TALAK SURESİ

Bu sûre, on iki ayet olup, Medenî'dir.

Talak Usûlü

1

"Ey peygamber, kadınları boşayacağınız vakit, iddetlerine doğru boşaym. O iddeti de sayın. Rabbiniz Allah'dan korkun, onları, evlerinden çıkarmayın. Kendileri de çıkmasmlar. Apaçık bir kötülük yapmış olmaları müstesna... Bunlar, Allah'ın sınırları (kanunlarıdır). Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendisine zulmetmiş olur. Bilemezsin belki Allah bunun arkasından, bir başka durum peydah ediverir".

Önceki Sûre İle Münasebet

Bu sürenin, Önceki sûreyle münasebeti şudur: Allahü teâlâ, o sûrenin başında, "Mülk O'nun, Hamd O'na aittir ve O herşeye kadirdir" buyurmuştur. Mülk, nizamının sağlanacağı bir şekilde üzerinde tasarruf edilmeye muhtaçtır. Hamd de, bu tasarrufun, üzerlerinde tasarruf edilenler için, âdilâne ve lütufkârane yapılmasına ve böyle bir tasarruftan men edeceklerin üstesinden gelinebilmesine muhtaçtır. Bu sûredi ilgili hükümlerin anlatılması, işte hakkında herhangi bir düşünceye dalmaya ihtiyaç bırakmayacak bir biçimde, bütün bu hususlara muhtaç olunacağını kapsamaktadır. Binâenaleyh işte bu yönden, bu sûrenin, geçen sûre ile alâka ve irtibatı vardır.

Bu sûrenin başı ile o sûrenin sonu arasındaki ilgi ve münasebet de şöyledir: Allahü teâlâ, o sûrenin sonunda, "gaybı ve aşikârı bilen" ifadesiyle, ilminin mükemmelliğine, bu sûrenin başında da, kadınların yararına olan ve boşanmalarıyla ilgili hükümleri mükemmel bir biçimde bildiğine temas etmiş, böylece o küllî (genel) ifadelerini, bu cüz'î (Özel) konularla adeta açıklamıştır.

Nüzul Sebebi

Cenâb-ı Hakk, "Ey peygamber, kadınları boşayacağınız vakit..." buyurmuştur. Enes (radıyallahü anh)'dan şu rivayet edilmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Hafsa (radıyallahü anh)'yı boşadı. O da ailesine gitti. Bu ayet işte bunun üzerine nazil oldu. Şöyle de denmiştir: "O, çok namaz kılıp, çok oruç tutan bir hanım olduğundan Hazret-i Peygamber onu tekrar nikahlamıştır." Binâenaleyh Hazret-i Hafsa (radıyallahü anh)'nın evinden çıkıp, baba evine gitmesi üzerine bu ayet nazil oldu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu boşadığı zaman, Allahü teâlâ işbu "kendileri de (evlerinden) çıkmasınlar" ayetini inzal etti."

Kelbî "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Hafsa (radıyallahü anh)'ya bir sır söyledi. O da onu, Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'ye anlattığı için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) öfkelenip, Hazret-i Hafsa (radıyallahü anh)'yı boşadı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu" demiştir.

Süddi ise, bu ayetin hanımını hayızlı iken boşadığı için, Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh) hakkında nazil olduğunu söylemiştir ki bu hadise meşhurdur. Mukâtil de şöyle der "Bir takım kimseler de, Abdullah b. Ömer'in yaptığını yaptılar. Bunlar, Amr b. Sa'îd b. el-As ve Utbe b. Gazvân'dır. İşte bu ayet, bunlar hakkında nazil oldu."

Ayetin Muhatabı

Hak teâlâ'nın hitabı hakkında şu iki izah yapılabilir:

a) Cenâb-ı Hakk, peygamberine nida etmiş, sonra da, önderleri olduğu için, onur ümmetine hitaben, "Kadınları boşayacağınız vakit..." buyurmuştur. Binâenaleyh Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, çoğul sigasıyla hitab edildiğinde, ümmeti, bu hitabın içine dahi olur. Ebû İshâk şöyle der: "Bu hitab, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'edir. Mü'minler de bı hitabın muhtevasına dahildirler."

b) Ayetin takdirî manası, "Ey Peygamber, ümmetine, "Hanımlarınız boşayacağınız vakit, şöyle şöyle yapın" de" şeklindedir. Buna göre, ayette, mukadder bir (de) kelimesi var. Ferrâ ise "Cenâb-ı Hak, hitabı sadece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapmış, ama hükmü herkese teşmil etmiştir. Nitekim sen, aslında gruba hitap kasdıyla muayyen bir şahsa: "Yazıklar olsun. Allah'dan korkup-utanmaz mısınız ki, sen ona ve onun ehl-i beytine gidiyorsun" dersin. "Boşayacağınız vakit" ifades "boşamak istediğiniz zaman" demek olup, tıpkı, "Namaza kalktığınızda" (Maide, 6) ayeti gibi olup bu, "Namaz kılmak istediğinizde..." demektir. Bu husustaki izah daha önce geçmişti.

Sünnî Talak

Cenâb-ı Hak, "Iddetlerine doğru boşayın" buyurmuştur. Abdullah (b. Mes'ûd) (radıyallahü anh) şöyle der: "Bir kimse hanımını boşamak istediğinde, onu içinde onunla cinsî münasebette bulunmadığı bir temizlik döneminde boşardı." Bu Mücâhidin de görüşüdür. İkrime, Mukâtil ve Hasan el-Basrî de "Allahü teâlâ kocalara, hanımlarını boşamak istediklerinde, İçinde cinsî münasebette bulunmadıkları bir temizlik dönemi içinde boşamalarını emretmiştir. Bu, Hak teâlâ'nın "iddetlenne doğru" buyruğundan anlaşılmaktadır. İfade, "iddet zamanları doğru demektir. Bu zaman da, ümmetin icmâı ile, kadınının temizlik dönemidir"

İddet Şekilleri

Ayetteki "iddetlerine doğru" ifadesine, "iddetlerini ortaya koymak için..." manası da verilmiştir. Bir gurup müfessir yine, "iddetlerine doğru boşamak", kadını, temiz olduğu dönemde cima etmeksizin boşamaktır" demiştir. Velhasıl temizlik döneminde boşamak gereklidir. Aksi halde yapılan boşama, "sünnî" (sünnete uygun) talak olmaz. Sünnî talak ise, ancak hayızdan kesilmiş ve hamile olmayan fakat, kendisi ile cinsî münasebette bulunulmuş, balığa (akıl-baliğ) kadınlar için düşünülebilir.

Küçük olan, cinsî münasebette bulunulmamış olup, hayızdan kesilmiş ve hamile kadınlar için, ne "sünnî" ne de "bid'i" (bidata uygun) talak olmaz. Bunlar, iddetlerini "kur' " (hayız-temizlik) dönemlerine göre beklemezler. Çünkü talakın sayısında, Şâfiî mezhebine göre, sünnet ve bidat diye birşey yoktur. Hatta bir kimse hanımını bir temizlik döneminde üç talakla boşasa, bu "bid'i" olmaz.

Fakat Iraklılar (Hanefîler) bu görüşte değildirler. Çünkü onlar, "Talakın (boşamanın) sayısında sünnet olanın, kişinin, her bir temizlik döneminde, ayrı bir talak vermesidir" demişlerdir. "Nazm" sahibi de, ayetteki "iddetlerine doğru boşayın" ifadesinin, talakın sıfatı olduğunu söyleyerek der ki: "Bu nasıl böyle olmasın. Çünkü lâm, şöyle çeşitli manalara gelir:

Lâm'ın Manaları

1) İzafet için...Bu, lâm harf-i cerrinin asıl manasıdır.

2) Sebep ve illeti göstermek için 'Allah rızası için sizi yedirip içiriyoruz" (İnsan, 9) ayetinde olduğu gibi...

