaz. Bu ayetle ilgili şöyle bir kaç bahis vardır: Birinci Bahis: Allahü teâlâ hakimdir. O, daha önceden insanları yarattığı zaman. onların (bazılarının) kâfir olacaklarını ve bunda ısrar edeceklerini biliyordu Binâenaleyh hangi hikmet O'nu, bunları yaratmaya götürmüştür? Deriz ki: Allahü teâlâ'nın hakîm olduğunu bildiğimiz an, bütün fiillerinin hikmetine uygun olduğunu da anlarız. Bu kâfirleri yaratması da Allah'ın bir fiilidir. Binâenaleyh bu fiili de. hikmetine uygundur. Bunun hikmete uygun oluşunu kavrayamayışınızdan, bunur hikmetsiz olduğu neticesi çıkmaz. Aksine bundan, onları yaratmasının, hikmet üzere olduğu neticesi çıkar. İkinci Bahis: Cenâb-ı Hakk, "Size suret verdi. Hem de suretlerinizi güzel yaptı buyurmuştur. Halbuki insanlar arasında, şekli-şemaili, huyu-suyu bozuk olanlar vardır (ne dersiniz)? Deriz ki: Aslında ortada bir suret bozukluğu yoktur. Fakat güzellik de, tıpkı diğer şeyler gibi, derece derecedir. Bazı şekil ve suretler, kendilerinden üst derecede olanlardan, gözle görülür bir biçimde aşağı oldukları için, güzellikleri görülememiştir. Yoksa şekiller de, ayette bildirilen "güzel"liğin sınırları içindedirler, dışında değillerdir. "Dönüş Allah'adır" Ne Demektir? Üçüncü Bahis: Hak teâlâ'nın, "Dönüş ancak O'nadır" ifadesi, bir taraftan bir başka tarafa geçiş olacağı zarınım uyandırır. Bu ise, ancak Allahü teâlâ'nın bir tarafta - bir mekânda olması durumunda söz konusu olabilir. Şu halde bu nasıl olur? Derim ki: Böyle bir vehm, işin aslına göre olmayıp, bize ve zamanımıza göredir. Çünkü işin aslı, kendisine dönülüp-gidilecek zat, "taraf" yani "cihet"ten münezzeh bir zat olunca, bir taraftan bir tarafa gerçek manada geçiş söz konusu olmaz. Resulü Kabul Etmek İstemeyenler 5Âyetin tefsiri için bak:7 6Âyetin tefsiri için bak:7 7"Daha önce kâfir olup da, işlerinin vebalini tadanların haberleri gelmedi mi size? Onlara elem verici azab vardır. Bu, şundan dolayıdır: Peygamberleri onlara apaçık mucizeler getiriyorlardı da, onlar, "Bizi bir insan mı hidayete sevkedecek" demişler, böylece kâfir olmuşlar ve sırt çevirmişlerdi. Allah ise hiçbirşeye muhtaç olmadığını göstermiştir. Çünkü Allah ganiyy ve hamiddir. O kâfirler de, öldükten sonra kesinlikle diriltilmeyeceklerini iddia ettiler. De ki: "Hayır, Rabbime andolsun ki mutlaka diriltileceksiniz. Sonra da yaptığınız şeyler behemehal size haber verilecektir. Bunu yapmak Allah'a pek kolaydır". Bil ki "Gelmedi mi size..." cümlesindeki hitab, Mekke kâfirlerine yönelik olup, bu, onların dünyada taddıkları o perişanlığa, hüsrana ve ahirette onlar için hazırlanmış o azaba bir işarettir. Dolayısıyla ayetteki, "işlerinin vebalini, yani, işlerinin şiddetini tadanlar" ifadesi, tıpkı, "Tad azabı şimdi. Hani sen, çok ulu, çok şerefli idin!" (Duhan, 49) ayeti gibidir. Ayetteki, 'deki zamir, zamır-i şân olup, "Bu, onlar o peygamberin bir insan oluşunu yadırgayıp, mabudlarının bir taş oluşunu yadırgamayışları sebebiyledir" demektir. Böylece onlar kâfir oldular, hak ve hakikatten yüz çevirdiler; peygamberleri inkâr ettiler. Halbuki Allahü teâlâ, onların tâ ezelden-ebede bütün ibadet ve taatlerinden müstağnidir. Ayetteki, "Allah ganiyy ve hamidir" ifadesi de önceki ifadelerden olup, "hamîd" kelimesi, "mahmûd" yani, "zatı gereği hamde, övgüye "müstehakolan" manasınadır. Hamîd, "hâmid" (Öven) manasına da gelebilir. Cenâb-ı Hak, "Kâfirler iddia ettiler