3) İndinde, esnasında manasına "Güneşin kayması esnasında..." (isra, 76) ayetinde olduğu gibi.

4) (......) (de - da) manasına. "Haşr'ın başlangıcında..." (Haşr, 2) ayetinde olduğu gibi. İşte tefsir ettiğimiz ayettte de bu son manadadır. Çünkü ayetteki bu ifade, "Onları iddetleri içinde boşayın" yani "iddetlerine elverişli bir zaman içinde boşayın" manasınadır.

Keşşaf sahibi de, ayetteki bu ifadeyi, "iddetlerinin başında boşayın" manası vermiştir. Bu tıpkı arabın "Ona, Muharrem ayından geri kalan bir geceyi karşılarken geldim" demesi gibidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu ifadeyi, şeklinde de okumuştur. Binâenaleyh kadın, "kur' "larından, ilkinden önceki temizlikte boşandığında, iddetini karşılayacak şekilde boşanmış olur. Bundan da maksad, o kadınların, kendileriyle cinsî münasebet yapılmamış bir temizlik döneminde boşanıp, bu hallerini iddetleri bitinceye kadar korumaları kastedilmiştir. İşte boşanmanın en güzeli, en "sünnî"si ve pişmanlıktan en uzak olanı budur.

Bunun delili, İbrahim en-Nehaî'den rivayet edilen şu husustur: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabı, hanımlarını, sünnete uygun olarak, bir talakla boşamayı tercih ederlerdi. Sonra da bu talakın iddeti bitinceye kadar, başka talak vermezlerdi." Ashab nezdinde, en sevimsiz görülen boşama şekli ise, bir kimsenin, üç talakla birden hanımını boşaması idi.

Malik b. Enes de, "Ben, talak'ın birer birer verilmesinden başka yol tanımıyorum' demiş ve ister birden, ister ayrı ayrı olsun, üç talakla boşamayı, kerih görmüştür.

Ebû Hanife ve arkadaşlarına gelince, bunlar, bir temizlik döneminde, birden fazla talak vermeyi kerih görmüşlerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, İbn Ömer'e hanımını hayızlı iken boşadığı için, "Allah'ın sana emri böyle değildir. Sünnete uygun olan. o kadım, temizlik döneminin başında olarak boşaman ve onu her "kur' "da, bir talakla boşamandır" dediği rivayet edilmiştir. Şafiî'ye göre ise, üç talakın birden verilmesinde bir beis yoktur. Şafiî, "Talakın sayılan hususunda, ne "sünnî", ne de "bid'i" herhangi bir şey tanımıyorum. Hepsi mubahtır. Binâenaleyh talakın sünni olabilmesi için, bir tane olması ve vaktini gözetmen gibi birşey yoktur" demiştir. Ebû Hanife, hem talakın ayrı ayrı verilmesine, hem de vaktine riayet ederken, Şafiî sadece vakti (yani temizlik içinde boşamayı) nazar-ı dikkate almıştır.

İddet Hesabı

Cenâb-ı Hak, "O iddeti de sayın" buyurmuştur. Bu, "O kadının "kar' "larını sayın; o kar' ları ve iddet içinde vacib olan hak ve hükümleri gözetin. Günlerin sayısını bizzat tesbit edin, sağlama bağlayın. Sayacağınız şeyler hayızların sayısıdır" demektir. Bu saymanın kocalara emredilişiyle ilgili, şu iki izah yapılabilir:

1) Bu, hakların ve geçimin, kendilerinin ayrılmaz vasfı olanların, kocalar olmasından ötürüdür.

2) İddet içerisinde, çoluk-çocuğu korumak için... Ayetle ilgili şöyle birkaç bahis var:

Birinci Bahis: Talaka, "sünnî" ve "bid'i" diye adlar verilmesinin hikmeti nedir? Deriz ki: Talaka "bid'i" ismi verilmiştir. Çünkü kadın hayızlı iken, talak verildiğinde, bu hayızlı günlerini, iddetinden sayamayacak; aksine iddeti üç kar' dan fazla olacak; böylece iddet uzayacak ve adeta dört kar' olacak, hem sonra o kadın; esnasında boşandığı o hayız döneminde sanki muallakta kalmış gibidir (yani ne boşanmış gibi, ne evli gibidir). Akıl, kişileri zarara sokmayı hoş görmez. Kadın, içinde cinsî münasebette bulunulmuş bir temizlik döneminde boşanması halinde; erkek bu münasebetten bir çocuğun olup olmayacağından emin değildir. Eğer bir çocuk olacağını bilirse, onu boşamaz. Bu böyledir. Çünkü erkek, aralarında bir çocuk olmadığı zaman, hanımını daha kolay boşar. Ama kendisinden bir çocuğa hamile olması halinde, bunu arzu etmez. Dolayısıyla koca hanımını, onunla cima ettiği bir temizlik döneminde karısının hamile olmadığı düşüncesiyle onu boşar, sonra onun gebe olduğunu anlarsa pişman olur. Binâenaleyh kocanın, o kadını hayızlı İken boşamasında kadın için; içinde cinsî münasebette bulunduğu ve bu münasebetten ötürü de hamile kaldığı bir temizlik döneminde boşamasında da koca için bir kötülük vardır. Dolayısıyla kadın, kendisiyle cinsî münasebette bulunulmamış bir temizlik döneminde boşanırsa, hu iki husustan da uzak durulmuş olur. Çünkü kadın, kocasının kendisini boşadığı andan itibaren iddet beklemeye başlar ve bu bekleyiş, üç "kar' " sürer. Erkek de, o kadının kendi çocuğuna hamile olmadığına, zahiren de olsa emin olur.

Sünnete Uymayan Talak

İkinci Bahis: Sünnete muhalif olarak verilen talaklar, bir boşanma sayılır mı? Deriz ki: Evet, sayılır, fakat günahtır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, huzurunda hanımını üç talakla boşayan bir kocaya, "Daha ben aranızda iken, Allah'ın kitabıyla oynuyorsunuz öyle mi?" dediği rivayet edilmiştir.

Âdet Görmeyenlerin İddeti

Üçüncü Bahis: Küçüklüğünden veya yaşlılığından, yahut da başka sebeplerden ötürü, hayız görmeyen kadınlar, sünnî talakla nasıl boşanır? Deriz ki: Küçük, hayızdan kesilmiş ve hamile kadınların Ebû Hanife ve Ebû Yusuf'a göre, talak, üçer aydır (aylara göre ayarlanır). İmam Muhammed ve Züfer ise şöyle demişlerdir: "Sünnî talak, ancak bir boşamayla yapılan talaktır" demişlerdir. Kendileriyle cinsî münasebette bulunulmamış kadınlar ise, sünnî olarak, ancak bir talakla boşanılırlar. Bunda talak verilmesi için vakit gözetilmez (hayızlı veya temiz olmasına bakılmaz).

Dördüncü Bahis: Cinsî münasebette bulunulmuş bir kadının bir talakla, fakat "bâin" olarak boşanması mekrûn mudur? Deriz ki: Âlimlerimizden bu hususta gelen rivayetler (görüşler) farklıdır. Fakat görünen odur ki bu mekruhtur.

Boşama Vakti

Beşinci Bahis: "Kadınları boşayacağınız vakit" ifadesi, hem kendisiyle halvet yapılmış, hem hayız görüp, halvet yapılmayanları, hem hayızdan kesilmişleri, hem hayız görmeyecek kadar küçük olanları, hem de hamile kadınları içine alan genel bir ifadedir. Öyle ise bu ifadeyi sadece hayız gören ve kendisiyle cinsî münasebette bulunulmuş kadınlara has kabul etmek nasıl doğru olabilir? Deriz ki: Burada ne umumîlik, ne de hususîlik söz konusu değildir. Fakat "nisa" (kadınlar) sözü, insanların dişilerine verilen bir cins isimdir. Bu manada cinsiyyet ise, hem hepsinde, hem bir kısmında vardır. Binâenaleyh buradaki "kadınlar" ifadesiyle hem bunlar, hem onlar kastedilmiş olabilir. Binâenaleyh peşi sıra, "(Onları) iddetlerine doğru boşaym" denilince, "kadınlar" ifadesinin, onlardan bir kısmı hakkında kullanıldığı anlaşmış olur. Bunlar da hayız gören ve "medhûlün bihâ" (halvet yapılmış) kadınlardır. Keşşaf sahibi de bunu aynen zikretmiştir.

Cenâb-ı Hakk daha sonra, "Rabbiniz Allah'dan korkun. Onları evlerinden çıkarmayın. Kendileri de çıkmasınlar. Apaçık bir kötülük yapmış olmaları müstesna... Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendisine zulmetmiş olur. Bilemezsin, belki Allah bunun arkasından bir iş peydah ediverir" buyurmuştur.

Mukâtil, ayetteki, "Allah'dan ittikâ edin" ifadesine, "Allah'ı sayın. Binâenaleyh emirleri hususunda O'na isyan etmeyin" manasını vermiştir.

Kadınları Evden Kovmayınız

(......) ifâdesi, "boşadığınız o hanımları, boşamadan önce beraberce oturduğunuz o evlerden çıkarmayın" demektir. Binâenaleyh o evler, boş olur da, kadın oraya dönüp gelmek isterse, kocalara, satın alma, kiralama ve benzeri yollarla, başka evler bulma hususunda kadınlara yardımcı olmaları gerekir. Kadınlara da, Allah hakkı için, o evlerden çıkmamak düşer. Fakat görünen bir zaruret hali olması müstesna... Binâenaleyh kadın gece ve gündüz (zaruret olmaksızın) bu evden çıkarsa, bu çıkış haram olur. Fakat iddet devam eder.

Fahişe Kelimesi

Cenâb-ı Hak,"Apaçık bir kötülük yapmış olmaları müstesna..." buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Buradaki "fahişe" (kötülük) kelimesiyle, "zina etmeleri" kastedilmiştir. Dolayısıyla bu kadınlar kendilerine zina cezasının uygulanması için, evlerden çıkarlar" demiştir. Dahhâk ve çoğu âlimler, "O halde bu görüşe göre, ayetteki "fahişe" kelimesi, "zina etmek" manasınadır" demişlerdir. İbn Ömer (radıyallahü anh), bu ifadeyle, kadınların, iddetleri bitmezden önce o evden çıkmaları hususunun kastedildiğini söylerken; Süddî ve diğer kalanlar, bu ifadeyle, "apaçık isyan"ın yani "geçimsizliğin" kastedildiğini söylemişlerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın bu kelimeye "O kadınların edepsizce davranmaları ve konuşmaları müstesna..." manasını verdiği de rivayet edilmiştir. Dolayısıyla o kadınların huysuzluklarından ve edepsizliklerinden ötürü o evlerden çıkarılmaları mubah olur. Bu sebeple de, kocaların, onları evlerinden çıkarma hakkı vardır.

Ayetle ilgili şöyle birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Eşler, bu "süknâ" (mesken) hakkını, karşılıklı anlaşma ile kaldırabilirler mi? Deriz ki: Karı-kocalığın sürdüğü zamanlarda, kocaya farz olan mesken, sadece kadın için bir haktır. Dolayısıyla kadının tek başına bunu ibtâl etme hakkı vardır. Bunun izahı şöyledir: Eşler, nikâh) sürdürdükleri müddetçe, maksadları iyi geçinmek ve biribirlerinden istifade etmektir. Hem sonra bu maksadın tastamam yerine getirilebilmesi için, kadının, kocanın ona ihtiyacı olduğu zamanlarda kocası için hazır halde olmasıdır. Bu ise, ancak kocanın, yemesi-içmesi, katığı, giyeceği ve evi gibi nafakası hususunda o kadına yeterli olduğunda söz konusudur. Ki bütün bunlar sayesinde biraz önce bahsettiğimiz istifadelerin tam ve mükemmel olduğu vasıtalar zincirine dahildirler.

Hem sonra, bundan da öteye, suyun (meninin yani neslin) ve benzeri şeylerin korunma hakkı (ve vazifesi) vardır. Binâenaleyh boşanma olduğunda, temel istifade unsuru ortadan kalkmış olur. Bu istifadenin ortadan kalkması ise, kadından ötürü kocaya gereken vasıtaların (vazifelerin) ortadan kalkması iledir. Dolayısıyla da erkek suyunu (menisini-soyunu) muhafaza etme ihtiyacını hisseder. Bu sebeple de, onu muhafaza etme işi temel unsur olur. Böylece de, muhafaza işinin gerekmesi yüzünden, bunu sağlayacak vasıtalar (vazifeler) gündeme gelir.

Çünkü bunun temeli, bir meskene varıp dayanır. Çünkü o muhafaza, ancak mesken ile sağlanır. Dolayısıyla bu durumda mesken, evlilik sebebiyle o kadına tahsis edilmiş birşey olmaz. "Suyu koruma", hukukullah (Allah'ın hakları) cümlesinden ve karı-kocanın karşılıklı anlaşıp düşüremeyecekleri şeyler cümlesindendir. Bu sebeple, kocası istese bile kadın o evden çıkamaz. Yine kadın istese bile kocası onu ordan çıkaramaz. Ancak o evin yıkılması yahut, evi gasbedenin çıkarması, yahut evin kira müddetinin sona ermesi durumunda, evden taşınma; yahut bir fitne, bir sel, bir yangın yahut da canı tehlikeye düşürecek birşey korkusu durumu müstesna... Binâenaleyh kendisinden ötürü kadın evden çıkmasına sebep bu şeyler son bulduğunda, kadın tekrar oraya döner.

Rab Vasfındaki Mana

İkinci Bahis: Cenâb-ı Hakk, "Rabbiniz Allah'dan korkunuz" demiş de, sadece "Allah'dan korkun" dememiştir (niçin)? Deriz ki: Böyle söylemesinde, öbür türlü söylemesinde bulunmayan beliğ bir incelik vardır. Çünkü "Rab" kelimesi, o kimselerin, çeşitli ortamların son derece mükemmel bir biçimde sağlanması ile, in'am ve ikram demek olan terbiyenin (rububiyyetin) meydana geldiğine dikkatlerini çekmektedir. Dolayısıyla bu eğitmenin elden kaçırılacağı endişesiyle insanlar, alabildiğine ittika (endişe) duyarlar.

Üçüncü Bahis: Bu ayette, hem kocaların kadınları o evlerden çıkarmalarından, hem de kadınların kendiliklerinden çıkmalarından bahsedilmesinin hikmeti nedir? Deriz ki: "Kocaların çıkarmaları", kocaların onları, kendilerine kızdıkları, beraber oturmayı istemedikleri, yahut da kendilerinin o eve ihtiyaçları olmasından ötürü çıkarmamaları, istemeleri halinde ise, kadınların çıkmasına müsaade etmemeleri manasınadır. Bu, erkeklerin, yasağın kalkması hususunda izinlerinin geçersiz olduğunu bildirmek içindir. Kadınlar da, isteseler bile, o evden kendiliklerinden çıkamazlar.

Dördüncü Bahis: (...mübeyyenetin) şeklinde de okunmuştur. Bu kelimeyi kesre ile,"mübeyyinetin" şeklinde okuyana göre bunun anlamı, "Bu fahişe hayasızlık" hakkında düşünüldüğünde, onun bir "fahişe hayasızlık" olduğu ortaya çıkar demek olur. Fetha ile, "mübeyyenetin" şeklinde okuyanlara göre manası ise, "Onun bir hayasızlık olduğu kanıtlanmış, tesbit edilmiş..." şeklinde olur.