ki..." buyurmuştur. Keşşaf sahibi "za'm" kelimesinin, "bilme iddiasında olma" manasına geldiğim söylemiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "diyorlar ki, "diyorlar ki" diye söze başlayıp, dedikodu nakletmek "yalan" binitine binmek demektir" hadis-i şerifindeki kelime de bu manadadır. Şureyh'in "Herşeyin bir künyesi vardır. Yalanın şain: künyesi de "zu'm"dur. Bu fiil tıpkı "ilim" masdarı gibi iki mef'ûl alır. Nitekim "Senin bundan uzak olduğunu sanmam..." demiştir. Ayetteki, "kâfir olmuşlar..." ifadesi ile, Mekkeliler kastedilmiştir. Yine, ayetteki (......) kelimesi ifadesinden sonra gelen manayı müsbete çeviren bir ifade olup, bu da, öldükten sonra dirilme hadisesinin olacağıdır. Ayetteki, "Hayır, Rabbinize andolsun ki..." ifadesinin, Hazret-i . Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bunu talim edip öğreten ifade olabileceği de ileri sürülmüştür ki, bu, vermiş olduğu "öldükten sonra dirilme" olayını tekîd için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yemin etmesini öğretmesi anlamındadır. Kur'ân'daki bütün kasemler de böyledir. Ayetteki, "Bunu yapmak Allah'a pek kolaydır" cümlesine gelince, bu da, "O'nu, herhangi bir güç bunu yapmaktan alıkoyamaz..." demektir. Bu ifadeye, "öldükten sonra dirilme işi Allah'a gayet kolaydır" şeklinde de mana verilmiştir. Çünkü Mekkeliler, toz-toprak olduktan sonra artık bir daha dirilmenin olamayacağını sanıyorlardı da, bunun üzerine Allahü teâlâ, onlan yeniden diriltmenin aklen, yok iken var olmaktan daha kolay olacağını haber vermiştir. Ayetle ilgili birkaç bahis vardır. Birinci Bahis: Ayetteki, "kâfir olmuşlar..." cümlesi, "sırt çevirmişler..." ifâdesini de karşılar. Öyleyse, daha yeniden "sırt çevirmişler" denmeye ne hacet vardı? Biz deriz ki, onlar küfretmişler ve, "Bir beşer mi bizi hidayete erdirecek?" demişlerdir ki, bu istifhamı-inkâr ve büsbütün yüz çevirme anlamında olup, işte esas "sırt çevirme", budur. Buna göre onlar adeta (önce) kâfir olmuşlar, daha sonra da yüz çevirdiklerini gösteren bir söz söylemliş gibi olmuşlardır. İşte bu sebepte de Cenâb-ı Hakk, "kâfir olmuşlar ve sırt çevirmişler" buyurmuştur. İkinci Bahis: Ayetteki, "sırt çevirmişlerdi. Allah ise hiç kimseye muhtaç olmadığını göstermiştir" ifadeleri, "yüz çevirmenin ve hiç bir şeye muhtaç olmama"nın aynı anda meydana geldiği zannını uyandırmaktadır. Halbuki, Cenâb-ı Hakk daima müstağnîdir (ne dersin)? Keşşaf sahibi, Keşşafında bunun anlamının, "Onları iman etmeye zorlamadığı ve buna kadir olduğu halde onları buna mecbur etmediği için Allah'ın müstağni olduğu ortaya çıkmıştır" şeklinde olduğunu söylemiştir. Kâfire Göre Resulün Yemininin Manası Üçüncü Bahis: O Mekkeliler Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in öldükten sonra dirilmenin olacağını yemin ederek dile getirmesinin ne anlamı var? Biz deriz ki: Mekkeliler her ne kadar Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini kabul etmeseler bile, ne var ki onlar, o peygamberin, daha mükemmelinin düşünülemeyeceği bir biçimde Rabbine inandığına inanıyorlardı. Böylece de Mekkeliler, peygamberin, verdiği bu haberin kendince ve verdiği haberin, güneşten daha aşikâr şekilde doğru olduğuna inanmadıkça, böyle bir yemine teşebbüs etmeyeceğini kesinlikle biliyorlardı. Bu haberi yeminli ifade ile dile getirmesinin manası, bundan başka bir şey değildir. Daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), verdiği