Had Kelimesi

Cenâb-ı Hak, "Bunlar, Allah'ın sınırlandır" buyurmuştur. "Hudûd", meselâ yasaklar gibi, aşılamayan, yapılamayan engeller anlamındadır. Gerçekte "hadd" ise, bir şeyin kendisine varıp dayandığı son nokta-çizgi demektir. Mukâtil, Cenâb-ı Hakk'ın, bu kelime ile, bahsi geçen "sünnî talak" ve diğer hükümleri kastettiğini söyler.

Cenâb-ı Hak, "Kim Allah'ın sınırlarını asarsa..." buyurmuştur ki, bu, "sünni talakı' ile boşamayan ve iddetinden sayılabilecek bir halde iken boşamayan (yani hayızlı iken boşayan) kimseler hakkında bir tehdittir.

Ayetteki, "Şüphesiz kendisine zulmetmiş olur". "Kendisini zarara sokmuş..." demektir. Mana, "Kim, Cenâb-ı Hakk'ın koyduğu bu sınırları aşarsa, kendisini, Rabbinin koymadığı bir mevkiye koymuş, oraya yerleştirmiş olur..." şeklinde de olabilir. Çünkü "zulüm", bir şeyi, bulunması gerekli olan yerden başka bir yere koymaktır.

Cenâb-ı Hak, "Bilemezsin, belik Allah bunun arkasından yeni bir durum peydah ediverir..." buyurmuştur. İbn Abbas, "Cenâb-ı Hakk bu ayetle kişînin.verdiği talaktan ötürü pişmanlık doyacağını ve iddeti içinde hanımına dönmeyi arzulayacağını kastetmiştir" demiştir. Ki bu, boşamada müstehap olanın, talakları ayrı ayrt vermek olduğunun bir delilidir. Ebû İshâk da, "Bir kimse, aynı anda hanımın üç talak ile boşarsa, bu durumda Cenâb-ı Hakk'ın, "Belki Allah bunun arkasından bir iş peydah ediverir..." ifadesinin bir manası kalmaz..." demiştir.

Boşanma Usulü

2

Âyetin tefsiri için bak:3

3

"Sonra, müddetlerini doldurdukları zaman, onları, ya güzellikle tutun, yahut güzellikle kendilerinden ayrılın ve içinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun. Şahitliği, Allah için dosdoğru edâ edin. işte bu, Allah'a ve ahiret gününe iman etmekte olanlara verilen öğüttür. Kim, Allah'tan korkarsa, Allah ona bir başka kapı açar, onu ummadığı bir cihetten rızıklandırır. Kim, Allah'a güvenip dayanırsa O, kendisine yeter. Şüphesiz ki Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü tayin etmiştir".

Cenâb-ı Hak, "Sonra müddetlerini doldurdukları zaman..." buyurmuştur ki bu, "o kadınlar, iddet zamanlarının bitimine yaklaştıklarında..." demek olup, "iddet zamanları bittiğinde..." demek değildir. Binâenaleyh, burada "zamanın gelmesi, ulaşması" ile kastedilen, bu zamanın bizzat gelmesi değil, yaklaşmasıdır ki, bunun tefsiri daha önce geçmişti. Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu ifadeyle, "iddetin sonu ve bitişi ile yüzyüze gelinmesi" kastedilmiştir. Şu halde, şimdi siz, muhayyersiniz. İsterseniz ric'at eder kadına döneksiniz, isterseniz, iyilikle onu boşarsınız. İsterseniz de, ric'atı da ayrılmayı da terkedersiniz..." manası kastedilmiştir. Zararın devam ettirilmesi ise, erkeğin o kadına iddeti bitiminde müracaat edip, sonra da hem iddeti uzatmak, hem de o kadına işkence etmek ve onu cezalandırmak için yeniden boşanmak şeklinde olur.

Boşamada Şahit

Cenâb-ı Hak, 'Ve içinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun..." buyurmuştur. Bu, "o erkeklere, hem boşarken hem de kadınlarına yeniden dönerken, adil kimseleri şahit tutmaları emrolunrnuştur.." demektir. Bu şahit tutma işi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Alışveriş yaptığınızda şahitler tutun..." (Bakara. 282) ayetinde de olduğu gibi, Ebû Hanifeye göre menduptur. Şafiî'ye göreyse, karısına yeniden dönerken farz; ayrılırken ve onu boşarken ise mendubtur.

Şahit tutmanın faydaları şu şekilde sıralanmıştır. Bir kere, aralarında karşılıklı bir inkârlaşma meydana gelmez. Erkek, o kadını iyilikle salıverdiği hususunda töhmet altında tutulmaz. Eşlerden biri ötüp de geriye kalanın vâris olması için, evliliğin sürdüğünü iddia etmemesi.. Yine bu şahit tutma işinin, ihtiyata binâen emrolunduğu zira, kadın, kocasının kendisini tekrar nikahladığını inkâr edip, böylece iddetinin son bulduğunu ve başka bir kocayla evlenmek istemesini önlemek için olduğu ifade edilmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hakk, şahit olacak kimselere hitap ederek, "Şahitliği dosdoğru edâ edin..."buyurmuştur ki, bunun ne demek olduğu daha önce geçmişti.

Cenâb-ı Hak, "Kim Allah'tan korkarsa, ona bir çıkış yeri ihsan eder..." buyurmuştur. Şa'bî, bu ayete, "Kim iddetine doğru boşarsa, Allahü teâlâ bu kimse için, onun, kadına yeniden dönmesine bir yol halk eder" derken, başkaları da bu ifadeye, "İnsanlara zor gelen bütün şeyler hususunda bir çıkış yolu yaratır.." anlamı vermişlerdir. Kelbî de, "Kim, musibetlere sabrederse, Allah o kimseye, cehennemden kurtulup cennete götüren bir çıkış yolu ihsan eder..." manasını vermişlerdir.

Bu ayet Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) nezdinde okunduğunda, Hazret-i Peygamber, "Dünya şüphelerinden, ölüm sekerâtından ve kıyamet gününün sıkıntılarından bir çıkış yolu ihsan eder..." buyurmuştur.

Nüzul Sebebi

Müfessirlerin çoğu şöyle demlişlerdir: Bu ve devamı olan ayetler, Avf İbn Mâlik el-Eşcaî hakkında nazil olmuştur. Düşmanlar, oğlunu esir almışlardı. Derken, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelir, bunu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e anlatır ve ihtiyacını ona arzeder de, bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, "Allah 'tan kork, sabret ve "La havle ve la kuvvete illâ billâh..'." cümlesini söylemeye devam et.. " Müslim, Cevaiz, 15 (2/636); Tirmizî, Daavât, 131 (5/580). der, adam da böyle yapar. Bir gün, evde iken oğlunu karşısında bulur, zira oğlu düşmanların elinden kurtulmuş, derken bir deve sürüsüne rastgelmiş ve onu da sürüp babasına getirmişti.

Keşşaf sahibi de şöyle der: "Babası evde bulunduğu bir sırada, oğlu kapıyı çalar. Yanında da yüz deve getirmişti. Öyle ki, düşmanlar bu develeri görememişler, o da bunları sürüp getirmişti.. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, ".. onu ummadığı bir cihetten rızıklandırır.."ifadesiyle anlatılan bu husustur." Şöyle de denebilir: "Kim Allah'tan korkar, helâl kazancı tercih eder ve ailesine (onun huysuzluğuna) karşı sabrederse, eğer bir sıkıntısı varsa, Allah onun bu sıkıntısını giderir ve onu, ummadığı bir yerden rızıklandırır.."

Yine, Keşşaf sahibi, ayetteki, "kim Allah'tan ittikâ ederse.." ifadesinin, biraz önce geçen "talâk"ın sünnî (sünnete uygun) bir şekilde verilmesini tekid eden bir cümle-i itirâziyye olduğunu söylemiştir.

Cenâb-ı Hak, "Kim Allah'a güvenip dayanırsa, O, kendisine yeter.." buyurmuştur ki, bu, "Kim, kendisini gelip bulan (musibetler) hususunda Allah'a güvenirse, Allah onu üzen bu şeyler hususunda ona yeter.." demektir. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kim insanların en güçlüsü olmak isterse Allah'a dayansın, tevekkül etsin.." buyurmuştur ifâdesi, izafet ile (......) şeklinde okunmuştur ki, bu ifadenin manası, "emrini infaz eden, yerine getiren" şeklindedir. Mufaddal ise, bu ifâdeyi (......) şeklinde okumuştur. Ki bu durumda Mufaddal, ifâdesini 'nin haberi kılmış, ifadesini de hâl tutmuş olur. İbn Abbas da, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifadesi ile, bunun bütün mahlukat hakkında böyle olacağını kastettiğini söylemiştir ki, buna göre mana "Allah, sizin hakkınızda dilediği hususlarda emrini ulaştıracaktır" şeklindedir.

Cenâb-ı Hak, "Allah her şey için bir ölçü tayin etmiştir..." buyurmuştur. Ki, buradaki (......) kelimesi (......) ve (......) anlamlarında olup, bu, Allah'a tevekkül etmesi ve işleri O'na havale etmenin gerekliliğini beyan eden bir ifadedir. Kelbî ve Mukâtil ise bu ifadeye, "Sıkıntı ve refaha dair bir şeyin, Cenâb-ı Hakk'ın takdir ettiği bir noktaya varıp dayanacağı, ne bir an önce ne de bir an sonra vaki olamayacağı bir zamanı vardır.." şeklinde mana vermişlerdir. İbn Abbas da, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifade ile, "Meşîetimle yarattığım her şeyi takdir ettim.." manasını kastettiğini söylemiştir.

Ulemânın ekserisine göre, (......) ifâdesine kadar bir ayet, Buradan (......) ifadesine kadar da diğer bir ayettir. Kûfelilere ve Medinelilere göre ise, tümü bir ayettir. Bu ayette "Kadınların hallerini görüp gözetmedeki takvanın, mala (zenginliğe) varıp dayandığı" hususunda bir nükte bulunmaktadır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hakk, "Kim Allah'tan korkarsa, ona yeni bir kapı açar" buyurmuştur ki, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer onlar fakir iseler, Allah onları fazlıyla zenginleştirir.,"(Nur,32) ayeti gibidir.

İmdi eğer, "Cenâb-ı Hakk'ın, 'Kim Allah a dayanırsa, O ona yeter" ifadesi, rızık, yiyecek elde etmek için çalışıp çabalamanın gerekmediğine; "Cuma namazı ifa edildiği (bittiği) zaman yeryüzüne düğüm ve Allah'ın lütfundan isteyin., "(Cum'a, 10) ayeti ise savaşmanın gerekliliğine delalet etmektedir. Bunlar nasıl telif edilir? Biz deriz ki: Cum'a Süresindeki ayet, bunun gerekliliğine delalet etmez. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın ifadeleri, daha önce de geçtiği gibi, mübahlık içindir. İbâha ise, mecburilik, "muhayyerliğe" ters düştüğü için çalışıp çabalamaya ihtiyaç duymaya ters düşen şeylerdendir.

Hayız Görmeyenlerin İddetleri

4

Âyetin tefsiri için bak:5

5

"Kadınlarınız içinde (artık) adetten kesilmiş olanlarla, henüz adetini görmemiş bulunanların iddetleri de, eğer şüphe ederseniz, onların iddeti üç aydır. Hamile kadınların iddetleri ise, yüklerini vaz etmeleri (doğurmalarıdır). Kim, Allah'tan korkarsa, O, kendisine her işinde bir kolaylık verir, işte bu, Allah'ın size indirdiği emirdir. Kim Allah'tan korkarsa, O, onun kusurlarını örter, onun mükâfaatmı büyütür".

Cenâb-ı Hakk, Bakara Sûresi'nde, hayız gören; kocası ölmüş kadınların iddetlerini bildirmiş, burada da, orada bahsetmediği diğer kadınların iddetlerinden bahsetmiştir. Rivayet olunduğuna göre Muâz b. Cebel, "Ey Allah'ın Resulü, biz hayız gören kadınların iddetinin ne olduğunu öğrendik. Peki, hayız görmeyenlerin iddeti nedir?" deyince, Cenâb-ı Hak, iş bu ayetini indirdi.

Cenâb-ı Hak, "eğer şüphe ederseniz..." buyurmuştur ki bu, "Eğer, hayız görmedikleri o iddet içinde onların hamile olup olmadıkları şüphesine düşerseniz, işte bunların hükmü budur, üç aydır" demektir. Bunun, "Eğer, buluğa ermiş kadınların, hayızdan kesilme yaşına erip ermedikleri hususunda şüpheye düşerseniz bunun hayız mı yoksa "istihâze kanı mı (hastalıktan dolayı gelen) olduğunu kestiremezseniz, bunların iddetleri üç aydır. Ulema bu yaşı altmış ve elli beş ile sınırlamışlardır.

Küçük Kadınların İddeti

"Bunların iddetleri üç aydır.." ayeti nazil olunca da, birisi ayağa kalkarak, "Ey Allah'ın Resulü, peki hayız görmeyecek derecede küçük olanların iddeti ne kadardır?" deyince, "henüz adetini görmemiş bulunanlar..." ayeti nazil oldu.. Ki bu, "Bunlar da, hayızdan kesilmiş yaşlı kadınlar gibi olup, iddetleri üç aydır.." demektir.

Hamilelerin İddeti

Derken, bir başka birisi ayağa kalkaraka, "Peki, ey Allah'ın Resulü, hamile kadınların iddeti ne kadardır?" deyince de, "Hamile kadınların iddetleri ise, yüklerini vaz etmeleridir (doğurmalarıdır).." kısmı indi. Ki, bunun da manası, "onların, kocalarıyla aralarındaki şeyin, bağın sona ermesi hususundaki iddet süreleri, o çocuklarını doğurmalarıdır.." şeklindedir. Ki bu ifade, her hamile kadın hakkında genel bir ifadedir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh), bu iki müddetten en uzun süreli olanını nazarı dikkate alır ve Cenâb-ı Hakk'ın, "Kocası ölmüş kadınlar..." (Bakara,234) ayetinin hükmünün, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hamile kadınların iddetleri ise..." ayetinin bu hükmüne giremeyeceğini söyleyerek şöyle demiştir: "Çünkü, çocukları doğurma işi, ancak boşama iddetinde söz konusu olur. Dolayısıyla bu, kadın hayız gören bir kadın olup da kocası öldüğünde bekleyeceği iddete ters düşmez." İbn Abbas'a göre de, kocası ölmüş hamile kadınların iddeti, iki zamandan en uzun olanıdır.

İbn Mes'ûd ise, şöyle der: "Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi, yeni başlayan, Cenâb-ı Hakk'ı ifadesine atfedilmeyen bir cümle olması da mümkündür. Bu ifadenin mübteda olması halinde bütün iddetleri içine alır." Bunun delili, Sübey'a bint el-Hâris ile ilgili haberdir. Çünkü o, kocasının ölümünden on beş gün, sonra çocuğunu doğurmuş, Allah'ın Resulü de ona, "evlenebilirsin.." demiştir. Böylece bu ifade, dört ay on gün geçmeden önce de, evlenmenin mubah olduğuna delâlet eder. Hamilenin iddeti ise, her halükârda, çocuğunu doğurması ile sona erer.

Hasan el-Basrî ise şöyle demiştir: "Eğer kadın, iki çocuğundan birisini doğurursa iddeti sona erer. Çünkü Hak teâlâ "Onların hamlini doğurmaları" buyurmuş, "Onların hamlerini doğurmaları" dememiş. Ancak bu doğru değildir. Ayet-i kerime, şeklinde de okunmuştur.