bu haberi hem kasemin cevabına gelen lam ile, hem de tekîd nûn'u ile vurgulamıştır. Böylece de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), adeta, yemin üstüne yemin etmiş gibi olmuştur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in öldükten sonra dirilmeyi ve öldükten sonra diriltmeyi kabul etmeyi böyle yemin ile haber vermesi, imanın ayrılmaz bir vasfı olunca, Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur. 8Âyetin tefsiri için bak:10 9Âyetin tefsiri için bak:10 10"O halde, Allah'a, O'nun peygamberine ve indirdiğimiz o nura iman edin. Allah, ne yaparsanız, hakkıyla haberdardır. (Evet, "yaptığınız şeyler mutlaka size haber verilecektir"). O günde ki, (Allah), o toplama günü için hepinizi bir araya getirecek, işte bu aldanma günüdür. Kim, Allah'a iman eder, iyi amellerde bulunursa, O, bunun kötülüklerini örter, onu, altlarından ırmaklar akan cennetlere, -kendileri içlerinde ebedî, sermedî kalıcı olmak üzere- kor. İşte, büyük kurtuluş budur. O küfredenler, ayetlerimizi yalan sayanlara gelince, onlar da -içinde ebedî kalıcılar olarak cehennem sakinleridirler. O ne kötü gidiş yeridir". Ayetteki, "O halde, iman ediniz..." hitabının önceki ifadelerle olması mümkündür. Çünkü, Allahü teâlâ geçmiş ümmetlerin başına gelen ilahî cezadan bahsedip, bu ceza da onların Allah'ı inkâr edip peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle olunca, Cenâb-ı Hakk, "Onların başına gelen o cezanın sizin de başınıza gelmemesi için, şimdi siz, Allah'a, Resulüne ve indirdiğimiz nûr'a, yani Kur'ân'a iman ediniz. Çünkü Kur'ân, tıpkı karanlıktan nûr'la, (ateşle) yol bulmuş hidâyete erildiği gibi, sayesinde, şüpheli şeyler konusunda hidayete erilen bir kitaptır.' buyurdu. Cenâb-ı Hakk, Öldükten sonra dirilmenin olacağı hususunda apaçık deliller ihtiva ettiği için, burada "nûr"u, yani Kur'ân'ı zikretmiştir. Keşşaf sahibi de, Cenâb-ı Hakk'ın buradaki "Resul" sözüyle, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, "nûr" sözüyle de Kur'ân'ı kastettiğini söylemektedir. "Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır." Yani, "Allah, gizli-âşikâr yaptığınız her şeyi bilendir. Öyleyse, her iki durumda da O'nu gözetin, O'nu sayıp O'ndan çekinin" demektir. Cenâb-ı Hak, "O günde ki, (Allah), o toplanma günü için hepinizi bir araya getirecek" buyurmuştur ki, O, bu beyanı ile göktekileri ve yerdekileri kendisinde bir araya getireceği kıyamet gününü kastetmiştir ki, "İşte bu, aldanma günüdür". et-Teğâbun, "el-ğabun" kökünden "tefâül" vezninde bir masdar olup bu, hakkını alma ve ticaret hususunda kullanılan ve gabn kökünden gelen bir kelimedir. Nitekim Arapça'da, birisi, birisinden değerinin altında bir fiatla bir şey aldığında, "onu aldattı..."denilir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Bir takım kimseler cehennemde azâb görürken, bir takım kimseler de cennette nirnetlenirler. İşte bu güne, kendisinde, ehl-i hakkın ehl-i bâtılı; hidayet ehlinin dalâlet ehlini ve iman ehlinin küfür ehlini aldatacağı (yani kâr ve kazançta olan taraf bunlar, aldanan taraf ise ötekiler olduğu) için, bu ismi aldığı da ileri sürülmüştür. Bu sebeple, bundan daha açık bir aldanış yoktur. Kısaca, bu ifade aslında, alışverişte kullanılan bir ifadedir. Ne var ki, Cenâb-ı Hakk, ahiret hayatını verip dünya hayatını; hidayeti verip dalâleti satın aldıkları için, bu kelimeyi