Ayetteki, "Kim Allah'tan korkarsa, O, kendisine her işinde bir kolaylık verir" cümlesi, "Allah, işlerinde o kimseye yardım eder; işlerini ona kolaylaştırır ve salih amel yapmaya onu muvaffak eder" demektir. Atâ bu ifadeye, "Allah bu kimsenin dünya ve ahiret işlerini kolaylaştırır" manasını vermiştir.

Cenâb-ı Hak, 'İşte bu, Allah'ın size indirdiği emridir" buyurmuştur. Bu, "O bahsedilen hükümler Allah'ın size indirdiği emirleridir. Kim O'na itaatta bulunmak suretiyle, Allah'dan korkar da, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirdikleriyle amel ederse, Allah bu kimsenin, bir namaz vaktinden diğer namaz vaktine kadar ve bir cum'adan diğer cum'aya kadar işlemiş olduğu günahlarını örter ve ahirette onun ücretini bolca verir" demektir ki bu, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın tefsiridir.

Buna göre eğer, "Hak teâlâ, "vaz etmeleri" buyurmuş; ama "doğurmaları.." dememiştir (niçin)?" denilirse, biz deriz ki: Hami, kadınların karnında bulunan şeylerin tümüne verilen isimdir. Eğer bu kimsenin dediği gibi olsaydı, bu kadınların iddetleri, "haml'ferinin bir kısmını vaz etmeleriyle son bulurdu. Halbuki durum böyle değildir.

Boşanan Kadının Sükna Hakkı

6

Âyetin tefsiri için bak:7

7

"(Boşanan o kadınları) gücünüzün yettiği kadar, ikamet ettiğiniz yerin bir kısmında oturdun. (Evleri), başlarına dar getirmek için, onlara zarar vermeyin. Eğer onlar hamile iseler, hamilerini doğuruncaya kadar, nafakalarını verin. Eğer sizin için emzirirlerse, onlara ücretlerini verin. Aranızda bu hususta güzelce müşavere edin. Eğer zorluğa uğrarsanız, bu durumda o çocuğu bir başka kadın emzrinr. (Hali-vakti) geniş ulan. Nafakayı genişliğine göre versin. Rızkı dar verilmiş olanlar do-, nafakayı Allah'in kendisine vurduğu kadarından versin. Allah hiçtir kimseye, ona verdiğinden fazlasını yüklemez. Allah güçlükten sonra bir kolaylık ihsan eder".

Ayetteki, "(Onları) oturtun" ifadesi ve daha sonra gelenler, "Kim Allah'dan korkarsa.." (Talak, 5) ayetinde geçen takva (korku) şartını açıklayan ifadelerdir. Buna göre, sanki, "Boşanmış kadınlar hakkında, nasıl takva ile muamele edilir?" denilmiş de, bunun üzerine böyle cevap verilmiş. Keşşaf sahibi şöyle der 'deki "min" harf-i cerri zâid olup (manada bir tesiri olmayıp), mana "Siz nerede oturuyorsanız, onları da orada oturtun" şeklindedir."

Ebu Ubeyde, ifadesine, "vus'atınıza göre" manasını verirken; Ferrâ, "takatiniz oranında..." manasını vermiştir. Ebû İshâk da, "Arapça'da "mal sahibi oldum" manasında, denilir" demiştir. Ayetteki bu kelime, hem vav'ın fethası, hem de kesresiyle okunmuştur. O halde "vücd", vus' ve takat (güç ve kudret) demektir.

Ayetteki, ifadesi, "mesken(ler) ve nafaka hususlarında cimri davranmak ve işi yokuşa sürmek suretiyle, o kadınlara zarar vermeyi yasaklayan" bir ifadedir.

Bain Talak

Hak teâlâ'nın, "Eğer onlar hamile iseler, hamilerini doğuruncaya kadar, nafakalarını verin" ifadesi, talak-ı bâin ile boşanmış kadının hükmünü beyan eden bir ifadedir. Çünkü ric'î talak ile boşanmış kadın, hamile olmasa da, nafakayı hakeder. Eğer bu kadın üç talak ile boşanmış, yahut "hul' " yapmış (mal karşılığı boşanmış ise), hamile olması durumu hariç, böylesi kadın için nafaka yoktur. İmâm Malik ve Şafiî'ye göre de, talak-ı bâin ile boşanmış kadının, nafaka değil sadece, mesken hakkı vardır. Hasan el-Basrî ve Hammad'dan rivayet edildiğine göre, Fatıma bintl Kays ile ilgili şu hadisten ötürü, böylesi kadının ne nafaka, ne de mesken hakkı vardır: "Fatıma'nın kocası, onu bâin talak (kesin talak) ile boşadı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Artık senin ne mesken, ne de nafaka hakkın var" buyurdu.

Radâ (Süt Emzirme)

Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer sizin için emzirirlerse, onlara ücretlerini verin" ay "Daha önce de geçtiği gibi, emzirme hakkı ve ücretini verin" demektir ki bu, "her nekadar o çocuğun doğmasından ötürü gelmiş ise de, süt, o kadının mülkü olduğunun delilidir. Aksi halde kadın buna karşılık ücret alamazdı. Bu ifade de aynı zamanda, emzittirme ve nafaka vermenin, çocuklardan ötürü kocanın; onları tutma, koruma, terbiye etme ve ona kefil olmanın kadının hakkı oluşunun delili vardır. Aksi halde kadın, ücretin tamamını değil de bir kısmını alabilirdi.

Aile İçi İstişare

Hak teâlâ'nın, "Aranızda bu hususta güzelce müşavere edin" ifadesine gelince, Ata, Cenâb-ı Hakk'ın, buradaki "maruf" ile, lütuf-ihsan, manasını kastettiğini söyler. Mukâtil ise, bunun, ana-babanın karşılıklı anlaşmalarını ifade ettiğini söyler. Müberred de bu ifadeye, "Taraflar birbirlerine ma'rufu emretsinler" manasını vermiş ve ayetteki hitabın, eşlere (karı-kocaya) olduğunu söylemiştir. Binâenaleyh buradaki maruf ile, erkeğin hanımı ve ona vereceği nafaka hakkında kusur etmemesi; kadının da, o çocuk ve onu emzirme hususunda kusur etmemesi kastedilmiştir. (......) kelimesinin izahı daha önce geçmişti. Bunun, "Kadının güçlük hissettiğinde, erkeğin, çocuğunu emzirme hususunda, o kadınla müşavere etmesi" manasına geldiği de ileri sürülmüştür.

Cenâb-ı Hak "Eğer (ücret konusunda) zorluğa uğrarsanız, bu durumda o çocuğu bir başka kadın emzirir" buyurmuştur.

Nafaka

Daha sonra da "(Hali-vakti) geniş olan nafakayı genişliğine göre verir" ifadesiyle, bu infakın miktarını beyan etmiş. Hali-vakti yerinde olanlara, emziren kadınlara buna göre davranmalarını, ücretini ona göre vermelerini; hali-vakti yerinde olmayanlara da, hallerine göre ücret vermelerini emretmiştir. Bu, tıpkı, "Zengin olan kudretince, darda bulunan halince... "(Bakara. 236) ayeti gibidir.

Cenâb-ı Hak, "Allah hiçbir kimseye ona verdiğinden yani ona verdiği rızıktan fazla mükellefiyet yüklemez" buyurmuştur. Süddî bu ifadeye, "Allah, fakiri zengini tuttuğu mükellefiyetin aynısıyla mükellef tutmaz" manasını vermiştir.