kâfirler hakkında da kullanmıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, onların yapmış oldukları bu ticarette kazançlı çıkmadıklarını belirtmiş, mü'min kimselere de, kazançlı bir ticarete irşâdda bulunarak, "Size, sizi elim bir azabtan kurtaracak olan bir ticareti göstereyim mi?" (Saf, 10) buyurmuştur. Yine, mü'minlerin, kendi nefislerini (canlarını) cenneti elde etme mukabilinde sattıklarını da belirtmiştir. Böylece, bu demektir ki, kâfirlerin pazarlığı zarar etmiş, mü'minlerin pazarlığı ise kârlı olmuştur. Ayetteki, "Kim Allah'a iman eder, iyi amellerde bulunursa..." ifadesine gelince, bu, "Kim, peygamberin bildirdiği haşir, neşir, cennet-cehennem, vs. şeyler hususunda, Allah'ı tasdik eder ve bu iman içinde (imanını koruyarak) ölünceye değin salih amel işlerse...) demektir. Ayetteki, ifâdeleri, nûn ile de okunmuştur. (......) ayetine gelince bu, "Allah'ın birliğini, O'nun kudretini inkâr eden ve öldükten sonra dirilmeye delâlet eden ayetlerini yalanlayan kimselere gelince, "onlar da ebedî kalıcılar olarak cehennem sakinleridirler. Orası ne kötü gidiş yeridir!" demektir. Ayetlerle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Cenâb-ı Hakk, "Allah'a ve izafet terkibini kullanarak O'nun Resulüne iman edin..." demiş de, buradaki "nûr" ile Kur'ân kastedilmiş; Kur'ân O'nun kelâmı ve O'na nisbet edilmişken, izafet üslubuyla, "indirdiğimiz nuruna" buyurmamiştır. Biz deriz ki, (......) ifâdesindeki eliflâm da, izafet anlamında olup, buna göre Cenâb-ı Hakk adeta, demiş gibidir. İkinci Bahis: Ayetteki zarf olan (......) ifâdesi, ne ile mansûb olmuştur? Biz deriz ki: Zeccâc, bu kelimenin, ayetteki (Teğâbun, 7) ifâdesi ile mansub olduğunu söylemiştir. Keşşafta ise ya, (......) (Teğabun,7), yahut ta kendisinde tehdit manası olduğu için (......) (Teğabun, 8) ifâdesiyle mansub olduğu zikredilmiştir. Buna göre adeta, "Allah'a yemin olsun ki, sizi bir araya getirdiği günde sizi cezalandıracaktır" denilmek istenmiştir. Yahut da bu kelime, gizli bir (hatırla, an) kelimesiyle mansubtur. Üçüncü Bahis: Cenâb-ı Hakk imanı ifâde ederken, muzarî sigasıyla, küfrü ifade ederken de, mazi sigasıyla buyurmuştur (niçin)? Biz deriz ki: Bu sözün takdiri, "Kâfir olanlardan ve ayetlerimizi yalanlayanlardan kim Allah'ı tasdik ederse, O onu cennetlerine sokar; kim de, onlardan iman etmezse, işte bunlar da cehennem sakinleridirler" şeklindedir. Dördüncü Bahis: Cenâb-ı Hakk, müfret sigasıyla buyururken, çoğul lafzıyla buyurmuştur (niçin)? Biz deriz ki; bu, edatının, lafzına ve manasına göre böyle olmuştur. Beşinci Bahis: "içinde ebedî kalıcılar olarak..." ifadesinden sonra, Cenâb-ı Hakk'ın yeniden, "Orası ne kötü gidiş yeridir!" demesinin hikmeti nedir? Çünkü, o cehennemde ebedî kalmak, oranın bir kötü gidiş yeri olmasının ta kendisidir..." Biz deriz ki: Bu, her ne kadar, aynı manaya gelen iki ifade ise de, oranın kötü bir yer olduğuna açıkça delâlet etmez. Binâenaleyh, ikinciyi açıkça ifade etmek, birinciyi tekid etmiştir. 11Âyetin tefsiri için bak:13 13"Allah'ın izni olmadıkça, hiçbir musibet gelip çatmaz. Kim, Allah'a iman ederse, O, onun kalbini doğruya iletir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz, peygamberinizin üzerine düşen ancak apaçık bir tebliğdir. Allah, Kendisinden başka hiçbir tanrı olmayan gerçek mabuddur. Öyleyse, iman edenler anca Allah'a güvenip dayansınlar". Ayetteki, "Allah'ın izni olmadıkça" ifadesi, "Allah'ın emri olmayınca..." manasındadır. Bunu, Hasan el-Basrî söylemiştir. Bu ifadenin, "Allah'ın takdiri ve kazası olmaksızın..."; "Allah'ın irâdesi ve meşîeti olmaksızın..." manalarına geldiği de ileri sürülmüştür. İbn Abbas (radıyallahü anh) ise bu ifadeye, "Allah'ın ilmi ve kazası olmaksızın..." manasını vermiştir. Ayetteki, "O, onun kalbini doğruya iletir" cümlesine gelince, bu, "Musibetler esnasında...", "ölürken...", "Hasta iken...", "Fakir iken...", "Kıtlık zamanında..." ve "benzer durumlarda..." demektir. Böylece kişi, başına gelen bu musibetin Allah'tan olduğunu bilir de, O'nun hükmüne teslim olur ve O'na yönelir, iltica eder. Ki, işte ifâdesinin anlamı budur. Yani, "Allah, onun kalbini, Kendisinin emrine teslim olma ve inkiyâd etmeye götürür, iletir" demek olup, bunun bir benzeri ifade de, "ki onlar kendilerine bir belâ geldiği zaman, "Biz Allah'ın (teslim olmuş kulları)yız ve biz ancak O'na dönücüleriz" diyenlerdir ...ve onlar doğru yola erdirilenlerin ta kendileridir" (Bakara, 156-157) ayetidir. Meanî alimleri (ehl-i meanî) ise, bu ifadeye, "Allah kişinin kalbini, bolluk esnasında Kendisine şükretmeye; belâ ve sıkıntılar geldiğinde ise, Allah'a karşı sabırlı olmaya iletir" anlamını vermişlerdir ki bu, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, bu ayete verdiği "kişinin kalbini, Kendisinin verip ve hoşnut olduğu şeye iletir.." şeklindeki manadır. Bu ifâde, nûn ile şeklinde de okunmuştur. İkrime'nin de dâl'ın fethası, yâ'nın dammesi, ile (......) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Yine bu kelime, (yende) şeklinde de okunmuştur. Zeccâc "kişinin kalbi yatıştığında, denilir..." demiştir, (......) kelimesi, hem ref hem de nasb ile okunabilir. Bunun mansub okunuşunun izahı ise, bu ifadenin tıpkı, (kendini bilmedi) fiilinin ifâdesini mef'ul alması) gibidir. "Allah her şeyi hakkıyla bilendir..." Bu cümlenin, belâlar esnasında, ilgili kişinin kalbinin yatışmasına bir işaret olması muhtemeldir. Bu ifâdeye, "Allah, Resulünü tasdik edenin tasdikini bilir..." manası da verilmiştir. Çünkü, kim O'nun Resulünü tasdik ederse, bu demektir ki, Allah o kimsenin kalbini hidayete erdirmiştir. Ayetteki hitabına gelince, bu, "Allah'a itaat edin ve Allah'ın nezdinden getirdiği hakikatler hususunda, O'nun peygamberine itaat edin..." demek olup, bu da, "Belâ ve musibetler karşısında feveran etmeyin.. Allah'tan gelen emirlere uyun ve Peygamber'in sizi kendisine davet ettiği şeylere uyun..." demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, hitabına gelince, bu, "şayet sizler, peygamberin sizi kendisine davet ettiği şeyler konusunda ona icabet etmezseniz, Resulümüzün görevi, biliniz ki, apaçık bir tebliğ ve meseleleri çok net bir biçimde ortaya koymasıdır.." demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, Kendi'nden başka hiçbir tanrı olmayan gerçek Mabûd'dur" cümlesinin, daha önce geçen "Mülk O'nun, hamd O'na aittir, O herşeye kadirdir... " (Teğabun, 1) ifadeleri gibi, Allah'ın zâtına uygun olan vasıflar cümlesinden olması muhtemeldir. Çünkü, bu ve benzeri sıfatları taşıyan, Kendisinden başka bir ilah olmayan Zât'tır ki, buna göre bu ifade, "O'ndan başka, ibadete müstehak olan kimse yoktur. Her şeyde maksûd ve amaç O'dur; her konuda O'na güvenilir; dönüş ve varış O'nadır" demektir. Ayetteki, "Öyleyse iman edenler ancak Allah'a güvenip dayansınlar" ifadesine gelince, bu, mü'min kimsenin ancak O'na dayanması gerektiğini ve ancak O'nunla güç kuvvet sahibi olması gerektiğini beyandır. Çünkü mü'min kimse, gerçekte kadir olanın O olduğuna inanır. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, peygamberini yalanlayanlara ve ondan yüz çevirenlere karşı peygamberine yardım ve destek sağlayabilmesi için, peygamberini Kendisine tevekkül etmeye ve işleri hususunda ancak Kendisinden güç kuvvet almaya bir teşviktir. Buna göre şayet, "Cenab-ı Hakk'ın, "Allah'ın izni olmayınca, hiçbir musibet gelip çatmaz..." ifadesi, kendinden önceki ayetlerle nasıl bir münasebet arzeder?" denilirse, biz deriz ki: Bu ayet, "O halde, Allah ve Resulünü ... tasdik edin..." (Teğabun, 8) ayeti ile alâkalı bir ifadedir. Çünkü Allah'a iman edip O'nu tasdik eden kimse, kendisine, herhangi bir musibetin ancak Allah'ın emri ve hükmü ile isabet ettiğini bilir, buna inanır. 14Âyetin tefsiri için bak:16 16"Ey iman edenler, eşlerinizin, evlatlarınızın içinde hakikaten size düşman olanlar da vardır. O halde, onlardan sakının. Af eder, kusurlarını başlarına kakmaz, ayıplarını örterseniz, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir. Mallarınız da evlatlarınız da sizin için ancak bir imtihandır. Allah'a gelince, büyük mükâfaat O'nun nezdindedir. O halde, gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun. (O'nun öğütlerini) dinleyin, itaat edin. Kendinizin hayrına olarak infak edin. Kim, nefsinin cimriliğinden korunursa, İşte onlar felaha erenlerin ta kendileridir". Kelbî şöyle der: "Bir kimse hicret etmek istediğinde, coluğu-çocuğu, hicret etmemesi için yakasına yapışır ve "sen çekip gideceksin, bizi de ölelim diye burada bırakacaksın" diyorlardı. İşte bu sebeple, bunlar içerisinde ailesinin sözünü dinleyen ve böylece hicret etmeyenler oluyordu. Derken Allahü teâlâ, işte bu kimseleri, hanımlarına, çoluk-çocuklarına itaat etmekten, onların sözünü dinlemekten sakındırmıştı. Yine bunların içinde, çoluk-çocuğuna itaat etmeyen ve, "Ama Allah'a yemin ederim ki eğer hicret etmesek, Allah da bizimle sizi hicret yurdunda birleştirecek olsa, biz size kesinlikle faydalı olmayız" diyenler vardı. Allahü teâlâ, onları hicret yurdunda birleştirince, (yeniden) onlara infakta ve iyilikte bulunup lütufkâr davranmalarını emretmiştir. Müslim el-Horasani şöyle der: "Bu ayet, Avf b. Malik el-Eşca'î hakkında nazil olmuştur. Avf'ın ailesi, onun hicretine, cihada gitmesine karşı çıkıyorlardı." ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan, bu ayetin ne demek olduğu sorulduğunda, o şöyle demiştir: "Ayette bahsedilenler, Mekkeliler olup, bunlar müslüman idiler ve Medine'ye gelmek istiyorlardı. Eşleri ve çocuktan ise buna engel oluyorlardı. İşte bu husus ayette, "Eşlerinizin, evlatlarınızın içinde hakikaten size düşman olanlarda vardır. O halde onlardan sakının, yani, onlara itaat edip de hicret etmemekten sakının" ifadesiyle anlatılmıştır. Ayetteki "Affeder, kusurlarını başlarına kakmaz örterseniz" ifadesi hakkında da İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bu Mekkelilerden birisi, hicret edip de, birçok insanın kendisinden önce hicret ettiklerini ve dinlerini daha iyi yaşadıklarını anlayınca, daha önce hicret etmesine mani olan, hanımını ve çocuklarını cezalandırmak istedi. Eğer onlar da gelip, hicret yurdunda birleşirlerse, onlara infak etmeyip, iyi