Zorluktan -Sonra Kolaylık

Hak teâlâ"Allah güçlükten yani darlık ve sıkıntıdan sonra bir kolaylık, yani bir zenginlik, bolluk ve genişlik ihsan eder" buyurmuştur. Çünkü o zaman, müslümanlar genellikle fakr-u zaruret içinde idiler. Bundan dolayı Allahü teâlâ onlara, bu darlıktan sonra bir kolaylığın olacağını bildirmiştir ki bu, onlar için umdukları şeyi müjdelemek gibi bir şeydir.

Ayetle ilgili şöyle bir kaç bahis vardır:

Birinci Bahis: ne manayadır? Deriz ki: Bu, min-i ba'ziyye olup,"Eğer sizin sadece bir eviniz varsa, o boşadığınız kadını, bu evinizin bir kısmında, bazı yerlerinde oturtun" demektir.

İkinci Bahis: ifadesinin i'rabtaki yeri nedir? Deriz ki: Bu ifadesinin, bir atfı beyânı, bir tefsiri olup, mana: "Onları, gücünüze göre olan meskenlerinizin bir yerinde oturtun" şeklindedir.

Üçüncü Bahis: Sizce her boşanan kadının nafaka verilmesi gerektiğine göre, ayetteki, "Eğer onlar hamile iseler..." şartının hikmeti ve manası nedir? Deriz ki: Bunun hikmeti şudur: Doğurma müddeti eğer uzarsa, doğurma süresi geçtiği için, artık nafaka verilmesi gerektiği sanılabilir. Dolayısıyla Allah bu ifadeyle, böyle bir yanlış zannı ortadan kaldırmıştır.

İmha Edilen Diyarlar

"Rabbisinin ve O'nun peygamberlerinin emrinden uzaklaşıp azmış olan, nice memleket(ler) vardır ki Biz onları en çetin bir hesaba çektik ve akıllara şaşkınlık verecek bir azaba düçâr ettik, işte o diyarlar yaptıklarının vebalini tatmış ve işlerinin sonu bir hüsran olmuştur. Allah, bunların benzerleri için de, pek çetin bir azab hazırladı. O halde, ey iman etmiş olan akl-ı selim sahipleri, Allah'dan korkun. Allah size gerçek bir zikir indirmiştir. îman edip de sâlih amellerde bulunanları, karanlıklardan nura çıkarmak için bir de peygamber göndermiştir. O (peygamber), Allah'ın her şeyi açık açık gösteren ayetlerini size okuyup durmaktadır. Kim Allah'a iman eder ve sâlih amellerde bulunursa, onu altından ırmaklar akan cennetlere, hepsini de içlerinde ebediyyen kalmak üzere yerleştirir. Allah ona gerçekten ne güzel rızık (mükâfaat) vermiştir! Allah yedi göğü ve onlar kadar da yeri yaratmış olandır. (Allah'ın) emri, bunlar arasında durmadan iner. Allah'ın gerçekten her şeye kadir olduğunu ve ilmiyle her şeyi kuşatmış olduğunu bilmeniz içindir bunlar..." (Talak, 8-12).

Ayetteki, ile ilgili izah daha önce geçmiş olup, Hak teâlâ aslında, içinde yaşayan ahaliyi kast ederek, bu memleketleri, "Rabbisinin emrinden uzaklaşıp azmış" ifadesi ile, azgınlık ile tavsif etmiştir. Bu tıpkı, "O beldeye sor' (Yusuf, 82) ayetinde olduğu gibidir. İbn Abbas (radıyallahü anh) kelimesine "Rabbisinden yüz çevirmiş" manasını verirken; Mukâtil, "Rabbinin ve peygamberlerinin emrine muhalefet etmiş..." manasını vermiştir ifadesi, "Allah ve memleketlerin halkını, dünyadaki yaptıklarına göre hesaba çekip cezalandırmıştır" demektir. "Azab" manası, "şaşkınlık verecek bir azaba düçâr ettik" ifadesinden anlaşılmaktadır ki bu da, "çok çetin ve büyük bir " demektir. Bu manaya göre Cenâb-ı Hakk, hesab çekişini, "azab etmesi" ile açıklamıştır. Kelbî de ayette bir takdîm-te'hir olup, takdirinin, "Dünyada onları azaba düçâr ettik, âhirette de çok çetin bir hesabla sigaya çektik" şeklinde olduğunu; buradaki hesabla, âhiret hesâb ve azabının kastedildiğini söylemiştir.

"İşte o diyarlar yaptıklarının vebalini tatmış" yani yaptıklarının çetin azabını ve küfürlerinin cezasını tatmışlardır. İbn Abbas (radıyallahü anh) buradaki "vebal..."e, "küfürlerinin neticesini görüp tattılar" manasını vermiştir.

"(Bunların) işinin sonu, yani azgınlarının neticesi, bir hüsran, yani bir âhiret iflası ve ziyanı, olmuştur." Bu mana, Hak teâlâ'nın, "Allah bunların benzerleri için de pek çetin bir azab hazırladı" cümlesinden anlaşılmaktadır. Cenâb-ı Hakk bu beyanı ile, Mekke kâfirlerini, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanlamaktan, dolayısıyla da kendilerinden önceki ümmetlerin başına gelen şeylerin aynısının başlarına gelmesinden korkutmuş, uyarmıştır.

Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde ey akl-ı selim sahipleri Allah'tan korkun" hitabı mü'minlere yönelik bir hitab olup, Allah'ı ve Resulünü inkârdan korkun" demektir.

Zikr'in Manası

Ayetteki, "Allah size, bir zikir, bir resul indirmiştir" cümlesi ile ilgili şu iki izah yapılabilir:

a) Allah size bir zikir (hatırlatma) indirmiştir ki bu zikir, peygamberdir. Allah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların dinleri ve ahiretleri ile ilgili şeyleri bu kimselere hatırlattığı için, kendisine "zikir" adını vermiştir.

b) Ayetin takdiri manası, "Allah size bir zikir (Kur'ân) indirdi ve bir peygamber gönderdi" şeklindedir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Buradaki resul (peygamber) ile Cebrail kast edilmiştir ve bu, bir zikirden bedeldir. Çünkü Cebrail Allah'ın ayetlerini okur (hatırlatır). Binâenaleyh onun inişi, zikrin (Kur'ân'ın) inişi demek olur." "Zikir" kelimesiyle bazan da "şeref" manası kastedilir. Nitekim Cenâb-ı Hakk bu manada, "Şüphesiz ki o senin için ve kavmin için bir zikirdir" (Zuhruf, 44) buyurmuştur. Bu ifade ile bazan, "Kur'ân" manası da kastedilir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, bu manada,"Biz o zikri indirdik" (Nahl, 44) buyurmuştur.

Ayetteki, "resul" kelimesi, "O (zikir), peygamberdir" ki size "Allah'ın ayetlerini apaçık olarak okumaktadır" şeklinde de okunmuştur. Ayetteki, "mübeyyinât", "mübeyyenât" şeklinde de okunmuştur. Buradaki, "Ayetler", hüccetler-deliller manasınadır. Kelimenin "mübeyyinât" şeklinde okunması halinde mana, "ilahî emir ve yasakları, helâl ve haramları açıklayan ayetler..." şeklinde olur, "mübeyyenât" şeklinde okunması halinde ise, Allahü teâlâ, ayetlerini açıklamış olduğunu ve kendi katından geldiğini beyan etmiş olur.

Hak teâlâ, "İman edip de salih amellerde bulunanları, karanlıklardan nura çıkarmak için..."yani, "küfrün karanlığından, imanın nuruna (aydınlığına); şüphenin karanlığından, hüccetin nuruna; cehennemin karanlığından, ilmin nuruna çıkarmak için (peygamber göndermiştir) buyurmuştur.