davranmayacağını söyledi. İşte bunun üzerine, bu ayet nazil oldu. Bu, "Hanımlarınızdan ve çocuklarınızdan, kâfir oldukları için, sizi İslâm'dan engelleyen düşmanlarınız vardır. İşte onlardan sakının" demektir. Böylece, ayette bahsedilen düşmanlığın, küfür sebebiyle ve imandan engelleme sebebiyle olduğu anlaşılmaktadır, Mü'minler arasında ise böyle bir düşmanlık söz konusu değildir. Çünkü mü'min olan hanımları ve çocukları, onların düşmanları olamazlar. Hak teâlâ'nın, "Mallarınız da, evlatlarınız da sizin için ancak bir imtihandır" ifadesi, işte bu hicrete mani olan eş ve çocuklar hakkında nazil olmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh) da bu ifadenin tefsiri sadedinde, bu "içinde Allah'a isyan bulunan konularda, onlara itaat etmeyin" manasınadır" demiştir. Ayetteki, "fitne" (imtihan) sözü, belâ ve insanı âhiretten alıkoyan şeyler anlamınadır. Şu da söylenmiştir: "Allahü teâlâ, malın ve çoluk-çocuğun, kendileri yüzünden insanların fitneye düştüğü şeyler cinsinden olduğunu bildirmiştir. Bu ifade, bütün çoluk-çocuğu içine alır. Çünkü insan, çocuğu sebebiyle, onun vasıtasıyla fitneye düşer, imtihan edilir. Çünkü insan, çoğu kez çoluk-çocuğu yüzünden Allah'a asi olur ve bu yüzden, başkalarının malını çalmak, gasbetmek gibi, haram olan bir işi yapmaya teşebbüs eder." Cenâb-ı Hak, "Allah'a gelince, büyük mükâfaat O'nun katındadır" buyurmuştur. Bu büyük mükâfaat, cennettir. Cenâb-ı Hakk, insanlar sıkıntılara göğüs gersinler diye, katında büyük bir mükâfaatın olduğunu bildirmiştir. Buna göre mana, "çoluk-çocuğunuz sebebiyle, günah olan şeyleri yapmaya yeltenmeyin ve onları, Allah katında sizin için hazırlanmış o büyük mükâfaata tercih etmeyin" şeklindedir. Ayetteki, "O halde, gücünüzün yettiği kadar Allah'dan korkun" ifadesine gelince, Mukâtil, buradaki "gücünüzü yettiği kadar" ifadesinin, "gücünüzün en son noktasına kadar..." manasına geldiğini söylemiştir. Çünkü mü'min kişi, Allah'dan ittika hususunda, alabildiğine çaba sarfeder. Katade ise, "Allah'dan hakkıyla ittikâ edin" (Al-i İmran, 102) ayetinin, bu ayetle neshedildiğini söylemiştir. Bazı alimler, bunu kabul etmeyip, tenkid ederek, "Bu doğru değildir. Çünkü "Allah'dan hakkıyla ittikâ edin" ayeti ile, güç yetirilemeyecek şekilde olan ittika kastedilmemiştir. Zira böyle bir ittika insan gücünün ve iktidarının üstündedir" demişlerdir. Ayetteki, "dinleyin" ifadesi "Allah'a, Resulüne ve kitabına kulak verin" manasınadır. Bunun, "Allah'ın ve peygamberinin emirlerine kulak verin" manasına olduğu ela söylenmiştir. "İtaat edin" yani, "Allah'ın emirleri hususunda, O'na itaat edin", "İnfak edin"yani, "Mallarınızdan, Allah için, kendinizin hayrına infak edin." Ayetteki, (......) kelimesi, "infak edin" fiiliyle mansub olup, (onun mef'ûlü) olup, buna göre sanki, "Kendiniz için hayır olan şeyleri, önceden yapıp gönderin; dünyada iken işleyin" demektir. Binâenaleyh bu ifade tıpkı, "O halde iman edin ve kendiniz için hayırlı olan işlere yönelin"(Nisa, 170) ayeti gibidir. Ayetteki, "Kim, nefsinin cimriliğinden korunursa..." ifadesine gelince, buradaki "şuhh" kelimesi "cimrilik" manasınadır. Bu, mal hususunda ve başka hususlarda yapılan cimrilikleri içine alır. Nitekim Arapça'da, "Falanca, makamı hususunda cimridir. "Falanca, makamı hususunda hırslıdır Falanca, bilgisi hususunda, ma'rûfa emretmek hususunda haristir" denilir. Ayetteki bu ifadeye, "Kim nefsinin zulmünden korunursa..." manası da verilmiştir ki, buna göre, burada geçen "şuhh" kelimesi, "zulüm" (zalimlik) manasına gelmiş olur. O halde "suhh"dan uzak durabilen, kurtuluşa erenlerdendir. Eğer, "Ayetteki "Mallarınız da, evlatlarınız da sizin için bir imtihandır" ifadesi, bütün mal ve çocuklarının kişinin düşmanı olduğuna; "Eşleriniz, evlatlarınız içinde hakikaten size düşman olanlar var" ifadesi ile, eşlerin ve çocukların bazısının düşman olduğuna delâlet eder (ne dersiniz)?" Biz deriz ki: Bu, (hicrete) mani olma sadedinde söylenmiş bir sözdür. Dolayısıyla buradaki kısmîliğin, bahsi geçen "bütün" cinsinden olması gerekmez. Buna göre ayetin ifade ettiği mana, "Çocuklarınız içinde, size mani olanlar olduğu gibi, olmayanlar da vardır" şeklinde olur. Dolayısıyla, bunlardan olanların bir kısmı "düşman" olmuş olur. 17Âyetin tefsiri için bak:18 18"Eğer Allah'a güzel bir borç vermek suretiyle, borç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat artırır. Hem sonra sizi affeder. Allah az hayra çok mükâfaat veren, ceza hususunda acele etmeyendir. O, gizliyi de, aşikârı da bilen, aziz, hakîm olandır". Bil ki buradaki, "Eğer Allah'a güzel bir borç vermek suretiyle, borç verirseniz" cümlesi, "Eğer, rızasına ermek gayesiyle Allah yolunda harcarsanız, huzuruna yaklaşmak isteyenleri sevdiği, mükâfaatı peşin vermediği ve sizi bağışladığı için, size kat kat karşılığını verir" manasınadır. Bazılarına göre, buradaki "karz-ı hasen" (güzel borç), helâl kazançtan yapılan tasadduk demektir. Bunun, "gönül hoşluğu ile yapılan tasadduk" manasına geldiği de söylenmiştir. Karz, Allah yolunda yapılan infak gibi, mükâfaatı (sevabı) ümid edilen şey demektir. Keşşaf sahibi, "Karz kelimesinin burada yer alışı, insanları bu ise çağırması hususunda, lütufkâr bir yol tutmak içindir" demiştir. Ayetteki, "Allah onu sizin için kat kat artırır" ifadesi, "O sizin için, bire karşılık on, bire karşılık yediyüz ve hatta dilediği daha büyük katlarda mükâfaat verir" demektir. Bu kelime, şeklinde de okunmuştur. "Şekûr", "karşılık veren" demek olup, "Allah size, teşekkür etmede, ileri derecede davranan kimsenin yaptığı gibi davranarak, büyük mükâfaat verendir" manasına gelir. "Halim" de böyledir, yani, "O size, kötülükler karşısında sabreden kimselerin davrandığı gibi davranır. Dolayısıyla da onca günah işlemenize rağmen, cezanızı hemen vermez" demektir. Alîm ve Aziz Vasıflarının İlgisi Birisi çıkıp şöyle diyebilir: "Bu fiiller, Allah'ın ilim ve kudret sıfatlarına muhtaçtır. Halbuki Allahü teâlâ burada, kudretinden değil, sadece İlminden bahsederek, "Alimu'l-Gayb" "O, gizliyi de, aşikârı da bilendir" buyurmuştur?" Biz deriz ki: Ayetteki, "aziz" sıfatı, Allah'ın kudretine de delâlet eden bir ifade olup, birisi birisine baskın çıktığında kullanılan, fiilindendir. "Hakîm" de, Allahü teâlâ'nın hikmetine delâlet eder. "Aziz"in, "kendisini hiçbirşeyin âciz bırakamadığı zat"; "hakim"in ise, "tedbirinden, idaresinde hata etmeyen zat" manasına olduğu da söylenmiştir ki Allahü teâlâ işte aynen böyledir. Dolayısıyla şanı yüce, kibriyası büyük Allah, âlimdir, kadirdir ve hakimdir. Doğruyu en iyi bilen Allah'dır. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a; selat-u selâm da, peygamberlerin efendisi ve sonuncusu, efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve onun âline olsun. (Âmin). Çooook şükür ALLAH'a bitti |
﴾ 0 ﴿