Ayetle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Ayetteki "... akl-ı selim sahipleri, Allah'tan korkun" hitabının, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbinizin ve O'nun peygamberinin emrinden uzaklaşıp azmış olan, nice memleket(ler) vardır.." ifadesiyle ilgisi var mıdır, yok mudur? Biz deriz ki: "Allah'tan korkun" hitabı "memleket" kelimesiyle, "ora halkı"nın kastedildiğini söyleyenlerin görüşünü destekler. Çünkü bu ifâde, Cenâb-ı Hakk'ın bu hitabının, akıl sahiplerine olduğunu gösterir. Aklı olmayanlara hitap edilmez. Cenâb-ı Hakk'ın, "nice memleket(ler)" ifadesinin, hem terkib'i, hem de terğîb'i ihtiva eden bir ifade olduğu da ileri sürülmüştür.

Müttakilere Takva Emri?

İkinci Bahis: İman, gerçekte, "takva"nın ta kendisidir. Halbuki, iman etmiş olan akl-ı selim sahipleri, ister istemez müttakiler zümresindendir. Binâenaleyh, daha nasıl bunlara, "Allah'tan korkun.." diye hitap edilebilir? Biz deriz ki: Takvanın, çeşitli derece ve kademeleri vardır. O halde, bu demektir ki, takvanın ilk basamağı şirkten korunmadır. Geriye kalan basamakları ve dereceleri ise, şirkin dışında kafan günahlardan korunmadır. Binâenaleyh, iman ehline, "muttaki olmaları" emrolunduğunda bu emir, "şirk" açısından değil, küçük ve büyük günahlar açısından verilmiş olan bir emir olur.

Muzari Yerine Mazi

Üçüncü Bahis: Allah'ı tasdik eden herkes, karanlıklardan nura çıkmış olur. Durum böyle olunca, ayetteki, yerine,"... kâfir olanları çıkarmak için..." denilmesi gerekmez miydi? Biz deriz ki, bu ifade ile "iman edenleri çıkarması için..." ibaresi kastedilmiştir; zira, mazı sigasıyla muzari sigası kastedilebilir. Nitekim, meselâ Cenâb-ı Hak (Al-i İmran, 55) buyurmuştur ki, bu takdirindedir. Ayetteki ifadeye, "İman etmelerinden sonra kendileri için ortaya çıkan bir takım karanlıklardan, iman edenleri çıkarması için..." şeklinde de mana verilebilir.

Ayetteki, "Kim Allah'a iman eder..." cümlesinde Allah'ın, mü'mintere vermiş olduğu mükâfaatın büyük ve son derece hayran bırakan türden olduğu vurgulanmıştır. (......) kelimesi, nûn ile de okunmuştur.

"Allah ona gerçekten ne güzel ırmak (mükafaat) vermiştir!" cümlesine gelince, Zeccac bu ifadeye, "Allah, bu kimseyi, nimetleri sona ermeyen, cennetlerle rızıklandırmıştır..." manasını vermiştir. Ayetteki (......) kelimesine, "dünyada taat, ahirette mükâfaat manası da verilmiştir ki, bunun bir benzeri de, "Rabbimiz; bize dünyada da ahirette de bir güzellik ver.."(Bakara, 201) ayetidir.

Gök Kadar Yer

Kelbî, Cenâb-ı Hakk'ın, tıpkı bir kubbe gibi, biribiri üstünde yedi gök; tabakalar halinde ve birbirine bitişik olma açısından da, yerden de bir bu kadarını yarattığını söylemiştir ki, bu, tıpkı, meşhur olan şu görüş gibidir: Yer, üç tabakadır. Birisi, sırf yer (toprak) tabakası; diğeri, salt toprak olmayan çamur tabakası; üçüncüsü de, bir tarafı denize, bir tarafı da karaya açılan tabaka ki, işte, mamur ve meskûn olan tabaka da budur.

Cenâb-ı Hakk'ın, hem yedi kat göğe, hem de o gökteki yıldızlara, yani gezegenlere nisbetle yedi "iklim (mıntıka, bölge)'nin kastedilmiş olmasında akıldan uzak görülecek bir taraf yoktur. Çünkü, bu yıldızlardan her birinin özelliği, o yerin mıntıkalarından herbirinde ortaya çıkar, böylece de yer, işte bu açıdan yedi tane olmuş olur. Binâenaleyh, işte bu, aklın kabul edeceği, karşı çıkmayacağı İzahlardır. Müfessirlerden, bunların dışında kalan ve nakledilegelen izaha gelince, bütün bunlar, aklın kabul edemeyeceği şeyler türündendir. Ki, bunlardan birisi de yedi kat göğün şu şekilde izah edilmesidir:

1) Mevcun (tutulmuş dalga),

2) Kaya;

3) Demir;

4) Bakır;

5) Gümüş;

6) Altın;

7) Yakut...

Yine, bunların her birisi arasında beş yüz yıllık mesafe bulunduğunun ve her birinin kalın kalın tabakalardan meydana geldiğinin söylenmesine gelince, bütün bunlar da, muhakkak alimlerce muteber olmayan görüşlerdir. Bu hususta mütevatir bir naklin bulunması durumu müstesna... (Yerin), yediden çok olması da mümkündür. Bunun ne ve nasıl olduğunu en iyi bilen ise, Allah'tır. Binâenaleyh, ayetteki, ifadesi, kendisi arasında mübtedâ ve haber olan bir ifadedir. "Yedi kat gök..." ifadesine atfı düşünülecek, nasb ile, (......) şeklinde okunmuştur. Bu, mübtedâ olmak üzere, merfû olarak da şeklinde de okunmuştur ki, bu durumda haber ifâdesi olmuş olur.

Cenab-ı Hakk'ın, "(Allah'ın) emri, bunlar arasında durmadan iner..." ifadesine gelince, Atfl şöyle der: "Cenâb-ı Hakk bu buyruğu ile, yerin ve göğün her katında bulunan mahlûkatına olan vahyini kastetmiştir." Mukâtil de, Cenab-ı Hakk'ın bu ifade ile, en üst gökten, en alt yere doğru olan vahyedişini kastettiğini söyler. Mücâhid de bu cümleye "Bir kısmına hayat vermek, bir kısmını öldürmek, meselâ şunu emîn kılmak, diğerini ise imha etmek hususunda emri iner..." manasını vermiştir. Katâde de, "Gökler ve yerin her birinde, Cenâb-ı Hakk'ın bir yaratığı, bir emri ve bir yargısı, hükmü vardır..." manasını vermiştir. Bu ifade, şeklinde de okunmuştur.

Cenâb-ı Hak, "Allah'ın gerçekten herşeye kadir olduğunu... bilmeniz için..." buyurmuştur. Ayetin başındaki fiil, yâ ile, "bilsinler... diye" şeklinde de okunmuştur. Ki bu, "Sizler, göklerin, yerin yaratılışı ve orada devam eden ince tedbiri düşündüğünüzde, kudreti, bu derecede olan zatın bu kudretini, "ligayrihî" (başkasından ötürü olan) olmadığını, tam aksine zatı gereği olan bir kudret olduğunu ve hiçbir şeyin, yapmayı dilediği hiçbir şeyden O'nu alıkoyamayacağını bilesiniz diye..." anlamındadır. Bu ifadenin ne demek olduğu, daha önce de anlatılmış idi.

"ve ilmiyle her şeyi kuşattı..." ifadesine gelince, bu, "o, külft ve cüzi olan her şeyi bilir; O'nun ilminden ne gökte, ne de yerde, zerre miktarı dahi olsa hiçbir şey hariç kalamaz; her şeyi hakkıyla bilen ve yok ettikten sonra, yeniden var etmeye kadir olandır" demektir.

Âlemlerin Rabbi olan Allah yücedir; güç, kuvvet ve kudret, ulu ve yüce olan Allah'ın elindedir. Salât u selâm, peygamberin seyyidi, müttakîlerin önderi ve nebilerin sonuncusu, efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onun ailesine ve bütün ashabına olsun. (Amin).

0 ﴿